LOKMAN SURESİ 2

Surenin İsmi: 2

Surenin Konusu: 2

Önceki Sure ile İlişkisi: 2

Surenin Muhtevası: 2

Kuranın Özellikleri Ve Ona İman Edenlerin Vasıfları: 3

Belagat: 3

Kelime ve İbareler: 3

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 4

Kâfirlerin Kur'an'dan Yüzçevirmeleri Ve Müminlerin Ona Yönelmeleri 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 5

Nüzul Sebebi: 5

Ayetler Arası İlişki: 5

Açıklaması: 5

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 6

Göklerin Ve Yerin Yaratılmasıyla Allah'ın Birliğine Ve Şirkin Batıl Olduğuna Delil Getirilmesi: 7

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Ayetler Arası Îlişki: 8

Açıklaması: 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 9

Lokman Hekim Kıssası Ve Oğluna Tavsiyeleri: 9

Belagat: 9

Kelime ve İbareler: 10

Ayetler Arası İlişki: 11

Açıklaması: 11

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 14

Tevhid Delillerini Müşahede Etmelerine Rağmen Müşriklerin Şirk Koşmaları Sebebiyle İhtar Edilmesi 16

Belagat: 16

Kelime ve İbareler: 16

Ayetler Arası İlişki: 17

Açıklaması: 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18

Müminin Yolunun İyiliği, Kâfirin Yolunun Kötülüğü. 18

Belagat: 18

Kelime ve İbareler: 18

Ayetler Arası İlişki: 19

Açıklaması: 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 19

Allah'ın Varlığının İsbatı, İlmînin Genişliği, O'nun Diriltmeye Ve Her Şeye Muktedir Oluşunun Muhtevası 20

Belagat: 20

Kelime ve İbareler: 20

Nüzul Sebebi: 21

Ayetler Arası İlişki: 21

Açıklaması: 22

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 23

Allah'tan Korkmanın Emredilmesi, Gayb Anahtarlarının Bildirilmesi: 24

Kelime ve İbareler: 24

Nüzul Sebebi: 25

Ayetler Arası İlişki: 25

Açıklaması: 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 27


LOKMAN SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sure Allah'ın birliğini ve Ona kulluğu bilmek, faziletli ahlâk ve edepleri emretmek, hoş olmayan çirkin söz ve tavırlardan sakındırmak su­retiyle "hikmef'in özünü idrak eden Lokman-ı Hakim kıssasını ihtiva ettiği için "Lokman suresi" diye adlandırılmıştır. [1]

 

Surenin Konusu:

 

Lokman suresi, Mekkî surelerin konuları olan Allah'a ve O'nun birliği­ne iman, peygamberliği tasdik, öldükten sonra dirilmeyi ve ahiret gününü ikrar etme şeklindeki akîde esaslarını ele almaktadır.

Surenin nüzul sebebine gelince; Kureyşliler Peygamberimiz (s.a.)'e Hz. Lokman'ın oğluyla geçen kısası ve anne-babasına itaati ile ilgili sorular sormuşlar, bunun üzerine bu sure nazil olmuştur. [2]

 

Önceki Sure ile İlişkisi:

 

Bu surenin bir önceki Rum suresi ile irtibatı birkaç yönden açıkça gö­rülmektedir:

1- Allah Tealâ bir önceki surenin sonunda: Kur'an'ın mucize olduğuna işaret etmek için "Biz bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali verdik." (Rum, 30/58) buyurdu. Bu surenin başında ise Cenab-ı Hak: "İşte bunlar hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir. O ihsan erbabı için bir hidayet rehberi ve rahmet kaynağıdır.'" (Lokman, 31/2-3) buyurmaktadır.

2- Aynı şekilde bir önceki surenin sonunda, müşriklerin ayetleri inkâr ettiğine işaret etmek üzere Cenab-ı Hak: "Onlara her hangi bir ayet getire­cek olsan bile..." buyurdu. Bu surede ise: "Ona ayetlerimiz okunduğu za­man.... büyüklük taslayarak yüz çevirir." buyuruluyor.

3- Allah Tealâ her iki surede de ilk defa yaratmaya ve öldükten sonra dirilişe muktedir olduğunu ifade etmiştir. Bir önceki surede Cenab-ı Hak: "ilk defa mahlûkatı yaratıp sonra da tekrar diriltecek olan O'dur. Bu O'na göre çok basittir." (Rum, 30/27) buyururken, burada şöyle buyurmaktadır: "Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir." (Lokman, 31/28).

4- Allah Tealâ her iki surede müminlerin öldükten sonra dirilişe iman ettiklerini isbat etmiş, bir önceki surede: "Kendilerine ilim ve iman verilen kimseler şöyle diyeceklerdir: Yemin olsun ki sizler Allah'ın (ezelî) kitabında­ki o diriliş gününe kadar dünyada kaldınız. İşte bu yeniden diriliş günü­dür..." (Rum, 30/56). Bu, onların, bu surenin başlarında zikredilen ahirete yakînen iman etmeleriyle aynı şeydir: "Onlar ahirete yakînen iman eden­lerdir. " (Lokman, 31/4).

5- Allah Tealâ bu iki surede müşriklerin içinde bulundukları endişeli ve dengesiz durumu; yani müşriklerin sıkıntı vaktinde Allah'a niyazda bu­lunduklarını, genişlik vaktinde ise Onu inkâr ettiklerini anlatmaktadır.

Cenab-ı Hak önceki surede: "İnsanlara bir sıkıntı dokunduğu zaman Rablerine yönelerek dua ederler." (Rum, 30/33) buyurmakta bu surede ise "Onları dağlar gibi dalgalar sardığı zaman Allah'a dinde ihlaslı kimseler dua ederler." (Lokman, 31/32).

6- Rum suresinin 15. ayetinde "Onlar bir bahçede mesrur mutlu olur­lar." buyurmakta, bu da sema' ve eğlence ile tefsir edilmekte; Lokman su­resinin 6. ayetinde "İnsanlardan bir kısmı boş sözlere talip olurlar." buyu-rulmakta, bu da müzik ve eğlence aletleriyle tefsir edilmektedir.

7- Allah Tealâ iki sure arasında "mukabele" yaptı. Rum suresinde müşriklerin mallarıyla iftihar etmeleri, başkalarını kendi mallarına ortak olmalarını reddetmeleri meselesini zikretti. Bu surede ise oğluna alçakgö­nüllü olmayı ve kibirliliği terketmeyi tavsiye eden salih kul Lokman Ha­kim kıssasını zikretti.

Ayrıca önceki surede Rumlarla İranlıların yaptıkları iki büyük çarpış­mayı zikrederken bu surede Lokman kıssasında sabır, sulh içinde yaşama ve savaşı terketme emrini zikretti. [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu sure şu konuları ihtiva etmektedir: Sure Peygamberimiz (s.a.)'in ebedî mucizesi olan Rabbani hidayet düsturu Kur'an'ı ve insanların buna karşı tavrını beyan ederek başladı.

Müminler grubu; Kur'an'da yeralan her şeyi tasdik etmekte ve böylece cenneti elde etmektedir. Alaycı ve istihzacı kâfirler grubu ise, Kur'an'daki ayetlerden yüzçevirmekte, bilgisizce ve beyinsizce Allah'ın yolundan sap­makta ve acıklı bir azapla karşılaşmaktadırlar.

Sure daha sonra Allah'ın birliğini ve âlemlerin Rabbi Allah'ın gözka-maştırıcı kudretinin delilleri olan âlemin ve kâinatın yaradılışını ele aldı. Bunu Lokman Hakim kıssası ve insanlara öğretmek ve irşadda bulunmak için Lokman'ın oğluna yaptığı ebedî tavsiyeleri izledi. Bu tavsiyelerin başında şirki reddetmek, ana-babaya itaat, küçük ve büyük her şeyde Al­lah'ın murakabesini düşünmek, namazı dosdoğru kılmak, iyiliği emretmek, münkeri nehyetmek, alçakgönüllü olmak, kibirden sakınmak, ağır ağır yü­rümek, sesi alçaltmak gelmektedir.

Cenab-ı Hak bunun ardından müşrikleri tevhid delillerini müşahede etmelerine rağmen şirk üzerinde ısrar etmelerine karşı müşriklerin tekdir edilmesi; müşriklerin atalarını taklit etmeleri ve Allah'ın sayılamayacak kadar pek çok nimetlerini inkâr etmeleri hususundaki kötü durumlarının bildirilmesi; müşriklere, kurtuluş yolunun, nefsi Allah'a teslim etmek, sa-lih amel işlemek olduğunun bildirilmesi. Müşriklerin Allah'ın her şeyin ya­ratıcısı olduğunu ikrar etmeleri, sonra da O'nunla birlikte başkasına tap­maları sebebiyle tenakuza düştüklerinin beyan edilmesi konularını zikret­ti. Halbuki göklerin ve yerin gerçek sahibi ve değerli nimetleriyle ihsanda bulunan Allah'tır. Onun ilmi her şeyi kuşatmaktadır. Bütün beşeriyetin yaradılması ve diriltilmesi sadece bir nefsi yaratmak ve diriltmek gibidir. O hiçbir şeyin kendisini âciz kılamayacağı kadar güçlü bir tasarruf ve ted­bir sahibidir. Müşrikler sıkıntı anında Allah'a yakarışta bulunmakta, ra­hat vaktinde ise O'na şirk koşmaktadırlar.

Sure daha sonra gecenin gündüze, gündüzün geceye sokulması, güneş­le ayın insanın hizmetine verilmesi, gemilerin denizlerde yürütülmesi v.b. gibi ilâhî kudrete delâlet eden başka delilleri de buna ilâve olarak zikretti.

Sure takvanın emredilmesi, mutlaka gelecek olan ve hiçbir kimsenin yardıma gelmesi ümidi bulunmayan kıyamet günü azabından korkmanın emredilmesi, dünyanın zevkleri ve süslerine aldanılmaması, Allah'ın sade­ce kendisinin bildiği beş gayb olayına (Mugayyebat-ı Hamse'ye) dikkat çe­kilmesi ve Allah'ın ilmiyle bütün kâinatı kuşattığına, kâinatta cereyan eden her şeyden haberdar olduğuna dikkat çekilmesiyle sona ermektedir. [4]

 

Kuranın Özellikleri Ve Ona İman Edenlerin Vasıfları:

 

1- Elif, lâm, mîm.

2- Bunlar hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir.

3- Bu ayetler güzel amel işleyen kimseler için bir hidayet rehberi ve rahmet kaynağıdır.

4- Onlar namazlarını emrolundukları şekilde eda ederler. Zekâtları­nı verirler ve ahiret gününe de ke­sinlikle iman ederler.

5- İşte onlar Rablerinin gösterdiği hidayet yolunda yürüyenlerdir. İş­te kurtuluşa erenler bunlardır.

 

Belagat:

 

"Bu ayetler güzel amel işleyen kimseler için hidayet ve rahmettir." İsm-i fail yerine mübalâğa manası ifade etmek için "hüden" ve "rahmet" şeklinde masdar sîgası kullanılmıştır.

"Tilke âyâtü'l-kitabi"(Şunlar ...kitabın ayetleridir) ifadesinde Kur'an'ın yüksek bir mertebe ve yüce bir makamda olduğunu beyan etmek için, ya­kın için kullanılan ism-i işaret yerine uzak için kullanılan ism-i işaret kul­lanılmıştır.

"Onlar... ahiret gününe de kesinlikle iman ederler. İşte onlar Rableri­nin gösterdiği hidayet yolunda yürüyenlerdir. İşte kurtuluşa erenler onlar­dır." "Ulâike hümü'l-müflihûn" ayetinde bu kimselere daha fazla övgüde bulunmak ve değerlerini ifade etmek için aynı mânâda hem "hüm" zamiri hem de "ulâike" ism-i işaretinin tekrar edilmesiyle itnab yapılmıştır. "Hü­mü'l-müflihûn" hasr ifade eder. Yani sadece onlar kurtuluşa erenlerdir, başkaları değil. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Elif, lâm, mîm" ifadesi Medine'de inen surelerden Bakara suresinin başlangıcına benzemektedir. Elif, lâm ve mîm harfleri bütün Arapların kullandıkları harflerdir. Arapların bu harflerden meydana gelen Kur'an surelerinden on surenin hatta bir surenin bile benzerini ortaya koymaktan âciz olduklarına işaret etmek; Kur'an'ın sonsuz hikmet sahibi ve sonsuz hamdüsenâya layık Allah tarafından indirildiğine delâlet etmek ve Kur'an'ın mucize olduğuna dikkat çekmek için genellikle bu çeşit alfabe harfleriyle başlayan Mekkî surelerin başında bu şekilde bir veya birkaç harf yer almaktadır.

"Bunlar hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir." Yani bu ayetler hikmet vas­fıyla muttasıf olan Kur'an'ın ayetleridir.

"Bu ayetler güzel amel işleyen kimseler için bir hidayet rehberi ve rah­met kaynağıdır." Yani bu ayetler hidayete vesile olan, merhamet dolu ayet­lerdir.

"Onlar namazlarını emrolundukları şekilde eda ederler." ayeti, muhsi-nîn (güzel amel işleyenler)in durumunu beyan etmektedir.

"İşte kurtuluşa erenler bunlardır." Yani bu kimseler gerçek inanç ve salih ameli birarada topladıkları için kazançlı çıkacak kimselerdir. [6]

 

Açıklaması:

 

"Elif, lam mim. Bunlar hikmet dolu Kitab'ın ayetleridir." Yani bu Kur'an sizin konuştuğunuz, kullandığınız aynı harflerden meydana gelmek­tedir. Peki bu ayetlerin benzerini getirebilir misiniz? Bunlar hiçbir eksiklik ve eğrilik, hiçbir çatışma ve çelişki bulunmayan hikmet dolu Kur'an'ın ayet­leridir. Gerçekten bu ayetler apaçık, gayet anlaşılır ayetlerdir.

Allah Tealâ daha sonra Kur'an'ın indiriliş gayesini zikrederek şöyle buyurdu:

"Bu ayetler güzel amel işleyen kimseler için hidayet rehberi ve rahmet kaynağıdır." Yani bu Kur'an ayetleri dalâletten kurtarıcı, şifa ve hidayet vesilesi, müminleri cezadan kurtaran rahmet kaynağıdır. Müminler güzel amel işleyen, dine tâbi olan, farz kılman namazları usulüyle vakitlerinde, nafileleriyle birlikte dosdoğru kılan, kendilerine farz olan zekâtı hak sahip­lerine veren, ahiretin varlığına ve ahiretteki âdil mükâfatlara yakinen ve samimiyetle inanan; insanlardan takdir, karşılık beklemeksizin gösterişe düşmeden sevabı Allah'tan bekleyen kimselerdir.

"İşte onlar Rablerinin gösterdiği hidayet yolunda yürüyeceklerdir. İşte kurtuluşa erenler bunlardır." İşte bu zikredilen vasıflan taşıyan kimseler hidayet ve kurtuluşun zirvesinde olan kimselerdir. Bunlar basiret, nur ve Allah tarafından açık bir yol üzerindedirler. Dünya ve ahirette kazanca ulaşacak kimseler bunlardır.

Uzaktaki bir şeyi işaret etmek için kullanılan ve "işte onlar" mânâsın-daki "ülâike" ism-i işaretinin kullanılması bu kimselerin layık oldukları değeri vermek ve bunların mertebelerinin yüceliğine işaret etmek içindir. Zira kurtuluş ancak güzel amel işlemekte, hayır ise sadece imandadır. [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hususlar çıkarılmaktadır:

1- Kur'an-ı Kerim'in ayetleri muhkem olup bunlarda hiçbir eksiklik ve çelişki, hiçbir kusur ve çatışma yoktur. Bu ayetler Rabbani hidayet düstu­ru, ilâhî rahmeti kazanma yoludur. Buna sadece ihsan erbabı layık olmak­tadır.

"Muhsin"; Allah'a, O'nu görür gibi ibadet eden; her ne kadar o Allah'ı görmese de Allah'ın kendisini gördüğünü düşünen kimsedir. Yahut imanın şartlarını yerine getiren, şirk ve inatçılıktan sakınan kimsedir.

2- İhsan erbabının en hususî sıfatlarından biri namazı dosdoğru kıl­mak, zekatı vermek ve ahiret gününe iman etmektir.

3- Bu ihsan erbabının kalpleri ve akılları Allah Tealâ'nın nizamı ile nurlanmış, dolayısıyla O'nun emirlerine sarılmış, nehiylerinden sakınmış­lar ve böylece dünya ve ahiret saadetini kazanmışlardır.

4- "Hikmet dolu kitap" ayetinde Kur'an'm "hikmet" sıfatıyla tavsif edilmesi, Lokman kıssasında ve surenin bu kıssayı teyid eden ayetlerinde Allah'ın birliğinin isbat edilmesi, şirkin yıkılması, öldükten sonra dirilişin ve peygamberliğin isbat edilmesi, güzel ahlâka davet edilmesi, görünen ve görünmeyen her şeyi bilen, kullarına açık ve gizli pek çok nimetleri ihsan eden Allah'a iman edilmesi gibi hikmetleri beyan etme şeklindeki surenin konusuna gayet uygundur. [8]

 

Kâfirlerin Kur'an'dan Yüzçevirmeleri Ve Müminlerin Ona Yönelmeleri

 

6- Öyle insanlar vardır ki, bilgisiz­ce, insanları Allah yolundan sap-tırmak ve Kur'an'ın ayetlerini alaya almak için boş sözler satın alırlar işteböyleleri içinhor ve hakir kılan bir azap vardır.

7- Ayetlerimiz böyle bir kimseye  okunduğu zaman, sanki bu ayetleri kıçı bir azap ile müjdele.

8-  İman edip salih amel işleyenler için nimetlerle dolu cennetler vardır.

9-  Onlar o cennetlerde ebediyyen kalacaklardır. Bu Allah'ın gerçek vaadidir. O Aziz'dir, Hakîm'dir.

 

Belagat:

 

"Boş sözler satın alırlar." ifadesi açık istiaredir. Boş sözlerle meşgul olanların durumu bir ticaret eşyası satın alıp neticede zarar içinde olan kimseye benzetilmiştir. "Yeşterî: satın alır" ifadesi istiare yoluyla "yestebdi-lü: karşılık olarak alır" manası için istiare edilmiştir.

"Sanki onun kulaklarında bir ağırlık varmış gibi..." teşbih-i mürsel ve mücmel yapılmıştır. Yani burada benzetme yönü hazfedilmiş ve benzetme edatı zikredilmiştir.

"Onu can yakıcı bir azap ile müjdele." Tehekküm (alaya alma) üslûbu­dur. Zira hayır için kullanılan müjdeleme, alay etmek ve hafife almak için, kötülük için kullanılmıştır.

"Elim", "Naîm" ve "Hakim" kelimelerinde son harfte fasılaya riayet edilmiştir. Bu zorlama yapılmayan güzel bir secîdir. [9]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ayetteki, boş sözler olarak çevrileri'Lehve'l-hadis"; hikâyeler, efsaneler, gülünç fıkralar, lüzumsuz sözler, Acemlerin kitapları, şarkıcı cariyele­rin sözleri gibi insanı faydalı ve yararlı şeylerden alıkoyan sözlerdir.

""Öyle insanlar vardır ki, bilgisizce" yani talip olduğu şeyin durumunu bilmeden "insanları Allah'ın yolundan saptırmak için" insanları Allah'ın dininden, yani İslâm yolundan, ya da Allah'ın kitabını okumaktan alıkoy­mak için "ve Kur'an'ın ayetlerini alaya almak için" Allah'ın yolunu eğlence ve alay konusu kabul etmek için "boş sözler satın alırlar." Zira onlar Kur'an okuma yerine boş sözleri ya da ticareti tercih etmişlerdir. "İşte böyleleri için hor ve hakir kılan bir azap vardır." Hakka karşı batılı tercih etmeleri sebebiyle hakkı hor saydıkları için, alçaltıcı bir azaba mahkûmdurlar.

"Ayetlerimiz" yani Kur'an "böyle bir kimseye okunduğu zaman sanki bu ayetleri hiç işitmemiş gibi", durumu bunları hiç işitmeyen birine benzer halde "sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi" kulağında sağırlık ya da duymasına engel bir ağırlık bulunan kimse gibi bu ayetlere hiç aldırış et­meyerek "büyüklenerek" bunlardan yüzçevirir.

"Böylesini, can yakıcı bir azap ile müjdele" O kimseye hiç şüphesiz acıklı bir azaba düşeceğini bildir. Müjdeme ifadesinin kullanılması onları hiçe saymaktır.

"İman edip salih amel işleyenler için nimetlerle dolu cennetler vardır." Onlar için cennet nimetleri vardır. Mübalâğa için "naimu cennât" yerine "cennatü'n-naıym" denilmiştir.

"Onlar o cennetlerde ebediyen kalacaklardır." Yani cennete girdiklerin­de onların orada ebedî olarak kalmaları takdir edilmiştir. "Bu, Allah'ın gerçek vaadidir." Yani bunu Allah vaad etmekte ve bunu gerçek kılmakta­dır. Zira "onlar için cennet vardır" ifadesi vaaddir. Her vaad ise gerçek de­ğildir. "O Aziz'dir," kendisini hiçbir şeyin mağlup edemediği, vaadini ve tehdidini yerine getirmeye hiçbir kimsenin engel olamayacağı sonsuz güç sahibidir. O "Hakimdir." her şeyi yerli yerine koyan, sadece hikmetinin ge­rektirdiğini yapan sonsuz hikmet sahibidir. [10]

 

Nüzul Sebebi:

 

İbni Cerir, İbni Abbas (r.a.)'ın "Öyle insanlar vardır ki, bilgisizce in­sanları Allah yolundan saptırmak için ... boş sözler satın alırlar." ayetinin (6. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak şöyle dediğini nakletmektedir: Bu ayet Kureyş'ten şarkıcı cariye satın alan adam hakkında nazil olmuştur.

Cüveybir, İbni Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet Nadr b. Haris hakkında inmişti. Nadr şarkıcı bir cariye satın almıştı. İslâm'a girmek isteyen birini duyduğu zaman hemen bu cariye ile onun yanına gider ve cariyeye: Bu adama yedir, içir ve ona şarkı söyle, derdi. Yeni müslümana: Muhammed'in davet ettiği oruç, namaz ve onun huzurunda çarpışmaktan daha hayırlıdır, derdi. Ayet bunun üzerine nazil olmuştur.

Mukatil diyor ki: Ayet, Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Nadr tüccar olarak İran'a gidiyor, Acemlerin kitaplarını satın alıyor, bu kitapları anlatıyor ve şöyle diyordu: "Muhammed size Ad ve Semûd kavimlerinin haberlerini anlatıyor. Ben de size Rüstem ve İsfendiyar'ın, kisraların ha­berlerini anlatıyorum." derdi. Kureyşliler de onun sözlerinden hoşlanıyor, Kur'an'ı dinlemeyi terkediyorlardı. [11]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Cenab-ı Hak, Kur'an'm hikmetli ayetleri ihtiva eden bir kitap olduğu­nu ve onun hidayetiyle hidayete eren ve onu dinleyerek istifade eden, ebedî saadete eren kimselerin durumlarını beyan ettikten sonra Kur'an'ı terke-den, ondan başka şeylerle meşgul olan bedbaht kâfirlerin durumunu beyan etti. Bunun ardından onları hor kılacak can yakıcı bir azapla tehdit etti. Kur'an'a inanan ve onu okumaya yönelen, onun emir ve nehiyleri şeklinde­ki hükümlerine sarılan müminlere vaadde bulundu. [12]

 

Açıklaması:

 

"Öyle insanlar vardır ki, bilgisizce insanları Allah yolundan saptır­mak ve Kur'an'm ayetlerini alaya almak için boş sözler satın alırlar. İşte böyleleri için hor ve hakir kılan bir azap vardır."

İnsanlardan bir grup vardır ki faydalı şey yerine zararlı olanı alır; şifa veren Kur'an yerine eğlence olacak hikâyeler, efsaneler, lüzumsuz sözler, gülünç şeyler ve cariyelerin şarkılarına kulak vermeyi tercih ederler. Mese­lâ Nadr b. Haris İranlıların kitaplarını satın alır ve insanlara bunu anla­tırdı. Gençleri çekmek ve yeni İslâm'a girenleri şaşırtmak için şarkıcı ka­dınlar bulurdu.

İslâm'ı terketmeye sevketmek, Allah'ın dininden saptırmak, ya da en­gel olmak için, İslâm'ı alay ve eğlence konusu edinerek Kur'an yerine eğ­lenceyi tercih etme şeklindeki bu davranışın tehlikelerini bilmeksizin bu şekilde hareket ederlerdi. İşte küfür ve sapıklık bataklığına dalan böyle kimseler son derece küçümseyici bir azaba uğrayacaklardır.

"Hor ve hakir kılan bir azap" ifadesi kâfire yapılan azap ile mümine yapılan azabı birbirlerinden ayırmak içindir. Zira günahkâr müminin aza­bı arındırmak için olup hor ve hakir kılan bir azap değildir. Kâfirin azabı ise son derece horlayıcı, küçümseyici bir azaptır. Kâfir nasıl Allah'ın ayet-

lerini ve Allah'ın yolunu küçümsemişse, kıyamet günü devamlı ve sürekli bir azapta horlanacaktır.

"Allah'ın yolundan saptırmak için" ifadesinde "li-yudılle" Şilindeki yâ zammeli olup mânâsı İslâm'a ve İslâm ehline muhalefet ve düşmanlık et­mek manasındadır. Yani bu fiil Allah yoluna engel olmak ve saptırmak için işlenmiştir.

"Li-yadılle" şeklinde fetha ile okunan kıraate göre lâm "akıbet, nihayet ifade eden lamı" olup onun işinin sonucu sapıklık ve Allah'ın ayet­lerinin alay konusu edilmesi anlamındadır.

Cenab-ı Hak daha sonra bu çeşit dalâlete düşüren kimseleri dalâlet ve küfre dalmak ve Allah'ın dininden daha fazla yüzçevirmek ve nefret ettir­mekle tavsif ederek şöyle buyurdu:

"Ayetlerimiz böyle bir kimseye okunduğu zaman sanki bu ayetleri hiç işitmemiş, sanki kulaklarında bir sağırlık varmış gibi büyüklenerek yüzçe-virir. Böylesini can yakıcı bir azapla müjdele." Yani batıl sözlere talip olan kimse, kendisine Kur'an ayetleri okunduğu zaman bu ayetlere sırtını çevi­rir ve kibirlenerek arkasını döner. Kendisinde hiç sağırlık olmadığı halde bu ayetleri dinlemeyip sanki hiç duymamış gibi, ya da sanki kulağında sa­ğırlık ve ağırlık varmış gibi, sağır gibi davranarak bu ayetlerden yüzçevi-rir. Çünkü o bunlardan rahatsızlık duymaktadır ve onlardan yararlanma­maktadır. Onun bu ayetlere karşı arzusu da yoktur. Haktan yüz çeviren, bu kimse, Allah'ın kitabını ve ayetlerini dinlemekten nasıl acı duyuyorsa, kıyamet günü kendisine acı verecek bir azapla müjdele.

Bu bedbaht kimselerin durumunu beyan ettikten sonra Cenab-ı Hak Mes'ud ve müttekî kimselerin ahiret yurdundaki durumunu anlattı ve şöy­le buyurdu:

"İman edip salih amel işleyenler için nimetlerle dolu cennetler vardır. Onlar o cennetlerde ebediyyen kalacaklardır. Bu Allah'ın gerçek vaadidir. O Azizdir, Hakîm'dir." Allah'a iman eden, peygamberleri tasdik eden, şer'î emirleri kabul edip haramlardan ve yasaklanan şeylerden sakınmak sure­tiyle salih amel işleyenler için yiyecek, içecek, giyecek, mesken, binek ve benzeri hiçbir kimsenin aklına gelmeyecek nimetlerden çeşitli lezzet ve se­vinçlerle ikrama nail olacakları cennetler vardır. Onlar orada daimî olarak kalacaklardır. Oradan ayrılmayacak, herhangi bir değişikliği de arzu etme­yeceklerdir.

Bu hiç şüphesiz olacaktır. Çünkü bu, asla vaadinden dönmeyen Al­lah'ın vaadidir. Zira O, çok ikram eden, çok lütufta bulunan, dilediğini yeri­ne getiren ve her şeye kadir olandır.

O, sonsuz izzete sahip, her şeyi ezebilecek ve her şeyin kendisine bo­yun eğdiği sonsuz kuvvet sahibidir. Hiç bir müşrik veya bir başkası ondan kurtulamaz. O, sözlerinde ve fiillerinde sonsuz hikmet sahibidir. Kur'an'ı müminler için hidayet rehberi kılandır.

Bu son iki ayetin benzeri olarak şu ayetler vardır: "De ki: Bu, mümin­lere hidayet rehberi ve gönüllere şifadır. İnanmayanların kulaklarında ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır." (Fussılet, 41/44). "Kur an dan müminlere rahmet ve şifa olan ayetler indiriyoruz. O zalimlerin ise sadece kaybını artırır (İsra, 17/82). [13]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

1- En büyük günahlardan biri insanları saptırmak ve Allah Tealâ'nın dininden yüzçevirmek maksadıyla, Allah'ın kelâmı Kur'an'ı işitmekten yüzçevirmek ve insanları hikâyeler, masallar, fıkralar v.b. boş ve eğlenceli sözler gibi faydasız sözlerle meşgul etmektir. Kibirlenerek Kur'an'dan yüz-çevirip ona arkasını dönen kimse can yakıcı bir azaba layık olmaktadır.

2- İbni Mes'ud, İbni Abbas ve başka zatlar ayette geçen "lehve'l-hadis: sözlerin eğlencelisi" ifadesini çalgı âletlerinin dinlenilmemesi, nağmeler ve eğ­lence aletleriyle musikî icra edilmemesine delil olarak kabul etmektedirler.

Bu ayet âlimlerin musikîyi mekruh olarak kabul etmeleri ve onu red­detmelerine delil olarak kabul ettikleri üç ayetten biridir.

Bu konudaki ikinci ayet: "Siz eğleniyorsunuz" mealindeki (Necm, 16/61) ayettir. İbni Abbas diyor ki: Sâmidûn kelimesi Hımyerî dilinde mu­sikî manasmdadır. İsmedî lenâ: şarkı söyle, demektir.

Üçüncü ayet ise: "Sen sesinle gücünün yettiğini yerinden oynat." (İsra 17/64) Mücahid diyor ki: Bunun manası musikî ve musikî aletleridir.

Tirmizî ve başka muhaddisler Enes ve başka sahabîlerden Peygambe­rimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: İki mel'un ve gü­nahkâr ses vardır ki bu iki sesten nehyediyorum: Biri musikî âleti sesi, nağ­me ve sevinç anındaki şeytanî terennüm; diğeri bir musibet anındaki ya­naklara vurma ve cepleri yırtma esnasındaki ağıttır."

Ebu Talip el-Giylanî Hz. Ali (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle bu­yurduğunu rivayet ediyor: "Ben musikî âletlerini ve trampetleri kırmak üzere gönderildim."

İbni Mübarek Enes b. Malik (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Kim bir şarkıyı dinlemek üzere oturursa, kı­yamet günü kulağına kurşun dökülür."

Buna binaen âlimler musikînin -genellikle- haram olduğu kanaatine varmışlardır.

Fıkıh âlimlerine göre musikînin hükmü:

İçlerinde dört mezhep âlimlerinin de bulunduğu fıkıh âlimlerinin gü­venilir görüşlerine göre musikînin hükmü hakkında aşağıda belirtildiği gi­bi tafsilatlı açıklama yapılmıştır: [14]

a) Haram olan musikî: İçinde kadınların zikredilmesi ve güzellikleri­nin tavsif edilmesi, içki ve diğer haramların anlatılması suretiyle eğlence meclislerini hatırlatan sözlerle gönülleri harekete geçiren, şehvete, kadına ve taşkınlığa sebep olan musikîdir. Çünkü bu çeşit musikî ittifakla zemme­dilen musikî ve eğlence şeklidir. Bu caiz olmadığına göre bundan alınan üc­ret de caiz değildir.

b) Mubah olan musikî: Yukarıda belirtilen hususlardan uzak olan mu­sikî şeklidir. Düğün ve bayram gibi sevinç vakitlerinde, Medine etrafında hendek kazılması zamanında olduğu gibi meşakkatli işlerde gayreti artır­mak için ve Enceşe [15]) nin nağmelerinde olduğu gibi -uzun yolculuklarda-bu çeşit musikînin azı mubahtır.

c)  Bugün bazı sufilerin icad ettiği gibi keman, saz ve benzeri musikî aletleriyle icra edilen musikî meclisleri ise haramdır. Çobanın kavalında tereddüt vardır. Def ise mubahtır.

d)  Savaş trampeti ve davuluna gelince bunda hiçbir mahzur yoktur. Zira savaş davulu gönüllere coşku, düşmana korku vermektedir. Peygam­berimiz (s.a.) Medine'ye girdiği gün huzurunda davul çalınmış, Hz. Ebube-kir (r.a.) menetmeye teşebbüs etmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz

(s.a.):

"Onları serbest bırak ya Ebabekir! Böylece Yahudiler bizim dinimizin hoşgörülü olduğunu öğrensinler." demişti. Cariyeler o sırada davula vuru­yorlar, şöyle diyorlardı:

Bizler cariyeleriyiz Neccar-oğullarının Muhammed en güzelidir komşuların

e) Düğün merasimlerinde def kullanılmasında ve aynı şekilde evliliği ilân eden, içinde hayasızlık bulunmayan güzel sözlerle türküler söylenen aletlerin kullanılmasında beis yoktur.

f) Mahrem olmayan kadının şarkılarını dinlemek erkekler için caiz de­ğildir. Devamlı bir şekilde musikî ile meşguliyet -kadın ve erkek için- dü­şüklük olup böyle bir kimsenin şahitliği reddedilir. Devamlı meşgul olmu­yorsa, şahitliği reddedilmez.

g) İmam Ebu Hanife, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'den musikînin "mek­ruh" olduğu görüşü nakledilmektedir. Taberî ise şöyle demektedir: Bütün fıkıh âlimleri musikînin mekruh olduğu ve menedilmesi hususunda icmâ etmişlerdir.

3- Kur'an'ın âdeti aradaki farkı açıklamak, teşvik ile uyarıyı birarada takdim etmek için her şeyi zıddıyla birlikte karşılıklı olarak zikretmek (mukabele) şeklindedir. Kur'an kâfirlerin azabını zikrettikten sonra mü­minlerin nimet içinde olacaklarını zikretmiştir. Bu da şer'an emredilen sa-lih amelleri işleyen müminlere içinde daimî kalacakları cennet nimetleri vardır. Allah bunu onlara asla dönüşü olmayan gerçek bir vaad olarak va-ad etmiştir. Bu, yenilgiye uğramayan, hiçbir şeyin kendisini aciz bırakama­yacağı sonsuz üstünlüğe sahip "Aziz" olan, meydana getirdiği ve yaptıkla­rında sonsuz hikmete sahip Hakîm olan Allah'ın vaadidir. [16]

 

Göklerin Ve Yerin Yaratılmasıyla Allah'ın Birliğine Ve Şirkin Batıl Olduğuna Delil Getirilmesi:

 

10- O, gördüğünüz gökleri direkler olmadan yarattı. Yeryüzüne de sizi sarsmasın diye ulu dağlar oturttu. Orada her türlü hayvanı yaydı. Biz gökten de su indirdik. Onunla yer- yüzünde her sınıftan güzel güzel  bitkiler bitirdik.

11-İşte bunlar Allah'ın yarattıkladır. Gösterin bana Ondan başka­ları ne yarattı? Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler.

 

Belagat:

 

Rahman'ın şanını yüceltmek için "yarattı", "dağları oturttu" ve "yaydı" ifadelerinden sonra "Biz gökten su indirdik." ifadesiyle 3. şahıstan 1. şahsa intikal (iltifat) edilmiştir.

"İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır." yani yaratılmış varlıklardır. Bu­rada mübalâğa olmak üzere masdar, ism-i mef ule ıtlak edilmiştir.

"O'ndan başkaları ne yarattı?" Buradaki soru azarlamak ve sustur­mak içindir.

"Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler." Bu cümle ziyade­siyle azarlama olması için "hüm" zamiri yerine "ez-Zalimûn" şeklinde zahir ifade kullanılmıştır. [17]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O, gördüğünüz gökleri direkler olmadan yarattı." "Amed" kelimesi "ımad" kelimesinin çoğuludur. "Imad" kendisine dayanılan istinad edilen sütun, direk demektir. Bu cümle yeni bir konu başlangıcıdır.

"Teravnehâ: gördüğünüz" kelimesi ya "amed: direkler" kelimesinin sı­fatı olup, buna göre cümlenin mânâsı görülen direkler olmaksızın şeklinde­dir. Ya da zamir, "semâvat: gökler" kelimesine râcidir. Yani göklerin asla di­rekleri yoktur. Siz de onları direksiz olarak görüyorsunuz demektir (meal de buna göre verilmiştir). Bu onların gökleri direksiz olarak görmeleri ger­çeğiyle yapılan bir delil getirmedir.

'Yeryüzüne de sizi sarsmasın" hareket edip de sarsıntı meydana getir­mesin "diye" yüksek ve sabit "dağları oturttu."

'Yeryüzünde her sınıftan güzel" çok faydalı "bitkiler bitirdik." Bu ayet Allah'ın birliği ana kaidesini isbat etmek için gerekli olan mükemmel kud­ret manasındaki Allah'ın izzetine ve mükemmel ilim demek olan sonsuz hikmete delildir.

"İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır." Yani bu zikredilen hususlar Al­lah'ın yarattığı varlıklardır. "Gösterin bana" ey Mekke ehli olan kâfirler ve ey onların benzerleri, bana haber verin bakayım, "O'ndan başkaları ne ya­rattı?" O'nun dışında olan ve sizin Allah Tealâ'ya şirk koştuğunuz ilâhları­nız neyi yarattılar?

"Doğrusu zalimler büyük bir sapıklık içindedirler." Ayette geçen "bel: doğrusu" kelimesi onları susturma ve cevap veremez hale getirmeyi bıra­kıp sapıklığın onların üzerine tescil edilmesine geçiş için kullanılmıştır. Dolayısıyla onlar Allah'a şirk koşmaları sebebiyle hiçbir kimseye gizli kal­mayacak açık bir sapıklık içindedirler. Ayette zamir yerine zahir isim kul­lanılması, onların şirk koşmaları sebebiyle zalim olduklarına işaret etmek içindir. [18]

 

Ayetler Arası Îlişki:

 

Cenab-ı Hak yüce izzetine, sonsuz hikmetine, kâmil kudreti ve ilmine, sanatının son derece mükemmel olduğuna delâlet eden "O, Aziz ve Ha­kimdir" ayetinden sonra birliğini isbat etmek, şirki ortadan kaldırmak ve peygamberlerin getirdiği Hakk'a tâbi olmaya dikkat çekmek için, göklerin ve yerin yaratılması, her ikisinde ve her ikisi arasında bulunan varlıkların yaratılması şeklindeki muazzam kudretine işaret eden delilleri zikretti. [19]

 

Açıklaması:

 

"O, gördüğünüz gökleri direkler olmadan yarattı." Yani Allah Tealâ'nın muazzam kudretinin ve son derece isabetli hikmetinin delillerinden biri, görünen gökleri hiçbir direk olmaksızın yaratmış olmasıdır. Gökler de yer­yüzü gibi görünüşte dümdüz, ama gerçekte ise yuvarlaktır. Bunun delili şu ayettir: "Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzerler." (Enbiya, 21/33). Felek; yu­varlak şeyin ismidir. O hangi hal üzere olursa olsun tabiatle değil, Allah'ın kudretiyle yaratılmıştır. O fezadır. Fezanın ise sonu yoktur. Ancak Allah Tealâ'nın kudretiyle yok olacaktır.

İnsanların gökleri direksiz olarak görmesi deliliyle göklerin asla di­rekleri yoktur. Bir başka görüşe göre; göklerin görünmeyen direkleri var­dır. Allah onları, görünmeyen direklerle sabit kılmıştır. Bu ise göklerin O'nun kudretiyle tutulmuş olmasıdır.

Özetle: Allah Tealâ gökleri dayanılacak hiçbir direk olmaksızın yarat­mıştır. Daha doğrusu gökler Allah'ın kudretiyle durmaktadır.

"Yeryüzüne de sizi sarsmasın diye ulu dağlar oturttu." Yani yeryüzün­de içindekileri sarsıntıya uğratmaması, kara parçalarını çevreleyen ve yer küresinin çoğunluğunu oluşturan denizlerin ve okyanusların taşmaması için yeryüzünü sabit tutan ve toprağı âdeta denize demirleyen sabit ulu dağlar oturttu.

"Orada her türlü hayvanı yaydı." Yani sayısı tespit edilemeyen, şekil­lerini ve renklerini sadece yaratıcısının bilebileceği çeşitli hayvan türlerini yaydı, neşretti ve çıkarttı.

"Biz gökten de su indirdik. Onunla yeryüzünde her sınıftan güzel güzel bitkiler bitirdik." Yani biz bulutlardan her güzel sınıftan, manzarası güzel, yararı çok bitkiler bitirmesine sebep olacak yağmur indirdik.

Daha sonra Allah Tealâ yaratıcıya ibadeti terkeden ve yaratılmış var­lıklara tapınmakla meşgul olan o müşrikleri azarlayarak şöyle buyurdu:

"İşte bunlar Allah'ın yarattıklardır. Gösterin bana O'ndan başkaları ne yarattı? Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler." Yani bu adıgeçen yaratıklar sadece Allah'ın yaratması, fiili ve takdiriyle olup bu konuda O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ayetteki "halk" kelimesi "mahluk" ma-nasındadır.

Ey kâfirler! Bana haber verin. Onun dışında tapındığınız putlar ve or­taklar ne yarattı? Burada "halaka" kelimesi mahzuf "hâ" zamirini de ihtiva etmektedir. Cümlenin takdiri şudur: Bana gösterin, O'nun dışında olanlar neyi yarattı? Ya da O'nun dışındakilerin yarattığı şeyleri bana haber verin.

Cenab-ı Hak onları şirklerinden dolayı azarladıktan sonra, kendilerini bunun tabiî sonucu olan sapıklıkla tavsif etmiştir. Onlar şirklerinde ve Al­lah'la birlikte O'ndan başka varlıklara tapınmalarında açık bir dalâlet için­dedir.

"Doğrusu o zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler." Yani Allah'a şirk koşan, Onunla birlikte başkalarına tapan o kimseler, düşünen kimseler için hiçbir kapalılık ve gizlilik olmayan ve kendilerini sapıklığın son nokta­sına götüren gayet açık, bariz bir küfür, sapma, körlük ve bilgisizlik içinde­dirler. [20]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektir:

1- Bu ayetlerde Allah'ın varlığının, muazzam kudretinin ve sonuz hik­metinin delili zikredilmiştir. Bu delil, göklerin istinad edeceği direkler ol­maksızın yaratılması ve gökleri sadece Cenab-ı Hak'ın kudreti ve iradesiy­le tutması; ayrıca içindekileri sarsmaması için sabit ulu dağların bulundu­ğu yeryüzünün yaratılması; yeryüzünün içinde kara, deniz ve havada çeşit­li şekillerde, eşsiz manzaralı ve muhtelif seslerdeki çeşitli canlıların dağı­tılması suretiyle ünsiyet ve huzur içinde yaşama yeri kılınması; ister mey­veli ise meyveleriyle, isterse göze hoş gelen ve gönüle ferahlık veren yeşilli-ğiyle olsun, rahatlatıcı gölgesiyle pek çok yararları bulunan, eşsiz güzel ve gayet gözalıcı marzaraları olan, ya da daha fazla yağmur yağmasına sebe­biyet vermek üzere bitkiler bitirilmesi için yağmur indirilmesi delilidir.

2- Allah Tealâ yaratıcı kudretini; bu zikredilen ve müşahede edilen ya­ratıkların, hiçbir ortağı olmadan sadece Allah'ın yarattığı varlıklar olduğu şeklinde tekid etti. Daha sonra da şu mealdeki ifadeyle müşrikleri azarla­yarak onlara meydan okudu: Ey müşrik topluluğu! Şu putlar ve ortaklar gibi sahte tanrıların yarattığı şeylerin ne olduğunu bana bildirin. Cenab-ı Hak sonra da müşrikleri kendilerinden hiç ayrılmayan şu vasıflarıyla tav­sif etti: Müşrikler apaçık bir hüsran içindedirler. [21]

 

Lokman Hekim Kıssası Ve Oğluna Tavsiyeleri:

 

12- And olsun ki Biz Lokman'a Al­lah'a şükretmesi için hikmet ver. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nan­körlük ederse bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye lâyıkolandır.

13- Lokman oğluna öğüt vererek: "Ey yavrum! Allah'a ortak koşma. Allah'a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür."

14- Biz insana ana-babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişiz­dir. Annesi onu güçsüzlükten güç­süzlüğe uğrayarak karnında taşı­mıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana-babana şükret, diye tavsiyede bulunmuşuz­dur. Dönüş yalnız banadır.

15- Eğer ana ve baban, senin bilgin olmaksızın körü körüne seni, bana ortak koşman için zorlarlarsa, on­lara itaat etme. Dünya işlerinde on­larla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dö­nüşünüz yalnız banadır. O zaman yaptıklarınızı size bildiririm.

16- Lokman: 'Yavrum! İşlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa da, Allah onu getirip ortaya koyar. Doğrusu Allah sonsuz lütuf sahibi­dir ve herşeyden haberdardır.

17- Yavrum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülüğe engel ol. Başına gele­ne sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdendir.

18- İnsanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendisim beğenen ve çok övünen hiç kimseyi sevmez.

19- Yürüyüşünde orta yolu tut. Sesini fazla yükseltme. Zira seslerin en çirkini merkeplerin sesidir."

 

Belagat:

 

"Şükreden kimse" ve "nankörlük eden kimse" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Ganiyy" her şeyden müstağni, "Hamid" sonsuz övgüye lâyık olan, "hatif sonsuz lütuf sahibi, "Habîr" her şeyden haberdar ifadeleri "feîl" ve­ya "feûl" vezninde mübalâğa sîgalan olup çokluk, ziyadelik ifade ederler.

"Ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Anası ..." ayetinde anneye daha fazla önem verilip itina gösterildiği için umumî ifa­deden (ana ve babadan) sonra hususi ifade (sadece ana) zikredilmiştir.

"Varış yalnız banadır" (ileyye'l-masiye) ve "Dönüşünüz yalnız banadır" (ileyye merciuküm) ifadelerinde kasr manasını ifade etmek için sonra gel­mesi gereken "haber" takdim edilmiştir. Yani dönüşünüz banadır, benden başkasına değil.

"İşlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa da..." ayeti temsil içer­mektedir. Allah'ın ilminin genişliği önemli-önemsiz her şeyi kapsadığını belirtmek için bununla misal verildi.

"İyiliği emret, kötülüğe engel ol." ifadesinde iki cümle arasında muka­bele sanatı yapılmıştır.

"Zira seslerin en çirkini merkeplerin sesidir." ifadesi istiâre-i temsiliy-ye'dir. Seslerini yükselten kimseler merkeplerin seslerini yükseltmesine benzetilmişlerdir. Benzetme edatı zikredilmemiştir. Sesi yükseltmeyi kötü­lemek ve bundan nefret ettirmek, mübalâğa yapmak için istiare yoluyla zikredilmiştir. [22]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Lokman" Eyyub (a.s.)'ın kızkardeşinin yahut teyzesinin oğlu olup ne­sebi Lokman b Bâura b. Âzer'dir. Mısırlı olup esmer renkli idi. Davud (a.s.)'ın zamanına kadar yaşamış ve ondan ilim öğrenmişti. Allah ona hik­meti yani akıl, zeka, ilim ve isabetli konuşma kabiliyeti vermişti.

Cumhur, Lokman'ın peygamber olmayıp hakim (hikmetli söz sahibi) olduğu görüşündedirler. Onun sözlerinden biri şudur: Susmak hikmettir. Bunu yapan ise pek azdır. Ona:

- İnsanların en kötüsü kimdir? diye soruldu.

- İnsanlar kendisini günahkâr görürse, aldırış etmeyen kimsedir, dedi.

"Hikmet" âlimlerin örfünde nazarî ilimleri öğrenmek ve faziletli fiille­re karşı tam bir meleke kazanmak suretiyle insan nefsinin gücü yettiği ka­dar kemâle erişmesidir.

"And olsun ki, biz Lokmana" sana verdiği hikmet sebebiyle "Allah'a şükretmesi için hikmet verdik." Şükür; Allah Tealâ'ya övgü ve emrettiği hu­suslarda O'na itaat etmek ve azaların yaratıldığı hususlarda hayır yolunda kullanılması, demektir. "Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur." Zira bu şükrün faydası ve sevabı kendisine döner. Bu fayda ise nime­tin devamlılığı ve daha fazlasına layık olmaktır. "Nankörlük eden kimse, bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir." Mahlukatından müstağnidir. Ne onlara ne de şükre muhtaçtır. "Sonsuz övgüye layık olandır." kendisine hamd edilmese de, O hamde, övgüye en layık olandır, yaptıklarıyla kendisi­ne hamdedilendir. Yarattığı bütün varlıklar lisan-ı halleriyle Ona ham-dederler.

"Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti" Lokman'm oğlunun adı, Süheylî'nin ifadesine göre En'um veya Eşkem yahut Mâtân veyahut Sâ-rân'dır. "Öğüt", kalbe rikkat ve hassasiyet veren ince ve nazik bir üslûpla hayırlı işleri hatırlatmaktır. "Ey yavrum!..." Buradaki ifade şefkat ve sevgi içindir. "Allah'a ortak koşma, doğrusu" Allah'a "ortak koşmak büyük bir zu­lümdür. " Zulüm bir şeyi asıl yerinden başka bir yere koymaktır. Şirkin zu­lüm olmasının sebebi ise tek nimet verici (Allah) ile nimet vermeyenleri birbirine eşit tutmaktır.

"Biz insana ana-babasına karşı iyi davranmasını" itaat etmesini "tav­siye etmişizdir." Bunu emretmişizdir, bunu şart kılmışızdır. "Annesi onu güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak" hamilelik, doğum sıkıntısı, doğum es­nasında gittikçe zayıflayarak "karnında taşımıştı." Küçük yavrunun "süt­ten kesilmesi iki yıl içinde" iki yılın bitmesiyle "olur." Bu ayette süt emzir­menin azamî müddetinin iki yıl olduğuna delil vardır. "Bana ve ana-baba-na şükret diye..." Bu ifade "vasiyet etmişizdir" kelimesinin tefsiridir. "Varış" dönüş "yalnız banadır." O zaman seni şükür ve nankörlük üzerine hesaba çekeceğim.

"Eğer ana ve baban, senin" gerçeğe uygun "bilgin olmaksızın" körükö-rüne "seni bana ortak koşman için zorlarlarsa" bu hususta "onlara itaat et­me. Dünya işlerinde onlarla güzel geçin." GüzeJ geçinme, iyilikte bulunma ve ikram etmedir. Ya da şeriatın razı olduğu ve iyilikseverliğin gerektirdiği iyi muamelede bulun, demektir. "Bana yönelen kimsenin yoluna uy." Dinde Tevhid, ihlas ve itaatle bana rücû eden kimsenin yoluna tâbi ol. Enâbe; tev-be ve istiğfarla Rabbine yöneldi, demektir. "Sonunda dönüşünüz yalnız banadir. O zaman yaptıklarınızı size bildiririm." Yani size amellerinizi haber veririm, iman ve küfür üzerine size karşılık veririm.

"Ve vasseynâ..." ayetiyle "vein câhedâke" ayeti, Lokman'm vasiyetleri arasında bu tavsiyelerde yeralan Allah'a şirk koşmayı nehyetmeyi vurgula­mak için gelen ara cümlelerdir.

"İşlediğin şey" iyi veya kötü haslet "bir hardal tanesi" yani en küçük bir şey "ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde" yani yer ve göklerdeki en gizli yerde "bulunsa da, Allah onu getirir." Ortaya koyar ve bunun hesabını görür. "Doğrusu Allah" bunu ortaya çıkarmak suretiyle "sonsuz lütuf sahibidir." İlmi her gizli şeye ula­şır. Bunun yerinden "gayet haberdardır" eşyanın mahiyetini ve gerçekleri­ni çok iyi bilir.

"Başına gelenlere" musibetlere karşı, ayrıca emir ve nehiyleri uygula­ma hususunda "sabret. Doğrusu bunlar" zikri geçen bu emredilen ve neh-yedilen hususların tamamı "azmedilmeye değer işlerdir." Vacip olmaları se­bebiyle azmedilen işlerdendir ya da Allah'ın kesin olarak farz kıldığı işler­dendir.

"İnsanlardan yüzünü çevirme." Kibirlilerin yaptıkları gibi yüzünü in­sanlardan çevirme. "As'ar", kibirle yüzünü çeviren kimse demektir. "Saar", devenin yakalandığı zaman boynunu çevirmesi hastalığıdır. "Yeryüzünde böbürlenerek" gururlanarak ve şımararak "yürüme. Zira Allah kendisini beğenen ve çok övünen hiçbir kimseyi sevmez." Yürüyüşünde çalım satan ve insanlara karşı gururlanan herkesi cezalandırır. Bu son cümle nehyin se­bebidir. "Muhtal", çalım satan kişidir. Çalım satmak yürürken kibirle hare­ket etmektir. "Fahur", fahr kökünden olup mal, mevki v.b. şeylerle övünen kimse demektir.

"Yürüyüşünde orta yolu tut." Yürüyüşünde kibirlenmeden ve horlan­madan, hızlı ya da çok ağır olmaksızın orta yolu izle. Ebu Nuaym'in, Hilye adlı kitabında Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği "zayıf hadiste şöyle buyurul-maktadır: "Hızlı yürüme müminin ağırbaşlılığını giderir." Hz. Âişe'nin Hz. Ömer'i anlatırken söylediği "Yürüdüğü zaman süratli yürürdü." ifadesin­den maksat onun normal yürüyüşün üstünde yürüdüğünü anlatmak için­dir. "Sesini kıs." Yani sesini fazla yükseltme, sesini alçalt. "Zira seslerin en çirkini", en kötüsü, en çok rahatsız edeni ve dinleyene en zor geleni "mer­keplerin sesidir." Başlangıcı yüksek sonu ise alçaktır. [23]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

 Allah Tealâ müşriklerin inançlarının bozukluğunu ve Allah'a şirk koşan kimsenin zalim ve sapık olduğunu beyan ettikten sonra, peygamberlik olmasa da Allah'ın birliğini ikrar etme yolunu gösteren ilim ve hikmet ge­reği olarak müşriklerin sapıklığına ve zulmettiklerine delâlet eden gerçek­leri zikretmektedir. Zira Lokman, nebî ya da rasul olmaksızın Allah'ın bir­liğini isbat, Allah'a itaat ve güzel ahlâka sarılma esasına ulaşır.

Bu ayet kulluğu ortaya koymak için mânâsı akılla idrak edilmeyen hususlarda Hz. Peygamber (s.a.)'e tâbi olmanın şart olduğuna işaret et­mektedir. Manası akılla idrak edilen hususlarda ise Hz. Peygamber'e tâbi olmak, gayet tabiî olarak şarttır. [24]

 

Açıklaması:

 

"Andolsun ki Biz Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki, Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye lâyık olandır."

"And olsun ki, Biz Lokmana[25] hikmeti verdik." Hikmet ilim ve anla­yışla amel etme, Allah'ın nimetleri ve ihsanlarına karşı Allah'a hamdetme ve şükretme, insanlar için hayır isteme ve azaları yaratıldıkları hayırlı ve faydalı yerde kullanmaya muvaffak kılınmaktır.

Bu ayet Cenab-ı Hakk'ın Lokman Hakîm'e peygamberlik yolu dışında doğru bilgiyi gösterdiğine delildir.

Kim Rabbinin bağışladığı ve lütfettiği nimetlere şükreder, O'na itaat eder ve farzlarını edâ ederse, ancak kendisi için fayda ve sevabı gerçekleş­tirir ve nefsini azaptan kurtarır.

Nitekim Cenab-ı Hak bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: "Kim salih amel işlerse, bu kendisi lehinedir. Kim de kötülük ederse kendi aleyhi­nedir. " (Fussılet, 41/46). Bir başka ayet de şöyledir: "Kimler salih amel iş­lerse, kendileri için rahat bir yer hazırlamış olurlar." (Rum, 30/44).

Kim de Allah'ın üzerindeki nimetini inkâr eder de başkalarını O'na ortak koşar ve Onun emirlerine isyan ederse, o kimse sadece kendi kendi­ne kötülük etmiş olur. Rabbine ise zarar veremez. Zira Allah kullarından ve kullarının şükürlerinden müstağnidir. O bundan zarar görmez. Ne O'na taat fayda verebilir, ne de masiyet O'na zarar verebilir.

Allah Tealâ daha sonra Hz. Lokman'ın (İbni Kesir'in ifadesiyle Lok­man b. Anka b. Sedûn'un) oğlu (Süheylî, Taberî ve Kutebî'nin ifadesiyle)

Sârân'a yaptığı tavsiyelerini zikretti:

"Lokman oğluna öğüt vererek: Ey yavrum! Allah'a ortak koşma, Al­lah'a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür, demişti."

Lokman oğluna şefkatle vasiyette ya da öğütte bulunmuştu. Zira in­sanlar arasında çocuğuna karşı en şefkatli olan kimse babası olup, elbette baba olarak evlâdına sevgi besleyecektir.

Lokman şöyle diyordu: Evladım! Yalnız Allah'a kulluk et. Hiçbir şeyi O'na ortak koşma. Zira Allah'a ortak koşma en büyük zulümdür. Şirk, ger­çeğin asıl yerine konulmaması sebebiyle bir zulümdür. Şirkin "en büyük zulüm" olmasına gelince, şirkin itikadın temeliyle ilgili olması, yaratıcı ile yaradılan arasında eşitlik yapılması, tek nimet verici (Allah) ile asla nimet veremeyecek olanlar -yani putlar ve heykeller- arasında eşit davranışta bu­lunulması sebebiyledir.

Bu ayet geçen ayetin manasına atıfta bulunmaktadır: Bunun takdiri şudur: Biz Lokman'ı kendi nefsinde "şükreden", başkalarına "öğüt veren" bir kimse kılarak ona hikmeti verdik.

Buhari ve Müslim, Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle rivayet ediyorlar: "iman eden, bununla birlikte imanlarına zulüm karıştırmayanlar için gü­venlik vardır. Onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir." (En'am, 6/82) ayeti inince, bu durum Rasulullah (a.s)'in ashabına ağır geldi. Ashab:

-  Hangimiz imanına zulüm karıştırmamıştır? dediler. Rasulullah (s.a.):

-  O bu manada değildir. Siz Lokmanın şu sözünü duymuyor musu­nuz? 'Yavrum! Allah'a ortak koşma. Allah'a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür."

Allah Tealâ, Kur'an'ın âdeti olduğu üzere şirk koşma yasağından son­ra ana-babaya iyiliği emretti. Zira Allah Tealâ çoğunlukla Kur'an'da sadece Allah'a kullukta bulunma ve şirkten kaçınma emriyle ana-babaya iyilikte bulunma emrini birarada zikretmektedir. Nitekim bir ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Rabbin yalnız kendisine kullukta bulunmanızı ve ana-babaya iyilik etmeyi buyurmuştur." (İsra, 17/23).

Cenab-ı Hak burada ise şöyle buyurmaktadır: "Biz insana ana-babası-na karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güç­süzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana-babana şükret, diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dö­nüş yalnız banadır."

Biz insana anne-babaya iyilikte bulunmayı, onlara itaat etmeyi ve haklarını yerine getirmeyi emrettik ve bunu zorunlu kildik. Özellikle anneye iyi davranılmahdır. Zira anne önce hamilelik esnasında, sonra doğum, sonra nifas, sonra süt emzirme, sonra iki yıl içinde sütten kesilme ve gece-gündüz bakım esnasında zayıflıktan zayıflığa uğrayarak yavrusunu taşıdı.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Anneler çocuklarını em­zirmeyi tamamlatmak isteyen baba için, tam iki sene emzirirler." (Bakara, 2/223).

Hadis-i şerif annenin iyiliğe ve itaate daha layık olduğunu beyan et­miş ve anneyi üç defa tavsiye etmiş, dördüncü defa babayı tavsiye etmiş, iyiliğin dörtte birini babaya tahsis etmiştir.

Biz ona, "Bana -yani Allah'a-, sana verdiğim nimetim üzerine şükret." diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Bana ve ana-babaya şükretmeyi emretmi-şizdir. Çünkü o ikisi senin varlığının sebebi ve Allah Tealâ'dan sonra sana iyilik kaynağıdır.

Allah Tealâ'nın "Bana şükret" ifadesi, tavsiyenin sebebini ya da bu tavsiyeye uymanın vacip olduğunu beyan etmek içindir. Buradaki "en" Ze-mahşerî'nin görüşüne göre tefsiriyyedir, yani "diye" manasındadır. Bu cüm­le tavsiye fiilini beyan etmektedir. Yani, bu cümle "kavi" mânasını ihtiva etmektedir, yani "Biz O'na: Bana şükret, dedik." demektir.

Allah'a itaat ve ana-babaya itaatin emredilmesinin illeti ya da bu hu­sustaki sebep, dönüşün ya da varılacak yerin yalnız Allah oluşudur. Dola­yısıyla buna karşılık ben sana ahirette en bol mükâfatı vereceğim.

Bu ifade muhalefet, karşı çıkma ve isyan etmenin akıbetine karşılık tehdit ve korkutmadır. Ayrıca bu ayet Allah'ın emrine uyma, O'na itaatte bulunma, ana-babaya iyilikte bulunma ve onlarla irtibatı devam ettirme karşılığında güzel bir mükâfat vaadinde bulunma netiliğindedir.

Bu ayet ve devamı oğluna tavsiyede bulunan Hz. Lokman'm sözlerin-dendir. Allah onun bu sözlerini haber vermektedir. Hz. Lokman oğluna, şir­kin zulüm olduğunu beyan edip bunu yasaklayınca bu Allah'a itaate teşvik olmaktadır. Sonra da bu ana-babaya itaat edilmesini ve bunun sebebini açıkladı.

Bir başka görüşe göre: Bu ifadeler Allah'ın kelâmından olup bunu Lokman'a söylemiştir. Yani "Biz ona, şükret dedik; Biz ona dedik ki; Biz ... tavsiyede bulunmuşuzdur".

Bir başka görüşe göre: 14. ayet Lokman'm tavsiyeleri arasında bir ara cümle olup şirkten nehyetmeyi vurgulamaktadır.

Kurtubî diyor ki: Doğru olan şudur ki, bu ayet ve daha önce geçen "Biz insana ana-babasına güzellikle davranmasını tavsiye ettik." (Ankebut, 29/8) ayeti Sa'd b. Ebî Vakkas ile Sa'd yeni dininden dönmedikçe yemek yememeye yemin eden annesi Hamne bt. Ebî Süfyân hakkında nazil olmuş­tur. Müfessirlerden bir grup da bu görüştedir. [26]

Yine müfessirler tarafından tercih edilen görüşe göre bu ayet ile bun­dan sonraki iki ayet Allah Tealâ tarafından yeni bir ifade olup Lokman'ın oğluna tavsiyeleri arasında şirkten nehyetmeyi tekid etmek üzere bir ara cümle olarak gelmiştir.

Allah Tealâ kendi haklarını istisna ederek ana babaya itaati sınırlaya­rak şöyle buyurdu:

"Eğer ana ve baban, senin bilgin olmaksızın körü körüne seni, bana or­tak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme." Yani ana ve baban senin be­nim ortağım bulunduğu şeklinde bir bilgin olmaksızın seni bana başkaları­nı ortak koşman ve dinlerinde senin kendilerine tâbi olman için sana özen göstererek aşırı derecede ısrarda bulunurlarsa, bunu kabul etme ve sana emrettikleri şirk veya masiyette onlara itaat etme. Zira yaratıcıya isyan olanu hususlarda yaradılana itaat yoktur. Burada anlatılmak istenen orta­ğın reddedilmesidir. Hiçbirşey olmayanları -yani putları- Allah'a ortak ko­şuyorlar, demektir.

"Dünya işlerinde onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşümüz yalnız banadır. O zaman yaptıklarınızı size bildiri­rim. " Yani senin şirk ve masiyet hususunda ana-babana itaat etmemen; se­nin onlara iyi muamele etmen, ihtiyaç anında onlara malî yönden destek olman, onları yedirip giydirmen, hastalık anında tedavi ettirmen, ölümle­rinde kabre defnetmen, onların arkadaşlarına güzel muamelede bulunman ve vasiyetlerini yerine getirmene yani dünyada onlara iyilikle davranmana engel olmasın.

"Ma'rûfen" kelimesi iyilikseverlik ve kişiliğin gereği olarak güzel bir şekilde birliktelik, demektir; ya da ana-babaya güzel ahlak, yumuşak huy-luluk, tahammülkârlık, iyilik ve irtibatı devam ettirmek suretiyle güzel bir şekilde muamele, demektir.

"Fi'd-dünya: dünyada" ifadesi bu birlikteliğin geçici olduğu anlamın­dadır. Zira bu belirli günler, sayılı seneler olup süratle bitecek ve yokola-caktır. Buradaki "ma'ruf' dinin tanıdığı ve razı olduğu hususlar olup ana-babayı yedirme, giydirme, söz ve davranışta onlara iyilikte bulunma husu­sunda iyilikseverlik ve kişiliğin gerekli saydığı her şeydir.

Sakın din konusunda hatır için davranma. Dininde Allah'a yönelen müminlerin yolunu tut. Her ne kadar sen dünyada ana-babana iyi muamele etmekle emrolunmuş isen de, inkâr hususunda ana-babanın yoluna uyma.Daha sonra senin de, ana-babanın dönüşü de yalnız bana olacaktır. Bunun üzerine seni imanınla mükâfatlandıracağım. Ana-babana da küfür­lerinin karşılığını vereceğim. Size dünyada yaptığınız hayır ve şerri haber vereceğim.

Bu cümle önceki cümleyi tasdik etmekte ve ana-babaya güzel muame­le etme ve iyilikte bulunmanın, masiyet olmayan şeylerde itaat etmenin farz olduğunu tekid etmektedir.

Allah Tealâ daha sonra insanların izlemeleri ve uymaları için Lokman Hakîm'in diğer faydalı tavsiyelerini bildirerek şöyle buyurdu:

1- "Yavrum! İşlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir ka­yanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa da Allah onu getirip ortaya koyar. Doğrusu Allah sonsuz lütuf sahibidir ve her şey­den haberdardır."

Sevgili oğlum; iyilik, kötülük, haksızlık ve günah bir hardal tanesi ağırlığına eşit olsa bile, bir kayanın içi gibi en gizli yerde, ya da gökler gibi en yüksek yerde, yahut yeryüzünün içi gibi en aşağı yerde olsa bile, Allah kıyamet günü hesap görme ve amellerin tartılması, hayır ya da şer olarak karşılığın verilmesi zamanında amelleri ortaya koyar.

Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Biz kıyamet gününe mah­sus adalet terazileri koyacağız." (Enbiya, 21/47); "Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu (sevabını) görecek, kim zerre ağırlığınca bir şey yaparsa onu (cezasını) görecek." (Zilzal, 99/7-8).

"Bir kayanın içinde olsa da" ifadesiyle mananın anlatılmasında son nokta ve mübalâğa murad edilmektedir.

Şüphesiz ki Allah, ilmi çok hassas olandır. İlmi her gizli şeye ulaşır. Ona; ne kadar dakik, hassas ve basit olsa da hiçbir şey gizli kalmaz. O her şeyden haberdardır, eşyanın asıl mahiyetini bilir. Her şeyin zahir ve batın yönlerini gayet iyi bilir.

Ayetten maksat Allah'ın ilminin genişliğini beyan etmektir. O görünen âlemi de, görünmeyen âlemi de gayet iyi bilir. Kıyamet günü amellerin karşılığını tam olarak vermek için kullarının bütün amellerine muttalidir.

2- "Yavrum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülüğe engel ol. Ba­şına gelene sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdendir."

Oğlunu şirkten men edip Allah'ın ilmi ve kudretiyle korkuttuktan son­ra ona tevhid için gerekli salih amelleri işlemeyi emretti.

Bunlardan biri "namaz "dır. Yani Allah rızası için ihlaslı olarak ibadet etmektir. Namazın "dosdoğru kılınması" onun usûlüne uygun olarak, farzlarıyla, vaktinde, kâmil olarak eda edilmesidir. Namaz dinin direğidir. İmanın ve yakînin delilidir. Allah'a yaklaşma ve O'nun rızasını kazanma vesilesidir. Namaz ayrıca hayasızlık ve çirkin fiillerden kaçınmaya ve gö­nül temizliğine yardımcı olur.

"Emr bi'l-ma'ruf, ise şer'an ve aklen makbul olan, nefsi terbiye eden medeniyet ve ilerlemeye sebep olan güzel ahlak ve iyi davranışları insanın hem kendisine hem de başkalarına emretmesidir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Nefsini tezkiye eden (gönlünü kirli duygulardan temizleyen) kimse kurtuluşa ermiş, onu günahların içine gömen kişi de zarar uğramış­tır." (Şems, 91/9-10).

"Nehy ani'l-münker", şer'an haram olan, aklen çirkin olan, Allah'ın ga­zabına ve cehennem azabına sebep olan masiyet ve münkerattan insanın hem kendisini hem de başkalarını alıkoymasıdır.

Eziyetlere, zorluklara karşı sabretme ve ilâhî emirlerde sebat etmeye gelince: İyiliği emreden ve kötülüklerden nehyeden kimse genellikle eziye­te uğrar. Bu sebeple ondan sabır istenir.

Tavsiyelere namazla başlanılmıştır. Zira o dinin direğidir. Tavsiyelere sabırla son verilmiştir. Zira o taate devam etmenin esasıdır, Allah rızasının direğidir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Sabır ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin." (Bakara, 2/45).

"Bunlar azmedilmeye değer işlerdendir." Yani, içinde, Allah'ın emretti­ği ve nehyettiği işlerin de insanların eziyetlerine sabretmek de bulunan bu adıgeçen hususlar kesin ve farz olan, şart ve farz oluşu kesinleşen işlerden­dir. "Azm" masdarı ism-i mef ul manasında olmaktadır.[27]

İnsanın nefsini ve başkalarım kemale erdirecek şeyleri emrettikten sonra bazı şeylerden nehyetmekte ve bazı şeylerden de sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

1- "İnsanlardan yüz çevirme." Yani insanlar seninle konuşurlarken ki­birlenerek ve onları küçümseyerek insanlardan yüzçevirme. Ayetin manası şudur: Kibirlenerek Allah'ın kullarını küçümseme, yüzçevirerek konuşma. Bilakis alçak gönüllü, samimi, sakin, yumuşak ve güleryüzlü ol.

Müslim'in Ebu Zerr el-Gıfarî'den rivayet ettiği hadis-i nebevide şöyle Duyuruluyor: "İyilikten hiçbir şeyi sakın küçümseme. İsterse din kardeşini gülümser bir yüzle karşılamak olsun. Elbiseni uzatmaktan da sakın. Zira bu kibirdendir. Kibirlenmeyi ise Allah sevmez." 

2- "Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah kendisini beğenen ve çok övünen hiç kimseyi sevmez." Yani yeryüzünde gururlanarak, şımararak ve çalım satarak yürüme. Zira Allah bu çeşit yürümeyi, gururlu ve kendini beğenmiş, başkalarına karşı kibirli olan hiçbir kimseyi sevmez.

Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurur: "Yeryüzünde şımararak yürüme. Zira sen yeri delemezsin ve boyca da dağlara ulaşamazsın." (İsra, 17/37).

Peygamberimiz (s.a.), İmam Ahmed ile Kütüb-i Sitte müelliflerinin Abdullah b. Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri bir hadis-i şerifte şöyle buyu­ruyor: "Kim elbisesini kibirle sürüklerse kıyamet günü Allah o kimseye bak­maz. "

"Fahur", kendisine verilenleri sayıp döken, ama Allah Tealâ'ya şükret­meyen kimsedir.

İbni Ebi'd-Dünya'nın Enes'den naklettiği hadis-i şerifte Peygamberi­miz (s.a) şöyle buyuruyor: "Geldikleri zaman tanınmayan, görünmedikleri zaman da aranmayan zengin müttekilere ne mutlu! Onlar (nurlu) kandiller olup her dağıtıcı kör fitneden uzaktırlar."

Yine Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Peygamberi­miz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nice garip kimseler vardır ki, kendisine hiç önem verilmez. Eğer Allah adına yemin etmiş olsa, Allah onu yalancı çıkar­maz. Eğer bu kimse: "Allahım! Ben senden cenneti istiyorum." dese Allah ona dünyadan hiçbir şey vermese de mutlaka cenneti verecektir."

Yahya b. Cabir et-Taî, Gudayf b. Haris'ten rivayet ediyor: Abdullah b. Amr b. As'la birlikte oturdum. Onun şöyle dediğini işittim: "Bir kul kabre konulduğu zaman kabir onunla konuşur ve ona şöyle der: Ey Ademoğlu! Bana karşı seni aldatan nedir? Benim tek olduğumu bilmiyor musun? Be­nim hak olduğumu bilmiyor musun? Ey Ademoğlu! Bana karşı seni alda­tan nedir? Sen benim etrafımda gururla, kibirle yürüyordun."

3- "Yürüyüşünde orta yolu tut." Ne zühd edasıyla zayıflık ortaya koyan ölü gibi gevşek ve yavaş, ne de şeytanın sıçraması gibi sıçrayarak aşırı hız­lı bir yürüyüş şekli olmaksızın orta yollu, mutedil bir yürüyüşle yürü.

Ebu Nuaym'in Hılye'de Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayet ettiği -zayıf- bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Yürüyüşün süratli oluşu müminin ağırbaşlılığını giderir."

Hz. Ömer (r.a.) ölü gibi yürüyen bir adam gösdü ve ona şöyle dedi: "Bi­ze dinimizi ölü gösterme. Allah seni öldürsün." Yine Hz. Ömer (r.a.) başını eğen bir adam gördü ve ona şöyle dedi: "Başını kaldır. İslâm zayıf değildir."

4- Sesini fazla yükseltme. Zira seslerin en çirkini merkeplerin sesidir." Yani faydalı olmayan hususlarda sesini yükseltme. Sesini kıs. Zira sesin şiddetli oluşu işitme organını rahatsız eder; gurur, kendini beğenme ve başkalarına aldırış etmemeye delâlet eder. Senin mutedil oluşu konuşan kimse için daha vakarlıdır, sözün kavranması, idrak edilmesi ve anlaşılma­sına daha yakındır.

Sesi yükseltmenin nehyedilmesinin sebibi, yüksek sesin merkeplerin sesine benzemesidir. Zira seslerin en çirkini merkeplerin sesidir. Bu Allah Tealâ'ya buğuz vermektedir. Bunun sebebi de merkep sesinin başı yüksek, sonu alçak olmasıdır.

Bu, ihtiyaç olmadan sesi yükseltmenin zemmedildiğine delildir. Zira yüksek sesin merkep sesine benzetilmesi, bunun son derece kötülendiği an­lamındadır.

Sünnette de yüksek sesin menfur olduğuna dair hadisler varid olmuş­tur. İbni Mace hariç Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ebu Hüreyre (r.a.)'den ri­vayet ettiği hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Horozların ötüşünü işittiğiniz zaman Allah'ın lütfunu niyaz edin. Merkeplerin anırma­sını işittiğiniz zaman şeytandan Allah'a sığının. Zira o, şeytan görmüştür." [28]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki noktalara işaret etmektedir:

1- Allah'a ortak koşmak, O'nun kullarından bir kulu, ya da putlardan bir putu Allah'ın yanında ibadete ortak kabul etmek rızık verici olan yara­tıcıya iftirada bulunma, inancın batıl oluşu müşrik için faydasızlık bulun­ması sebebiyle büyük bir zulümdür, hatta zulmün en büyüğüdür.

Hz. Lokmanın oğluna yaptığı tavsiyeleri amacına erdi. Tefsirde.varid olduğuna göre Hz. Lokmanın oğlu müşrik idi. Hz. Lokman ona nasihatte bulundu ve bu nasihatlerini tekrar etti. Nihayet oğlu müslüman oldu.

2- Ana-babaya iyilik etmek ve masiyet olmayan meşru şeylerde itaat etmek farz olup insan için gereklidir. İyiliğe misliyle karşılık vermek, ihsa­na karşı vefakârlık, fazileti takdir etme ve aile nizamına saygı göstermek­tir. Allah'ın ana-babaya iyilikte bulunmayı emretmesi müslüman ya da kâ­fir ana-babalar için umumî bir emirdir. Ana-baba hangi din üzerine olur­larsa olsunlar onlara itaat farzdır.

Ancak Allah'a şirk koşma ve farz-ı ayn olan bir emri terketme gibi bü­yük bir masiyeti işleme konusunda ana-babaya itaat istenmemektedir, hat­ta bu haramdır. Zira yaratıcıya isyan olan hususlarda yaradılana itaat yoktur.

Mubah hususlarda ana-babaya itaat gerekir. Menduplan terketme hu­susunda itaat etmek menduptur. Annenin beklemesi durumunda meşakkat olduğu, ya da helak olmasından korkulduğu zaman nafile namazda an­nenin seslenmesine icabet etmek ve farz-ı kifaye olan cihadı terketmek bu kabildendir.

"Anne" evlâdını yetiştirme yolunda çektiği sıkıntılarından dolayı ve ayetin zikrettiği gibi meşakkatlerden üç mertebeye, hamilelik, doğum ve emzirmeye maruz kalması sebebiyle daha ziyade iyilik ve itaate layık olma özelliğine sahiptir. Bu sebeple iyiliğin dörtte üçü anneye, dörtte biri babaya tahsis edilmiştir.

Peygamberimiz (s.a.) Buhari'nin rivayetine göre

- Kim iyiliğe daha layıktır? diye soran birine:

- Annen, diye cevap vermiş. Adam:

- Sonra kim? deyince, Peygamberimiz:

- Annen, demiş. Adam:

- Sonra kim? diye sorunca Peygamberimiz:

- Annen, demiş. Adam:

- Sonra kim? diye sormuş. Peygamberimiz:

- Baban, demişti.

3- Nafaka ve süt sebebiyle mahremiyet hükümlerinde süt emzirmenin azamî müddeti iki yıldır. Ancak mahremiyete ait süt emzirme müddetinin iki yıl ile tahdit edilmesi İmam Ebu Hanife dışındaki âlimlerin görüşüdür. İmam Ebu Hanife mahrem kılıcı süt emzirme müddetinin "Onun hamileli­ği ve sütten kesilmesi 30 aydır" ayetine binaen otuz aydır.

Yine âlimler bu iki ayetin birlikte mütalaasından hamilelik müddeti­nin altı ay olduğu görüşünü istinbat etmişlerdir. Cenab-ı Hak bir ayette: "Anneler, süt emzirmeyi tamamlatmak isteyen baba için, çocuklarını iki tam yıl emzirirler." (Bakara, 2/233). Bir başka ayette de "Çocuğun, hamile­liği ve sütten kesilmesi otuz aydır." (Ahkaf, 46/15).

4- İman nimeti ve diğer sayılamayacak çok nimet için şükür Allah'a, sonra da çocuklarını terbiye etme nimeti için ana-babaya mahsustur.

Süfyan b. Uyeyne (r.a.) diyor ki: Kim beş vakit namazı kılarsa Allah Tealâ'yı zikretmiş olur. Kim de namazların ardından ana-babası için dua ederse, bu kimse ana-babaya şükranlarını sunar.

5- "Dünya işlerinde onlarla güzel geçin." ayeti kâfir ana-baba fakir ise­ler, onlara mümkün olduğu kadar mal ile iyilikte bulunmanın, yumuşak konuşmanın ve yumuşaklıkla İslâm'a davet etmenin caiz olduğuna delildir.

Bunu şu hadis teyid etmektedir: Buhari ve Müslim'in rivayetine göre Hz. Ebubekir'in kızı Esmaya (henüz İslâm'ı kabul etmemiş olan) süt anne­si ya da süt teyzesi gelmişti. Esma Peygamberimiz'e:

- Ya Rasulallah! Annem bana geldi. O benimle görüşme arzusundadır. Ona sıla-i rahimde bulunayım mı? diye sordu. Efendimiz (s.a.):

- Evet, diye cevap verdi.

İbni Atıyye diyor ki: Benim kanaatime göre Esma'nın annesi iyilik görme arzusunda idi. Eğer ihtiyacı olmasaydı, Esmaya gelmezdi.

Esma'nın annesi Kuteybe bt. Abdiluzza b. Abdi-esed idi. Hz. Aişe ile Abdurrahman'ın anneleri Ümmü Ruman ise ilk müslümanlardandı.

"Dünya işlerinde onlarla güzel geçin." ayeti ana-babasından birine karşı çocuğun kısasa hak kazanamayacağına, ana-baba oğluna kazf (iftira­sında bulunursa) oğlu sebebiyle ana-babaya had cezası uygulanmayacağı­na ve ana-babanın çocuğuna olan borcu sebebiyle haps edilemeyeceğine; ana-babanın muhtaç olması durumunda evlâdın ana-babasının nafakasını temin etme mecburiyetinde olduğuna delildir.

6- "Bana yönelen kimsenin yoluna uy." ayetindeki ism-i mevsulden de anlaşıldığı gibi bu ifade umumî bir ifadedir.

Bu bütün âlem için bir tavsiyedir. Emre tâbi olan insanoğludur. Bu yol peygamberlerin ve salih müminlerin yoludur.

"Enâbe" (yöneldi) kelimesi; meyletti ve bir şeye döndü, manasındadır. Burada anlatılmak istenen mana ise; şirkten tevbe etti, İslâm'a döndü ve Hz. Peygamber (s.a.)'e tâbi oldu; tevhid ve taatteki ihlasla Allah'a döndü, demektir. Yoksa şirki emreden ana-babanın yolu değildir.

Bu yola tâbi olma emri müslümanlann icmaının doğruluğuna ve Allah Tealâ'nın bize kendisine yönelen kimselerin yoluna uymayı emretmesi se­bebiyle, icmaın hüccet olduğuna delildir. Bu ayet aynen "müminlerin yo­lundan başkasına uyan..." (Nisa, 4/115) ayeti gibidir.

7-  Cenab-ı Hakk'ın "Dönüşünüz yalnız banadır." ayeti; kabirlerde olanları dirilteceği, küçük ve büyük amellerini bildirme ve amellerin karşı­lığının verilmesi için Allah'a dönüleceği hususunda bir ihtar şeklindedir.

8- Allah Tealâ'nın Lokman Hakîm'den naklen buyurduğu 'Yavrum! İş­lediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da..." ayetiyle Allah Tealâ'nın kudretinin bildirilmesi, O'ndan korkulması ve ümidlenilmesi kastedilmiş­tir. Dolayısıyla sevap, günah ya da taat ve masiyetler hardal tanesi ağırlı­ğınca da olsa, Allah onu ortaya koyacaktır. Zira duyu organları hardal ta­nesinin ağırlığını idrak etmez. Ayrıca o, terazinin kefesine ağırlık vermez.

Kurtubî bu ayetin tefsirinde: "İnsanın hardal tanesi ağırlığınca ulvî âlemde (göklerde) ya da süflî âlemde (yeryüzünde) herhangi bir yerde nesi bulunursa, Allah onu getirir. Nihayet bunu asıl sahibine götürür. Yani rız­ka önem verip farzları eda etmekten ve bana yönelen kimsenin yoluna tâbi olmaktan uzak durma." demiştir.

Peygamberimiz (s.a.)'in Beyhakî'nin Kader kitabında "zayıf' bir senedle Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den rivayet ettiği şu hadis-i şerif bu manadadır: "Çok endişeli olma. Takdir edilen olacaktır. Sana rızık verilen sana gelecektir."

Bu ayet, Allah Tealâ'nm her şeyi ilmiyle kuşattağını, her şeyi tam ola­rak tesbit ettiğini, onun noksan sıfatlardan münezzeh olup hiçbir ortağı bulunmadığını ifade etmektedir.

9- Ayette namaz, emr bi'1-ma'ruf ve nehy ani'l-münker taatleri önemle bildirilmektedir. Bu emir bütün taat ve faziletleri, insana zarar ulaşsa da münkeri değiştirmeyi ve sabırlı olmayı teşvik etmektedir. Burada münkeri engellemeye çalışanın bazan eziyete uğrayacağına işaret edilmektedir.

Nitekim hastalık ve benzeri dünya sıkıntılarına mazur kalındığında sabırlı olmak menduptur. İnsan telaştan Allah'a isyana gitmemelidir. Zira zorluklara karşı sabretmek hakiki imanın gereğidir.

Namazı dosdoğru kılmak, iyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak azmedilmeye değer işlerdendir. Yani Allah'ın kesin olarak buyurduğu, em­rettiği ve farz kıldığı işlerdendir.

10- Cenab-ı Hakk'm "İnsanlardan yüz çevirme." ifadesi kibirlenmenin haram olduğuna delâlet etmektedir.

Ayetin manası şudur: İnsanlara karşı kibirlenerek ve kendini beğene­rek ve insanları küçümseyerek yanağını şişirme. Alçakgönüllü olarak, ün-siyet vererek ve ünsiyet bularak onlara yönel. İnsanların en küçüğü senin­le konuşursa, tıpkı Peygamberimiz (s.a.)'in yaptığı gibi, o kimse sözünü ta­mamlayıncaya kadar kulak ver.

Kısaca: Konuşan kimseye sırt çevirme. Nitekim İmam Malik'in Enes b. Malikten rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Birbirinize hased etmeyin. Ey Allah'ın kulları, kardeşler olun. Bir müslümanın karde­şine üç günden fazla dargın durması helâl değildir." Dolayısıyla sırt çevir­mek, yüzçevirmek, sözü ve selâmı terketmek yasaklanan şeylerdendir.

11- İnsanın yeryüzünde çalımlı ve kibirli yürümesi haramdır. Hatta böbürlenme her durumda haramdır.

12- İnsanın yürürken orta yolu tutması; ne çok hızlı, ne de çok yavaş yürümemesi; ne ölü gibi ağır hareket etmemesi,  ne de şeytanın sıçraması gibi sıçramaması menduptur.

13- Ayrıca sesi yükseltirken tekellüf yapılmaması, ihtiyaca ve âdete göre konuşmak da menduptur. Zira ihtiyaçtan fazla sesi yükseltmek rahat­sızlık veren bir zorlamadır. Bütün bunlardan murad alçak gönüllülüktür.

İhtiyaçtan fazla sesin yükseltilmesi eşek sesine benzetilmiştir. Eşek ve anırması aşırı zem ve tenkit noktasına misaldir.

Bu ayette hitap esnasında sesi yükseltmenin çirkinliği eşek seslerinin çirkinliğiyle tanıtıldığına delildir. Zira onun sesi yüksektir.

Ayet, insanları hiçe sayarak insanların yüzüne karşı bağırmayı terketmesi, ya da bağırmanın tamamen terkedilmesi şeklinde Allah Tealâ dan bir edep dersidir. Allah bunu nehyetmiştir. Zira bu cahiliye ahlâkı ve âdetlerindendir. Zira cahiliye Arapları gür ve yüksek sesle iftihar ediyorlardı.

Bu ayet bütün söz ve davranışlarda orta yolu tutmaya işaret etmektedir.

Kısaca; Lokmanın tavsiyeleri dinin ve ahiretin faziletleri, dünyadaki güzel ahlak esasları biraraya toplanılmıştır.

Bu ayetler dokuz emir, üç nehiy ve yedi sebebi ihtiva etmektedir:

Emirler: Ana-babaya iyilik etmek, Allah'a ve ana-babaya şükretmek, dünyada ana-babaya iyilikle muamele etmek, peygamberlerin ve salihlerin yoluna tâbi olmak, namazı dosdoğru kılmak, iyiliği emretmek, kötülüğe en­gel olmak, yürürken orta yolu tutmak ve sesi alçaltmaktır.

Nehiyler ise: Şirkten, yanağı şişirmekten (kibirlenmekten) ve şımarık­ça (böbürlenerek ve çalımlı bir şekilde) yürümekten sakınmaktır.

Bu emir ve nehiylerin sebebleri ise şunlardır:

1- "Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankör­lük ederse, bilsin ki Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye layık olandır."

2- "Allah'a ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür."

3- "Varış yalnız banadır. Dönüşünüz yalnız banadır. O zaman yaptıkla­rınızı size bildiririm."

4- "Şüphesiz Allah sonsuz lütuf sahibidir ve her şeyden haberdardır."

5- "Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdendir."

6- "Allah kendisini beğenen ve çok övünen hiç kimseyi sevmez."

7- "Seslerin en çirkini merkeplerin sesidir." [29]

 

Tevhid Delillerini Müşahede Etmelerine Rağmen Müşriklerin Şirk Koşmaları Sebebiyle İhtar Edilmesi

 

20- Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da emriniz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli ola- rak size bolca ihsan ettiğini görmez  misiniz? İnsanlardan Allah hakkında hiçbir bilgisi obuadan doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap bulunmadan tartışanlar vardır.

21- Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun." denilince, onlar: "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız." derler. Ya şeytan babaları­nı alevli ateşin azabına çağırmışsa?

 

Belagat:

 

"Zahireten ve bâtıneten" kelimeleri arasında tezat sanatı vardır.

"Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa?!" ifadesi hazif-le birlikte, hem yadırgama, hem de azarlama şeklindedir. Buna göre mana şudur: "Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa, onlara uyacaklar mı?" [30]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah 'm göklerde olanları da, yerde olanları da emriniz altına verdi­ğini... görmez misiniz?" Yani ey muhataplar, bilmiyor musunuz ki, Allah göklerde bulunan güneş, ay, yıldızlar, bulut v.b. bütün varlıkları sizin men1 faatlerinizi temin edecek vesileler kılmak suretiyle sizin emrinize teslim etti. Ayrıca meyveler, nehirler, hayvanlar, madenler ve daha nice sayılama­yacak şeylerden yararlanma imkânını size vermek suretiyle yerde olanları sizin emrinize vermiştir.                                ,

"açık ve gizli olarak" maddi olan ve manevi olan bildiğiniz ve bilmedi­ğiniz şeyler... İnsanın bedeninde insanın bilmediği, ya da bilgisine erişeme­yeceği nice nimetler vardır.

"İnsanlardan Allah hakkında" O'nun birliği ve sıfatlan hakkında, delillerden alınan "hiçbir bilgisi olmadan" ya da delilsiz olarak "doğruluk reh­beri" olmadan, Rasulden bir hidayet olmaksızın ve indirdiği "aydınlatıcı bir kitap olmadan" bilakis taklitçilik yoluyla hareket edip "tartışanlar vardır."

"Onlara: Allah 'in indirdiğine uyun, denilince onlar: Babalarımızı üze­rinde bulduğumuz yola" geçmişlerin üzerinde bulunduğu yola "uyarız der­ler. " Bu ifade itikat gibi temel esaslarda taklitçiliği açık bir şekilde reddet­mektedir.

"Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa!" Yani şeytan onları cehennem azabını gerektirecek Allah'a şirk koşma, ya da taklitçilik yoluna davet etmişse, onlar şeytana uyacaklar mı? "Lev" kelimesinin ceva­bı mahzuf olup bu cevap "Elbette ona uyarlardı." ifadesidir. Buradaki soru, yadırgama ve hayret içindir. [31]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ: "Gökleri direksiz olarak yarattı." ayetini Allah'ın birliğine delil olarak getirip Lokman bunu peygamberlikle değil hikmetle bildikten sonra; tevhid delillerini gökler ve yer âleminde açıkça müşahede etmeleri­ne ve bu âlemde bulunan her şeyin kendi menfaatlerine, insanların emrine verilmesine ve insanlara maddî-manevî, bilinen bilinmeyen nimetlerle lütufta bulunulmasına rağmen müşriklerin şirk üzerinde ısrar etmelerine karşı ihtarda bulundu. [32]

 

Açıklaması:

 

"Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da emriniz altına verdi­ğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez mi­siniz?"

Ey insanlar! Her şeyde Allah Tealâ'nın birliğini ifade eden tevhid de­lillerini ve sizin üzerinize ihsanda bulunduğunu bilmiyor musunuz? Gece ve gündüz kendileriyle aydınlanacağınız güneş, ay ve yıldızlar gibi gökler­de bulunan bütün varlıkları; insan, hayvan ve bitkileri sulamak için kendi­sinden yağmur inecek bulutlar; yeryüzünde bulunan madenler, nehirler, denizler, ağaçlar, bitkiler ve meyveler ve benzeri gıdaları sizin emrinize ve­ren O'dur. Sizin üzerinize açık-gizli, maddi-manevi, bilinen-bilinmeyen nimetlerini tam ve mükemmel olarak veren O'dur. Kitapların indirilmesi, peygamberlerin gönderilmesi, kuşkular, sebepler ve mazeretlerin gideril­mesi bu nimetlerden bazılarıdır.

Bir görüşe göre: "Zahir: açık" olan şey İslâm'dır. "Batın: gizli" olan ise gizlenen kötü amellerdir. Bu ayet hakkında soru soran İbni Abbas'a Pey­gamberimiz (s.a.) şöyle buyurdu: "Zahir olan, İslâm ve yaratıklarından gü-

zel olan şeydir. Batıl olan ise, kötü amellerinden kapatılan, gizlenen, örtü­len şeylerdir."

Bir başka görüşe göre "zahir: açık" olan şey gözlerle görülen mal, ma­kam, insanlardaki güzellik, ibadet ve taate muvaffakiyet gibi hususlardır. "Batın: gizli" olan şey ise, kişinin gönlünde duyduğu Allah'ı bilme, güzel, yakînî bir iman, kuldan uzaklaştırılan âfetlerdir.

Bütün bunlara rağmen, insanlar iman etmemişlerdir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"insanlardan Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatan bir kitap bulunmadan tartışanlar vardır."

Yaratma ve nimet verme suretiyle ulûhiyet sabit olmasına rağmen in­sanlardan bir kısmı, Mekke'deki putperest liderler gibi kimseler; Allah'ın birliği, sıfatları, peygamberler göndermesi konusunda makul bir delil ol­maksızın, bir peygamberin elinden doğru hüccet ve dayanak olmadan, ya da Hak yolu aydınlatacak doğru nakledilen bir kitap olmaksızın tartışırlar.

"Hiçbir bilgi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap bulun­madan..." ifadesinin manası hidayete erdiren bir kimseden gelen bir hida­yet, ya da apaçık bir kitap gibi açık bir ilim olmaksızın şeklindedir.

Onların tek ve biricik hüccetleri körükörüne taklitçilik, hidayete ve şeytana tâbi olmaktır. Bunun için Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Onlara: Allah'ın indirdiğine uyun, denilince onlar: "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız." derler."

Allah'ın birliği hakkında tartışma yapan bu kimselere: Allah'ın Rasulü'ne indirdiği tertemiz hükümlere uyun, denilince onların inandıkları din hususunda geçmiş atalarına uymaktan başka hiçbir hüccetleri yoktur. Bu son derece çirkindir. Zira Peygamberimiz (s.a.) onları Hakk'a ve hayra sevkeden Allah'ın kelâmına davet etmektedir. Oysa onlar atalarının kelâ­mına tâbi oluyorlar.

Bu ifade akidenin temel esaslarında taklitçiliği açık bir şekilde reddet­mektedir. Bunun için Allah kötü sözleri sebebiyle onları azarlayarak şöyle buyurdu:

"Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa?!" Yani Allah kurtuluşa, sevaba ve saadete davet ettiği halde, onların inançları nefsî arzu­lara ve kendilerini cehennem azabına davet eden şeytanın olayı süslü göster­mesi üzerine kurulmuşsa, onlar atalarına delilsiz olarak uyacaklar mı?

Bu aynen şu ayet gibidir: "Ya onların babalan hiçbir şeyi düşünmü­yorlarsa ve doğru yolu bulmamışlarsa!" (Bakara, 2/170). Yani onların yaptıklarını delil olarak kabul ettikleri ataları sapıklık üzerinde iseler, onların akılları yoksa ve hidayet üzerinde değilseler, demektir. Onlar atalarının yolunda yürüyerek atalarını izlemektedirler.

Bu, hayret ve yadırgama şeklinde olup müşrikleri hiçe sayma, onların beyinsizliklerini ortaya koyma ve görüşleriyle alay etme manası ihtiva eden bir sorudur. [33]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden şu hususlar anlaşılmaktadır:

1- Allah'ın birliğinin delili, yaratma ve nimet vermedir. Zira Cenab-ı Hak içindeki güneş, ay, yıldızlar ve meleklerle birlikte gökleri yaratmış ve bunları yararlanmaları için insanların emrine vermiştir. Cenab-ı Hak için­deki dağlar, ağaçlar, meyveler, madenler, su, hava, buhar zerre gibi tama­men tesbit edilemeyecek olan, hepsi insanların faydasına olan yeryüzünü yaratmıştır.

Âdemoğullarına verdiği nimetleri, ister sağlık, mükemmel yaradılış, mal, mevki, güzellik ve İslâm hükümleri gibi açık, gözle görülür maddi ni­metler olsun; ister bilgi, akıl, Allah'a yakînen güzel bir şekilde bağlılık gibi manevî nimetler olsun, ister bilinen nimetler olsun, isterse her asırda yeni­lenen ilmî buluşların gelişmesiyle birlikte ilmî olarak bilinecek nimetler ol­sun, hepsini tam ve kâmil olarak vermiştir.

2- Allah'ın birliğine delâlet eden yaratma ve nimet verme gibi delille­rin çokluğuna rağmen insanlardan Nadr b. Haris ve Übeyy b. Halef gibi bir grup kimse Allah'ın birliği konusunda aklî bir hüccet, ya da Peygamberi-miz'in sünnetinden naklî bir delil, yahut ışık saçan nurlu bir kitabın beya­nı olmaksızın münakaşa ve mücadele ediyorlar. Burada hüccet, sadece kendilerine bunları vesvese veren şeytana tâbi olmak, ya da geçmişleri taklit etmektir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette şöyle buyurmuştur: "Şey­tanlar mücadele etmeleri için dostlarına ilhamda bulunurlar." (En'am, 6/121).

3- Müşriklerin, Allah'ın Rasulü'ne indirdiği apaçık ayetlere ve terte­miz hükümlere uymaları emredildiği zaman müşrikler babalarını ve dede­lerini taklit etmeye sarılmaktan ve şeytanın onlara süslü gösterdiği vesve­se ve nefsî arzulara sarılmaktan başka hiçbir cevap bulamadılar. Zira on­lar sapıklıkta şeytana tâbi olurlar. [34]

 

Müminin Yolunun İyiliği, Kâfirin Yolunun Kötülüğü

 

22- İyi amel işleyerek kendisini Allah'a veren kimse şüphesiz en sağsaa. kulpa sarılmış olur. İşlerin sonucu yalnız Allah'a aittir.

23- İnkâr edenin inkarcılığı seni  üzmesin. Onların dönüşü bizedir.

O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah kaplerde olanı gayet iyi bilir.

24- Onları az bir süre geçindiririz. Sonra da onları katı bir azaba sü­rükleriz.

 

Belagat:

 

"Kim yüzünü teslim ederse" ifadesinde "yüz" kelimesiyle "cüz" kullanı­lıp "küll" murad edilmek suretiyle mecaz-i mürsel yapılmıştır (meal de bunun için "kendisini" şeklinde verilmiştir).

"İyi amel işleyerek kendini Allah'a veren kimse" cümlesiyle "İnkâr ede­nin inkarcılığı seni üzmesin." cümlesi arasında mukabele adı verilen edebî sanat yapılmıştır.

"... Şüphesiz en sağlam kulpa sarılmış olur." ifadesi temsilî teşbihtir. İslâm'a sarılan kimse bir dağ zirvesine çıkmak isteyip de, en sağlam ipe sa­rılan kimseye benzetilmiş ve mübalâğa için teşbih edatı hazfedilmiştir.

"Ve ilallahi akıbetü'l-umûr" ayetinde hasr (yani işlerin sonucunun sadece Allah'a tahsis edilmesini) ifade etmek için, sonra getirilmesi gere­ken kelime (ve ilallahi) haber olduğu halde takdim edilmiştir. (Bu hasır mealde "yalnızca" kelimesi ile ifade edilmiştir.)

"Katı bir azap", katılık şiddet için istiare yoluyla kullanılmıştır. Zira katılık yoğun madde için kullanıldığı halde burada manevî bir durum için kullanılmıştır. [35]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İyi amel işleyerek" amelini sağlam bir şekilde yaparak "kendini Al­lah'a veren" işini Ona havale eden, O'na itaate yönelen ve Ona halisane yönelen "kimse şüphesiz en sağlam kulpa sarılmış olur." En güçlü ve en kuvvetli esasa, yani kesilmesinden emin olunan en sağlam tarafa bağlan­mış olur. Bu ifade taatle meşgul olan, Allah'a güvenen kişi, bir dağın zirve­sine tırmanmak isteyen ve dağdan aşağı sarkıtılan en sağlam ipe sarılan kimseye benzetilmesidir.

"İnkâr edenin inkarcılığı seni üzmesin." Yani bu durum dünya ve ahirette sana zarar veremez. Onun inkarcılığına önem verme. "Onların dö­nüşü bizedir." Yani onların varacağı yer her iki dünyada Allah'adır. "O za­man onların yaptıklarını kendilerine haber veririz." Onları amelleriyle, ya helak etmek ya da azap etmek suretiyle cezalandırırız. "Allah kalplerde olanı", yani O her şeyde olanları gayet iyi bildiği gibi gönüllerde olan ves­vese ve düşünceleri "gayet iyi bilir." Bunun karşılığını verir.

"Onları az bir süre geçindiririz." Onları dünyada hayatları müddetince az bir istifadeyle ya da az bir zaman yaşatırız. Zira geçici olan hayat de­vamlı olana göre az sayılır. "Sonra da onları" ahirette "katı bir azaba" kendilerine ağır gelen bir azaba, cehennem azabına "sürükleriz." Onlar bun­dan kaçış yolu bulamazlar. [36]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bilgisizce ve inatçılıkla Allah hakkında tartışmada bulunan kâfirin du­rumunu beyan ettikten sonra, Allah Tealâ müslümanın durumunu haber verdi. İşlerin sonunun kendisine varacağını bildirdi. Sonra da Rasulullah (s.a.)'in karşılaştığı müşriklerin kendi davetinden yüzçevirmelerine karşı tesellide bulundu. Müşrikleri dünya ve ahirette şiddetli bir azapla tehdit et­ti. Ahiret azabının daha şiddetli ve daha ağır olduğuna dikkat çekti. [37]

 

Açıklaması:

 

"İyi amel işleyerek kendini Allah'a veren kimse şüphesiz en sağlam kulpa sarılmış olur. İşlerin sonucu Allah'a aittir." Yani kim Allah'ın emret­tiğine tâbi olmak ve Onun nehyedip yasakladığı şeyleri terketmek suretiy­le amelini gayet sağlam ve güzel bir şekilde yaparak Allah'a ihlasla ibadet ve amelde bulunur, O'nun emrine ve dinine uyarsa; sağlam bir sicime sarıl­mış olur. Yani Allah'ın rızasına uluştıracak en sağlam vesilelere bağlanmış olur. Bu ameline karşılık güzel bir mükâfatla karşılaşacaktır. Zira bütün yaratıkların akıbeti Allah'adır. Dolayısıyla Allah kendisine dayanan, iba­det ederken ihlaslı olan kimselere en güzel cezayı verecek, ayrıca kötü dav­ranan kimseyi en şiddetli azapla cezalandıracaktır.

Cenab-ı Hak daha sonra Rasulü'ne kâfirlerin küfrüne önem verme­mesini nasihat ederek şöyle buyurdu:

"İnkâr edenin inkarcılığı seni üzmesin. Onların dönüşü bizedir. O za­man, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah kalplerde olanı gayet iyi bilir."

Allah'ı ve Rasulü'nü inkâr eden kâfirlerin küfründen dolayı kederlen­me ve telaşlanma. Onları önemseme. Onlara üzülme. Zira onların varışı dünyada da, ahirette de bizedir. Biz onları helak etmek ve azap etmek su­retiyle cezalandıracağız. Onlara ait gizli ve açık hiçbir şey gizli kalmaz. Onlara gönüllerinin sakladıkları şeyleri haber veririz.

"Men" kelimesi hem müfred hem de cemi için kullanılmaktadır. Bu se­beple "küfrühü: onların inkarcılığı" kelimesinde zamir müfred olarak, "merciuhûm: onların varacakları yer" kelimesindeki zamir cemi olarak kul­lanılmıştır.

Allah Tealâ daha sonra onların dünyada kalma müddetlerini beyan ederek şöyle buyurdu:

"Onları az bir süre geçindiririz. Sonra da onları katı bir azaba sürük­leriz. " Yani onları dünyada ve dünya zinetleriyle az bir fayda ile ya da az bir süre faydalandırırız. Sonra da onları zorlu, ağır ve şiddetli bir azaba maruz bırakırız. Ayette geçen "galiz: katı" kelimesi maddî şeylerde kullanı­lırken burada manevî şeyler için kullanılmıştır. Anlatılmak istenen, azabın "şiddetli" oluşudur. [38]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler insanların ahirette iki grup olacaklarına ve bir grubunun cennette, diğer bir grubunun cehennemde olacağına delâlet etmektedir.

Kim ibadetini ihlasla yapar, Allah Tealâ'yı arzularsa; Allah'a O'nu gö­rür gibi ibadet etmek suretiyle -her ne kadar kendisi Allah'ı görmese de Rabbinin kendisini gördüğünü düşünmek suretiyle- amelini gayet sağlam yaparsa bu kimse Allah'tan kendilerine azap edeceği şeklinde sağlam bir ahit verilen kurtulmuş kimselerden olur. Bütün işlerin sonu ve akıbeti Al­lah Tealâ'ya aittir.

Allah'ın varlığını veya birliğini inkâr eden ve O'na başkasını şirk ko­şan kimseyi Allah cezalandıracaktır. Allah kulun gizlediği ve açığa vurdu­ğu her şeyi en iyi bilendir.

Dünyada kalma müddeti azdır. Onlar dünyada az bir müddet yararla­nacaklar, daha sonra şiddetli bir azaba -cehennem azabına- sürüklenip gö­türüleceklerdir. [39]

 

Allah'ın Varlığının İsbatı, İlmînin Genişliği, O'nun Diriltmeye Ve Her Şeye Muktedir Oluşunun Muhtevası

 

25- Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorsan, "Allah'tır" derler. Sen de: "Allah'a hamdolsun." de. Doğrusu onların çoğu bilmezler.

26-  Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Şüphesiz Allah her şey­den müstağnidir. Sonsuz övgüye layıktır.

27- Eğer yeryüzündeki ağaçlar ka­lem olsa, deniz mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulu­nup yazılsa, yine de Allah'ın kelâmı tükenmez. Şüphesiz Allah yegâne galiptir, sonsuz hikmet sahibidir.

diriltilmeniz de tek bir kişKnin ya­ratılması ve diriltilmesi) gibidir. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir.

29-  Görmüyor musun ki, Allah ge­ceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine koymaktadır. Güneşi

biri belirli bir vadeye kadar akıp gidecektir. Şüphesiz ki Allah yap­tıklarınızdan haberdardır.

30- Bu, Allah'ın mutlak hakikat ol­masından ve O'ndan başka taptık­ları şeylerin batıl olmasındandır. Doğrusu Allah çok yücedir, çok bü­yüktür.

31- Görmüyor musun ki, kudret delillerinden bir kısmını göstermek için, Al­lah'ın nimetiyle denizde gemiler akıp gitmektedir. Şüphe yok ki bunda çok sabreden, çok şükreden için ayetler vardır.

32- Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman dinde ihlaslı olarak Allah'a yalvarırlar. Onları karaya çıkararak kurtardığında içlerinden bir kısmı orta yolda kalır. Zaten ayetlerimizi ancak gaddar ve nankörler inkâr eder.

 

Belagat:

 

Sabbâr (çok sabreden), şekûr (çok şükreden), hattâr (çok gaddar), ke-fûr (çok nankör), semi' (her şeyi işiten), basıyr (her şeyi gören) sîgaları mübalâğa sîgalarıdır. Burada ayrıca tevafuku'l-fevasıl veya secî adı verilen edebî sanat vardır.

"İçlerinden bir kısmı orta yolda kalır." ifadesinde hazif yoluyla îcaz ya­pılmıştır. Ayetin manası: İçlerinde orta yolu tutanlar da, kâfir olanlar da vardır. "Ayetlerimizi ancak gaddar ve nankörler inkâr eder." ayeti hazfedi­len kısma delâlet eder. [40]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorsan:" Yaratmayı Allah'tan başkasına isnad etmeye engel olan delillerin açıklığı sebebiyle "Allah 'tır, derler." Zira onlar Allah'ın varlığını ikrar etmek mec­buriyetinde kaldılar.

Allah'ın birliğinin sabit olması hususunda hüccetin onların aleyhine ortaya çıkması, onların akidelerini iptal eden şeyi itiraf etmeye mecbur kalmaları sebebiyle "Sen de: Allah'a hamd olsun, de. Ama onların çoğu bil­mezler. " Bu hüccetle ilzam edildiklerini bilmezler.

"Göklerde ve yerde olan her şey" mülk, yaratık ve kul olarak "Allah'ın­dır. " Dolayısıyla göklerde ve yerde O'ndan başkası ibadete layık değildir. "Şüphesiz Allah her şeyden" mahlûkatından "müstağnidir. O sonsuz övgüye layık olandır." Hamde layık olan, yaptıklarıyla hamdüsenaya mazhar olandır.

"Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa," cümlesinde ağaç kelimesi cins isim olarak "şecer" kelimesi yerine, her ağacı tek tek içine alması ve böyle­ce tek bir ağaç kalmadan bütün ağaç cinsini ihtiva etmesi için "şecere" şeklinde, müfred olarak kullanılmıştır, "denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa," yani okyanus bütün genişliğiyle mürekkep olsa demektir. Ayette "mîdad: mürekkep" kelimesi yerine aynı kökten gelen "yümiddühû" kelimesiyle yetinilmiştir. "yine de Allah'ın keli­meleri" O'nun ilimleri "tükenmez." Bütün ağaçlar kalem olsa ve bütün de­nizler mürekkep olsa, Allah'ın ilmi tükenmez. "Şüphesiz ki Allah yegâne galiptir." Onu hiçbir şey âciz bırakamaz. "Sonsuz hikmet sahibidir." Hiçbir şey O'nun ilim ve hikmetinin dışında kalmaz.

Ey insanlar! "Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltümeniz de tek bir kişi gibidir." Tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Zira herhangi bir iş O'nu diğer bir işten meşgul etmez. Çünkü O'nun "kün" kelimesiyle her şey olur. "Şüphesiz Allah" her şeyi "işitendir", her şeyi "görendir." Bir şeyi idrak etme, O'nu bir başka şeyi idrak etmekten alıkoymaz.

Ey bu ayete muhatap olan kişi! "Görmüyor musun," bilmiyor musun ki "Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine koyuyor." Yani biri­ni diğerine ekliyor. Dolayısıyla gece ve gündüzden, noksan olana diğerin­den ilâve yapar. "Her biri", nurlu güneş ve aydan her biri "belirli bir vadeye kadar" belirlenen, takdir edilen müddete kadar, güneşin yıllık devrinin so­nuna ve ayın yıllık devrinin sonuna ya da kıyamet gününe kadar "akıp gi­decektir. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Bunun asıl mahi­yetini gayet iyi bilir.

"Bu" ilâhî ilmin genişliği, kudretinin her şeyi kaplaması ve hayret veri­ci sanatı hususunda zikredilen hususlar "Allah'ın mutlak hakikat olmasın­dandır. " O'nun zatında değişmez, her yönüyle vacip ve ulûhiyeti sabit olma­sındandır, "ve O'ndan başka taptıkları şeylerin batıl oluşundandır." Yani on­ların Allah dışında tapındıkları şeyler aslında hiç var olmayan, yok hük­münde, ya da derhal kaybolan şeylerdir, yahut ilâhlıkları hükümsüzdür. "Doğrusu Allah çok yücedir, çok büyüktür." Bütün mahlûkatından ve her şeyden ezici hakimiyetiyle çok yüksektir. Her şeye hakimdir. O çok uludur.

"Görmüyor musun ki, kudret delillerinden bir kısmını göstermek için Allah'ın nimetiyle" sebepleri hazırlamak suretiyle "denizde gemiler" O'nun insanıyla "akıp gitmektedir." Yiyecek, eşya v.b. yükleri taşımaktadır. Bu Onun göz kamaştırıcı kudretine, mükemmel hikmetine ve her şeyi kuşa­tan nimetine delâlet eden ikinci bir delildir. Ey bu ayete muhatap olanlar! "Şüphe yok ki bunda" zorluklara karşı ve isyana karşı "çok sabreden" ufuk­larda ve nefislerde düşünmek için kendini yoran, O'nun nimetlerine "çok şükreden" bu nimetleri tanıyan, bu nimetleri bağışlayanı bilen "kimse için ayetler" alâmetler ve ibretler "vardır."

"Dağlar" ya da bulutlar gibi "dalgalar insanları kuşattığı" ve onları ta­mamen örttüğü "zaman" kendilerini kurtarması için "dinde ihlaslı olarak O'na yalvarırlar." Şiddetli korku sebebiyle Allah'la birlikte başka birine yal-varmazlar. "Onları karaya çıkararak kurtardığında içlerinden bir kısmı or­ta yolda kalır." Yani küfürle iman arasında bulunur, yahut Allah'ın birliğini kabul etmek olan orta yolda bulunur. Ondan başkasına yönelmez. Onlardan bir kısmı küfrü üzerinde devam eder. "Zaten ayetlerimizi" kendilerini dalga­lardan kurtarmak gibi kudretimizin delillerini, ancak '"gaddar" olan, fıtrî ahdi bozan "'ve nankörler" nimetleri görmezden gelenler "inkâr eder." [41]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Eğer yeryüzünde ağaçlar kalem olsa..." ayetinin (27. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir, İkrime'den naklediyor ki: Ehl-i Kitap Peygam­berimiz (s.a.)'e "Ruh" hakkında soru sormuşlardı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Sana ruhu sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsra, 17/85) ayetini indirdi. Ehl-i Kitap da şöyle dediler:

-  Sen bize ilimden pek az bir şey verildiğini iddia ediyorsun. Halbuki bize Tevrat verildi. O ise hikmetli kitaptır. "Kime hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiş olur." (Bakara, 2/269).

Bunun üzerine Lokman suresinin "Eğer yeryüzünde ağaçlar kalem ol­sa, denizler mürekkep olsa..." mealindeki 27. ayeti nazil oldu.

İbni İslak ve İbni Ebî Hatim, Ata b. Yesar'dan naklediyorlar: Mek­ke'de, "Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." (İsra, 17/85) ayeti nazil oldu.

Peygamberimiz (s.a.) Medine'ye hicret edince Yahudi ilim adamları ona gelip:

-  Bize ulaşdığına göre sen "Size ilimden pek az bir şey verilmiştir." di­yorsun. Bununla bizi mi, yoksa kavmini mi kastediyorsun? dediler. Pey­gamberimiz (s.a.):

- Herbirini kastettim, dedi. Yahudiler:

- Peki, sen bize içinde herşeyin açıklamasının bulunduğu Tevrat'ın ve­rildiği ayetlerini okuyorsan, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.):

- O Allah'ın ilminde azdır, diye cevap verdi. Cenab-ı Hak da "Eğer yer­yüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa..." (Lokman, 31/27) ayetini indirdi.

Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyan el-Ensarî el-Azame kitabında, İbni Cerir Tef­sirinde Katade'den naklediyorlar: Müşrikler, bu ilâhî kelâm yakında tüke­necek bir kelâmdır, dediler. Bunun üzerine: "Eğer yeryüzünde ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ..." ayeti nazil oldu.

"Sizin yaratılmanız da..." ayeti (28. ayet) Übeyy b. Halef, Übeyy b. Esedîn, Münebbih b. Haccac b. Sebbak ve Nebîh b. Haccac b. Sebbak hak­kında nazil oldu. Bunlar Peygamberimiz (s.a.)'e şöyle dediler:

-  "Allah Tealâ bizi merhaleler halinde yarattı. Önce nutfe, sonra kan pıhtısı, sonra et parçası, sonra da kemikler halinde yarattı, diyorsun. Sonra da: Biz hep birlikte bir saat içinde yeni bir yaradılışla diriltileceğiz, diyor­sun!.."

Bunun üzerine Cenab-ı Hak: "Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilme-niz de tek bir kişinin yaratılması gibidir." ayetini indirdi. [42]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Göklerin direksiz yaratılması ve mahlûkatına açık ve gizli nimetleriy­le ihsanda bulunulması örnekleriyle Allah'ın birliğine dair delillerin ortaya konulmasından sonra; Allah Tealâ müşriklerin Allah'ın varlığını itiraf et­tiklerini, onların sıkıntı anında O'na yalvardıklarmı, kurtulduktan sonra da inkarcılıklarına döndüklerini beyan etmektedir.

Cenab-ı Hak daha sonra göklerde ve yerde olan her şeyin O'nun mül­kü olması deliliyle kendisinin birliğini isbat etti. Bundan sonra ilminin ge­nişliğine, kudretinin her şeyi kuşattığına dair delilleri ortaya koydu. İn­sanların yaratılması ve tekrar diriltilmesi, gece ile gündüzün peşpeşe gel­meleri, ay ve güneşin belirli bir yörüngede istihdam edilmesi, Cenab-ı Hakk'm kolaylaştırması ve sebeplerini hazırlamasıyla gemilerin denizlerde seyretmesi bu delillerden olup müşrikler bu ilâhî kudret delillerini itiraf ediyorlardı. [43]

 

Açıklaması:

 

"Andolsun ki onlara: "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorsan, "Allah'tır." derler." Yani Allah'a yemin olsun ki kavminden olan Allah'a şirk koşan bu müşriklere: Gökleri ve yeri yaratan kimdir? diye sorsan: Bu yara­tıcı Allah'tır, diye cevap verirler.

Onlar, bu durumun gayet açık olması, başka bir alternatifin bulunma­ması sebebiyle bu gerçeği inkâr etmeksizin göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ederler. Böylece Allah'ı itiraf etmeye mecbur kalırlar. Bununla birlikte müşrikler Allah'ın yarattığı varlıklar olduklarını, O'nun mülkü olduklarını itiraf ettikleri şeyleri Ona ortak koşarak onlara taparlar.

"Allah'a hamdolsun, de. Ama onların çoğu bilmezler." Ey Rasulüm! Bu itiraflarından dolayı Allah'a hamdolsun, de. Zira sizin buna mecbur kalma­nız sebebiyle aleyhinizdeki hüccet ortaya konulmuş oldu. Tevhidin delilleri gayet açıktır. Bunu neredeyse hiçbir kimse inkâr edemeyecektir. Fakat müşriklerin çoğu Allah'la birlikte O'ndan başkasına tapılmaması gerektiği­ni bilmiyorlardı. Bu hüccet kendilerini ilzam etmekte, onların tenakuz için­de olduklarını açığa vurmaktaydı. Onlar bu uyarının bulunmasına rağmen buna dikkat etmiyorlardı.

Allah'ın varlığı ve birliğine dair bu açık itirafın bildirilmesinden sonra Allah Tealâ buna şu ayetle delil getirdi:

"Göklerde ve yerde olan herşey Allah 'indir. Şüphesiz Allah her şeyden müstağnidir. Sonsuz övgüye layıktır." Yani göklerde ve yerde bulunan her şey mülk, yaratık, kul ve tasarruf olarak Allah'a aittir. Bu, O'ndan başka kimsenin değildir. İbadete O'ndan başkası da layık değildir. Çünkü O ken­disinden başka herşeyden müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır. Onlar O'nun mülküdürler. O'na muhtaçtırlar. O bütün işlerde övülendir. İhsan et­tiği nimetlerine karşı yarattığı ve emrettiği her şeyde hamde layık olandır.

"Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır." ayetinde O'nun mülkünün göklerde ve yerde varolan şeylerle sınırlı olması manasının anlaşılmaması için Allah Tealâ kudretinin ve ilminin sonsuz olup hayret verici durumda olduğunu beyan ederek şöyle buyurdu:

"Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa yine de Allah'ın kelâmı tükenmez. Şüphesiz Allah yegâne galiptir, sonsuz hikmet sahibidir."

Yeryüzünün bütün ağaçları kalem olsa, deniz mürekkep olsa, ayrıca onunla birlikte yedi deniz de mürekkep olsa ve bununla Allah'ın azameti, sıfatlan ve celâline delâlet eden kelimeleri yazılsa kalemler kırılır, denizin suyu biterdi. Zira Allah çok güçlü olup O'nu hiçbir şey âciz bırakamaz. O sanatında sonsuz hikmet sahibi olup hiçbir şey O'nun ilminin ve hikmeti­nin dışına çıkamaz. O kudreti mükemmel olandır. Dolayısıyla O'nun son­suz gücü vardır.

Ayette "yedi deniz" mübalâğa yoluyla zikredilmiş olup hasr yoluyla va-rid olmamıştır. Nitekim dünyayı kuşatan yedi deniz bulunduğu varid değil­dir. Araplar yedi, yetmiş ve yediyüz kelimesiyle çokluğu murad etmektedir.

Kısaca; ayet Allah'ın azameti, kibriyası, celâli, tam kelimeleri, ilmi ve hiçbir kimsenin kuşatamayacağı, mahiyetine ve derinliğine hiçbir beşerin muttali olamayacağı ilâhî esrarını haber vermektedir.

Nitekim Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Allahım! Seni tenzih ederim. Sana tam manasıyla senada bulunamam. Sen kendine nasıl senada bulunmuşsan öylesin." Dolayısıyla Allah Tealâ'nın ilminin sonu yoktur. "Allah'ın kelimelerinden murad O'nun bilgileri demektir. Bir baş­ka görüşe göre: Bu bilgiler yokluktan varlığa çıkanlar dışında yoklukta bu­lunan bilgilerdir. [44]

Ayetin benzeri olan bir başka ayet şudur: "Deniz, Rabbimin kelimeleri için mürekkep olsa, bir o kadar denizi yedekte bulundursak bile Rabbimin kelimeleri tükenmeden önce denizler tükenirdi." (Kehf, 18/109).

Ayette geçen "bi-mislihi" kelimesinden murad, sadece bu denizin bir misli demek değildir, bilakis bu denizin birkaç misli, demektir. Zira bu ke­lime müfred ve muzaf olup umumî mana ifade etmektedir.

Allah Tealâ kudretinin ve ilminin mükemmel olduğunu, O'nun kelime­lerini ve malûmatım hiçbir kimsenin kuşatamayacağını beyan ettikten sonra bu mahlûkatı ilmiyle kuşattığını ve ilk defa yaratmaya muktedir ol­duğu gibi diriltmeye ve mahşerde toplanmaya muktedir olduğunu açıkla­makta ve şöyle buyurmaktadır:

"Sizin yaratılmanız da tekrar diriltilmeniz de tek bir kişi gibidir. Şüp­hesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir." Yani bütün insanların yara­tılması ve kıyamet günü diriltilmeleri Onun kudretine oranla bir nefsi ya­ratmak gibidir. Hepsi O'na kolaydır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmak­tadır: "O'nun emri bir şeyi murad ettiği zaman "ol" dediği zaman oluverir." i Yasin, 36/82). Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bizim emrimiz tek olup göz kırpması gibidir." (Kamer, 54/50). O bir şeyi bir defa emreder, bu da hemen oluverir. Bu emrin tekrar edilmesine ve tekid edilmesine ihtiyaç yoktur. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Fakat o ancak bir tek haykırıştır. O za­man, onlar, görürsün ki hemen diri olarak toprağın yüzündedirler." (Naziat, 79/13-14).

"Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve her şeyi görendir." ayetinin manası, Allah kullarının sözlerini gayet iyi işitmekte, onların fiillerini gayet iyi gör­mektedir. Onun bunları işitmesi ve görmesi bir kişiyi görmesi gibidir. Onla­ra karşı muktedir olması, bir kişiye karşı muktedir olması gibidir.

Allah Tealâ'nın göklerde ve yerde bulunan herşeyin insanoğlunun em­rine verildiğini beyan ettikten sonra burada: "Geceyi gündüzün içine ko­yar." ayetiyle göklerde ve yerde bulunan şeyleri özellikle zikretmektedir. Sonra "Güneşi de, ayı da emrinize vermiştir." ayetiyle göklerde olanları zik­retmiş, bunun ardından "Görmüyor musun ki Allah'ın nimetiyle denizde gemiler akıp gitmektedir." ayetiyle yeryüzünde olan bazı nimetleri zikret­mektedir.

"Görmüyor musun ki, Allah geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine koymaktadır." Müşahede etmiyor musun ki, Allah gece ile gündüzün birbirini izleme hususunda, kışın gündüzün hesabına gecenin müddetine ilâve etmektedir. Yazın gecenin hesabına gündüzün müddetine ilave etmek­tedir. Bundan alıp, ona ilâve etmekte, biri uzayıp, diğeri kısalmaktadır.

"Güneşi de, ayı da emrinize vermiştir. Her biri belirli bir vadeye kadar akıp gidecektir. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Yani iki nurlu varlık olan güneş ve ayı mahlûkatın maslahatı ve menfaati için tah­sis etmiştir. Bu ikisinden herbiri belirli bir son noktaya kadar ya da kıya­met gününe kadar süratle seyreder. Muhakkak Allah hayır ve şer bütün amellerinize muttalidir. Size bunların karşılığını verecektir. O her şeyi bi­len yaratıcıdır.

Allah Tealâ, daha sonra kudret ayetlerini beyan etme gayesini zikre­derek şöyle buyurdu:

"Bu, Allah'ın mutlak hakikat olmasından ve O'nun dışında taptıkları şeylerin batıl olmasındandır. Doğrusu Allah çok yücedir, çok büyüktür." Ya­ni O kudretinin alâmetlerini ortaya koyarken, kudretinin ve hikmetinin hayret verici tezahürlerini beyan ederken sadece O'nun hak olduğuna, yani ibadete layık değişmez bir varlık olduğuna, O'nun dışında olan şeylerin yo-kolmaya mahkum batıl şeyler olduğuna delil olsun diye bunları beyan et­mektedir. O kendisinin dışında olan şeylerden müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır. Zira göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun mahlûku ve kulu­dur. Onlardan hiçbiri O'nun izni, kudreti ve iradesi olmaksızın bir zerreyi bile kımıldatamazlar. Allah Tealâ kendisinde üstün bir varlık olmayan en yücedir. Her şeyden üstündür. Her şeyden büyük olan en büyüktür. Haki­miyeti muazzam olandır. Her şey O'na boyun eğicidir.

Cenab-ı Hak varlığına, kudretine ve birliğine delâlet eden semavî de­lillerden dolayı yerle ilgili bir delil zikretmiştir:

"Görmüyor musun ki, kudret delillerinden bir kısmını göstermek için Allah'ın nimetiyle denizde gemiler akıp gitmektedir. Şüphe yok ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için pekçok ibretler vardır."

Bilmiyor musun ki Allah size kudretinden bir kısmını göstermek için ilâhî emriyle, yani lütfü ve insanıyla, sebepleri hazırlamasıyla gemilerin denizde seyretmeleri için denizi insanoğlunun emrine vermiştir. Zira suda gemileri taşıyabilecek bir güç olmasaydı, gemiler akıp gidemezdi.

Bu zikredilen gökyüzü ve yeryüzündeki delillerde sıkıntı anında ger­çekten çok sabreden, rahat zamanında çok şükreden herkes için açık delil­ler ve nurlu alâmetler vardır. Çünkü mümin Rabbini hatırlar, kendisine bir belâ isabet ettiği zaman sabreder ve bir nimet geldiği zaman da şükreder.

Beyhakî'nin Enes'den rivayet ettiği "zayıf bir hadis-i şerifte Peygam­berimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İman iki parçadır. Bir yarısı sabırda, di­ğer yarısı şükürdedir."

Allah Tealâ daha sonra müşriklerin sıkıntı anında O'na iltica edip ra­hat halinde O'nu unutmaları şeklindeki çelişkili ve değişik tavırlarını zik­rederek şöyle buyurdu:

"Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı 'zaman dinde ihlaslı olarak Allah'a yalvarırlar. Onları karaya çıkarıp kurtardığında içlerinden bir kıs­mı orta yolda kalır. Zaten ayetlerimizi ancak gaddar ve nankörler inkâr eder." Yani dağlara ve bulutlara benzeyen yüksek dalga tehlikesi onları sar­dığı zaman fıtrata dönerler ve Allah'a içtenlikte ve itaatte ihlaslı olarak,

Ona başkasını şirk koşmaksızın, sadece Ondan yardım isteyerek içten dua ederler. Allah kendilerine rahmet edip de O'nun lütfuyla kendilerini kuşa­tan korkunç felaketlerden kurtulup sahile selametle ulaştıklarında onların bir kısmı küfürde orta yolu tutan, bir parça sıkıntıda Allah'ın tevhidine yö­nelen kimselerdir. Diğer bir kısmı için gaddar, ahdini bozan, Allah'ın nimet­lerini inkar eden kimselerdir. Bizim kâinattaki kudret ayetlerimizi ancak çok gaddar olanlar ve Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine karşı nankör olan­lar inkâr edebilir.

Bu ayetin benzeri şudur: "Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, O'ndan başka yalvardıklarınız kaybolup gider. Fakat o sizi karaya çıkara­rak kurtarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insanoğlu pek nankördür." (İsra, 17/67) [45]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetler şu hususları işaret etmektedir:

1- Müşrikler göklerin ve yerin yaratıcısı hakkındaki soruya, O'nun Al­lah olduğu cevabını vermek zorunda kaldılar. Onlar Allah'ın kendilerinin yaratıcısı olduğunu itiraf ettiklerine göre o halde niçin O'ndan başkasına tapıyorlar?

Hamd, bize dinini tanıma imkânı, "hidayet" bahşeden Allah'a mahsus­tur. O'ndan başkasına hamd lâyık değildir. Fakat o kâfirlerin çoğu bakmaz­lar ve düşünmezler. Bu, ilk ayetin delâlet ettiği husustur.

Bunun ardından gelen ikinci ayete bildirilmektedir ki göklerde ve yer­de olan her şey mülk ve yaratık olarak Allah'ındır. Allah mahlûkatından ve onların yapacakları ibadetten müstağnidir. Allah onlara ibadeti kendileri­ne faydalı olması için emretti. Allah yaptıklarında, hamde layık olandır.

2- Son ayet (Lokman, 31/32) müşriklerin Allah'ın varlığı ve birliğini ikinci defa itiraf ettiklerine delâlet etmektedir. Zira onlar denizin dalgalan­ması ve dalgaların yükselmesi sebebiyle boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları zaman kendisine iltica etmek için Allah'tan başka bir sığınak bulamadılar. Allah'ın birliğini tanıyarak dua ediyorlar, kurtulmaları için O'ndan başkasına dua etmiyorlardı. Denizden kurtulup da karaya ve emni­yete ulaştıklarında onlardan bir kısmı tevhid ve taate sımsıkı sarılan, de­nizdeyken Allah'a verdikleri sözde duran mümin olur, diğer bir kısmı ise kâfir olurlar.

"Bizim ayetlerimizi ancak gaddar ve nankör olanlar inkâr eder." Yani Allah'ın birliğine delil olan kudret ayetlerini ancak küfre dalmış gaddar olan kimse ve nimetlere şükretmeyen, nimetleri itiraf etmeyip unutur gö­rünen nankör kimseler inkâr ederler.

3- Allah kelâmının manaları sonsuzdur, tükenmez, bunun tamamen tesbiti veya sayılması mümkün değildir. Bu Kur'an beyanı, bize bunu gös­termiştir.

Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa, bunlarla Allah'ın kudretine ve birliğine delâlet eden Allah'ın hayret verici sanat eserleri yazılsa bu hayret verici şeyler bitmezdi.

Allah Tealâ ezelî ve ebedîdir. Yaratılmış varlığın ise mutlaka bir baş­langıcı ve sonu vardır. Ayetteki "kelimaf'tan maksat kadîm olan kelâmdır. Ayetin muradı Allah'ın kelimelerinin manalarının çokluğunu bildirmektir. Bu ise aslında sonsuzdur. Ancak bu misalle durum beşer aklına sonu olan şeyle yaklaştınlmıştır. Çünkü bu durum insanoğlunun anlayabileceği son noktadır. Yoksa bu kelimeler, bu kalem ve denizlerden daha fazlasıyla bi­ter, demek değildir.

Allah'ın kelâmının manalarının sonu olmadığına göre Allah'ın eşyanın hakikatine dair ilminin de sınırlandırılması mümkün değildir. Bu da çok geniş ve çok kapsamlıdır.

Kısaca: Allah'ın kelimeleri takdir ettiği şeyler, acaip yaratıkları ya da ilmidir.

4- Bütün beşerin yaradılışının başlangıcı sadece bir canın yaratılması gibidir. Onların kıyamet günü diriltilmeleri de bir canın diriltilmesi gibidir. Zira kullara zor olan şey, Allah'a zor gelmez. Onun bütün cihanı yaratma­sı, bir nefsi yaratması gibidir. Şüphesiz ki Allah onların söylediklerini ga­yet iyi işitir, yaptıklarını gayet iyi bilir.

5- "Allah'ın geceyi gündüze kattığını, gündüzü de geceye kattığını, gü­neş ve ayı hizmetinize verdiğini görmüyor musunuz?" ayeti Allah Tealâ'mn kudretine delâlet eden dış âlemden getirilen bir delildir. Ayette Allah gü­neş ve ayın doğuş ve batışlarıyla ecelleri takdir etmek ve faydaları tam manasıyla gerçekleştirmek için insanın emrine vermiştir. Bunların doğuş ve batışını aşılamayacak ve eksik olamayacak şekilde belirli bir vakitte ta­yin etmiştir. Ay ve güneşin varlığı kıyamet günü göklerin ve yerin hayatı­nın sona ermesiyle son bulacaktır.

Bu şeylere muktedir olan kimse mutlaka bunları bilen kimse olmalı­dır. Bunları bilen, sizin amellerinizi de bilecektir. Allah Tealâ bunları (gece ile gündüzdeki artma ve eksiltme, ay ve güneşin insanoğlunun emrine ve­rilmesi) Allah'ın Hak ilah olduğunu, O'nun dışındaki şeylerin hiçbir varlığı ve hakikati olmayan yokolmaya mahkûm batıl şeyler olduğunu, Allah'ın makamının çok yüce, hakimiyetinin çok büyük olduğunu bilip ikrar etme­niz içindir.

6- Cenab-ı Hakk'ın: "Görmüyor musun ki Allah'ın nimetiyle gemiler akıp gitmektedir." Allah Tealâ'nın kudretine delâlet eden yeryüzüyle ilgili kudret ayetlerinden biridir. Suyu gemileri taşımaya muktedir halde kılan, gemileri ya rüzgârla ya da insana buhar, petrol, atom ya da elektrik enerji­sinden yararlanmayı öğretmek ve ilham etmek suretiyle süratle yürüten O'dur.

Bütün bunlar Allah'ın bize bazı ayetlerini göstermesi ve O'nu kudreti­nin bazı tecellilerini denizlerde müşahede etmemizi temin etmek içindir.

Bu hususlarda Allah'ın kaderine karşı çok çok sabreden, O'nun nimet­lerine çok çok şükreden herkes için pek çok alâmetler, ibretler ve öğütler vardır.

Şa'bî diyor ki: Sabır imanın yarısıdır. Şükür de imanın -ikinci- yarısı­dır. Yakîn ise imanın tamamıdır. Cenab-ı Hakk'ın şu ayetini görmüyor mu­sun? "Bunda çok çok sabreden çok çok şükreden herkes için pek çok ayetler vardır." [46]

 

Allah'tan Korkmanın Emredilmesi, Gayb Anahtarlarının Bildirilmesi:

 

33- Ey insanlar! Rabbinizden kor­kun. Ne babanın evlâdına, ne de evlâdın babasına hiçbir yardımda bulunamayacağı günden sakının. Allah'ın vaadi elbette haktır. Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın. Sa­kın o mağrur şeytan, Allah'a gü­vendirerek sizi aldatmasın.

ali 34- Kıyametin bilgisi ancak Al­lah'ın katındadır. Yağmuru O indi­rir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç­bir kimse yarın ne elde edeceğini bilmez. Hiçbir kimse nerede ölece­ğini de bilmez. Şüphesiz Allah her şeyi gayet iyi bilendir, her şeyden haberdardır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rabbinizden korkun." O'nun cezasından korkun. "Ne babanın evlâdı­na, ne de evlâdın babasına hiçbir yardımda bulunamayacağı günden sakı­nın. " Ayet, mümin bir kişinin ahirette kâfir babasına veya çocuğuna yardımı dokunmayacağını da ifade eder. "Allah 'in vaadi elbette haktır." Ya­ni öldükten sonra diriltme, sevap ve ceza verme vaadi doğrudur ve bundan asla dönmeyecektir. "Sakın sizi dünya hayatı gurura sevketmesin." Sizi al­datmasın. "Sakın o mağrur şeytan" ve insanı aldatan mal ve mevki gibi her şey "Allah'a", Allah'ın hilim sahibi olmasına ve mühlet vermesine "güven­direrek sizi aldatmasın." Şeytan, tevbe edersin, bağışlanırsın, diyerek ümit verir ve günah işleme cesareti verir.

"Kıyametin bilgisi", kıyametin kopma vaktine dair bilgi "ancak Al­lah'ın katındadır. Yağmuru" kendi ilmindeki yakitte "O indirir. Rahimde olanı" ceninin erkek-dişi, tam-noksan, canh-ölü oluşunu, bundan başka ce­nine ait özellik, durum ve vasıflarını "O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kaza­nacağını" hayır veya şer ne elde edeceğini, karar verdiği şeyi uygulayıp uy-gulamıyacağını "bilmez. Hiçbir kimse nerede öleceğini" ve ne zaman ölece­ğini bilmez. Bunu sadece Allah bilir. "Şüphesiz Allah" her şeyi "gayet iyi bilendir, her şeyden", gizli-açık her şeyin bilgisinden "haberdardır." [47]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Kıyametin bilgisi ancak Allah kalındandır." ayetinin (34. ayet) nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir ve İbni Ebî Hatim, Mücahid'den nakledi­yor ki: Badiye'den Haris b. Amr isimli bir adam geldi.[48] Peygamberimiz

(s.a.)'e:

- Benim hanımım hamiledir. Doğuracağı çocuğu bana haber ver. Bizim beldemiz kuraktır. Yağmurun ne zaman yağacağını bana haber ver. Ben ne zaman doğduğumu öğrendim. Bana ne zaman öleceğimi de sen haber ver, dedi.

Bunun üzerine Allah "Kıyametin bilgisi Allah katındadır...." mealinde­ki 34. ayeti indirdi. [49]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Cenab-ı Hak surenin başlangıcından sonuna kadar tevhid delillerini zikrettikten sonra Allah'tan korkulması, sakınılması ve kıyamet gününden korkulmasını emretti. Zira o tek olduğu için kendisinden son derece kor­kulmasını vacip kıldı. İnsanları ahiret günüyle uyardı ve bu günün gerçek olup meydana geleceğini haber verdi.

Sonra da surenin son ayetleri olarak ilmini kendisine ayırdığı "beş gayb anahtarı" ile bunu tamamladı. Çünkü bu uyarıdan sonra sanki biri şöyle diyebilir:

- O halde bu gün ne zaman olacak? İşte buna cevap olarak bu hususla­rı bilmenin Allah'tan başkası için mümkün olamayacağı, fakat ahiret gü­nünün mutlaka olacağı, bunun vaktini insanlar bilmeseler de Allah'ın bu­na kadir olduğu şeklinde cevap verildi. [50]

 

Açıklaması:

 

"Ey insanlar! Allah'tan korkun. Ne babanın evlâdına, ne de evlâdın babasına hiçbir yardımda bulunamayacağı günden sakının." Ey mümin ya da kâfir insanoğulları! Sizi yaratan, size rızık veren ve bu kâinatı sizin em­rinize veren Rabbinizden korkun. Onun cezasından sakının. Son derece şiddetli olan, hiçbir babanın evlâdına fayda veremeyeceği, canını bile feda etse kabul edilmeyecek olan; hiçbir evlâdın babasına fayda veremeyeceği, canını bile feda etse kabul edilmeyecek olan kıyamet gününden korkun.

Cenab-ı Hak daha sonra bu günün kesinlikle meydana geleceğini ha­ber vererek şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır." Yani Allah'ın diriliş, sevap ve ceza ile ilgili vaadi elbette meydana geleceği kesin, değişmez bir husus olup bunda hiçbir şüphe yoktur. Onun vaadinde asla geri dönüş yoktur.

Korkutmanın gereği bugün için hazırlanmak ve dünyaya bağlanmayı terketmektir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Sakın sizi dünya hayatı aldat­masın. Sakın o mağrur şeytan Allah 'a güvendirerek sizi aldatmasın." Yani sakın sizi dünyanın ziyneti aldatmasın. Ahiret için hazırlanmayı terkede-rek dünya ile huzur bulup ona tamamen meyletmeyin. Şeytan sizi Allah'ın hilim sahibi olması ve size mühlet vermesiyle aldatmasın. Şeytan size ba­ğışlanma vaadinde bulunur. Masiyeti size süslü göstererek sizi isyana sev-keder. Size ahireti unutturur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Şeytan onlara vaadde bulunuyor, onları kuruntulara düşürüyor. Şey­tan sadece onları aldatmak için vaadde bulunmaktadır." (Nisa, 4/120).

Bu ayette dünyanın süsleri ve geçici zevkleriyle aldatıcı olduğuna ve şeytanın vesveseleriyle insanları ahiretten ve salih amel işleyerek ahiret için azık hazırlamaktan vazgeçirmek için dünyaya aldanmayı güçlendirir.

Bir görüşe göre "garûr" dünyadır. Bir başka görüşe göre, masiyete kar­şı bağışlanma temennisidir. Allah'ın rahmetine ya da bir şefaatçinin şefa­atine güvenme, yahut Allah ve Rasulü'nü amel olmaksızın kalben seven bir mümin olduğuna güvenme şeklinde batıl kuruntulardır.

Said b. Cübeyr diyor ki: Allah'la aldanmak kişinin, Allah mağfiret eder, deyip masiyete devam etmesidir.

Kur'an bu temennileri şu ayetle reddetti: "Bu, sizin kuruntularınıza ve Kitap Ehli'nin kuruntularına göre değildir. Kim kötülük yaparsa, cezasını görür. Kendisine Allah'tan başka ne dost, ne de yardımcı bulur." (Nisa, 4/123)

Allah Tealâ daha sonra ilmini kendisine ayırdığı ve O bildirmeksizin hiçbir kimsenin bilemeyeceği gayb konularını zikrederek şöyle buyurmuştur:

1- "Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah katında-dır." Yani kıyametin vaktine ait bilgi Allah Tealâ'ya mahsustur. Onun vak­tini O'ndan başka ne mukarreb melek, ne gönderilen bir peygamber, ne de başka hiçbir kimse bilemez. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onun vaktini ancak, O ortaya çıkarır." (A'raf, 7/187).

2- Yağmuru O indirir." Yani yağmurun indirilme vaktini ve onun be­lirli yerini bilmek sadece Allah Tealâ'ya mahsustur. Bunu ancak Allah bü-lir. O emrederse; bunu, bununla görevli melekler ve mahlûkatından Al­lah'ın dilediği kimseler bilirler.

Ancak günümüzdeki hava durumu raporları bazı hesaplama ve belir­tilere, nem oranı ve rüzgâr hızını tesbit eden bazı ihtisas organlarının elde ettikleri bilgilere dayanmaktadır. Bu ise gaybın bilinmesi olmayıp sadece zan ve tahminden ibarettir. Bunun zıddı meydana gelebilir. Ayrıca bunu bilmek yağmur yağmasından az önce mümkün olmakta, burada rüzgârla­rın yönleri meselâ kuzeyden veya batıdan gelen düşük basınç dikkate alın­maktadır.

3- "Rahimlerde olanı O bilir." Yani rahimlerde bulunan ceninin özellik­leri ve ona arız olan tabiat ve sıfatlar, erkeklik-dişilik, yaradılışın tam ve noksan olması gibi durumları sadece Allah bilir. Zira bilim adamlarının kimyasal analizlerle ceninin erkek ve dişi olacağı bilgisine ulaşmaları, gaybı bilmeleri anlamında değildir. Bu ancak deney, tecrübe ve aletlerle "olan, oluşumu tamamlanan vakıaların" bilgisine ulaşmaktır. Diğer pek çok du­rum ise bilim adamlarına meçhul kalmakta, ancak doğumdan sonra bilin­mektedir.

Kurtubî diyor ki: Uzun deneylerle hamilelik esnasında ceninin erkek ve dişiliği gibi şeyler bilinebilir. [51]

4- "Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez." Yani hiçbir kimse ya­rın dünya ve ahireti hakkında hayır ya da şer ne elde edeceğini bilemez.

5- "Hiçbir kimse nerede öleceğini de bilemez." Yani hiçbir kimse öleceği yeri, kendi beldesinde mi, ya da Allah'ın beldelerinden bir başka beldede mi öleceğini bilmez. Hiçbir kimsenin buna dair hiçbir bilgisi yoktur.

Rivayete göre ölüm meleği Hz. Süleyman'a uğradı. Meclisteki arka­daşlarından birine bakmaya başladı. Devamlı ona bakıyordu. Adam:

- Bu kim? diye sordu. Hz. Süleyman:

- Ölüm meleği, diye cevap verdi. Adam:

- Sanki o benim canımı almayı istiyor, dedi. Hz. Süleyman'dan kendisi­ni rüzgâra yükleyip Hint diyarına atmasını istedi. Hz. Süleyman da bunu yaptı.

Daha sonra ölüm meleği Hz. Süleyman'a:

- Bu adama devamlı bakmam, hayretim sebebiyle idi. Çünkü ben onun ruhunu Hindistan'da almakla emrolunmuştum. Halbuki o ise, senin yanında idi. (Hindistan'a gittiğimde onu orada buldum.)

"Şüphesiz ki Allah her şeyi gayet iyi bilir, her şeyden haberdardır." Ya­ni Allah'ın ilmi sadece bu beş şeye mahsus değildir. Bilakis O, her şeyi mutlak olarak bilir. O'nun ilmi sadece eşyanın zahirine ait bir bilgi değil­dir. Bilakis O'nun ilmi her şeyden haberdardır. İşlerin açık olan taraflarını da, gizli olan taraflarını da bilir.

Anlaşıldığı gibi Cenab-ı Hak "alime" ve "ya'lemu" kelimelerinde "ilim" vasfını Allah'a tahsis etmekte, "Hiçbir nefis bilmez." mealindeki ayette "ma tedrî" kelimesiyle dirayeti kula ait kılmaktadır. Zira "dirayet" fiilinde hile ve çarelere başvurma manası da bulunmaktadır. Buna göre ayetin manası: Hile ve çarelerine başvursa bile, hiçbir nefis bilemez, demektir.

Bu ayetin benzeri şu ayettir: "Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen hiçbir yap­rak yoktur ki Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında olan her tane kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitapta kayıtlıdır." (En'am, 6/59).

Buhari ve Müslim, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Gaybın anahtarları beş tane olup bunları Allah 'tan başka hiçbir kimse bilemez: Kıyametin ne zaman kopaca­ğına dair bilgi, ancak Allah katındadır. Yağmuru O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse nere­de öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah her şeyi gayet iyi bilir, herşeyden ha­berdardır. "

Anlaşıldığına göre bu beş husus öldükten sonra dirilişin isbatı için Kur'an'da tekrarlanan şu iki delili içine almaktadır:

Birincisi: Yeryüzünün ölümünden sonra diriltilmesi. Zira Allah Tealâ burada "O yağmuru indirir." buyurmaktadır. Bir başka surede ise şöyle bu­yuruyor: "Allah'ın rahmetinin eserlerine bak. O ölümünden sonra yeryüzü­ne nasıl canlılık vermektedir. Bunu yapan elbette ölüleri de diriltebilir." (Rum, 30/50); "O ölümünden sonra yeryüzüne canlılık verir. İşte böylece -ka­birlerden- çıkarılırsınız." (Rum, 30/19).

İkincisi: İlk defa yaratma. Zira Cenab-ı Hak burada: "Rahimlerde ola­nı O bilir." buyuruyor. Bir başka yerde ise "Yaratıkları ilk defa vareden, sonra da onları diriltecek olan O'dur." (Rum, 30/27) buyuruyor. Yine şöyle buyuruyor: "De ki. Yeryüzünde dolaşın. Onun ilk defa yaratıkları nasıl va-rettiğine bakın. Sonra Allah son defa varedecektir." (Ankebut, 29/30). [52]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

 Bu ayetler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Allah Tealâ'dan korkmanın ve Onun birliğini tanımanın, mutlaka meydana gelecek olan ahiret gününden korkmanın vacip oluşu.

2- Dünya hayatının ziyneti ve süslerine aldanmak, dünyaya kendini vermek, dünyaya meyletmek ve ahiret için çalışmayı terketmek hastalıkla­rından uzaklaşmak.

3- Dünya gerçekten aldatıcıdır. Şeytan, insanları aldatır ve onları dün­yaya meylettirir ve ahiretten alıkoyar. Böylece insanoğlu masiyet işleyen ve daima mağfiret temennisinde bulunan, kendini aldatan biri olmuş olur.

4- Şu beş şeyi Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez:

- Kıyametin vakti,

- Yağmurun yağma vakti ve yeri,

- Rahimlerde bulunan ceninin durumu ve onun maruz kaldığı vasıflar,

- Yakın ve uzak gelecekteki işler,

- İnsanın vefat edeceği yer.

İbni Abbas diyor ki: Bu beş şeyi Allah Tealâ'dan başka hiçbir kimse bi­lemez. Ne mukarreb melek, ne de gönderilen bir peygamber bilebilir. Kim bunlardan birini bildiğini iddia ederse, o kimse Kur'an'ı inkâr etmiş olur. Çünkü Kur'an'a aykırı davranmış olur.

Peygamberlere gelince onlar Allah Tealâ'nm kendilerine bildirmesi se­bebiyle "gayb'dan pek çok şeyi bilebilirler. Böylece kâhinlerin, müneccimle­rin ve yıldızlardan yağmur bekleyenlerin[53] gaybî olan hususları bilmeleri asılsız olmaktadır.[54]

 

 

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/131.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/131.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/131-132.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/132-133.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/134.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/134-135.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/135-136.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/136.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/137.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/137-138.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/138-139.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/139.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/139-141.

[14] Kurtubî, XIV/54.

[15] Enceşe: Siyahî bir köle olup Veda haccında Peygamberimiz (s.a.)'in hanımlarının develerini sürüyordu. Kendisinin sesi çok güzeldi. Develer onun nağmesiyle daha hızlı gidiyorlardı.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/141-143.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/144.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/144-145.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/145.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/145-146.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/147.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/149.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/149-151.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/151-152.

[25] Taberanî'nin İbni Abbas (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a) şöyle buyurmuştur: "Sudanlılara önem verin. Zira onlardan üç tanesi cennet halkının efen­diler indendir. Bunlar: Lokman el-Hakim, Necaşî ve Müezzin Bilâl'dir." Taberanî: Sudan'la Habeşliler kastedilmiştir, demiştir. (İbni Kesir, III/447).

 

[26] Kurtubî, XIV/63; İbnul-Arabî, el-Bahru'l-Muhît, VII/186.

 

[27] Aynı mana şu hadiste yer almaktadır: "Geceden sonra azmetmeyen (yani kesin niyet et­meyen) kimsenin orucu yoktur."

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/152-159.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/159-163.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/164.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/164-165.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/165.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/165-167.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/167.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/168.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/168-169.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/169.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/169-1170.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/170.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/172.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/172-173.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/173-175.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/175.

[44] el-Bahru'l-Muhlt, VII/192

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/175-179.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/179-181.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/182-183.

[48] Katade'nin rivayetine göre bu zatın ismi Varis b. Amr b. Harise'dir. Zira hiçbir kimse Allah'ın izni olmaksızın kimseye şefaat edemeyecektir. Al­lah nezdinde dünya hayatında işlenen salih amelden başka hiçbir şeyin faydası olmayacaktır.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/183.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/183.

[51] Kurtubî, XIV/82.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/183-186.

[53] "Enva" kelimesi "nev"' kelimesinin çoğuludur. Bunun manası fecir vaktinde, batı tarafında bir yıldızın batması ve aynı anda doğuda bir yıldızın doğmasıdır. Eskiden Araplar yağmur, rüzgâr, sıcaklık ve soğuklukları bu düşen yıldıza nisbet ederlerdi.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 11/186-187.