SAFFAT SURESÎ 2

Giriş. 2

Meal 2

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 2

Saffat Kelimesinden Maksat Nedir?. 3

Tüm Kainat Allah'ın Birliğine Delâlet Eder 3

Ahiret Azabı Daimidir 3

Eşlerinden Maksat Nedir?. 5

Meal 6

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 6

Müşrikler Niçin Peygamber'e Deli Şair Derlerdi?. 6

Korunmuş Yumurtadan Maksat Nedir?. 7

Meal 7

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 8

Yüce Zafer 9

Zakkum Ağacı 9

Şeytan Başlarından Maksat Nedir?. 9

Büyük Üzüntü. 10

Meal 10

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 11

Tüm İnsanlar Nuh'un Zürriyeti Midir?. 11

Şia'dan Maksat Nedir?. 11

Nuh Kavmi Yıldızlara Mı Tapardı?. 11

Çocuk Müjdesi 13

İstişare Gerekli Midir?. 13

Meal 13

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 14

Hz. İsmail İçin Verilen Kurban. 14

Hz. İbrahim'in Hangi Oğlu Kurban Edildi?. 14

Meal 15

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 16

Hz Yunus (a s ) 16

Meal 18

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 18

Peygamberlere Yapılan Yardımdan Maksat Nedir?. 19


SAFFAT SURESÎ

 

Giriş

 

Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur. 182 ayettir.

Bu sure Mekke DÖnemi'nde nazil olmuştur. Bu hususta her­hangi bir ihtilaf yoktur. Basralılar'a göre 181 ayet, diğer alimlere göre 182 ayettir. Burada Yasin Suresi'nde helak edilmesine işaret edilen nesillerin durumu mufassal bir şekilde ele alınmakta, müs-lümanların ve onların düşmanlarının Kıyamet Günü'ndeki halleri tefsir edilmektedir. Yani bu sure adeta Yasin Suresi'nin bir nevi izahıdır. Bu surede Yasin'de zikredilmeyen yıldızların ahvalinden de bazı şeyler zikredilmiştir. Bu nedenle Yasin Suresi'nden sonra gelmiştir.

El-Bahr'da «Bu surenin başlangıcı Yasin Suresi'nin sonuna uygun düşmektedir» denilmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak, Yasin Su­resi'nde haşr ve Ölüleri diriltmedeki kudretinden bahsetmiştir. Burada da «Eğer yer ve göklerde Allah'tan başka mabudlar olsay­dı onlar fesad olurdu» ayetiyle bu yüce kudretin sahibinin bir ol­duğuna işaret edilmiştir.

Bu surenin kelimeleri 860, harfleri ise 3826'dır. [1]

 

Meal

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

1/4- O saf saf sıralananlara, kuvvetle dağıtanlara, Kur'an okuyanlara and olsun ki sizin mabudunuz bir tek mabuddur.

5- Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların Rab-bidir ve doğuların da Rabbidir!

6- Biz en yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik.

7- Ve göğü bütün inatçı şeytanlardan koruduk.

8/9- Artık onlar «Mele-i Âlâ» (en yüce meclis) de olup bi­tenlere kulak veremezler ve her yandan kovulup taşlanırlar. On­lar İçin sürekli bir azap vardır.

10- Meğer ki (içlerinden) bir söz kapan biri olsun. İşte onu da delip geçen bir alev izleyip durur.

11- (Ey Rasûlüm!) Onlara sor: «Acaba yaradılış yönünden onlar mı zor yoksa bizim (diğer) yarattıklarımız mı?» Kuşkusuz ki biz onları  (babalan Adem'i) yapışkan bir çamurdan yarattık.

12- Hayır! Sen onlann bilgisizliğine hayret ediyorsun, onlar da  (senin hayretini)  alaya alıyorlar.

13- Kendilerine öğüt verildiği zaman düşünüp öğüt almaz­lar.

14- Bir mucize gördüklerinde onu alaya alırlar.

15- Ve; «Bu apaçık bir sihirdir» derler.

16- «Biz ölüp, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, biz mi diriltileceğiz?»;

17- «O eski atalarımız da mı (diriltilecek)?»

18- (Ey Rasûlüm!) De ki: «Evet, hem de hor ve hakir ola­rak   (hasredileceksiniz).»

19- O ancak bir tek sayha  (çığlık) tır. Onlar hemen bakıp kalırlar.

20- Ve «Eyvah bizim halimize! Bu, ceza günüdür» derler.

21- Evet, bu sizin yalanlayıp durduğunuz o ayırma günüdür.

22/24- (Allah tarafından meleklere): «Şu zulmedenleri, on­ların eşlerini ve Allah'ı bırakıp tapmış olduklarım biraraya ge­tirin. Onları cehennemin yoluna sürün. Onları durdurun. Çün­kü onlar sorguya çekileceklerdim  (denilir). [2]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(1-24) «O saf saf sıralananlara, kuvvetle...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Cenab-i Hak ilk ayetlerde meleklerle yemin ediyor. Saf saf di­zilenlerden maksadın melekler olduğunu İbn Abbas, İbn Mesud, Mesruk, Mücahid, Katade ve Süddi söylemektedir. Ebu Müslim bu görüşe katılmamıştır. O şöyle der: «Bu ve bundan sonra gelen lâfızların melekler üzerine hamledilmesi caiz değildir. Çünkü lâ­fızdan bu saf bağalyanlann dişi oldukları anlaşılmaktadır. Melek­ler ise bu sıfattan uşaktırlar.»

Cevap olarak şöyle deriz: Bu cem'i mânâsındadır. Yani saf saf dizilen bir topluluk sözkonusu edilmektedir.

Esasen meleklere izafe edilmesi güzel olmayan manevi te'nis-tir. Yani hakiki, nefisten gelen dişüik te'nisi değildir. Lâfızdan ge­len te'nis meleklere ıtlak olunur. Çünkü onlara «Melaike» denil-mistir ki zaten bu kelime lâfzen müennestir.

İbare «Meleklerin nefisleri saf saf dizilmiş, ibadet için bekle, mektedirler» şeklinde anlaşılabilir. Veya namazda ayaklan saf saf dizilmiştir demektir. Veya havada kanatlan saf saf dizilmiş, Al­lah'ın emrini beklemektedirler demek olabilir. [3]

 

Saffat Kelimesinden Maksat Nedir?

 

Bazılan «Saffat kelimesinden maksat kuşlardır. Zira Cenab-ı Hak başka bir ayette «Kuşlar saf saf dizilmiştir» buyurmuştur» de-mişlerse de bu yorum pek revaç görmemiştir.

Zacirat'tan maksat meleklerdir. Bu kelimenin kökü olan zecr, tasallut etmek ve bağırmak suretiyle bir şeyi müdafaa etmek de­mektir.

Bu kelime sürmek ve teşvik etmek mânâsında da kullanılmış­tır. Yani bunlar kullan günah işlemekten hayn irade ederek men­etmektedirler. Şeytanlan vesveseler yapmaktan, göklerde melek­lerin sesini dinleme çabalarından menetmektedirler. Katade «Za­cirat'tan maksat Kur'an ayetleridir. Çünkü onlar şer'i yasaklan içermektedirler» diyor. Yani onlar şer'an asileri isyan etmekten §j|    yasaklamaktadır.

Bazıları «Allah'a isyandan mahlûkları men eden her şey de­mektim derler.

îbn Abbas ve İbn Mesud'dan gelen rivayete göre «Taliyat» ile maksat meleklerdir. Onlar zikri (mezkuru) okurlar, Allah'ın Ki­li    tabını okurlar.

Ebu Salih «Bunlar bir kısım meleklerdir ki Kitab'ı Allah katından insanlara getirirler» diyor. Onu okumalarından maksat baş-g     kasma okumalarıdır.

Bazılan da «Taliyat ilâhi ayetler ve marifetlerdir. Melekler i bunları peygamberlere veya Allah'ın dostlarına okurlar» demiştir.

Bazılan «Taliyat'tan maksat Allah'ın ayetleri, peygamberlere gelen kitaplar, teşbih, takdis, tahmid, temcid gibi vasıflarıdır» demislerdir. Katade «Taliyat'tan maksat Ademoğullan'dır. Onlar Al­lah'ın indirilmiş kitabını, teşbihini, tekbirini okurlar» der. Saffat ve Zacirat'tan maksadın Allah'ın dinini okuyup insanlara aktaran adil alimler veya Allah yolunda savaşan gaziler olması mümkün­dür.

Saffat'tan maksat, düşmanlarla savaş veya namaz için saf tutan kullar, melekler de olabilir. Zacirat'tan maksat da insanları sözleri ve fiilleriyle Allah'a karşı günah işlemekten men eden kim­seler olabilir. «Taliyat» ise Allah'ın ayetlerini başkasına Öğretmek veya başka bir maksatla okuyanlardır.

Bütün bu sıfatların bir insanda toplanması da mümkündür.

Mânâ bu yorumlardan hangisine ait olursa olsun, Cenab-ı Hak'kın bu cemaatlar üzerinde yemin etmesi caizdir. Çünkü Cenb-ı Hak'kı men edecek herhangi bir şey yoktur. Allah dilediğiyle ye­min eder. [4]

 

Tüm Kainat Allah'ın Birliğine Delâlet Eder

 

Gökler, yer ve onların arasında bulunanların hepsi, Allah'ın birliğine en açık delillerdir, Hatta âlemin zerrelerinin herbirinde Allah'ın vahdaniyetine delil vardır. Nitekim Şair diyor ki:

«Her şeyde O'nun bir delili vardır. O'nun bir olduğuna delâlet eder.»

Bazıları «Rab'dan maksat, yaratan demektir», bazıları da «Sa* hib, terbiye edici mânâsındadır» der. Fakat birinci yorum daha açıktır. Böylece Mevsul'un umumuna kulların fulleri girmiş olur. Bu bakımdan ayet, kulun fiillerinin de Allah'ın mahlûku olduğunu ifade etmektedir.

«Meşarik», güneşin meşrikleridir. Çünkü Kur'an muhatapları arasında yaygın ve bilinen budur. Meşrik senenin günleri adedin-cedir. Çünkü güneş hergün bir meşrikte, bir mağribte doğar. O halde mağribler de meşrikler adedincedir. Bazıları «Meşriklerden maksat yıldızların meşrikleridir» demişlerdir.

Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki yıldızlar yeryüzüne en yakın olan göktedirler. Onların hareketleri her ne kadar değişik ise de bu görüşü men edecek herhangi bir durum yoktur.

«Marîd» kelimesi murîd kelimesi gibi bütün hayırlardan so­yulmuş demektir. Bazıları taatten çıkmış demek olduğunu söyle­mişlerdir. «El-Mele» kelimesi esasında bir fikir etrafında toplanan cemaat demektir. Onlar bir fikrin etrafında toplanırlar ve gözler onlara bakar, onları önemser. Bazen mutlak anlamda cemaatlara, bazen de eşrafın cemaatine «Mele» denir. «En yüce mele»den mak­sat, Süddi'den gelen rivayete göre, meleklerdir. Çünkü onlar uluv cihetindedirler. Bunun tam tersi olan «El-Mele il-Esfel» insanlar ve cinlerdir. Çünkü onlar da süflidir. İbn Abbas «Melei âlâ melek­lerin eşrafıdır» der.

Ayetin hulâsası, «Dinlemek için göklere çıkmak isteyen şey­tanlardan onu koruduk» demektir. «Duhur» kelimesi kovmak ve uzaklaştırmak demektir. Bu kelime terkibte «Yukzefune» fiilinin illetidir. Yani onları uzaklaştırmak ve kovmak için her taraftan taşa tutulmaktadırlar. Herhangi bir taraftan çıksalar o taraftan kendilerine ateş atılır. [5]

 

Ahiret Azabı Daimidir

 

«Onlar için Ahiret'te daimi bir azap vardır.»

«Vâsıb» kelimesi dâim mânâsını ifade eder. (Bu yorum Katade, İkrime ve îbn Abbas'tan gelmiştir). Bazılarına göre bu kelime sedid demektir. Birinci yorum kelimenin hakiki, ikinci yorum ise onun tefsiridir. Ebu Hayyan «Bu daimi azap, dünyada da olabi­lir. Bu da orüann daima recmedilmeleri ve melekleri dinlemek maksadıyla hedeflerine varmalarına mani olunmalarıdır» diyor.

«ElHatfe» kapıp kaçmak, süratle almak, sahibinin gafletin­den istifade ederek süratle elde etmek demektir. Yani meleklerin konuşmalarını kapıp kaçarlar. Şihab kelimes aslında yanan, pırıl pırıl parlayan ateş parçası demektir. Burada sanki gökten düşen bir yıldız gibi akan arızî ışık kastedilmektedir. «Sakıb» kelimesi parlar demektir. (Bu yorum Hasan ve Katade'ye aittir). Sanki o yıldız veya o görülen parlak cisim gök tabakasını, delip geçmektedir.

îbn Ebi Hatim, İbn Zeyd'den şunları rivayet ediyor: «Sakib parlayan mânâsındadır». Süddi'den gelen rivayete göre sakıb «Ya­kan» demektir. Yani o akmakta olan ateş, yıldızlar değildir. Çünkü yıldızlar düşmezler. Aksi takdirde gök ziyneti azalır, hatta kalmaz. Ayrıca bu düşen yıldız olsaydı (yani merkezinden sökülüp şeyta­na atılması kastedilseydi) o zaman yeryüzüne düşmesi gerekirdi. Düşen yıldız her ne kadar yeryüzünden daha büyük olmasa dahi bu hadisenin başladığı günden bugüne kadar yeryüzünden çok daha büyük olan parçaların düşmüş olması gerekirdi. O zaman yerin yıl­dız cürümleriyle kaplı bulunması gerekirdi. Halbuki biz böyle bir şey görmüyoruz. Hatta «Bir yıdızın cürmü düşmüştür)) şeklinde bir rivayet de dinlemedik. Çünkü yıldızların en küçüğü (İslâm alimlerine göre) büyük bir dağ kadardır. Felsefecilere göre ise binlerce, yüzbinlerce, trilyonlarca defa dağdan daha büyüktürler. Hatta onlara göre en küçük yıldız yeryüzünden daha büyüktür.

Rivayete göre, şeytanlardan herhangi biri meleklerden bir şey işitir veya bir kelime duyarsa, yakınındaki şeytana meleğin ne dediğini söyler. O da yakınındaki şeytana bunu nakleder. Sonunda bu haber yeryüzünde bulunan şeytana kadar gelir .

Şeytanların ateşten yaratılmış olmaları yakan ateşin kendile­rine zarar vermesine mani değildir. Çünkü onlar mutlak ateşten değildirler. Tıpkı insanın da mutlak topraktan yaratılmış olmadı-ğı gibi. Ayrıca kuvvetli ateş zayıf ateşi kapsadığı zaman onu yok eder.

Yıldızlar bazen göklere söz işitmek için gidenlere isabet eder, bazen de etmez. Tıpkı denizin dalgalarının bazen gemiye binenlere isabet edip, bazen de etmediği gibi. Bundan dolayı, «Şeytanlar bu işi durmadan sürdürürler» şeklindeki görüş, me'sur görüşe ters düşmektedir. Zira İbn Ebi Hatim ve Ebu Şeyh, İbn Abbas'tan şöy­le rivayet ediyorlar: «Ateş parçası atıldığında kime atılmışsa, şüp­hesiz ona mutlak isabet etmiştir.»

«Şeytanlar tecrübe ile söz dinlemek için giderlerse kendileri­ne ateş isabet eder. Bundan dolayı söz dinlemeyi terketmişlerdir» şeklindeki yorum ancak Şabi'den gelen şu rivayete binaen sağlam olur: «Yıldızlar, Rasûl-ü Ekrem doğuncaya kadar atılmıyordu. Yıl­dızlar Rasûlullah'ın doğuşundan sonra atılmaya başladığında in­sanlar develerini, evcil hayvanlarını Allah yolunda tasadduk etme­ye başladılar. Kölelerini azad ettiler. Kıyamet kopuyor sandılar. Bunun üzerine iki gözü kör olan kâhin Abdu YaTe gittiler. Bu ha­diseyi ona naklettiler. O da: «Bakın! Eğer seyyare ve sabitelerden birine yıldız atılıyorsa bilin ki Kıyamet kopacaktır. Aksi takdirde dünyada bir hadise vardır, bu sebeple yıldızlar atılmaktadır. Onlar da baktılar ve gördüler ki, bilinen seyyare ve sabitler yerindedir. Az bir zaman sonra Hz. Peygamber'in peygamberlik haberi Arap Yarımadası'na yayıldı.»

Sahih görüş şudur ki, yıldızlardan atılan ateş Rasûl-ü Ekrem' in doğumundan önce de vardı. Çünkü cahiliye şiirlerinde buna çokça değinilmektedir. Ancak muhtemeldir ki bu, şeytanları uzak-laştirmıyordu. Veyahut da onları tamamen değil de kısmen kova­lıyordu. Rasûlullah dünyaya geldikten sonra onları tamamen ko­valadı.

Bu ihtimallerin birincisine göre, ateş atma meselesi Rasûl-ü Ekrem'in doğduğu günden başlamıştır. İkinci ihtimale binaen, ge­tirdikleri yalanlarla vahy birbirine karışmasın diye onlar koyul­muşlardır. Fakat en kuvvetli görüş şudur: Onlar Rasûlullah'ın do­ğumundan önce de kovulurlardı, fakat tamamen değil. Bazen me­lekleri dinlerlerdi. Fakat Peygamber'in peygamberlik başlangıcı zamanında mesele onlar için tamamen şiddetlendirilmiştir.

«Onlar Peygamber doğuncaya kadar kovulmadılar» şeklinde­ki rivayet çokça kovulmadılar anlamınadır.

Bazı müfessirlere göre, muhaddislerin ittifakıyla yıldızlar Pey­gamber'in doğumundan önce de atılıyordu. Rasûl-ü Ekrem'in do-ğumundan sonra ise daha da çoğaldı ve şiddetlendi.

Düşen o ateşlerin şeytanlara atılıp atılmadığı meselesi kesin olarak bilinmemektedir.

11. ayetin metnindeki «Festeftihzm» fiilinin mânâsı, «Onlardan haber iste» demektir. Yani gelen bir emrin haberini onlardan iste. «Onlardan» zamiri Mekke müşriklerine racidir.

Ayet Ebu'1-Esed bin Kelde el-Cemahi hakkında nazil olmuştur. Bu adama çok kuvvetli oluşu sebebiyle «Kelde» ismi verilmiştir. Aslında ismi Esid'dir. Yani bu sözkonusu edilenlerden sonra Mek­ke müşriklerinden haber talep et. Onları susturmak için kendile­rine sor: Yaratılış bakımından onlar mı daha şiddetlidirler yok­sa bizim yaratmış olduğumuz melekler, gökler, yer, yer ile gökler arasındakiler, meşrikler, yaldızlar, şeytanlar, delici ateşler mi?

«Lazib» yapışkan demektir. (İbn Cerir). Bir cemaat İbn Ab-bas'tan da bu yorumu rivayet etmiştir. îbn Abbas'tan gelen diğer bîr yoruma göre «Lazib» kelimesi, yapıştırılmış şeklinde ifade edil­miştir. İbn Mesud'a göre «Bir kısmı diğerine yapıştırılmış» demek­tir, (îbn Ebi Hatim). Zira güzel hamurun güzel yoğurma neticesi olduğu ortadadır.

İbn'ul-Munzir, Katade'den şöyle rivayet ediyor: «El ona do­kunduğu zaman ele yapışır». Taberi'nin «Adem, toprak, su, hava ve ateşten yaratılmıştır. Bütün bu elementler karıştırıldığında ya­pışkan bir çamur halini alır, etrafından kopmaz» şeklindeki yoru­muna göre «Lazib» kelimesi lâzım demek olur. El-Bahr'da, İbn Abbas, «Lazib»i kerim ve güzel mânâsında   kullanmıştır.   Başka bir rivayette ise İbn Abbas «Lazib güzel demektir» demiştir. Abd bin Humeyd ve Îbn'ul-Münzir, Mücahid'den şöyle rivayet ederler: «Lazib, lazım yani ayrılmaz demektir». İbn Ebi Hatim de İbn Ab­bas'tan şöyle rivayet eder: «Lazib, harae ve tin, hepsi aynı mâ­nâya gelir. Başlangıcı topraktır, sonra kokmuş çamura, sonra ay­rılmaz çamura dönüşmüştür ve Cenab-ı Hak Adem'i ondan yarat­mıştır.»

«Acib'te» fiilindeki hitap Rasûl-ü Ekrem'edir ve hitaba kabili­yeti olan herkese de olabilir. Yani sen bahsi geçen hadiselerden hayrete, dehşete düşmüş bulunuyorsun, Fakat onlar senin hayrete düşmenle alay ederler. Onlara gösterdiğin mucizelerle istihza eder­ler.

Hz. Ali, İbn Abbas ve İbn Mesud'un dahil olduğu kıraat alim­lerinden bir cemaat «Adbte» yerine «Acibtu» şeklinde okumuşlar­dır. Fakat Kadı Şureyh «Bu, munker bir kıraattir. Çünkü Cenab-ı ı Hak herhangi bir şeyden taaccub etmez. Ancak ilmi olmayan taac-cub eder» demiştir. Fakat Kadı Şureyh'in bu inkârı yerinde değil­dir. Zira bir haberde «Rabbiniz sizin ümitsizliğinizden taaccub eder» diye varid olmuştur. Onlar kendüerini kötülükleri terketmeye davet eden hakkında bir mucize gördüklerinde veya onun doğ­ruluğunu yorumlayan Kur'an'ı gördüklerinde daha fazla istihza etmeye dalarak «O sihirdir» derlerdi. Rivayete göre Rasûl-ü Ek­rem, tenha bir dağda koyunlarını gütmekte olan müşrik Rekkâne ile karşı karşıya geldi. Rekkâne Mekkeliler içinde hepsinden daha kuvvetliydi. Hz. Peygamber: «Ey Rekkâne, seni güreşerek yener-sem bana iman eder misin? Peygamberliğimi tasdik eder misin?» diye sordu. Rekkâne «Ederim» dedi. Rasûl-ü Ekrem Rekkâne'yi üç defa yıktı. Sonra Rekkâne bazı mucizeler istedi. Hz. Peygamber orada bulunan bir ağacı çağırdı, ağaç yönelip geldi. Buna rağmen Rekkâne iman etmedi ve Mekke'ye gelip şunları söyledi: «Ey Ha-şimoğullan! Bu sihirbazınızla yeryüzündeki bütün insanları büyü-leyin.»

îşte o zaman bu ayet Rekkâne ve benzerleri hakkında nazil oldu.

18. ayetin sonunda gelen «Dafıirun» kelimesi zelil edilmiş de­mektir. Yani siz ve daha önce geçen atalarınız zillet içerisinde ol­duğunuz halde haşre gönderileceksiniz. Hz. Peygamber'in burada «Neam» (Evet) demesi kâfiydi. Fakat «Ve entum dahirun» cümle­sini de ekledi. Tıpkı Rasûl-ü Ekrem'in Ubey bin Halefe, kurumuş bir kemiği elinde ufalayarak gelip; «Ey Muhammedi Bunu Allah'ın dirilteceğine inanıyor musun?» diye sorduğunda: «Evet, buna ina­nıyorum. Allah seni de haşre gönderecek ve cehenneme sokacak­tır» demesi gibi. Yani cevapta daha fazla ibare kullanılmıştır ki karşısındaki kişinin zilleti daha fazla görülsün.

«Zecretun» bağırmak demektir ve onunla Sur'un ikinci üfürü-îüşü kastedilmektedir. Bağırmak hasrın kopmasına sebep oldu­ğundan dolayı ayet «Haşr bir tek bağırmadır» şeklinde mecazî ola­rak tabir edilmiştir.

«Onlar ansızın bakarlar»;  yani   onlar kabirlerinden kalkmış ve Allah onlan diriltmiştir. Dünyada gördükleri gibi görmektedir ler veya başlarına gelecek olanı beklemektedirler.

«Din» kelimesi ceza mânâsındadır. Yani, «Bu amellerimizin karşılığını alacağımız bir gündür». Onlar bunu nasıl anlamışlardır? Çünkü onlar dünyada haşrolunacaklannı, hesaba çekileceklerini, amellerine karşılık cezaya çarptırılacaklarını işitmişlerdi. Gözle^ riyle gördüklerinde «Kesinlikle bu odur» dediler.

«Fasl» hüküm demektir. Veya iyilik yapanla kötülük yapanın arasını ayırmak mânâsındadır. «Zalimleri hasredin» hitabı melek, leredir. Veya meleklerin bir kısmı diğerine bu hitabı yapar. İbn Ebi Hatun, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Melekler zebani-lere; Zalimleri hasredin! diye emrederler». Yani onları alın, hesap yerine getirin veya hesap yerinden alıp cehenneme götürün! Fakat ayetin siyak ve sibakı birinci yorumu desteklemektedir[6].

 

Eşlerinden Maksat Nedir?

 

«Onların zevceleri» hakkında Abdurrezzak, İbn Ebi Şeybe, İbn'ul-Munzir ve Hakim, Numan bin Beşir tankıyla Hz. Ömer'den şöyle rivayet ediyorlar: «Onların eşlerinden maksat kendileri gibi olan benzerleridir. Faizciler faizcilerle, zinacılar zinacılarla, içki-çiler, içkicilerle haşr edileceklerdir.»

Cemaa, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Zevcelerinden maksat benzerleridir.»

Bu tefsir aynı zamanda İbn Cübeyr, Mücahid ve İkrime'den de rivayet edilmiştir. Çünkü «Zevç» kelimesinin asıl mânâsı eşit, denk demektir. Meselâ sağ ayaktaki ayakkabı sol ayağın zevcidir. Yani benzeridir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayette ise bunun onla rın kâfir hanımları demek olduğu bildirilmektedir. Rumanî bunu tercih etmektedir. Bazıları «Onların şeytanlardan olan denkleri de­mektir» demişlerdir.   Bu yorum Dahhak'tan rivayet edilmektedir.

«Allah'tan   başka tapmakta   oldukları diğer mdbudlarını da haşre getirin» ki onlar daha fazla üzülsünler, mahcup olsunlar.

Ayet metnindeki «Ma» edatı geneldir, her mabudu kapsamak­tadır. Melekler, İsa ve Üzeyr de buna dahildir.

Bazılarına göre «Ma» edatı putlardan ibarettir. Çünkü akıl sa­hipleri için bu kelime kullanılmaz. Burada sözkonusu edilen bâtıl mabudlara tapan müşriklerdir.

«Onlara cehennem yolunu gösterin»; yani onlara cehennemi gösterin. «Cehim» kelimesinden maksat ateştir. Ateş tabakalarının herbirine ateş denilmektedir. Bu kök esasen şiddetle yanmak mâ­nâsım ifade eder. Sırat ve hidayet kelimeleri onlarla istihza etmek için kullanılmıştır.

«Onları haşr yerinde durdurun». Çünkü onlara akideleri ve amelleri hakkında sual sorulacaktır.

Ayetin zahirinden, cehennem yolu onlara gösterildikten sonra bu sorularla muhatap olacakları anlaşılmaktadır. [7]

 

Meal

 

25- Size ne oldu ki birbirinize yardım etmiyorsunuz?»

26- Hayır! Onlar o gün (boyun bükerek) teslim olanlardır.

27- Onlar (tebaa üe Önderleri) birbirlerine yönelip tartışır­lar:

28- (Tebaa:) «Şüphesiz ki siz bize sağdan (dinden veya ha­yırdan veya kuvvetten) geliyordunuz» derler.

29- (Önderler de)   derler ki:  «Hayır!  Siz inanmışlar değil­diniz.»

30- «Bizim sizin üzerinizde bir baskımız olmadı. Hayır! Siz azgın bir güruh idiniz.»

31- «Bu sebepten ötürü Rabbimîzin sözü aleyhimize gerçek­leşti. Hiç kuşku yok ki azabı tadacağız.»

32- «Sizi biz azdırdık. Çünkü kendimiz de azmıştık.»

33- O gün onlar azapta ortaktırlar.

34- İşte biz suçlulara böyle yaparız!

35- Çünkü onlar «Allah'tan başka mabud yoktur» denildiği zaman böbürlenirlerdi.

36- Ve; «Biz mabudlanmızı deli bir sair için mi terkedelim?» derlerdi.

37- Hayır!   (O deli değildir). O Hak  (İslâm)  ile gelmiş ve (daha önceki) peygamberleri tasdik etmiştir!

38- Kuşkusuz ki sizler elem verici o azabı tadacaksınız!

39- Siz sadece yaptıklarınıza karşılık ceza görüyorsunuz.

40- Fakat Allah'ın ihlaslı kulları bundan müstesnadır!

41- İşte onlar için belli bir rızık vardır.

42/43- Meyveler vardır.  Ve  onlar nimet cennetlerinde ik­rama nail olmuşlardır.

44- Tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.

45- Pınardan   (doldurulmuş)   bir  kadehle  çevrelerinde  do­laşılacaktır.

46- O berraktır ve içenlere lezzet verir.

47- O içkide ne bir başağnsı vardır ne de onlar onunla sar­hoş olurlar.

48- Yanlarında bakışlarını yalnız eşlerine çevirmiş  ceylan gözlü eşler vardır.

49- O eşler sanki saklı   (el değmemiş)  yumurta gibidirler.

50- (Cennetlikler) birbirlerine dönüp sorarlar.

51- Onlardan  (cennetliklerden)  bir sözcü;  «Benim dünya­da bir dostum vardı» der. [8]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(25-51) «Size ne oldu ki birbirinize...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Siz niçin birbirinizle yardtmlaşmıyorsunuz?» hitabı müşrik­ler ile onların bâtıl mabudlanna veya sadece müşrikleredir. Yani siz dünyada birbirinize yardımcı olacağınızı iddia ediyordunuz. Şimdi niye olmuyorsunuz? Rivayete göre Ebu Cehil, Bedir günün-de, «Biz birbirimize yardım eden bir cemaatiz» demişti.

28. ayetin sonundaki yeminden maksat, hayr Gihetidir. Cüb-bai'ye göre bu kelimeden maksat nasihat ve bereket demektir. Ya­ni siz bize nasihat ve bereket yönünden gelerek üzerinde bulundu­ğunuz küfre bizi teşvik ediyordunuz. Yemin kelimesinin kuvvet ve kahr manasında olması mümkündür. Yani siz kuvvet ve kahr yönünden bize geliyor ve bizi galip gelmenizden ötürü sapıklığa zorluyordunuz. Burada «Yemin» üe kasem de kastedilmiş olabilir. Yani onlar, üzerinde bulundukları bâtılın hak olduğuna dair ye­min ederek müşriklere giderlerdi. Bazıları «Yemin kelimesi şelu vet ve hevai nefis demektir» demişlerse de bu çok uzak bir yorum­dur.

«Sultan» kelimesi kahr ve tasallut demektir. Yani sizin seçme hakkınızı elinizden almaya gücümüz yetmezdi.

«Tâğin» günahlarda hududu aşanlar, günah üzerinde ısrar edenler demektir.

«Onlar o gün azapta ortaktırlar»; sapıklıkta ortak oldukları gibi. Fakat başkasını ifsad edenlerin azabı daha şiddetlidir. Çünkü onlar hem kendi günahları hem de diğer günahkârların günahı ka­dar günah işlemektedirler. Yani azapta ortaklıkları müsavatı ge­rektirmez. [9]

 

Müşrikler Niçin Peygamber'e Deli Şair Derlerdi?

 

«Mecnun şair» den maksatları Hz. Peygamber'dir. Onların, «Şair»i mecnunla vasıflandırmaları bir görüşe göre istihza etmek içindir. Yani Peygamberle istihza ediyorlardı. Çünkü şiir tam bir $ aklı gerektirir. Böylece o akılla garip mânâlar derleyebilir ve güzel şiirler söyleyebilir. Fakat bu söz yerinde değildir. Çünkü nice aklı eksik şair, nice içki ile sarhoş olup güzel şiir söyleyen kimse gö­rüyoruz.

«O hakkı getirdi. Peygamberleri de doğruladı» cümlesi müş­rikler için bir reddiye ve onları yalanlamak için sevkedilen bir cümledir. Yani bu cümle Rasûl-ü Ekrem'in tevhidi getirdiğine işa­ret etmektedir. Tevhidin de delille sabit ve gerçek hak olduğu or­taya çıkmıştır. Bütün peygamberler bunun üzerinde ittifak etmiş-lerdir. Öyleyse şiir ve delilik Hz. Peygamber'in yüce makamından uzak iddialardır.

Ayet metnindeki   «Saddaka»   keümesi şeddesiz de (sadaka)  okunmuştur.                                                                                   

«Malum olan rızık» tan maksat, özellikleri bilinen nzıktır. Me-selâ daimidir, hiç kimse tarafından kesilemez, tadı güzeldir, kokusu hoştur. Rızık ancak bir miktarla takdir edildiği zaman ma­lûm olur şeklindeki itiraz yerinde değildir. Zira başka bir ayette «Onlar orada hesapsız olarak rızıklamrlar» denilmektedir. Hesap altına girmeyen bir şeyin hududunun takdiri olamaz. Bu nedenle de malûm olmaz.

«Onlar ikrama uğratılmışlardır»; yani Allah katında... Onlar için herhangi bir zillet artık bahis konusu değildir. Bu da sevapla­rın en büyüğü ve himmet sahipleri için en uygunudur.

«Onlar İkrama uğratılmıştır» cümlesi cismani nimetlerden sonra zikredildiğine göre ruhani nimetlere de işaret olabilir.

«Cennati naim» den maksat, içinde daimi bir şekilde nimet olan cennetler demektir.

«Yutafu» fül-i meçhulünün faili, müşriklerin mükellef olmaz­dan Önce ölen evlâttandır. Zira sahih bir hadiste «Onlar cennet eh­linin hizmetçileridir» buyurulmuştur. Cenab-i Hak başka bir ayet­te «Ebedi olan vildanlar onlara kadehler sunmaktadırlar)) buyur­maktadır. Ayet metnindeki «Ka's» kelimesi şarap demektir. Nite­kim İbn Abbas da böyle söylemiştir. İbn Ebi Şeybe ile İbn Cerir Dahhak'tan böyle rivayet etmişlerdir.

Dahnak «Kur'an'da zikredilen her«ka's» kelimesinden, içki kastedilmektedir» demiştir. Aynı yorum İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Bu, hakikat yerine kullanılmış meşhur bir mecazdır. Yani mazruf yerine zarf zikredilmiştir. «Ka's» lâfzını içinde şarap olan kap şeklinde tefsir etmek de mümkündür. Lügat alimleri «Şa­rap kabına, içinde şarap olmadıkça ka's denilmez» demişlerdir. Eğer içinde şarap yoksa ismi kadehtir. Ragıb, «Ka's, içindeki mad­de ile beraber kab demektir» diyor. Zarfa da mazrufa da ka's de­nilebilir. Bazıları «Ağzı geniş, tutamağı olmayan her kaba ka's de­nilebilir» demişlerdir.

«Ma'tn» kelimesinden maksat, bilinen ve yeryüzünde akan su veya şarap veya menbalardan çıkan su demektir. Cenab-ı Hak, cennet içeceğini dünyada akan suya benzetmektedir. O da cennet­te akan nehirler haline gelir. Cenab-ı Hak bu kelimeyi ayrıca ayak­larla ezilmemiş, ellerle sıkılmamış, tabii pınarlardan fışkırmış mâ­nâsını ima etmek için kullanmıştır.

46.  ayetin metninde «Bembeyaz» mânâsına gelen «Beyda» ke­limesi ka's kelimesinin sıfatıdır. Hasan Basri'den gelen bir riva­yete göre cennet şarabı sütten daha beyazdır. İbn Cerir'in Süddi' den rivayet ettiğine göre Abdullah «Beyda» kelimesini «Safra» şek­linde okumuştur ki, «Sapsarı» demektir. Şarabın dünyada bu şe­kilde vasıflaridınldığı da bazı şiirlerde geçmektedir.

Ayetteki «Lezzet» kelimesi leziz yani tatlı mânâsım ifade eder. Zemahşeri «Uyku vermek suretiyle lezzetlidir» der.

«Gavl» kelimesi Ragıb'a göre belli etmeksizin bir şeyi helak etmek demektir. Burada «Hiçbir zarar vermez» mânâsını ifade et­mektedir. Orada zarar veren hiçbir şey yoktur.

Beyhaki ve bir grup, İbn Abbas'tan şöyle rivayet ederler: «O şarapta baş ağrısı yoktur.» Yani içenin başı ağırmaz.

47.  ayetin metnindeki «Yunzefune»; sarhoş olmak demektir. Yani onlar sarhoş olmazlar demektir. (Bu yorum tbn Abbas'tan rivayet edilmiştir).

«Onların (cennetliklerin) katında, gözlerini sadece kocalarına çevirmiş, başkalarına bakmayan hanımlar vardır. »Bu yorum, İbn Abbas, Mücahid ve İbn Zeyd'den gelmiştir. Bazılarına göre ayetin mânâsı nazdan ötürü gözlerini açmayan kadınlar vardır demek­tir.

Bu cümle ya daha önceki cümleye atıftır veya haldir. Yani gözlerini kocalarından başkasına çevirmeyen kadınlar olduğu hal­de onlara şarap kupaları takdim edilmektedir. «Iyn» kelimesi «Ayn»m çoğuludur ve güzellik içinde, iri göz demektir. Vahşi ineğe «lyn» denilmesi gözlerinin büyükçe olmasındandır. [10]

 

Korunmuş Yumurtadan Maksat Nedir?

 

«Onlar sanki korunmuş yumurtalardır», yani Cenab-ı Hak on­ları yuvada tüylerle korunmuş, hiç kimsenin eli dokunmamış yu­murtalara benzetmektedir. İbn'ul-Munzir, İbn Abbas'tan ve aynı zamanda İbn Zübeyr'den, İbn Ebi Hatim ile İbn Cerir de Süddi' den şöyle rivayet ediyorlar: «Beydun meknunvn» kabuk ile sarı arasındaki kısımdır. Yani yumurta piştikten sonraki kısmın yu­muşaklığı, cennet kadınlarına benzetilmiştir. Bunun için halk ta-bakast kadını överken «O sanki kabuğu soyulmuş bir yumurta gibidir» der. Cennette cennetteki nefislerin iştahım çeken, gözle­rin lezzetlendiği her şey vardır.» [11]

 

Meal

 

52- «O bana derdi ki: «Gerçekten sen de hasrı doğrulayan­lardan mısın?»

53- «Gerçekten  bizler öldüğümüz,  toprak  ve   kemik  oldu­ğumuz zaman mı, biz mi sorguya çekileceğiz?»

54- O  (sözcü): «Acaba sizler  (o arkadaşımın nerede oldu­ğunu)  biliyor musunuz?» dedi.

55- Bakıp duruma vakıf oldu:  Onu cehennemin ortasında gördü.

56/57 — O sözcü (cehennemdeki arkadaşına) «Yemin ederim ki sen az daha beni de helak edecektin. Rabbimin nimeti olma­saydı şimdi ben de  (cehenneme)  getirilenlerden olurdum.

58/59- İlk ölümümüz hariç bir daha ölmeyeceğiz değil mi? Azap da görmeyeceğiz.

60- Kuşkusuz bu büyük kurtuluşun ta kendisidir.

61- Çalışanlar işte böylesi bir kurtuluş için çalışsınlar.

62- Konukluk bakımından bu mu iyidir yoksa zakkum ağa­cı mı?

63- Biz onu zalimler için bir fitne   (mihnet ve imtihan) kıldık.

64- Şüphesiz ki o ağaç cehennemin dibinde bitip çıkan bir ağaçtır.

65- Onun tomurcuklan şeytanların başları gibidir.

66/67- Kuşkusuz ki onlar (cehennemlikler) muhakkak on­dan yerler ve karınlarım onunla doldururlar. Sonra onlara çok sıcak su ile karıştırılmış bir içki vardır.

68- Sonra dönecekleri yer yine cehennemdir.

69/70- Onlar atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı. Böylece onlar da atalarının izlerine itiliyorlardı.

71- Andolsun ki kendilerinden  önce  geçenlerin çoğu sap­mıştı.

72- Andolsun ki içlerine uyarıcılar (peygamberler) gönder­miştik.

73- (F-y Rasûlüm) bak o uyarılanların sonu ne oldu!

74- Ancak Allah'ın ihlaslı kullan müstesna!

75- Andolsun bize dua etmişti. Biz de onun duasına ne gü­zel icabet etmiştik!

76- Biz onu da, aile efradını da en büyük felâketten kur­tardık. [12]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(52-76) «O bana derdi ki: Gerçekten sen de...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Birbirlerine yönelip de cennette içki içtiklerinde konuşurken içlerinden biri bu' konuşma esnasında der ki «Benim dünyada bir dostum vardı. İman etmem ve hasn tasdikimden dolayı beni kı­namaktaydı. «Sen buna inanıyor musun, bunu tasdik edenlerden misin? Öldüğümüzde, toprak olduğumuzda, kemik yığını haline geldiğimizde geri gönderilecek miyiz? Hasredilip cezaya çarptın-lacak mıyız?» derdi.

Bazı kıraatlarda «MusaddiMne» yerine «Mııssadıkîne» şeklin­de okunmuştur. Yani «Sen tasadduk edenlerden misin?» demek­tir.

Bünyadaki arkadaşından bahseden kişi cennette sohbette bu­lunan arkadaşlarına: «Siz cehennem ehline bakar mısınız ki o ar­kadaşı size göstereyim?» der.

Bu istifhamdan maksat arz veya emirdir. Bunun gayesi kötü arkadaşının kötü halini onlara göstermektir ki onlarla ünsiyet pey­dan etsin. Bazıları «Doğruluğunu tasdiklemek için böyle bir tek­lifte bulunmuştur» demişlerdir.

Muhtemelen   cennetlikler cehennemliklerden   birine bakmak İstediklerinde A'raf üzerinde durur, bakarlar ve onu görürler. Ba­zıları «Bu sözü söyleyen Cenab-ı Hak veya meleklerdir» demişler­dir. Yani cennet ehlinden sohbete dalanlara Cenab-ı Hak veya me­lekler şöyle der: Cehennem ehline bakmak ister misiniz ki size o kötü arkadaşı göstereyim? Ki onun ve kendinizin mertebesinin ne olduğunu bilesiniz.

Bazıları «Bu sözü söyleyen o cehennemliğin dünyadaki arka­daşıdır. Siz zamirinin muhatabı ise meleklerdir» demişlerdir. San­ki bu kişi yanında hazır bulunan meleklere «Ateşte azap görmek­te olan arkadaşımı size göstereyim mi?» demektedir. Böylece ce­hennem ehline bakar ve o kötü arkadaşını cehennemin ortasında görür. Ayet metnindeki «Seva» kelimesi orta demektir.

Cennetlik olan ateşteki arkadaşına «Allah'a yemin ederim, ne­redeyse beni de helak ediyordun» demiştir. El-Bahr'da «Bu yemin­de böyle bir arakadasın şerrinden nasıl sağlam kaldığına hayret etmek vardır. Zira neredeyse arkadaşı onu helake götürecekti» de­nilmektedir.

57. ayetin sonundaki «El-Muhdarîn» kelimesi azap için hazır edilmişler demektir.

«Nasıl biz ölmeyecekmiymişiz?» cümlesi cehennemdeki arka­daşıyla konuştuktan sonra cennetteki arkadaşlarına o kişinin söy­lediği bir cümledir. Bunu Cenab-ı Hak'kın kendisine vermiş olduğu büyük lütuf ve daimi nimetten dolayı söyler ve böylece cehennem­deki arkadaşını da kınamış olur.

«Birinci ölüm»6.en maksat dünyadaki ölümdür. Bu ölüm ehli sünnete göre kabre girildikten sonra sual için diriltilen kişinin hayatını da kapsamaktadır. Zira bu hayat tam olmadığı ve zama­nı çok az olduğundan dolayı tam bir hayat sayılmaz.

Bazıları «Cennet ehli cennete ilk girdikleri zaman Ölmeyecek­lerini bilmezler. Onlara ölüm, melih bir koç suretinde getirilir ve kurban edilir. Sonra: «Ey cennetlikler! Ölümsüzlük ölümsüz bir ebediyettir cennet hayatı. Ey ateşliler! Ölümsüz bir ebediyettir ateş hayatî!» diye nida edilir. İşte onlar o zaman ölmeyeceklerini bilir­ler» demişlerdir.

«Ateş ehli gibi biz azaba duçar olmayacak mışız? cümlesi de o zatın konuşmalarındandır. Yani bu ayetten azaba duçar olun­mamalarının devam: kastedilmektedir. Azap görmemenin devamı büyük bir nimettir. Zira nimetin zail olması da bir nevi azaptır, hatta azabın en şiddetli sidir. Hatta zevalin tasavvuru bile azaptır. Çünkü onunla beraber yaşamın herhangi bir tadı bahis konusu değildir. Aynı ayet ihtiyarlığın olmayacağını, enerjinin tükenmeye­ceğini de vehmettirmektedir. Çünkü böyle bir şey vehmetmek de azabın bir çeşididir. [13]

 

Yüce Zafer

 

«Kesinlikle bu yüce bir zaferdir» cümlesi de o zatın sözlerin-dendir. Bu son cümle Cenab-ı Hak'kin kelâmı olabilir. O zatın söy­lediklerini ikrar ve ayetin muhatabı olan Hz .Muhammed'i ve üm­metini tasdik etmek mânasını taşıyabilir. Tekid bu haberin şanı­na verilen ehemmiyete binaen olmuştur. İşte böyle bir büyük fazlı elde etmek için çalışanların çalışmaları uygundur. Yoksa dünya nazları, geçici zevkleri, çeşitli elemlerle karışık olan zevkleri elde etmek için değil. Bu cümle de muhtemelen o zatın konuşmasının tamamlayıcısıdır. Bu takdirde ona «Ahiret'te amel etmek yoktur» şeklinde itiraz edilemez. Çünkü burada amel kastedilmektedir. [14]

 

Zakkum Ağacı

 

Ağırlamak için «Bu nimet mi hayırlıdır yoksa zakkum ağacı mı?» cümlesi ise Allah'ın yüce kelâmındandır. Ve «Onlara gelince, onlar için belli bir rızık vardır» cümlesi üzerine atfedilmektedir. Bu iki cümle arasında zikredilen cümleler ihtirazi cümlelerdir ve bu münasebetle zikredilmişlerdir.

Ayetin metnindeki «Nüzulen» kelimesi lütuf, ikram demektir. Bir şeyden hasıl olan hakkında da kullanılır. Nitekim «Bal yerin nüzulünden değildir» denir. Yani yerden hasıl olmuş değildir. Mi­safir için hazırlanan yemeğe de nüzul denilmektedir.

«Zakkum» ise yapraklan küçük, acı, pis kokulu, sütlü bir ağa­cın ismidir. İnsanın derisine dokununca deri şişer. Bu ağaç Ara­bistan'ın Tihame bölgesinde bulunmaktadır. Ayrıca sahranın so­nunda ve kuru olan memleketlerde bulunur. Yani o belli hasılı lez­zet ve sevinç olan rızık mı ziyafet olarak daha hayırlıdır yoksa zakkum ağacı mı? Bu iki ikram arasındaki üstünlük kınamak ve onlarla alay etmek için mukayese edilmektedir. Yani malum ve cennet ehlinin ziyafeti olan rızık ile cehennem ehlinin ziyafeti olan zakkum ağacından hangisi daha hayırlıdır?

63. ayetin metnindeki «Fitne» kelimesi mihnet ve Ahiret'te on­lara verilecek azap demektir. Onların dünyada imtihan edilmesi mânâsına da gelir. Çünkü onlar ateşte zakkum ağacının olduğunu işittiklerinde «Ateş ağaçları yakar. Nasıl olur bu?» dediler. Hatta Ebu Cehil, işi alaya alarak «Allah'a yemin ederiz, biz zakkumu bil­meyiz. Ancak hurma, kaymak biliriz» demişti. Onlar ateşte yaşa­yan ve ateşten lezzet alan bir mahlûkun yaratılmasına kadir olan Allah Teâlâ'nm bir ağacı ateşte yaratmaya ve onu yanmaktan, yakılmaktan korumaya kadir olduğunu anlayamıyorlardı. Zira ateş ancak Allah'ın izniyle yakar. Zakkum ağacının bittiği yer ateşin derinliğidir. Onun dallan cehennemin derekelerine göre yük­selir.

«TaVuha» kelimesi onun yükü yani meyveleri demektir. «Onun meyveleri sanki şeytanların başlan gibidir». Yani çirkinlik ve pis manzara bakımından şeytanların başlarına benzer. Araplar çirkin suretleri şeytana benzetirler ve «Sanki o şeytanın yüzüdür» veya «Şeytanın başıdır» derlerdi. Onlar her ne kadar şeytanı görmemiş­ler se de kültür ve inançlarında şeytan cidden çirkindir ve şerrin misâlidir. Onların hayalinde çok çirkin bir surette resmedilmiştir. Araplar güzel suretleri de meleğe benzetirlerdi. Çünkü onların iti­kadına göre melek bir hayrdır ve onda şer yoktur. Onların haya­linde melek en güzel bir şekilde şekillenmiştir.

Ayetteki teşbihi bahsi geçen mânâya hamletmek îbn Abbas ve Muhammed bin Kâb el-Kurezi'den rivayet edilmiştir. Cübbai'nin iddiasına göre şeytanlar cehenneme girerler ve cidde,n çirkin su­rette olurlar. Azalan çirkindir. Bu nedenle Cenab-ı Hak'kın ayet­ten maksadı onların sanki ateşteki şeytanlann başları gibi olması­dır. [15]

 

Şeytan Başlarından Maksat Nedir?

 

Bazıları «Şeytanların başlarından maksat, Yemen'in bir tara­fında yetişen belli bir ağaçtır. Onun sureti çok çirkindir. Ona eU İsten veya el-üstün denilmektedir» demektedirler. Esmai, «O ağa­ca es-Sun denilir» diyor. Bazıları ise «Şeytanlar ibikli yılanlardan bir cinstirler» demişlerdir.

67. ayetteki «Şevben» kelimesi hararetli, şiddetli harareti bu­lunan bir su ile karıştırılan bir nevi şaraptır. Buna gassak denir ki cehennemliklerin yara-berelerinden damlamaktadır.

Bazıları «Bu esasen gassak değil şedittir. Gassak cehennemde bir çeşmenin ismidir. Oraya yılanların, akreplerin, kâfirlerin göz­lerinden akan yaşlar toplanır. Onlar çok susadıklarından dolayı bu suyu içmek mecburiyetinde kalırlar. Onu içtikten sonra barsakla-n paramparça otur» demişlerdir.

«Sonra onların dönüşleri cahimedir»; yani ateşteki yerlerine-dir. Çünkü cehennemde yerler hazırlanmıştır. O her yerin içinde çeşitli belâlar vardır. Cehennemlikler oradan çıkarlar, ateşin alev­lendiği yere giderler, başka bir yere sevkolunurlar ve bu içkiyi iç­tikten sonra yerlerine dönerler. Tıpkı ahırdan çıkan ve su içtikten sonra tekrar ahıra dönen hayvanlar gibi. Katade bu yoruma işaret etmiş «İşte bu, mücrimlerin yalanladığı cehennemdir» ayetini oku­muştur. Onlann dönüşleri cehennem derekelerinedir. Onlar cehen­nemde bir yerden diğer bir yere sevkedilirler. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre zakkumun bir damlası yeryüzüne inse insanların maişetlerini fesad eder. (Bu rivayeti Ebu Şeybe nakletmektedir). Acaba hamimle beraber içeceği gassak ve sedid olan bir kimsenin hâli ne olur? Allah'ın rızasını, cennetini ister ve onun gazab ve cehenneminden yine kendisine sığınırız!

Onlar bu azabı din hususunda atalarını taklit ettiklerinden dolayı çekmektedirler. Onların da atalarının da elinde herhangi bir belge/delil yoktur. Onlar atalarını hakikatte sapık olarak gör­düler. Onlar da düşünmeksizin onlara tâbi oldular. Ayetin sonun­daki «Yuhraune» fiili şiddetli sürat mânâsına gelen «İhrea» kökün­den gelir. Yani onlar sanki atalarının izinde sürüyorlar gibi gi­derlerdi.

71. ayet genel bir kaide getiriyor: Zakkum ağacından yiyen zalimler olan ve Kureyşliler'den önce gelen ümmetlerin çoğu da­lâlete gitmiştir. Allah Teâlâ o ümmetlerin hepsine onları kötü aki-betten alıkoymak için peygamberler göndermiştir. Dikkatle bak, acaba uyanlanlann akibeti ne oldu? Dehşet, fecaat ve felâket oldu. Çünkü onlar uyanya kulak vermediler, başlarını kaldırıp bak­madılar.

72. ayetteki hitap Hz. Muhammed Mustafa'yadır veya hitaba kabiliyeti olan herkesedir.

«Andolsun, Nuh bize yakardı» ayetiyle Cenab-ı Hak daha önce durumlarına değinilen birtakım peygamberlerin hallerini tefsir et­meye başlıyor. Hz. Nuh, ikinci Adem sayılır. Hz. Nuh'un duası içinde kavminden olan kâfirlerin yok olması duası da vardır.

Hz. Nuh, kavminin iman etmesinden ümidini kestikten ve uzun zaman onları Allah'a davet ettikten sonra bu dilekte bulunmuş­tur. Hz. Nuh'un uzun zaman zarfındaki çağrısı onlarda ters yön­den etki yapmıştır. [16]

 

Büyük Üzüntü

 

«EUKerb'ul-Azim» ile maksat Süddi'nin rivayetine göre tufan­la onlan garketmektir. Bazı müfessirler «Kavminin eziyeti demek­tir}) demişlerdir. Eagıb el-İsfehani; «Kerb şiddetli üzüntüdür. Esas mânâsı toprağı küreklerle, nadas aletleriyle alt-üst etmek demek­tir» demiştir. Veya yaklaşmak mânâsmdadır. Veya kuyudan su çe­kerken kovaya bağlanan bütün bağlaçlara denir ki üzüntü de kalp üzerinde tıpkı bir bağlaçtır. [17]

 

Meal

 

77- Biz Nuh'un zürriyetini  (yeryüzünde)  kalıcılar kıldık.

78- Sonra gelenler arasında ona iyi bir nam bıraktık.              

79- Alemler içinde (bizden) ona selâm!                                  

80- İşte biz iyilik edenleri böyle  mükâfatlandırırız.

81- Kuşkusuz ki Nuh bizim mümin kullanmızdandı.                

82- Sonra diğerlerini boğduk.

83- Kuşkusuz ki İbrahim de Nuh'un ta raf t arların dandı.            

84- (Hatırlat o zamanı ki)  İbrahim, Rab bin e tertemiz bir  kalple gelmişti.

85- İbrahim babasına ve kavmine «Neye ibadet ediyorsu  nuz?» demişti.                                                                                   

86- «Allah'ı bırakarak sahte birtakım mabudlar mı istiyor sunuz?»

87- «Öyle ise bütün âlemleri vareden Allah hakkındaki zan-nımz nedir?»

88/89-Bunun üzerine İbrahim yıldızlara baktı, «Ben has­tayım» dedi.                                                                                       

90- Kavmi  de  arkasını  dönüp  gitti.

91- İbrahim   yavaşça  onlann  putlarının  yanına vardı.  Ve (konulan  yemeklerin  yenilmediği   görünce):    «Niçin  yemiyorsu-nuz?» dedi.

9- «Niçin konuşmuyorsunuz?»

93- Sonra üzerlerine yürüyüp, sağ eliyle onlara kuvvetlice vurdu.

94/95- (İbrahim'in kavmi) koşa koşa ona doğru geldiler. (İbrahim) «Siz (elinizle) yonttuklarınıza mı kulluk ediyorsu­nuz?» dedi.                                                                                           

96- «Oysa sizi de, bu yonttuklarınızı da yaratan Allah'tır.»      

97- «İbrahim'e mahsus bir bina yapın.  (İçini odunla dol durup ateşleyin). Sonra onu kızgın ateşe atın!» dediler

98  — Onlar İbrahim'e tuzak kurmak istediler. Biz de onları rezil ettik!

99-(İbrahim): «Ben Rabbinıe gidiyorum. O beni doğru yo­la iletir» dedi.                                                                                    

100/101- Sonra, «Rabbim! Bana hayırlı bir evlât ihsan ey- ^ le!» diye yakardı. Biz de ona uysal bir oğul müjdesi verdik.

102- (Bu oğul) babasıyla birlikte çalışabilecek bir yaşa gel- & diği zaman (İbrahim ona): «Ey oğlum! Rüyamda seni kurban  ettiğimi gördüm. Buna ne dersin? Düşün!» dedi. (Çocuk): «Ba- $ bacığım! Sana emrolunanı yap. İnşaallah beni sabredenlerden g bulacaksın» dedi. [18]                                                                                  

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(77-102) «Biz Nuh'un zürriyetini...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«Biz Nuh'un zürriyetini Nuh'tan sonra yaşayanlar kıldık»; ya­ni Nuh'un «Yeryüzünde yurt sahibi bir kâfir bırakma» duasını kabul ettikten sonra hepsini helak ettik. Sadece Nuh'un zürriyeti (soyu) devam etmiştir. Rivayete göre gemide Hz. Nuh'la beraber olanların hepsi, Nuh'un çocukları, Sam, Ham, Yafes ve onların hanımları müstesna, hepsi helak olmuştur. Kıyamet'e kadar gelen beşeriyetin hepsi bu üç evlâttan gelmektedir. [19]

 

Tüm İnsanlar Nuh'un Zürriyeti Midir?

 

Bütün insanların Hz. Nuh'un zürriyetinden olduğuna, bazıları bu ayetle delil getirmişlerdir. Bir grup da «Allah Hz. Nuh'un zür-riyetini bakî bıraktı, onun soyunu uzattı. Fakat insanların hepsi Hz. Nuh'un soyundan değildirler. Aksine bazı ümmetler vardır ki Hz. Nuh'la h4çbir ilgileri yoktur» demiştir. (El-Bahr'ul-Muhit). Ya­ni bu görüşün sahipleri tufanın genel olduğunu kabul etmemekte­dirler.

Ayetteki hasr gemide bulunanlara nisbetendir. Hz. Nuh'un ev­lâtlarının dışında da gemide bulunanlar vardı. Sanki ayet şöyle diyor: «Biz onun zürriyetini bafci kıldık, gemide onunla beraber olanların hürriyetlerini değil». Hz. Nuh'la beraber olmayanların zürriyyetini baki kılmadığı bundan anlaşılmaz. Çünkü uzak mem­leketlerin bir kısmına Hz. Nuh'un daveti ulaşmamıştı. Oralardaki insanlar garkolmayı hak etmemişlerdi. Meselâ Çinliler gibi. Bu ayetin umum ifade edip, haşnn boğulanlara nisbeten olması müm­kündür. Yani biz Nuh'un zürriyetini baki kıldık. Onlardan başka garkolanlann herhangi birinin zürriyetini baki kılmadık.

«Selâm Nuh'un üzerine otsun» cümlesinden maksat, hikâye yoluyla gelen bir kelâmdır. Yani biz Nuh'un üzerinde bu kelâmın kendisini bıraktık veya diğerleri içinde onun üzerine onların «Se­lâm Nuh'un üzerine olsun» sözlerini bıraktık.

Bazıları «Bu Allah'ın selâmıdır. Başkasından gelen bir selâm değildir» demişler ve ayeti şöyle yorumlamışlardır: «Biz onun üze­rine güzel sena bıraktık ve ondan sonra Kıyamet'e kadar bu duayı kıldık.» (Bu yorum İbn Abbas, Mücahid, Katade ve Süddi'ye nis-bet edilmiştir).

«AIemler»den -maksat, melekler, cin ve insanlardan meydana gelen topluluklardır. [20]

 

Şia'dan Maksat Nedir?

 

«Sonra Nuh'a ve aile efradına ters düşen kâfir kavmi, helak ettik.» Ayetin metnindeki «Şîa» kelimesi din esaslarında Hz. Nuh'a tabi olan kimselerdir. Yani İbrahim de bunun çiindedir. Çünkü, dinin esaslarında Hz. Nuh'a tabidir. Hz. İbrahim ve Hz. Nuh'un şeriatlraında fer'i meseleler ihtilaflı olsa dahi bu esaslarda birdir­ler. Hz. Nuh ile Hz. İbrahim'in şeriatları arasında külli veya ek­seri bir ittifak bulunması mümkündür. Ekseri ittifak oldu mu ek­sere küllün hükmü uygulanır. Hz. Nuh ancak tevhid ve akaidin esaslarıyla peygamber olarak gönderilmişti. O, feri meseleleri getirmemişti. Hz. İbrahim ile Hz. Nuh arasında Hz. Hud ve Hz. Sa­lih vardır. Başka peygamber yoktur. Hz. İbrahim ile Hz. Nuh arasındaki zaman aralığı rivayete göre 1142 yıldır. Bazılarına göre 2640 yıldır.

Ferra diyor ki: «Şia'tihi kelimesindeki zamir Hz. Muham-med'e racidir.» Fakat ayetin zahirinden bizim getirdiğimiz yorum anlaşılmaktadır ve bu yorum İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. «Kalbi selim»den maksat, bütün afetlerden, akidelerin fesadından, niyetlerin kötülüklerinden, hased, hile gibi çirkin sıfatlarından sağlam kalmış kalp demektir.

Katade «Şirk'ten sağlam kalmış demektir» diyor. Fakat genel mânâ daha uygundur. Veya dünya alâkalarından sağlam kalmış kalp demektir. Yani o kalpte dünya muhabbetinden hiçbir şey ol­madığı gibi, dünyaya ve dünya ehline meyletmek de yoktur.

Bazıları «Selim, hazin demektir» demiştir. Bu, yılanın, akre­bin soktuğu kişi mânâsına gelen selimden kinayedir. Çünkü böyle bir felâkete uğrayan kimseye Araplar selim diyorlardı. Bunu da sağlam olsun, sıhhatine kavuşsun diye söylüyorlardı.

«Rabbine geldi» ifadesiyle maksat, kulluk makamına, emirle­ri yerine getirme makamına girmesidir.

86. ayetin başındaki hemze, istifham harfidir. «İfken» kelime­si de ya mefulünleh veya mefulünbihtir. Yani «Siz ifki mi istiyor­sunuz?». Bu takdirde «Aliheten» kelimesi ona bedel olur. [21]

 

Nuh Kavmi Yıldızlara Mı Tapardı?

 

Hz. Nuh'un kavmi belli yıldızları tazim ederlerdi. Her yıldız için bir heykel yapar, o yıldıza uygun bir put koyarlar ve bunu yıldızlara ibadet için vasıta edinirlerdi. Onların ruhaniyetlerinin inmesini bu ibadet aracılığıyla isterlerdi. O yıldızların durumla­rıyla kevni hadiselerin genel ve özel hallerine istidlal ederlerdi. Bir bayram günü şehrin dışına çıkıldı. Kral, Hz. İbrahim'e: «Ya­rın bizim bayramımızdır. Sen de bizimle beraber ol» diye haber gönderdi. Hz. İbrahim bir fırsat çıktığım gördü. Onların Allah'ı birlemelerine sebep olacak bir şeyler yapmalıydı. Onların dikka­tini yanlış bir şeye çevirmemek için bayramda bulunmamak üzere bir özür icat etmeyi düşündü. Bunun üzerine «Ben hastayım» de­di. Hz. İbrahim'in yıldızlar hakkında düşünmesi kâmil insanların göklerin, yerin yaradılışında düşünmesi gibidir. Zira onun şanı­na yakışan da budur. Fakat Hz. İbrahim onların iddialarına göre, hadiselere delâlet eden durumlarda meydana gelen yıldızların kar­şı karşıya gelmeleri, birbiriyle bitişmeleri gibi hallerde düşünüyor, teemmül ediyordu. Ki onları içinde bulundukları küfürden kurtar­maya vesile olan hedefine varabilsin.

Bu gibi hareketler fiillerin tarizlerindendir. Yani bir nevi kur­tarmak için tedbirler kabilindendir. Tıpkı Hz. Yusuf'un önce an­neleri bir olmayan kardeşlerinin yüklerini araştırıp sonra Bünya-min'in yükünden tası çıkarma hareketi gibi. Halbuki tasın hangi yükte olduğunu biliyordu. Fakat bu arama ile onun hangi yükte olduğunu bilmediği vehmim onlara vermişti. Hz. İbrahim «Ben hastayım» demekle «Hasta olacağım» demeyi kastediyor. Çünkü her insan mutlaka hasta olur. Hiç hasta olmazsa ölümün damar­larında seyretmesi ile meydana gelen mizaç bozukluğu kâfidir. Ya­ni «Ben şu anda hastalığa doğru gitmekteyim» demek istemiştir. Veya «Benim mizacım normal normal şeklinden çıkmaktadır» de< mektedir. Onlar da Hz. İbrahim'in kendileriyle beraber bayrama gitmeyi gücü olmadığını sandılar. Bu hastalık Süfyan ile İbn Cü-beyr'e göre taundur. Çünkü onlar «Sakîm» kelimesini tauna tu­tulmuş insanla tefsir etmişlerdir. Veba (denildiği gibi) onlar için en yaygın bir hastalıktır. Onlar vebadan salgın bir hastalık olduğu için çok korkuyorlardı. Hz. İbrahim'in bu sözü tıpkı «Onların şu büyükleri bu işi yaptı» ve bir de hanımı Sara için «Benim karde­şimdir» demesi gibi tariz kabilindendir. Örneğin Rasûl-ü Ekrem hicret yolunda «Sen kimlerdensin?» diye kendisine soran kimse­ye «Sudanım» demiştir. Çünkü Peygamber burada yaradılışın ba-şında su olduğunu kastetmektedir. Fakat sual soran kişi Rasûl-ü Ekrem'in «Ma» isimli bir kabileden olduğunu sanmıştır.

Bazı sahih hadislerde bunlara yalan denilmesinin nedeni, baş­kasının bu sözlerden anladığı mânâya göre söylenmiş olmasıdır. Yoksa mütekellimin tesdikine göre değil. Şefaat hadisinde böyle söylenmesinin günah sayılması meselesine gelince; denilmiştir ki, o gün Hz. İbrahim'e bu söylediği hilafi .evla olarak görülecektir. Yoksa yalan demek değildir.

İbn Ebi Hatim, Katade'den şöyle rivayet ediyor: «O yıldızlara bir bakış baktı» cümlesi Araplar'in bir deyimidir. Şahıs düşünül­düğü zaman o kelimeyi kullanırlar.

Bazılarına göre ayetin mânâsı şöyledir: «Yıldızların hallerine veya ilmine veya kitaplarına veya ahkâmına, bak ki onunla meyda­na gelecek hadiseye dair delil getir». Bazı olayları bilmek için yıl­dızlara bakmak şer'an yasak durumlardan değildir.

Onlar bu söz üzerine Hz. İbrahim'i bırakıp bayram yerine git­tiler. Onlar kendilerinin vebaya yakalanma korkusu sebebiyle Hz. İbrahim'i bırakıp kaçtılar.

Ayet metnindeki «Râge» fiili gizlice gitmektir. Yani İbrahim gizlice putların yanına sokuldu. Putlarla alay etmek kabilinden «Niçin önünüze konan yemeklerden yemiyor sunuz?» dedi. Zira müşrikler bayram günlerinde bereketlensinler diye yemeklerini putların yanına bırakır sonra gelip yerlerdi.

93. ayetin sonundaki «EUYemîn» kelimesinden sağ el kastedilmektedir. Zira onunla çalışmak daha şiddetli ve daha kuvvetli olur, çünkü o en kuvvetli koldur.

Bazıları maksadın yemin etmek olduğunu söylemişlerdir. Zira o devirdeki adete göre biri diğerine yemin ederse sağ elini onun eline verirdi. Bu yeminden maksat, Hz. İbrahim'in «Allah'a yemin ederim, kesinlikle sizin putlarınızı kıracağım» şeklindeki yeminiy­di. Yani daha Önce kendisinden sadır olan yemin için putlan kır-di.

Onlar bayramdan döndükten sonra «Bunları kim kırdı?» diye sordular ve Hz. İbrahim'e geldiler.

94. ayetin sonundaki «Yeziffune» fiili süratle gidiyorlardı an­lamındadır. Zira onun maştan «Zaf» veya «Zafif» tir. Süratle git­mek mânâsını ifade eder.

«Allah sizi ve bu yonttuklarınızı yarattı» cümlesindeki yontu­lanlardan maksat putlardır. Çünkü putlar taş ve diğer maddeler­den ibarettirler. Onları yontmak suretiyle şekil haline getirmiş­lerdi. Onlarda kullanılan maddelerin Allah'ın mahlûku olduğu açık bir meseledir. Fakat o suret ve şekiller Allah tarafından değil, in­sanlar tarafından yapılmıştır. «Nasıl olur da bunlar Allah'ın mah­lûku olur?» diye sorulursa şöyle deriz: Allah insanlara kudret ver­mişti. Dolayısıyla onların yarattıklarına Allah'ın yaratmış olduğu bildirilmiştir.

Hz. İbrahim delil ve hüccetle onları mağlub ettikten sonra on­lar kuvvete başvurmaya kalkıştılar. 97. ayetin metnindeki «Bün­yan» kelimesi içinde ateş yakılan duvarlar demektir. Bazıları «Mancınık» olduğunu söylemişlerdir.

«Cehim» şiddetli ateştir. Onlar hüccetle mağlub olduktan son­ra Hz. İbrahim'i ateşle cezalandırmak istediler. Fakat Allah onları zelil kıldı. Ateşi, İbrahim'i yakmaz hale getirmek suretiyle onların hilelerini iptal etti.

Bazı müfessirlere göre 98. ayetin sonundaki «EUEsfelîn» keli­mesinin mânâsı helak olmuşlardır veya ateşin" en alt derecesinde azaba duçar olanlar demektir. Fakat hileleri iptal suretiyle zelil oldular mânâsına almak daha uygundur.

«Ben Rabbime gidiyorum», yani Rabbimin emrettiği yere gi­diyorum. O'nun tayin ettiği mekâna gidip ona kulluk yapacağım. O mekândan maksat Şam'dır. Bazı müfessirlere göre Mısır'dır. Ya­ni Hz. İbrahim bu sözü söylemekle onların iman etmeleri husu­sunda ümidi kalmadığım ortaya koymuş oluyor. Yani sizden ay­rılıyor ve Rabbime doğru hicret ediyorum.

Rabbim yakında beni dinimin salahı içinde olan bir şeye (veya maksadına) hidayet edecektir. Hz. İbrahim burada kesin bir siga kullanıyor. Çünkü daha önce Cenab-ı Hak ona hidayeti vaadetmiş-ti. Veya Allah'a çokça tevekkül ettiğinden dolayı bu sözü söylemiş­tir.

Hz. Musa, Hz. İbrahim'in aksine, «Umulur ki Rabbim beni doğru yola hidayet eder» demiştir. Çünkü daha önce Hz. Musa'ya böyle bir vaad yapılmamıştı.

«Yarab! Bana salihlerden (bir evlât) hibe et»; yani davet hu. susunda, itaat hususunda bana yardımcı olacak bazı salihler hibe et. Gurbet diyarında bana yardımcı olabilecek salihleri. Evlât keli­mesi ayette hazfedilmiştir, çünkü hibe ona delâlet etmektedir. Zira Kur'an'da ve Arapça'da hibe kelimesi akıllı varlıklarla bera­ber evlâtlar için de kullanılır.

ona kardeşi Harun'u peygamber olarak hibe ettik» ayeti­ne gelince bu, galibin tersidir. Galib olanı evlâtlar hakkında kulla­nılmasıdır. Bazen de evlâdı olmayanlar hakkında kullanılır. [22]

 

Çocuk Müjdesi

 

«Ona halim bir çocuk müjdeledik» ayeti de hibe edilenin salih-lerden bir çocuk olduğuna delâlet eder. Zira kendisine verilen müj­de, hibe edilmesi istenilenin kendisidir. Örfen de çocuklar hakkın­da böyle bir tabir kullanılır. Bu sözde birçok müjdeler vardır:

1- Çocuğun erkek olacağına dair müjde vardır. Çünkü «Gu-lam» kelimesi erkek için kullanılır.

2- O bulûğ yaşma varacaktır. Çünkü halim vasfı bunu ifa­de etmektedir. Halim vasfı ancak bulûğ yaşma varan kimselerde olabilir. Zira çocuklarda göğsün genişlemesi, sabrın güzelliği, her işe göz yummak gibi mânâları taşıyan hilm sıfatı az bulunur. «Bu çocuk bulûğ yaşma varacaktır» mânâsı «Gulam» kelimesinden de anlaşılabilir. Çünkü «Gulam» tabiri ancak baliğ yaşından sonraki insanlar için kullanılır. Ayrıca o çocuğun halim olduğu müjdelen-mektedir. Acaba Hz. İsmail'den daha halim kim olabilir? Babası ona,, kurban edilmeyi teklif ediyor, o da «înşaallah beni sabreden­lerden görürsün» diyor.

«Cenab-t Hak hilimte ibrahim ve oğlu İsmail'den başka hiçbir peygamberi vasıflandırmamiştır ve hilmin varlığı çok azdır» de­nilmektedir.

«O İbrahim'le beraber saye vardığında», yani ona o çocuğu hi­be ettik. O da büyüdü. Babasıyla beraber işlerinde ve ihtiyaçların­da çalışma derecesine vardığında babası ona «Ey oğlum! Ben rü­yamda seni kurban ettiğimi gördüm» dedi. Bu rüyayı Hz. İbrahim gördüğünde İsmail 13 yaşındaydı. Çocuğun babasına en sevimli olduğu devre, ona ihtiyaçlarında yardım edebileceği, babasına kar­şı gelmeyeceği devredir. Muhtemel ki Hz. İbrahim bunu rüyasında görmüştür. «Peygamberlerin rüyası aynen vaki olur» kaidesine bi­naen bu rüyayı yorumlamış veya tevili böyle bir mânâya gelecek bir şey görmüştür. Fakat onu değil de tevilini zikretmiştir.

Bazılarına göre Hz. İbrahim rüyasında kendisine «Oğlunu kes» denildiğini gördü. Peygamberlerin rüyaları tıpkı yakaza halinde­ki vahy gibi bir vahydir.

Bazı rivayetlerde bildirildiğine göre Hz. İbrahim Arefe'den bir gün Önce, rüyasında birinin kendisine «Cenab-ı Hak sana oğlunu kesmeni emrediyor» dediğini gördü Sabahladığında kuşluk zama­nına kadar düşündü: Acaba bu rüya Allah'tan mı yoksa şeytandan mı? îşte bundan dolayı da arefeden önceki güne «Terviye, düşün­ce günü» denilmiştir. Akşama yine bu rüyayı görünce onun Allah'tan olduğunu anladı. İşte bundan dolayı da Arefe günü denilmiştir. Sonra üçüncü gece aynı rüyayı gördü ve oğlunu kes­meyi kastetti. Bu nedenle bu güne de kesmek mânâsına gelen nahr günü denilmiştir. [23]

 

İstişare Gerekli Midir?

 

Hz. İbrahim'in «Bak, ne dersin» cümlesi istişarenin gerekli­liğini belirten bir cümledir. Bu cümledeki «Tera» fiili reyden, fikir belirtmekten gelir.

«Allah'tan gelen belâ» hakkındaki fikrini Öğrenmek için bu is­tişareyi yapması gerekliydi. [24]

 

Meal

 

103/105- Her ikisi de boyun eğdiler. (İbrahim) oğlunu alnı üzere yere yatırdı. Biz de ona «Ey İbrahim! Gördüğün rüyanın hükmünü yerine getirdin. Biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandı­rırız» diye nida ettik.

106- Şüphesiz ki bu şiddetli bir imtihandı.

107 - Biz onun yerine kendisine büyük bir kurbanlık verdik.

108- Sonradan gelen nesiller arasında onun adını payidar kıl­dık.

109/110- (Bizden) İbrahim'e selâm olsun! Biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız.

111- Kuşkusuz ki İbrahim bizim mümin kullarımızdandı.

112- Ona  salihlerden bir peygamber   olmak   üzere   İshak'ı müjdeledik.

113- Hem ona hem de İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin zürriyetinden iyi hareket edeni de vardır, nefsine apaçık zulme­deni de.

114- Andolsun ki biz Musa'ya ve Harun'a nimetler verdik.

115- Hem onları hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kur­tardık.

116- Biz onlara yardım ettik. Ve onlar  (düşmanlarına kar­şı) galipler oldular.

117- Biz onlara, her şeyi apaçık gösteren Kitab'ı verdik.

118- Onları dosdoğru yola hidayet ettik.

119- Sonra gelen nesiller arasında adlarım payidar kıldık.

120- (Bizden)  Musa ile Harun'a selâm olsun!

121- İşte biz iyilik yapanlara böyle mükâfat veririz.

122- Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullanmızdandı.

123- Kuşkusuz İlyas da gönderilen peygamberlerdendi.

124/126- (Hatırlat o zamanı ki İlyas) kavmine: «Allah'a kar­şı gelmekten sakınmaz mısınız? Yaratanların en iyisi olanı, sizin de, daha önceki atalarınızın da Babbi bulunan Allah'ı bırakıp da Bal (güneş)e mi tapıyorsunuz?» demişti. [25]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(103-126)   «Her İkAsi de boyun eğdiler...» Bu Ayetlerin Tefsiri

Ayet metnindeki «Telle» fiili onu yere yıktı demektir. Aslında bir tepe üzerine yıkmak mânâsını taşır. Fakat sonraları her türlü yıkmakta kullanılmıştır. «Cebiyn» kelimesi alnın iki tarafının da ismidir. Yani onu bir tarafı üzerine, alnının bir kenarı yere gele­cek şekilde yere yatırdı. Bazüan da «Onu yüzüstü yıkmaktan iba­rettir» demişlerdir. Oğlunu bu şekilde yıkması ondan gelen bir işaretten çıkıyor. Zira Mücahid'den gelen bir yoruma göre Hz. İs­mail, babasına; «Beni benim yüzüme bakarken kesmeye kalkma. Belki bana karşı merhamet duyarsın, beni kesemezsin. Elimi boy~ numa bağla. Sonra yüzümü toprağın üzerine koy» dedi ve o da Hz. İsmail'in dediği gibi yaptı. Fakat ayetten bu mânâyı çıkarmak uzak bir ihtimaldir. Rivayetlerde daha birçok yorumlar da gelmiş­tir. Meselâ Süddi'nin haberinde şu vardır: «Hz. İsmail, babasına: «Ey babacığım! İpimi sağlam bir şekilde bağla ki lapırdayamaya-yım. Elbiselerimi benden uzak tut. Kanımla bulanmasınlar. Annem onları görmesin ve üzülmesin. Bıçağı boynuma süratle sür ki ölüm bana kolay olsun. Anneme vardığında benden ona selâm söyle» dedi ve bunun üzerine Hz. İbrahim onu yere yıktı. İkisi de ağlı­yorlardı.»

İbrahim'e gelen ses arkadan Allah tarafından görevlendirilmiş bir melekten gelmişti. Hz. İbrahim'in Hz. İsmail'in boğazına bıçağı sürüp sürmediği hususunda ihtilâf vardır. İkinci görüş birçok büyük alimin görüşüdür. [26]

 

Hz. İsmail İçin Verilen Kurban

 

Ayet metnindeki «Zebh» kelimesinden maksat, kesilen bir hay­vandır. Yani Hz. İsmail'e bedel böyle bir kurban olacak hayvanı feda ettik. «Büyüktü»; yani cüssesi büyüktü. Tavlıydı. Beyaz boy­nuzlu ve sürme gözlüydü.

Hasan Basri'den gelen bir rivayete göre bu fidye yabanî bir inek veya bir geyikti. Mina'da bulunan Sebir Dağı'ndan iniverdi.

Cumhur birinci yorumu desteklemektedir. İbn Ebi Hatim'in Hasan'dan rivayet ettiği ikinci yorumda Hasan da aynı görüşe ka­tılmaktadır. Yahudilerin de onun koç olduğu hususunda ittifakı vardır. «Büyüktü»; yani onun değeri büyüktü. Çünkü İbn Abbas'-tan gelen bir rivayete göre o, Habil tarafından kurban kılman ve kabul edilen koçtu. O güne kadar çenetteydi ve fidye gününde Cenab-ı Hak onu gönderdi.

Ayetin zahirinden anlaşılıyor ki olayda bir tek kurban vardır. Fakat bazıları Peygamber'e iki tane beyazımsı, boynuzlu, sürme gözlü kurban verildiğini ve fidye alındığını söyler. Fakat bu hadi­sin sıhhati bilinmemektedir. Fidyeyi veren esasında Hz. İbrahim' dir. Çünkü Cenab-ı Hak mecazi olarak «Biz ona fidye verdik» de­miştir. Yani ona fidye vermesini emrettik veya ona fidye verdik.

«İbrahim ve İshak'a bereket verilmesi» onların din ve dün­yalarından bereketli kılınmaları demektir. Yani nesillerini çoğalt­mak, onlardan peygamberler göndermek suretiyle kendilerini be­reketlendirdik. [27]

 

Hz. İbrahim'in Hangi Oğlu Kurban Edildi?

 

«İbrahim ve İshak'm zürriyetinde iyiler de zalimler de kıldık» demekle Cenab-ı Hak soy-sopun hidayet ve dalâlette hiçbir etkile ri olmadığına işaret etmektedir.

Bu ayetler hakkında birkaç konu vardır. Birincisi kurban edi­lenin kim olduğunda ihtilâf edilmiştir. Hz. Ali, İbn Ömer, Ebu Hu-reyre, Ebu Tufeyl, Said bin Cübeyr, Mücahid, Sabi, Yusuf bin Meh-ran, Hasan Basri, Muhammed bin Kâb'ul-Kurezi, Said bin Musey-yeb, Ebu Cafer'il-Bakır, Ebu Salih, Rebi bin Enes, Kelbî, Ebu Amr bin Ula ve Ahmed Bin Hanbel, zebihin Hz. İshak değil, Hz. İsmail olduğunu söylemektedirler. Bu, İbn Abbas'tan gelen iki rivayetten biridir. Bir cemaat (özellikle muhaddislerin çoğu) bunu destekle­mektedir. Ebu Hatim «Bu daha sıhhatli bir görüştür» diyor. Ra-sûl-ü Ekrem peygamber olmazdan önce de Araplar nezdinde meş­hur olan görüş, zebihin Hz. İsmail olduğudur. Nitekim cahiliye dönemi şairlerinden Ümeyye bin Ebi Salt, bir şiirinde bunu açık­ça ifade etmektedir.

Bazıları «Zebih Hz. İshak'tır» demiştir. Kurtubi «Bu ekserin sözüdür» diye bunu kaydetmiştir. Begavi'ye göre bu görüşü Hz. Ömer, Hz, Ali, İbn Mesud, İbn Abbas, İkrime, Said bin Eşlem, Abdullah bin Şakıyk, Zühri, Kasım bin Yezdi, Mekhul, KâT), Os­man bin Hadi, Süddi, Hasan, Katade, Ebu Huzeyl, İbn Sabit, Mes-rük, Ata ve Mukatil desteklemektedirler. Bu aynı zamanda İbn Abbas'ın iki rivayetinden biridir. Ebu Cafer İbn Cerir Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Kadı îyad «Şi/a»smda «Kesinlikle ze-bih İshaJc'tır» demektedir Süheyl, Tarifinde bunu desteklemekte-dir. Her iki tarafın da birtakım delilleri vardır ve hadislerden, rivayetlerden birtakım deliller getirmektedirler. Fakat bu rivayet­ler oldukça uzun olduğu için nakletmiyoruz. Tafsilat için bkz. Fah-reddin Razi, Alusi, Beyzavi ve şerhleri.

İkinci konu şudur: Bu ayet fiilden Önce neshin caiz olduğuna delâlet eder ve usul alimlerinin çoğunun görüşü de budur. Mute­zile ile selefi bu hususta muhalefet etmişlerdir. İstidlalin yolu şöy­ledir: Hz. İbrahim oğlunu kesmekle emredildi. Çünkü ayet «Sana emredileni yap» diyor. Hz. İbrahim çocuğunu kesmeye yeltendi. Eğer bu bir emir olmasaydı bunu yapmazdı. Böylece bu hüküm fiilden önce neshedildi. İbrahim henüz oğlunu kesmemişti. Eğer fiil, vaktin hazır olmasıyla beraber olsaydı, Hz. İbrahim asi olur­du.

HanefÜer «Bu konuda herhangi bir nesh yoktur, çünkü bura­da hüküm bedelsiz olarak kaldırılmıştır. Nesihte ise bedelsiz kal­dırma yoktur» demişlerdir. Yani bir hükmün bedeli onun en azı veya ondan daha üstün olarak gelirse nesih olur. Meselâ fani bir ihtiyarın orucu yemesi hakkında fidye vardır. Onun hakkında oruç emri kalkmıştır, fakat bedeli olan fidye vardır. İşte böylece anla­şılıyor ki emredilen hüküm ref olunmamıştır. Tafsilat için usûl ki­taplarına bakılabilir.

Üçüncü konu: Ebu Hanife bu ayeti delil göstererek «Bir kim­se oğlunu kurban edeceğim diye adakta bulunursa onun boynuna bir koyun adak etmek farz olur» demiştir. Bu hususta İmam Ah­med de Ebu Hanife'ye katılmıştır. Kurtubi bunu aynı zamanda İmam Malik'ten de nakletmiştir. İmam Şafii'ye göre onun öldü­rülmesi adak gibidir. Yani kendisine keffareti yemin gerekir.

117. ayetin sonundaki «ELKitab'ul-Mustebîn» ifadesi ile kaste­dilen, Tevrat'tır. Açıklaması derin ve mufassal olan kitap demek­tir. «İlyas»t&n maksat Taberi'nin ifadesine göre îlyas bin Yasin bin Fennas bin Ayzar bin Harun'dur. Yani Hz. Musa'nın yeğenidir, İsrailöğulları'ndandir ve Harun'un sıbtından gelmektedir.

Abd bin Humeyd, İbn Cerir, İbn'ul-Munzir. îbn Ebi Hatim ve İbn Asakir,   İbn Mesud'dan şöyle rivayet ederler:    «İlyas'tan maksat Hz. îdris'tir.»

Rivayete göre «İlyas» yerine «îdras» okunmuştur. İdras ve îdris bir lügattir. Nitekim İbrahim şeklinde de İbraham şeklinde de okunmuştur. İlyas'ı İdris'Ie tefsir edip, «Bu kelimelerin biri onun özel ismi bin de lâkabıdır» dememizde bir zarar yoktur.

125 ayetteki «Ba'l» kelimesi bir putun ismidir. (Bunu Dah-hak, Hasan Basri ve İbn Zeyd rivayet etmektedirler). Kamus'un bazı nüshalarında «Bu Yunus'un kavmine ait puttur» denilmekte­dir. Fakat bu hem Yunus'un hem de İlyas'ın kavmine ait olabilir. Bu put altından yapılmıştı. Yirmi zir'a boyunda, dört zir'a enin-deydi. Dört yüzü vardı. Onlar bunu tazim ederlerdi. Bu putun hiz­metinde dörtyüz hizmetçi bulunuyordu. Onîar hizmetçileri onun peygamberi olarak kabul ederlerdi. Şeytan bunun içine girer, da­lâlet sistemleriyle konuşurdu. Hizmetçiler de bunları ezberleyerek halka anlatırlardı.

Bazıları «Ba'l bir kadının ismidir. Onları dalâlete götürdü. On-îar da kendisine tâbi oldular» demişlerdir. İkrime ve Katade «Ye­men lûgatında Ba'l, Rab demektir» derler. Katade'nin diğer bir ri­vayetine göre de Rab demektir. Zira İbn Abbas, Himyerli bir kişiye devesiyle ilgili pazarlık yaparken «Devenin sahibi sen misin?» de­di. O, «Ben sahibi değil ba'lıyım» dedi. İbn Abbas «Siz Ba'lı mı ça­ğırıyorsunuz? Siz Rabbi mi çağırıyorsunuz? Sen kimlerdensin?» diye sordu. O «Ben Himyer kabüesindenim» dedi.

«Yaradanların en güzeli olan Cenab-ı Hak'kı bırakmaları» ndan maksat O'nun hidayetini terketmektir.

Allah'tan başka halik olmadığına göre «Halikların en güzeli» denmesinin mânâsı; «Hâlık» olduğu iddia edilenlerin en güzeli ve hakiki hâlık olan Allah demektir. [28]

 

Meal

 

127- Fakat onlar İlyas'ı yalanladılar. Bu yüzden onlar mu­hakkak  (cehenneme)   götürüleceklerdir.

128- Ancak  Allah'ın ihlaslı kulları müstesna.

129- Biz sonra gelenler içinde onun namını bıraktık.

130- (Bizden)  İlyas'a selâm olsun!

131- Şüphesiz ki biz iyilik edenleri böyle mükâfatlandırırız.

132- Gerçekten İlyas mümin kullanmızdandı.

133- Şüphesiz ki Lut da gönderilen peygamberlerdendi.

134- (Hatırlat o zamanı  ki)  biz onu ve ehlinin tamamını kurtarmıştık.

135- Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın müstesna.

136- Sonra diğerlerini helak etmiştik.

137/138- (Ey Mekkeliler!)   Sabah akşam  onların yurtların­dan geçip durmaktasınız. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?

139- Kuşkusuz ki  Yunus da gönderilen  peygamberlerdendi.

140- (Hatırlat o zamanı ki Yunus) dolu bir gemiye kaçmıştı.

141- (Gemide   olanlarla  karşılıklı)   kur'a   çekti   de   yenilen­lerden oldu.

142- (Yunus   kendisini)   kınarken   (denize   atılmış  ve)   onu bir balık yutmuştu.

143/144 - Eğer Allah'ı teşbih eden kullardan olmasaydı Kı­yamet Günü'ne kadar balığın karnında kalacaktı.

145- Biz onu halsiz bir vaziyette iken dışarı çıkardık.

146- Ve (üzerine gölge olsun diye) geniş yapraklı bir bitki bi­tirdik.

147 - Biz Yunus'u yüzbin veya daha çok insana peygamber olarak gönderdik.

148- Onlar  (Yunus'a)  iman ettiler. Bunun için de biz on­ları bir süreye kadar yaşattık.

149- (Ey Rasûlüm!)  Onlara sor. Kızlar Rabbinin de, erkek­ler onların mı?

150- Yoksa biz melekleri dişi yarattık da onlar orada hazır mı bulunuyorlardı?

151/152- Dikkat edin! Gerçekten onlar uydurdukları yalan­lardan Ötürü «Allah doğurdu» derler. Hiç şüphesiz onlar yalancı­lardır.

153- (Allah)  kızları oğullara tercih mi etmiş? [29]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(127-153   «Fakat onlar İlyas'ı yalanladılar...» Bu Ayetlerin Tefsiri

«İlyasin» kelimesinden maksat, bazı kimselere göre İlyas'tır. Yani bir lûgatta İlyas'a İlyasin denilir. Zira Araplar Arapça olma­yan isimlerin çoğunda tasarruf ederler. Keşşafta Zemahşeri «Sür-yani dilinde ya ile nunun İlyas'ın sonuna eklenmesinin bir mânâsı vardır» demiştir. Bazıları â&«İlyasin kelimesi İlyas'ın, çoğuludur» demiştir. Yani hem ona hem de kavmine bu isim verilmiştir. Fakat bunu zayıf görmektedirler. Bazıları «İlyasin'den maksat Hz. İlyas' m ihlaslı olan kavmidir. Çünkü onların Hz. İlyas'a nisbet edilmesi pek uygundur» demişlerdir. «İl kelimesi fazladır. Yasin kelimesi İlyas demektir» demişlerdir. Bazüarı da «Bu ayetteki Yasin keli. mesi Rasûl-ü Ekrem'in ismidir» demişlerdir. «İlyasin'in âli», Ra-sûl-ü Ekrem'in âli demektir. İt>n Hatim, Tabarani ve İbn Merdu-veyh şöyle rivayet ederler: «İbn Abbas; Selâmun alâ Âl-i Yasin» şeklinde okumuş ve sonunda «Biz Muhammed'in, Yasin'in âliyiz» demiştir. Bundan İbn Abbas'm da «Yasin»i Rasûl-ü Ekrem'in ismi olarak kabul ettiği anlaşılmaktadır.

Bazıları «Buradaki Yasin, bilinen surenin ismidir» derken ba­zıları da «Kur'an'ın ismidir» demiştir. «Yasin'in âli» veya «Kur', an'ın âli»nden maksat, Hz. Muhammed'in ümmeti veya o ümmetin mertebe bakımından büyük olan insanlarıdır. [30]

 

Hz Yunus (a s )

 

139. ayette geçmekte olan Hz. Yunus, rivayete göre 28 yaşında peygamber olmuştur. El-Bahr, «Bu zat tevaif kralları zamanında yaşamıştır ve İranlı'dır. Metta'nın oğludur» der. Bazıları «Metta onun annesinin veya babasının oğludur» demiştir. Bu hususta ih­tilâf vardır.

140,  ayetin metnindeki «Ebeka» fiili kaçtı demektir. Aslında kölenin efendisinden kaçışına denir. Fakat, Hz. Yunus Rabbinden izin almadan, kavmini terkederek kaçtığı için burada bu tabir kul­lanılmıştır. Ayet metnindeki «Sahene» fiili, «Kur'a çekti» demek­tir. Yani Hz-. Yunus gemide bulunan   diğer   kimselerle   beraber kur'a çekti ve burada kendisine denize atılması düştü. «O, (kur'a ile) mağlub olanlardan oldu.»

Rivayete göre Hz. Yunus, üç güne kadar azabın geleceğim kav­mine haber verdi. Üçüncü gün dolmadan, Allah'tan izin almaksı­zın Ninova'yı terketti. Onlar Hz. Yunus'u ayırdılar. Azabın gelme­si de yaklaştı. Hepsi birden Cenab-ı Hak'ka yalvardılar, tevbe etti­ler. Af talebinde bulundular. Allah onları affetti, azabı geri aldı. Hz. Yunus azabın geldiğini görmeden onlara dönmekten utanıyor­du. «Onlara daimi bir yalancı olarak dönemem» diye düşünüyor­du. Bunun üzerine kavminin bulunduğu yerden uzaklara gitti. Bir gemiye vardı, ona bindi. Gemi tam suyun derin yerine gelince dur­du. Gemi sahibi «Bu niçin gitmiyor. Sizin içinizde mutlaka uğur­suz biri var» dedi. Onlar uğursuz kişiyi bulup denize atmak için aralarında kur'a çektiler. Kur'a Hz. Yunus'â isabet etti. Tekrar­ladılar, yine ova isabet etti. Üçüncü kez kur'a çektiler, yine ona isabet etti. Hz. Yunus bunu görünce kendisini suya attı.

Hut, balık demektir. Yani balık onu yuttu.

142. ayetin son kelimesi olan «Mutîm» kelimesi kınamaya dahil olan demektir. Yani kendi nefsini kınıyordu. Veya kınamayı gerektiren bir şey işlemişti veya nefsini kınıyordu. îbn Abbas ve Mücahid bu kelimeyi «Kötülük yapmıştı, günah işlemişti» şeklinde tefsir etmiştir. Onların bu tefsirleri kelimenin manâsının hulâsası­nın aslıdır. Zira «Sbrann hayırları mukarrebler için, günah soyu lir» kaidesi vardır.

Eğer o teşbih edenlerden olmasaydı insanların haşre gönderil­dikleri güne kadar balığın karnında kalacaktı. «Teşbih edenler» Allah'ı çokça teşbih yapmak suretiyle zikredenlerdir. Cenab-ı Hak «Teşbih ederdi» dememiş, «Teşbih edenlerdendi» demiş­tir. Bu Hz. Yunus'un onların sayılarına dahil ve çokça teşbih ya­panlardan olduğuna işaret etmektedir. Tesbih'ten maksat onun hakikatidir veya onun mânâsıdır. (Bu yorum İbn Cerir'den rivayet edilmiştir). Onun teşbih edenlerden oluşu, balığın karnına girmez­den evvelki durumudur. Fakat Ebu Hayyan «Balığın karnında böy­leydi» der.

Bazıları «Teşbih mutlak zikirdir», bazıları «İbadettir» demiş­lerdir. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre Kur'an'da geçen her teşbih namaz mânasındadır.

Hasan Basri'den başka bir yorum rivayet edlimiştir. İbn Ebi Hakim, Beyhaki ve Hakim şunları rivayet ederler: «Yunus daha önce çokça namaz kılardı. Balığın karnına girdikten sonra öldüğü, nü sandı. Ayaklarını hareket ettirdi ve baktı ki hareket ediyorlar. Böylece secdeye kapandı ve: «Ey Rabbim! Ben sana hiç kimsenin secde etmediği bir yeri secdegâh edindim» dedi.»

Onun «Teşbih edenlerden» olmasını hem geniş zamana hem de balığın karnında olduğu zamana hamletmek daha güzeldir. Çünkü ikisinde de Allah'ı teşbih ediyordu.

Ebu Hayyan'a göre «O balığın karnında haşre gönderileceği kadar kalacaktı» ayetinden maksat, diri olarak Kıyamet'e ka­dar kalacak olmasıdır. Bu yorum bazı müfessirler tarafından da kabul edilmiştir. Fakat bu yoruma «Birinci Sur'un üfürülüşüne ka­dar, ister, denizde ister karada olsun» hiçbir ruh sahibi canlı kal­mayacaktır» şeklindeki rivayetle itiraz edilmiştir. Cevap olarak da; «Hasrın vaktinden maksat, birinci nefha vaktini kapsayan za­mandır. Çünkü b'rinci nefha hasrın mukaddimelerindendir ve haşrdan sayılır» demişlerdir.

Ayetin zahirinden, onun balığın kanımda haşre dek ölü olarak kalacak olması anlaşılmaktadır.

Balığın herhangi bir belâya uğramadan o güne kadar durma­sı da muhal olamaz. Cenab-ı Hak her şeye kadirdir. Ayet metnin­deki «ELAra» kelimesi boş yer demektir. Yani herhangi bir ağa­cın herhangi bir bitkinin gölgesinin olmadığı bir yer demektir. Bu ayete göre balık gemi ile beraber başını sudan dışarı çıkararak nefes alıyor, Hz. Yunus da teşbih ediyordu. Balık karaya çıktı, onu karaya attı. Fakat bu rivayet «O, karanlıklarda Allah'a yakardı» ayetiyle reddedilmektedir. Bu hadise bazı rivayetlere göre Dicle Nehri'nde yani Basra Körfezi'ne yakın bir yerde olmuştur. Bazı. lan «Balık Dicle değil Nil balıklarındandı» diyor. Bunu İbn Şeybe, Vehb'den rivayet ediyor. Bu haberin sıhhatinde şüphe vardır.

Hz. Yunus'un, balığın karnında ne kadar kaldığı hususunda ihtilaf vardır. Abdullah bin Ahmed, Zevahid'ul-Zuhd'de Şabi'den şöyle rivayet ediyor: «Balık onu kuşluk zamanı yuttu, tam akşam üzeri karaya attı.»

Abd bin Humeyd, Katade'den şöyle rivayet ediyor: «O, balığın karnında üç gün kaldı.»

Ehli Kitab'm kitaplarında üç gün üç gece kaldığı yazılıdır. Ata ve İbn Cübeyr «Yedi gün kaldı», Danhak ise «Yirmi gün kaldı» der. İbn Abbas ve İbn Cerir'den de böyle rivayet edilmiştir.

146. ayetin metnindeki «Yaktin» kelimesi, bir yerde ikamet et­mek mânâsına gelen «Katn» kökünden gelir.

Tabersi'ye göre geçici olarak bir yerde ikamet etmektir. Ha­san Basrî ve İbn Abbas'in bir rivayetinde, İbn Mesud, Ebu Hurey-re, Amr bin Meymun, Katade, İkrime, İbn Cübeyr ve Mücahid'in rivayetlerinde «Yaktimnn kabak olduğu kaydedilmektedir. Hz. Pey­gamber kabağı çok seviyordu. Allah o kabağı Hz. Yunus'a gölge yapacak şekilde yarattı. Çünkü kabağın birçok hasletleri vardır. Gölgesi serin, dokunması serin ve yaprakları iridir. Sivrisinekler onun üzerine konmazlar ve onun bulunduğu yere de gelmezler.

Hz. Yunus balığın karnında çok kaldığı için derisi çok incel­mişti. Sinekler kendisine eziyet veriyordu. Sert şeylerden, güne-||     şin hararetinden rahatsız oluyordu. Gölgenin serinliği hoşuna gi­diyordu. Allah ona kabağı bitirmek suretiyle lütufta bulundu.

Abd bin Humeyd ve İtan Cerir, İbn Cübeyr'den şöyle rivayet ediyorlar: «Kökü olmayan her bitkiye yaktin denilir». Yeryüzün­deki karpuz, kavun, salatalık ve benzerlerine yaktin denilir.

Başka bir rivayette, İbn Cübeyr'e yaktînin mânâsı sorularak şöyle denildi: «Acaba bu kabak mıdır?». O da; «Hayır ,kabak değil­dir, fakat bir ağaçtır. Cenab-ı Hak ona «yaktin» demiştir ve onun­la Hz. Yunus'u gölgelendırmiştir» diye cevap verdi.

«Yüzbin veya daha fazlası» ile Ninova ehli kastedilmektedir. Cenab-ı Hak «Biz onu yüzbin veya daha fazlasına gönderdik» diyor. Göndermekten maksat, birinci göndermedir. Yani Hz. Yunus' un balığın karnına girmezden önceki gönderilmesidir.

«Onlar iman ettiler»; yani hemen gönderildikten sonra değil Hz. Yunus onlardan ayrıldıktan sonra iman ettiler.

Ayetin metnindeki «Ev» (veya) edatı İbn Abbas'tan gelen ri­vayete göre «Bet (hayır)» ?nânâsım ifade eder. Bazıları da «Ev» edatı «Ve» mânâsım ifade eder» demişlerdir. Hatta Cafer bin Mu-hammed el-Bakır bu şekilde (yani vavlı) okumuştur. Bazılarına göre «Ev» burada muhatabı ibhama (adedi kesin bilmemeye» sev-ketmek içindir. Müberrid ve Basra alimlerinin çoğu «Ev burada şek mânâsını ifade eder» demiştir. Bu şek de beşerden onlara ba­kan bir kimse için bahis konusudur. Yani onlan gören bir kimse adedleri hususunda şüpheye düşerek, «Bunlar yitebin veya fazla­dır» der. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre yüzbinden fazla olan kısım, otuz bindir. Başka bir rivayetinde 30 binden biraz fazla, bir başka rivayetinde 40 binden biraz fazladır.

148. ayetin sonundaki «Hin» kelimesi ezelde takdir edilen ecel­leridir.

153. ayetin başındaki hemze, istifham harfidir. Cenab-ı Hak onîarın iftiralarını ispat etmekte, yalanlarını gözler önüne sermek­tedir. «Estefa» fiili her şeyin halisini almak mânâsına gelen «İsti­fa» kökünden gelir. [31]

 

Meal

 

154- Size ne oldu? Nasıl hükmediyorsunuz?

155- Hiç düşünmüyor musunuz?

156- Yoksa açık bir deliliniz mi var?

157- Eğer doğru soyleyenlerdenseniz kitabınızı  getirin!

158- Onlar Allah ile cinler arasında bir hısımlık uydurdular. Oysa cinler çok iyi bilirler bu   (yalancılar)  muhakkak cehenne­me götürüleceklerdir.

159- Allah onların yakıştırdıkları her türlü eksiklikten yü­ce ve münezzehtir.

160- Allah'ın i hlaslı kullan müstesnadır.

161/163- Şüphesiz ki ne siz ne de taptıklarınız, kendiliğin­den cehenneme saldıran kimseden başkasını Allah'a karşı kandı­rıp kışkırtacak değilsiniz.

164/166- (Melekler): «Herbirimizin bilinen bir makamı var­dır. O saf saf dizilenler biziz. Biziz o teşbih edenler, biziz» derler.

167/169- Müşrikler şu kesin sözü söylüyorlardı: «Eğer ya­nımızda Önceki (ümmetlere inen)lerden bir kitap olsaydı elbette bizler de Allah'ın, ihlasa erdirilmiş kullarından olurduk.»

170- Fakat  onu inkâr  ettiler.  Yakında bileceklerdir!

171/173- Andolsun ki gönderilen peygamber kullarımız için şu sözümüz (vaadimiz veya hükmümüz) geçmiştir: «Şüphesiz on­lar yardım olunacaklardır ve muhakkak ki bizim ordularımız galib gelecektir.»

174- (Ey Rasûlüm!)   Artık bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

175- Onlara inecek azabı gözetle. Onlar da göreceklerdir.

176- Şimdi onlar azabımıza uğramakta acele mi ediyorlar?

177- Fakat  azabımız onların  yurtlanna indiğinde o uyarı­lanların sabahı ne kötü olur!

178- (Ey Rasûlüm!)  Sen bir süreye kadar onlardan yüz çe-pvır.

179- İnecek azabı gözetle! Onlar da göreceklerdir.

180- Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnad ettiği sıfatlar­dan yücedir, münezzehtir.

181- Gönderilen bütün peygamberlere (bizden) selâm olsun.

182- Ve hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. [32]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(154-182)    «Sise ne oldu? Nastl hükmediyorsunuz?..» Bu Ayetlerin Tefsiri

156. ayetin sonunda gelen «Sultanun Mubînun» ibaresinden maksat açık delildir ki gökten nazil olmuştur. Meleklerin (hâşâ) Allah'ın kızları olduğunu söylemek için hissi veya akli bir sened lâzımdır. İkisi de yoksa nakli sened gerekir. O halde davanızın doğruluğunu ispatlayan bir delil getirin. Buradaki emir onları aciz bırakmak içindir. Kitab'ı onlara izafe etmek de onlarla alay etmek içindir. Çünkü onlar kitapsızdır. Bu ayetler onların sözlerine, bâ­tıl iddialarına karşı Cenab-ı Hak'kın şiddetli öfke ve inkârını orta­ya koymaktadır.

«Onlar Allah ile cinler arasında neseb kıldılar.»

Bu ayetteki cinlerden maksat şeytanlardır. Neseb'ten maksat da dünürlüktür. Nitekim Adem bin Ebi İyas, Abd bin Humeyd ve İbn Cerir, Mücahid'den şöyle rivayet ederler: «Kureyş kâfirleri «Melekler Allah'ın kışlarıdır» dediklerinde Hz. Ebubekir Sıddık onları susturmak için «Acaba meleklerin anneleri kimdir?» diye sordu. Onlar: «Anneleri, cinlerin ileri gelenlerinin kızlarıdır» dedi­ler.» (İbn Ebi Hatim).

Veya «Onlar Allah ile cinler arasında bir münasebet vardır»

dediler. Çünkü cinleri ibadete müstehak olmak noktasında Allah'a ortak koştular. (Bu rivayet Hasan Basri'den gelmiştir).

161, 162 ve 163. ayetler Özetle şunu anlatmaktadırlar: «Siz fe-nakklannız ile hiç kimseyi Allah'ın karşısında ifsad edemezsiniz. Ancak Allah'ın ilminde kesinlikle cehenneme dahil olacak kimse­ler bundan müstesnadır. Onları ifsad edebilirsiniz.»

164. ayet meleklerin Allah'ın kızları olmadıklarım açıkça hi­kâye eden bir ayettir ve meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia eden kâfirlere karşı bir reddiyedir. Yani melekler «Herbirimizin belli bir ibadeti, belli bir makamı vardır. Âlemin tedbirinde sade­ce Allah'ın emriyle o makam bize verilir. O'nun emrinin çizdiği hu­dudu aşamayız ve oradan sapma gücümüz de yoktur» demektedir­ler. Bütün bunlar Cenab-ı Hak'kın azametine başeğmek, heybeti karşısında eğilmek, celaline karşı tevazu göstermek içindir.

«Biz saf tutanların ta kendisiyiz» cümlesinden maksat, nefis­lerimizi veya namazda ayaklarımızı saf haline getirenlerin ta ken­disiyiz demektir. Nasıruddin «İbadeti eda etmekte hizmet derece­lerinde saf tutanlarız demektir» diyor. Veya Arş'ın etrafında saf tutmuş, ilâhi emri bekleyenlerdeniz demektir.

«Biz teşbih edenlerin ta kendisiyiz»; yani Allah'ı tenzih eden­lerdeniz veya «Subhanallah» diyenlerdeniz.

Abd bin Humeyd, Katade'den şöyle rivayet ediyor: «ELMuseb-bihun, namaz kılanlardır.» İbn Abbas'tan gelen rivayet de bunu desteklemektedir. İbn Abbas; «Kur'an'daki her teşbih namaz mâ-nâsındadır» der.

168. ayetteki «Zikran» kelimesinden maksat, Allah katından gelen kitaplardan bir kitap demektir. Bazıları «Zikir kelimesinden maksat, ilimdir» demiştir.

173. ayetteki Cünd'den maksat peygamberlere tâbi olan üm­metlerdir. Cenab-ı Hak onları şereflendirmek, şanlarının yüceli­ğini belirtmek için, onlar benim askerimdir demektedir. [33]

 

Peygamberlere Yapılan Yardımdan Maksat Nedir?

 

«Yardım»dan maksat, delille galip gelmektir. Bu yorum Süd-di'ye göredir. Hasan Basri «Yardımdan maksat, savaşlarda galip gelmektir» demiştir. Çünkü savaşta hiçbir peygamber öldürülme-miştir. Çünkü peygamberlerden öldürülenler ansızın ve hileli yolla öldürülmüşlerdir. Eğer bir peygamber, kendisine yardım gelmez­den önce ölürse, Cenab-ı Hak ondan sonra kavmine yardımcı olur. Onun kavmine yardım, ona yardım etmek gibidir.

Nasıruddin'e göre «Her peygambere yardım vereceğim» vaadi galibe göredir-ı Yani çoğuna vereceğim demektir. Veya her peygam­ber yardıma müstehaktır demektir. İbn Abbas; «Eğer dünyada peygamberlere yardım verilmezse Ahiret'te verilir. Çünkü Allah'ın kelâmında nulf bahis konusu olamaz» demiştir.

Fakat ayetin zahirinden bu yardımın dünyada olacağı anlaşıl­maktadır.

Dahhak «Kelimetuna» yerine «Kelimâtuna» şeklinde çoğul okumuştur. Bu, kıraata göre «Vaadlerimiz» mânâsının kastedilme-si mümkündür,

«Bir zamana kadar onlardan yüz çevir ve sabret». Süddi'ye göre bu «Bedir gününe kadar» demektir. Taberi, Süddi'nin bu yo­rumunu tercih etmiştir. Bazıları «Fetih gününe kadar sabret» diye yorumlamışlardır. Zira fetihten önce Hudeybiye sulhnamesi imza­lanmıştı. İbn Cerir'in Katade'den rivayet ettiğine göre; «Onların

ölüm günlerine kadar sabret» demektir. Tabersi aynı yorumu İbn Abbas'tan da rivayet etmiştir.

«Onları gör», yani onların halini, korkunç manzaralarını gör! «Onlar da bunu göreceklerdir». Bazıları «Onların Kıyamet Günü'ru de üzerinde oldukları durumlarını gör. Onlar da Kıyamet'te sana verilen fazla sevabı göreceklerdir demektir» demişlerdir.

176. ayetin başındaki hemze, kınama istifhamıdır. Cüveybir, İbn Abbas'tan şöyle rivayet eder: «Onlar dediler ki: «Ey Muham­medi Bizi korkutmakta olduğun asabı bize göster. Onu bize hemen getir». Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Bir rivayete göre «Onlar da göreceklerdir» ayeti indiğinde on­lar «Bu göreceğimiz ne zamandır?» dediler ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Ayet metnindeki «Nezele» fiilinin faili, vaadedilen azaptır. Ya­ni o azap onların sahalarına indiğinde uyarılanların sabahı ne kö­tü olur. «Saha» kelimesinden maksat, evlerin Önündeki arsa veya geniş mekân demektir.

Bazı müfessirler «Nezele fiilindeki zamir Hz. Peygamber'e gi­der» demiştir. Yani Fetih gününde, onların-sahalarına, Mekke'nin evleri Önüne indiğin zaman o uyarılanların sabahı ne kötü olur! Bu Mekke fethindeki iniştir, Bedir günündeki değil. Çünkü Bedir onların sahası değildir, ancak tevil etmek suretiyle olabilir.

178 ve 179. ayetler Easûlullah'a teselli içindir. Daha önceki te­selliden sonra ikinci kez teselli.

180. ayet ise Cenab-i Hak'kın müşriklerin bütün yapmış olduk­ları vasıflardan münezzeh olduğunu söylüyor. Cenab-ı Hak'kın aza­metine uygun olmayan sözlerin hepsinden O'nu tenzih ediyor.

181. ayet bütün peygamberleri (Allah'ın tenzihinden sonra) şe­reflendirmek için gelmiştir ve onların şanını yüceltmek içindir. Onların her kötülükten sağlam olduklarını  hedeflerine varacak->\    larını ilân etmektedir.

182. ve sonuncu ayet ise Allah'ın bütün selbi sıfatlarıyla mut-

Itasiî olduğunu belirttikten sonra onun kerim ve subuti sıfatlarına işaret etmektedir. Ayetten maksat Allah'ın nasıl teşbih edileceği, nasıl hamdedileceği ve Allah'a nasıl dua edileceği hususunda mü­minleri eğitmek ve uyarmaktır. Zira peygamberler Allah ile insan­lar arasında mutlak kemâlatm feyzinde vasıtadırlar. Bu ayetin za­hirinden peygamberler üzerine tek olarak selâm getirilmesinin mekruh olmadığı anlaşılmaktadır. Allah'ın teşbihi ile tahmidi ara­sına peygamberlerin selâmının girmesi, surenin Allah'ın hamdiy-le sonuçlanması içindir. Ayrıca Allah'ın insanları peygamberlere selâm getirmeye muvaffak kılması da O'nun nimetleri cümlesin-| dendir ve bu hamdi gerektirir. Bu konuda Şeyhülislâm Ebussuud Efendi'nin İrşad'ul-Akli Selim adlı tefsirine başvurulabilir.

Saffat Suresi'nin en son ayeti cami' ve kâmil ayetlerdendir. O ayetin burada getirilmesi, Kur'an'm izzet sahibi bir zatın kelâmı olduğunu üân içindir.

Surenin sonunda Allah'tan dileğimiz bizi rıza makamına yük seltmesidir. Kıyamet Günü'nde rızasını bize nasip olarak vermesi, bizi galip gelen askerlerinden kılması ve halis kullan zümresine ilhak eylemesi, Allah'tan dileğimizdir. Selâm bütün peygamberle, rin üzerine olsun. Hamd Allah'a mahsustur. [34]

SAFFAT SURESİ'NİN SONU

 

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/465.

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/467.

[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/468.

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/469-470.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/470-471.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/471-477.

[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/477-478.

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/480.

[9] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/481-482.

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/482-485.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/485.

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/487.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/488-490.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/490.

[15] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/491-492.

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/492-494.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/494.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/496.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/497.

[20] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/497-498.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/498-499.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/499-504.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/504-505.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/505.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/507.

[26] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/508-509.

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/509.

[28] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/510-512.

[29] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/514.

[30] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/515.

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/516-520.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/522.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/523-525.

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 13/525-527.