Ellidört ayet olup,
Mekkidir.
"Gökleri, yeri
yaratan; melekleri İkişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdohun.
O, yaratışta ne diterse, (onu) arttım. Şüphe yok ki Allah,
her şeye hakkıyla kadirdir"
(Fatır, 1).
Biz daha önce de
hamdın, genel anlamda nimetlere karşı yapıldığını söylemtstlk. Allah'ın
nimetleri de, dünyevi ve uhrevî olmak üzere İki kısımdır. Dünyevî dan, nimeti
meydana getirmek ve onu devam ettirmek (bekâ)'tir. Uhrevî olanlar da, yeniden
yaratmak ve yeniden yaşatmaktır. O halde Cenâb-ı Hakk'in, "Hamdoisun, o
gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a..."
(En'im, 1) ayeti, yaratmak demek olan dünyevî nimete bir işarettir ki biz bunun
delilinin, "O, sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını hükmü takdir
edendir"(Enim. 2) ayeti olduğunu daha önce söylemiştik. Cenâb-ı Hakk'ın
Kehf Sûresi'ndeki "Hamd, kuluna kitabı İndiren Allah'a mahsûstur"
(k«m, i) ayeti de, yaşatmak ve devam ettirmek demek olan, dünyevî nimete bir
İşarettir. Çünkü bek* ve salâh hali, şeriat ve kitabla sağlanır. Eğer bunlardan
herbiri olmasaydı, o zaman insanlar arasında, çekişme, mücadele ve münakaşa
meydana getirdi ve arsJannda da hüküm varHamaıdl. Bu da karşılıklı sürtüşmeye,
dövüşmeye ve birbirini yok etme neticesin* götürürdü. O hakle, kttâb İndirme
İşi, dünyadan yaşatmanın kandUne taalluk ettiği btr rtfmatHr. Cenab-ı Hakk'm
Saba Sûreei'ndeki, "Göklerde ne var, yerde ne varsa kendisinin
olan Allah'a hamdolsun. Ahirette de hamd
O'nundur"(sebe. 1) ayeti de, haşr ile ikinci yaratma nimetine bir
işarettir ki, biz bunun delilinin de, "(Allah) yere giren ve yerden çıkan
cisimleri, gökten İnen ve göğe çıkan rûhlan bilir" (Sebe, 2) ayetiyle,
kâfirlerin söylediğini belirttiği, "Küfredenler, "O saat bize
gelmeyecek" dediler. Sen de ki: "Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için
o, size mutlaka gelecektt" <set», 3) ifadeleri olduğunu söylemiştik.
[1]
Buradaki hamd ifâdesi
ise, ahiretteki beka nimetine bir işarettir. Bunun delili de bu ayetteki
"Melekleri... elçiler yapar" ifadesidir. Kİ bu, "Allah o
melekleri, Allah'ın kullarını karşılayan elçiler kılar" demektir. Nitekim
Cenab-ı Hak, "Onları melekler karşılar" (Enbiya, ıoaj buyurmuştur.
Buna göre Hakk'ın, İfâdesi, şu İki manaya gelebilir:
a) "Gökleri yoktan yaratan." Nitekim
bu mana, km AbbM'dan nakledilmiştir.
b)
"Ruhların gökten inmesi, yerden de maddelerin ve bedenlerin çıkması için,
gökleri ve yeri yaran..." Bu İkincisine, Cenab-ı Hakk'ın,
"Melekleri... elçiler yapan" ifâdesi delâlet etmektedir. Çünkü, o
günde melekler elçi olacaklar. Buna göre, bu sûrenin başıyla bir Öncekinin sonu
da birbiriyle alakalıdır. Çünkü "Bundan evvel benzerlerine de yapıldığı
gibi" {$***. s*) ayeti, endişe veren bir şek içinde bulunanların
ümitlerinin kalmadığına ve tövbelerinin kabul edilmeyeceğine ve
"inandım" demesinin fayda vermeyeceğine kesin olarak inandıklarının
bir beyanıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Ona iman ettik" dediler.
Fakat onlar İçin, uzak bir yerden (tevbeye) el sunmak olamaz" (Set», 52)
buyurmuştur. Binâenaleyh, Allah, onların bu durumlarından bahsedince, kesinkes inanan kimsenin halini beyan etmiş,
melekleri onlara möjdeleyici olarak göndermek suretiyle onları müjdelemiş ve
onlar için rahmet kapılarının açıldığını beyân buyurmuştur.
[2]
Cenâb-ı Hak,
"İkişer, üçer, dörder kanatla..." buyurmuştur. Kanadı olan bir
varlığın en az, iki kanadı olur. İkisinden sonrakiler ise, fazlalıktır.
Bazıları bu ayetin tefsiri hususunda şöyle demişlerdir: Burada bahsedilen
kanat, meleğin yönüne, yani yapacağı işe bir işaret olup, İzahı şöyledir Allah
Teâlâ'nın üzerinde herhangi bir şey yoktur. Her şey, O'nun kudretinin ve
nimetinin hükümranlığı ve şümulü altındadır. Meleklerin Allah ile sıkı
münasebetleri vardır. Çünkü, Allah'ın nimetlerini O'ndan alır, kendileri
dışında Allah'ın müsaadesini aldıkları kimselere, varlıklara verirler. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "O'nu senin kalbine Rûhu'I-Emfn İndirdi" (şuart, 193-iM)
ve "O'nu, kuvvetleri çetin olan Öğretti" (Ntom, s) buyurmuştur. Yine
Cenâb-ı Hak, melekler hakkında, "Bir de işleri yönetenlere yemin
oisun" (nizm.5) buyurmuştur. O halde bunlar, iki kanattırlar. Onların
içinde, hayn vasıtalı olarak yapanlar bulunduğu gibi, vasıta olmadan da
yapanlar vardır. O halde vasıtalı yapanın, üç ciheti vardır. Bunlardan yine,
dört ve daha fazla cihet ve yönleri bulunanlar vardır. Ayetten açıkça anlaşılan
şey ise, bizim bahsettiğimiz şey olup, bu müfetsirierin üzerinde mutabakat
sağladığı bir görüştür.
Cenâb-ı Hakk, "O,
yaratışta ne di/erse, (onu/ arftinr" duyurmuştur. Müfessirlerden, ayetin
bu ifadesini, hususîleştirerek, "Bununla, güzel yüz kastedilmiştir."
"Bununla, güzel ses kastedilmiştir" diyenler olduğu gibi, kimileri
d», "Bununla, her güzel vasıf ve nitelik kastedilmiştir" demişlerdir
ki, evlâ olanı, cananın umumîleştirilmesidir. Nitekim, "Allah Teâlâ
kadirdir, kâmildir, dilediğini yapar O halde dilediğini arttırır, dilediğini de
eksiltir" denilir.
Ayetteki, "Şüphe
yok ki Allah, her şeye hakkıyla kadirdir.." Btmluiii, Cenâb-ı Hakk'ın,
"O, yaratışta ne dilerse, (onu) arttırır" ifâdesini takrir edip
priöttirmektedir.
[3]
"Allah'ın
İnsanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak, (hapsedecek) hiçbir
kuvvet yoktur. Tutacağı şeyi de, O'ndan sonra
salıverecek yoktur. O, mutlak
gâlib, hüküm ve
hikmet sahibidir"
(Fatır, 2).
Cenâb-ı Hak,
kudretinin mükemmel oluşunu beyan edince, meşîetinin ve emrinin geçerliliğini
de beyan etmek üzere böyle buyurmuştur. Yani, "Eğer Allah merhamet ederse,
buna karşı çıkacak hiçbir güç yoktur. Eğer merhamet etmezse, O'nu buna
sevkedecek güç ve kuvvet de yoktur" demektir.
Ayette, Aitah'ın
rahmetinin gazabını geçmiş olduğuna şu bakımlardan delil vardır:
1) Takdim cihetinden... "Çünkü Cenâb-ı Hak,
rahmet kapılarının açıldığını, öncelikle belirtmiştir." Bu madde her ne
kadar tutarsız ise de, ancak ne var ki bu da, tercih sebeplerinden olabilir.
2) Cenâb-ı Hak, ilkin zamiri müennes getirerek,
buyurmuştur. Bunun, Arapça açısından,
şeklinde getirilmesi ve yine 'ya.raci kılınması mümkün idi. Ancak ne var
ki Allah Teâlâ açılan şeyin rahmet kapıları olduğu; rahmetini tutacak bir
kuvvetin bulunmadığı anlaşılsın diye, lehâ buyurmuştur. O halde bu demektir ki,
onun rahmeti merhamet ettiklerime ulaşacaktır. Ama, rahmetini tuttuğunu
belirtirken İse, müzekker zamir ile buyurmuş, lehâ dememiş ve "rahmetini
salıveren" demek suretiyle, bunu açıkça İfade etmemiş, tam aksine, onu,
gönderilmeyen şeyin rahmetinden başka bir şey de olması muhtemel olan bir
lafızla zikretmiştir. Çünkü, "Tutacağı şeyi de..."
ifadesi, bir beyân ve
bir tahsis olmaksızın,
genel bir ifâdedir. Halbuki O'nun, "Allah'ın insanlara açacağı herhangi
bir rahmeti..." ifadesi ise,vnususî ve açık bir ifâdedir.
3) Ayetteki,
"Allah'tan sonra" manasında olan,
tabiridir. Cenftbn Hak, burada bir istisna yapmış ve "Allah'tan
başka salıverecek yoktur" buyurmuştur. Böylece de, o rahmet o kimseye,
salıverilerek inmiştir. Ama, rahmetini alıkoymasından bahsederken de, "Onu
tutan yoktur, engelleyen yoktur" demiş, "Allah'tan başka..."
kaydını koymamıştır. Çünkü Allah'ın rahmeti geldiğinde, katkmaz. Zira Allah'ın,
ahirette kendisine merhamet ettiği kimseye, o rahmetten sonra ne Allah ne de
başkası azâb etmez. Ama Allah'ın azâb ettiği kimseye, meselâ iman ehlinin fâsık
kimseleri gibi, o azâbtan sonra, yine Allah ona merhamet eder.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphe yok ki Allah azfz, yani kudreti kâmil; hakfm, yani, ilmi kâmil
olandır.." buyurmuştur.
[4]
"Ey insanlar,
Allah'ın, üzerinizdeki bunca nimetini (kalbinizle) hatniaytn,
dilinizle anın.. Sizi, gökten ve yerden nzıkîandıracak
Allah'tan başka bir
yaratan var mı?
O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O halde, nasû olup da
tevhîdden küfre döndürülüyorsunuz?"
(Fatır, 3).
Cenâb-ı Hak, hamdın
kendisine mahsus olduğunu ve hamdi gerektiren nimetlerin kimi sebeplerini
ayrıntılı olarak beyan edince, nimetlerini kısaca ve icmâlen beyan ederek,
"Allah'ın, üzerinizdeki bunca nimetini hatırlayınız.." buyurmuştur
ki, bu nimetler de, onca çokluğuna rağmen nimeti yaratma ve onu sürdürme diye,
iki koma ayrılmışadır, İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, nimetin, doğrudan
yaratılışına bir işaret olmak üzere, "Allah'tan başka bir yaratan var
mı?" buyurmuş; nzkı, yarattığı nimeti, sonuna kadar sürdürdüğüne bir
işaret olmak üzere de, "Sizi, gökten ve yerden nzıkîandıracak.."
buyurmuş, daha sonra azameti cihetiyle, kendisinden başka tanrı olmadığını
beyan etmiştir. Çünkü O, azizdir (yegâne gâlibtlr), hakimdir, her şeye kadirdir,
herşeydeki irâdesi geçerlidir. İşte bundan dolayı eşi ve benzeri yoktur; O'ndan
başka, zâtı gereği ibadete müstahak hiçbir zât yoktur. Cenâb-ı Hak, nimeti
cihetiyle de kendisinden başka ilah olmadığını açıklamıştır. Çünkü O'ndan başka
yaratan yoktur ve rızık veren de sadece O'dur. Daha sonra o, "O halde,
nasıl olup da, tevhidden küfre döndürülüyorsunuz?" buyurmuştur ki, bu,
"Bu aşikâr ve apaçık olan haktan nasıl çevriliyor ve böylece de nasıl
yapılıp yontulmuş olan varlıkları, bütün mvtokût ve mülk kendisine ait olan
zâta ortak koşuyorsunuz?" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ilk aslı, yani tevhidini beyan edince, ikinci aslı, yani risateti
zikrederek,
"Eğer seni tekzib
ediyorlarsa, senden önceki peygamberler de tekzib
edilmişür"
(Ffltır, 4).
buyurmuştur.
Daha sonra da,
yalanlayanın azâb içinde olduğunu, yalanlanana da mükâfaat verileceğini,
"işler ancak Allah'a döndürülür" (Fâtır, 4) ifadesiyle kısaca beyân
etmiştir.
[5]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, üçüncü aslı da, yani haşr'i de beyan etmek üzere:
"Ey insanlar,
muhakkak ki Allah'ın vaadi bir gerçektir. O halde sakın sizi dünya hayatı
aldatmasın. Çok aldatıcı (şeytan) da sakın sizi Allah'ın (Hilmi
sebebiyle) aldatmasın"
(FUtr, 5).
buyurmuştur. Bu ayetin
sonundaki el-garûr kelimesiyle şeytan kastedilmiştir ki, biz bu ifadedeki ince
manayı, Lokman SÛresi'nin (Lokman, 33) tefsirinde anlatmıştık. Bu hususu burada
da tekrarlıyor ve şöyle diyoruz: Mükellef bazan, zihni zayıf, aklı az, görüşü
tutarsız olabilir. Böylece de en ufacık bir şeyle aldanabilir. Bazan da bu
derecenin üstünde olur da, ufacık bir şeyle aldanmaz. Fakat kendisine bir
aldatıcı gelip ona o şeyi hoş göstererek, o şeyin kötü yanlarını basitleştirip,
ona ondaki (sözde) faydalan beyan ettiğinde, o şeydeki faydalar ve lezzetler,
bu aldatıcı kimsenin çağrısı ile birleşince, işte bu kimse de aldanıverir.
Bazan da göğsü ve kalbi kuvvetli olur, ne aldanır, ne de aldatılır. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak, birinci kısma işaret olsun diye, "O halde sakın sizi
dünya hayatı aldatmasın" buyurmuş, mükellefin üçüncü derecede, yani en
üstün ve sağlam derecede olabilmesi, böylece de aidanmaması ve aldatılmaması
için, ikinci dereceye bir işaret olsun diye, "Çok aldatıcı da sakın sizi
Allah hakkında aldatmasın" buyurmuştur.
[6]
"Şeytan, sizin
bir düşmanmızdır. Onun için siz de onu düşman edinin. O, (kendisine tabi olan)
güruhunu ancak alevli cehennemin ashabından olmaya davet eder. O küfredenler
(yok mu?), onlar için çetin bir azâb vardır, iman
edip de güzel güzel
amel ve hareketlerde bulunanlara gelince, mağfiret ve büyük mükâfaat da
bunlarındır"
(Fâtır. 6-7).
Cenâb-ı Hak, "Çok
aldatıcı da sakın sizi Allah hakkında aldatmasın"(Fâtır, 5) buyurunca,
insanın aldanmasına mani olacak şeyi zikrederek, "Şeytan, sizin bir
düşmanmızdır. Onun için siz de onu düşman edinin. Ve onun sözünü
dinlemeyin" buyurmuştur. Ayetteki, "Onu düşman edinin"cümlesi,
"onu üzecek şeyleri yapın" demek olup, onu üzecek şey de amel-i
salihtir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, söyle bir ince manaya işaret olmak üzere, "O, (kendisine tâbi olan)
güruhunu, ancak alevli cehennemin ashabından olmaya davet eder"
buyurmuştur. Düşmanı olan kimsenin, bu konuda yapacağı iki şey vardır:
a) Onun düşmanlığına karşılık olmak üzere, ona
düşmanca davranmak.
b) Onu
memnun etmek suretiyle, onun düşmanlığını bertaraf etmek. Cenâb-ı Hak,
"Şeytan, sizin bir düşmanmızdır" buyurunca, mükelleflere, ona düşman
olmayı emretmiş ve bu hususta takip edilecek yolun da bu olduğuna işaret
buyurmuştur. Diğer yola, yani "Onu memnun etmek suretiyle düşmanlığını bertaraf
etme" yoluna gelince, "Bunda bir fayda yoktur. Çünkü sizler, onu
memnun edip ona uyduğunuzda, o sizi, ancak alevli ateşe götürür..." demek
istemiştir.
Bil ki, kendisinden
kurtuluşun olmadığı bir düşmanı olduğunu bilen bir kimse, onun karşısına dikilir,
onunla savaşma konusunda direnir. Çünkü zafer, sabırla elde edilir. İşte şeytan
da böyledir, çünkü insanın ondan kaçıp kurtulması mümkün değildir, çünkü şeytan
onun hep yanındadır ve insanın onun karşısına dikilip onu hezimete uğratması
durumu hariç, o insanın peşindedir. O halde bu demektir ki şeytanın hezimete
uğraması, insanın azmi ve sabretmesiyledir. O halde, bu hususta tutulacak yol
ve yöntem, bu yol üzerinde sebat el.nek Allah'a ibadete güvenip dayanmaktır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, şeytanın hizbtyle, kendi hizbinin (taraftarlarının) durumlarını beyan
ederek, "O küfredenler (yok mu), onlar için çeu'n bir azab vardır"
buyurmuştur. O halde şeytana düşman olan kimse, her ne kadar o anda, (dünyada)
görünür bir azâb, yani sıkıntı içinde ise de, bu azâb şiddetli
değildir. Çünkü insan, akıth olursa, ebedî ve şiddetli
azabı savuşturmak için daha kolay ve sonlu olan azabı tercih eder. Baksana,
insanın yolu üzerinde bir diken ve öir ateş bulunsa ve o kimsenin de mutlaka,
bu ikisinden birisine ayağını basması gerekse, bu kimse ateşe değil dikene
basmayı tercih eder. Dünyadaki ateş, ahiretteki ateşle mukayese edildiğinde,
bu, dikenin dünyevî ateşle mukayese edilmesinden daha hafif olur.
Cenâb-ı Hak,
"iman edip de güzel güzel amel ve hareketlerde bulunanlara gelince,
mağfiret ve büyük mükâfaat da bunlarındır" buyurmuştur ki, bunun
açıklaması defalarca geçmişti. Hak Teâlâ bu ayette, kişinin imanının
karşılığında ilahi mağfirete nail olup azabta ebedî Kalmayacağını, amel-î
salihin mukabilinde de, büyük bir mükâfaata naii olacağını beyan buyurmuştur.
Binâenaleyh kalbinde imant bulunan hiç kimse, ebedî olarak cehennemde
kalmayacaktır.
[7]
"Ya kötü ameli
kendisine süslü gösterilip de onu hoş gören adam hiç iyi kimse gibi olur mu?
Şüphe yok ki Allah kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse
doğru yola sevkeder. O halde, nefsin onlara karşı
hasretlerle (tükenip)
gitmesin. Çünkü
Allah, onların neler yapmakta olduklarını çok iyi bilendir.
Rüzgârları salıverip de bulutu harekete geçirmekte
olan Allah'tır. Derken biz
onu ölü bir toprağa
sürüp onunla yeri, ölümünün ardından canlandırmışadır.
işte dirilme de böyledir"[8]
(Fatır, M).
Yani, "kötü
amelde bulunan kimse salih amel işleyen gibi değildir" demektir. ftMöm
Cenâb-ı Hak, bundan sonra da, "Körle gören, karanlıkla nur, güneş ile
sıcak ar olmaz.."dFthr, 12-21) buyurmuştur ki, bu ayetlerin, daha
öncekilerle münasabeti «ardK. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, kötü amelde
bulunan kâfirin hali ile, iyi amelde Munan mü'minin durumunu beyan edip, pek azı
müstesna, hiçbir kimse de kötü ar iş yaptığını kabul etmeyince, o zaman kâfir
söyle demeye başlamıştır: "Kendisi Mı şiddetli azâb olacak olan kimse
şeytana tâbi olan kimsedir ki, bu da Muhammed
(s.a.s) ile, cinlerin
kendilerini tesiri altına aldığı, böylece cinlere tâbi olan kavmidir. Kendisi
için büyük mükâfaat olan kimse de, atalarının izlediği yolu tutan bizleriz.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Sizler böyle değilsiniz, çünkü iyi amelde
bulunan başka, kendisine kötü ameli hoş gösterip de, böylece de onu, başka bir
şekilde değil, tam anlamıyla hoş bulan kimse başkadır! Bundan da öte, yaptığı
kötü şeyler kendisini süsleyen kimse, kötü amelde bulunup da, kendisinin
kötülük yaptığının farkında olandan daha aşağıdır. Çünkü, cehalet içinde
bulunduğunu bilen cahil ile, kötü amelde bulunduğunu bilerek kötülük yapan
kimse, rücû edebilir ve tevbe eder. Halbuki bilmeyen kimse ise, günahında ısrar
eder. O işi bilerek kötülük yapan kimse, kötülük yaptığı için kınanır, ama onu
bildiği için de medhedilir. Yaptığı kötülüğü iyi olarak gören ve böylece kötü
amelde bulunan kimse için ise iki kötü sıfat bulunur Kötülükte bulunması, cahil
olması...
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, berşeyin Allah'ın meşîeti ile olduğunu beyan etmek üzere: "Şüphe yok
ki Allah, kimi dilerse şaşırtır, kimi
de
dilerse doğru yola sevkeder" buyurmuştur. Bu böyledir, zira insanların
zâtları gerçekte eşittirler. Kötülük-iyilik, günah-sevâp.. bunlar, birbirinden
ayrılırlar. Binâenaleyh insanların blrkısmı bunları bilip, diğerleri bu ayrımı
yapmayınca, bu İşte onların müstakil olmadıkları, binâenaleyh mutlaka, Allah'ın
irâdesine İstinat ettirilmesi gerektiği anlaşılır.
[9]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, her türlü açık mucizeyi ve net delilleri getirmesine rağmen, kavminin
küfürde ısrar etmesinden dolayı mahzun olan resulünü teseliî etmek üzere: "O halde nefsin onlara karşı hasretlerle
(tükenip) gitmesin" buyurmuştur ki, bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Demek,
bu söze inanmazlarsa bir üzüntü duyarak arkalarından kendini adetâ
tüketeceksin!" (kehf,6) buyurması gibidir.
Cenâb-ı Hak,
peygamberin kederi eğer onlardaki sapıklıktan dolayı ise, kendisinin onları ve
onların yaptıkları her şeyi bildiğini; onların iman ve ihsanda bulunmalarını
istemesi halinde de, onları sapıklıklarından çevirebileceğini ve saptırmadan
vazgeçirebileceğini; yok eğer, onlardan taraf kendisine isabet eden
eziyyetlerden dolayı ise, kendisinin onların fiillerini, ne yaptıklarını
bildiğini, onlara yaptıklarına göre mukabelede bulunacağını beyân etmiştir.
[10]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
yine beyan etmeye başlayarak, "Rüzgârları salıverip de bulutu harekete
getirmekte olan Allah'tır. Derken biz onu, ölü bir toprağa sürüp onunla yeri,
ölümünün ardından caniandırmışızdır. işte dirilme de böyledir" {Fatır, 9)
buyurmuştur. Rüzgârların esişi, hür ve irade sahibi bir faile (bir yaratıcıya),
açık bir delildir. Çünkü rüzgâr bazan diner, bazan eser. Estiğinde de bazan
sağa, bazan sola hareket eder. Bu farklı hareketlerinde de, bazan bulutları
oluşturur, bazan oluşturmaz. Dolayısıyla bütün bu farklı durumlar, bir
musahhirin, bir müdebbirin (idare edenin) ve herşeyi ölçü dahilinde yapan bir
müessirin varlığına delildir. Bu ayeti* ilgili birkaç mesele vardır:
[11]
Allah Teâlâ, mâzî
sîgastyta, ersele (salıverdi), muzârî sîgası ile de tusîru (harekete sevkeden)
buyurmuştur. Çünkü O,
salıverme fiilini
kendisine isnâd edip, kendisinin yaptığı işler de, sadece bir "Ol"
(kün) emri ile oluverince, o fiil ne bir zaman, ne de bir zamanın bir cüz'ünde
yoklukta kalamaz. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bu sebeple o şeyin mutlaka var
olacağından ve olmuş-bitmlş gibi hızlı oluşundan ötürü, muzârî sîgası ile
"salıverir" dememiştir. Demek ki O, belli vakitlerde belli yerlere
rüzgârı takdir etmiş ve bu iş olup bitmiştir. "Bulutları harekete sevketme"
işini ise rüzgâra nisbet edip, bu sevk işi de bir zaman içinde olunca, muzârî
sigasıyla tusîru, yani "o bulutlan muayyen şekillerde bir araya
toplar" buyurmuştur.
[12]
Allah Teâlâ, fiili,
gâib'e isnad ederek, ersele (salıverdi) buyurmuş; diğer fiili mütekellime
nisbet ederek, "Biz onu
süreriz"
buyurmuştur. Durum (canlandırırız)
fiilinde de aynıdır. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, önce kendisini
fiillerinden bir fiil ile yani salıverme fiiliyle tanıtmış, daha sonra da bu
tanıtma işi yapılınca, "İşte tanıdığın benim ki, bulutları yürütüp, arzı
dirilttim" demiştir. Dolayısıyla birincisinde ou, enteresan bir fiil ile
tanıtma işi olmuş, ikincisinde ise, nimeti hatırlatma yapılmıştır. Çünkü rüzgâr
ve bulut nimetinin kemâli (tam olması), bulutları sevketme ve toprağı
canlandırma iledir. Hak Teâlâ'nın, mâzî sîgasıyla, ifadeleri (biraz önce)
•rsele (salıverdi) ve tusîru (harekete şevketti) ifadeleri arasında olarak
bahsettiğimiz ♦arkı te'yid eder.
[13]
Ayetteki, "İşte
dirilme de böyledir" cümlesiyle ortaya konan teşbihin izahı nasıldır? Bu
hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) Ölü
toprak, kendisine uygun hayatı kabul ettiğine göre, canlının uzuvları da hayatı
kabul eder.
b) Rüzgârın,
bulut kütlelerini biraraya getirmesi gibi, Allah da, canlıların uzuvlarını,
as/çalarını ve eşyanın parçalarını biraraya getirebilir.
c) Bu,
"Rüzgârı ve bulutu, ölü bir toprağı sürüp götürdüğümüz gibi, ruhu ve
hayatı za ölü bir bedene sevkederiz" demektir.
[14]
Herşeyde Allah'ın
birliğine delâlet eden bir delil varken, Allah Teâlâ'nın o delillerden bu
delilleri seçip zikredişinin
hikmeti nedir?
Cevap: Biz diyoruz ki,
Allah Teâlâ, gökleri ve yeri ilk yaratanın kendisi olduğundan ve göklerle
ilgili işlerden olmak üzere, ruhlardan ve o ruhları salıvermesinden, 'Melekleri
elçi kılan"(Fatır, 1) ifadesiyle bahsedince, yerle ilgili şeylerden olmak
üzere de, rüzgârlardan ve onların salıverilmesinden de, "Allah, rüzgârları
salıverip, bulutları -arekete getirmekte olandır" ifadesiyle bahsetmiştir.
[15]
"Kim ululanmak
hevesine düşerse, bilin ki bütün uhluk Allah'ındır. Güzel
kelimeler O'na yükselir. O (güzel kelimeleri) de,
salih amel yükseltir. Kötülükleri tuzak yapanlara gelince, onlar için çetin bir
azab vardır. Onların
(tuzakların kendisi)
mahvolur"
(Fâtır, 10).
Atlah Teâlâ, kâfirlere
nasib etmediği şeye bir işaret olmak üzere, İmânın delilini beyan edip, bu da o
kâfirlerin, "Eğer birisinin itaatında olmazsak ve bize yasaklar-emirier
veren birisi bulunmazsa, izzeti (ululuğu) elde etmiş oluruz" şeklindeki
düşüncesi olup, böylece putlar yontarak "İşte bunlar bizim
ilahlanmızdır" deyip, sonra putlarını beraberlerinde taşıyıp,
"Kişinin ma'bûdu İle birlikte olmasının üstünde hangi izzet vardır?"
deyip, böylece izzet peşinde, yani peygambere boyun eğmeme ve ona tabî olmama
peşinde olunca, Cenâb-ı Hak, "Eğer sizler, bu kâfirliğinizle gerçekten
izzeti (yüceliği) elde etme peşinde iseniz, bilin ki izzetin hepsi Allah'ındır.
Kim Allah'a tezellüi eder, boyun eğerse, gerçek aziz odur. Kim de Allah'a karşı
izzet (yücelik) taslamaya kalkarsa, gerçek zelîl de odur" buyurmuştur.
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[16]
Allah Tealâ bu ayette,
"Bütün ululuk Allah'ındır" buyurmuştur. Bir başka ayette de,
"tzzet (ululuk),
Allah'ın, Peygamberin
ve müzminlerindir" (Münattkûn, a)
buyurmuştur.
O halde, bu ayetteki "bütün" ifadesi izzetin
Allah'dan başka hiç
kimsede olmamasını gerektirir?
Cevap: Biz diyoruz ki:
Allah'ın, ifadesi, "Gerçekte ve bizzat, izzet O'nundur"
manasına; kelimesi, "Aziz olana
yani Allah'a yakın olması vasatısayla izzet O'nundur" manasına; kelimesi "Allah ile izzet kazanan
peygambere yakın oldukları için, izzet bunlar için de vardır" manasınadır.
Çünkü mü'minlerin aziz oluşları, peygambere bağlanmaları sayesindedir. Baksana
Cenâb-ı Hak "De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabî olun ki,
Allah da sizi sevsin ve sizi bağışlasın"(Al-i imran. 31) buyurmuştur.
[17]
Ayetteki, cümlesi,
daha önce bahsedilen izzetin ne demek olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü
kâfirler, "Ki, görmediğimize ve yanında bulunmadığımıza ibadet etmeyiz.
Zira Melikten (ma'bûd'dan) uzak
kalma
zillettir" diyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah'a
ulaşamıyorsanız, bilin ki O sizin sözlerinizi dinliyor ve güzel olanlarını
kabul ediyor. Binâenaleyh O'nun, sözünü kabul ettiği ve sözünü kendisine ulaşan
kimse azizdir. Kimin de sözünü yüzüne çarpıp reddediyorsa, İşte o da zelildir.
Ama bu putlara göre, zelil ile azizin farkı yoktur. Çünkü onların bilgileri
yoktur. Herkes onları aldatabilir. Allah, sizin amellerinizi de görür-bilir.
Binâenaleyh kim sâlih amelde bulunursa, Allah o sâlih ameli katına yükseltir.
Kim de kötü İşlerde bulunursa, onu da sahibinin yüzüne çalar. O halde gerçek
aziz, ameli Allah rızası için olan kimsedir. Asıl zelil de ameli yüzüne çalınan
kimsedir. Ama bu putlar hiçbirşey bilmezler, dolayısıyla putların nezdinde ne
yükselen bir aziz, ne düşen bir zelil söz konusudur. Putların kendisinde izzet
değil, aksine zillet vardır. Çünkü efendinin zilleti, köle için de bir
zillettir. Binâenaleyh taptığı şey, taş ve ağaç v.s. olan kimse için, böyle
gerçek bir izzet nasıl söz konusu olabilir?" buyurmuştur.
[18]
Ayetteki, "Güzel
kelimeler O'na yükselir" cümlesi
hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu güzel
kelimeler, "Lâilahe illallah" ifadesi olup, buna "kelime-i
tayyibe" (güzel söz) denir.
2) Bu, "Sübhânellâhi ve't-hamdülillâhi ve
lâ ilahe lllftllahu vallahu ekber" ifadesidir.
3) Bu, (bir önceki maddede) geçen dört kelime
İle birlikte, beşinci bir ilave ile "tebârekâllahu" ifadesidir.
Tercihe şayan olan, bunun Allah'ı zikir, yahut nasihat ve ilim gibi Allah için
olan her kelime manasına olmasıdır. Böyle olan her söz, Allah'a
yükselir.
[19]
Ayetteki, Ifadesindeki "hû" (onu-ona)
zamirinin, neyi ifade ettiği hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:
a) Bu,
"kelime-i tayyibe" (güzel kelimelere) rftcî olup,
manası, "Güzel kelimeleri, sâlih amel alıp
yükseltir" şeklinde olur. Nitekim bir hadiste, "Allah, amelsiz
(tatbik edilmeyen) sözü kabul etmez[20]
buyurmuştur.
b) Bu,
"amel-i sâlih"e râcîdir. Buna göre "onu yükseltenin" ne
olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:
1)
"Onu, yani salih ameli, kelime-i tayyibe yükseltir." Bu görüşü, Hak
Teâlâ'nın, "Erkek veya kadın, kim Allah'a iman etmiş olarak sâlih amel
işlerse (...)" (Nahi, 97) ayeti de destekler.
2)
Sâlih ameli yükselten, Allah Teâlâ'dır.
[21]
İkinci manaya göre,
kelimelerin bizzat kendisi yükseliyor, amel-i sâlih ise başkasıyla yükseliyor
olduğu halde, kelime-i
tayyibenin amel-i
sâlihten Önce zikredilmesinin sebebi nedir? Biz diyoruz ki: Söz daha
kıymetlidir. Çünkü insanın diğer canlılardan farklı olan yönü, konuşmasıdır.
Bundan ötürü, Allah Teâlâ, "Biz âdemoğlunu, (nefs-i
natıkası ile, yani ona konuşma özelliği vererek) kerim
(şerefli ve kıymetli) kıldık" (isra, 70) buyurmuştur. Amel ise, hem
insanda, hem diğer canlılarda müşterek olarak bulunan hareketlerden ibarettir.
Kıymetli kimse, padişahın kapısına vardığında geri çevrilmez, engellenilmez.
Fakat böyle olmayan kimse, oraya gidecek yolu ancak birtakım taleblerle
(isteklerle) elde eder. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Kâfir, şahadet
kelimesini (tevhidi) içinden gelerek söylerse, dünya ve âhiret azabından
kurtulur. Yok eğer zahiren, sırf diliyle söylerse, hem kendi canını, malını,
kanını, çoluk-çocuğunu ve ailesini dünyada (müslümanlar karşısında) kurtarmış
olur. Ama uzuvlarla yapılan ameller böyle değildir. Biz bunu, "îman edip
salih ameller işleyen kimseler (...)" (Bakara, 82) ayetinin tefsirinde zikrettik.
Bu hususta
yapılabilecek bir başka izah da şöyledir: Kalb esastır. Bunun böyle olduğunun
delilleri daha önce geçmiştir. Hz. Peygamber (s.a.ş) de"Dikkat edin,
insanın bedeninde bir et parçası var. O iyi oldu mu bütün beden iyi olur. O
bozuldu mu bütün beden bozulur. Dikkat edin, işte bu kalbdir"[22]
buyurmuştur. Kalbteki şey (niyet ve inanç) ise, ancak dil ile ortaya konur.
Dilde olanın doğruluğu ise, kişinin fiili ile anlaşılır. O halde söz, fiilden
ziyade kalbe yakındır. Baksana insan, konuştuğu herşeyi, kalbinden (aklından)
konuşur. Ama fiillerini, meselâ sakallyla-bıyığıyla oynaması gibi bazan
kalbinden kaynaklanmaksızın (bir tik olarak) yapar; Bir de uyuyan kimse,
birtakım hareketler yapar ve genelde çok nâdir durumlar hâriç, uykusunda,
bahsettiğimiz gibi sözün kalbe bağlı olması sebebiyle, konuşmaz. Ama hareketler
böyle değildir. O halde söz fiilden kıymetlidir.
[23]
Zemahşerî "Mekr
(tuzak kurma)" masdarı, müteaddi değildir. O halde ayetteki
"seyyiât", kelimesi (neyin mef'ûlü
olarak) mansubtur?"
der ve bunun manasının, "Kötü hileleri tuzak olarak kuranlar"
şeklinde olduğunu söyler. Buna göre, "seyyiât", mahzûf mefûl-ü mutlak
olan (mekerât-hîleler) kelimesinin sıfatıdır. Şöyle de denebilir: Buradaki
"mekr", tıpkı "amel" (yapma) masdarı manasında kullanılmış
ve onun gibi müteaddî olmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kötülükleri
işleyenler (.. J"(Ankebut,4) buyurmuştur. Bu ifadede de, söylediğimiz
gibi, "seyyiât" kelimesinin "el-amelfttı's-seyyiât" (kötü
ameller) takdirinde olarak, mef'ÛI-ü mutlakın sıfatı olması mümkündür. Buna
göre bu ifade, amel-i sâlihin bekasına ve yükselişine bir işaret olmak üzere
getirilen, "Onu amel-i sâlih yükseltir" ifadesinin, karşılığı
(mukabili) olur. Ayetteki "Onların tuzaklarının, yani kötü amellerinin kendisi
mahvolmuştur" ifadesi, o kötü amellerin, baki kalmayıp, kişiye fayda
değil, aksine zarar verdiğine bir işarettir.
[24]
"Allah sizi bir
topraktan, sonra bir meniden yarattı. Sonra da sizi çift çift yaptı. O'nun ilmi
olmaksızın, hiçbir dişi gebe olamaz ve doğuramaz. Uzun
ömürlü olana çok ömür verilmesi ile (kısa ömürlü
olanın) ömrünün kısaltılması hâriç olmamak üzere, herşey bir kitapta yazılıdır.
Şüphe yok ki
bunlar Allah'a kolaydır"
(Fâtır, 11).
Biz, tevhidin
delillerinin çokluğuna ve sayısızlığına rağmen, âfâkî ve enfüsî deliller olmak
üzere bunların iki kısma hasredildiğini defalarca anlatmıştık. Nitekim Allah
Teâlâ da bu hususta, "Onlara, âfâktaki (dış dünyadaki) ve enfüsteki (yani
insanların kendilerinde ve iç dünyalarında) delillerimizi göstereceğiz"
(Fu*siiet, 53) buyurmuştur. Binâenaleyh Allah Teâlâ, göklerdeki âfâkî
delillerde, gökten gönderdiği meleklerden ve yer ile, yerde salıverdiği
rüzgârlardan bahsedince, "enfüsî" delilleri de getirmeye başlamıştır.
Bunun izahını, daha önce defalarca yapmıştık. Bu ayetteki "topraktan"
kelimesinin, Hz. Adem (a.s)'in yaratılışına, "Sonra bir meniden"
kelimesinin de, âdemoğullarının yaratılışına bir işaret olduğunu belirtmiştik.
Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesinin, harhangi bir te'vile (yoruma) muhtaç olmadığını,
aksine "sizi (...) yarattı" ifadesinin, bütün insanlara bir hitab
olduğunu, bütün insanların da Hz. Adem (a.s)'in çocukları olup, topraktan ve
meniden yaratılmış olduklarını beyan etmiştik. Çünkü insanların hepsi meniden,
meni gıdadan (yiyeceklerden), gıdalar da netice İtibarıyla toprak ve sudandır.
O halde İnsan, topraktan meydana gelmiş olan menidendir.
Ayetteki, "Hiçbir
dişi gebe olmaz ve doğurmaz" ifadesi, "Cenâb-ı Hakk'ın ilminin
mükemmel oluşuna" bir işarettir. Çünkü yaratılmazdan önce rahimlerde olan
ile, yaratılıp da anasının rahminde olduğu müddetçe, hiç kimse o rahimde olanın
durumunu bilemez. Çünkü hâmile olan anne bile, ona dâir birşey
bilemez.
Allah Teâlâ,
"Allah sizi topraktan yarattı" ifadesiyle, kudretinin mükemmel
oluşunu bildirince, "Onun ilmi olmaksızın, hiçbir dişi, gebe olmaz ve
doğurmaz" ifadesiyle de, ilminin mükemmelliğini anlatmıştır.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Uzun ömürlü olana çok ömür verilmesi ile (kısa ömürlü olanın)
ömrünün kısaltılması hâriç olmamak üzere, herşey bir kitabta yazılıdır"
ifadesiyle de, iradesinin geçerliliğini anlatmıştır. Böylece de Kendisinin
kâdi, âlim, irâde sahibi bir zat olduğunu, putlarda ise, kudret, ilim ve irade
sıfatlarının (özelliklerinin) bulunmadığını, dolayısıyla hiçbir ibadete
müstehak olmadıklarını beyan buyurmuştur.
Allah Teâtâ, "Şüphe yok ki bu, yani topraktan yaratma
işi, Allah'a kolaydır" buyurmuştur. Bununla, "Ömürleri uzatma ve
kısaltma Allah'a kolaydır", "Dişinin gebe olduğu şeyi bilmek Allah'a
kolaydır" ve "Bütün bunlar, Allah'a kolaydır" manaları
kastedilmiş olabilir. Ama birincisi daha uygundur. Çünkü "kolay"
ifadesinin, bir fiil ve iş hakkında kullanılması daha uygundur.
[25]
"İki denizin suyu
bir olmaz. Şu çok tatildir, susuzluğu giderir, içimi boğazdan
kolay geçer, öbürü ise çok tuzlu ve acıdır, boğazı
yakar kavurur. Bununla
beraber siz,
herbirinden taptaze et yersiniz. (Onlardan), takınacağınız bir zinet
çıkarırsınız. Allah'ın fazlından ve kereminden
nasibinizi aramanız ve O'na şükretmeniz için, herbirinde gemilerin sulan yara
yara gittiklerini görürsünüz"
(Fatır, 12).
Ekseri rnüfessirler bu
ayetle, ya küfür ve iman, yahut da kâfir ve mü'min hakkında bir teşbihin
(benzetmenin) kastedildiği görüşündedirler. Buna göre, tıpkı iki denizin, biri
çok tatlı suyun çok acı (tuzlu) suya benzemeyip karışmaması gibi, iman da
güzellik ve fayda açısından küfre karışmaz, ona benzemez. Bu izaha göre
ayetteki, "Bununla beraber siz, herbirinden taptaze et yersiniz"
ifadesi, kâfir ve mü'min, yahut da küfür ve imanın durumunun, iki denizin
durumundan başka olduğunu anlatan bir ifadedir. Çünkü acı ve tuzlu olan su
(deniz); tatlı sulu olan denizle, hayır ve fayda sağlama hususunda yine de bir
müşterekliğe sahiptir. Çünkü taze et (yani balık) her ikisinde de bulunur. Yine
zinet eşyası olarak (inci gibi) şeyler, her ikisinde de bulunur. Gemiler, her
ikisinde de hareket eder. Ama küfürde ve kâfirde hiçbir fayda yoktur. Bu izaha
göre, ayetin bu kısmı tıpkı, "Bunlar hayvan gibidir. Hatta daha
sapıktır">'raf, 17e) ayeti İle "Kalbleriniz taş gibidir, hatta
tastan daha katıdır. Halbuki nice taşlar (kayalar) vardır ki, ondan çaylar
(dereler) fışkırır (kaynar)" (Bakan, 74) ayetinin manası gibidir.
Daha zahir odur ki, bu
ayet ile, Allah'ın kudreti hususunda bir başka delil getirilmesi
kastedilmiştir. Çünkü iki deniz, deniz olarak bir benzerlik arzettikleri halde,
sulan itibarıyla farklı oluyor, birisi alabildiğine tatlı, diğeri ise
alabildiğine tuzlu ve acı... Eğer bu iş, otomatik olarak meydana gelmiş
olsaydı, eşit olan İki şey, böyle bir farklılık arzedemezdi. Hem sonra bu ikisi
farklı olmalarına rağmen, kendilerinden birbirine
benzer şeyler çıkartılıyor. Çünkü taze et her ikisinde de mevcut. Zinet
eşyası olacak şeyler, her ikisinden de elde edilebiliyor. Binâenaleyh birbirine
benzeyen iki şeyde, farklı yönler yaratma İle, farklı iki şeyden birbirine
benzer şeyler yaratma işi, ancak kadir ve hür irade sahibi bir zâta mahsus
olabilir. O halde ayetteki, "iki denizin suyu bir olmaz" cümlesi,
onların, denk (benzer) olmayışlarının, Allah'ın kudretinin mükemmelliğine ve
iradesinin geçerliliğine bir işarettir.
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[26]
Dilciler şöyle
demişlerdir: "Arapça'da, denizin suyu hakkında, o tuzlu olunca,
"mâlih" (tuzlu) ifadesi kullanılmayıp, "mllh" (tuz)
kelimesi kullanılır." Fıkıh kitaplarının birinde, "ihtiva ettiği tuz
sebebiyle, denizin suyu "malin" (tuzlu) olur" diye yazılmış.
Böyle söyleyen, bu sözünden ötürü tenkid edilmiş. Halbuki bunun sözü,
dilcilerin benimsediği görüşten daha doğrudur. Çünkü tatlı suya, iyice tuzlu
oluncaya kadar tuz karıştırıldığında, ona, ancak "mâlih" denebilir.
"Mâ-un mllh" (tuzlu su) ifadesi ise, esasında tuzlu olan su için
kullanılır. Zira "mâlin", kendisinde tatma açısından,
görünür-hissedifir tuz bulunan şeydir. "Ma-ûn mllh" ise ne tam sudur,
ne de tam tuzdur. Tuzlu (mâlih) olan yiyecek-içecek, böyle değildir. O halde,
içine tuz atılmış tatlı su, kendisinde, tatma açısından tuz hissedilen bir
sudur. YaratıItştan-aslından tuzlu olan şey, bunun aksinedir. Binâenaleyh o
fakîh, "mllh, sayesinde deniz suyunun tuzlu hale geldiği, çorak bir
arazinin parçasıdır" dediğinde, bu hususta asla riayet etmiştir. Çünkü o
onu, kendisinde, yaratılıştan tuzun bulunduğu bir su kabul etmiştir. Dilciler
ise deniz hakkında, onun suyu için, "milh" ifadesini kullanırken,
bunu yaratılış-asıl hali açısından kullanmışlardır.
"Ücâc", acı demektir. Cenâb-ı Hak,
"Herbirinden taptaze et yersiniz" buyurmuştur. Bu, "Kuşlardan ve
balıklardan olmak üzere, taze etler elde edersiniz" demektir.
"Onlardan takınacağınız bir zinet çıkarırsınız" yani,
"inciler-mercanlar çıkarırsınız." "Gemilerin suları yara yara
gittiklerini görürsünüz..." anlamındadır.
Hak Teâlâ'nın,
"Allah'ın fazlından ve kereminden nasibinizi aramanız ve O'na şükretmeniz
için" ifadesi, biraz önce söylediğimiz, bu ayetle bu iki deniz ve bu
denizlerde bulunanlarla Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin
mükemmelliğine istidlal kastedilmiş olduğu görüşümüze delâlet eder.
[27]
"O, geceyi
gündüzün içine sokar; gündüzü gecenin içine sokar, güneşi ve ayı
da musahhar (emre âmâde) kılmıştır. Herbiri belli bir
müddet için akıp
gidiyorlar. İşte
bunları yapan Allah'tır, sizin Rabbinizdir. Mülk O'nundur. O'nu
bırakıp taptıklarınız ise, bir hurma çekirdeğinin
zarına bile sahip olamazlar"
(Fatır, 13).
Allah Teâlâ'nın bu
beyanı da, zamanın değişmesi ile, Allah'ın birliğine, varlığına ve kudretinin
mükemmelliğine bir istidlaldir. Bu hususu defalarca anlattık. "Güneşi ve
ayı musahhar kılmıştır" ifadesinin, müşriklerin ileri sürdükleri bir
sorunun cevabı olduğunu anlatmıştık. Müşrikler şöyle demişlerdi:[28]"Yazın
gece kısalır, kışın ise, onun aksine gündüz kısalır." İşte buna işaret
etmek üzere Allah Teâlâ "Güneşi ve ayı buyruğu altında tutar"
buyurmuştur ki bu, "Bu ihtilafın (uzayıp-kısalmanın) sebebi sizin bahsettiğiniz
şey ise de, güneşin ve ayın hareketi, Allah'ın iradesi ve kudreti sayesindedir.
O halde ihtilafı yapan da O'dur" manasına gelir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"İşte bunları yapan Allah'tır, sizin Rabbinizdir. Mülk O'nundur. O'nu
bırakıp taptıklarınız ise, bir hurma çekirdeğinin zanna bile sahip
olamazlar" buyurmuştur. Bu, şu manayadır: Mülk gökleri ve yeri yaran,
ruhları ve rüzgârları salıveren, insanı topraktan yaratma ve diğer şeyler gibi
hususları yapanındır. O halde, kamil zâtı gereği ve melîk olduğu için, O'ndan
başka ma'bûd yoktur. Melik, mülkü oranında hizmete lâyık olur. Bütün mülk,
O'nun olduğuna göre, ibadetin tamamı da O'na aittir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, ulûhiyyet sıfatına ters düşen şeyi zikretmiş ve "O'nu bırakıp
taptıklarınız İse, bir hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar"
buyurmuştur. Bunda şöyle bir incelik vardır: Allah Teâlâ kendisinin
sıfatlarından şu ikisini zikretmiştir:
a) Kudret ve
iradesiyle yaratmasını...
b) Mülkünü...
Allah Teâlâ, bu iki
sıfatıyla, kendisinin ibadete müstehak bir ilah olduğuna istidlal etmiştir. Bu
tıpkı, "De ki: "insanların Rabbine, insanların meşkine, insanların
ilahına sığınırım"(Nas 1-2) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hak burada, önce rab ve
melik oluşundan bahsetmiş, ilah ve ma'bûd oluşunu bu iki vasfa bağlayarak
(üçüncü olarak zikretmiştir).
[29]
Hak Teâtâ, kendisine
ortak koşulanlar için, bir tek olumsuz sıfattan, "(Onlar) bir
hurma çekirdeğinin zarına bile sahip olamazlar"
diyerek bahsetmiştir. Bu da, onlar için bir "mülk"ün söz konusu
olmamasıdır. Allah Teala, şu iki sebepten ötürü diğer bir olumsuz sıfattan
bahsetmemiştir:
1) Onların
hepsi de, kendilerinin Allah'dan başka yaratıcıları utmadığını kabul
ediyorlardı. Ama şöyle diyorlardı: "Allah, yerin ve yerdekilerin işini,
putlarımızın şekillerini almış olduğu yıldızlar ile, yıldızların
doğup-batmalarına bırakmıştır." İşte oundan dolayı Cenâb-ı Hak,
"Onların mülkleri yoktur. Allah onlara hiçbir mütk ve yetki vermemiştir.
Ontar hiçbir şeye mâlik değillerdir" buyurmuştur.
2) Mülkün
bulunmayışından, yaratamama neticesi çıkar. Çünkü eğer onlar birşey yaratmış
olsalardı, onun sahip ve mâliki olurlardı. Bir hurma çekirdeğinin zarına bile
sahib olamadıklarına göre, az ve çok, hiçbirşey yaratamazlar.
[30]
"Eğer onlara duâ ederseniz,
duanızı işitmezler. İsitseler bile, size icabet
edemezler. Kıyamet gününde de onlar, sizin (kendilerine) şirk koşmanızı
tanımayacaklardır. Herşeyden hakkıyla haberdâr olan
Allah gibi, (hakikati)
sana hiçbirşey haber
veremez"
(Fatır. 14).
Allah Teâlâ'nın bu
ayeti de, müşriklerin şu sözlerini çürütmek içindir. "Putlara >badet
etmede, onlara yaklaşma, onlara bakma ve ihtiyaçları onlara bildirme açısından,
bir izzet (şeref) vardır. Ama hiç kimse ne Allah'ı görür, ne O'na
ulaşabilir." İste bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Bunlar sizin
dualarınızı duymazlar. Halbuki güzel Kelimeler, Allah'a yükselir. Böylece de
Allah onları dinler ve kabul eder" demek istemiştir.
Daha sonra işi, biraz
daha aşağı indirerek, "Farzedelim ki, iddia ettiğiniz gibi ontar sizi duyuyorlar.
Çünkü sizler putların duyduklarını ve bildiklerini iddia ediyorsunuz. Ama,
onların size icabet ettiklerini, cevap verdiklerini söylemeniz mümkün değil.
Çünkü bu, bilinen-görünen bir hakikati inkâr olur. Onların duymayışı da aklî
olanı inkâr olur. Aklî olan hususta münakaşa edilebilirse de duyularla görülüp
algılanan şeylerde münakaşaya yer yoktur" demek istemiştir.
Daha sonra Cen4b-ı
Allah, "Kıyamet gününde de onlar, sizin (kendilerine) şirk koşmanızı
tanımayacaklar" buyurmuştur. Allah Teâlâ, o putlarda bu dünyada fayda
bulunmadığını beyan edince, ahirette de bir faydaları
olmayacağını, hatta bundan da öteye, orada onlardan
zararın sâdır olacağına, "şirkinizi" yani "Allah'a ortak
koşmanızı inkâr edeceklerdir" ifadesiyle işaret etmiştir. Çünkü Cenâb-ı
Hak, "Şirk, büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmuştur. Buradaki
şirk, "şirk koşmanız" manasınadır.
Hak Teâlâ'nın
"Herşeyden hakkıyla haberdâr olan Allah gibi, hakikati sana hiçbirşey
haber veremez" ifadesi, şu iki manaya muhtemeldir:
a) Bunun, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bir hitap
olması... Bunu şu şekilde izah edebiliriz:
Allah Teâlâ, odunların,
kütüklerin ve taşların, Kıyamet
gününde konuşacağını ve kendilerine ibadet edenleri yalanlayacaklarını
haber vermiştir. Cenâb-ı Hak, putların Kıyamet gününde onları
yalanlayacaklarını haber vermemiş olsaydı, bu durum sadece akıl ile
bilinemezdi. Haber verilen durum acayip bir şey de olsa, o, dediği gibidir;
zira bunu bildiren, işin mahiyetini tam tamına bilen Allah Teâlâ'dır.
b) Bu sözün
muayyen bir kimseye yöneltilen bir hitap olmamasıdır. Yani, "Bu bahsedilen
şey, O'nun dediği gibidir" demektir. Buna göre, il£ Stj ifâdesinin anlamı,
"Ey dinleyen, sen kim olursan ol, herşeyden hakkıyla haberdâr olan Allah
gibi, hakikati sana hiçbir şey haber veremez" şeklinde olur.
[31]
"Ey insanlar, siz
Allah'a muhtaçsınız. Allah İse, herşeyden müstağni, ve her
hamde lâyıktır"
(Fatır, 15).
Peygamberden sudur
eden davet ile, kâfirlerin de küfürde ısrarı çok olup, kâfirler, "Muhakkak
Allah, belki de o, bizim ibadetlerimize muhtaç olduğu için, o ibadetleri bize
alabildiğine emrediyor ve bizi o ibâdetleri terketmenize karşılık iyice tehdit
ediyor" deyince, Cenâb-ı Hak, "Ey insanlar, siz Allah a muhtaçsınız.
Allah ise, herşeyden müstağnidir" buyurmuştur. Binâenaleyh O, size
ibadeti, size ihtiyacı olduğu için emretmemiştir. Bu emir, O'nun size olan çok
şefkatinden dolayıdır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[32]
(Nahiv)de, haberin
marife getirilmesi çok nadirdir. Genel
olarak
haber nokire (belirsiz) mübtedâ ise marife olur ki,
makûl olan da budur. Zira, haber veren kimse, genelde
haber verilen kimsenin bilgi sahibi olmadığı bir
hususu
bildirir veyahut anlatan kimse muhatabın
o konuda bilgi sahibi olmadığı zannı ile
bildirir.
Sonra bu şey dinleyen kimse tarafından bilinince, konuşan kimse ona, "Ey
muhatap, senin de bildiğin o hususta, falanca mana
vardır" der. Kİ bu tıpkı bir kimsenin, "Zeyd ayaktadır" demesi
gibi olup, bununla "Senin tanıdığın Zeyd için, senin haberin olmayan, bir
ayağa kalkma (kıyam) vaki olmuştur" anlamının kastedilmesidir,
Binâenaleyh, dinleyen nezdince haber verilen şey malum olup, mübtedâ da malûm,
haber de, bir anlatım değil de bir dikkat çekme olunca, bu durumda haberi mahfe
getirmek son derece yerinde olur. Bu tıpkı bir kimsenin, Allah'ın Rab; Muhammed
(s.a.s)'in de nebî olduğunu bildiği için, "Allah, Rabbimizdir; Muhammed de
peygamberimizde" demesi gibidir. İşte burada da, insanların muhtaç
oldukları herkes tarafından bilinen apaçık bir şey olunca, Cenâb-ı Hak, (haberi
marife getirerek)"Siz... muhtaçlarsınız" buyurmuştur.
[33]
Ayetteki, kelimesi
ihtiyaçların arzeditdiği ve güvenilecek olan tek varlığın kendisi, yani Allah
Teâlâ olduğunu
bildiren bir ifadedir ki bu, kulun O'na
muhtaç olmasından
dolayı, O'na ibâdet
etmesini, O'ndan başkasına ihtiyacını arzedemeyeceği için de,
başkasına da ibadet etmemesini iktizâ eder. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, ^ j* iüij
buyurmuştur ki bu,
"O, her şeyden müstağnî olmasına rağmen, sizi bütün çağrı ve
davetiyle kendisine davet eder. Halbuki sizler,
ihtiyaç içinde olmanıza rağmen O'na
icabet
etmezsiniz. Siz O'na duâ etmediğiniz halde, O size ihtiyaç vaktinizde icabet
eder" demektir.
[34]
Bu mesele ayetin
sonundaki (el-hamtd) ismi şerîfiyle
alâkalıdır.
AİJah Teâlâ birinci habere, yani fr'jîfr
fi
cümlesine, *W J1
kelimesini ilave etmiştir ki, bu ibadeti
O'na
hasretmenin farz olduğuna işarettir. Aynen bu ilave
gibi, müteakiben de, gına ile muttasıf olmasına, hamîd
olma vasfını ilave etmiştir
ki, bu da insanların
ihtiyacına mukabil onun gınasına işarettir. Keza O, şükredilmesi
farz olan hamîd olduğundan, onun nimetlerine muhtaç
olan sizlerin ona hamdetmeniz
gerekir demektir.
Yoksa "Siz muhtaçsınız, Allah da sizin gibi muhtaçtır" manasına
gelmeyip: "Bilâkis o, ganiyy-i mutlaktır. Siz
O'na muhtaçsınız diye, sizi ihtiyacı
giderilmemiş
durumda bırakmaz. Bilakis O, dünyada sizin ihtiyaçlarınızı karşılar. Eğer
iman ederseniz, ahirette de ihtiyaçlarınızı karşılar.
O halde O, hamîd'dir" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kendisinin zenginliğini beyan etmek için,
"Eğer dilerse
sizi giderir, (yerinize) yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah'a güç de
değildir"
buyurmuştur.
Burada, tam bir belagat vardır ki izahı şöyledir: Allah Teâlâ, "Eğer
dilerse, sizi giderir" buyurmuştur ki bu, "kendisine ihtiyaç duyulan
şeyin aksine, sizi gidermek O'nun meşîetine bağlıdır" demektir. Çünkü,
ihtiyaç duyulan şey hakkında bir kimse, "Eğer falanca dilerse, evini
yıkar, akarını, mallarını yok eder" ifadesini kullanmaz. Bu kimse ancak,
"Eğer, ikâmet etmek için bir eve ihtiyaç olmasaydı, onu satardım"
der, veyahut da, "Eğer gelir getiren bir mala (akar) ihtiyaç olmasaydı,
onu terkederdim" ifâdesini kullanır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yepyeni
bir halk getirir" ifadesiyle, kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını
beyan buyurmuştur. Bu, şöyle zanneden bir kimsenin zannını çürütmek gayesine
matuftur: "Bu mülk, ona bir kemal ve azamet vermektedir, eğer bu mülkü
giderirse azameti de zedelenir." Bu demektir ki: "Allah sizden daha
güzel, daha mükemmel, daha tam mahluklar yaratmaya kadirdir" buyurmuştur.
[35]
Daha sonra
"Allah'a güç de değildir" buyurmuştur. Yani "Gidermek ve
getirmek Allah'a zor değildir." demedir: Cenab-ı Hak aziz lafzını bazan,
"kendi zatıyla kaîm olan" hakkında kullanmıştır. Çünkü O, kendisi
hakkında "Allah, kuvvetli ve Azizdir" (Ahzab, 2S).
Yine bu sûrede de,
"Allah azız, (yegâne galip) ve gafurdur" (Fât.r, 28) buyurmuştur.
Allah Teâlâ bu vasfı, "başkasıyla kâim otan şeyler" hakkında da
kullanmıştır. Nitekim O, "Bu, Allah'a azız (güç) değildir" ve
"Sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve azSz (güç) gelir"
<Tevbe 128) buyurmuştur. Binâenaleyh, ayrı ayrı iki yerde kullanılan bu
kelime, aynı manaya mı gelir, yoksa iki farklı manaya mı? Biz diyoruz ki,
Arapça'da aztz, galip ve üstün gelen demektir. Nitekim, "Galip gelen,
soyar" denilir. O halde Allah, azizdir; yani, "yegâne galiptir*4
demektir. Herhangi bir şahıs, bir işe güç yetiremez, onun karşısında bir varlık
gösteremezse, o işe nisbetle, "o mağlub olmuştur" denilir. O halde
Cenâb-ı Hakk'ın buradaki ifadesi, "Bu iş, Allah'ı, mağlub edemez. Tam
aksine bu, Allah'a göre çok basittir" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın,
(Tevbe,i2B> ifadesi ise, "Sizin sıkıntıya uğramanız, insanı ezen ve
mağlûp eden bir iş gibi, Hz. Peygamber'i üzer ve ona eziyyet verir"
anlamındadır.
[36]
"Hiçbir günahkâr
başkasının günahını yüklenmez. Eğer yükü ağır bir kişi, diğer birini onu
taşımaya çağırırsa, bu, akrabası da olsa, kendisine ondan
hiçbir şey yükletilmez. Sen ancak, gaybde olan
Rabbinden korkmakta
olanları, namazı
dosdoğru kılanları sakındıracaksın. Kim temizlenirse, sırf
kendi faydasına temizlenmiş olur. Nihayet vanş,
Allah'adır"[37]
(Fâttr, 16).
Bu ayetin, kendinden
öncekilerle şöyle bir münasebeti vardır: Cenâb-ı Hak, doğruyu apaçık delillerle
beyân edince, onları, bu hususta düşünmeye davet eden şeyi de zikrederek,
"Hiç bir günahkâr başkasının günahını yüklenmez" buyurmuştur ki bu,
"Günahkâr olan hiçbir nefis, günahkâr olan başka bir nefsin günahını
yüklenmez" demektir. Binâenaleyh peygamber, şayet bu tebliğinde yalancı
olmuş olsaydı, sizin, onun günahını yükienmiveceğinizi bile bile, günahkâr
olmuş olurdu. Binâenaleyh o, böyle bir şeyden korunur ve ittikâ ede'f. Allah
Teâlâ ise, sizin ibadetlerinize muhtaç değildir. O halde düşünün, ve sapmanız
halinde hiç kimsenin sizin günahınızı yüklenmeyeceğini bilin. Bu, sizin
önderlerinizin "Yolumuza uyunuz, biz sizin günahlarınızı taşırız"
demeleri gibi değildir" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[38]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Günah işlemiş bir nefis" takdirindedir. Cenâb-ı Hak "Hiçbir
nefis diğerinin günahını üstlenmez" dememiş ve yine, sıfat ile mevsûfu
birlikte zikrederek, "Hiçbir
günahkâr nefis, diğerinin günahını üstlenmez" dememiştir ki bunun anlamı
şudur: Birincisine gelince, şayet Cenâb-ı Hak, "Hiçbir nefis, diğerinin
günahını üstlenmez" demiş olsaydı, o zaman, günahkâr her nefsin, günahının
onları üzdüğü ve onların, kendisi hakkında dehşete ve şaşkınlığa düşmüş olduğu
anlaşılamazdı. Bunun diğer bir izahı da şöyle yapılabilir: Bir kimsenin,
"Hiçbir nefis başkasının günahını yüklenmez" şeklindeki sözünden,
onun asla hiç bir yük taşımadığı da anlaşılabilirdi. Nitekim masum (günahsız)
kimse, başkasının yükünü taşımadığı gibi, esasen kendisine ait de taşıyacağı
bir yük olmaz. Oysa cümlesi beyan eder ki' 'o kendi yükünü apr, fakat
başkasının yükünü yüklenmez." (İkincisine), yani sıfatla mevsûfun birlikte
2*redilmesi meselesine gelince, sıfatın çok açık ve mevsûfundan ayrılmaz bir
nitelik amasından dolayıdır bu..
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, hiçkimsenin bir başkasının yükünü, ne doğrudan, ne ot ör istek ve talepten
sonra üstlenmeyeceğine bir işaret olmak üzere, yükü ağır bir kişi...
çağırırsa" buyurmuştur. Çünkü, böyle bir şeye muhtaç kimse sabreder ve ihtiyacını, herhangi bir
talepte bulunmaksızın karşılar. Ama
doruk noktaya varırsa, bu onu, bir talepte bulunmaya mecbur eder.
[39]
Bu mesele muskale
kelimesiyle alâkalı olup bu, önce geçenleri daha fazla beyân eden bir ifâdedir.
Çünkü Cenâb-ı Hak, bundan önce, "Günah işleyen (hiçbir nefis)
başkasının günahını çekmez" buyurmuştur. Sadece
bu cümleyi işiten kimse zanneder ki, o şahıs götürebileceği miktar yükü olduğu
İçin, başkası onun yükünü taşımaz. Nitekim güçlü kuvvetli bir adam eline bir
nar veya ayva aldığında, kimse o yükünü taşımasına yardımcı olmaz. Ama yük ağır
olunca taşıyanı bitkin düşürür ve etraftan ona yardım edilir. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hak, müskale buyurmuştur ki bu, "Başkasının yükünü taşımama, o başkasının
o yükün ağırlığından dolayı acınmaya mahal olmayışından dolayı değildir. Tam
aksine o nefsin, çok ağır bir günah ve suçun altında bulunmasından ve ondan, o
suça dair herhangi bir şeyin üstlenilemez olmasından dolayıdır" demektir.
[40]
Cenâb-ı Hak, bu
hususta, "bu, akrabası da olsa" kaydına yer vermiştir ki bu, "O
çağrılan şahıs,
akrabası dahi olsa onu
yüklenmez" demektir. Bir önceki ifade hakkında "O, onun yükünü, ya
meselâ, düşmanını ağır bir yükün altında gören bir hasım, veyahut da
tasımlamayan bir yükün altında olan bir yabancı kimseyi gören başka bir yabancı
gibi, kendisiyle ilgisi ve alâkası olmadığı için taşımamıştır" denebilir.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "bu, akrabası da olsa" buyurmuştur ki
bu, "Nefsin, o yükü taşıyabilecek güçlü ve günahkâr bir nefis olması; her
ikisinin de ağır bir yük altında ezilmesi gibi, o yükü taşımaya yöneltecek
bütün sebepler bulunsa bile..." demsktir. Yardımcı olacak nefsin güçlü ve
yük taşıyabilir olması, berikinin de, yük altında ezilmesi ve yardım istemesi
gibi... Çünkü, talepte bulunmak, acımayı celbeder. Şayet, kendisinden yardım
talep edilen, edenin yakını olursa, bu durumda bunu karşılamamak, ancak bir
engelden dolayı olur ki, bu da her nefsin ağır bir yük altında bulunmasıdır.
[41]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sen ancak, gaybde olan Rabbinden korkmakta olanları, namazı dosdoğru
kılanları sakındıracaksın" buyurmuştur ki, bu, "Senin getirdiğin
şeyin üstünde başka bir irşâd yoktur. Halbuki bu, onlara bir fayda
sağlamamıştır. Binâenaleyh sen ancak, kalbleri Allah'ı tazim hissi İle dolup
taşan, dışları da ibâdetle süslenmiş olan kimselere fayda veren bir uyarıda
bulunursun" manasına bir işaret olup, bu, tıpkı, "iman edenler"
ifadesinin, kalbin ameline; "salih ameller işleyenler" (A»r, 3)
ayetinin de uzuvların amellerine bir işaret sayılması gibidir. O halde Cenâb-ı
Hakk'ın "Gaybde olan Rabbinden korkmakta olanları ve namazı dosdoğru
kılanları" ifadesi, işte bu anlamdadır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, hiçbir günahkâr nefsin, bir başkasının günahını yüklenemeyeceğini beyan
edince, sevabın, bu sevabı işleyenlere fayda vereceğini beyan etmek üzere
"Kim temizlenirse, sırf kendi faydasına temizlenmiş olur" buyurmuştur
ki, bu, "Onun bu tezkiyesi, kendi lehinedir" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Nihayet varış Allah'adır" buyurmuştur. Bu, "temizlenen
kimsenin bu temizlenmesinin fayda ve neticesi, dünyada görülmese
bile, herkesin varışı Allah'adır, lika (haşr) gününde,
beka yurdunda, Allah'ın nezdinde ortaya çıkacaktır. Günahkâr kimsenin işlediği
günahın cezası, dünyada ortaya çıkmasa bile, ahirette ortaya çıkacaktır. Çünkü
nihaî varış, Allah'adır" demektir.
[42]
Cenâb-ı Hak daha
sonra:
"Körle gören,
karanlıklarla nur, gölge ile sıcak bir olmaz. (Hülâsa) dirilerle
ölüler bir olmaz"
(Ffttır, 19-22).
buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak hidayet ve
dalâleti beyan edip, kâfir hidayete ulaşamadığı halde Allah mü'mini hidayete
iletince, onları gören ile köre benzetti... Buna göre mü'min, apaçık hak yolu
gördüğü için görendir; kâfir ise kör.. Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç mesele
vardır:
[43]
Kör ile gören,
karanlakta nur, gölge ile sıcak ve ölüler ile diriler zikredilmek suretiyle,
burada misalleri çoğalt- manın faydası ne olabilir? Deriz ki: Birincisi, mü'min
ile
kâfirin misâlidir.
Buna göre mü'min görendir (basîr), kâfir ise, kör.. Sonra, gören kimsenin
bakışları çok keskin olsa da, eğer ışık içinde değilse, hiçbir şeyi göremez.
Böylece Allah Teâlâ, iman ve küfür için de birer misal zikretmiştir. Böylece,
"İman nurdur, mü'min ise, (o nurda) gören. Görene (zaten) nûr gizli ve
kapalı kalmaz. Küfür ise, zulmettir, karanlıktır. Kâfir de, kör.. Onun için
ise, engelleyici üstüne engelleyici vardır" demek istemiştir. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, her ikisinin varacağı yer ve akıbetleri için bir misal
zikretmiştir. Ki bu da, gölge ile sıcaktır. Binâenaleyh mü'min imanı sayesinde
bir gölge ve rahatlık içindedir. Kâfir ise, küfrü sebebiyle, bir sıcaklık ve
yorgunluk içindedir. Sonra da Cenâb-ı Hak, mü'min ve kâfir hakkında başka bir
misâl zikrederek, "(Hülâsa) dirilerle Ölüler bir olmaz" buyurmuştur.
Böylece Cenâb-ı Hak sanki, "Mü'minin ve kâfirin durumu, kör ile görenin
durumunun da üstündedir. Çünkü kör, bazı şeyleri algılama hususunda gören
kimseye iştirak eder. Ama kâfir ise, faydalı olan hiçbir idrâke sahip değildir.
Bu sebeple o, ölü gibidir" demek istemiştir. Bizim bu anlattığımıza,
Cenâb-ı Hakk'ın ilk önce fiilî tekrar getirerek,
"Körle gören bir
olmaz" buyurup, "karanlıklar"ı, "nûr"u,
"gölge" ve sıcaklığı buna atfetmesi, sonra da yeniden fiili
getirerek, "Dirilerle ölüler bir olmaz" (ve ma yestevl) buyurması da
delâlet etmektedir. Cenâb-t Hak sanki bunu, ötekine bir mukabil ve karşılık
yapmıştır.
[44]
Allah Teâlâ
"karanlıklar" ile "nûr", "gölge" ile
"sıcak" ve "ölüler" ite "diriler" arasında
olumsuzluk edatı olan lâ'yı
tekrarlamış, ama
"kör" ile "gören" kelimeleri arasında bunu zikretmemiş,
tekrarlamamıştır. Niçin?
Bu böyledir, çünkü
buradaki tekrar, te'kîd ve (kelimeler arasındaki) tezâd manadan dolayı..
Karanlıkla nur, gölge ile sıcak arasında bir zıddiyyet vardır. Karanlık
aydınlığa aykırı olup onun zıddıdır, Körlük ve görme de böyle... Ama, kör ile
görene gelince, böyle değildir. Aksine tek bir şahıs, bazan, önce görür de, sonra
gözünden Ötürü kör olabilir. Binâenaleyh kör ile gören arasında ancak vasıf
cihetinden bir aykırılık ve tezat bulunur. Gölge ile sıcağa gelince, bunlar
arasındaki aykırılık zatîdir. Çünkü gölgeden murat, sıcaklık ve soğukluğun
olmayışıdır. İşte, buradaki aykırılık mükemmel ve tam olunca, Cenâb-ı Hak onu,
edatı tekrarlamak suretiyle te'kit etmiştir. Ölüler ile dirilere gelince, tek
bir cismin hayat mahalli olan bir diri olup, daha sonra da, ölüme mahal olmuş
olan bir meyyit, ölü haline gelmesi cihetiyle onlar her ne kadar kör ve gören
gibi iseler de, ancak ne var ki, ölü ile diri arasındaki aykırılık kör İle
gören arasındaki aykırılıktan daha kesin ve daha tamdır. Nitekim biz, kör ile
görenin bazı şeyleri algılamada müştereklik arzettiklerini açıklamıştık... Diri
ile Ölü ise böyle değildir. Nasıl olmasın ki, hikmet-i ilâhiyyede açıklanıp
tekarrur etmiş olduğu üzere, ölü diriye, vasıf cihetinden değil de, hakikat
cihetinden aykırı ve muhaliftir.
[45]
Allah iki misalde,
daha kıymetli olan "gölge" İle "sıcağı" başa almışken, iki
misalde de, kıymetli olan "görme" İle "nûr"u geri
bırakmıştır. Niçin?
Bu hususta müfessirler
bunun, ayetlerin sonlarındaki fasılayı gözetmek için olduğunu söylerler ki, bu
zayıftır. Çünkü ayetlerin sonlarını gözetme, seci ile ilgili bir husustur.
Kur'ân'ın mu'cize oluşu ise mana bakımından olup, (sadece) lafız cihetinden
değildir. Binaenaleyh şair, sec'iden dolayı takdim ve tehirde bulunabilir.
Böylece lafız onu, manayı değiştirmeye zorlar. Kur'ân'a gelince o, müessir ve
belîğ bir hikmettir. Ondaki mana sahîh, lafzı ise, fasihtir. Bu sebeple
anlamsız yere takdim ve tehirler yapılmaz.
İşte bundan dolayı
diyoruz ki: Hz. Peygamber (s.a.s)'den önce kâfirler, sapıklık içinde idiler.
Adeta körler gibiydiler. Yolları ise, karanlıktı. Sonra, Hz. Peygamber (s.a.s)
gelip, onlara yollarını açıklayınca ve onlardan birkısmı da hidayete erince,
artık gören kimseler oldular. Yollan da, bir nûr gibi aydınlık... İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, "Bisetten önce küfür üzerinde bulunan ile, bundan
sonra imana ulaşan kimse bir olmaz" buyurdu. Binâenaleyh Hz. Muhammed
(s.a.s) zamanında küfür imandan, kâfir de mü'minden önce olunca, önce olan
başta zikredilmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak bunların akibet ve varacakları
yeri zikredince, "Rahmetim gazabımı geçmiştir''
hadis-i
kudsisinden dolayı, rahmete taalluk edeni gazabına taalluk edenden önce
getirmiştir. Sonra, bisetten sonra halâ ısrar eden kâfir körden de kör olup,
hakkı idrâk edememe hususunda bütün yönlerden ölülere benzeyince, Cenâb-ı Hak,
"(Hülasa) dirilerle ölüler bir olmaz" buyurmuştur. Yani,
"Allah'ın indirdiğine iman eden mü'minler ile, kendilerine apaçık ayetler
okunduğu halde bunlardan yararlanmayan ölüler bir olmaz" demektir. İşte bu
kimseler, iman eden kimselerin imanından sonradırlar. Cenâb-ı Hak, mü'minlerin
hayatı, (iman sayesinde) hayat bulmaları, muânlt kâfirlerin ölümünden önce
bulunduğu için, o kâfirleri mü'minlerden sona bırakmıştır. Bisetten önce
sapıtmış olan kâfirler de, ondan sonra hidayete ulaşmış mü'minlerden önce
bulunduğu için, Allah Teâlâ körü görene takdim etmiştir.
[46]
Eğer sen, "Allah
Teâlâ, "kör"ün mukabilinde, müfred olarak "görerT'i; aynı
şekilde "gölge" mukabilinde "sıcak"ı; "diriler"
mukabilinde, çoğul olarak yine, "ölüler"i zikretmiş;
ama'"karanlıklar" mukabilinde ise,
"nûr"u getirmiştir. Oysa ki birisi çoğul, birisi ise tekildir. Sen
bunun bir hikmeti olduğunu söyleyebilir misin? Derim ki, "Allah'ın lütfü
ve hidayeti ile evet, bir hikmeti var. "Kör" ve "gören" ile
"sıcak ve gölge" kelimelerine gelince, burada cinse cins ile
mukabelede bulunulmuş, fertler zikredilmem iştir. Çünkü, körler ile gören
kimseler içinde, meselâ herhangi bir yerde bulunan ve gören garip, yabancı bir
kimse ile, o yerin tanıdığı ve bileni olan kör bir kimse gibi, iki cinsi her
birinden, diğer cinsin ferdine müsavî ve denk olan bir kimse, fert bulunabilir.
Bu sebeple kör olan kimse, maksadına ulaşabilirken, gözleri gören ise,
(yabancılığından dolayı) buna ulaşamaz. Yahut da söyle olur: Âma olan bir kimse
bazan onu, gören amâ aptal olan bîr kimseye denk kılacak bir zekâya sahip
olabilir. Âma cinsleri İtibariyle aralarındaki farklılık ve derece, kesin ve
katidir. Zira, "görerTlerin cinsi, "âmâ"ların cinsinden daha
hayırlıdır. Ölüler ile dirilere gelince, bunlar arasındaki farklılık ise daha
fazladır. Çünkü, idrâk hususunda herhangi bir diriye denk düşen hiçbir ölü
yoktur. İşte bundan ötürü, ister cinsle mukabele edilsinler, isterse ferde fert
ile, dirilerin ölülere müsavi olmayacağı söylenmiştir.
"Karanlık"lar
ile "nûr" kelimesinin mukayesesine gelince hak tekdir. Ki bu da
tevtıîddir. Bâtıl ise, çoktur; ki bu da, daha önce de beyan ettiğimiz gibi
çeşitli şirk yollarıdır. Zira, müşriklerin birkısmı yıldızlara, birkısmı ateşe,
birkısmı meleklerin biçiminde düşündükleri putlara, vs. şeylere tapmaktaydılar.
Bu fertlerin herbirisi ile, bu bir tek "nûr" arasındaki farklılık
aşikârdır. İşte bu sebeple, "Karanlıkların tamamını nazar-ı dikkate
aldığında, onlara nûr'a eşit ve denk olan bir şey buyurmuştur" ki, biz
nûr'un müfret, karanlıkların da çoğul getirilmesinin sebebini, "Ve,
karanlıklar ile nuru yarattı.." (En'im, 1) ayetinin tefsirinde
zikretmiştik. Nurun, ancak bir aydınlatıcının; nûrlanmayı kabullenebilecek bir
mahallin bulunması ve nûr ile onu kabul eden arasında bir engelin bulunmaması
ile meydana gelmesi de, işte bu cümledendir.
Bunun misali şudur:
Güneş doğup, orada da aydınlanmaya müsait, yani güneşin ışınlarını tutan bir
şey bulunduğunda, -ki çünkü, kendisinde güneşin ışınlarının içinden
girebileceği küçük bir pencere bulunan bir evde, o
pencerenin tam karşısında güneşin bu ışınlarının çıkıp, bir başka eve girerek,
o evin mekânına da güneşin ışınlarının yayılacağı bir aralık bulunduğunda,
ikinci ev aydınlık, birinci ev aydınlık olarak görünür. Eğer orada, kendisinde,
aralığın bulunmadığı bir ev gibi herhangi bir engel yok ise, o zaman o ev
aydınlanmaz. İşte bu üç şey mevcut olduğunda o ev aydınlanır. Aksi halde, bu üç
şeyden herhangi birisinin yokluğu sebebiyle karanlık olur.
[47]
"Şüphesiz ki
Allah, kimi dilerse ona duyurur. Sen, kabirlerde olanlara da
işittirecek değilsin ya!.. Sen gelecek tehlikeleri
haber verenden başka bir
kimse değilsin.
Şüphesiz ki biz seni, müjdeci ve uyarıcı olarak hidayetle
yolladık. Hiçbir ümmet
müstesna olmamak üzere, mutlaka her ümmette bir
uyarıcı, bir elçi bulunmuştur"
(Fatır. 23-24)
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Şüphesiz ki Allah, kimi dilerse ona duyurur. Sen, kabirlerde olanlara da
işittirecek değilsin ya!" ifadesine şu iki mana verilebilir:
1) Bundan maksat, peygamberin sözünü ve ona inen
vahyi dinlememelerine nisbetle, kâfirlerin, ölülerin durumundan daha aşağıda
olmalarını beyan etmedir. Çünkü Allah, Ölülere duyuruyor, dinletiyor, peygamber
ise, ölmüş ve kabire girmiş kimselere duyuramıyor. O halde bu demektir ki
ölüler, Allah'ı duyuyor ve O'nu dinliyorlar; kâfirler ise, tıpkı ölüler gibi,
Peygamber (s.a.s)'i dinlemiyorlar.
2) Bundan
maksat, Hz. Peygamber (s.a.s)'i teselli etmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak
peygamberine, onlara fayda veremeyeceğini ve onlara duyuramayacağını beyan
edince, peygamberine, "Bunlara ancak Allah duyurur, dinletir. Çünkü O,
sağır bir kaya parçası dahi olsa, dilediği kimselere ve istediği kimselere
dinletir ve duyurur. Sen ise, kabirdekilere (yani onlar gibi olan kâfirlere)
duyuramazsın. Binâenaleyh, onların hesabından hiçbir şey sana terettüp
etmez" buyurmuştur.
Daha sonra Allah
Teâlâ, yine peygamberini teselli etmek için, "Sen gelecek tehlikeleri
haber verenden başka bir kimse değilsin" buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, "Sen
gelecek tehlikeleri haber verenden başka bir kimse değilsin " buyurunca,
"Şüphesiz ki biz seni, müjdeci ve uyarıcı olarak hidayele yolladık"
buyurarak, peygamberin kendi başına bir nezîr olmadığını, onun ancak Allah'ın
müsaadesi ile bir uyarıcı olduğunu beyân buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, şu iki hususu anlatmak için, "Hiçbir ümmet müstesna olmamak üzere,
mutlaka her ümmette bir uyarıcı, elçi bulunmuştur" buyurmuştur;
1) Peygamberin kalbini teselli etmek için...
Çünkü böylece Cenâb-ı Hak, başkalarının da kendisi gibi, kavminin eziyyetlerine
katlanmış olduğunu bildirmektedir.
2) Onu kabul
etmesini, kavmine ilzam etmek... Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s), peygamberlerin
ilki değildir. O ancak, diğerleri gibi o peygamberlerin iddia ettiği şeyleri
iddia etmiş ve o şeyleri anlatmıştır.
[48]
"Eğer seni
yalanlıyorlarsa, kendilerinden öncekiler de yalanlamışlardı. Halbuki, onların
peygamberi kendilerine açık açık mucizeler, sahifeler ve nur
saçan kitaplar da getirmişlerdi"
(Fatır, 25).
Yani, "Sen,
onlara, beyyine, açık delil ve kitabı getirdin. Ama onlar seni yalanlayıp sana
eziyyette bulundular. Senden başkaları da onlara aynısını getirmiş, onlar da
onlara, bunların sana yaptığı şeyi yapmışlardır. Ama onlar, bu yalanlanmalarına
sabredip direndiler. İşte böylece biz senin bu kavmini şu şekilde ilzam
edebiliriz: Önceki peygamberlerin peygamber oldukları, ancak apaçık mucizelerle
belli olmuştur ki, biz o mucizeleri ve sahifeleri, nur saçan kitabı, bunların
hepsini Muhammed (s.a.s)'e de vermiştik. O halde o, diğer peygamberler gibi bir
peygamberdir. Binaenaleyh (senin kavmine), tıpkı Musa (a.s) ile İm (a.s)'yı
kabul etmeleri gerektiği gibi, Muhammed (s.a.s)'i de kabul etmeleri gerekir.
Bu, ehl-i kitaba karşı yapılan bir izah şeklidir.
[49]
Bit ki Allah Teâlâ, şu
üç şeyden bahsetmiştir: Birincisi "beyyinat"tır. Çünkü her
peygamberin mutlaka bir mucizesi olur. Ki mucize, derecelerin en düşüğüdür.
Daha sonra o peygambere, her nekadar içinde neshedici bir şeriat olmak üzere,
nesh ve meşru kılınmış hükümler bulunmasa bile, birtakım mev'ızeler (va'z-u
nasihatlar) ve tenbihler bulunan bir kitap iner. Böylesi bir kitap indirilen
kimse, derece bakımından, böyle semavî bir kitap indirilmeyen peygamberden daha
üstündür. Bazan da onun şeriatını, diğerine inen seri hükümler nesheder ve bu
peygambere, ilahî hikmete uygun olarak, içinde bazı hükümler bulunan bir kitap
iner. Böyle olan peygamber, "utfl'Man" peygamberlerdendir. İşte
bundan dolayı Allah Teâlâ, "Poygamberlerin nübüvvetleri, beyyineierle
(mucizelerle) ortaya çıkar. Eğer onlar, daha üst derecede bir peygamber
olurlarsa, "sahifeler" (zübür) ile; daha da üstün olurlarsa "nur
saçan
kitaplar" ile, peygamberlikleri
ortaya çıkar. Muhammed (s.a.s)'e biz bunların tamamını verdik. Binâenaleyh O,
kitabı daha tam ve bütün kitaplardan mükemmel olduğu için, bütün
peygamberlerden daha kıymetli bir peygamberdir" demiştir.
"Sonra o İnkâr
edenleri tutup yakaladım. (Bak ki) Benim inkârım nasıl imiş!"
(Fâtır, 26).
Bu, "Kim daha
önce indirilmiş kitabı ve gönderilmiş peygamberi yalanlarsa, Allah onu hesaba
çeker. Aynen bunun gibi, kim Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalanlarsa, onu da muaheze
eder" demektir. Ayetteki, "Bak ki benim inkârım nasıl imiş!"
ifadesi, daha Önce bilineni, iyice anlatmak için sorulmuş bir sorudur: Onlar
Allah'ın, kendilerini alabildiğine inkâr ettiğini, yani yadırgadığını ve
yadırganacak, hoşlanılmayacak bir işi, yani köklerini kazıyacak bir azabı
başlarına getireceğini biliyorlardı.
[50]
"Allah'ın gökten
bir su indirdiğini ve işte onunla, çeşit çeşit meyvelerçıkardığımızı görmedin
mi? Dağlardan da, beyaz beyaz, kırmızı kırmızı,
renkleri çeşitli ve kuzgûnî siyah yollar (yaptık)"
{Fâtır, 27).
Bu da, Allah'ın
birliği ve kudreti hususunda başka bir delil getirmedir. Bu ayetin tefsiri
hususunda birkaç mesele vardır:
[51]
Allah Teâlâ bu delili,
haber sorma üslûbu ile zikrederek, "Görmedin mi?.." buyurmuş; önceki
delili ise, haber verme üslûbu ile getirerek, Allah rüzgârları
salıverendir"mır, 9)
buyurmuştur, niçin? Bu
hususta şu İki İzah yapılabilir:
a) Suyun
(yağmurun) indirilmesi insanlann faydasına daha uygun ve kendisindeki fayda
daha açıktır. Çünkü herkes yağmuru görür görmez, toprağın hayat buluşunun ondan
olduğunu anlar. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, soru üslûbu kullanarak, bunun
delil oluşunun büyüklüğünü göstermiştir. Çünkü
"istifham-ı takrîrî", ancak çok açık ve net şeyler hakkında
kullanılır. Zira ayı, belli belirsiz bir hilâl iken gören kimseye, başka biri,
"Ay nerede?" diye sorsa, o da ona, "Falanca yerde" dese ve
soran onu göremese, kendisine soru sorulan sorana, "Doğru, göremezsin.
Çünkü o, belli belirsiz. Görmemekte haklısın" der. Fakat ay çok net bir
şekilde görülürken o ona, "Ay, apaçık görünürken, sen onu göremedin
mi?" der.
b) Allah
Teâlâ bunu, bir başka delille ortaya koyduktan ve iddia edilen şey için,
öncekiler ile çeşitli delillerle bir belirlilik ve adetâ görünürlük söz konusu
olduktan sonra, bu kimseye, "Sen, bizim bahsettiğimiz şeyi gördün. Artık
senin için bir mazeret katmadı. Bu ayetimizi görmüyor musun?" demiştir.[52]
Bu ayetteki hitab
kimedir? Bu hususta şu iki izah yapılır:
a) Hitab,
Hz. Peygamber (s.a.s)'edir. Bunun Peygamber
(s.a.s)'e hitab olmasında şöyle
bir hikmet yatmaktadır: Allah
Teâlâ delillerini
getirip, bunlar muhataplara
fayda
vermeyince, sözü kesip, başkasına dönüp
böyle demiştir. Mesela, bir efendinin bir kısım kölelerine nasihatta bulunup,
onları kötülüklerden alıkoymak istediğinde, bu.
nasihatları onlara fayda vermeyince, bir başkasına dönüp, "Dinle,
sen de böyle olma"
deyip, onlara
söylediğini buna da söylemesi gibidir. Bunda şöyle bir vurgu vardır:
"Öncekilerde bir noksanlık ve kusur var.
Dolayısıyla hitaba ehil olamadılar. Aklını
başına
al da, sen de onlar gibi kusurlu olma."
b) Bu
hitabın, önceki cümleden uzak ve ilgisiz olmayıp, aksine ona uygun olarak,
birinci cümleyi dinleyen bir başka söze kulak vermesin ve kendisinde nasihat
bulunan söz üzerinde tefekkürü terketmesin diye, birincisine yakın izahlar
getirmek.
[53]
Bu, tek bir sudan
çeşitli meyveler çıkardığı için, Allah'ın kudretine ve hür irâde sahibi oluşuna
getirilen bir başka delildir. Bu ifadede şöyle birkaç incelik vardır:
Birinci İncelik:
Allah Teâlâ, önceenzele "indirdi", sonra "çıkardık"
buyurmuştur. Bunun hikmetini daha önce anlatmıştık. Fakat aynısını burada da
tekrar ediyor ve şöyle diyoruz: Allah Teâlâ, "Görmedin mi, Allah gökten
bir su indirdi" buyurmuştur. Bunu duyan kimse eğer câhil birisiyse,
"Yağmurun yağışı, ağır olduğu için tabiîdir" diyebilir. İşte ona,
"Senin, bu su ile çeşitli meyveler çıkarmamız hakkında, "Bu da
tabiidir" demen imkânsız. Binâenaleyh bu, Allah'ın irâdesiyledir"
denilir. Bunun Allah'tan oluşu daha açık olunca, Cenâb-ı Hak bu işi, bizzat
kendisine nisbet ederek anlatmıştır.
Bu hususta yapılabilecek
diğer bir izah da şudur: Allah Teâlâ, "Allah ... indirdi" buyurunca,
kendisini delil ile bildirip, bu hususta düşünülebilecek şahsı, kendisine
yaklaştırmış oldu. Böylece de bu kimse, orada bulunanlardan olmuş oldu. Allah
Teâlâ ona bu yakınlığından ötürü, "Biz ... çıkardık" diye konuşmaya
başladı.
Bir üçüncü izah da
şöyledir: Bir nimet olması açısından, tek sudan çeşit çeşit nimetler çıkarma,
suyu (yağmuru) indirmeden daha ileri ve tam bir nimettir. Çünkü
yağmuru indirme, meyveleri çıkarma faydasından
ötürüdür. Böylece Allah Teâlâ, daha tam ve ileri olanı, mütekellim (konuşan)
sîgasıyla kendisine nisbet etmiş, daha aşağı olanı ise, gâib sîgasıyla
getirmiştir.
[54]
İkinci İncelik:
Cenâb-ı Hak, "Dağlardan da, beyaz beyaz, kırmızı kırmızı, renkleri çeşitli
ve kuzgûnîsiyah yollar (yaptık)" buyurmuştur. Sanki birisi,
"Meyvelerin farklı farklı oluşları, bölgelerin farklılığından
kaynaklanmaktadır. Baksana zağferan ve benzeri bazı bitkiler, her yerde
yetişmezler" demiş de, bunun üzerine Conâb-ı Hak, "Bölgelerin,
toprakların farklılığı da, ancak Allah'ın iradesiyledir. Aksi halde meselâ
niçin bazı dağlarda kırmızı, beyaz yerler ve yollar olmuştur?" demiştir.
Ayetteki
"cüded", "cüdde"nin çoğuludur. Cüdde ise, sahil (kıyı) veya
yol demektir. Buna göre eğer, deki vâv, ne vâv'ıdır?" denilirse, biz deriz
ki: Şu iki şey olabilir:
a) Vâv-ı
isti'nafiyye olması.. Buna göre Allah Teâlâ sanki, "Biz o su ile, renkleri
farklı farklı meyveler bitirdik, kâinattaki her şeyde, meselâ dağlarda,
kudretine delâlet eden ve meyvelerin farklı renklerindeki irâdesini inkâr
edenlere bir reddiye olması... Buna göre takdir, "ve dağlardan da yollar
... yarattı" şeklinde olur. Zemahşen, buradaki "cüded'in, "zû
cüded" (yollu) manasına olduğunu söylemiştir.
Üçüncü İncelik:
Allah Teâlâ, burada dağlardan bahsedip, yeryüzünden bahsetmemiştir. Halbuki
aynt sadedde bir delil olarak, bir başka yerde, "Arzda birbirine komşu
kıt'alar var..."(Ra'd,4) buyurmuşlur. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ayetin
başında, "Onunla meyveler çıkardığımızı görmedin mi?" buyurunca,
meyve çıkarma işinin bizzat kendisi, ilahî kudretin delili oldu. Daha sonra
buna ilave bir açıklamada bulunarak, "çeşit çeşit..." dedi. Aynen
bunun gibi, dağların bizzat kendileri de Allah'ın kudret ve iradesinin
delilleridir. Çünkü dağların, yeryüzünün şurasında değil de burasında olması ve
bir kısmının daha alçak, bir kısmının daha yüksek oluşu bakımından
şekillerindeki farklılıklar, Allah'ın kudret ve iradesinin delilidir. Cenâb-ı
Hak, buna da ilâve bir açıklamada bulunarak, "beyaz beyaz, kırmızı
kırmızı... yollar" buyurmuştur ki bu, "Tıpkı meyvelerin bitirilmesi
bir delil, renklerinin çeşitli olmasının bir başka delil oluşu gibi, dağların
kendileri de, onlarda çeşit çeşit, renk renk yollar oluşu da ayrı birer
delildir" demektir.
[55]
Ayetteki,
"renkleri çeşitli" ifadesinden anlaşılan, bu çeşitliliğin her bir
renkle ilgili olmasıdır, yani, "beyazın farklı
tonlarından, kırmızının farklı tonlarından..."
demektir. Çünkü beyaz, bazan kireç, bazan daha az beyaz olan toprak renginde olur.
Kırmızı da böyledir. Binâenaleyh ayetten kastedilen çeşitler, sadece beyaz ve
kırmızı olsaydı, bu ifade sırf te'kid olurdu. Binâenaleyh önceki mana daha
evladır. Bu izaha göre diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, beyaz, kırmızı ve siyahtan
sonra o yolların renklerinin çeşitli oluşundan bahsetmemiş, aksine beyaz ve
kırmızıdan sonra "renklerin çeşitliliğinden bahsetmiş, kuzgûnî siyahı
bundan sonra zikretmiştir. Çünkü siyah, kendini te'kid eden "garâbib
(kuzgûnî)" kelimesiyle bitlikte zikredilince, bu simsiyah yollar manasına
olur ve artık bu siyahın çeşitleri olmaz.
[56]
"Garbîb"
kelimesinin, "siyah"ı te'kid için kullanıldığı ve
edenin, te'kid edilenden sonra getirilmesi gerektiği
ileri
sürülerek, ayette
niçin bunun aksi yapılarak, "garabîbl sûd" denildiği sorulmuştur?
Biz deriz ki:
Zemahşerî şöyle der: "Garâbîb kelimesi, mukadder (görünmeyen mahzûf olan) "renkli bir şeyi"
te'kid etmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "sevâdün
garâbibu" (simsiyah, kuzgun! siyah) demiş, daha
sonra yeniden "sûd" (siyah)
kelimesini
getirmiştir. Bunun hikmeti, o siyahlığı iyice te'kid etmektir. Çünkü Allah
Teâlâ, aynı şeyi hem mukadder olarak, hem açıktan
getirerek zikretmiştir." Bazıları
da,
bu ifadede bir takdim-tehir (öne alma - sona bırakma) olduğunu söylemişlerdir.
[57]
"İnsanlardan,
hayvanlardan ve davarlardan, yine böyle renkleri çeşit çeşit olanlar vardır.
Allah'tan, ancak âlim kullan korkar. Şüphesiz Allah azfz ve
gafurdur"
(Fâtır. 28).
Bu ayet, Allah
Tealâ'nın kudret ve irâdesine getirilen bir başka delildir. Binâenaleyh Cenâb-ı
Hak sanki, içinde bulunduğumuz bu alemdeki, yani terkibler (bileşikler)
alemindeki mahlukâtta bulunan delilleri ikiye ayırmıştır: Canlılarda olan,
cansızlarda olan... Cansızlar da, ya bitkiler, ya madenlerdir. Bitkiler,
cansızların (hareketsizlerin) en kıymetlisi olup, Hak Teâlâ buna, "O
(yağmurla) çeşit çeşit meyveler çıkardı" buyurarak işaret etmiştir. Daha
sonra madenlerden de, "Dağlardan da..." ifadesiyle bahsetmiş, bunun
peşisıra da canlılardan bahsederek, işe onların en şereflisi olan insanla
başlayıp, "insanlardan..." demiş, sonra hayvanları zikretmiştir.
Çünkü hayvanların insana faydası, bu hayvanların canlı olmaları haline
Dağlıdır. Davarların faydası ise, onlardan yeme ile ilgilidir. Yahut söyle de
diyebiliriz: "dâbbe" denilince Örfen at akla gelir. At ise,
insanlardan sonra canlıların en Kıymetlisidir.
Ayetteki,
"renkleri çeşit çeşit" ifadesiyle ilgili olarak şunu deriz: Bu
varlıkların bizzat
kendileri Allah'ın
kudretine ve iradesine delil oldukları gibi, renklerinin farklı farklı
oluşu da buna delildir. Ayetteki ifadesindeki zamirin müzekker getirilişi,
sanın bunlar cümlesinden olarak zikredilmesinden ve
zamiri müzekker getirmenin
daha evla ve üstün
oluşundan dolayıdır.
[58]
Cenâb-ı Hak sonra
"Alta/ı'dan anca* âV/m kullan korkar. Şüphesiz Allah, aziz ve
gafurdur" buyurmuştur.
Çekinme ve saygı,
saygı duyulan varlığın tanınmasına - bilinmesine göredir. Âlim olan, Allah'ı
bilir ve O'ndan hem korkar, hem de O'na ümid bağlar. Bu, âlimin derece bakımından,
âbid'den daha üstün oluşunun delilidir. Çünkü Hak Teâlâ, "Sizin Allah
katında en şerefliniz, en müttakîolanınız, (Allah'dan en çok
korkanımzdır)"'(Hucurat, 13) buyurarak, şerefin ve kıymetin, takvaya göre;
takvanın da İlme göre olacağını beyan etmiştir. O halde, Allah katında şeref ve
kıymet, amele göre değil, ilme göredir, Evet, âlim, ameli bıraktığında (ilmiyle
amel etmediğinde), bu onun ilmini zedeler. Çünkü onu gören kimse, "Eğer
bilseydi, gereğini yapardı" der.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphesiz Allah azız ve gafurdur" buyurmuş, böylece korku ve
ümidi gerektiren sıfatlarından bahsetmiştir. Çünkü Allah'ın intikam alan,
cezalandıran bir aziz olması, tam bir korkuyu; şirkin dışındaki günahlar için
bağışlayıcı (gafur) olması da, ileri derecede bir ümidi gerektirir. Buradaki
"ulemâ" kelimesini mansub, "Allah" kelimesini merfû
okuyanlara göre, ayetin manası, "Allah, âlim kullarını tebcîl eder ve
yüceltir" şeklinde olur.
[59]
"Gerçekten,
Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerini
rmklandırdığımız şeylerden gizli ve aşikâr infâk edenler, kaüyyen kesâda
uğramayacak bir ticaret umabilirler. Çünkü Allah
onların mükâfaatını eksiksiz Öder. Onlara fazl-u kereminden fazlasını da verir.
Şüphesiz O, gafur ve
şekûrdur"
(Fatır, 29-30).
Cenâb-ı Hak, kendisini
tanıyan âlimleri, onların duydukları saygıyı, bu saygıları sebebiyle elde
ettikleri şereflerini beyan edince, Allah'ın kitabını tanıyıp, ondakilerle amel
edenlerden bahsetmiştir. O halde ayetteki, "Allah'ın kitabım okuyanlar"
sıfatı, Allah'ı zikre; "namazı dosdoğru kûanlar" sıfatı, bedenî
ibadetlere; "kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden ... infak
ederler.." sıfatı da, mal ile yapılan ibadetlere bir işarettir. Bu iki
ayette üstün bir hikmet var. Çünkü Hak Teâlâ'nın "Allah'tan ancak âlim
kulları korkar" ifadesi, kalbin ibadetlerine; "kitabı okuyanlar"
ifadesi, dilin ibadetlerine; "namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine
rmklandırdığımu şeylerden ... infâk edenler" ifadesi de, uzuvların
ibadetlerine bir işarettir.
[60]
Sonra bu üç şey, hem
Allah'a ta'zim gösterme, hem de mahlûkatına şefkat
soymayı alâkadar eder. Çünkü bir padişaha saygı
gösterenin, onun kullarından
adamlarından) birini
bir ihtiyaç içinde gördüğünde, onun ihtiyacını gidermesi
gerektiğini; eğer bu hususta aldırmazlık ederse, bunun
o padişaha olan saygısını
adeteyeceğini
anlatmıştık. İşte buna Cenâb-ı Hak, şu hadis-i kudsîsi ile işaret etmiştir:
"O "Ey
kulum, ben hastalandım da, beni ziyaret. Enedin" der. Kul, "Alemlerin
Rabbi olduğun halde, nasıl hastalanırsın?" deyince, AMah, "Falanca
kulum hastalandı da, onu ziyaret etmedin. Eğer onu ziyaret beydin, beni onun
yanında bulurdun" buyurur'[61]
Demek ki Cenâb-ı Hakk'a İtan, O'nun mahlûkatına şefkat duyma ile ilgilidir.
Allah'ın mahlûkatına şefkat amayan yerde, Allah'a ta'zim de yoktur.
[62]
Ayetteki, "Gizli
ve aşikâr" ifadesi, her nasıl müsait olursa, infâk etmeye bir teşviktir.
Binâenaleyh eğer müsaitse gizli yapılır ve bu daha güzeldir. Aksi "aide
açıktan yapılır, insanın bunun bir riya olacağı zannı, onu böyle açıktan
/ermekten men etmesin. Çünkü "riyakârlık yapıyor" denilmesi
korkusuyla, hayrı yapmamak riyanın bizzat kendisidir. Ayetteki,
"gizli" kelimesi ile sadaka, "aşikâr" kelimesiyle zekât
kastedilmiş olabilir. Çünkü zekâtı âşikâr-açıktan vermek, bir farzı alenî
yapmaktır ve bu müstehabtır.
Hak Teâlâ'nın,
"Katiyyen kesada uğramayacak bir ticaret omarlar" ifadesi kişinin
ihlasına işarettir.: Yani "Böyle yapanlar, "O cömert" denilmesi
çin, yahut Allah'ın rızasını gözetmeden infakta bulunmazlar" demektir.
Çünkü Allah'tan başkaları hep helak olacaklardır. Allah'ın dışındaki
varlıkların rızası için yapılan ticaret de yok olacaktır.
Allah Teâlâ,
"Çünkü Allah onların mükâfaatım eksiksiz öder" yani, "umduklan
şeyi, bu şey çok büyük birşey olsa bile, tastamam öder"; "İazlasmı da
verir" yani "Onlara, bu ibadetleri yaparken akıllarına gelmeyen,
ummadıkları mükâfaatları da verir" buyurmuştur. Bunun, "Allah onlara,
kendisini (cennette) seyretme mükâfaatım da verir" manasında olduğu da
söylenmiştir. Nitekim buradaki "fazJa vermeyi" tefsir için, Allah
Teâlâ, "Şüphesiz o, ücretleri verirken gafurdur ve fazlasını verirken de
şekûrdur (teşekkür edendir)" buyurmuştur.
[63]
"Sana,
kendisinden öncekileri doğrulayan bir kitap olarak vahyettiğimiz şey, hakkın tâ
kendisidir. Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla bilir ve hakkıyla görür"
(Fatır, 31).
Allah Teâlâ, inancın
birinci aslını, yani tevhidi, "Allah rüzgârları salıverendir",
"Allah sizi yarattı" ve "Allah'ın yağmuru indirdiğini görmedin
mi?" gibi ifadelerle ortaya koyunca, ikinci asıl olan, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in nübüvvetinden bahsederek, "Sana, kendisinden öncekileri
doğrulayan bir kitap olarak vahyettiğimiz şey" buyurmuştur. Bir de Allah
Teâlâ, kitabını okuyanların ücretlerini tastamam vereceğini belirtince,
Allah'ın kitabını okumada olduğunu bildirdiği ücret ve mükâfaatı iyice anlatmak
için, böyle buyurmuştur. Çünkü bu kitap haktır ve doğrudur. Onu okuyan da hakkı
bulmuş ve "hakkı ihkâk" etmiştir. Bu ayetin tefsiriyle ilgili birkaç
mesele vardır:
[64]
Ayetteki ifadesinin mln harf-i cerrinin,
"ibtidaiyye"
olması muhtemel olup,
tıpkı, "Bana padişahtan veya
validen bir mektup
geldi" denilmesi gibidir. Buna göre,
buradaki
kitabtan maksadın, Levh-i Mahfuz olması mümkündür, yani, "Bizim Levh-i
Mahfuz'dan sana vahyettiğimiz bu şey, haktır"
demektir. Bu "kitab" ile, Kur'ân'ınkastedilmiş olması da mümkündür.
Buna göre mana, "sana vahyettiğimiz bu
açıklama, Kur'ân'dandır" şeklinde olur. Buradaki j* edatının,
"beyâniyye" için
olması da
muhtemeldir. Nitekim, "Falancaya bir top elbise ve kumaş gönderildi"
denilir.
[65]
İkinci Mesele
Ayetteki, "O,
haktır"'ifadesi, şu iki bakımdan, "Bizimsana
vahyettiğimiz o şey haktır" ifadesinden daha
te'kidlidir:
a) Haberin
ma'rife olması, o işin son derece açık olduğuna delâlet eder. Çünkü
genelde haberler nekire olurlar. Zira genelde haber
verme işi, sayesinde dinleyenin kendisini tanıyacağı birşey bulunmadığından
dinleyici tarafından bilinmeyen bir şeyin
meydana
geldiğini, o dinleyiciye bildirmek için olur. Mesela, "Zeyd
ayaktadır"
dememiz gibi. Çünkü bu
sözü dinleyenin, Zeyd'i tanıması, ama onun ayakta olduğunu
o anda bilmemesi gerekir. Dolayısıyla bu sözü
söyleyen, ona Zeyd'in ayakta olduğunu
haber
vermek istemiştir. Dolayısıyla eğer haber, dinleyen tarafından biliniyorsa, bu
bilinen şeyi haber vermek, ona durumu bildirmek için
değil, dikkat çekmek İçin olur.
Bundan
dolayı hem mübteda; hem haber marife olarak getirilir. Meselâ, âlimliği meşhur
ve malum olduğu halde, Zeyd hakkındaki, "Zeyd bu beldenin âlimidir"
sözümüz gibi...
[66]
Ayetteki
"Kendisinden öncekileri doğrulayan" ifadesi, o kitabın hak olduğunu
te'kid eden
bir hal cümlesidir. Çünkü hak, kendisiyle
Allah'ın kitapları arasında bir terslik olmadığı zaman, bâtıl olma ihtimalinden
tamamen uzak olur. "Musaddıkan" ifadesi, o kitabın bir vahiy mahsulü
olduğunu iyice anlatan bir ifadedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), okuma-yazma
bilen birisi olmadığı halde, Allah'ın Kur'ân'dan önce göndermiş olduğu
kitaplarda yer alan şeylerin izahını getirince, bu ancak Allah'tan olabilir.
[67]
Bu ifade, aynt zamanda
kâfirlerin bir sorusuna cevaptır. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: "Tevrat'ta
şunlar var. İncirde de şunlar zikrediliyor" deyip, uydurdukları teslis"
gibi şeylerin bu kitaplarda bulunduğunu söylüyorlardı. Bu sebeple de,
"Kur'ân'da bunun aksi var, niçin?" diyorlardı. İşte bundan dolayı
Allah Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Tevrat ve İncil'de yaptığınız
tahrif ve değiştirmeler sebebiyle, onlara güven kalmamıştır. Kur'ân'a gelince,
bunda yer alan şeyler, eğer Tevrat ve (İncil'de) de varsa, o kısımlar gerçektir
ve indirildiği şekilde kalmıştır. Yok eğer onlarda yoksa, Kur'ân'da aksi varsa,
o halde onlar gerçek Tevrat (ve İncil'den) değildir. Binâenaleyh Kur'ân
Tevrat'ı da tasdik etmekte, doğrusunu ortaya koymaktadır."
Bu hususta bir diğer
izah da şöyledir: "Bu vahiy, yani Kur'ân, öncekileri tasdik ediyor. Çünkü
vahiy denen şey olmasaydı, Tevrat ve İncil'in indirilmiş olduğu iddiasında, Hz.
Musa (a.s) ile Hz. İsa (a.s)'ın da yalanlanmaları gerekirdi. Şu halde vahiy
denen şey mevcut olup, Hz. Muhammed (s.a.s)'e de indirilince, bunun mümkün
olduğu, bu sayede eskilerin de tasdik edildiği anlaşılmış olur." Bu izaha
göre burada söyle bir incelik var: Allah Teâlâ, önceki kitaplar da Kur'ân'ı
tasdik etmesine rağmen, Kur'ân'ı "öncekileri tasdik edici" diye
tavsif etmiştir. Çünkü vahiy, birisine indiğine göre başkasına da inebilir. O
başkası da Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Hak Teâlâ önceki kitapların Kur'ân'ı tasdik
edici olduklarını burada zikretmemiştir. Çünkü Kur'ân'ın bizzat kendisinin
mucize oluşu, onun vahiy mahsulü olduğunu tasdik için yeterlidir. Fakat eski
kitaplara gelince, mutlaka oların yanında, onların doğruluğunu gösteren bir
mucizenin (yahut mucizelerin) bulunması gerekmiştir.
[68]
Ayetteki,
"Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla bilir ve görür" ifadesi hakkında
şu iki izah yapılabilir:
1) Bu, o
kitabın hak (gerçek) olduğunu anlatan bir ifadedir.
Çünkü bu kitap,
Allah'dan gelen bir vahiydir. Allah ise, içleri (sırları) bilen bir habîr,
zahirleri (dışları) bilen bir basîrdir. Binâenaleyh O'nun vahyinin ne
batınında, ne zahirinde bir bâtıl olamaz.
2) Bu,
onların, "Bu kitap niye büyük (yani meşhur ve zengin) bir adama
indirilmemiştir?" şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Buna göre,
"Allah, kullarının içlerini bilen bir habîr, dışlarını gören bir basîrdir.
Dolayısıyla O, Hz. Muhammed (s.a.s)'i, bu iş için seçmiş, başkasını
seçmemiştir. Öyle ise, Hz. Muhammed (s.a.s) bu işe, herkesten uygundur"
demektir.
[69]
"Hem sonra biz, o
kitabı, kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan
kimi, nefsine zulmedendir, kimi muktesid (ortadadır),
kimi de, Allah'ın izniyle
hayırlarda önde
gidenlerdir, işte bu, büyük lütuftur"
(Fatır, 32).
Ekseri müfessirler,
burada geçen "kitap" ile, Kur'ân'ın kastedildiğinde müttefiktirler.
Binâenaleyh "Allah'ın seçtiği kimseler, kitabı alıp-kabul edenler, yani
mü'minlerdendir. Öyle ise, nefsine zulmeden de, muktesid olan da, hayırlarda önde
giden de, mü'minlerdir. Bunun delili, Hak Teâlâ'nın, mü'minlerin cennete
girişlerini haber veren, bundan sonraki, "Onlar Adn cennetlerine
girerler">ânr, 33) ayetidir. Ayetin başındaki "Hem sonra biz (...)
miras bıraktık" ifadesi de buna delâlet etmektedir. Çünkü miras bırakma
işi, kitabın vahyedilmesinden sonra olup, Kur'ân'dan sonra semavî başka kitap
olmayınca, miras olunan şey, Kur'ân-ı Kerim olmuş olur. Buradaki "miras
olunma" ile kastedilen, miras olarak bırakılan şeyin, daha önce buna sahip
olanın vefatından sonra bunun (vahyedilmesi değil), verilmesidir.
Bu ayetteki
"kitap" ite, bütün semavî kitapların kastedilmiş olması da söz
konusudur. Nitekim bu husus, "Onların peygamberleri, kendilerine açık açık
mucizeler, sahifeler ve nur saçan kitaplar getirmişlerdi" (Fâtır, 25)
ayetinde de böyledir. Buna göre mana, "Biz, kitabı seçtiğimiz kimselere
verdik. Seçtiğimiz kimseler de peygamberlerdir" şeklinde olur. Bunun böyle
oluşunun delili, "seçilmişler" ifadesinin, genelde peygamberler için
kullanılıp, başkaları için kullanılmayışıdır.
Bir de ayetteki,
"kullarımızdan" ifadesi, bu kulların büyük ve şerefli kimseler
olduğuna; "Bizim kullarımız" şeklindeki izafetiyte de, ikram olunmuş
kimseler olduklarına delâlet eder. Sonra bu kullardan seçilmiş olanlar,
bunların en kıymetlileridir. Kur'ân'ın pek çok yerinde kâfir için kullanıldığı
ve şirke, "zulüm" adı verildiği için, şereflilerin en şereflisi
olanların "zâlim" diye tavsif edilmeleri uygun
olmaz. Açık olan birinci izaha göre, bunun manası,
"Kur'ân'ı Hz. Muhammed (s.a.s)'e man edenlere miras olarak verdik. Onlar
da onu ondan aldılar. Fakat ayrılığa düştüler. Böylece kimileri zâlim, yani
günahkâr; kimileri muktesid, yani hem sâlih amel işleyen, nem günah işleyenler;
kimi de hayırlarda önde gidenler, yani yaptıkları şeyi sırf Allah - zası için
yapıp, amellerini günanlardan tamamen tecrîd edenler olmuşlardır"
şeklindedir.
[70]
Buna göre eğer birisi,
"Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın çok yerinde "zâlim" kelimesini nâfir
için kullandığı halde, "kuüanmızdandır", "seçilmiştir"
dediği kimseler hakkında daha nasıl "zâlim" demiştir?" derse,
deriz ki: Mü'min günah işlerken, nefsini kendisini), olması gerekli olan yerin
ve halin dıştna koymuştur. O halde bu kimse, günah işlerken, kendisine karşı
zalimlik (haksızlık) yapmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) buna, "Zina eden
kimse, zina ederken, mü'min olarak zina etmez"[71]
hadisiyle işaret etmiştir. Bu hususu, Hz. Ömer (r.a)'in, Hz. peygamber
(s.a.s)'den rivayet ettiği, "Biz (mü'minierin) zâlimine mağfiret
edilmiştir" ifadesi te'kid eder. Hz. Âdem (a.s) de, seçilmişlerden
olmasına -ağmen, "Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik" (A'raf. 23)
diye duâ etmiştir. Kâfire gelince, o, sayesinde bedeninin değerlendirildiği
kalbini, konması gereken yerin dışına koymuştur. O halde, kâfir mutlak manada zâlimdir.
Mü'minin kalbi ise, iman ile mutmaindir ve mü'min kalbini, Allah'ın nimetlerini
tefekkür etmenin dışında kullanmaz ve kalbine, muhabbetullahdan başkasını
sokmaz.
[72]
Ayette bahsedilen bu
üç mertebe hakkında şöyle çok izahlar yapılmıştır:
1) Zâlim,
günahları ağır basan; muktesid, günahları ile sevapları denk olan; sabık
(yarışçı, önde giden) ise, sevapları daha çok olan demektir.
2)
"Zâlim", zahiri bâtınından daha hayırlı olan; "muktesid"
içi ve dışı denk olan; "sabık", içi daha hayırlı olandır.
3)
"Zâlim", uzuvlarının kendisine muhalefet ettiği, sadece lisanıyla
muvahhid olan; "muktesid", uzuvlarını, mükellefiyetlere muhalefet
etmekten men eden muvahhid; "sabık", tevhidin kendisini tevhîdden
geri bıraktığı, (tevhide gark olmuş olan) kimse de muvahhid.
4)
"Zâlim", büyük günahları olan; "muktesid", küçük günahları
bulunan; "sabık", günahsız olan.
5) "Zâlim", Kur'ân'ı tanımaksızın ve
gereğince amel etmeksizin, onu okuyan; "muktesid" Kur'ân'ı tanıyarak
okuyan; "sabık" Kur'ân'ı hem tanıyarak okuyan, hem de ondaki
hükümlerle amel eden kimsedir.
6) "Zâlim", câhil;
"muktesid", öğrenme durumunda olan; "sâbtk", âlim olan
kimsedir.
7)
"Zâlim", "ashâb-ı meş'eme" (kitabı, solundan verilenler);
"muktesid", ashâb-ı meymene (kitabı sağından verilenler);
"sabık" Allah Teâlâ nezdinde en önde bulunan ve mukarreb olanlar.
8)
"Zâlim", hesaba çekildikten sonra cehenneme sokulan;
"muktesid", sîgaya çekildikten sonra, cennete sokulan,
"sabık" herhangi bir hesaba çekilmeden cennete giren kimsedir.
9) "Zâlim",
günahta ısrar eden; "muktesid", pişman olup tevbe eden;
"sabık", tevbesi makbul olan.
10) "Zâlim", Kur'ân'a inandığı halde
onunla amel etmeyen; "muktesid", aynı zamanda onunla amel eden;
"sabık", Kur'ân'a inanıp onunla amel ederek, insanlara, ondan yaptığı
şeyleri açıklayarak, kendisi sayesinde diğer insanların da amel ettiği
kimsedir. Bu izaha göre sabık, hem kâmil, hem de kemâle erdiren;
"muktesid", kâmil olan; "zâlim" ise, noksan ve eksiksiz
olan demektir.
Bu hususta tercihe
şayan olan görüş ise şudur: Zâlim, Allah'ın emirlerine muhalefet edip, O'nun
emirlerini terkeden, yasakladıklarını da irtikâp eden kimsedir. Çünkü bu, bu
şeyleri, olması gereken yerlerin dışında yapmış olması gerektiği gibi
yapmamıştır. Muktesid, Allah'ın emir ve yasaklarına muhalefet etmeme hususunda
sa'y ü gayret gösteren kimsedir. Eğer, o buna muvaffak olamamış, kendisinden,
nâdir de olsa, bir günah sâdır olmuşsa, bu demektir ki bu kimse, ortayı bulmaya
çalışmış, bu hususta sa'y ü gayret göstermeye çalışmış ve hakka yönelmiştir.
Sabık ise, Allah'ın muvaffak kılması sayesinde, O'nun emir ve yasaklarına
muhalefet etmeyen kimsedir. Bunun böyle olduğunun delili, ayetteki,
"Allah'ın izniyle" ifadesidir. Yani, "gayret gösterdi ve bu
kimseye, hakkında gayret gösterdiği şeyi elde etme muvaffakiyeti verildi"
demektir. O halde bu kimse, hayırda öncüdür, bu iş onun kalbinde bu şekilde
vaki olmuş, böylece de bu kimse bu hayra, nefsinin diğer şeyleri süslemesinden
önce yönelmiş ve geçmiştir. Muktesidin de kalbine hayır düşüncesi düştü, ama
nefsi onu tereddüde şevketti. Zalimi ise, nefsi aldattı. Bir başka ifadeyle
şöyle diyebiliriz: Kendisine nefs-i emmâresi galip gelip, ona emirler verip,
böylece de nefsine de boyun eğen kimse, zalim; nefsiyle cihâd edip, böylece
bazan galip bazan da mağlup olan kimse muktesid; nefsini ezip geçen ise,
sabıktır.
Ayetteki, "İşte
bu, büyük lütuftur" cümlesi, şu manalara muhtemeldir:
1)
Kendisine, "Allah'ın izniyle" ifadesiyle işaret buyurulan ilâhî
muvaffakiyeti elde etme işi, "Büyük lütuf ve fazidır."
2) Hayırlarda en önde gitmek, işte bu büyük bir
lütuftur.
3) Bu hitaba
varis olmak, büyük bir lütuftur. Bu mânâ, bu ayetle alâkalı olan ve meşhur olan
açıklamaya göredir.[73]
Diğer bir tefsire
göre, "Sonra biz, o kitabı miras bıraktık" ifadesinin manasının,
"kitapları, kitap cinsini miras bıraktık" şeklinde olduğunun
söylenilmesidir. (Daha
evvel de)
söylediğimiz gibi, bu husus, "Halbuki onların peygamberleri kendilerine
açık açık mucizeler, sahifeler ve emir veren kitaplar da getirmişlerdi'7 (Fâtır,
25» ayetinde de böyledir.
[74]
İşte, mananın böyle
olması halinde, bu açıklamaya karşılık şu sorular sorulabilir:
1) Ayetin başındaki
sümme edatı, "terâhî" (sonralık) ifade eder. Halbuki, vaktiyle
bulunulduktan sonra, Hz. Muhammed (s.a.s)'e kitap verme söz konusu olamaz. O
halde, buradaki bu sümme edatıyla ne murad edilmiştir? Biz deriz ki: Bu
ifadenin manası, "Allah, onların haberlerini bilen, görendir. Ve onlara
bunu göstermiş olarftır. Sonra da onlara kitabı miras olarak verendir"
şeklindedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Biz insanların bâtınlarını
bildik; dışlarını gördük ve böylece akabinde de, birtakım kullarımızı seçtik,
sonra da o kullara, miras olarak kitabı verdik" demek istemiştir.
[75]
2)
Peygamberlerden, nefsine zulmedenler nasıl olabilir?
Cevap: Biz deriz ki,
ayetteki "onlardan " ifadesi,
seçilmiş olan o peygamberlere râcî değildir. Tam aksine mana, "Sana
vahyettiğimiz şey, haktır. Birtakım peygamberler seçip, onlara kitap verdiğimiz
gibi, sen de seçilmişlerdensin. Onlardan, yani senin kavminden, seni ve sana
indirileni inkâr eden zalimler; seni tasdik edip, ama emrettiğin şeylerin
tamamını yerine getiremeyen muktesidler ve iman edip salih amellerde bulunan
sabık kimseler vardır" şeklinde olur.
3) Cenâb-ı
Hak, "Adn cennetleridir. Oraya girerler" (Fâtır, 33) buyurmuştur.
Oraya girenler ise, burada bahsedilen kimselerdir. Halbuki, sizin ifade
ettiğiniz bu manaya göre zâlim olanlar oraya giremez. Ne dersin? Biz diyoruz
ki: Oraya girenler, "sâbikûn'dur. "Muktesid"e gelince, onun
durumu, henüz belli değildir. Yahut da muktesid, önce cehenneme girer, daha
sonra da cennete girer. Ayetin bu izahı, nihayette olacak şeyler için değil de,
başlangıçta olacak şeyler içindir. Bunun böyle oluşunun delili, "Orada
altm bileziklerden (nice zinetlerle) ve inci ile süslenirler.. Orada elbiseleri
de ipektir... "Bizden tasayı gideren...",.." (F&\«,33.34)
ayetleridir.
[76]
"(Mükâfaatlan da)
Adn cennetleridir. Oraya girerler. Orada altın bileziklerden (nice zfnetlerle)
ve inci ile süslenirler. Orada elbiseleri de ipektir"
(Fâtır, 33).
"Cennete
girenlerim kimler olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Bir önceki ayette bahsedilen, üç sınıf
insandır. Bu, bizim az önce de söylediğimiz gibi, zâlim, muktesid ve sabık
olanların mü'minlerden olmalarına göredir.
2) Bunlar,
Allah'ın kitabını okuyan kimselerdir. (Cenâb-ı Hakk'ın, Fâtır 29. ayette
bahsettiği kimselerdir.)
3) Bunlar,
"sabikûrT'dur. Bu son madde, en kuvvetli olan görüştür. Çünkü bunlar, bu
ifâdeye, bahsi geçen kimselerden en yakın olanıdır. Bir de Cenâb-ı Hak,
yuhallevne "süslenirler" kelimesiyle onlara yapmış olduğu ikramdan
bahsetmiştir. İkram gören ise, sabikûn olanlardır. Bu son izaha göre, burada
birkaç bahis bulunmaktadır...
1) Fâil'in
fiilden önce getirilmesi, mef'ûl'ün de, fiilden sonraya bırakılması, mef'ûl;
hakiki mana mef'ûl olduğu zaman, manânın tertibine uygundur. Bu, meselâ bizim,
"Allah gökleri yarattı" ifadesiyle, birisinin, "Zeyd, duvarları
yaptı" demesi gibidir. Çünkü Allah, her şeyden Önce mevcut idi. Derken,
O'nun için, yaratma fiili söz konusu oldu. Daha sonra da bu fiil sayesinde,
mef'ûl, yani gökler oluşuverdi, meydana geldi. Aynen bunun gibi, Zeyd de yapma
işinden öncedir. Daha sonra duvarlar, onun yapması ile meydana gelmiştir. Ama,
meselâ bizim, "Zeyd eve girdi"; "Zeyd, Amr'ı dövdü" gibi
ifadelerimizde, "ev" kelimesi, gerçekte girenin bir işi ve mef'Ûlü
olmayıp, bu ancak, "ev"e nisbetle, onun zuhur eden fiillerinden bir
iş olması, Amr'ın da, onunla olan münasebeti neticesinde Zeyd'in fiillerinden
bir fiil olması gibi, mef'ûl hakiki manada bir mef'ûl olmaması durumunda, bu
sıra ve tertib tahakkuk etmeyebilir. Ancak ne var ki, aslolan, failin mef'ûlden
önce getirilmesidir. İşte bundan dolayı, önce getirilen mef'ûle, ona râci
olacak bir zamir getirerek, der ve o mef'ûlü, fiilden sonra, ona râci olacak
bir zamirle yeniden söz konusu eder. Ama bu durumda söz uzamış olur.
Dolayısıyla, Hakîm olan Allah böyle bir ifâde tarzını, ancak bir faydadan
dolayı seçer. O halde (ayette) cennât kelimesinin, girme fiilinden önce
getirilip ifadesinde de, ona râci olacak bir zamirle yeniden bahis mevzuu
edilmesinin faydası nedir? Ve, bu ifade ile "Adn cennetlerine
girerler" ifadesi arasındaki fark nedir?
Cevap: Biz
diyoruz ki: Muhatap, kendisinin girebileceği bir yeri bulunduğunu ve kendisinin
de oraya gireceğini bilip de, gireceği yeri bizzat bilmese; şimdi bu durumda
ona, "Sen, gireceksin" denilse, bu kimse, (meselâ) ev veya çarşı gibi
ifadeleri duyuncaya kadar, onun kalbi bu girme işinin nerede vaki olacağı hususuna
takılıp kalır. Ama ona, "Zeyd'in evine gireceksin" denildiğinde,
"ev" kelimesinin zikredilmesiyle, o kimse, gireceği veri anlamış
olur. Ama, kendisinde daha önce, eve gireceğine dair bir bilgi bulunması
sebebiyle, gireceğini bilir; böylece de onda artık, bir beklenti olmaz.
Özellikle girilecek bu yer, cennet ve cehennem olursa. Çünkü girilecek bu iki
yer arasında, çok uzak bir mesafe vardır.
2) Ayetteki,
"Orada... süslenirler" cümlesi cennete çok hızlı bir biçimde
girileceğine bir işarettir. Çünkü, süslenme işi, şayet cennetin dışında bir
yerde, tahakkuk edecek olsaydı, o zaman, işi dışarda yapmada, cennete girmeyi
geciktirme olurdu. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Onlar oraya girerler ve
onların süslenme işleri orada tahakkuk eder" buyurmuştur.
3) Ayette
geçen, esavir "bilezikler" kelimesi, çoğulun çoğulu olan bir
kelimedir. Çünkü bu, sıvarın çoğulu olan (esvire) kelimesinin çoğuludur.
"Orada elbiseleri de ipektendir" ifadesi böyle getirilmemiştir.
Çünkü, elbiseyi çok giymek, bir soğuğu ya da başka bir şeyi savuşturma
ihtiyacına delâlet eder. Halbuki, zînetin çokluğu ise, ancak zenginliğe delâlet
eder.
4) Kur'ân'ın pekçok yerinde, diğer takılar ve
zînetler arasından, bilezikler zikredilmiştir. Nitekim "Gümüşten bileziklerle
süslendiler" (Dehr, 21) ifadesinde de böyledir. Çünkü süslenme, şu İki
maksatla olabilir:
a) Süslenen
kimsenin, ağır işlerle uğraşan bir kimse olmadığını ortaya koymaktır. Çünkü
süslenme hali, meselâ yemek pişirirken, yıkarken olmaz ve uygun değildir.
b) Eşyadan müstağni ve eşyaya kadir olduğunu
ortaya koymaktır. Çünkü süslenme, ya incilerle, ya öteki mücevherlerle, ya
altın, ya da gümüşle olur. Mücevherlerle ve incilerle süslenme, onun ihtiyaç
anında daha büyük şeylere ulaşmaktan aciz olmayacağına delâlet eder. Zira, hiç
ihtiyaç yok iken nadir bulunan şeyleri bile elde etmesi pek kolaydır. Halbuki
altın ve gümüşle süslenmesi o kimsenin havâici asliyye denen şeylere muhtaç
olmadığına delâlet eder. Yoksa o, altınını gümüşünü, İhtiyaçlarını gidermek
için sarfederdi.
Bunu iyice kavradığında,
biz diyoruz ki, bileziklerin takıldığı yer, kollardır. Genel olarak işler de,
ellerle ve kollarla yapılır. Çünkü eller ve kollar, tutmak ve yakalamak
içindir. Binâenaleyh, bu kimse bileziklerle süslendiğinde onun boş olduğu, işi
olmadığı anlaşılır. Ayette geçen "altın ve inci" ifadeleri,
kendilerinden takıların elde edildiği iki türe ve çeşide bir işarettir.
[77]
"Bizden tasayı
gideren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz, çok gafur ve rahîm'dir"
dediler ki: "O, fazî-u inayetinden bizi, ebedî kalınacak bir yurda
kondurdu. Burada bize hiçbir yorgunluk değmeyecek, burada bize, hiçbir
usanç dokunmayacak"[78]
(Fâtır, 34-35).
Ayette geçen
"hüzrT'ün ne olduğu hususunda pekçok görüş vardır, ama evlâ olanı,
"Burada kastedilenin, her hüznün giderileceği"nin söylenmesidir. Bu
ifade el-hazen'in başındaki lâm. cins ve istiğrak (şümul) içindir. Hüznü
giderme işi ise, olması gerekli olan şeylerin bulunması ve onların,
devamlılığının sağlanması iledir. Çünkü, olması gerekli şeylerden birisinin
bulunmaması halinde, bu sebeple, hüzün bulunacaktır; olup da, devam etmemesi
halinde ise, yine hüzün bulunacaktır. Zeval bulması ve elden çıkarılması
sebebiyle de, henüz gitmemiş olur.
[79]
"Doğrusu
Rabbimiz, gafur ve şekûr'dur, çok lütufkârdır" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak,
onlar namına birtakım şeylerden bahsetmiştir ki, bunlardan hepsi de, Allah'tan
kaynaklanan bir lütfü ifade eder.
1) Hamd... Çünkü, hamdeden, mükâfaata nail olur.
2) Onların,
"Rabbimiz" demeleri... Çünkü, Allah'a bu şekilde nida eden herkese,
Allah, mutlaka icabet eder. Meğer ki, seslenişte bulunan bu kimse, farz
vakitleri boşa geçirmiş olmasın veyahut da, meselâ, "Ahiretten dünyaya
geri dönder" gibi, caiz olmayan bir istekte bulunsun. • j
3) Onların,
"Gafur" demeleri...
4)
Onların, "Şekûr" demeleri.
"Gafur" sözü, dünyada iken onların yapmış oldukları hamdler
sebebiyle, ahirette bağışlanacaklarına; "Şekûr" sözü de, ahirette
bulunmaları sebebiyle, Allah'ın onlara hak ettiklerini vereceğine ve daha fazla
lütufta bulunacağına bir işarettir.
[80]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Fazl-u inayetinden bizi, ebedî kalınacak bir yurda kondurdu1'
buyurmuştur. Buradaki mükame kelimesi, "ikâme" manasındadır. Cenâb-ı
Hak, onların sürûrlarından, süslenmeleri sebebiyle, onlara verdiği İkramlardan
ve onları, cennete sokmasından bahsedince, onların orada, o cennetlerde ebedî
kalmaları sebebiyle duydukları sevinçleri beyan etmiş ve onlara, o cennetlerin
ebedî olduğunu bildirmiştir. Çünkü, cennetlikler, "Ki O, bizi ikâmet
yurduna kondurdu" demişlerdir. Buradaki mükame kelimesi,
"el-lkâme" anlamındadır. Çünkü ism-i mef ûl, bazan, her babtan masdar
anlamına gelebilir. Nitekim Arapçajda, denilir. Yani, "Onun aklı yoktur."
Keza (isra, 80) ve (sebe, 13) kelimeleri
de masdar manasında kullanılmışlardır. Ve yine meselâ, "mustahreç"
kelimesi de, "istihraç", yani "çıkartma, ortaya koyma"
anlamında kullanılır. Bu böyledir, zira, gerçekte mef'ûl olan masdardır. Çünkü,
üzerinde işlem yapılan şey, masdardır. Binâenaleyh, mef'ûlün masdar yerine
geçmesi caizdir. ifadesinde, dünyanın, mükellefin konakladığı bir konak
olduğuna, derken oradan kabir konağına göçtüğüne, oradan da içtima yeri olan
Arasat konağına geçtiğine, buradan da dağıldıklarına işarettir. Böylece,
kimileri için cehennem bir menzil, kimileri için de cennet
"daru'l-mukâme" olur. Onların inayetinden" sözleri, bu işin,
Allah'a vacib olması sebebiyle değil, O'nun vaadinden ötürü olduğunu ifâde
eder.
Ayetteki, "Burada
bize hiçbir yorgunluk değmeyecek, burada bize hiçbir usanç dokunmayacak"
ifadesine gelince, buradaki lüğub "yorulmak", nasab ise, yorulmaya
sebep olan şey demektir. İmdi şayet birisi, "Cenâb-ı Hak, onlara,
yorulmayı gerektiren herhangi bir şeyin dokunmayacağını beyan edince, onlara
orada, yorulmanın da dokunmayacağı anlaşılmış olur. Çünkü hikmet sahibi bir
insan, bir şeyi nefyedeceği zaman, önce sebebi, sonra da atıf harfi ile
neticeyi zikrederek, mesela: "yemedim de, doymadım da" veya
"kalkmadım da yürümedim de" demez. Bunun aksini yapma, daha çok olur.
Zira, doymanın nefyedilmesinden yemenin nefyedilmesi gerekmediği için,
"Doymadım da, yemedim de" denilebilir. Halbuki, ifade edilen şeylerin
siyak ve sibakı, "Orada bize, ne bir yorgunluk, ne de bir meşakkat
dokunmaz" denilmesini iktizâ ederdi" derse, ne dersin?
Cevap: Biz diyoruz ki,
Allah'ın buyurduğu şey, son derece yüce ve uygundur. Allah'ın kelâmı, her
şeyden daha üstündür, beyânı ise, en vecîz ve özlü beyandır. Bunun izahı şudur:
Allah Teâlâ (bu ayetinde) cennetin, dünya yurduna benzemediğini beyan
buyurmuştur. Çünkü, dünya mekânı, iki kısımda mütalâa edilir:
1) Çöller,
sahralar, yollar ve boş araziler gibi meşakkatli ve zahmetli yerler.
2) Evler ve
yolculuk esnasında güzergâh üzerinde bulunan hanlar gibi, içinde, yorgunluğun
kendisini gösterdiği, açığa çıktığı yerler. Çünkü, bir işe iyice dalmış olan
bir kimse, yorgunluğunu ancak, istirahat ettiği zaman anlar. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hak, "Bize cennette yorgunluğu gerektirecek olan şeyler
dokunmaz" buyurmuştur. Yani, "Cennet, tıpkı dünyadaki yerler gibi,
yorgunluğun kendini gösterdiği yerler değildir. Tam aksine cennet, yorgun
kimsenin kendisine yöneldiği yerlerden daha üstün ve hoştur" demektir.
İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, "Biz cennetten, içinde
vurulabileceğimiz yerlere (mekânlara) çıkıp gitmeyiz ve tekrar oralardan da
cennete geri dönmeyiz ki, böylece bize o cennette yorgunluk dokunsun,
yorgunluğumuzu anlayalım" demektir.
Bu kelime, lâm'ın
fethasıyla legûb şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre, ayetin tertibi
açıktır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, (cennetlikler namına), "Biz,
yorulmayız ki, bize bu yorgunluğa muvafık olan şey de dokunmuş olsun!"
demek istemiştir. Bu böyledir, zira güçlü kuvvetti bir kimse, "Bugün
yorulmadım" dediğinde,
onun bu sözünden,
hiçbir iş yapmadığı anlaşılmaz. Çünkü bu kimsenin kuvvetine nisbetle, kendisini
yorgun düşürmeyecek bir şey yapması mümkündür. Ama bu kimse, "Bana, (beni)
yorgun düşürecek bir şey isabet etmedi" dediğinde, onun herhangi bir şey
yapmadığı anlaşılmış olur. Çünkü, işin bizzat kendisi de bazan, zayıf olan bir
kimse için, yorucu olabilir; bazan ise, çokluğundan dolayı iş, yorucu olur.
(Bir görüşe göre),
lüğub kendisinden dolayı yorulunan şeydir. Nasab kelimesinin de, hasta düşüren
bir yorgunluk olduğu ileri sürülmüştür. Bu izaha göre de, ayetin tertibinin
güzelliği ortadadır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Biz (mü'minlere), (o
cennette) ne bir hastalık, ne de ondan daha Önemsizi, yani yapan ve çalışan
kimsenin kendisi sebebiyle yorulduğu şey dokunur" demek istemiştir.
[81]
"inkâr edenlere
gelince, cehennem ateşi de onlarındır, öldürülmezler ki,
ölsünler. (Cehennemin) azabından birkısmı onlardan
kaldırılıp hafifletilmez de.
işte biz, küfürde
ileri giden herkesi böyle cezalandırırız"
(Fatır, 30).
Bu ayet, Fâtır 29 ayetine
atıftır. Bu ikisi arasında geçen ayetler ise, Önce belirttiğimiz gibi, yine 29.
ayetle ilgilidir. Çünkü biz, 33. ayetin de, bazı görüşlere göre 29. ayetle
alâkalı olduğunu söylemiştik.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Öldürülmezler ki, ölsünler" buyurmuştur. Yani, "Onlar,
Ölümle de rahatiayamazlar. Tam aksine azâb devam edip gider" demektir.
[82]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Cehennemin azabından birkısmı onlardan kaldırılıp hafifletilmez de"
ifadesinde birtakım incelikler bulunmaktadır:
1) Dünyadaki
acılar ve azâblar, uzun süre devam eder ve çok olursa kişi buna dayanamaz,
ölür. Eğer ölmezse, bedeni buna alışır da, mizacı artık devamlı azaba dûçâr
edilen kimsenin, o azabı hissedemiyeceği bir biçimde bozulur. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hak, "Ahiret ateşinin azabı, kişinin ölüp kurtulması yahut da
kişinin bedeninin ona alışması gibi yönlerden dünya azabına benzemez. Tam
aksine bu azâb, her zaman şiddetlidir ve azâb gören kimse de o azabın içinde
devamlı kalır, (ölüp de kurtulamaz)" demek istemiştir.
2) Cenâb-ı Hak
bu ayet-i kerimede, tertibi en güzel bir biçimde gözetmiştir. Çünkü tertip, o
azabın kesilmemesi ve gevşetilmemesidir. İşte bu sebeple Cenâb-t Hak, "O
azâb sona ermez; ve yine o azâb, en kuvvetli sebep olan ölüm ile de son bulmaz
ki, onlar ölümü temenni edebilsinler. Ve, onların böyle bir isteklerine icabet
de olunmaz" buyurmuştur.
Nitekim Cenâb-ı Hak,
bir başka ayetinde, "(Şöyle)
çağırıştılar: "Ey Mâlik, Rabbin bizi öldürsün"(Zuhruf, 77)
buyurmuştur.
3)
Cenâb-ı
Hak, azaba duçar
olanlar hakkında, onların
azâblarının eksi bilmeyeceğini bildirmekle yetinmiş, "Biz onların
azabını arttırırız" dememiştir. Halbuki, cennetlikler hakkında, fazla
mükâfaat bahşedeceğini, "Ve fazlından da onları arttırır" (Fttv,
ao> buyurarak belirtmiştir.
[83]
Cenab-t Hak, onların
azabının hafifletilmeyeceğim beyan edince, peşinden şöyle buyurmuştur:
"Onlar orada,
şöyle bağırışırlar: "Ey Rabbimiz, bizi çıkar. Yapmış
olduğumuzdan bambaşka iyi amel ve hareketlerde
bulunacağız." Size, aklını
basma
alacak kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar bir ömür
vermedik mi? Size, azâb ile korkutan da gelmişti.
Şimdi tadm o azabı, artık
zalimler için hiçbir
yardımcı yoktur”
(Fâtır, 37).
Bu, "Onlar
cığınşsalar ve be£trsalar da, Allah, katından bir in'ftm olmak üzere onlar bunu
isteyinceye kadar, onların azabını hafifletmez. Tam aksine, onlar böyle bir
talepte bulunurlar ama taleplerine bir karşılık bulamazlar" demektir.
Istırifth kelimesi, suratı kökünden olup, bu ise, azaba duçar olmuş kimselerin
çıkardıkları ses ve çığlık demektir.
Ayetteki, "Ey
Rabbimiz, bizi çıkar" ifadesine gelince, bu, "Onların çığırışları bu
şekildedir. Yani onlar, "Ey Rabbimiz, bizi çıkar" derler"
demektir. Ben, bu ifadenin başında, "derler" ifadesini takdir ettim,
çünkü, cehennemliklerin bağınşmaları da, söz söylemektir. Ki bunda, onların
canlarını acıtmanın, bir te'dlb değil, bir azâb etme olduğuna bir işaret
vardır. Bu böyledir, zira terbiye edilmek istenen kimse, (o esnada), kendisini
terbiye eden kimseye, "Yaptığımı bir daha yapmayacağım. Yaptığım gerçekten
fena bir şeydi v.s." dediğinde, o, o zaman bunu bırakır. Ama, ahirette
azaba uğratılan kimsenin durumu böyle değildir. Ayetin buradaki
tertibi de son derece güzeldir. Çünkü Cenâb-ı Hak, o
azabın onlardan hiçbir vakit eksiltilmeyeceğim, kendisinin onları
affetmeyeceğini beyan buyurunca, onlardan sâdır olacak olan herhangi bir söz ve
vaadi de kabul etmeyeceğini beyan buyurmuştur. Bu böyledir, zira, hapsedilen
kimse, belki çıkarılırım diye, herhangi bir talepte bulunmaksızın sabreder. Ama
onun orada kalışı uzayınca, yükleneceği herhangi bir vazife bulunmaksızın,
çıkarılmasını talep eder. Bu, netice vermezse, aleyhine olabilecek birtakım
yükümlülükler vaadeder ve "Beni çıkar, şöyle şöyle yapacağım" der.
[84]
Bil ki, Allah Teâlâ,
bu dünyada sapıtmış olanın ahirette de sapıtacağını beyan buyurmuştur. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Bu dünyada âmâ olan, muhakkak ki ahirette de âmâdır"
(isra, 72) buyurmuştur. Sonra onlar, dünyaya dönmenin, Allah'ın verdiği haberlerin
hükmü gereğince, imkansız olduğunu bitemediler. İşte bundan dolayı onlar,
Allah'ın yardımını talep etmeden ve O'na medh ve senada bulunmadan; meselâ,
"İş, Allah'ın elindedir" demeden, neticesine kesin gözüyle bakarak,
amel ve hareketlerde bulunacağız" demişlerdir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı
Hak onlara, "Eğer siz nefsinize güveniyor iseniz, biz size, tefekkür ve
tefekkürde bulunabileceğiniz, içinde iman edebileceğiniz ve amellere
yönelebileceğiniz kadar bir ömür vermiştik (nerdeydiniz?)" demiştir.
[85]
Onlann,
"Yapmışolduğumuzdan bambaşka"sözleri, amellerin bozukluğunun
kendileri tarafından anlaşıldığına bir işarettir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
onları dünyada hidayete erdirmediği gibi, ahirette de onları hidayete
erdirmemiştir. Bunun üzerine de onlar, "Ey Rabbimiz, onların amelleri
karşılığı değil de, sen lütfunla ve fazlınla, mü'minierin mükâfaatiarını
arttırdın. Biz ise, mükâfaatın arttırılmasına değil de, azabın hafif
letilmeşine daha çok muhtacız. O halde sen bize, senin lütfuna nazaran, sana
yakışan şeyi yap. Bize, senin adaletine nisbetie müstehak olduğumuz şeyi yapma!
Ve sen, bitmeyen mağfiretine baki Bizim temelsiz mazeretlerimize kulak
asma!" dememişlerdir. Allah, mü'minleri dünyada hidayete erdirdiği gibi,
ahirette de hidayete erdirmiştir. Öyle ki, mü'rninler Allah'a, icabete en yakın
olan bir duâ ile duâ etmişler ve tevbe ve rücûda, O'na en güzel bir medh ve
övgüde bulunarak, "Allah'a hamdolsun"; kendi kusurlarını itiraf
ederek, "Rabbimiz çok affedicidir"; kendilerinin hatırlarına dahi
gelmeyen şeyleri, Allah'ın onlara verdiğini kabullenerek, "Rabbimiz çok
lütufkârdır" demişlerdir. Ve yine onlar, "Allah'ın nimetlerine
nisbetie, bizim hiçbir amelimiz yoktur" anlamında olmak üzere,
"Lütfundan olmak üzere, bizi ebedî kalış ve ikamet yurduna kondurdu"
pim, w demişlerdir. Halbuki berikiler İse, Cenâb-ı Hakk'ı tazim edip ululamayı
gözardı ederek ve O'nun ululuğuna münasib olan amelleri yapmaktan aciz
olduklarını itiraf etmekten yüz çevirerek, "Ey Rabbimiz, bizi çıkar. İyi
amel ve hareketlerde bulunacağız" demişlerdir.
Daha sonra, Allah
Teâlâ onlara çalışma, amel etme vasatını, ve o vasatta kendilerine rehberlik
edecek elçiyi ihsan ettiğini -zira Hz. Peygamber (s.a.s) onların mutluluk
vesilesidir-bildirmek üzere şöyle buyurmuştur "Size, aklını başına alacak
kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar bir ömür vermedik
mi?" buyurmuştur. Çünkü, onlarda bulunabilecek engel, ya Allah'ın
indirdiğine nazar etme fırsatı bulamama hususundadır, yahut da, onlara, onları
irş&d edecek şeyleri anlatmadığı için, mürşid ve yol göstericileri
hususunda olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şimdi tadın o azabı, artık zalimler için hiçbir yardımcı
yoktur" buyurmuştur. "Tadınız" emri, o azabın devamlılığına bir
işaret olup, bu emir, hor ve hakîr kılıcı bir emirdir. Binâenaleyh, amellerini
ve sözlerini, olması gerekli olan yerlerin dışına koyan ve vaktinde mazeret
beyan etmeyen zâlimler için, ihtiyaç duydukları o zamanda, kendilerine yardım
edecek bir yardımcı da yoktur.
[86]
Bazı hikmet erbabı
şöyle demiştir: Cenâb-ı Hakk'ın buradaki, "Artık o zâlimler için hiçbir
yardımcı yoktur" ifadesiyle, "O zâlimler için yardımcılar
yoktur"(to Imrân, ■92) ifadesindeki "zâlim" ifadesinden,
"cehl-i mürekkeb" olan bir cahilin kastedilmiş olması muhtemeldir.
Cehl-i mürekkeb olan câhil, dünyada, bâtıla hak diye inanan Kimsedir. Buna göre
Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık o zâlimler için hiçbir yardıma yoktur"
buyruğu, "Ahirette kendisine faydası dokunacak bir ilmi yoktur"
anlamındadır. Bunun delili şudur: Allah Teâlâ "burhan ve delil"e
"sultân" adını vermiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Öyleyse apaçık
bir sultân, delil getirin" (İbrahim, 10) buyurmuştur. "Sultân",
yani, "bürhân ve delil". "Sultân" yardımcıların en
kuvvetlisidtr. Çünkü, sultân, kuvvet ve dostluk, velayet anlamındadır. Bu her
ikisi de, genel anlamda bir hakkı destekler ve teyid eder. Çünkü Allah Teâlâ,
bu kimseye yardım etmemiştir. O'ndan başka »ardıma yoktur. O halde bu demektir
ki, zalimler için asla yardımcı yoktur. Şöyle denebilir: Allah Teâlâ, Âl-İ
İmrân'da, "O zâlimler için yardımcılar yoktur"(Ah imrân, ıge)
Duyurmuş, (Rûm Sûresi'nde) "Artık Allah'ın saptırdığı kimseyi kim doğru
yola itebilir? Onlar için yardımcılar yoktur" (Rûm, 29) buyurmuştur,
Burada da, "Artık o zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur" şeklinde
buyurmuştur ki bu, "Bu, onların ateşe düştükleri zamandır. Dolayısıyla
onların herbiri, kendilerinden yardımlarını beklediği pekçok kimseden, artık
ümitlerini kesmiştir. Geriye, onların bu yardımı, Allah'tan teklemeleri hususu
kalmıştır. İşte bu sebeple de Cenâb-ı Hak, "Sizler için asla bir yardımcı
yoktur" buyurmuştur" demektir. Orada, (yani Âl-i İmrân Sûresi'ndeki
ayette) ■e, durum ya dünyada iken anlatılmış, yahut da Haşr'in
başlangıcında dile getirilmiştir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, onların bekledikleri
o yardımı nehyetmiştir ki, indilerinden yardım bekledikleri kimseler de
tanrılarıdır.
[87]
Cenâb-ı Hak onların
azâbta devamlı kalacaklarını beyan etmek için,
"Şüphesiz ki
Allah, göklerin ve yerin gaybmı bilendir. Muhakkak ki O, göğüslerin özünde ne
varsa, onu da hakkıyla bilicidir"
(Fâtır,
38).
buyurmuştur.
Bu böyledir, zira
Cenâb-ı Hak, "Bir kötülüğün cezası, onun dengi olan bir kötülük ve
cezadır" (Şûra, 40), buna bir ilavede bulunulmayacağını belirtince, şimdi
kalksa da birisi, "Kâfir, Allah'a belirli günler süresince küfürde
bulunmuş, İnkar etmişti. Binâenaleyh, onun, o günler süresince azaba dûcâr
olunması gerekir" diyecek olsa, işte Cenâb-ı Hak, bu ayetiyle buna cevap
vererek, "Göklerin gaybı Allah'a gizli değildir. O, göğ üslerdeki n i de
bilir. Dolayısıyla kâfirin kalbinde küfrün odaklaştığını, hatta ebedivyen
yaşayacak olsaydı bile, Allah'a itaat etmeyeceğini, O'na İbâdet etmeyeceğini
bilir" buyurdu.
[88]
tabiri ile ilgili bir
mesele vardır ki, biz onu anlatmıştık. Ama burada da tekrar edebiliriz: Bu da
birisinin şöyle demesidir: "Sudur", birtakım inanç ve zanlar sahibi
şey, demektir. O halde daha niye Cenâb-ı Hak, bu inançlara, "Göğüslere
sahip olan" adını verdi? Onların bu şekildeki sorusuna, yine onların,
kendisinde, bu şeyler bulunduğunda, "ağaçlı yer", "cinli
yer" şeklindeki sözleri cevap teşkil eder. Aynen bunun gibi,
"sudur", kendisinde itikadın bulunduğu mahal demektir. O halde
"sudur", o "itikadı barındıran, ona sahip olan"dtr. Ona
yine şu da söylenebilir: Göğüse itibar, içindeki şeyler bakımından olunca, onun
içindeki şey, orada oturan mâlik ve sakin kimse gibi kabul edilmiştir. Çünkü
Arapça'da, denilmez. Ama, her ne kadar o onun içinde olsa dahi, "Zeyd, ev
ve mal sahibidir” denilebilir.
[89]
"O, sizi
yeryüzünde halifeler yapandır. Artık kim kâfir olursa, kâfirliği kendi
zarannadır. Kâfirlerin küfrü kendilerine Rableri
katında şiddetli buğzdan başka
bir şeyi artırmaz.
Kâfirlerin küfrü hüsran ve zararlarından başka bir şeyi
artırmaz"
(Fâtır, 39).
Bu ayet, kâfirlerin
delillerini iyice çürütüp bertaraf etmek içindir. Çünkü onlar, "Ey
Rabbimiz, bizi cehenennemden çıkar, İyi amelde bulunacağız" deyip, Cenâb-ı
Hak da, kendisini tanıyabilecekleri bir müddet onlara imkân ve fırsat verdiğine
bir şaret olarak, "Size aklını başına alacak kimsenin düşünebileceği ve
öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik mi?" deyip, bu tahakkuk ettiği
halde iman etmediklerini bildirip, bu yaptıklarına, "Size uyarıcı elçi de gelmişti"
ifadesiyle, bir lavede bulunduğunu, yani "Size akıl verdik ve o aklınızı,
naktî delillerle Kuvvetlendirecek kimseler de gönderdik" dediğini beyan
edince, buna da, "O, sizi yeryüzünde halifeler yapandır" ifadesiyle
bir ilavede bulunmuştur ki bu, "O, sizin dikkatlerinizi, hem gelmiş-geçmiş
kimselere, hem onların hallerine dikkat çekmiştir. Çünkü eğer sizin için,
peygamberlerini tekzîb edenlerin helak olduğuna dair bir bilgi meydana
gelmediyse, inadınız en gizli, fesadınız da en hafif olur. Fakat size mühlet
verildi, şu kadar ömür verildi, ifadesini peygamberlerin lisanında bulan
şeylerle emrolundunuz ve sizler yeryüzünün halifeleri kılındınız, yani, bir
halifenin peşisıra diğer bir halife olarak. Böylece sizler eskilerin halini
bilmiş Öğrenmiş ve onların nalterine razı olanlar oldunuz. Dolayısıyla artık
bütün bunlardan sonra kim kâfir olursa, Küfrü kendi aleyhinedir. Kâfirlerin
küfrü kendilerine Rableri katında şiddetli buğzdan oaşka birşey artırmaz. Çünkü
Önceki kâfir, tıpkı efendisine hizmet etmeyen bir köle gibi, buğza uğradı.
Bunun peşinden gelen ve kendisine peygamberinin inzarda Dulunduğu, ama
uyanmayan kimse de, tıpkı bir nasihat edicinin nasihat ettiği, efendisine
hizmet etmesini öğütlediği, bazı va'd ve va'idlerde bulunduğu, ama -
asihatların fayda verip, mes'ûd yapmadığı bir köle gibi buğza uğrar. Bu
ikincisinin sesinden gelenler de, kendinden öncekilerin, azaba uğradıklarını
görüp de, onların azabından ders almayandır ki, bunların hepsi de gazaba
uğramışlardır."'
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "Kâfirlerin küfrü hüsran m zararlarından başka birşeyi
artırmaz" buyurmuştur. Bu, "küfür (inkar), sadece ouğzu ve artırdığı
için, Allah katında fayda vermez." Onlara sadece zarar verdiği çın,
kendilerine hiç faydalı olmaz. Çünkü Ömür, sayesinde Allah'ın rızasını satın
alıp, «Ar eden, yine sayesinde Allah'ın gazabını satın alıp zarar eden
kimsenin, sermayesi[90]
"De ki:
"AHah'dan başka, taptığınız ortaklarınıza baksanıza! Yarattıkları bir şey
varsa, bana gösterin bakalım.Yoksa onların, göklere bir ortaklıkları mı var?
Yahut onlara bir kitap verdik de, kendileri bundan (aldıkları) açık bir hüccet
üzere midirler? Hayır hayır, o zâlimler birbirini aldatmaktan başka bir vaade
bulunmuyorlar"[91]
(Fâtır, 40).
Bu ayet, Allah'ın
birliğini ortaya koyan, ortaklan olmadığını anlatan bir ayettir. Buradaki,
"Baksanıza" tabiri, "Haber verin bakalım bana" demektir.
Çünkü soru, bir cevabı gerektirir. Zira birisi, "Zeyd'in ne yaptığını
gördün mü?" dediğinde, bunu duyan meselâ, "Aldı, sattı" gibi
cevaplar verir. Binâenaleyh eğer bu "Gördün mü?" ifadesi, "Haber
ver bakalım" manasını taşımasaydı, bunun cevabı, muhatabın,
"Hayır" veya "Evet" gibi bir sözü olurdu.
Ayetteki,
"Ortaklarınız" ifadesinde, Cenâb-ı Hak, ortakları onlara isnad
etmiştir. Çünkü Allah'a ortak koşulmuş olan putlar, gerçekte Allah'ın ortakları
değildirler. Müşrikler, onları Allah'ın ortakları saymışlardır. Bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, "ortaklarınız" demiştir. Bu, "Sizin ortak saymanız
sayesinde ortak olanlar..." demektir. Bunun, "sizin cehennemde
ortaklarınız" manasında olması da düşünülebilir. Çünkü Hak Tealâ,
"Sizler ve Allah'ı bırakıp taptıklarınız, cehennem odunusunuz"
(Enbiya, M) buyurmuştur. Bu görüş doğruya daha yakındır. Müfessirler, birinci
görüşte ittifak ettikleri için bunun uzak bir ihtimal olduğu da söylenebilir.
Hak Teâlâ'nın,
"Haydi bana gösterin" ifadesi, "Baktınız mı?" ifadesinden
bedeldir. Çünkü her iki tabir de, "Bana haber verin bakalım"
manasınadır. Şöyle de denilebilir: Ayetteki, "Baksanıza!" İfadesi,
gerçek manada bir soru, "Gösterin" ifadesi de, onların bunu beyan
edemeyeceklerini ortaya koyan bir emirdir. Binâenaleyh Hak Teâlâ,
"Baksanıza!" deyince, ki bu, "Taptığınız o putların
mahiyetlerini, taşıdıkları acziyeti, gerçekten biliyor musunuz, yoksa hakikaten
onlarda bir kudretin bulunduğunu mu sanıyorsunuz? Eğer onların âciz olduklarını
biliyorsanız, ya niçin onlara tapıyorsunuz? Yok onlarda bir kudret olduğu
inancını taşıyorsanız, o zaman onların neye kudretleri olduğunu gösterin.
Bazılarınızın, "Allah göklerin ilahı,
bunlar
ise yeryüzünün ilahlarıdır. Yeryüzündeki işler yıldızlardan ve onların şeklinde
olan putlar tarafından idare edilir" şeklindeki iddiasında olduğu gibi, bu
kudret yeryüzü ile mi ilgilidir, yoksa, "Gökyüzü meleklerin yardımı ile
yaratılmıştır. Melekler, göklerin yaratılmasında ortaktırlar. Bu putlarımız da,
o meleklerin şeklindedir" diyenlerin iddia ettiği gibi, göklerle mi
ilgilidir; yoksa bu kudret, "Melekler, hiçbirşey yaratmamışlardır. Fakat
onlar Allah'a yakın varlıklardır. Dolayısıyla bize, Allah katında şefaatçi
olsunlar diye onlara ibadet ediyoruz" diyenlerin iddiasında olduğu gibi,
onların şefaat edebilmeleri konusunda mıdır? Yoksa onların elinde, kendilerine
Cenâb-ı Hakk'ın şefaat etmelerine müsâadesinin yazılı olduğu, Allah katından
gelme bir kitap (bir vesika) mı vardır?
[92]
Hak Teâlâ'nın,
"Va/ıuf onlara bir kitap verdik mi?" ifadesindeki, "onlar"
zamirinin kimle ilgili olduğu hususunda şu iki izah yapılır:
a) Bu, ortak
koşulan şeylere ait olup, "Biz, o şeriklere (putlara) bir kitap verdik
mi?" demektir.
b)
Bu, müşriklere ait olup, "Biz, o şirk
koşanlara, böyle bir kitap (yazı) verdik mi?" demektir. Birincisine göre
mana, biraz önce verdiğimiz şekilde olup, ortak koşulanların elinde, Allah
katında şefaatçi olabilecekleri yazılı, Allah tarafından verilmiş bir kitap
(yazı) var mı? Çünkü hiç kimse, Allah katında, Allah'ın izni olmadan, şefaat
edemez" demektir. İkincisine göre mana ise, "Bunların yaptıkları
ibadet, ya akla dayanan birşey olmalıdır, halbuki yeryüzünde hiçbirşey
yaratamayan ve göklerde hiçbirşeye sahip olmayan kimselere ibadet edenlerin
aklı yoktur, yahut da nakle dayanan birşey olmalıdır. Halbuki müşriklere,
putlara secde etmelerini emrettiğimiz bir kitap (ferman) vermedik. Eğer böyle
bir ferman göndermiş olsaydık, bu tıpkı, Hz. Adem (a.s)'e secde edilmesini ve
Kâ'be'ye dönülmesini emretmemiz gibi, caiz olurdu. O halde, onların bu
ibadetleri, ne aklî, ne naklî birşeye dayanmamaktadır. Dolayısıyla onlar,
biribirlerine sadece aldatıcı şeyleri vaadetmektedirler. Çünkü onları şeytan
aldatmış ve putlara ibadet işini süslü gösterip yutturmuştur.
[93]
Allah Teâlâ, putların
hiçbirşey yaratmadığını, hiçbir güçlerinin bulunmadığını ve htçbirşeye sahip
olmadıklarını beyan buyurduktan sonra, gerçek kudret sahibinin kendisi olduğunu
bildirip, şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah
gökleri ve yeri, yıkılıp gitmekten korumak için tutar. Eğer
onlar yıktlırlarsa, yemin olsun ki, artık kimse
bunları tutamaz. Şüphesiz O,
(ceza vermede)
aceleci değildir ve çok affedicidir"
(Fâtır, 41).
Şöyle denebilir: Allah
Teâlâ, onların şirklerini anlatınca, "onların şirklerinin götüreceği
netice, göklerin ve yerin yıkılmasıdır" demek istemiştir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Onlar, Rahman (Allah'a) bir evlât iddia ettiler diye, bu (sözden) dolayı
nerdeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti"
<M«yMn.Q0) buyurmuştur. Bunun böyle oluşunun delili, ayetin sonundaki,
"Şüphesiz O, haltm ve gafurdur" cümlesidir. Bu, "Allah halim
olduğu için, (aceleci olmadığı için), onlara azabı, bu dünyada geri bıraktı.
Aksi halde, onlar göklerin, üzerlerine kapanmasına, yeryüzünün onları içine
almasına müstahak olmuşlardı. Ama Cenâb-ı Hak, sabrından ve hilminden ötürü,
göklerin yıkılması işini Kıyamete bırakmıştır" demektir.
Ayet hakkında şöyle bir
üçüncü izah da yapılabilir: Bu, "teslîmiyyet" nev'inden birseydir.
Matlubu isbat da, "teslimiyet"in bulunmasına göredir. Dolayısıyla
Cenâb-ı Hak sanki, "Sizin ortak koştuğunuz şeyler, yeryüzünde hiçbirşey
yaratamaz, göklerde de hiçbirşeye sahip değillerdir. Onlar, şefaat de
edemezler. Dolayısıyla onlara ibadet edilemez. Farzedelim ki onlar, birşeyler
yapmışlardır. Ama onlar gökleri ve yeri tutabilirler mi, yıkılmaktan
koruyabilirler mi? Onların putların bunu yapabileceklerini söylemeleri mümkün
değildir. Çünkü onlar bunu söyleyememişlerdir. Zira Hak Tealâ, "Eğer
onlara, gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, "Allah"
derler" (u*nwn, 25) buyurmuştur. Ayetteki, "Eğer onlar yıkûırlarsa,
yemin olsun ki artık kimse bunları tutamaz" ifadesi de bunu te'yid eder.
Binaenaleyh her nekadar, kâfir, başkalarının da yaratabileceğini söylese bile,
Allah'tan başka varlıklar, hiçbirsey yaratamadığı için, Allah'tan başka
ma'bûdun bulunmadığı, O'nun yaratması gibi bir yaratmanın olmadığı, dolayısıyla
da O'nun hiçbir ortağı olmadığı anlaşılır. Çünkü O, halim ve gafurdur.
Hafîm'dir, çünkü onların şirkte ısrarlarına rağmen, onları helak etmede acele
davranmaz. Gafûr'dur, çünkü tevbe edenleri, ikaba müstehak olmuş olsalar bile,
bağışlar.
[94]
"Onlar, kendilerine
azab ile uyaran elçi gelirse, mutlaka ümmetlerden
herhangi birinden daha fazla hidayete ereceklerini, olanca yeminleriyle
Allah'a söz vermişlerdir. Fakat onlara bir nezir
gelince, bu, onları daha da
fazla uzaklaştırdı.
Çünkü onlar, yeryüzünde büyüklenmek, fena ve hileli
tuzaklar kurmak istiyorlar. Halbuki kötü tuzak,
sahibinden başkasını sarıp
Kuşatmaz. Onlar,
evvelki ümmetler hakkında carî olan (Allah'ın) sünnetinden
başka birşey mi bekliyorlar? Hayır, hayır, sen
Allah'ın sünnetinde (âdetinde)
asla bir değişme
bulamazsın; sen Allah'ın sünnetinde asla bir döneklik de
bulamazsın"
(Fâtır, 42-43).
Allah Teâlâ, bu
müşriklerin tevhidi inkârlarını anlatınca, onların Peygamber (s.a.s)'i 3e
yalanlayıp, bu hususta ileri gidip, peygamber olduğu kendilerince anlaşıldığında
peygamberleri yalanlamayacaklarına yemin ederek "Biz, Muhammedi yalancı
:<duğu için yalanlıyoruz. Onun peygamber olduğu bizce anlaşılmış olsaydı,
mutlaka man ederdik" dediklerini bildirmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Onlar, kendilerine, nezîr gelirse, mutlaka ümmetlerden herhan0 birinden
daha fazla hidayete ereceklerini, olanca yeminleriyle Allah'a söz
vermişlerdir" buyurmuştur. Bu, onların, peygamberleri yalanlamada ne kadar
ısrarlı olduklarını anlatan birşey olup, tıpkı birine Dian borcunu inkâr eden
kimsenin, karşı tarafın haksız olduğunu ortaya koymak için,
Vallahi eğer onun
bende alacağı olsaydı, onu fazlasıyla verirdim" demesi gibidir.
şte burada da
böyledir. Çünkü bu kâfirler, inad ederek, "Vallahi eğer bize gerçekten
-<r peygamber gelseydi, şüphesiz en hidayetli ümmet olurduk"
demişlerdir. Ama onlara bir nezîr (uyarıcı bir peygamber) olarak, Hz. Muhammed
(s.a.s) gelince, onun peygamber oluşu, beyyinelerle apâşikâr ortaya çıkınca, bu
durum onları daha da 'azla uzaklaştırmıştır. Çünkü onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)
peygamber olmazdan ince, sadece Allah'a şirk koşuyorlardı. O geldikten sonra
ise, hem Allah'ı, hem peygamberini inkâr ettiler. Bir de onlar, Peygamber (a.s)
gelmezden Önce, peygamberin gelişinden sonra olduğu gibi, henüz azaba duçar
edilmemişlerdi. Bazı
müfessirier şöyle
derler: "Mekkeliler, peygamberleri kendilerine geldiği zaman, o
peygamberleri yalanlamış olan yahudi ve hristiyanlara lanet ederek, "Eğer
bize bir peygamber gelseydi, mutlaka ona itaat eder ve boyun eğerdik"
diyorlardı.
[95]
Burada şöyle bir
problem var: Müşrikler, mutlak manada risaleti ve haşri inkâr ediyorlardı. O
halde daha nasıl onlar, peygamberleri itiraf ediyorlar? Onlar, yahudilerin
yalan söylediklerini, kendilerine bir kitabın gelmediğini nerden öğrenmişlerdi?
Allah'ın kitabı ve Resulünün açıklaması olmasaydı, müşrikler, birşeyi
doğrularlarken, diğer bir şeyde ise yalan söylediklerini nasıl ve nereden
bitebilirlerdi? Bilakis doğrusu, bizim zikrettiğimiz husus olup, buna göre
onlar, "Bize şayet bir peygamber gelseydi, biz onu inkar etmezdik. Yalancı
olduğu için ise, Muhammed'in peygamber olmasını inkâr ediyoruz; eğer peygamber
olduğu doğru olsaydı, biz iman ederdik" diyorlardı.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Fakat onlara nezfr gelince (...)" ifadesi, "Peygamberin onlara
geldiği mucize ile sahih ve sabit olduğunda" anlamındadır, ifâdesinde ise,
iki izah şekli vardır:
1) Bundan
murad edilenin, "Şu anda üzerinde bulunduğumuzdan daha doğru ve sahih bir
hal üzere olurduk" manası olması. Buna göre ,*Aı *sj*-\ j* tabiri, "Peygamberlerin
ümmetlerinden birinden..." anlamındadır. Bu tıpkı birisinin, "Z#yd,
müslümaniardandır" demesi gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat onlara bir
nezt gelince, bu, onların ancak uzaklaşmalarım arttırdı" ifadesi de buna
delâlet etmektedir. Yani, "onlar, "Biz daha çok doğru ve iyi yolda
oluruz" derlerken, "şimdi bulunduklarından da sapık oldular"
demektir.
2)
Bununla, "Biz, ümmetlerin herhangi
birinden daha fazla iyi yolda oluruz" manasının kastedilmesidir. Bu, bir
kimsenin, Zeyd, Amr'dan daha uygundur"
demesine benzer.
[96]
"El-ümemü"
kelimesi hakkında da iki açıklama bulunur:
a) Bundan,
umûmî bir mananın kastedilme», yani, "Ümmetlerin herhangi birinden daha
iyi yolda" demektir ki, bunda bir tür tariz bulunur.
b) Bundan maksad,
o muayyen ümmetleri belirtmektir ki, "Muhammtd, Mimi ve İsâ ümmeti ile,
onların zamanında olanlardan (daha iyi yolda oluruz)" anlamındadır.
[97]
Cenâb-ı Hak daha sonra
"Çünkü onlar, yeryüzünde büyüklenmek istiyorlar" buyurmuştur. kelimesinin
mansub olması üç sebepten dolayı olabilir:
a)
Hâl olmak üzere. Yani, "Yeryüzünde
büyüklenerek
b)
Mef'ûlün leh. Yani, "Büyüklenmek için.
c)
Ayetteki "nefret bakımından"
kelimesinden bedel olarak.
[98]
Ayetteki, "Fena
ve hileli tuzaklar kurmak" ifadesine gelince, bu, cinsin nev'ine muzâf
kılınmasıdır. Bu tıpkı, "fıkıh ilmi";"demircilik mesleği"
denilmesi gibidir. Bunun izahı şöyledir Bunun manası "Körü tuzaklar
kurdular" şeklindedir. Sonra ise, hile ve tuzakları gayet aşikâr ve açık
olduğundan, kelimesi, marife (belirli) yapılmış, daha sonra ise, ondaki kötülük
en açık ve aşikâr şeylerden olduğundan, eliflâm ile marife kılınma
terkedîlerek, kelimesi, (onun sıfatı
olan) "es-seyylü" kelimesine muzaaf kılınmıştır.
Bir başka ihtimal de,
ayet-i kerimesinde, bunun, "kötülük yapanlar" anlamına geldiğini
söylememiz gibi, "ei-mekru" kelimesinin amel ve yapma anlamında
kullanıldığının söylenmesidir. Onların kötülük yapmaları, hile ve tuzaklar
kurmaları ile maksûd olan ise, insanlara eziyyet vermek, onları imana girmekten
alıkoymak ve inkârlarını açıkça ortaya dökmek gibi, onlardan sudur eden her
şeydir.
[99]
Cenâb-ı Hak daha sonra
buyurmuştur ki, "Körü tuzak ancak onu yapanı ihata edip kuşatır"
demektir. ifadesinde birtakım manalar bulunur. Yehîku kelimesine gelince, bu,
bitişme ve yapışmanın üstünde olan bir ihata ve kuşatmadan haber vermektedir.
Bundaki sakındırma, "ulaşmaz.."; "bitişmez..."
ifadelerinden daha kuvvetlidir. *Ul ifadesine gelince, bundaki mana da, bir
kimsenin, "Kötü tuzak ancak, o tuzağı yapanı kuşatır" demesinden daha
kuvvetlidir. (4*^ kullanılması halinde), kötülük yapan, bunun neticesinden emin
olamayacağı anlaşılır. Çünkü bir kimse kötülük yapar ve kurduğu tuzak ve
hilede, başka bir kötülük olursa, bu durumda ona, bu kötülüğünden dolayı bir
ceza isabet eder. Ama, (bu ikinci kötülüğü) olmazsa, bu durumda o cezaya layık
ve müstehak olmaz, böylece de, kötü tuzağın (cezasından) emin olur. Buradaki
nefy ve izhârın manası ise, "hasr" ifade etmektir. Çünkü bir
kimsenin, "kötü tuzak, sahibini kuşatır" ifadesinde bu vurgu ve hasr
yoktur. Bu ifade kötü tuzağın, onu kurandan başkasına zarar vermeyeceğini
bildirmez.
[100]
İmdi, biri çıkıp şöyle
diyebilir: "Biz çoğu zaman tuzak kuran bir kimsenin, tuzağını kurduğunu ve
bunun ona yarar sağlayarak, bu tuzak sayesinde hasmını atfettiğini görüyoruz.
Ayet ise bunun böyle olmadığına işaret ediyor" derse biz deriz ki: Buna
birkaç bakımdan cevap veririz:
1) Ayette
bahsi geçen hile ve tuzak, müşriklerin, Hz. Peygamber (s.a.s)'i öldürmek veya
sürmek gibi düzdükleri hiledir ki, bunlar ancak müşrikleri kuşatmıştır. Çünkü
onlar, Bedir gününde ve başka vakalarda öldürülmüşlerdi.
2) Burada
şunu deriz: Buradaki kötü tuzak, genel bir ifadedir. En sahih olanı da budur.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), ümmetini tuzak ve hile yapmaktan men etmişti. Hz.
Peygamber (s.a.s)'den, onun, "Tuzak kurmayın; kurana da yardım etmeyin.
Çünkü Cenâb-ı Hak "Kötü tuzak ancak, onu yapanı kuşatır"
buyurmaktadır" buyurduğu haber verilmişti. Binâenaleyh, aleyhinde tuzak
kurulan o adam, kötü tuzağın cezasına müstehak ve ehil olmaz ve bu bir tenakuz
teşkil etmez.
3) İşlerin,
akibetlerine itibar edilir. Çünkü, kendisine tuzak kurulan ve bu tuzak da,
kendisine hemencecik tesir eden kimse, zahirde böyle İse de, hakikatte kazanan
odur. Tuzağı kazan ise, kaybeder. Bu tıpkı bu dünyada, kâfirin rahat içinde
olması, mü'minin de meşakkat içinde bulunması gibidir. Bu manayı Cenâb-ı
Hakk'ın "Onlar, geçmiş ümmetler hakkında cari olan (Allah'ın) sünnetinden
başka bir şey mi bekliyorlar?" ayeti de beyan eder, açıklığa kavuşturur.
Yani, "Her ne kadar şu anda, onların bu tuzağı ağır basıyor İse de, ancak
ne var ki, güzel akıbet takva (ehlinin)'dir. Çünkü işler, akibetlerine göre
değerlendirilir. Binâenaleyh onlar da, öncekilerin helak olması gibi helak
olacaklardır" demektir.
[101]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onlar, geçmiş ümmetler hakkında cari olan (Allah'ın) sünnetinden başka
bir şey mi bekliyorlar?" ifadesinin manası, "Onlar İçin bundan
sonra ancak, helak
edilmeyi beklemek vardır. Bu, öncekilerin başına da gelen bir yasadır"
şeklindedir. Bu ifade hakkında birkaç mesele vardır:
[102]
Birinci Mesele
Helak etmek,
öncekilerin adeti değil, aksine bu ancak, Allah'ın, öncekiler
hakkındaki bir sünnet
ve yasasıdır.
Cevaben deriz ki: Buna
İki şekilde cevap verilir:
1) Mef'ûl-ü
mutlak olan masdar, herhangi bir cihetten, ikisine de taalluk ettiği için, hem
faile, hem de mef'ûl'e muzaf kılınabilir. Bu sebeple, "Zeyd Amr'ı
dövdü" cümlesi hakkında "Amr'ın dövülmesine şaştım. Kendisinde güç
kuvvet olduğu halde o, nasıl dövüldü?" denilebileceği gibi, (-ki bu da
kelimesi, mef'ûl'üne muzâftır-) "Zeyd'in dövmesine şaştım; kendisinde ilim
ve hikmet olduğu halde o, nasıl da kavga yaptı, dövdü" (-ki burda, kelimesi
failine muzâftır-) denilebilir, işte, Allah'ın onlar hakkındaki yasası da
böyledir. Bunu Cenâb-ı Hak onlara isnad etmiştir, çünkü bu, onların başına
gelmiştir. Bundan sonra ise, bu sünneti kendisine izafe ederek, "Hayır,
hayır, sen Allah'ın sünnetinde, asla bir değişme bulamazsın"buyurmuştur.
Çünkü bu, Allah'ın yasalarından bir yasadır.
Sen bunu anladığında
biz deriz ki: "Allah Teâlâ, "geçmiş ümmetlerin sünneti"
dediğinde bunu, o ümmetlere nisbet etmiştir. Çünkü, Allah'ın sünneti, şirk
koşmayı helak etmek, müslüman olmayı da şereflendirmektir. Binâenaleyh Hz.
Peygamber
(s.a.s) onların bunlardan hangisini
beklediklerini bilmiyordu. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "öncekilerin
sünneti" buyurunca, onların beklediği şey anlaşılmış oldu. İkinci ifade
ise, Cenâb-ı Hak bunu kendisine nisbet etti, çünkü bu sünnet bilindiğinde bunu
Allah'a nisbet etmek, onun sânını yüceltir ve onun önüne hiçbir şeyin
geçemeyeceği ve vaki olacak kesin bir iş olduğunu ifade eder.
2)
"Öncekilerin sünneti" deyiminden murad, onların inkârda devam
etmeleri ve ikrar hususunda gururlanmalarıdır. Allah'ın sünneti ise,
ısrarlarından dolayı, onların kökünü kurutmasıdır. Buna göre, Cenâb-ı Hak
sanki, "Ey Mekkeliler, sizler, öncekilerin sünnetini yapmak istiyorsunuz.
Allah da bir sünnet getirir ki, hak edenden onu hiç kimse çeviremez ve önüne
geçemez" demek istemiştir.
[103]
"Tebdil"
kelimesi, tahvîl edip değiştirmektir. O halde,
"tahvîl" kelimesi niçin getirilmiştir?
Cevaben deriz ki:
"Hayır hayır, sen Allah'ın sünnetinde, asla bir tebdti bulamazsın"
ifadesiyle, azabın başkasıyla değiştirilmeyeceğine; "Sen, Allah'ın
sünnetinde asla bir tahvîl de bulamazsın" ifadesiyle de, her ne kadar
sevap ile değiştirilmeyecekse de, azabın, onu hak edenden başkasına
dönmeyeceğine dair bilgi ve ilim hasıl olmuş, böylece de, kötülük yapan
hakkındaki tehcfid tam olmuştur.
[104]
"Asla bulamazsın" ifadesindeki
muhatabın, daha önce de defaatle geçtiği gibi, iki şeye ihtimali vardır:
a) Bunun
genel bir tabir olması... Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey dinleyici, sen
asla, Allah'ın sünnetinde bir değişme bulamazsın" demek İstemiştir.
b) Bu
hitabın Hz. Muhammed (s.a.s)'e olması... Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle
buyurmuştur: "Allah'ın sünneti, kavim içinde, Allah'ın imanı kendisine
yazdığı kimse bulundukça, helak etmemesi şeklindedir. İşte, Allah'ın ilminde
iman edeceği bilinen kimse iman ettiğinde, Allah, geriye kalanları helak
eder." Nitekim NÛh (a.s) da şöyle demişti: "Muhakkak ki sen,
eğeronlanterkedersen..."$tah.zr}yar\\, "Eğer onlara mühlet verir de,
sünnetinin tahakkuk vakti gelirse..." demektir.
[105]
"Onlar,
kendilerinden öncekilerin akıbetinin nice olduğunu görmek için yeryüzünde gezip
dolaşmadılar mı? Halbuki, kuvvetçe bunlardan daha
şiddetli idiler..."
(Fâtır, 44).
Allah Teâlâ,
öncekilerin bir sünneti olup, bunun da imha edilmek olduğunu zikredince,
Öncekilerin durumlarını hatırlatmak suretiyle onların dikkatini çekmiştir.
Çünkü onlar, önce yaşayanların evlerinin yanından geçiyorlar, onlardan geriye
kalan şeyleri görüyorlardı. Onlann, emel ve arzuları onlannkinden daha çok,
amelleri de onlarınkinden başka idi. Emellerine gelince, onların ümitlerinin
uzun olması ve ileri derece kuvvet sahibi olmalarından dolayıdır. Amellerinin
farklılığına gelince, onlar ne Hz. Muhammed (s.a.s) gibi bir peygamberi, ne de
bizzat Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalanlamışlardı. Halbuki, ey Mekkeliler, sizler
hem Muhammed (s.a.s)'i, hem de öncekileri yalanladınız.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Halbuki, kuvvetçe bunlardan daha şiddetli idiler" ifadesinin
tefsirini, Rûm Sûresi (Ayet, 9>'nde yapmıştık. Burada geriye, birtakım
bahisler kalmıştır:
1) Cenâb-ı
Hak orada, vav'sız olarak, Jki \fö "Daha çetin idiler" şeklinde
buyurmuş, burada ise, aynı ifadenin başına vav getirmiştir, aradaki fark nedir?
Biz diyoruz ki: Bir
kimsenin, "Senden daha yüce olduğu halde, Zeyd'in bana nasıl ikram izzette
bulunduğunu görmedin mi?" şeklindeki sözü, bu sözü söyleyenin, ona,
kendisine bu sözün söylendiği kimseye, Zeyd'in daha yüce olduğunu haber
verdiğini ifade eder. Ama, bu kimsenin (vav'sız olarak) "Senden daha büyük
olduğu halde, Zeyd'in bana nasıl ikramda bulunduğunu görmedin mi?"
şeklindeki sözü, burada zikredilen İki hususun, muhatap nezdinde malum olduğunu
ifade eder. Sanki o, onun ona ikram ettiğini ve onun kendisinden daha üstün
olduğunu bilmiştir. Bu son ifadenin, konuşanın bildirmesine ve haber vermesine
İhtiyaç bırakmaması açısından, sarahat itibariyle, ikinci ifadenin birincisi
gibi olduğunu ifade ettiğinde şüphe yoktur.
Bunu iyice kavradığına
göre şimdi biz diyoruz ki: Burada ele alınan, bunların onlardan başka bakımdan
değil, kuvvet bakımından üstün oluşlardır. Belki de bu, onlarca biliniyordu da,
Cenâb-ı Hak, bunu vav ile ifade etti. Yani, "Sizin bakışınız onların
akıbetlerini gördüğü gibi, kuvvetlerini de görür" demektir. Ama orada ise,
bahsedilen pekçok durum vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Onlar kuvvetçe
kendilerinden daha şiddetli idiler. Toprağı ekmişler, alt üst etmişler"
(Rûm, 9) buyurmuştur. Bir başka yerde de, "Ya onlar, yeryüzünde gezip
dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin akıbeti nice olmuştur,
baksınlar? Hem onlar bunlardan daha çoktu. Kuvvetçe ve yerdeki eserlerce de
daha güçlü ve satvetli idiler" (MO'nun, 82) buyurmuştur. Bunlar, onların,
yeryüzünde eser bıraktıklarını ve kalabalık olduklarını bilmeseler dahi, ancak
ne var ki, onlann kuvvet cihetinden kendilerinden daha üstün olduklarını
biliyorlardı. Çünkü her grup, kendilerinden öncekiler hususunda, onlann
kendilerinden daha kuvvetli olduğuna inanmaktadır ve bunda münakaşa da yoktur.
[106]
"Ne göklerde ne
de yerde, hiçbir şey, Allah'ı aciz bırakamaz. Şüphesiz ki o, hakkıyla bilendir,
hakkıyla kadirdir"
(Fatır, 44).
Cenâb-ı Hakk'ın bu
ifadesi şu iki manaya gelebilir:
a) Bunun, onlar için bir beyan olması... Yani,
"evvelkiler, onca kuvvetlerine rağmen, Allah'ı acze düşüremediler ve O'nun
elinden kurtulamadılar. O halde bunlar, O'nu hiçbir zaman acze
düşüremezler" demektir.
b) Bunun,
cahillerin bekleyişlerini sona erdiren bir ifade olması... Çünkü bir kimse,
şayet, "Farzedelim ki, evvelkiler, daha kuvvetli ve daha uzun ömürlü
idiler. Ancak ne var ki biz birtakım hususiyetleri bulunan bazı arzî işler veya
tesirleri bulunan bazı semavî yıldızlar sayesinde, zekâmızı kullanarak, onların
kuvvetleriyle yaptıkları işlerden daha fazlasını yapabiliriz" derse, işte
bunun üLerine Cenâb-ı Hak, "Ne göklerde, ne de yerde, hiçbirşey, Allah'ı
âciz bırakamaz. Şüphesiz ki O, onların fiillerini ve sözlerini hakkıyla
bilendir, onları imha etmeye ve köklerini kazımaya kadirdir" buyurmuştur.
[107]
"Eğer Allah
İnsanları kazandıkları günahlar yüzünden hemen hesaba çekecek
olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O,
bunları belli bir müddete kadar erteler. Nihayet vakitleri gelince, şüphesiz
Allah kullarını
hakkıyla görür"
(Fatır. 46).
Cenab-ı Hak tekzîb
eden (yalanlayan) önceki İnsanların hallerini anlatarak korkutup, onlar da
alabildiğine inatçı ve bozuk inançlı oldukları için, başlarına gelecek azabın
peşinen hemen gelmesini isteyerek, "Bizim azabımızı hemen şimdi
getir" deyince, Hak Tefilâ, "Azab'ın bir zamanı var. Allah insanları,
zulümleri sebebiyle hemen muaheze etmez. Çünkü insan (zaten) çok zalim ve
câhildir. O, ancak onları,
zulümlerinde ısrar
edişleri ve insanların artık onların iman edeceklerine dâir ümitleri kalmadığı
zaman muaheze eder. Binâenaleyh onların içinde, iman edecek hiç kimse
kalmayınca, Allah yalanlayan bu kimseleri toptan imha eder. Eğer Allah
insanları, bizzat (her) zulüm sebebiyle hemen hesaba çekseydi, her gün bir
helak olurdu" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[108]
Allah, insanları,
yaptıkları şeyler sebebiyle muaheze ettiğine göre, ya hayvanların suçu ne ki,
bu arada onlar da helak oluyorlar? Biz diyoruz ki: Buna şu birkaç şekilde cevap
verilir:
1) Hayvanların
yaratılışı, insan için bir nimettir. Binâenaleyh insanlar kâfir olduğunda,
Allah nimetlerini kaldırır (azaltır). Hayvanlar ise, nimetlerin en yakın, en
gözle görülenidir. Çünkü önce müfred, sonra mürekkeb gelir. Mürekkeb varlık da,
ya madenî olur, yahut büyüyen (gelişen) türden olur. Büyüyüp gelişen de, ya
hayvan olur, ya bitki olur. Hayvan (canlı) ya insan olur, ya insandan başka
olur. O halde, canlı, insan için yaratılmış olan bu âlemde, mahlûkatın en
üstünüdür.
2) Bu,
azabın şiddetini ve genel oluşunu ortaya koyan bir ifadedir. Çünkü insanın
bekasının eşya ile olması gibi, eşyanın bekası da insan sayesindedir. Çünkü
insan, eşyayı idare ve ıslah eder. Böylece eşya, uzun süre ayakta kalır. Sonra
insan, bu eşyadan istifade ederek, bunlar sayesinde ayakta kalır. Binâenaleyh
helak (azab) genel olunca, dünyayı imar edecek insan kalmaz, böylece de binalar
ve ekinler kalmaz, bunun peşinden de ehlî hayvanlar kalmaz. Çünkü ehlî
hayvanların devamı, insanların onları, koruması ve su-yiyecek vererek helakten
muhafaza etmesi ite olur.
3) Yağmurun yağması, Allah'ın kullarına
lütfudur. Binâenaleyh onlar, lütfü haketmedikleri zaman, yağmurlar kesilir,
kuraklık başlar ve bütün hayvanlar Ölür. İşte ayette anlatılan da budur.
4)
Yağmurların kesilmesi sebebiyle, kara hayvanları ölür. Deniz hayvanları ise,
deniz suyu sayesinde yaşayabilir.[109]
Ayetteki, "onun
üstünde" ifadesindeki "onun"
zamiri, yeryüzüne râcîdir. Halbuki burada yeryüzünden
bahsedilmemiştir, öyle ise, bunun böyle olduğu nasıl
anlaşılabilmiştir? Biz deriz ki: Bu, hem ayetin
öncesinden, hem sonrasından anlaşılır. Öncesinden anlaşılır, çünkü Allah Teâlâ
(bir önceki ayette) "Ne göklerde ne de yerde hiçbirşey Allah'ı âciz
bırakamaz" buyurmuştur. Bu, buradaki zamirin râcî olabileceği en uygun
ifadedir. Sonrasından anlaşılır, çünkü Cenâb-ı Hak, bu zamirden sonra,
"hiçbir canlı" buyurmuştur. Cş/ılı ise yerin üstünde olur. Buna göre
eğer, "Yeryüzünün üstünde olan canlılar için, nasıl "yeryüzü" ve
"yerin üstü" ifadeleri kullanılmıştır. Çünkü "yüzü" ifadesi
"üstü" (sırtı) ifadesinin karşıtıdır ve birbirine zıt gibidirler?
denilirse, biz deriz ki: Yerin, yükleri taşıyan bir hayvan gibi ve yüklerin de
onun adeta sırtında olmasından ötürü, "yerin üstünde (sırtında) ifadesini;
yine yerin, mahlûkat ile yüz yüze olması sebebiyle de,
"yeryüzü" ifadesini kutlanırız. Çünkü zahr
(dış), batn (iç)
Ayetteki, "Fakat O, bunları belli bir müddete
kadar erteler" ifadesi hakkında şu
izahlar yapılmıştır:
a) Kıyamete
kadar... Çünkü Kıyamet, Kur'ân'ın pek çok ayetinde bu şekilde ifade edilmiştir.
b) Biraz önce de geçtiği gibi, bu erteleme,
insanlar içinde iman edecek kimse kalmayıncaya kadardır.
c) Her ümmetin bir eceli, her ecelin bir kitabı
(yazgısı) vardır. Ümmet-İ Muhammed'in eceli ise, Bedir ve benzeri günlerde
olduğu gibi, öldürme ve esir alma
günleridir.
[111]
Ayetteki "Nihayet vakitleri gelince, şüphesiz
Allah kullarını hakkıyla
görür" ifadesi,
mü'minleri teselli etmektedir. Çünkü Cenâb-ı
Hak, "...Yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Sadece zâlim
olanlarınıza isabet etmeyip (hepinizi içine alacak olan) fitneden korkun
"(Enfai, 25) buyurunca, bunun peşisıra, o helak geldiğinde, Atlah ya
onları kurtarmak, yahut da canlarını alarak azabetmek için değil de, kendisine yaklaştırarak
mü'min kullarını hakkıyla görendir, onları gözetendir" buyurmuştur.
"Sen Allah'ın,
sadece zulüm sebebiyle hemen muaheze etmeyip, ancak insanlar dalâlette ittifak
etmeleri halinde, onları muaheze edeceğini söylemiştin" de denilmesin.
Çünkü biz diyoruz ki: Atlah Teâlâ, bir milleti imha ederken, onların içindeki
mü'minleri de ihlâk eder. Nasıl böyle olmasın? Çünkü öldürme ve yoketme işi,
eğer azab için olmuş ise, bu günahlar sebebiyle olan bir muaheze ve yoketmedir.
Yok eğer bu, mükâfaat vermek için olmuşsa, bir yoketme ve muaheze sayılmaz.
Çünkü Allah insanları, ancak küfür (inkâr) genelleştiğinde toplu olarak muaheze
ve imha eder. "Basîr" (görür) ifadesi, teselli etme bakımından, atîm
(bilir) gibi kelimelerden saha iteri ve kuvvetlidir. Çünkü kendisine bakanı
gören kimse, onu görmeden - jrumunu bilenden daha iyi kurtarıcıdır. Allah en
iyi bilendir. Salât ve selâm efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)e, ailesine, bütün
ashabına olsun.
[112]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/373-374
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/374
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/374-375
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/375-376
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/376
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/377
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/378-379
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/379
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/379-380
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/380
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/380
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/381
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/381
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/381
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/381
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/382
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/382
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/382-383
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/383
[20]
Kenzu'l Ummal, 1/260 (Benzeri hadis)
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/383
[22] Buhari, iman, 39; Müslim, musakat, 107/3/1220)
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/383-384
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/384
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/385-386
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/386-387
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/387
[28] Yazın gece kısalır, kışın İse onun aksine gündüz
kısalır. İşle buna isnat etmek üzere Allah-u Taata "Güneşi ve ayı buyruğu
altında tutan" büyümüştür ki bu burada, mananın bize müphem geldiği şu
pasajı atlayarak tercüme ettik.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/387-388
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/388-389
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/389-390
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/390
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/390-391
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/391
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/391-392
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/392
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/392-393
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/393
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/393
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/393-394
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/394
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/394-395
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/395
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/395-396
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/396
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/396-397
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/397-398
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/398-399
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/399
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/399-400
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/400
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/400-401
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/401
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/401-402
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/402
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/402
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/403
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/403
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/404
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/404
[61] Müslim, Birr, 43, (4/1990)
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/405
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/405
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/406
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/406
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/406-407
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/407
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/407
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/407-408
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/408-409
[71] İbn Mace, fiten, 3 (2/299).
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/409
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/409-410
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/410-411
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/411
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/411
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/411-413
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/413-414
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/414
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/414
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/414-416
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/416
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/416-417
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/417-418
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/418
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/418-419
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/419
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/420
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/420
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/420-421
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/422
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/422-423
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/423
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/423-424
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/425-426
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/426
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/426
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/426
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/427
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/427
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/427-428
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/428
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/428-429
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/429
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/429
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/429-430
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/431
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/431-432
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/432
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/432-433
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/433
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/433