Bu sure Allah'ın birliğini ve Ona kulluğu bilmek,
faziletli ahlâk ve edepleri emretmek, hoş olmayan çirkin söz ve tavırlardan
sakındırmak suretiyle "hikmef'in özünü idrak eden Lokman-ı Hakim
kıssasını ihtiva ettiği için "Lokman suresi" diye adlandırılmıştır.
[1]
Lokman suresi, Mekkî surelerin konuları olan Allah'a
ve O'nun birliğine iman, peygamberliği tasdik, öldükten sonra dirilmeyi ve
ahiret gününü ikrar etme şeklindeki akîde esaslarını ele almaktadır.
Surenin nüzul sebebine gelince; Kureyşliler
Peygamberimiz (s.a.)'e Hz. Lokman'ın oğluyla geçen kısası ve anne-babasına
itaati ile ilgili sorular sormuşlar, bunun üzerine bu sure nazil olmuştur.
[2]
Bu surenin bir önceki Rum suresi ile irtibatı birkaç
yönden açıkça görülmektedir:
1- Allah
Tealâ bir önceki surenin sonunda: Kur'an'ın mucize olduğuna işaret etmek için
"Biz bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali verdik." (Rum, 30/58)
buyurdu. Bu surenin başında ise Cenab-ı Hak: "İşte bunlar hikmet dolu
Kitab'ın ayetleridir. O ihsan erbabı için bir hidayet rehberi ve rahmet
kaynağıdır.'" (Lokman, 31/2-3) buyurmaktadır.
2- Aynı
şekilde bir önceki surenin sonunda, müşriklerin ayetleri inkâr ettiğine işaret
etmek üzere Cenab-ı Hak: "Onlara her hangi bir ayet getirecek olsan
bile..." buyurdu. Bu surede ise: "Ona ayetlerimiz okunduğu zaman....
büyüklük taslayarak yüz çevirir." buyuruluyor.
3- Allah
Tealâ her iki surede de ilk defa yaratmaya ve öldükten sonra dirilişe muktedir
olduğunu ifade etmiştir. Bir önceki surede Cenab-ı Hak: "ilk defa
mahlûkatı yaratıp sonra da tekrar diriltecek olan O'dur. Bu O'na göre çok
basittir." (Rum, 30/27) buyururken, burada şöyle buyurmaktadır:
"Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de bir tek kişinin
yaratılması ve diriltilmesi gibidir." (Lokman, 31/28).
4- Allah
Tealâ her iki surede müminlerin öldükten sonra dirilişe iman ettiklerini isbat
etmiş, bir önceki surede: "Kendilerine ilim ve iman verilen kimseler şöyle
diyeceklerdir: Yemin olsun ki sizler Allah'ın (ezelî) kitabındaki o diriliş
gününe kadar dünyada kaldınız. İşte bu yeniden diriliş günüdür..." (Rum,
30/56). Bu, onların, bu surenin başlarında zikredilen ahirete yakînen iman
etmeleriyle aynı şeydir: "Onlar ahirete yakînen iman edenlerdir. "
(Lokman, 31/4).
5- Allah
Tealâ bu iki surede müşriklerin içinde bulundukları endişeli ve dengesiz
durumu; yani müşriklerin sıkıntı vaktinde Allah'a niyazda bulunduklarını,
genişlik vaktinde ise Onu inkâr ettiklerini anlatmaktadır.
Cenab-ı Hak önceki surede: "İnsanlara bir sıkıntı
dokunduğu zaman Rablerine yönelerek dua ederler." (Rum, 30/33) buyurmakta
bu surede ise "Onları dağlar gibi dalgalar sardığı zaman Allah'a dinde
ihlaslı kimseler dua ederler." (Lokman, 31/32).
6- Rum
suresinin 15. ayetinde "Onlar bir bahçede mesrur mutlu olurlar."
buyurmakta, bu da sema' ve eğlence ile tefsir edilmekte; Lokman suresinin 6.
ayetinde "İnsanlardan bir kısmı boş sözlere talip olurlar."
buyu-rulmakta, bu da müzik ve eğlence aletleriyle tefsir edilmektedir.
7- Allah
Tealâ iki sure arasında "mukabele" yaptı. Rum suresinde müşriklerin
mallarıyla iftihar etmeleri, başkalarını kendi mallarına ortak olmalarını
reddetmeleri meselesini zikretti. Bu surede ise oğluna alçakgönüllü olmayı ve
kibirliliği terketmeyi tavsiye eden salih kul Lokman Hakim kıssasını zikretti.
Ayrıca önceki surede Rumlarla İranlıların yaptıkları iki
büyük çarpışmayı zikrederken bu surede Lokman kıssasında sabır, sulh içinde
yaşama ve savaşı terketme emrini zikretti.
[3]
Bu sure şu konuları ihtiva etmektedir: Sure
Peygamberimiz (s.a.)'in ebedî mucizesi olan Rabbani hidayet düsturu Kur'an'ı ve
insanların buna karşı tavrını beyan ederek başladı.
Müminler grubu; Kur'an'da yeralan her şeyi tasdik
etmekte ve böylece cenneti elde etmektedir. Alaycı ve istihzacı kâfirler grubu
ise, Kur'an'daki ayetlerden yüzçevirmekte, bilgisizce ve beyinsizce Allah'ın
yolundan sapmakta ve acıklı bir azapla karşılaşmaktadırlar.
Sure daha sonra Allah'ın birliğini ve âlemlerin Rabbi
Allah'ın gözka-maştırıcı kudretinin delilleri olan âlemin ve kâinatın
yaradılışını ele aldı. Bunu Lokman Hakim kıssası ve insanlara öğretmek ve
irşadda bulunmak için Lokman'ın oğluna yaptığı ebedî tavsiyeleri izledi. Bu
tavsiyelerin başında şirki reddetmek, ana-babaya itaat, küçük ve büyük her
şeyde Allah'ın murakabesini düşünmek, namazı dosdoğru kılmak, iyiliği
emretmek, münkeri nehyetmek, alçakgönüllü olmak, kibirden sakınmak, ağır ağır
yürümek, sesi alçaltmak gelmektedir.
Cenab-ı Hak bunun ardından müşrikleri tevhid
delillerini müşahede etmelerine rağmen şirk üzerinde ısrar etmelerine karşı
müşriklerin tekdir edilmesi; müşriklerin atalarını taklit etmeleri ve Allah'ın
sayılamayacak kadar pek çok nimetlerini inkâr etmeleri hususundaki kötü
durumlarının bildirilmesi; müşriklere, kurtuluş yolunun, nefsi Allah'a teslim
etmek, sa-lih amel işlemek olduğunun bildirilmesi. Müşriklerin Allah'ın her
şeyin yaratıcısı olduğunu ikrar etmeleri, sonra da O'nunla birlikte başkasına
tapmaları sebebiyle tenakuza düştüklerinin beyan edilmesi konularını zikretti.
Halbuki göklerin ve yerin gerçek sahibi ve değerli nimetleriyle ihsanda bulunan
Allah'tır. Onun ilmi her şeyi kuşatmaktadır. Bütün beşeriyetin yaradılması ve
diriltilmesi sadece bir nefsi yaratmak ve diriltmek gibidir. O hiçbir şeyin
kendisini âciz kılamayacağı kadar güçlü bir tasarruf ve tedbir sahibidir.
Müşrikler sıkıntı anında Allah'a yakarışta bulunmakta, rahat vaktinde ise O'na
şirk koşmaktadırlar.
Sure daha sonra gecenin gündüze, gündüzün geceye
sokulması, güneşle ayın insanın hizmetine verilmesi, gemilerin denizlerde
yürütülmesi v.b. gibi ilâhî kudrete delâlet eden başka delilleri de buna ilâve
olarak zikretti.
Sure takvanın emredilmesi, mutlaka gelecek olan ve
hiçbir kimsenin yardıma gelmesi ümidi bulunmayan kıyamet günü azabından
korkmanın emredilmesi, dünyanın zevkleri ve süslerine aldanılmaması, Allah'ın
sadece kendisinin bildiği beş gayb olayına (Mugayyebat-ı Hamse'ye) dikkat çekilmesi
ve Allah'ın ilmiyle bütün kâinatı kuşattığına, kâinatta cereyan eden her şeyden
haberdar olduğuna dikkat çekilmesiyle sona ermektedir.
[4]
1- Elif,
lâm, mîm.
2- Bunlar
hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir.
3- Bu
ayetler güzel amel işleyen kimseler için bir hidayet rehberi ve rahmet
kaynağıdır.
4- Onlar
namazlarını emrolundukları şekilde eda ederler. Zekâtlarını verirler ve ahiret
gününe de kesinlikle iman ederler.
5- İşte
onlar Rablerinin gösterdiği hidayet yolunda yürüyenlerdir. İşte kurtuluşa
erenler bunlardır.
"Bu ayetler güzel amel işleyen kimseler için
hidayet ve rahmettir." İsm-i fail yerine mübalâğa manası ifade etmek için
"hüden" ve "rahmet" şeklinde masdar sîgası kullanılmıştır.
"Tilke âyâtü'l-kitabi"(Şunlar ...kitabın
ayetleridir) ifadesinde Kur'an'ın yüksek bir mertebe ve yüce bir makamda
olduğunu beyan etmek için, yakın için kullanılan ism-i işaret yerine uzak için
kullanılan ism-i işaret kullanılmıştır.
"Onlar... ahiret gününe de kesinlikle iman
ederler. İşte onlar Rablerinin gösterdiği hidayet yolunda yürüyenlerdir. İşte
kurtuluşa erenler onlardır." "Ulâike hümü'l-müflihûn" ayetinde
bu kimselere daha fazla övgüde bulunmak ve değerlerini ifade etmek için aynı
mânâda hem "hüm" zamiri hem de "ulâike" ism-i işaretinin
tekrar edilmesiyle itnab yapılmıştır. "Hümü'l-müflihûn" hasr ifade
eder. Yani sadece onlar kurtuluşa erenlerdir, başkaları değil.
[5]
"Elif, lâm, mîm" ifadesi Medine'de inen
surelerden Bakara suresinin başlangıcına benzemektedir. Elif, lâm ve mîm
harfleri bütün Arapların kullandıkları harflerdir. Arapların bu harflerden
meydana gelen Kur'an surelerinden on surenin hatta bir surenin bile benzerini
ortaya koymaktan âciz olduklarına işaret etmek; Kur'an'ın sonsuz hikmet sahibi
ve sonsuz hamdüsenâya layık Allah tarafından indirildiğine delâlet etmek ve
Kur'an'ın mucize olduğuna dikkat çekmek için genellikle bu çeşit alfabe
harfleriyle başlayan Mekkî surelerin başında bu şekilde bir veya birkaç harf
yer almaktadır.
"Bunlar hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir."
Yani bu ayetler hikmet vasfıyla muttasıf olan Kur'an'ın ayetleridir.
"Bu ayetler güzel amel işleyen kimseler için bir
hidayet rehberi ve rahmet kaynağıdır." Yani bu ayetler hidayete vesile
olan, merhamet dolu ayetlerdir.
"Onlar namazlarını emrolundukları şekilde eda
ederler." ayeti, muhsi-nîn (güzel amel işleyenler)in durumunu beyan
etmektedir.
"İşte kurtuluşa erenler bunlardır." Yani bu
kimseler gerçek inanç ve salih ameli birarada topladıkları için kazançlı
çıkacak kimselerdir.
[6]
"Elif, lam mim. Bunlar hikmet dolu Kitab'ın
ayetleridir." Yani bu Kur'an sizin konuştuğunuz, kullandığınız aynı
harflerden meydana gelmektedir. Peki bu ayetlerin benzerini getirebilir misiniz?
Bunlar hiçbir eksiklik ve eğrilik, hiçbir çatışma ve çelişki bulunmayan hikmet
dolu Kur'an'ın ayetleridir. Gerçekten bu ayetler apaçık, gayet anlaşılır
ayetlerdir.
Allah Tealâ daha sonra Kur'an'ın indiriliş gayesini
zikrederek şöyle buyurdu:
"Bu ayetler güzel amel işleyen kimseler için
hidayet rehberi ve rahmet kaynağıdır." Yani bu Kur'an ayetleri dalâletten
kurtarıcı, şifa ve hidayet vesilesi, müminleri cezadan kurtaran rahmet
kaynağıdır. Müminler güzel amel işleyen, dine tâbi olan, farz kılman namazları
usulüyle vakitlerinde, nafileleriyle birlikte dosdoğru kılan, kendilerine farz
olan zekâtı hak sahiplerine veren, ahiretin varlığına ve ahiretteki âdil
mükâfatlara yakinen ve samimiyetle inanan; insanlardan takdir, karşılık
beklemeksizin gösterişe düşmeden sevabı Allah'tan bekleyen kimselerdir.
"İşte onlar Rablerinin gösterdiği hidayet
yolunda yürüyeceklerdir. İşte kurtuluşa erenler bunlardır." İşte bu
zikredilen vasıflan taşıyan kimseler hidayet ve kurtuluşun zirvesinde olan
kimselerdir. Bunlar basiret, nur ve Allah tarafından açık bir yol
üzerindedirler. Dünya ve ahirette kazanca ulaşacak kimseler bunlardır.
Uzaktaki bir şeyi işaret etmek için kullanılan ve
"işte onlar" mânâsın-daki "ülâike" ism-i işaretinin
kullanılması bu kimselerin layık oldukları değeri vermek ve bunların
mertebelerinin yüceliğine işaret etmek içindir. Zira kurtuluş ancak güzel amel
işlemekte, hayır ise sadece imandadır.
[7]
Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar çıkarılmaktadır:
1-
Kur'an-ı Kerim'in ayetleri muhkem olup bunlarda hiçbir eksiklik ve çelişki,
hiçbir kusur ve çatışma yoktur. Bu ayetler Rabbani hidayet düsturu, ilâhî
rahmeti kazanma yoludur. Buna sadece ihsan erbabı layık olmaktadır.
"Muhsin"; Allah'a, O'nu görür gibi ibadet
eden; her ne kadar o Allah'ı görmese de Allah'ın kendisini gördüğünü düşünen
kimsedir. Yahut imanın şartlarını yerine getiren, şirk ve inatçılıktan sakınan
kimsedir.
2- İhsan
erbabının en hususî sıfatlarından biri namazı dosdoğru kılmak, zekatı vermek
ve ahiret gününe iman etmektir.
3- Bu
ihsan erbabının kalpleri ve akılları Allah Tealâ'nın nizamı ile nurlanmış,
dolayısıyla O'nun emirlerine sarılmış, nehiylerinden sakınmışlar ve böylece
dünya ve ahiret saadetini kazanmışlardır.
4-
"Hikmet dolu kitap" ayetinde Kur'an'm "hikmet" sıfatıyla
tavsif edilmesi, Lokman kıssasında ve surenin bu kıssayı teyid eden ayetlerinde
Allah'ın birliğinin isbat edilmesi, şirkin yıkılması, öldükten sonra dirilişin
ve peygamberliğin isbat edilmesi, güzel ahlâka davet edilmesi, görünen ve
görünmeyen her şeyi bilen, kullarına açık ve gizli pek çok nimetleri ihsan eden
Allah'a iman edilmesi gibi hikmetleri beyan etme şeklindeki surenin konusuna
gayet uygundur.
[8]
6- Öyle insanlar vardır ki, bilgisizce, insanları Allah
yolundan sap-tırmak ve Kur'an'ın ayetlerini alaya almak için boş sözler satın
alırlar işteböyleleri içinhor ve hakir kılan bir azap vardır.
7- Ayetlerimiz böyle bir kimseye okunduğu zaman, sanki bu ayetleri kıçı bir
azap ile müjdele.
8- İman edip
salih amel işleyenler için nimetlerle dolu cennetler vardır.
9- Onlar o
cennetlerde ebediyyen kalacaklardır. Bu Allah'ın gerçek vaadidir. O Aziz'dir,
Hakîm'dir.
"Boş sözler satın alırlar." ifadesi açık istiaredir.
Boş sözlerle meşgul olanların durumu bir ticaret eşyası satın alıp neticede
zarar içinde olan kimseye benzetilmiştir. "Yeşterî: satın alır"
ifadesi istiare yoluyla "yestebdi-lü: karşılık olarak alır" manası
için istiare edilmiştir.
"Sanki onun kulaklarında bir ağırlık varmış
gibi..." teşbih-i mürsel ve mücmel yapılmıştır. Yani burada benzetme yönü
hazfedilmiş ve benzetme edatı zikredilmiştir.
"Onu can yakıcı bir azap ile müjdele."
Tehekküm (alaya alma) üslûbudur. Zira hayır için kullanılan müjdeleme, alay
etmek ve hafife almak için, kötülük için kullanılmıştır.
"Elim", "Naîm" ve
"Hakim" kelimelerinde son harfte fasılaya riayet edilmiştir. Bu
zorlama yapılmayan güzel bir secîdir.
[9]
Ayetteki, boş sözler olarak çevrileri'Lehve'l-hadis";
hikâyeler, efsaneler, gülünç fıkralar, lüzumsuz sözler, Acemlerin kitapları,
şarkıcı cariyelerin sözleri gibi insanı faydalı ve yararlı şeylerden alıkoyan
sözlerdir.
""Öyle insanlar vardır ki, bilgisizce"
yani talip olduğu şeyin durumunu bilmeden "insanları Allah'ın yolundan
saptırmak için" insanları Allah'ın dininden, yani İslâm yolundan, ya da
Allah'ın kitabını okumaktan alıkoymak için "ve Kur'an'ın ayetlerini alaya
almak için" Allah'ın yolunu eğlence ve alay konusu kabul etmek için
"boş sözler satın alırlar." Zira onlar Kur'an okuma yerine boş
sözleri ya da ticareti tercih etmişlerdir. "İşte böyleleri için hor ve
hakir kılan bir azap vardır." Hakka karşı batılı tercih etmeleri sebebiyle
hakkı hor saydıkları için, alçaltıcı bir azaba mahkûmdurlar.
"Ayetlerimiz" yani Kur'an "böyle bir
kimseye okunduğu zaman sanki bu ayetleri hiç işitmemiş gibi", durumu
bunları hiç işitmeyen birine benzer halde "sanki kulaklarında ağırlık
varmış gibi" kulağında sağırlık ya da duymasına engel bir ağırlık bulunan
kimse gibi bu ayetlere hiç aldırış etmeyerek "büyüklenerek"
bunlardan yüzçevirir.
"Böylesini, can yakıcı bir azap ile
müjdele" O kimseye hiç şüphesiz acıklı bir azaba düşeceğini bildir.
Müjdeme ifadesinin kullanılması onları hiçe saymaktır.
"İman edip salih amel işleyenler için nimetlerle
dolu cennetler vardır." Onlar için cennet nimetleri vardır. Mübalâğa için
"naimu cennât" yerine "cennatü'n-naıym" denilmiştir.
"Onlar o cennetlerde ebediyen
kalacaklardır." Yani cennete girdiklerinde onların orada ebedî olarak
kalmaları takdir edilmiştir. "Bu, Allah'ın gerçek vaadidir." Yani
bunu Allah vaad etmekte ve bunu gerçek kılmaktadır. Zira "onlar için
cennet vardır" ifadesi vaaddir. Her vaad ise gerçek değildir. "O
Aziz'dir," kendisini hiçbir şeyin mağlup edemediği, vaadini ve tehdidini
yerine getirmeye hiçbir kimsenin engel olamayacağı sonsuz güç sahibidir. O
"Hakimdir." her şeyi yerli yerine koyan, sadece hikmetinin gerektirdiğini
yapan sonsuz hikmet sahibidir.
[10]
İbni Cerir, İbni Abbas (r.a.)'ın "Öyle insanlar
vardır ki, bilgisizce insanları Allah yolundan saptırmak için ... boş sözler
satın alırlar." ayetinin (6. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak şöyle
dediğini nakletmektedir: Bu ayet Kureyş'ten şarkıcı cariye satın alan adam
hakkında nazil olmuştur.
Cüveybir, İbni Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Bu ayet Nadr b. Haris hakkında inmişti. Nadr şarkıcı bir cariye
satın almıştı. İslâm'a girmek isteyen birini duyduğu zaman hemen bu cariye ile
onun yanına gider ve cariyeye: Bu adama yedir, içir ve ona şarkı söyle, derdi.
Yeni müslümana: Muhammed'in davet ettiği oruç, namaz ve onun huzurunda
çarpışmaktan daha hayırlıdır, derdi. Ayet bunun üzerine nazil olmuştur.
Mukatil diyor ki: Ayet, Nadr b. Haris hakkında nazil
olmuştur. Nadr tüccar olarak İran'a gidiyor, Acemlerin kitaplarını satın
alıyor, bu kitapları anlatıyor ve şöyle diyordu: "Muhammed size Ad ve
Semûd kavimlerinin haberlerini anlatıyor. Ben de size Rüstem ve İsfendiyar'ın,
kisraların haberlerini anlatıyorum." derdi. Kureyşliler de onun
sözlerinden hoşlanıyor, Kur'an'ı dinlemeyi terkediyorlardı.
[11]
Cenab-ı Hak, Kur'an'm hikmetli ayetleri ihtiva eden
bir kitap olduğunu ve onun hidayetiyle hidayete eren ve onu dinleyerek
istifade eden, ebedî saadete eren kimselerin durumlarını beyan ettikten sonra
Kur'an'ı terke-den, ondan başka şeylerle meşgul olan bedbaht kâfirlerin
durumunu beyan etti. Bunun ardından onları hor kılacak can yakıcı bir azapla
tehdit etti. Kur'an'a inanan ve onu okumaya yönelen, onun emir ve nehiyleri
şeklindeki hükümlerine sarılan müminlere vaadde bulundu.
[12]
"Öyle insanlar vardır ki, bilgisizce insanları
Allah yolundan saptırmak ve Kur'an'm ayetlerini alaya almak için boş sözler
satın alırlar. İşte böyleleri için hor ve hakir kılan bir azap vardır."
İnsanlardan bir grup vardır ki faydalı şey yerine
zararlı olanı alır; şifa veren Kur'an yerine eğlence olacak hikâyeler,
efsaneler, lüzumsuz sözler, gülünç şeyler ve cariyelerin şarkılarına kulak
vermeyi tercih ederler. Meselâ Nadr b. Haris İranlıların kitaplarını satın
alır ve insanlara bunu anlatırdı. Gençleri çekmek ve yeni İslâm'a girenleri
şaşırtmak için şarkıcı kadınlar bulurdu.
İslâm'ı terketmeye sevketmek, Allah'ın dininden
saptırmak, ya da engel olmak için, İslâm'ı alay ve eğlence konusu edinerek
Kur'an yerine eğlenceyi tercih etme şeklindeki bu davranışın tehlikelerini
bilmeksizin bu şekilde hareket ederlerdi. İşte küfür ve sapıklık bataklığına
dalan böyle kimseler son derece küçümseyici bir azaba uğrayacaklardır.
"Hor ve hakir kılan bir azap" ifadesi
kâfire yapılan azap ile mümine yapılan azabı birbirlerinden ayırmak içindir.
Zira günahkâr müminin azabı arındırmak için olup hor ve hakir kılan bir azap
değildir. Kâfirin azabı ise son derece horlayıcı, küçümseyici bir azaptır.
Kâfir nasıl Allah'ın ayet-
lerini ve Allah'ın yolunu küçümsemişse, kıyamet günü
devamlı ve sürekli bir azapta horlanacaktır.
"Allah'ın yolundan saptırmak için"
ifadesinde "li-yudılle" Şilindeki yâ zammeli olup mânâsı İslâm'a ve
İslâm ehline muhalefet ve düşmanlık etmek manasındadır. Yani bu fiil Allah
yoluna engel olmak ve saptırmak için işlenmiştir.
"Li-yadılle" şeklinde fetha ile okunan
kıraate göre lâm "akıbet, nihayet ifade eden lamı" olup onun işinin
sonucu sapıklık ve Allah'ın ayetlerinin alay konusu edilmesi anlamındadır.
Cenab-ı Hak daha sonra bu çeşit dalâlete düşüren
kimseleri dalâlet ve küfre dalmak ve Allah'ın dininden daha fazla yüzçevirmek
ve nefret ettirmekle tavsif ederek şöyle buyurdu:
"Ayetlerimiz böyle bir kimseye okunduğu zaman
sanki bu ayetleri hiç işitmemiş, sanki kulaklarında bir sağırlık varmış gibi
büyüklenerek yüzçe-virir. Böylesini can yakıcı bir azapla müjdele." Yani
batıl sözlere talip olan kimse, kendisine Kur'an ayetleri okunduğu zaman bu
ayetlere sırtını çevirir ve kibirlenerek arkasını döner. Kendisinde hiç
sağırlık olmadığı halde bu ayetleri dinlemeyip sanki hiç duymamış gibi, ya da
sanki kulağında sağırlık ve ağırlık varmış gibi, sağır gibi davranarak bu
ayetlerden yüzçevi-rir. Çünkü o bunlardan rahatsızlık duymaktadır ve onlardan
yararlanmamaktadır. Onun bu ayetlere karşı arzusu da yoktur. Haktan yüz
çeviren, bu kimse, Allah'ın kitabını ve ayetlerini dinlemekten nasıl acı
duyuyorsa, kıyamet günü kendisine acı verecek bir azapla müjdele.
Bu bedbaht kimselerin durumunu beyan ettikten sonra
Cenab-ı Hak Mes'ud ve müttekî kimselerin ahiret yurdundaki durumunu anlattı ve
şöyle buyurdu:
"İman edip salih amel işleyenler için nimetlerle
dolu cennetler vardır. Onlar o cennetlerde ebediyyen kalacaklardır. Bu Allah'ın
gerçek vaadidir. O Azizdir, Hakîm'dir." Allah'a iman eden, peygamberleri
tasdik eden, şer'î emirleri kabul edip haramlardan ve yasaklanan şeylerden
sakınmak suretiyle salih amel işleyenler için yiyecek, içecek, giyecek,
mesken, binek ve benzeri hiçbir kimsenin aklına gelmeyecek nimetlerden çeşitli
lezzet ve sevinçlerle ikrama nail olacakları cennetler vardır. Onlar orada
daimî olarak kalacaklardır. Oradan ayrılmayacak, herhangi bir değişikliği de
arzu etmeyeceklerdir.
Bu hiç şüphesiz olacaktır. Çünkü bu, asla vaadinden
dönmeyen Allah'ın vaadidir. Zira O, çok ikram eden, çok lütufta bulunan,
dilediğini yerine getiren ve her şeye kadir olandır.
O, sonsuz izzete sahip, her şeyi ezebilecek ve her
şeyin kendisine boyun eğdiği sonsuz kuvvet sahibidir. Hiç bir müşrik veya bir
başkası ondan kurtulamaz. O, sözlerinde ve fiillerinde sonsuz hikmet sahibidir.
Kur'an'ı müminler için hidayet rehberi kılandır.
Bu son iki ayetin benzeri olarak şu ayetler vardır:
"De ki: Bu, müminlere hidayet rehberi ve gönüllere şifadır.
İnanmayanların kulaklarında ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır."
(Fussılet, 41/44). "Kur an dan müminlere rahmet ve şifa olan ayetler
indiriyoruz. O zalimlerin ise sadece kaybını artırır (İsra, 17/82).
[13]
1- En
büyük günahlardan biri insanları saptırmak ve Allah Tealâ'nın dininden
yüzçevirmek maksadıyla, Allah'ın kelâmı Kur'an'ı işitmekten yüzçevirmek ve
insanları hikâyeler, masallar, fıkralar v.b. boş ve eğlenceli sözler gibi
faydasız sözlerle meşgul etmektir. Kibirlenerek Kur'an'dan yüz-çevirip ona
arkasını dönen kimse can yakıcı bir azaba layık olmaktadır.
2- İbni
Mes'ud, İbni Abbas ve başka zatlar ayette geçen "lehve'l-hadis: sözlerin
eğlencelisi" ifadesini çalgı âletlerinin dinlenilmemesi, nağmeler ve eğlence
aletleriyle musikî icra edilmemesine delil olarak kabul etmektedirler.
Bu ayet âlimlerin musikîyi mekruh olarak kabul
etmeleri ve onu reddetmelerine delil olarak kabul ettikleri üç ayetten
biridir.
Bu konudaki ikinci ayet: "Siz
eğleniyorsunuz" mealindeki (Necm, 16/61) ayettir. İbni Abbas diyor ki:
Sâmidûn kelimesi Hımyerî dilinde musikî manasmdadır. İsmedî lenâ: şarkı söyle,
demektir.
Üçüncü ayet ise: "Sen sesinle gücünün yettiğini
yerinden oynat." (İsra 17/64) Mücahid diyor ki: Bunun manası musikî ve
musikî aletleridir.
Tirmizî ve başka muhaddisler Enes ve başka
sahabîlerden Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:
İki mel'un ve günahkâr ses vardır ki bu iki sesten nehyediyorum: Biri musikî
âleti sesi, nağme ve sevinç anındaki şeytanî terennüm; diğeri bir musibet
anındaki yanaklara vurma ve cepleri yırtma esnasındaki ağıttır."
Ebu Talip el-Giylanî Hz. Ali (r.a.)'den Peygamberimiz
(s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Ben musikî âletlerini ve
trampetleri kırmak üzere gönderildim."
İbni Mübarek Enes b. Malik (r.a.)'den Peygamberimiz
(s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Kim bir şarkıyı dinlemek
üzere oturursa, kıyamet günü kulağına kurşun dökülür."
Buna binaen âlimler musikînin -genellikle- haram
olduğu kanaatine varmışlardır.
Fıkıh âlimlerine göre musikînin hükmü:
İçlerinde dört mezhep âlimlerinin de bulunduğu fıkıh
âlimlerinin güvenilir görüşlerine göre musikînin hükmü hakkında aşağıda
belirtildiği gibi tafsilatlı açıklama yapılmıştır:
[14]
a) Haram olan musikî: İçinde kadınların
zikredilmesi ve güzelliklerinin tavsif edilmesi, içki ve diğer haramların
anlatılması suretiyle eğlence meclislerini hatırlatan sözlerle gönülleri
harekete geçiren, şehvete, kadına ve taşkınlığa sebep olan musikîdir. Çünkü bu
çeşit musikî ittifakla zemmedilen musikî ve eğlence şeklidir. Bu caiz
olmadığına göre bundan alınan ücret de caiz değildir.
b) Mubah olan
musikî: Yukarıda belirtilen hususlardan uzak olan musikî şeklidir. Düğün
ve bayram gibi sevinç vakitlerinde, Medine etrafında hendek kazılması zamanında
olduğu gibi meşakkatli işlerde gayreti artırmak için ve Enceşe
[15]) nin
nağmelerinde olduğu gibi -uzun yolculuklarda-bu çeşit musikînin azı mubahtır.
c) Bugün bazı sufilerin icad ettiği gibi keman,
saz ve benzeri musikî aletleriyle icra edilen musikî meclisleri ise haramdır.
Çobanın kavalında tereddüt vardır. Def ise mubahtır.
d) Savaş trampeti ve davuluna gelince bunda
hiçbir mahzur yoktur. Zira savaş davulu gönüllere coşku, düşmana korku
vermektedir. Peygamberimiz (s.a.) Medine'ye girdiği gün huzurunda davul
çalınmış, Hz. Ebube-kir (r.a.) menetmeye teşebbüs etmişti. Bunun üzerine
Peygamberimiz
(s.a.):
"Onları
serbest bırak ya Ebabekir! Böylece Yahudiler bizim dinimizin hoşgörülü olduğunu
öğrensinler." demişti. Cariyeler o sırada davula vuruyorlar, şöyle
diyorlardı:
Bizler cariyeleriyiz Neccar-oğullarının Muhammed en
güzelidir komşuların
e) Düğün
merasimlerinde def kullanılmasında ve aynı şekilde evliliği ilân eden, içinde
hayasızlık bulunmayan güzel sözlerle türküler söylenen aletlerin
kullanılmasında beis yoktur.
f) Mahrem
olmayan kadının şarkılarını dinlemek erkekler için caiz değildir. Devamlı bir
şekilde musikî ile meşguliyet -kadın ve erkek için- düşüklük olup böyle bir
kimsenin şahitliği reddedilir. Devamlı meşgul olmuyorsa, şahitliği
reddedilmez.
g) İmam
Ebu Hanife, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'den musikînin "mekruh" olduğu
görüşü nakledilmektedir. Taberî ise şöyle demektedir: Bütün fıkıh âlimleri
musikînin mekruh olduğu ve menedilmesi hususunda icmâ etmişlerdir.
3- Kur'an'ın
âdeti aradaki farkı açıklamak, teşvik ile uyarıyı birarada takdim etmek için
her şeyi zıddıyla birlikte karşılıklı olarak zikretmek (mukabele) şeklindedir.
Kur'an kâfirlerin azabını zikrettikten sonra müminlerin nimet içinde
olacaklarını zikretmiştir. Bu da şer'an emredilen sa-lih amelleri işleyen
müminlere içinde daimî kalacakları cennet nimetleri vardır. Allah bunu onlara
asla dönüşü olmayan gerçek bir vaad olarak va-ad etmiştir. Bu, yenilgiye
uğramayan, hiçbir şeyin kendisini aciz bırakamayacağı sonsuz üstünlüğe sahip
"Aziz" olan, meydana getirdiği ve yaptıklarında sonsuz hikmete sahip
Hakîm olan Allah'ın vaadidir.
[16]
10- O, gördüğünüz gökleri direkler olmadan yarattı.
Yeryüzüne de sizi sarsmasın diye ulu dağlar oturttu. Orada her türlü hayvanı
yaydı. Biz gökten de su indirdik. Onunla yer- yüzünde her sınıftan güzel
güzel bitkiler bitirdik.
11-İşte bunlar Allah'ın yarattıkladır. Gösterin bana
Ondan başkaları ne yarattı? Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık
içindedirler.
Rahman'ın şanını yüceltmek için "yarattı",
"dağları oturttu" ve "yaydı" ifadelerinden sonra "Biz
gökten su indirdik." ifadesiyle 3. şahıstan 1. şahsa intikal (iltifat) edilmiştir.
"İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır."
yani yaratılmış varlıklardır. Burada mübalâğa olmak üzere masdar, ism-i mef
ule ıtlak edilmiştir.
"O'ndan başkaları ne yarattı?" Buradaki
soru azarlamak ve susturmak içindir.
"Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık
içindedirler." Bu cümle ziyadesiyle azarlama olması için "hüm"
zamiri yerine "ez-Zalimûn" şeklinde zahir ifade kullanılmıştır.
[17]
"O, gördüğünüz gökleri direkler olmadan
yarattı." "Amed" kelimesi "ımad" kelimesinin çoğuludur.
"Imad" kendisine dayanılan istinad edilen sütun, direk demektir. Bu
cümle yeni bir konu başlangıcıdır.
"Teravnehâ: gördüğünüz" kelimesi ya
"amed: direkler" kelimesinin sıfatı olup, buna göre cümlenin mânâsı
görülen direkler olmaksızın şeklindedir. Ya da zamir, "semâvat:
gökler" kelimesine râcidir. Yani göklerin asla direkleri yoktur. Siz de
onları direksiz olarak görüyorsunuz demektir (meal de buna göre verilmiştir).
Bu onların gökleri direksiz olarak görmeleri gerçeğiyle yapılan bir delil
getirmedir.
'Yeryüzüne de sizi sarsmasın" hareket edip de
sarsıntı meydana getirmesin "diye" yüksek ve sabit "dağları
oturttu."
'Yeryüzünde her sınıftan güzel" çok faydalı
"bitkiler bitirdik." Bu ayet Allah'ın birliği ana kaidesini isbat
etmek için gerekli olan mükemmel kudret manasındaki Allah'ın izzetine ve
mükemmel ilim demek olan sonsuz hikmete delildir.
"İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır."
Yani bu zikredilen hususlar Allah'ın yarattığı varlıklardır. "Gösterin
bana" ey Mekke ehli olan kâfirler ve ey onların benzerleri, bana haber
verin bakayım, "O'ndan başkaları ne yarattı?" O'nun dışında olan ve
sizin Allah Tealâ'ya şirk koştuğunuz ilâhlarınız neyi yarattılar?
"Doğrusu zalimler büyük bir sapıklık
içindedirler." Ayette geçen "bel: doğrusu" kelimesi onları susturma
ve cevap veremez hale getirmeyi bırakıp sapıklığın onların üzerine tescil
edilmesine geçiş için kullanılmıştır. Dolayısıyla onlar Allah'a şirk koşmaları
sebebiyle hiçbir kimseye gizli kalmayacak açık bir sapıklık içindedirler.
Ayette zamir yerine zahir isim kullanılması, onların şirk koşmaları sebebiyle
zalim olduklarına işaret etmek içindir.
[18]
Cenab-ı Hak yüce izzetine, sonsuz hikmetine, kâmil
kudreti ve ilmine, sanatının son derece mükemmel olduğuna delâlet eden "O,
Aziz ve Hakimdir" ayetinden sonra birliğini isbat etmek, şirki ortadan
kaldırmak ve peygamberlerin getirdiği Hakk'a tâbi olmaya dikkat çekmek için,
göklerin ve yerin yaratılması, her ikisinde ve her ikisi arasında bulunan
varlıkların yaratılması şeklindeki muazzam kudretine işaret eden delilleri
zikretti.
[19]
"O, gördüğünüz gökleri direkler olmadan
yarattı." Yani Allah Tealâ'nın muazzam kudretinin ve son derece isabetli
hikmetinin delillerinden biri, görünen gökleri hiçbir direk olmaksızın yaratmış
olmasıdır. Gökler de yeryüzü gibi görünüşte dümdüz, ama gerçekte ise
yuvarlaktır. Bunun delili şu ayettir: "Hepsi bir felekte (yörüngede)
yüzerler." (Enbiya, 21/33). Felek; yuvarlak şeyin ismidir. O hangi hal
üzere olursa olsun tabiatle değil, Allah'ın kudretiyle yaratılmıştır. O
fezadır. Fezanın ise sonu yoktur. Ancak Allah Tealâ'nın kudretiyle yok
olacaktır.
İnsanların gökleri direksiz olarak görmesi deliliyle
göklerin asla direkleri yoktur. Bir başka görüşe göre; göklerin görünmeyen
direkleri vardır. Allah onları, görünmeyen direklerle sabit kılmıştır. Bu ise
göklerin O'nun kudretiyle tutulmuş olmasıdır.
Özetle: Allah Tealâ gökleri dayanılacak hiçbir direk
olmaksızın yaratmıştır. Daha doğrusu gökler Allah'ın kudretiyle durmaktadır.
"Yeryüzüne de sizi sarsmasın diye ulu dağlar
oturttu." Yani yeryüzünde içindekileri sarsıntıya uğratmaması, kara
parçalarını çevreleyen ve yer küresinin çoğunluğunu oluşturan denizlerin ve
okyanusların taşmaması için yeryüzünü sabit tutan ve toprağı âdeta denize
demirleyen sabit ulu dağlar oturttu.
"Orada her türlü hayvanı yaydı." Yani
sayısı tespit edilemeyen, şekillerini ve renklerini sadece yaratıcısının
bilebileceği çeşitli hayvan türlerini yaydı, neşretti ve çıkarttı.
"Biz gökten de su indirdik. Onunla yeryüzünde
her sınıftan güzel güzel bitkiler bitirdik." Yani biz bulutlardan her
güzel sınıftan, manzarası güzel, yararı çok bitkiler bitirmesine sebep olacak
yağmur indirdik.
Daha sonra Allah Tealâ yaratıcıya ibadeti terkeden ve
yaratılmış varlıklara tapınmakla meşgul olan o müşrikleri azarlayarak şöyle
buyurdu:
"İşte bunlar Allah'ın yarattıklardır. Gösterin
bana O'ndan başkaları ne yarattı? Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık
içindedirler." Yani bu adıgeçen yaratıklar sadece Allah'ın yaratması,
fiili ve takdiriyle olup bu konuda O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ayetteki
"halk" kelimesi "mahluk" ma-nasındadır.
Ey kâfirler! Bana haber verin. Onun dışında
tapındığınız putlar ve ortaklar ne yarattı? Burada "halaka" kelimesi
mahzuf "hâ" zamirini de ihtiva etmektedir. Cümlenin takdiri şudur:
Bana gösterin, O'nun dışında olanlar neyi yarattı? Ya da O'nun dışındakilerin
yarattığı şeyleri bana haber verin.
Cenab-ı Hak onları şirklerinden dolayı azarladıktan
sonra, kendilerini bunun tabiî sonucu olan sapıklıkla tavsif etmiştir. Onlar
şirklerinde ve Allah'la birlikte O'ndan başka varlıklara tapınmalarında açık
bir dalâlet içindedir.
"Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık
içindedirler." Yani Allah'a şirk koşan, Onunla birlikte başkalarına tapan
o kimseler, düşünen kimseler için hiçbir kapalılık ve gizlilik olmayan ve
kendilerini sapıklığın son noktasına götüren gayet açık, bariz bir küfür,
sapma, körlük ve bilgisizlik içindedirler.
[20]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektir:
1- Bu ayetlerde
Allah'ın varlığının, muazzam kudretinin ve sonuz hikmetinin delili
zikredilmiştir. Bu delil, göklerin istinad edeceği direkler olmaksızın
yaratılması ve gökleri sadece Cenab-ı Hak'ın kudreti ve iradesiyle tutması;
ayrıca içindekileri sarsmaması için sabit ulu dağların bulunduğu yeryüzünün
yaratılması; yeryüzünün içinde kara, deniz ve havada çeşitli şekillerde, eşsiz
manzaralı ve muhtelif seslerdeki çeşitli canlıların dağıtılması suretiyle
ünsiyet ve huzur içinde yaşama yeri kılınması; ister meyveli ise meyveleriyle,
isterse göze hoş gelen ve gönüle ferahlık veren yeşilli-ğiyle olsun,
rahatlatıcı gölgesiyle pek çok yararları bulunan, eşsiz güzel ve gayet gözalıcı
marzaraları olan, ya da daha fazla yağmur yağmasına sebebiyet vermek üzere
bitkiler bitirilmesi için yağmur indirilmesi delilidir.
2- Allah
Tealâ yaratıcı kudretini; bu zikredilen ve müşahede edilen yaratıkların,
hiçbir ortağı olmadan sadece Allah'ın yarattığı varlıklar olduğu şeklinde tekid
etti. Daha sonra da şu mealdeki ifadeyle müşrikleri azarlayarak onlara meydan
okudu: Ey müşrik topluluğu! Şu putlar ve ortaklar gibi sahte tanrıların
yarattığı şeylerin ne olduğunu bana bildirin. Cenab-ı Hak sonra da müşrikleri
kendilerinden hiç ayrılmayan şu vasıflarıyla tavsif etti: Müşrikler apaçık bir
hüsran içindedirler.
[21]
12- And olsun ki Biz Lokman'a Allah'a şükretmesi
için hikmet ver. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük
ederse bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye lâyıkolandır.
13- Lokman oğluna öğüt vererek: "Ey yavrum!
Allah'a ortak koşma. Allah'a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür."
14- Biz insana ana-babasına karşı iyi davranmasını
tavsiye etmişizdir. Annesi onu güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında
taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana-babana
şükret, diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş yalnız banadır.
15- Eğer ana ve baban, senin bilgin olmaksızın körü
körüne seni, bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Dünya
işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz
yalnız banadır. O zaman yaptıklarınızı size bildiririm.
16- Lokman: 'Yavrum! İşlediğin şey bir hardal tanesi
ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin
derinliklerinde bulunsa da, Allah onu getirip ortaya koyar. Doğrusu Allah
sonsuz lütuf sahibidir ve herşeyden haberdardır.
17- Yavrum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret,
kötülüğe engel ol. Başına gelene sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer
işlerdendir.
18- İnsanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde
böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendisim beğenen ve çok övünen hiç kimseyi
sevmez.
19- Yürüyüşünde orta yolu tut. Sesini fazla
yükseltme. Zira seslerin en çirkini merkeplerin sesidir."
"Şükreden kimse" ve "nankörlük eden
kimse" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.
"Ganiyy" her şeyden müstağni, "Hamid"
sonsuz övgüye lâyık olan, "hatif sonsuz lütuf sahibi, "Habîr"
her şeyden haberdar ifadeleri "feîl" veya "feûl" vezninde
mübalâğa sîgalan olup çokluk, ziyadelik ifade ederler.
"Ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye
etmişizdir. Anası ..." ayetinde anneye daha fazla önem verilip itina
gösterildiği için umumî ifadeden (ana ve babadan) sonra hususi ifade (sadece
ana) zikredilmiştir.
"Varış yalnız banadır" (ileyye'l-masiye) ve
"Dönüşünüz yalnız banadır" (ileyye merciuküm) ifadelerinde kasr
manasını ifade etmek için sonra gelmesi gereken "haber" takdim
edilmiştir. Yani dönüşünüz banadır, benden başkasına değil.
"İşlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca
olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa
da..." ayeti temsil içermektedir. Allah'ın ilminin genişliği
önemli-önemsiz her şeyi kapsadığını belirtmek için bununla misal verildi.
"İyiliği emret, kötülüğe engel ol."
ifadesinde iki cümle arasında mukabele sanatı yapılmıştır.
"Zira seslerin en çirkini merkeplerin
sesidir." ifadesi istiâre-i temsiliy-ye'dir. Seslerini yükselten kimseler
merkeplerin seslerini yükseltmesine benzetilmişlerdir. Benzetme edatı
zikredilmemiştir. Sesi yükseltmeyi kötülemek ve bundan nefret ettirmek,
mübalâğa yapmak için istiare yoluyla zikredilmiştir.
[22]
"Lokman" Eyyub (a.s.)'ın kızkardeşinin
yahut teyzesinin oğlu olup nesebi Lokman b Bâura b. Âzer'dir. Mısırlı olup
esmer renkli idi. Davud (a.s.)'ın zamanına kadar yaşamış ve ondan ilim
öğrenmişti. Allah ona hikmeti yani akıl, zeka, ilim ve isabetli konuşma
kabiliyeti vermişti.
Cumhur, Lokman'ın peygamber olmayıp hakim (hikmetli
söz sahibi) olduğu görüşündedirler. Onun sözlerinden biri şudur: Susmak
hikmettir. Bunu yapan ise pek azdır. Ona:
- İnsanların en kötüsü kimdir? diye soruldu.
- İnsanlar kendisini günahkâr görürse, aldırış
etmeyen kimsedir, dedi.
"Hikmet" âlimlerin örfünde nazarî ilimleri
öğrenmek ve faziletli fiillere karşı tam bir meleke kazanmak suretiyle insan
nefsinin gücü yettiği kadar kemâle erişmesidir.
"And olsun ki, biz Lokmana" sana verdiği
hikmet sebebiyle "Allah'a şükretmesi için hikmet verdik." Şükür;
Allah Tealâ'ya övgü ve emrettiği hususlarda O'na itaat etmek ve azaların
yaratıldığı hususlarda hayır yolunda kullanılması, demektir. "Kim
şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur." Zira bu şükrün faydası ve
sevabı kendisine döner. Bu fayda ise nimetin devamlılığı ve daha fazlasına
layık olmaktır. "Nankörlük eden kimse, bilsin ki, Allah her şeyden
müstağnidir." Mahlukatından müstağnidir. Ne onlara ne de şükre muhtaçtır.
"Sonsuz övgüye layık olandır." kendisine hamd edilmese de, O hamde,
övgüye en layık olandır, yaptıklarıyla kendisine hamdedilendir. Yarattığı
bütün varlıklar lisan-ı halleriyle Ona ham-dederler.
"Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti"
Lokman'm oğlunun adı, Süheylî'nin ifadesine göre En'um veya Eşkem yahut Mâtân
veyahut Sâ-rân'dır. "Öğüt", kalbe rikkat ve hassasiyet veren ince ve
nazik bir üslûpla hayırlı işleri hatırlatmaktır. "Ey yavrum!..."
Buradaki ifade şefkat ve sevgi içindir. "Allah'a ortak koşma,
doğrusu" Allah'a "ortak koşmak büyük bir zulümdür. " Zulüm bir
şeyi asıl yerinden başka bir yere koymaktır. Şirkin zulüm olmasının sebebi ise
tek nimet verici (Allah) ile nimet vermeyenleri birbirine eşit tutmaktır.
"Biz insana ana-babasına karşı iyi
davranmasını" itaat etmesini "tavsiye etmişizdir." Bunu
emretmişizdir, bunu şart kılmışızdır. "Annesi onu güçsüzlükten güçsüzlüğe
uğrayarak" hamilelik, doğum sıkıntısı, doğum esnasında gittikçe
zayıflayarak "karnında taşımıştı." Küçük yavrunun "sütten
kesilmesi iki yıl içinde" iki yılın bitmesiyle "olur." Bu ayette
süt emzirmenin azamî müddetinin iki yıl olduğuna delil vardır. "Bana ve
ana-baba-na şükret diye..." Bu ifade "vasiyet etmişizdir"
kelimesinin tefsiridir. "Varış" dönüş "yalnız banadır." O
zaman seni şükür ve nankörlük üzerine hesaba çekeceğim.
"Eğer ana ve baban, senin" gerçeğe uygun
"bilgin olmaksızın" körükö-rüne "seni bana ortak koşman için
zorlarlarsa" bu hususta "onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlarla
güzel geçin." GüzeJ geçinme, iyilikte bulunma ve ikram etmedir. Ya da
şeriatın razı olduğu ve iyilikseverliğin gerektirdiği iyi muamelede bulun,
demektir. "Bana yönelen kimsenin yoluna uy." Dinde Tevhid, ihlas ve
itaatle bana rücû eden kimsenin yoluna tâbi ol. Enâbe; tev-be ve istiğfarla
Rabbine yöneldi, demektir. "Sonunda dönüşünüz yalnız banadir. O zaman
yaptıklarınızı size bildiririm." Yani size amellerinizi haber veririm,
iman ve küfür üzerine size karşılık veririm.
"Ve vasseynâ..." ayetiyle "vein
câhedâke" ayeti, Lokman'm vasiyetleri arasında bu tavsiyelerde yeralan
Allah'a şirk koşmayı nehyetmeyi vurgulamak için gelen ara cümlelerdir.
"İşlediğin şey" iyi veya kötü haslet
"bir hardal tanesi" yani en küçük bir şey "ağırlığınca olsa da,
bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde" yani yer ve
göklerdeki en gizli yerde "bulunsa da, Allah onu getirir." Ortaya
koyar ve bunun hesabını görür. "Doğrusu Allah" bunu ortaya çıkarmak
suretiyle "sonsuz lütuf sahibidir." İlmi her gizli şeye ulaşır.
Bunun yerinden "gayet haberdardır" eşyanın mahiyetini ve gerçeklerini
çok iyi bilir.
"Başına gelenlere" musibetlere karşı, ayrıca
emir ve nehiyleri uygulama hususunda "sabret. Doğrusu bunlar" zikri
geçen bu emredilen ve neh-yedilen hususların tamamı "azmedilmeye değer
işlerdir." Vacip olmaları sebebiyle azmedilen işlerdendir ya da Allah'ın
kesin olarak farz kıldığı işlerdendir.
"İnsanlardan yüzünü çevirme." Kibirlilerin
yaptıkları gibi yüzünü insanlardan çevirme. "As'ar", kibirle yüzünü
çeviren kimse demektir. "Saar", devenin yakalandığı zaman boynunu
çevirmesi hastalığıdır. "Yeryüzünde böbürlenerek" gururlanarak ve
şımararak "yürüme. Zira Allah kendisini beğenen ve çok övünen hiçbir
kimseyi sevmez." Yürüyüşünde çalım satan ve insanlara karşı gururlanan
herkesi cezalandırır. Bu son cümle nehyin sebebidir. "Muhtal", çalım
satan kişidir. Çalım satmak yürürken kibirle hareket etmektir.
"Fahur", fahr kökünden olup mal, mevki v.b. şeylerle övünen kimse
demektir.
"Yürüyüşünde orta yolu tut." Yürüyüşünde
kibirlenmeden ve horlanmadan, hızlı ya da çok ağır olmaksızın orta yolu izle.
Ebu Nuaym'in, Hilye adlı kitabında Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği "zayıf
hadiste şöyle buyurul-maktadır: "Hızlı yürüme müminin ağırbaşlılığını
giderir." Hz. Âişe'nin Hz. Ömer'i anlatırken söylediği "Yürüdüğü
zaman süratli yürürdü." ifadesinden maksat onun normal yürüyüşün üstünde
yürüdüğünü anlatmak içindir. "Sesini kıs." Yani sesini fazla
yükseltme, sesini alçalt. "Zira seslerin en çirkini", en kötüsü, en
çok rahatsız edeni ve dinleyene en zor geleni "merkeplerin sesidir."
Başlangıcı yüksek sonu ise alçaktır.
[23]
Allah Tealâ
müşriklerin inançlarının bozukluğunu ve Allah'a şirk koşan kimsenin zalim ve
sapık olduğunu beyan ettikten sonra, peygamberlik olmasa da Allah'ın birliğini
ikrar etme yolunu gösteren ilim ve hikmet gereği olarak müşriklerin
sapıklığına ve zulmettiklerine delâlet eden gerçekleri zikretmektedir. Zira
Lokman, nebî ya da rasul olmaksızın Allah'ın birliğini isbat, Allah'a itaat ve
güzel ahlâka sarılma esasına ulaşır.
Bu ayet kulluğu ortaya koymak için mânâsı akılla
idrak edilmeyen hususlarda Hz. Peygamber (s.a.)'e tâbi olmanın şart olduğuna
işaret etmektedir. Manası akılla idrak edilen hususlarda ise Hz. Peygamber'e
tâbi olmak, gayet tabiî olarak şarttır.
[24]
"Andolsun ki Biz Lokman'a Allah'a şükretmesi
için hikmet verdik. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de
nankörlük ederse bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye lâyık
olandır."
"And olsun ki, Biz Lokmana[25]
hikmeti verdik." Hikmet ilim ve anlayışla amel etme, Allah'ın nimetleri
ve ihsanlarına karşı Allah'a hamdetme ve şükretme, insanlar için hayır isteme
ve azaları yaratıldıkları hayırlı ve faydalı yerde kullanmaya muvaffak
kılınmaktır.
Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın Lokman Hakîm'e peygamberlik
yolu dışında doğru bilgiyi gösterdiğine delildir.
Kim Rabbinin bağışladığı ve lütfettiği nimetlere
şükreder, O'na itaat eder ve farzlarını edâ ederse, ancak kendisi için fayda ve
sevabı gerçekleştirir ve nefsini azaptan kurtarır.
Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle
buyurmaktadır: "Kim salih amel işlerse, bu kendisi lehinedir. Kim de
kötülük ederse kendi aleyhinedir. " (Fussılet, 41/46). Bir başka ayet de
şöyledir: "Kimler salih amel işlerse, kendileri için rahat bir yer
hazırlamış olurlar." (Rum, 30/44).
Kim de Allah'ın üzerindeki nimetini inkâr eder de
başkalarını O'na ortak koşar ve Onun emirlerine isyan ederse, o kimse sadece
kendi kendine kötülük etmiş olur. Rabbine ise zarar veremez. Zira Allah
kullarından ve kullarının şükürlerinden müstağnidir. O bundan zarar görmez. Ne
O'na taat fayda verebilir, ne de masiyet O'na zarar verebilir.
Allah Tealâ daha sonra Hz. Lokman'ın (İbni Kesir'in
ifadesiyle Lokman b. Anka b. Sedûn'un) oğlu (Süheylî, Taberî ve Kutebî'nin
ifadesiyle)
Sârân'a yaptığı tavsiyelerini zikretti:
"Lokman oğluna öğüt vererek: Ey yavrum! Allah'a
ortak koşma, Allah'a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür, demişti."
Lokman oğluna şefkatle vasiyette ya da öğütte
bulunmuştu. Zira insanlar arasında çocuğuna karşı en şefkatli olan kimse
babası olup, elbette baba olarak evlâdına sevgi besleyecektir.
Lokman şöyle diyordu: Evladım! Yalnız Allah'a kulluk
et. Hiçbir şeyi O'na ortak koşma. Zira Allah'a ortak koşma en büyük zulümdür.
Şirk, gerçeğin asıl yerine konulmaması sebebiyle bir zulümdür. Şirkin "en
büyük zulüm" olmasına gelince, şirkin itikadın temeliyle ilgili olması,
yaratıcı ile yaradılan arasında eşitlik yapılması, tek nimet verici (Allah) ile
asla nimet veremeyecek olanlar -yani putlar ve heykeller- arasında eşit
davranışta bulunulması sebebiyledir.
Bu ayet geçen ayetin manasına atıfta bulunmaktadır:
Bunun takdiri şudur: Biz Lokman'ı kendi nefsinde "şükreden",
başkalarına "öğüt veren" bir kimse kılarak ona hikmeti verdik.
Buhari ve Müslim, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle
rivayet ediyorlar: "iman eden, bununla birlikte imanlarına zulüm
karıştırmayanlar için güvenlik vardır. Onlar doğru yolu bulmuş
kimselerdir." (En'am, 6/82) ayeti inince, bu durum Rasulullah (a.s)'in
ashabına ağır geldi. Ashab:
- Hangimiz
imanına zulüm karıştırmamıştır? dediler. Rasulullah (s.a.):
- O bu manada
değildir. Siz Lokmanın şu sözünü duymuyor musunuz? 'Yavrum! Allah'a ortak
koşma. Allah'a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür."
Allah Tealâ, Kur'an'ın âdeti olduğu üzere şirk koşma
yasağından sonra ana-babaya iyiliği emretti. Zira Allah Tealâ çoğunlukla
Kur'an'da sadece Allah'a kullukta bulunma ve şirkten kaçınma emriyle ana-babaya
iyilikte bulunma emrini birarada zikretmektedir. Nitekim bir ayette Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Rabbin yalnız kendisine kullukta bulunmanızı ve
ana-babaya iyilik etmeyi buyurmuştur." (İsra, 17/23).
Cenab-ı Hak burada ise şöyle buyurmaktadır: "Biz
insana ana-babası-na karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu,
güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi
iki yıl içinde olur. Bana ve ana-babana şükret, diye tavsiyede bulunmuşuzdur.
Dönüş yalnız banadır."
Biz insana anne-babaya iyilikte bulunmayı, onlara
itaat etmeyi ve haklarını yerine getirmeyi emrettik ve bunu zorunlu kildik.
Özellikle anneye iyi davranılmahdır. Zira anne önce hamilelik esnasında, sonra
doğum, sonra nifas, sonra süt emzirme, sonra iki yıl içinde sütten kesilme ve
gece-gündüz bakım esnasında zayıflıktan zayıflığa uğrayarak yavrusunu taşıdı.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Anneler çocuklarını emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için, tam iki
sene emzirirler." (Bakara, 2/223).
Hadis-i şerif annenin iyiliğe ve itaate daha layık
olduğunu beyan etmiş ve anneyi üç defa tavsiye etmiş, dördüncü defa babayı
tavsiye etmiş, iyiliğin dörtte birini babaya tahsis etmiştir.
Biz ona, "Bana -yani Allah'a-, sana verdiğim
nimetim üzerine şükret." diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Bana ve ana-babaya
şükretmeyi emretmi-şizdir. Çünkü o ikisi senin varlığının sebebi ve Allah
Tealâ'dan sonra sana iyilik kaynağıdır.
Allah Tealâ'nın "Bana şükret" ifadesi, tavsiyenin
sebebini ya da bu tavsiyeye uymanın vacip olduğunu beyan etmek içindir.
Buradaki "en" Ze-mahşerî'nin görüşüne göre tefsiriyyedir, yani
"diye" manasındadır. Bu cümle tavsiye fiilini beyan etmektedir.
Yani, bu cümle "kavi" mânasını ihtiva etmektedir, yani "Biz
O'na: Bana şükret, dedik." demektir.
Allah'a itaat ve ana-babaya itaatin emredilmesinin
illeti ya da bu husustaki sebep, dönüşün ya da varılacak yerin yalnız Allah
oluşudur. Dolayısıyla buna karşılık ben sana ahirette en bol mükâfatı vereceğim.
Bu ifade muhalefet, karşı çıkma ve isyan etmenin
akıbetine karşılık tehdit ve korkutmadır. Ayrıca bu ayet Allah'ın emrine uyma,
O'na itaatte bulunma, ana-babaya iyilikte bulunma ve onlarla irtibatı devam
ettirme karşılığında güzel bir mükâfat vaadinde bulunma netiliğindedir.
Bu ayet ve devamı oğluna tavsiyede bulunan Hz.
Lokman'm sözlerin-dendir. Allah onun bu sözlerini haber vermektedir. Hz. Lokman
oğluna, şirkin zulüm olduğunu beyan edip bunu yasaklayınca bu Allah'a itaate
teşvik olmaktadır. Sonra da bu ana-babaya itaat edilmesini ve bunun sebebini
açıkladı.
Bir başka görüşe göre: Bu ifadeler Allah'ın
kelâmından olup bunu Lokman'a söylemiştir. Yani "Biz ona, şükret dedik;
Biz ona dedik ki; Biz ... tavsiyede bulunmuşuzdur".
Bir başka görüşe göre: 14. ayet Lokman'm tavsiyeleri
arasında bir ara cümle olup şirkten nehyetmeyi vurgulamaktadır.
Kurtubî diyor ki: Doğru olan şudur ki, bu ayet ve
daha önce geçen "Biz insana ana-babasına güzellikle davranmasını tavsiye
ettik." (Ankebut, 29/8) ayeti Sa'd b. Ebî Vakkas ile Sa'd yeni dininden
dönmedikçe yemek yememeye yemin eden annesi Hamne bt. Ebî Süfyân hakkında nazil
olmuştur. Müfessirlerden bir grup da bu görüştedir.
[26]
Yine müfessirler tarafından tercih edilen görüşe göre
bu ayet ile bundan sonraki iki ayet Allah Tealâ tarafından yeni bir ifade olup
Lokman'ın oğluna tavsiyeleri arasında şirkten nehyetmeyi tekid etmek üzere bir
ara cümle olarak gelmiştir.
Allah Tealâ kendi haklarını istisna ederek ana babaya
itaati sınırlayarak şöyle buyurdu:
"Eğer ana ve baban, senin bilgin olmaksızın körü
körüne seni, bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme." Yani
ana ve baban senin benim ortağım bulunduğu şeklinde bir bilgin olmaksızın seni
bana başkalarını ortak koşman ve dinlerinde senin kendilerine tâbi olman için
sana özen göstererek aşırı derecede ısrarda bulunurlarsa, bunu kabul etme ve
sana emrettikleri şirk veya masiyette onlara itaat etme. Zira yaratıcıya isyan
olanu hususlarda yaradılana itaat yoktur. Burada anlatılmak istenen ortağın
reddedilmesidir. Hiçbirşey olmayanları -yani putları- Allah'a ortak koşuyorlar,
demektir.
"Dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana
yönelen kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşümüz yalnız banadır. O zaman
yaptıklarınızı size bildiririm. " Yani senin şirk ve masiyet hususunda
ana-babana itaat etmemen; senin onlara iyi muamele etmen, ihtiyaç anında
onlara malî yönden destek olman, onları yedirip giydirmen, hastalık anında
tedavi ettirmen, ölümlerinde kabre defnetmen, onların arkadaşlarına güzel
muamelede bulunman ve vasiyetlerini yerine getirmene yani dünyada onlara
iyilikle davranmana engel olmasın.
"Ma'rûfen" kelimesi iyilikseverlik ve
kişiliğin gereği olarak güzel bir şekilde birliktelik, demektir; ya da
ana-babaya güzel ahlak, yumuşak huy-luluk, tahammülkârlık, iyilik ve irtibatı
devam ettirmek suretiyle güzel bir şekilde muamele, demektir.
"Fi'd-dünya: dünyada" ifadesi bu
birlikteliğin geçici olduğu anlamındadır. Zira bu belirli günler, sayılı
seneler olup süratle bitecek ve yokola-caktır. Buradaki "ma'ruf' dinin
tanıdığı ve razı olduğu hususlar olup ana-babayı yedirme, giydirme, söz ve
davranışta onlara iyilikte bulunma hususunda iyilikseverlik ve kişiliğin
gerekli saydığı her şeydir.
Sakın din konusunda hatır için davranma. Dininde
Allah'a yönelen müminlerin yolunu tut. Her ne kadar sen dünyada ana-babana iyi
muamele etmekle emrolunmuş isen de, inkâr hususunda ana-babanın yoluna
uyma.Daha sonra senin de, ana-babanın dönüşü de yalnız bana olacaktır. Bunun
üzerine seni imanınla mükâfatlandıracağım. Ana-babana da küfürlerinin
karşılığını vereceğim. Size dünyada yaptığınız hayır ve şerri haber vereceğim.
Bu cümle önceki cümleyi tasdik etmekte ve ana-babaya
güzel muamele etme ve iyilikte bulunmanın, masiyet olmayan şeylerde itaat
etmenin farz olduğunu tekid etmektedir.
Allah Tealâ daha sonra insanların izlemeleri ve
uymaları için Lokman Hakîm'in diğer faydalı tavsiyelerini bildirerek şöyle
buyurdu:
1-
"Yavrum! İşlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın
içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa da Allah onu getirip
ortaya koyar. Doğrusu Allah sonsuz lütuf sahibidir ve her şeyden
haberdardır."
Sevgili oğlum; iyilik, kötülük, haksızlık ve günah
bir hardal tanesi ağırlığına eşit olsa bile, bir kayanın içi gibi en gizli
yerde, ya da gökler gibi en yüksek yerde, yahut yeryüzünün içi gibi en aşağı
yerde olsa bile, Allah kıyamet günü hesap görme ve amellerin tartılması, hayır
ya da şer olarak karşılığın verilmesi zamanında amelleri ortaya koyar.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz
kıyamet gününe mahsus adalet terazileri koyacağız." (Enbiya, 21/47);
"Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu (sevabını) görecek, kim zerre
ağırlığınca bir şey yaparsa onu (cezasını) görecek." (Zilzal, 99/7-8).
"Bir kayanın içinde olsa da" ifadesiyle
mananın anlatılmasında son nokta ve mübalâğa murad edilmektedir.
Şüphesiz ki Allah, ilmi çok hassas olandır. İlmi her gizli
şeye ulaşır. Ona; ne kadar dakik, hassas ve basit olsa da hiçbir şey gizli
kalmaz. O her şeyden haberdardır, eşyanın asıl mahiyetini bilir. Her şeyin
zahir ve batın yönlerini gayet iyi bilir.
Ayetten maksat Allah'ın ilminin genişliğini beyan
etmektir. O görünen âlemi de, görünmeyen âlemi de gayet iyi bilir. Kıyamet günü
amellerin karşılığını tam olarak vermek için kullarının bütün amellerine
muttalidir.
2-
"Yavrum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülüğe engel ol. Başına
gelene sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdendir."
Oğlunu şirkten men edip Allah'ın ilmi ve kudretiyle
korkuttuktan sonra ona tevhid için gerekli salih amelleri işlemeyi emretti.
Bunlardan biri "namaz "dır. Yani Allah rızası
için ihlaslı olarak ibadet etmektir. Namazın "dosdoğru kılınması"
onun usûlüne uygun olarak, farzlarıyla, vaktinde, kâmil olarak eda edilmesidir.
Namaz dinin direğidir. İmanın ve yakînin delilidir. Allah'a yaklaşma ve O'nun
rızasını kazanma vesilesidir. Namaz ayrıca hayasızlık ve çirkin fiillerden
kaçınmaya ve gönül temizliğine yardımcı olur.
"Emr bi'l-ma'ruf, ise şer'an ve aklen makbul
olan, nefsi terbiye eden medeniyet ve ilerlemeye sebep olan güzel ahlak ve iyi
davranışları insanın hem kendisine hem de başkalarına emretmesidir. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Nefsini tezkiye eden (gönlünü kirli
duygulardan temizleyen) kimse kurtuluşa ermiş, onu günahların içine gömen kişi
de zarar uğramıştır." (Şems, 91/9-10).
"Nehy ani'l-münker", şer'an haram olan,
aklen çirkin olan, Allah'ın gazabına ve cehennem azabına sebep olan masiyet ve
münkerattan insanın hem kendisini hem de başkalarını alıkoymasıdır.
Eziyetlere, zorluklara karşı sabretme ve ilâhî
emirlerde sebat etmeye gelince: İyiliği emreden ve kötülüklerden nehyeden kimse
genellikle eziyete uğrar. Bu sebeple ondan sabır istenir.
Tavsiyelere namazla başlanılmıştır. Zira o dinin
direğidir. Tavsiyelere sabırla son verilmiştir. Zira o taate devam etmenin
esasıdır, Allah rızasının direğidir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin." (Bakara, 2/45).
"Bunlar azmedilmeye değer işlerdendir."
Yani, içinde, Allah'ın emrettiği ve nehyettiği işlerin de insanların
eziyetlerine sabretmek de bulunan bu adıgeçen hususlar kesin ve farz olan, şart
ve farz oluşu kesinleşen işlerdendir. "Azm" masdarı ism-i mef ul
manasında olmaktadır.[27]
İnsanın nefsini ve başkalarım kemale erdirecek
şeyleri emrettikten sonra bazı şeylerden nehyetmekte ve bazı şeylerden de
sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:
1-
"İnsanlardan yüz çevirme." Yani insanlar seninle konuşurlarken kibirlenerek
ve onları küçümseyerek insanlardan yüzçevirme. Ayetin manası şudur:
Kibirlenerek Allah'ın kullarını küçümseme, yüzçevirerek konuşma. Bilakis alçak
gönüllü, samimi, sakin, yumuşak ve güleryüzlü ol.
Müslim'in Ebu Zerr el-Gıfarî'den rivayet ettiği
hadis-i nebevide şöyle Duyuruluyor: "İyilikten hiçbir şeyi sakın
küçümseme. İsterse din kardeşini gülümser bir yüzle karşılamak olsun. Elbiseni
uzatmaktan da sakın. Zira bu kibirdendir. Kibirlenmeyi ise Allah
sevmez."
2-
"Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendisini beğenen ve çok
övünen hiç kimseyi sevmez." Yani yeryüzünde gururlanarak, şımararak ve
çalım satarak yürüme. Zira Allah bu çeşit yürümeyi, gururlu ve kendini
beğenmiş, başkalarına karşı kibirli olan hiçbir kimseyi sevmez.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurur:
"Yeryüzünde şımararak yürüme. Zira sen yeri delemezsin ve boyca da dağlara
ulaşamazsın." (İsra, 17/37).
Peygamberimiz (s.a.), İmam Ahmed ile Kütüb-i Sitte
müelliflerinin Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i
şerifte şöyle buyuruyor: "Kim elbisesini kibirle sürüklerse kıyamet günü
Allah o kimseye bakmaz. "
"Fahur", kendisine verilenleri sayıp döken,
ama Allah Tealâ'ya şükretmeyen kimsedir.
İbni Ebi'd-Dünya'nın Enes'den naklettiği hadis-i
şerifte Peygamberimiz (s.a) şöyle buyuruyor: "Geldikleri zaman
tanınmayan, görünmedikleri zaman da aranmayan zengin müttekilere ne mutlu!
Onlar (nurlu) kandiller olup her dağıtıcı kör fitneden uzaktırlar."
Yine Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den rivayet edildiğine
göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nice garip kimseler vardır
ki, kendisine hiç önem verilmez. Eğer Allah adına yemin etmiş olsa, Allah onu
yalancı çıkarmaz. Eğer bu kimse: "Allahım! Ben senden cenneti
istiyorum." dese Allah ona dünyadan hiçbir şey vermese de mutlaka cenneti
verecektir."
Yahya b. Cabir et-Taî, Gudayf b. Haris'ten rivayet
ediyor: Abdullah b. Amr b. As'la birlikte oturdum. Onun şöyle dediğini işittim:
"Bir kul kabre konulduğu zaman kabir onunla konuşur ve ona şöyle der: Ey
Ademoğlu! Bana karşı seni aldatan nedir? Benim tek olduğumu bilmiyor musun? Benim
hak olduğumu bilmiyor musun? Ey Ademoğlu! Bana karşı seni aldatan nedir? Sen
benim etrafımda gururla, kibirle yürüyordun."
3- "Yürüyüşünde
orta yolu tut." Ne zühd edasıyla zayıflık ortaya koyan ölü gibi gevşek ve
yavaş, ne de şeytanın sıçraması gibi sıçrayarak aşırı hızlı bir yürüyüş şekli
olmaksızın orta yollu, mutedil bir yürüyüşle yürü.
Ebu Nuaym'in Hılye'de Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet
ettiği -zayıf- bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yürüyüşün süratli oluşu müminin ağırbaşlılığını giderir."
Hz. Ömer (r.a.) ölü gibi yürüyen bir adam gösdü ve
ona şöyle dedi: "Bize dinimizi ölü gösterme. Allah seni öldürsün."
Yine Hz. Ömer (r.a.) başını eğen bir adam gördü ve ona şöyle dedi: "Başını
kaldır. İslâm zayıf değildir."
4- Sesini fazla
yükseltme. Zira seslerin en çirkini merkeplerin sesidir." Yani faydalı
olmayan hususlarda sesini yükseltme. Sesini kıs. Zira sesin şiddetli oluşu
işitme organını rahatsız eder; gurur, kendini beğenme ve başkalarına aldırış
etmemeye delâlet eder. Senin mutedil oluşu konuşan kimse için daha vakarlıdır,
sözün kavranması, idrak edilmesi ve anlaşılmasına daha yakındır.
Sesi yükseltmenin nehyedilmesinin sebibi, yüksek
sesin merkeplerin sesine benzemesidir. Zira seslerin en çirkini merkeplerin
sesidir. Bu Allah Tealâ'ya buğuz vermektedir. Bunun sebebi de merkep sesinin
başı yüksek, sonu alçak olmasıdır.
Bu, ihtiyaç olmadan sesi yükseltmenin zemmedildiğine
delildir. Zira yüksek sesin merkep sesine benzetilmesi, bunun son derece
kötülendiği anlamındadır.
Sünnette de yüksek sesin menfur olduğuna dair
hadisler varid olmuştur. İbni Mace hariç Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ebu
Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmaktadır: "Horozların ötüşünü işittiğiniz zaman Allah'ın lütfunu
niyaz edin. Merkeplerin anırmasını işittiğiniz zaman şeytandan Allah'a
sığının. Zira o, şeytan görmüştür."
[28]
Bu ayetler aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:
1- Allah'a
ortak koşmak, O'nun kullarından bir kulu, ya da putlardan bir putu Allah'ın
yanında ibadete ortak kabul etmek rızık verici olan yaratıcıya iftirada
bulunma, inancın batıl oluşu müşrik için faydasızlık bulunması sebebiyle büyük
bir zulümdür, hatta zulmün en büyüğüdür.
Hz. Lokmanın oğluna yaptığı tavsiyeleri amacına erdi.
Tefsirde.varid olduğuna göre Hz. Lokmanın oğlu müşrik idi. Hz. Lokman ona
nasihatte bulundu ve bu nasihatlerini tekrar etti. Nihayet oğlu müslüman oldu.
2-
Ana-babaya iyilik etmek ve masiyet olmayan meşru şeylerde itaat etmek farz olup
insan için gereklidir. İyiliğe misliyle karşılık vermek, ihsana karşı
vefakârlık, fazileti takdir etme ve aile nizamına saygı göstermektir. Allah'ın
ana-babaya iyilikte bulunmayı emretmesi müslüman ya da kâfir ana-babalar için
umumî bir emirdir. Ana-baba hangi din üzerine olurlarsa olsunlar onlara itaat
farzdır.
Ancak Allah'a şirk koşma ve farz-ı ayn olan bir emri
terketme gibi büyük bir masiyeti işleme konusunda ana-babaya itaat
istenmemektedir, hatta bu haramdır. Zira yaratıcıya isyan olan hususlarda
yaradılana itaat yoktur.
Mubah hususlarda ana-babaya itaat gerekir. Menduplan
terketme hususunda itaat etmek menduptur. Annenin beklemesi durumunda meşakkat
olduğu, ya da helak olmasından korkulduğu zaman nafile namazda annenin
seslenmesine icabet etmek ve farz-ı kifaye olan cihadı terketmek bu kabildendir.
"Anne" evlâdını yetiştirme yolunda çektiği
sıkıntılarından dolayı ve ayetin zikrettiği gibi meşakkatlerden üç mertebeye,
hamilelik, doğum ve emzirmeye maruz kalması sebebiyle daha ziyade iyilik ve
itaate layık olma özelliğine sahiptir. Bu sebeple iyiliğin dörtte üçü anneye,
dörtte biri babaya tahsis edilmiştir.
Peygamberimiz (s.a.) Buhari'nin rivayetine göre
- Kim iyiliğe daha layıktır? diye soran birine:
- Annen, diye cevap vermiş. Adam:
- Sonra kim? deyince, Peygamberimiz:
- Annen, demiş. Adam:
- Sonra kim? diye sorunca Peygamberimiz:
- Annen, demiş. Adam:
- Sonra kim? diye sormuş. Peygamberimiz:
- Baban, demişti.
3- Nafaka
ve süt sebebiyle mahremiyet hükümlerinde süt emzirmenin azamî müddeti iki
yıldır. Ancak mahremiyete ait süt emzirme müddetinin iki yıl ile tahdit
edilmesi İmam Ebu Hanife dışındaki âlimlerin görüşüdür. İmam Ebu Hanife mahrem
kılıcı süt emzirme müddetinin "Onun hamileliği ve sütten kesilmesi 30
aydır" ayetine binaen otuz aydır.
Yine âlimler bu iki ayetin birlikte mütalaasından
hamilelik müddetinin altı ay olduğu görüşünü istinbat etmişlerdir. Cenab-ı Hak
bir ayette: "Anneler, süt emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için,
çocuklarını iki tam yıl emzirirler." (Bakara, 2/233). Bir başka ayette de
"Çocuğun, hamileliği ve sütten kesilmesi otuz aydır." (Ahkaf,
46/15).
4- İman
nimeti ve diğer sayılamayacak çok nimet için şükür Allah'a, sonra da
çocuklarını terbiye etme nimeti için ana-babaya mahsustur.
Süfyan b. Uyeyne (r.a.) diyor ki: Kim beş vakit
namazı kılarsa Allah Tealâ'yı zikretmiş olur. Kim de namazların ardından
ana-babası için dua ederse, bu kimse ana-babaya şükranlarını sunar.
5- "Dünya
işlerinde onlarla güzel geçin." ayeti kâfir ana-baba fakir iseler, onlara
mümkün olduğu kadar mal ile iyilikte bulunmanın, yumuşak konuşmanın ve
yumuşaklıkla İslâm'a davet etmenin caiz olduğuna delildir.
Bunu şu hadis teyid etmektedir: Buhari ve Müslim'in
rivayetine göre Hz. Ebubekir'in kızı Esmaya (henüz İslâm'ı kabul etmemiş olan)
süt annesi ya da süt teyzesi gelmişti. Esma Peygamberimiz'e:
- Ya Rasulallah! Annem bana geldi. O benimle görüşme
arzusundadır. Ona sıla-i rahimde bulunayım mı? diye sordu. Efendimiz (s.a.):
- Evet, diye cevap verdi.
İbni Atıyye diyor ki: Benim kanaatime göre Esma'nın
annesi iyilik görme arzusunda idi. Eğer ihtiyacı olmasaydı, Esmaya gelmezdi.
Esma'nın annesi Kuteybe bt. Abdiluzza b. Abdi-esed
idi. Hz. Aişe ile Abdurrahman'ın anneleri Ümmü Ruman ise ilk müslümanlardandı.
"Dünya işlerinde onlarla güzel geçin."
ayeti ana-babasından birine karşı çocuğun kısasa hak kazanamayacağına, ana-baba
oğluna kazf (iftirasında bulunursa) oğlu sebebiyle ana-babaya had cezası
uygulanmayacağına ve ana-babanın çocuğuna olan borcu sebebiyle haps
edilemeyeceğine; ana-babanın muhtaç olması durumunda evlâdın ana-babasının
nafakasını temin etme mecburiyetinde olduğuna delildir.
6- "Bana
yönelen kimsenin yoluna uy." ayetindeki ism-i mevsulden de anlaşıldığı
gibi bu ifade umumî bir ifadedir.
Bu bütün âlem için bir tavsiyedir. Emre tâbi olan
insanoğludur. Bu yol peygamberlerin ve salih müminlerin yoludur.
"Enâbe" (yöneldi) kelimesi; meyletti ve bir şeye
döndü, manasındadır. Burada anlatılmak istenen mana ise; şirkten tevbe etti,
İslâm'a döndü ve Hz. Peygamber (s.a.)'e tâbi oldu; tevhid ve taatteki ihlasla
Allah'a döndü, demektir. Yoksa şirki emreden ana-babanın yolu değildir.
Bu yola tâbi olma emri müslümanlann icmaının
doğruluğuna ve Allah Tealâ'nın bize kendisine yönelen kimselerin yoluna uymayı
emretmesi sebebiyle, icmaın hüccet olduğuna delildir. Bu ayet aynen
"müminlerin yolundan başkasına uyan..." (Nisa, 4/115) ayeti gibidir.
7- Cenab-ı Hakk'ın "Dönüşünüz yalnız
banadır." ayeti; kabirlerde olanları dirilteceği, küçük ve büyük
amellerini bildirme ve amellerin karşılığının verilmesi için Allah'a
dönüleceği hususunda bir ihtar şeklindedir.
8- Allah
Tealâ'nın Lokman Hakîm'den naklen buyurduğu 'Yavrum! İşlediğin şey bir hardal
tanesi ağırlığınca olsa da..." ayetiyle Allah Tealâ'nın kudretinin
bildirilmesi, O'ndan korkulması ve ümidlenilmesi kastedilmiştir. Dolayısıyla
sevap, günah ya da taat ve masiyetler hardal tanesi ağırlığınca da olsa, Allah
onu ortaya koyacaktır. Zira duyu organları hardal tanesinin ağırlığını idrak
etmez. Ayrıca o, terazinin kefesine ağırlık vermez.
Kurtubî bu ayetin tefsirinde: "İnsanın hardal
tanesi ağırlığınca ulvî âlemde (göklerde) ya da süflî âlemde (yeryüzünde)
herhangi bir yerde nesi bulunursa, Allah onu getirir. Nihayet bunu asıl
sahibine götürür. Yani rızka önem verip farzları eda etmekten ve bana yönelen
kimsenin yoluna tâbi olmaktan uzak durma." demiştir.
Peygamberimiz (s.a.)'in Beyhakî'nin Kader kitabında
"zayıf' bir senedle Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den rivayet ettiği şu
hadis-i şerif bu manadadır: "Çok endişeli olma. Takdir edilen olacaktır.
Sana rızık verilen sana gelecektir."
Bu ayet, Allah Tealâ'nm her şeyi ilmiyle kuşattağını,
her şeyi tam olarak tesbit ettiğini, onun noksan sıfatlardan münezzeh olup
hiçbir ortağı bulunmadığını ifade etmektedir.
9- Ayette
namaz, emr bi'1-ma'ruf ve nehy ani'l-münker taatleri önemle bildirilmektedir.
Bu emir bütün taat ve faziletleri, insana zarar ulaşsa da münkeri değiştirmeyi
ve sabırlı olmayı teşvik etmektedir. Burada münkeri engellemeye çalışanın bazan
eziyete uğrayacağına işaret edilmektedir.
Nitekim hastalık ve benzeri dünya sıkıntılarına mazur
kalındığında sabırlı olmak menduptur. İnsan telaştan Allah'a isyana
gitmemelidir. Zira zorluklara karşı sabretmek hakiki imanın gereğidir.
Namazı dosdoğru kılmak, iyiliği emretmek ve kötülüğe
engel olmak azmedilmeye değer işlerdendir. Yani Allah'ın kesin olarak
buyurduğu, emrettiği ve farz kıldığı işlerdendir.
10-
Cenab-ı Hakk'm "İnsanlardan yüz çevirme." ifadesi kibirlenmenin haram
olduğuna delâlet etmektedir.
Ayetin manası şudur: İnsanlara karşı kibirlenerek ve
kendini beğenerek ve insanları küçümseyerek yanağını şişirme. Alçakgönüllü
olarak, ün-siyet vererek ve ünsiyet bularak onlara yönel. İnsanların en küçüğü
seninle konuşursa, tıpkı Peygamberimiz (s.a.)'in yaptığı gibi, o kimse sözünü
tamamlayıncaya kadar kulak ver.
Kısaca: Konuşan kimseye sırt çevirme. Nitekim İmam
Malik'in Enes b. Malikten rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin.
Birbirinize hased etmeyin. Ey Allah'ın kulları, kardeşler olun. Bir müslümanın
kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl değildir." Dolayısıyla
sırt çevirmek, yüzçevirmek, sözü ve selâmı terketmek yasaklanan şeylerdendir.
11-
İnsanın yeryüzünde çalımlı ve kibirli yürümesi haramdır. Hatta böbürlenme her
durumda haramdır.
12-
İnsanın yürürken orta yolu tutması; ne çok hızlı, ne de çok yavaş yürümemesi;
ne ölü gibi ağır hareket etmemesi, ne de
şeytanın sıçraması gibi sıçramaması menduptur.
13- Ayrıca
sesi yükseltirken tekellüf yapılmaması, ihtiyaca ve âdete göre konuşmak da
menduptur. Zira ihtiyaçtan fazla sesi yükseltmek rahatsızlık veren bir
zorlamadır. Bütün bunlardan murad alçak gönüllülüktür.
İhtiyaçtan fazla sesin yükseltilmesi eşek sesine
benzetilmiştir. Eşek ve anırması aşırı zem ve tenkit noktasına misaldir.
Bu ayette hitap esnasında sesi yükseltmenin
çirkinliği eşek seslerinin çirkinliğiyle tanıtıldığına delildir. Zira onun sesi
yüksektir.
Ayet, insanları hiçe sayarak insanların yüzüne karşı
bağırmayı terketmesi, ya da bağırmanın tamamen terkedilmesi şeklinde Allah
Tealâ dan bir edep dersidir. Allah bunu nehyetmiştir. Zira bu cahiliye ahlâkı
ve âdetlerindendir. Zira cahiliye Arapları gür ve yüksek sesle iftihar
ediyorlardı.
Bu ayet bütün söz ve davranışlarda orta yolu tutmaya
işaret etmektedir.
Kısaca; Lokmanın tavsiyeleri dinin ve ahiretin faziletleri,
dünyadaki güzel ahlak esasları biraraya toplanılmıştır.
Bu ayetler dokuz emir, üç nehiy ve yedi sebebi ihtiva
etmektedir:
Emirler: Ana-babaya iyilik etmek, Allah'a ve
ana-babaya şükretmek, dünyada ana-babaya iyilikle muamele etmek, peygamberlerin
ve salihlerin yoluna tâbi olmak, namazı dosdoğru kılmak, iyiliği emretmek,
kötülüğe engel olmak, yürürken orta yolu tutmak ve sesi alçaltmaktır.
Nehiyler ise: Şirkten, yanağı şişirmekten
(kibirlenmekten) ve şımarıkça (böbürlenerek ve çalımlı bir şekilde) yürümekten
sakınmaktır.
Bu emir ve nehiylerin sebebleri ise şunlardır:
1-
"Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük
ederse, bilsin ki Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye layık
olandır."
2-
"Allah'a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür."
3-
"Varış yalnız banadır. Dönüşünüz yalnız banadır. O zaman yaptıklarınızı
size bildiririm."
4-
"Şüphesiz Allah sonsuz lütuf sahibidir ve her şeyden haberdardır."
5-
"Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdendir."
6- "Allah
kendisini beğenen ve çok övünen hiç kimseyi sevmez."
7-
"Seslerin en çirkini merkeplerin sesidir."
[29]
20- Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da
emriniz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli ola- rak size bolca ihsan
ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan
Allah hakkında hiçbir bilgisi obuadan doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap
bulunmadan tartışanlar vardır.
21- Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun."
denilince, onlar: "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız."
derler. Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa?
"Zahireten ve bâtıneten" kelimeleri
arasında tezat sanatı vardır.
"Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa?!"
ifadesi hazif-le birlikte, hem yadırgama, hem de azarlama şeklindedir. Buna
göre mana şudur: "Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa,
onlara uyacaklar mı?"
[30]
"Allah 'm göklerde olanları da, yerde olanları da
emriniz altına verdiğini... görmez misiniz?" Yani ey muhataplar, bilmiyor
musunuz ki, Allah göklerde bulunan güneş, ay, yıldızlar, bulut v.b. bütün
varlıkları sizin men1 faatlerinizi temin edecek vesileler kılmak suretiyle
sizin emrinize teslim etti. Ayrıca meyveler, nehirler, hayvanlar, madenler ve
daha nice sayılamayacak şeylerden yararlanma imkânını size vermek suretiyle
yerde olanları sizin emrinize vermiştir. ,
"açık ve gizli olarak" maddi olan ve manevi
olan bildiğiniz ve bilmediğiniz şeyler... İnsanın bedeninde insanın bilmediği,
ya da bilgisine erişemeyeceği nice nimetler vardır.
"İnsanlardan Allah hakkında" O'nun birliği
ve sıfatlan hakkında, delillerden alınan "hiçbir bilgisi olmadan" ya
da delilsiz olarak "doğruluk rehberi" olmadan, Rasulden bir hidayet
olmaksızın ve indirdiği "aydınlatıcı bir kitap olmadan" bilakis
taklitçilik yoluyla hareket edip "tartışanlar vardır."
"Onlara: Allah 'in indirdiğine uyun, denilince
onlar: Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola" geçmişlerin üzerinde
bulunduğu yola "uyarız derler. " Bu ifade itikat gibi temel
esaslarda taklitçiliği açık bir şekilde reddetmektedir.
"Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına
çağırmışsa!" Yani şeytan onları cehennem azabını gerektirecek Allah'a şirk
koşma, ya da taklitçilik yoluna davet etmişse, onlar şeytana uyacaklar mı?
"Lev" kelimesinin cevabı mahzuf olup bu cevap "Elbette ona
uyarlardı." ifadesidir. Buradaki soru, yadırgama ve hayret içindir.
[31]
Allah Tealâ: "Gökleri direksiz olarak
yarattı." ayetini Allah'ın birliğine delil olarak getirip Lokman bunu
peygamberlikle değil hikmetle bildikten sonra; tevhid delillerini gökler ve yer
âleminde açıkça müşahede etmelerine ve bu âlemde bulunan her şeyin kendi
menfaatlerine, insanların emrine verilmesine ve insanlara maddî-manevî, bilinen
bilinmeyen nimetlerle lütufta bulunulmasına rağmen müşriklerin şirk üzerinde
ısrar etmelerine karşı ihtarda bulundu.
[32]
"Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları
da emriniz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan
ettiğini görmez misiniz?"
Ey insanlar! Her şeyde Allah Tealâ'nın birliğini
ifade eden tevhid delillerini ve sizin üzerinize ihsanda bulunduğunu bilmiyor
musunuz? Gece ve gündüz kendileriyle aydınlanacağınız güneş, ay ve yıldızlar
gibi göklerde bulunan bütün varlıkları; insan, hayvan ve bitkileri sulamak
için kendisinden yağmur inecek bulutlar; yeryüzünde bulunan madenler,
nehirler, denizler, ağaçlar, bitkiler ve meyveler ve benzeri gıdaları sizin
emrinize veren O'dur. Sizin üzerinize açık-gizli, maddi-manevi,
bilinen-bilinmeyen nimetlerini tam ve mükemmel olarak veren O'dur. Kitapların
indirilmesi, peygamberlerin gönderilmesi, kuşkular, sebepler ve mazeretlerin
giderilmesi bu nimetlerden bazılarıdır.
Bir görüşe göre: "Zahir: açık" olan şey
İslâm'dır. "Batın: gizli" olan ise gizlenen kötü amellerdir. Bu ayet
hakkında soru soran İbni Abbas'a Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu:
"Zahir olan, İslâm ve yaratıklarından gü-
zel olan şeydir. Batıl olan ise, kötü amellerinden
kapatılan, gizlenen, örtülen şeylerdir."
Bir başka görüşe göre "zahir: açık" olan
şey gözlerle görülen mal, makam, insanlardaki güzellik, ibadet ve taate
muvaffakiyet gibi hususlardır. "Batın: gizli" olan şey ise, kişinin gönlünde
duyduğu Allah'ı bilme, güzel, yakînî bir iman, kuldan uzaklaştırılan
âfetlerdir.
Bütün bunlara rağmen, insanlar iman etmemişlerdir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"insanlardan Allah hakkında hiçbir bilgisi
olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatan bir kitap bulunmadan tartışanlar
vardır."
Yaratma ve nimet verme suretiyle ulûhiyet sabit
olmasına rağmen insanlardan bir kısmı, Mekke'deki putperest liderler gibi
kimseler; Allah'ın birliği, sıfatları, peygamberler göndermesi konusunda makul
bir delil olmaksızın, bir peygamberin elinden doğru hüccet ve dayanak olmadan,
ya da Hak yolu aydınlatacak doğru nakledilen bir kitap olmaksızın tartışırlar.
"Hiçbir bilgi olmadan, doğruluk rehberi ve
aydınlatıcı bir kitap bulunmadan..." ifadesinin manası hidayete erdiren
bir kimseden gelen bir hidayet, ya da apaçık bir kitap gibi açık bir ilim
olmaksızın şeklindedir.
Onların tek ve biricik hüccetleri körükörüne
taklitçilik, hidayete ve şeytana tâbi olmaktır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır:
"Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun, denilince
onlar: "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız." derler."
Allah'ın birliği hakkında tartışma yapan bu
kimselere: Allah'ın Rasulü'ne indirdiği tertemiz hükümlere uyun, denilince
onların inandıkları din hususunda geçmiş atalarına uymaktan başka hiçbir
hüccetleri yoktur. Bu son derece çirkindir. Zira Peygamberimiz (s.a.) onları
Hakk'a ve hayra sevkeden Allah'ın kelâmına davet etmektedir. Oysa onlar
atalarının kelâmına tâbi oluyorlar.
Bu ifade akidenin temel esaslarında taklitçiliği açık
bir şekilde reddetmektedir. Bunun için Allah kötü sözleri sebebiyle onları
azarlayarak şöyle buyurdu:
"Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına
çağırmışsa?!" Yani Allah kurtuluşa, sevaba ve saadete davet ettiği halde,
onların inançları nefsî arzulara ve kendilerini cehennem azabına davet eden
şeytanın olayı süslü göstermesi üzerine kurulmuşsa, onlar atalarına delilsiz
olarak uyacaklar mı?
Bu aynen şu ayet gibidir: "Ya onların babalan
hiçbir şeyi düşünmüyorlarsa ve doğru yolu bulmamışlarsa!" (Bakara,
2/170). Yani onların yaptıklarını delil olarak kabul ettikleri ataları sapıklık
üzerinde iseler, onların akılları yoksa ve hidayet üzerinde değilseler,
demektir. Onlar atalarının yolunda yürüyerek atalarını izlemektedirler.
Bu, hayret ve yadırgama şeklinde olup müşrikleri hiçe
sayma, onların beyinsizliklerini ortaya koyma ve görüşleriyle alay etme manası
ihtiva eden bir sorudur.
[33]
Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:
1- Allah'ın
birliğinin delili, yaratma ve nimet vermedir. Zira Cenab-ı Hak içindeki güneş,
ay, yıldızlar ve meleklerle birlikte gökleri yaratmış ve bunları yararlanmaları
için insanların emrine vermiştir. Cenab-ı Hak içindeki dağlar, ağaçlar,
meyveler, madenler, su, hava, buhar zerre gibi tamamen tesbit edilemeyecek
olan, hepsi insanların faydasına olan yeryüzünü yaratmıştır.
Âdemoğullarına verdiği nimetleri, ister sağlık,
mükemmel yaradılış, mal, mevki, güzellik ve İslâm hükümleri gibi açık, gözle
görülür maddi nimetler olsun; ister bilgi, akıl, Allah'a yakînen güzel bir
şekilde bağlılık gibi manevî nimetler olsun, ister bilinen nimetler olsun,
isterse her asırda yenilenen ilmî buluşların gelişmesiyle birlikte ilmî olarak
bilinecek nimetler olsun, hepsini tam ve kâmil olarak vermiştir.
2-
Allah'ın birliğine delâlet eden yaratma ve nimet verme gibi delillerin
çokluğuna rağmen insanlardan Nadr b. Haris ve Übeyy b. Halef gibi bir grup
kimse Allah'ın birliği konusunda aklî bir hüccet, ya da Peygamberi-miz'in
sünnetinden naklî bir delil, yahut ışık saçan nurlu bir kitabın beyanı
olmaksızın münakaşa ve mücadele ediyorlar. Burada hüccet, sadece kendilerine
bunları vesvese veren şeytana tâbi olmak, ya da geçmişleri taklit etmektir.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmuştur: "Şeytanlar mücadele
etmeleri için dostlarına ilhamda bulunurlar." (En'am, 6/121).
3- Müşriklerin,
Allah'ın Rasulü'ne indirdiği apaçık ayetlere ve tertemiz hükümlere uymaları
emredildiği zaman müşrikler babalarını ve dedelerini taklit etmeye sarılmaktan
ve şeytanın onlara süslü gösterdiği vesvese ve nefsî arzulara sarılmaktan
başka hiçbir cevap bulamadılar. Zira onlar sapıklıkta şeytana tâbi olurlar.
[34]
22- İyi amel işleyerek kendisini Allah'a veren kimse
şüphesiz en sağsaa. kulpa sarılmış olur. İşlerin sonucu yalnız Allah'a aittir.
23- İnkâr edenin inkarcılığı seni üzmesin. Onların dönüşü bizedir.
O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah
kaplerde olanı gayet iyi bilir.
24- Onları az bir süre geçindiririz. Sonra da onları
katı bir azaba sürükleriz.
"Kim yüzünü teslim ederse" ifadesinde
"yüz" kelimesiyle "cüz" kullanılıp "küll" murad
edilmek suretiyle mecaz-i mürsel yapılmıştır (meal de bunun için
"kendisini" şeklinde verilmiştir).
"İyi amel işleyerek kendini Allah'a veren
kimse" cümlesiyle "İnkâr edenin inkarcılığı seni üzmesin."
cümlesi arasında mukabele adı verilen edebî sanat yapılmıştır.
"... Şüphesiz en sağlam kulpa sarılmış
olur." ifadesi temsilî teşbihtir. İslâm'a sarılan kimse bir dağ zirvesine
çıkmak isteyip de, en sağlam ipe sarılan kimseye benzetilmiş ve mübalâğa için
teşbih edatı hazfedilmiştir.
"Ve ilallahi akıbetü'l-umûr" ayetinde hasr
(yani işlerin sonucunun sadece Allah'a tahsis edilmesini) ifade etmek için,
sonra getirilmesi gereken kelime (ve ilallahi) haber olduğu halde takdim
edilmiştir. (Bu hasır mealde "yalnızca" kelimesi ile ifade
edilmiştir.)
"Katı bir azap", katılık şiddet için
istiare yoluyla kullanılmıştır. Zira katılık yoğun madde için kullanıldığı
halde burada manevî bir durum için kullanılmıştır.
[35]
"İyi amel işleyerek" amelini sağlam bir
şekilde yaparak "kendini Allah'a veren" işini Ona havale eden, O'na
itaate yönelen ve Ona halisane yönelen "kimse şüphesiz en sağlam kulpa
sarılmış olur." En güçlü ve en kuvvetli esasa, yani kesilmesinden emin
olunan en sağlam tarafa bağlanmış olur. Bu ifade taatle meşgul olan, Allah'a
güvenen kişi, bir dağın zirvesine tırmanmak isteyen ve dağdan aşağı sarkıtılan
en sağlam ipe sarılan kimseye benzetilmesidir.
"İnkâr edenin inkarcılığı seni üzmesin."
Yani bu durum dünya ve ahirette sana zarar veremez. Onun inkarcılığına önem
verme. "Onların dönüşü bizedir." Yani onların varacağı yer her iki
dünyada Allah'adır. "O zaman onların yaptıklarını kendilerine haber
veririz." Onları amelleriyle, ya helak etmek ya da azap etmek suretiyle
cezalandırırız. "Allah kalplerde olanı", yani O her şeyde olanları
gayet iyi bildiği gibi gönüllerde olan vesvese ve düşünceleri "gayet iyi
bilir." Bunun karşılığını verir.
"Onları az bir süre geçindiririz." Onları
dünyada hayatları müddetince az bir istifadeyle ya da az bir zaman yaşatırız.
Zira geçici olan hayat devamlı olana göre az sayılır. "Sonra da onları"
ahirette "katı bir azaba" kendilerine ağır gelen bir azaba, cehennem
azabına "sürükleriz." Onlar bundan kaçış yolu bulamazlar.
[36]
Bilgisizce ve inatçılıkla Allah hakkında tartışmada
bulunan kâfirin durumunu beyan ettikten sonra, Allah Tealâ müslümanın durumunu
haber verdi. İşlerin sonunun kendisine varacağını bildirdi. Sonra da Rasulullah
(s.a.)'in karşılaştığı müşriklerin kendi davetinden yüzçevirmelerine karşı
tesellide bulundu. Müşrikleri dünya ve ahirette şiddetli bir azapla tehdit etti.
Ahiret azabının daha şiddetli ve daha ağır olduğuna dikkat çekti.
[37]
"İyi amel işleyerek kendini Allah'a veren kimse
şüphesiz en sağlam kulpa sarılmış olur. İşlerin sonucu Allah'a aittir."
Yani kim Allah'ın emrettiğine tâbi olmak ve Onun nehyedip yasakladığı şeyleri
terketmek suretiyle amelini gayet sağlam ve güzel bir şekilde yaparak Allah'a
ihlasla ibadet ve amelde bulunur, O'nun emrine ve dinine uyarsa; sağlam bir
sicime sarılmış olur. Yani Allah'ın rızasına uluştıracak en sağlam vesilelere
bağlanmış olur. Bu ameline karşılık güzel bir mükâfatla karşılaşacaktır. Zira
bütün yaratıkların akıbeti Allah'adır. Dolayısıyla Allah kendisine dayanan, ibadet
ederken ihlaslı olan kimselere en güzel cezayı verecek, ayrıca kötü davranan
kimseyi en şiddetli azapla cezalandıracaktır.
Cenab-ı Hak daha sonra Rasulü'ne kâfirlerin küfrüne
önem vermemesini nasihat ederek şöyle buyurdu:
"İnkâr edenin inkarcılığı seni üzmesin. Onların
dönüşü bizedir. O zaman, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah
kalplerde olanı gayet iyi bilir."
Allah'ı ve Rasulü'nü inkâr eden kâfirlerin küfründen
dolayı kederlenme ve telaşlanma. Onları önemseme. Onlara üzülme. Zira onların
varışı dünyada da, ahirette de bizedir. Biz onları helak etmek ve azap etmek suretiyle
cezalandıracağız. Onlara ait gizli ve açık hiçbir şey gizli kalmaz. Onlara
gönüllerinin sakladıkları şeyleri haber veririz.
"Men" kelimesi hem müfred hem de cemi için
kullanılmaktadır. Bu sebeple "küfrühü: onların inkarcılığı"
kelimesinde zamir müfred olarak, "merciuhûm: onların varacakları yer"
kelimesindeki zamir cemi olarak kullanılmıştır.
Allah Tealâ daha sonra onların dünyada kalma
müddetlerini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Onları az bir süre geçindiririz. Sonra da
onları katı bir azaba sürükleriz. " Yani onları dünyada ve dünya
zinetleriyle az bir fayda ile ya da az bir süre faydalandırırız. Sonra da
onları zorlu, ağır ve şiddetli bir azaba maruz bırakırız. Ayette geçen
"galiz: katı" kelimesi maddî şeylerde kullanılırken burada manevî
şeyler için kullanılmıştır. Anlatılmak istenen, azabın "şiddetli"
oluşudur.
[38]
Bu ayetler insanların ahirette iki grup olacaklarına
ve bir grubunun cennette, diğer bir grubunun cehennemde olacağına delâlet
etmektedir.
Kim ibadetini ihlasla yapar, Allah Tealâ'yı
arzularsa; Allah'a O'nu görür gibi ibadet etmek suretiyle -her ne kadar
kendisi Allah'ı görmese de Rabbinin kendisini gördüğünü düşünmek suretiyle-
amelini gayet sağlam yaparsa bu kimse Allah'tan kendilerine azap edeceği
şeklinde sağlam bir ahit verilen kurtulmuş kimselerden olur. Bütün işlerin sonu
ve akıbeti Allah Tealâ'ya aittir.
Allah'ın varlığını veya birliğini inkâr eden ve O'na
başkasını şirk koşan kimseyi Allah cezalandıracaktır. Allah kulun gizlediği ve
açığa vurduğu her şeyi en iyi bilendir.
Dünyada kalma müddeti azdır. Onlar dünyada az bir
müddet yararlanacaklar, daha sonra şiddetli bir azaba -cehennem azabına-
sürüklenip götürüleceklerdir.
[39]
25- Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan
kimdir?" diye sorsan, "Allah'tır" derler. Sen de: "Allah'a
hamdolsun." de. Doğrusu onların çoğu bilmezler.
26- Göklerde
ve yerde olan her şey Allah'ındır. Şüphesiz Allah her şeyden müstağnidir.
Sonsuz övgüye layıktır.
27- Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, deniz
mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa, yine de Allah'ın
kelâmı tükenmez. Şüphesiz Allah yegâne galiptir, sonsuz hikmet sahibidir.
diriltilmeniz de tek bir kişKnin yaratılması ve
diriltilmesi) gibidir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.
29- Görmüyor
musun ki, Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine koymaktadır.
Güneşi
biri belirli bir vadeye kadar akıp gidecektir.
Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
30- Bu, Allah'ın mutlak hakikat olmasından ve O'ndan
başka taptıkları şeylerin batıl olmasındandır. Doğrusu Allah çok yücedir, çok
büyüktür.
31- Görmüyor musun ki, kudret delillerinden bir
kısmını göstermek için, Allah'ın nimetiyle denizde gemiler akıp gitmektedir.
Şüphe yok ki bunda çok sabreden, çok şükreden için ayetler vardır.
32- Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman
dinde ihlaslı olarak Allah'a yalvarırlar. Onları karaya çıkararak kurtardığında
içlerinden bir kısmı orta yolda kalır. Zaten ayetlerimizi ancak gaddar ve
nankörler inkâr eder.
Sabbâr (çok sabreden), şekûr (çok şükreden), hattâr
(çok gaddar), ke-fûr (çok nankör), semi' (her şeyi işiten), basıyr (her şeyi
gören) sîgaları mübalâğa sîgalarıdır. Burada ayrıca tevafuku'l-fevasıl veya
secî adı verilen edebî sanat vardır.
"İçlerinden bir kısmı orta yolda kalır."
ifadesinde hazif yoluyla îcaz yapılmıştır. Ayetin manası: İçlerinde orta yolu
tutanlar da, kâfir olanlar da vardır. "Ayetlerimizi ancak gaddar ve
nankörler inkâr eder." ayeti hazfedilen kısma delâlet eder.
[40]
"Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri
yaratan kimdir?" diye sorsan:" Yaratmayı Allah'tan başkasına isnad
etmeye engel olan delillerin açıklığı sebebiyle "Allah 'tır, derler."
Zira onlar Allah'ın varlığını ikrar etmek mecburiyetinde kaldılar.
Allah'ın birliğinin sabit olması hususunda hüccetin
onların aleyhine ortaya çıkması, onların akidelerini iptal eden şeyi itiraf
etmeye mecbur kalmaları sebebiyle "Sen de: Allah'a hamd olsun, de. Ama onların
çoğu bilmezler. " Bu hüccetle ilzam edildiklerini bilmezler.
"Göklerde ve yerde olan her şey" mülk,
yaratık ve kul olarak "Allah'ındır. " Dolayısıyla göklerde ve yerde
O'ndan başkası ibadete layık değildir. "Şüphesiz Allah her şeyden"
mahlûkatından "müstağnidir. O sonsuz övgüye layık olandır." Hamde
layık olan, yaptıklarıyla hamdüsenaya mazhar olandır.
"Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa,"
cümlesinde ağaç kelimesi cins isim olarak "şecer" kelimesi yerine,
her ağacı tek tek içine alması ve böylece tek bir ağaç kalmadan bütün ağaç
cinsini ihtiva etmesi için "şecere" şeklinde, müfred olarak
kullanılmıştır, "denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte
bulunup yazılsa," yani okyanus bütün genişliğiyle mürekkep olsa demektir.
Ayette "mîdad: mürekkep" kelimesi yerine aynı kökten gelen
"yümiddühû" kelimesiyle yetinilmiştir. "yine de Allah'ın kelimeleri"
O'nun ilimleri "tükenmez." Bütün ağaçlar kalem olsa ve bütün denizler
mürekkep olsa, Allah'ın ilmi tükenmez. "Şüphesiz ki Allah yegâne galiptir."
Onu hiçbir şey âciz bırakamaz. "Sonsuz hikmet sahibidir." Hiçbir şey
O'nun ilim ve hikmetinin dışında kalmaz.
Ey insanlar! "Sizin yaratılmanız da, tekrar
diriltümeniz de tek bir kişi gibidir." Tek bir kişinin yaratılması ve
diriltilmesi gibidir. Zira herhangi bir iş O'nu diğer bir işten meşgul etmez.
Çünkü O'nun "kün" kelimesiyle her şey olur. "Şüphesiz
Allah" her şeyi "işitendir", her şeyi "görendir." Bir
şeyi idrak etme, O'nu bir başka şeyi idrak etmekten alıkoymaz.
Ey bu ayete muhatap olan kişi! "Görmüyor
musun," bilmiyor musun ki "Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de
gecenin içine koyuyor." Yani birini diğerine ekliyor. Dolayısıyla gece ve
gündüzden, noksan olana diğerinden ilâve yapar. "Her biri", nurlu
güneş ve aydan her biri "belirli bir vadeye kadar" belirlenen, takdir
edilen müddete kadar, güneşin yıllık devrinin sonuna ve ayın yıllık devrinin
sonuna ya da kıyamet gününe kadar "akıp gidecektir. Şüphesiz Allah
yaptıklarınızdan haberdardır." Bunun asıl mahiyetini gayet iyi bilir.
"Bu" ilâhî ilmin genişliği, kudretinin her
şeyi kaplaması ve hayret verici sanatı hususunda zikredilen hususlar
"Allah'ın mutlak hakikat olmasındandır. " O'nun zatında değişmez,
her yönüyle vacip ve ulûhiyeti sabit olmasındandır, "ve O'ndan başka
taptıkları şeylerin batıl oluşundandır." Yani onların Allah dışında
tapındıkları şeyler aslında hiç var olmayan, yok hükmünde, ya da derhal
kaybolan şeylerdir, yahut ilâhlıkları hükümsüzdür. "Doğrusu Allah çok
yücedir, çok büyüktür." Bütün mahlûkatından ve her şeyden ezici
hakimiyetiyle çok yüksektir. Her şeye hakimdir. O çok uludur.
"Görmüyor musun ki, kudret delillerinden bir
kısmını göstermek için Allah'ın nimetiyle" sebepleri hazırlamak suretiyle
"denizde gemiler" O'nun insanıyla "akıp gitmektedir."
Yiyecek, eşya v.b. yükleri taşımaktadır. Bu Onun göz kamaştırıcı kudretine,
mükemmel hikmetine ve her şeyi kuşatan nimetine delâlet eden ikinci bir
delildir. Ey bu ayete muhatap olanlar! "Şüphe yok ki bunda"
zorluklara karşı ve isyana karşı "çok sabreden" ufuklarda ve nefislerde
düşünmek için kendini yoran, O'nun nimetlerine "çok şükreden" bu
nimetleri tanıyan, bu nimetleri bağışlayanı bilen "kimse için
ayetler" alâmetler ve ibretler "vardır."
"Dağlar" ya da bulutlar gibi "dalgalar
insanları kuşattığı" ve onları tamamen örttüğü "zaman"
kendilerini kurtarması için "dinde ihlaslı olarak O'na yalvarırlar."
Şiddetli korku sebebiyle Allah'la birlikte başka birine yal-varmazlar.
"Onları karaya çıkararak kurtardığında içlerinden bir kısmı orta yolda
kalır." Yani küfürle iman arasında bulunur, yahut Allah'ın birliğini kabul
etmek olan orta yolda bulunur. Ondan başkasına yönelmez. Onlardan bir kısmı
küfrü üzerinde devam eder. "Zaten ayetlerimizi" kendilerini dalgalardan
kurtarmak gibi kudretimizin delillerini, ancak '"gaddar" olan, fıtrî
ahdi bozan "'ve nankörler" nimetleri görmezden gelenler "inkâr
eder."
[41]
"Eğer yeryüzünde ağaçlar kalem olsa..."
ayetinin (27. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir, İkrime'den
naklediyor ki: Ehl-i Kitap Peygamberimiz (s.a.)'e "Ruh" hakkında
soru sormuşlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Sana ruhu sorarlar. De ki:
Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsra,
17/85) ayetini indirdi. Ehl-i Kitap da şöyle dediler:
- Sen bize
ilimden pek az bir şey verildiğini iddia ediyorsun. Halbuki bize Tevrat
verildi. O ise hikmetli kitaptır. "Kime hikmet verilirse, ona çok hayır
verilmiş olur." (Bakara, 2/269).
Bunun üzerine Lokman suresinin "Eğer yeryüzünde
ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa..." mealindeki 27. ayeti nazil
oldu.
İbni İslak ve İbni Ebî Hatim, Ata b. Yesar'dan
naklediyorlar: Mekke'de, "Size ilimden pek az bir şey verilmiştir."
(İsra, 17/85) ayeti nazil oldu.
Peygamberimiz (s.a.) Medine'ye hicret edince Yahudi
ilim adamları ona gelip:
- Bize
ulaşdığına göre sen "Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." diyorsun.
Bununla bizi mi, yoksa kavmini mi kastediyorsun? dediler. Peygamberimiz
(s.a.):
- Herbirini kastettim, dedi. Yahudiler:
- Peki, sen bize içinde herşeyin açıklamasının
bulunduğu Tevrat'ın verildiği ayetlerini okuyorsan, dediler. Bunun üzerine
Peygamberimiz (s.a.):
- O Allah'ın ilminde azdır, diye cevap verdi. Cenab-ı
Hak da "Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep
olsa..." (Lokman, 31/27) ayetini indirdi.
Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî el-Azame kitabında,
İbni Cerir Tefsirinde Katade'den naklediyorlar: Müşrikler, bu ilâhî kelâm
yakında tükenecek bir kelâmdır, dediler. Bunun üzerine: "Eğer yeryüzünde
ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ..." ayeti nazil oldu.
"Sizin yaratılmanız da..." ayeti (28. ayet)
Übeyy b. Halef, Übeyy b. Esedîn, Münebbih b. Haccac b. Sebbak ve Nebîh b.
Haccac b. Sebbak hakkında nazil oldu. Bunlar Peygamberimiz (s.a.)'e şöyle
dediler:
- "Allah
Tealâ bizi merhaleler halinde yarattı. Önce nutfe, sonra kan pıhtısı, sonra et
parçası, sonra da kemikler halinde yarattı, diyorsun. Sonra da: Biz hep
birlikte bir saat içinde yeni bir yaradılışla diriltileceğiz, diyorsun!.."
Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Sizin yaratılmanız
da, tekrar diriltilme-niz de tek bir kişinin yaratılması gibidir." ayetini
indirdi.
[42]
Göklerin direksiz yaratılması ve mahlûkatına açık ve
gizli nimetleriyle ihsanda bulunulması örnekleriyle Allah'ın birliğine dair
delillerin ortaya konulmasından sonra; Allah Tealâ müşriklerin Allah'ın
varlığını itiraf ettiklerini, onların sıkıntı anında O'na yalvardıklarmı,
kurtulduktan sonra da inkarcılıklarına döndüklerini beyan etmektedir.
Cenab-ı Hak daha sonra göklerde ve yerde olan her
şeyin O'nun mülkü olması deliliyle kendisinin birliğini isbat etti. Bundan
sonra ilminin genişliğine, kudretinin her şeyi kuşattığına dair delilleri
ortaya koydu. İnsanların yaratılması ve tekrar diriltilmesi, gece ile gündüzün
peşpeşe gelmeleri, ay ve güneşin belirli bir yörüngede istihdam edilmesi,
Cenab-ı Hakk'm kolaylaştırması ve sebeplerini hazırlamasıyla gemilerin
denizlerde seyretmesi bu delillerden olup müşrikler bu ilâhî kudret delillerini
itiraf ediyorlardı.
[43]
"Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan
kimdir?" diye sorsan, "Allah'tır." derler." Yani Allah'a
yemin olsun ki kavminden olan Allah'a şirk koşan bu müşriklere: Gökleri ve yeri
yaratan kimdir? diye sorsan: Bu yaratıcı Allah'tır, diye cevap verirler.
Onlar, bu durumun gayet açık olması, başka bir
alternatifin bulunmaması sebebiyle bu gerçeği inkâr etmeksizin göklerin ve
yerin yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ederler. Böylece Allah'ı itiraf
etmeye mecbur kalırlar. Bununla birlikte müşrikler Allah'ın yarattığı varlıklar
olduklarını, O'nun mülkü olduklarını itiraf ettikleri şeyleri Ona ortak koşarak
onlara taparlar.
"Allah'a hamdolsun, de. Ama onların çoğu
bilmezler." Ey Rasulüm! Bu itiraflarından dolayı Allah'a hamdolsun, de.
Zira sizin buna mecbur kalmanız sebebiyle aleyhinizdeki hüccet ortaya konulmuş
oldu. Tevhidin delilleri gayet açıktır. Bunu neredeyse hiçbir kimse inkâr
edemeyecektir. Fakat müşriklerin çoğu Allah'la birlikte O'ndan başkasına
tapılmaması gerektiğini bilmiyorlardı. Bu hüccet kendilerini ilzam etmekte,
onların tenakuz içinde olduklarını açığa vurmaktaydı. Onlar bu uyarının
bulunmasına rağmen buna dikkat etmiyorlardı.
Allah'ın varlığı ve birliğine dair bu açık itirafın
bildirilmesinden sonra Allah Tealâ buna şu ayetle delil getirdi:
"Göklerde ve yerde olan herşey Allah 'indir.
Şüphesiz Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye layıktır." Yani
göklerde ve yerde bulunan her şey mülk, yaratık, kul ve tasarruf olarak Allah'a
aittir. Bu, O'ndan başka kimsenin değildir. İbadete O'ndan başkası da layık
değildir. Çünkü O kendisinden başka herşeyden müstağnidir. Her şey O'na
muhtaçtır. Onlar O'nun mülküdürler. O'na muhtaçtırlar. O bütün işlerde
övülendir. İhsan ettiği nimetlerine karşı yarattığı ve emrettiği her şeyde
hamde layık olandır.
"Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır."
ayetinde O'nun mülkünün göklerde ve yerde varolan şeylerle sınırlı olması
manasının anlaşılmaması için Allah Tealâ kudretinin ve ilminin sonsuz olup
hayret verici durumda olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:
"Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler
mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa yine de Allah'ın
kelâmı tükenmez. Şüphesiz Allah yegâne galiptir, sonsuz hikmet sahibidir."
Yeryüzünün bütün ağaçları kalem olsa, deniz mürekkep
olsa, ayrıca onunla birlikte yedi deniz de mürekkep olsa ve bununla Allah'ın
azameti, sıfatlan ve celâline delâlet eden kelimeleri yazılsa kalemler kırılır,
denizin suyu biterdi. Zira Allah çok güçlü olup O'nu hiçbir şey âciz bırakamaz.
O sanatında sonsuz hikmet sahibi olup hiçbir şey O'nun ilminin ve hikmetinin
dışına çıkamaz. O kudreti mükemmel olandır. Dolayısıyla O'nun sonsuz gücü
vardır.
Ayette "yedi deniz" mübalâğa yoluyla
zikredilmiş olup hasr yoluyla va-rid olmamıştır. Nitekim dünyayı kuşatan yedi
deniz bulunduğu varid değildir. Araplar yedi, yetmiş ve yediyüz kelimesiyle
çokluğu murad etmektedir.
Kısaca; ayet Allah'ın azameti, kibriyası, celâli, tam
kelimeleri, ilmi ve hiçbir kimsenin kuşatamayacağı, mahiyetine ve derinliğine
hiçbir beşerin muttali olamayacağı ilâhî esrarını haber vermektedir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Allahım! Seni tenzih ederim. Sana tam manasıyla senada bulunamam. Sen
kendine nasıl senada bulunmuşsan öylesin." Dolayısıyla Allah Tealâ'nın
ilminin sonu yoktur. "Allah'ın kelimelerinden murad O'nun bilgileri
demektir. Bir başka görüşe göre: Bu bilgiler yokluktan varlığa çıkanlar
dışında yoklukta bulunan bilgilerdir.
[44]
Ayetin benzeri olan bir başka ayet şudur:
"Deniz, Rabbimin kelimeleri için mürekkep olsa, bir o kadar denizi yedekte
bulundursak bile Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdi."
(Kehf, 18/109).
Ayette geçen "bi-mislihi" kelimesinden
murad, sadece bu denizin bir misli demek değildir, bilakis bu denizin birkaç
misli, demektir. Zira bu kelime müfred ve muzaf olup umumî mana ifade
etmektedir.
Allah Tealâ kudretinin ve ilminin mükemmel olduğunu,
O'nun kelimelerini ve malûmatım hiçbir kimsenin kuşatamayacağını beyan
ettikten sonra bu mahlûkatı ilmiyle kuşattığını ve ilk defa yaratmaya muktedir
olduğu gibi diriltmeye ve mahşerde toplanmaya muktedir olduğunu açıklamakta
ve şöyle buyurmaktadır:
"Sizin yaratılmanız da tekrar diriltilmeniz de
tek bir kişi gibidir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi
görendir." Yani bütün insanların yaratılması ve kıyamet günü
diriltilmeleri Onun kudretine oranla bir nefsi yaratmak gibidir. Hepsi O'na
kolaydır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "O'nun emri bir şeyi
murad ettiği zaman "ol" dediği zaman oluverir." i Yasin, 36/82).
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bizim emrimiz tek olup göz kırpması
gibidir." (Kamer, 54/50). O bir şeyi bir defa emreder, bu da hemen
oluverir. Bu emrin tekrar edilmesine ve tekid edilmesine ihtiyaç yoktur.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Fakat o ancak bir tek haykırıştır. O zaman,
onlar, görürsün ki hemen diri olarak toprağın yüzündedirler." (Naziat,
79/13-14).
"Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi
görendir." ayetinin manası, Allah kullarının sözlerini gayet iyi
işitmekte, onların fiillerini gayet iyi görmektedir. Onun bunları işitmesi ve
görmesi bir kişiyi görmesi gibidir. Onlara karşı muktedir olması, bir kişiye
karşı muktedir olması gibidir.
Allah Tealâ'nın göklerde ve yerde bulunan herşeyin
insanoğlunun emrine verildiğini beyan ettikten sonra burada: "Geceyi
gündüzün içine koyar." ayetiyle göklerde ve yerde bulunan şeyleri
özellikle zikretmektedir. Sonra "Güneşi de, ayı da emrinize
vermiştir." ayetiyle göklerde olanları zikretmiş, bunun ardından
"Görmüyor musun ki Allah'ın nimetiyle denizde gemiler akıp
gitmektedir." ayetiyle yeryüzünde olan bazı nimetleri zikretmektedir.
"Görmüyor musun ki, Allah geceyi gündüzün içine,
gündüzü de gecenin içine koymaktadır." Müşahede etmiyor musun ki, Allah
gece ile gündüzün birbirini izleme hususunda, kışın gündüzün hesabına gecenin
müddetine ilâve etmektedir. Yazın gecenin hesabına gündüzün müddetine ilave
etmektedir. Bundan alıp, ona ilâve etmekte, biri uzayıp, diğeri kısalmaktadır.
"Güneşi de, ayı da emrinize vermiştir. Her biri
belirli bir vadeye kadar akıp gidecektir. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır."
Yani iki nurlu varlık olan güneş ve ayı mahlûkatın maslahatı ve menfaati için
tahsis etmiştir. Bu ikisinden herbiri belirli bir son noktaya kadar ya da kıyamet
gününe kadar süratle seyreder. Muhakkak Allah hayır ve şer bütün amellerinize
muttalidir. Size bunların karşılığını verecektir. O her şeyi bilen
yaratıcıdır.
Allah Tealâ, daha sonra kudret ayetlerini beyan etme
gayesini zikrederek şöyle buyurdu:
"Bu, Allah'ın mutlak hakikat olmasından ve O'nun
dışında taptıkları şeylerin batıl olmasındandır. Doğrusu Allah çok yücedir, çok
büyüktür." Yani O kudretinin alâmetlerini ortaya koyarken, kudretinin ve
hikmetinin hayret verici tezahürlerini beyan ederken sadece O'nun hak olduğuna,
yani ibadete layık değişmez bir varlık olduğuna, O'nun dışında olan şeylerin
yo-kolmaya mahkum batıl şeyler olduğuna delil olsun diye bunları beyan etmektedir.
O kendisinin dışında olan şeylerden müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır. Zira
göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun mahlûku ve kuludur. Onlardan hiçbiri
O'nun izni, kudreti ve iradesi olmaksızın bir zerreyi bile kımıldatamazlar.
Allah Tealâ kendisinde üstün bir varlık olmayan en yücedir. Her şeyden
üstündür. Her şeyden büyük olan en büyüktür. Hakimiyeti muazzam olandır. Her
şey O'na boyun eğicidir.
Cenab-ı Hak varlığına, kudretine ve birliğine delâlet
eden semavî delillerden dolayı yerle ilgili bir delil zikretmiştir:
"Görmüyor musun ki, kudret delillerinden bir
kısmını göstermek için Allah'ın nimetiyle denizde gemiler akıp gitmektedir.
Şüphe yok ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için pekçok ibretler
vardır."
Bilmiyor musun ki Allah size kudretinden bir kısmını
göstermek için ilâhî emriyle, yani lütfü ve insanıyla, sebepleri hazırlamasıyla
gemilerin denizde seyretmeleri için denizi insanoğlunun emrine vermiştir. Zira
suda gemileri taşıyabilecek bir güç olmasaydı, gemiler akıp gidemezdi.
Bu zikredilen gökyüzü ve yeryüzündeki delillerde
sıkıntı anında gerçekten çok sabreden, rahat zamanında çok şükreden herkes
için açık deliller ve nurlu alâmetler vardır. Çünkü mümin Rabbini hatırlar,
kendisine bir belâ isabet ettiği zaman sabreder ve bir nimet geldiği zaman da
şükreder.
Beyhakî'nin Enes'den rivayet ettiği "zayıf bir
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İman iki
parçadır. Bir yarısı sabırda, diğer yarısı şükürdedir."
Allah Tealâ daha sonra müşriklerin sıkıntı anında
O'na iltica edip rahat halinde O'nu unutmaları şeklindeki çelişkili ve değişik
tavırlarını zikrederek şöyle buyurdu:
"Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı 'zaman
dinde ihlaslı olarak Allah'a yalvarırlar. Onları karaya çıkarıp kurtardığında
içlerinden bir kısmı orta yolda kalır. Zaten ayetlerimizi ancak gaddar ve
nankörler inkâr eder." Yani dağlara ve bulutlara benzeyen yüksek dalga
tehlikesi onları sardığı zaman fıtrata dönerler ve Allah'a içtenlikte ve
itaatte ihlaslı olarak,
Ona başkasını şirk koşmaksızın, sadece Ondan yardım
isteyerek içten dua ederler. Allah kendilerine rahmet edip de O'nun lütfuyla
kendilerini kuşatan korkunç felaketlerden kurtulup sahile selametle
ulaştıklarında onların bir kısmı küfürde orta yolu tutan, bir parça sıkıntıda
Allah'ın tevhidine yönelen kimselerdir. Diğer bir kısmı için gaddar, ahdini
bozan, Allah'ın nimetlerini inkar eden kimselerdir. Bizim kâinattaki kudret
ayetlerimizi ancak çok gaddar olanlar ve Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine
karşı nankör olanlar inkâr edebilir.
Bu ayetin benzeri şudur: "Denizde bir sıkıntıya
düştüğünüz zaman, O'ndan başka yalvardıklarınız kaybolup gider. Fakat o sizi
karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu pek
nankördür." (İsra, 17/67)
[45]
Bu ayetler şu
hususları işaret etmektedir:
1-
Müşrikler göklerin ve yerin yaratıcısı hakkındaki soruya, O'nun Allah olduğu
cevabını vermek zorunda kaldılar. Onlar Allah'ın kendilerinin yaratıcısı
olduğunu itiraf ettiklerine göre o halde niçin O'ndan başkasına tapıyorlar?
Hamd, bize dinini tanıma imkânı, "hidayet"
bahşeden Allah'a mahsustur. O'ndan başkasına hamd lâyık değildir. Fakat o
kâfirlerin çoğu bakmazlar ve düşünmezler. Bu, ilk ayetin delâlet ettiği
husustur.
Bunun ardından gelen ikinci ayete bildirilmektedir ki
göklerde ve yerde olan her şey mülk ve yaratık olarak Allah'ındır. Allah
mahlûkatından ve onların yapacakları ibadetten müstağnidir. Allah onlara
ibadeti kendilerine faydalı olması için emretti. Allah yaptıklarında, hamde
layık olandır.
2- Son
ayet (Lokman, 31/32) müşriklerin Allah'ın varlığı ve birliğini ikinci defa
itiraf ettiklerine delâlet etmektedir. Zira onlar denizin dalgalanması ve
dalgaların yükselmesi sebebiyle boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları
zaman kendisine iltica etmek için Allah'tan başka bir sığınak bulamadılar.
Allah'ın birliğini tanıyarak dua ediyorlar, kurtulmaları için O'ndan başkasına
dua etmiyorlardı. Denizden kurtulup da karaya ve emniyete ulaştıklarında
onlardan bir kısmı tevhid ve taate sımsıkı sarılan, denizdeyken Allah'a
verdikleri sözde duran mümin olur, diğer bir kısmı ise kâfir olurlar.
"Bizim ayetlerimizi ancak gaddar ve nankör
olanlar inkâr eder." Yani Allah'ın birliğine delil olan kudret ayetlerini
ancak küfre dalmış gaddar olan kimse ve nimetlere şükretmeyen, nimetleri itiraf
etmeyip unutur görünen nankör kimseler inkâr ederler.
3- Allah
kelâmının manaları sonsuzdur, tükenmez, bunun tamamen tesbiti veya sayılması
mümkün değildir. Bu Kur'an beyanı, bize bunu göstermiştir.
Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa, bunlarla
Allah'ın kudretine ve birliğine delâlet eden Allah'ın hayret verici sanat
eserleri yazılsa bu hayret verici şeyler bitmezdi.
Allah Tealâ ezelî ve ebedîdir. Yaratılmış varlığın
ise mutlaka bir başlangıcı ve sonu vardır. Ayetteki "kelimaf'tan maksat
kadîm olan kelâmdır. Ayetin muradı Allah'ın kelimelerinin manalarının çokluğunu
bildirmektir. Bu ise aslında sonsuzdur. Ancak bu misalle durum beşer aklına
sonu olan şeyle yaklaştınlmıştır. Çünkü bu durum insanoğlunun anlayabileceği
son noktadır. Yoksa bu kelimeler, bu kalem ve denizlerden daha fazlasıyla biter,
demek değildir.
Allah'ın kelâmının manalarının sonu olmadığına göre
Allah'ın eşyanın hakikatine dair ilminin de sınırlandırılması mümkün değildir.
Bu da çok geniş ve çok kapsamlıdır.
Kısaca: Allah'ın kelimeleri takdir ettiği şeyler,
acaip yaratıkları ya da ilmidir.
4- Bütün
beşerin yaradılışının başlangıcı sadece bir canın yaratılması gibidir. Onların
kıyamet günü diriltilmeleri de bir canın diriltilmesi gibidir. Zira kullara zor
olan şey, Allah'a zor gelmez. Onun bütün cihanı yaratması, bir nefsi yaratması
gibidir. Şüphesiz ki Allah onların söylediklerini gayet iyi işitir, yaptıklarını
gayet iyi bilir.
5-
"Allah'ın geceyi gündüze kattığını, gündüzü de geceye kattığını, güneş ve
ayı hizmetinize verdiğini görmüyor musunuz?" ayeti Allah Tealâ'mn
kudretine delâlet eden dış âlemden getirilen bir delildir. Ayette Allah güneş
ve ayın doğuş ve batışlarıyla ecelleri takdir etmek ve faydaları tam manasıyla
gerçekleştirmek için insanın emrine vermiştir. Bunların doğuş ve batışını
aşılamayacak ve eksik olamayacak şekilde belirli bir vakitte tayin etmiştir.
Ay ve güneşin varlığı kıyamet günü göklerin ve yerin hayatının sona ermesiyle
son bulacaktır.
Bu şeylere muktedir olan kimse mutlaka bunları bilen kimse
olmalıdır. Bunları bilen, sizin amellerinizi de bilecektir. Allah Tealâ
bunları (gece ile gündüzdeki artma ve eksiltme, ay ve güneşin insanoğlunun
emrine verilmesi) Allah'ın Hak ilah olduğunu, O'nun dışındaki şeylerin hiçbir
varlığı ve hakikati olmayan yokolmaya mahkûm batıl şeyler olduğunu, Allah'ın
makamının çok yüce, hakimiyetinin çok büyük olduğunu bilip ikrar etmeniz
içindir.
6- Cenab-ı
Hakk'ın: "Görmüyor musun ki Allah'ın nimetiyle gemiler akıp
gitmektedir." Allah Tealâ'nın kudretine delâlet eden yeryüzüyle ilgili
kudret ayetlerinden biridir. Suyu gemileri taşımaya muktedir halde kılan,
gemileri ya rüzgârla ya da insana buhar, petrol, atom ya da elektrik enerjisinden
yararlanmayı öğretmek ve ilham etmek suretiyle süratle yürüten O'dur.
Bütün bunlar Allah'ın bize bazı ayetlerini göstermesi
ve O'nu kudretinin bazı tecellilerini denizlerde müşahede etmemizi temin etmek
içindir.
Bu hususlarda Allah'ın kaderine karşı çok çok
sabreden, O'nun nimetlerine çok çok şükreden herkes için pek çok alâmetler,
ibretler ve öğütler vardır.
Şa'bî diyor ki: Sabır imanın yarısıdır. Şükür de
imanın -ikinci- yarısıdır. Yakîn ise imanın tamamıdır. Cenab-ı Hakk'ın şu
ayetini görmüyor musun? "Bunda çok çok sabreden çok çok şükreden herkes
için pek çok ayetler vardır."
[46]
33- Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Ne babanın
evlâdına, ne de evlâdın babasına hiçbir yardımda bulunamayacağı günden sakının.
Allah'ın vaadi elbette haktır. Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın. Sakın o
mağrur şeytan, Allah'a güvendirerek sizi aldatmasın.
ali 34- Kıyametin bilgisi ancak Allah'ın katındadır.
Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne elde
edeceğini bilmez. Hiçbir kimse nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah her
şeyi gayet iyi bilendir, her şeyden haberdardır.
"Rabbinizden korkun." O'nun cezasından korkun.
"Ne babanın evlâdına, ne de evlâdın babasına hiçbir yardımda
bulunamayacağı günden sakının. " Ayet, mümin bir kişinin ahirette kâfir
babasına veya çocuğuna yardımı dokunmayacağını da ifade eder. "Allah 'in
vaadi elbette haktır." Yani öldükten sonra diriltme, sevap ve ceza verme
vaadi doğrudur ve bundan asla dönmeyecektir. "Sakın sizi dünya hayatı
gurura sevketmesin." Sizi aldatmasın. "Sakın o mağrur şeytan"
ve insanı aldatan mal ve mevki gibi her şey "Allah'a", Allah'ın hilim
sahibi olmasına ve mühlet vermesine "güvendirerek sizi aldatmasın."
Şeytan, tevbe edersin, bağışlanırsın, diyerek ümit verir ve günah işleme
cesareti verir.
"Kıyametin bilgisi", kıyametin kopma
vaktine dair bilgi "ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru" kendi
ilmindeki yakitte "O indirir. Rahimde olanı" ceninin erkek-dişi,
tam-noksan, canh-ölü oluşunu, bundan başka cenine ait özellik, durum ve
vasıflarını "O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını" hayır veya
şer ne elde edeceğini, karar verdiği şeyi uygulayıp uy-gulamıyacağını
"bilmez. Hiçbir kimse nerede öleceğini" ve ne zaman öleceğini
bilmez. Bunu sadece Allah bilir. "Şüphesiz Allah" her şeyi
"gayet iyi bilendir, her şeyden", gizli-açık her şeyin bilgisinden
"haberdardır."
[47]
"Kıyametin bilgisi ancak Allah
kalındandır." ayetinin (34. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni
Cerir ve İbni Ebî Hatim, Mücahid'den naklediyor ki: Badiye'den Haris b. Amr
isimli bir adam geldi.[48]
Peygamberimiz
(s.a.)'e:
- Benim hanımım hamiledir. Doğuracağı çocuğu bana
haber ver. Bizim beldemiz kuraktır. Yağmurun ne zaman yağacağını bana haber
ver. Ben ne zaman doğduğumu öğrendim. Bana ne zaman öleceğimi de sen haber ver,
dedi.
Bunun üzerine Allah "Kıyametin bilgisi Allah
katındadır...." mealindeki 34. ayeti indirdi.
[49]
Cenab-ı Hak surenin başlangıcından sonuna kadar
tevhid delillerini zikrettikten sonra Allah'tan korkulması, sakınılması ve
kıyamet gününden korkulmasını emretti. Zira o tek olduğu için kendisinden son
derece korkulmasını vacip kıldı. İnsanları ahiret günüyle uyardı ve bu günün
gerçek olup meydana geleceğini haber verdi.
Sonra da surenin son ayetleri olarak ilmini kendisine
ayırdığı "beş gayb anahtarı" ile bunu tamamladı. Çünkü bu uyarıdan
sonra sanki biri şöyle diyebilir:
- O halde bu gün ne zaman olacak? İşte buna cevap
olarak bu hususları bilmenin Allah'tan başkası için mümkün olamayacağı, fakat
ahiret gününün mutlaka olacağı, bunun vaktini insanlar bilmeseler de Allah'ın
buna kadir olduğu şeklinde cevap verildi.
[50]
"Ey insanlar! Allah'tan korkun. Ne babanın
evlâdına, ne de evlâdın babasına hiçbir yardımda bulunamayacağı günden
sakının." Ey mümin ya da kâfir insanoğulları! Sizi yaratan, size rızık
veren ve bu kâinatı sizin emrinize veren Rabbinizden korkun. Onun cezasından sakının.
Son derece şiddetli olan, hiçbir babanın evlâdına fayda veremeyeceği, canını
bile feda etse kabul edilmeyecek olan; hiçbir evlâdın babasına fayda
veremeyeceği, canını bile feda etse kabul edilmeyecek olan kıyamet gününden
korkun.
Cenab-ı Hak daha sonra bu günün kesinlikle meydana
geleceğini haber vererek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır." Yani
Allah'ın diriliş, sevap ve ceza ile ilgili vaadi elbette meydana geleceği
kesin, değişmez bir husus olup bunda hiçbir şüphe yoktur. Onun vaadinde asla
geri dönüş yoktur.
Korkutmanın gereği bugün için hazırlanmak ve dünyaya
bağlanmayı terketmektir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Sakın sizi dünya
hayatı aldatmasın. Sakın o mağrur şeytan Allah 'a güvendirerek sizi
aldatmasın." Yani sakın sizi dünyanın ziyneti aldatmasın. Ahiret için
hazırlanmayı terkede-rek dünya ile huzur bulup ona tamamen meyletmeyin. Şeytan
sizi Allah'ın hilim sahibi olması ve size mühlet vermesiyle aldatmasın. Şeytan
size bağışlanma vaadinde bulunur. Masiyeti size süslü göstererek sizi isyana
sev-keder. Size ahireti unutturur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Şeytan onlara vaadde bulunuyor, onları
kuruntulara düşürüyor. Şeytan sadece onları aldatmak için vaadde
bulunmaktadır." (Nisa, 4/120).
Bu ayette dünyanın süsleri ve geçici zevkleriyle
aldatıcı olduğuna ve şeytanın vesveseleriyle insanları ahiretten ve salih amel
işleyerek ahiret için azık hazırlamaktan vazgeçirmek için dünyaya aldanmayı
güçlendirir.
Bir görüşe göre "garûr" dünyadır. Bir başka
görüşe göre, masiyete karşı bağışlanma temennisidir. Allah'ın rahmetine ya da
bir şefaatçinin şefaatine güvenme, yahut Allah ve Rasulü'nü amel olmaksızın
kalben seven bir mümin olduğuna güvenme şeklinde batıl kuruntulardır.
Said b. Cübeyr diyor ki: Allah'la aldanmak kişinin, Allah
mağfiret eder, deyip masiyete devam etmesidir.
Kur'an bu temennileri şu ayetle reddetti: "Bu,
sizin kuruntularınıza ve Kitap Ehli'nin kuruntularına göre değildir. Kim
kötülük yaparsa, cezasını görür. Kendisine Allah'tan başka ne dost, ne de
yardımcı bulur." (Nisa, 4/123)
Allah Tealâ daha sonra ilmini kendisine ayırdığı ve O
bildirmeksizin hiçbir kimsenin bilemeyeceği gayb konularını zikrederek şöyle
buyurmuştur:
1-
"Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah katında-dır."
Yani kıyametin vaktine ait bilgi Allah Tealâ'ya mahsustur. Onun vaktini O'ndan
başka ne mukarreb melek, ne gönderilen bir peygamber, ne de başka hiçbir kimse
bilemez. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onun vaktini ancak, O
ortaya çıkarır." (A'raf, 7/187).
2- Yağmuru
O indirir." Yani yağmurun indirilme vaktini ve onun belirli yerini bilmek
sadece Allah Tealâ'ya mahsustur. Bunu ancak Allah bü-lir. O emrederse; bunu,
bununla görevli melekler ve mahlûkatından Allah'ın dilediği kimseler bilirler.
Ancak günümüzdeki hava durumu raporları bazı
hesaplama ve belirtilere, nem oranı ve rüzgâr hızını tesbit eden bazı ihtisas
organlarının elde ettikleri bilgilere dayanmaktadır. Bu ise gaybın bilinmesi
olmayıp sadece zan ve tahminden ibarettir. Bunun zıddı meydana gelebilir. Ayrıca
bunu bilmek yağmur yağmasından az önce mümkün olmakta, burada rüzgârların
yönleri meselâ kuzeyden veya batıdan gelen düşük basınç dikkate alınmaktadır.
3-
"Rahimlerde olanı O bilir." Yani rahimlerde bulunan ceninin özellikleri
ve ona arız olan tabiat ve sıfatlar, erkeklik-dişilik, yaradılışın tam ve
noksan olması gibi durumları sadece Allah bilir. Zira bilim adamlarının
kimyasal analizlerle ceninin erkek ve dişi olacağı bilgisine ulaşmaları, gaybı
bilmeleri anlamında değildir. Bu ancak deney, tecrübe ve aletlerle "olan,
oluşumu tamamlanan vakıaların" bilgisine ulaşmaktır. Diğer pek çok durum
ise bilim adamlarına meçhul kalmakta, ancak doğumdan sonra bilinmektedir.
Kurtubî diyor ki: Uzun deneylerle hamilelik esnasında
ceninin erkek ve dişiliği gibi şeyler bilinebilir.
[51]
4-
"Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez." Yani hiçbir kimse yarın
dünya ve ahireti hakkında hayır ya da şer ne elde edeceğini bilemez.
5-
"Hiçbir kimse nerede öleceğini de bilemez." Yani hiçbir kimse öleceği
yeri, kendi beldesinde mi, ya da Allah'ın beldelerinden bir başka beldede mi
öleceğini bilmez. Hiçbir kimsenin buna dair hiçbir bilgisi yoktur.
Rivayete göre ölüm meleği Hz. Süleyman'a uğradı.
Meclisteki arkadaşlarından birine bakmaya başladı. Devamlı ona bakıyordu.
Adam:
- Bu kim? diye sordu. Hz. Süleyman:
- Ölüm meleği, diye cevap verdi. Adam:
- Sanki o benim canımı almayı istiyor, dedi. Hz.
Süleyman'dan kendisini rüzgâra yükleyip Hint diyarına atmasını istedi. Hz.
Süleyman da bunu yaptı.
Daha sonra ölüm meleği Hz. Süleyman'a:
- Bu adama devamlı bakmam, hayretim sebebiyle idi. Çünkü
ben onun ruhunu Hindistan'da almakla emrolunmuştum. Halbuki o ise, senin
yanında idi. (Hindistan'a gittiğimde onu orada buldum.)
"Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, her
şeyden haberdardır." Yani Allah'ın ilmi sadece bu beş şeye mahsus
değildir. Bilakis O, her şeyi mutlak olarak bilir. O'nun ilmi sadece eşyanın
zahirine ait bir bilgi değildir. Bilakis O'nun ilmi her şeyden haberdardır.
İşlerin açık olan taraflarını da, gizli olan taraflarını da bilir.
Anlaşıldığı gibi Cenab-ı Hak "alime" ve
"ya'lemu" kelimelerinde "ilim" vasfını Allah'a tahsis
etmekte, "Hiçbir nefis bilmez." mealindeki ayette "ma
tedrî" kelimesiyle dirayeti kula ait kılmaktadır. Zira "dirayet"
fiilinde hile ve çarelere başvurma manası da bulunmaktadır. Buna göre ayetin
manası: Hile ve çarelerine başvursa bile, hiçbir nefis bilemez, demektir.
Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Gaybın
anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde
olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak yoktur ki Allah onu bilmesin. Yerin
karanlıklarında olan her tane kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitapta
kayıtlıdır." (En'am, 6/59).
Buhari ve Müslim, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den
Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gaybın
anahtarları beş tane olup bunları Allah 'tan başka hiçbir kimse bilemez:
Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah katındadır. Yağmuru O
indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez.
Hiçbir kimse nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah her şeyi gayet iyi
bilir, herşeyden haberdardır. "
Anlaşıldığına göre bu beş husus öldükten sonra
dirilişin isbatı için Kur'an'da tekrarlanan şu iki delili içine almaktadır:
Birincisi: Yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesi.
Zira Allah Tealâ burada "O yağmuru indirir." buyurmaktadır. Bir başka
surede ise şöyle buyuruyor: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bak. O
ölümünden sonra yeryüzüne nasıl canlılık vermektedir. Bunu yapan elbette
ölüleri de diriltebilir." (Rum, 30/50); "O ölümünden sonra yeryüzüne
canlılık verir. İşte böylece -kabirlerden- çıkarılırsınız." (Rum, 30/19).
İkincisi: İlk defa yaratma. Zira Cenab-ı Hak burada:
"Rahimlerde olanı O bilir." buyuruyor. Bir başka yerde ise
"Yaratıkları ilk defa vareden, sonra da onları diriltecek olan
O'dur." (Rum, 30/27) buyuruyor. Yine şöyle buyuruyor: "De ki.
Yeryüzünde dolaşın. Onun ilk defa yaratıkları nasıl va-rettiğine bakın. Sonra
Allah son defa varedecektir." (Ankebut, 29/30).
[52]
Bu ayetler
aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Allah
Tealâ'dan korkmanın ve Onun birliğini tanımanın, mutlaka meydana gelecek olan
ahiret gününden korkmanın vacip oluşu.
2- Dünya
hayatının ziyneti ve süslerine aldanmak, dünyaya kendini vermek, dünyaya
meyletmek ve ahiret için çalışmayı terketmek hastalıklarından uzaklaşmak.
3- Dünya
gerçekten aldatıcıdır. Şeytan, insanları aldatır ve onları dünyaya meylettirir
ve ahiretten alıkoyar. Böylece insanoğlu masiyet işleyen ve daima mağfiret temennisinde
bulunan, kendini aldatan biri olmuş olur.
4- Şu beş
şeyi Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez:
- Kıyametin vakti,
- Yağmurun yağma vakti ve yeri,
- Rahimlerde bulunan ceninin durumu ve onun maruz
kaldığı vasıflar,
- Yakın ve uzak gelecekteki işler,
- İnsanın vefat edeceği yer.
İbni Abbas diyor ki: Bu beş şeyi Allah Tealâ'dan
başka hiçbir kimse bilemez. Ne mukarreb melek, ne de gönderilen bir peygamber
bilebilir. Kim bunlardan birini bildiğini iddia ederse, o kimse Kur'an'ı inkâr
etmiş olur. Çünkü Kur'an'a aykırı davranmış olur.
Peygamberlere gelince onlar Allah Tealâ'nm
kendilerine bildirmesi sebebiyle "gayb'dan pek çok şeyi bilebilirler.
Böylece kâhinlerin, müneccimlerin ve yıldızlardan yağmur bekleyenlerin[53]
gaybî olan hususları bilmeleri asılsız olmaktadır.[54]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/131.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/131.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/131-132.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/132-133.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/134.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/134-135.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/135-136.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/136.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/137.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/137-138.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/138-139.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/139.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/139-141.
[14] Kurtubî, XIV/54.
[15] Enceşe: Siyahî bir köle olup Veda haccında
Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının develerini sürüyordu. Kendisinin sesi çok
güzeldi. Develer onun nağmesiyle daha hızlı gidiyorlardı.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/141-143.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/144.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/144-145.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/145.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/145-146.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/147.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/149.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/149-151.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/151-152.
[25] Taberanî'nin İbni Abbas (r.a.)'den rivayet ettiğine
göre Peygamberimiz (s.a) şöyle buyurmuştur: "Sudanlılara önem verin. Zira
onlardan üç tanesi cennet halkının efendiler indendir. Bunlar: Lokman
el-Hakim, Necaşî ve Müezzin Bilâl'dir." Taberanî: Sudan'la Habeşliler
kastedilmiştir, demiştir. (İbni Kesir, III/447).
[26] Kurtubî, XIV/63; İbnul-Arabî, el-Bahru'l-Muhît,
VII/186.
[27] Aynı mana şu hadiste yer almaktadır: "Geceden
sonra azmetmeyen (yani kesin niyet etmeyen) kimsenin orucu yoktur."
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/152-159.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/159-163.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/164.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/164-165.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/165.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/165-167.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/167.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/168.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/168-169.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/169.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/169-1170.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/170.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/172.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/172-173.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/173-175.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/175.
[44] el-Bahru'l-Muhlt, VII/192
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/175-179.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/179-181.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/182-183.
[48] Katade'nin rivayetine göre bu zatın ismi Varis b. Amr
b. Harise'dir. Zira hiçbir kimse Allah'ın izni olmaksızın kimseye şefaat
edemeyecektir. Allah nezdinde dünya hayatında işlenen salih amelden başka
hiçbir şeyin faydası olmayacaktır.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/183.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/183.
[51] Kurtubî, XIV/82.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/183-186.
[53] "Enva" kelimesi "nev"' kelimesinin
çoğuludur. Bunun manası fecir vaktinde, batı tarafında bir yıldızın batması ve
aynı anda doğuda bir yıldızın doğmasıdır. Eskiden Araplar yağmur, rüzgâr,
sıcaklık ve soğuklukları bu düşen yıldıza nisbet ederlerdi.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
11/186-187.