Yüzsekseniki ayet
olup, Mekkî'dir.
"Saflar bağlayıp
duranlara sevk-ü idare ve men-u zecr edenlere, zikri
okuyanlara yemin ederim ki, sizin tanrınız hakikaten
birdir. O, göklerin ve
yerin ve bunların
arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. Doğulann da Rabbidir
O"
<saffat, 1-5).
[1]
Kıraat Farkları
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
Ebu Amr ve Hamza
tâ'yı. ayetinde tâ'yı, kendisini takib eden harfe İdğâm ederek okumuşlardır ki,
ve ayetleri için de aynıdır. Diğer kıraat imamları
ise, izhar ile okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyle der: "İki harfin
yakınlığından dolayı tâ'nın sâd'a idğamı güzeldir. Baksana, h* Sisi de dilin
ucu ile, ön dişlerin dibinden çıkar ve bunlarda, "hems" (fısıltı)
sıfatı da vardır. Kendisine idğâmda bulunulan kelime ıtbak ve safir
sıfatlarıyla, idğâm edilenden fazla olur. Binaenaleyh, daha noksan olanın, daha
fazla olana idğâmı ise, yerindedir. Halbuki, ses bakımından daha fazla olanın
daha az olana idğamı ise caiz değildir.
ayetinde,
ta'nın zâ'ya idğamı güzeldir. Çünkü tâ, hems sıfatın* sahiptir. Zâ ise, cehr
sıfatına sahiptir ve burada, sad'da olduğu gibi, fazladan olarak safTr vasfı
bulunur. Keza ayetinde ve ikisi de dilin ucundan ve ön dişlerin dibinden
çıktıkları için, tâ'nın zel'e idğamı da yerindedir. Ama, izhar ile ve tdğamsız
olarak okuyanlara gelince, bu da mahreç farklılığı dolaylıyladır. Allah en
iyisini bilendir.
[2]
Kendisine kasem edilen
bu üç şeyin, aynı mevtûfun (nitelenenin) üç sıfatı olması muhtemel olduğu gibi,
bunların ayrı ayrı üç şey olması da muhtemeldir. Birinci duruma göre, şu
izahlar yapılabilir:
a) Bunlar,
meleklere ait sıfatlar olup, ifadenin takdiri, "Melekler, saf saf olarak
dururlar" şeklindedir. Bunda iki ihtimal olabilir: Allahu Teâlâ'nın da o
meleklerin, "Biziz o saf saf dizilenler biz"ıs*m, ıes) dediklerini
haber verdiği gibi, ibadetleri edâ etmek için semâda olur. Veya onların,
Allah'ın emrinin kendilerine ulaşmasını gözeterek, havada kanatlarını açıp saf
saf durdukları da ileri sürülmüştür. Onların, saf olmalarının şu manaya gelmesi
de muhtemeldir: Onlardan her birinin, ya şeref ve fazilet bakımından yahut da
zât ve yücelik bakımından, belirli mertebe ve dereceleri bulunur. İşte bu
sıraya konmuş olan merâtip sürekli olup, değişmektedirler. İşte bu yönüyle bu
durum, saf tutmaya benzemiştir.
[3]
"sevk-ü idare ve
men-ii zecr edenlere..." ayetine gelince, Lay» şöyle demiştir: Sen,
deveyi, yürümesi için dürttüğünde, dersin. Yine, Arapça'da "Falancayı
kötülükten men ettim de, o da geri durdu" denilir. Yani, "Onu
nehyettim, o da vazgeçti" demektir. Buna göre, "zecr", deve için
kullanıldığında teşvik edip dürtmek; insan İçin kullanıldığında ise,
vazgeçirmek, nehyetmek gibi bir mana taşır.
Bunu İyice kavradığına
göre şimdi biz diyoruz ki, meleklerin zecr ile vasfedMmeei hususunda, şu
izahlar yapılabilir:
1) İbn Abbas
şöyle der: Cenâb-ı Hak, "Onlar onu bir yerden bir yere götürüyorlar"
anlamında, bulutları süren (götüren), bu işle görevli olan melekleri
kastetmiştir.
2) Bununla, ilham yoluyla insanoğlunun
kalblerinde tesirleri olan melekler kastedilmiştir. O halde bu demektir ki,
melekler insanları isyanlardan, günahlardan, kötülüklerden men ederler.
3) Belki de
melekler yine, şeytanı da, insanoğluna kötülük yapmaktan ve eziyet vermekten
men ediyorlardır.
[4]
Ben diyorum ki: AkIi
ilimlerde şu husus yer almıştır: Varlıklar üç kısma ayrılırlar:
a) Tesir
eder, fakat asla müteessir olmaz. Bu, Allah (c.c)'dır ve mevcudatın en şerefi
isidir.
b)
Etkilenip, fakat etki edemeyen... Bunlar da, maddeler âlemi olup, bu kısım da,
varlıkların en alt seviyede olanlarıdır.
c) Bir şeye
tesir eden ve bir şeyden de tesir alan varlıklardır. Bunlar da ruhlar alemidir.
Çünkü ruhlar, kibriyaullah aleminden etkilenirler. Derken onlar, maddeler
aleminde tesir ederler. Bil ki, kibriyaullah âleminden etkilenen ruhlar, bu
açıdan, maddeler alemine hükümrân olup, onlarda tasarruf etmeleri itibariyle,
başka ve
farklıdırlar. O halde
Cenâb-ı Hakk'tn ayeti maddeter aleminde müessir olabilmesi açısından, en
şerefli olana bir işarettir. Bunun da böyle olduğunu anladığına göre, ayeti
meleklerin, huşu ve hudû içinde, ubûdiyyet ve taat makamında beklediklerine bir
işaret olup, bu da, o kudsî cevherlerin, çeşitli ilahî nurları ve samediyyetin
kemâllerini aldıkları taraf ve cihettir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
ayeti, melekî cevherlerin, beşerî kudsî ruhları nurlandırmada ki ve bunu
kuvveden fitle çıkarma hususundaki tesirine bir işarettir. Bu böyledir, çünkü
beşerî ruhların, meiekî ruhlara nisbetle durumu, bir damlanın denize, bir mumun
güneşe nisbeti gibi olup, beşerî ruhların, melek cevherlerinin tesirleri ile
ilahî bilgiler ve ruhanî kemfilatlar hususunda kuvveden fiile geçmelerinin
sübut bulmasından dolayıdır. Bunun benzeri olan bir ifade de, "O, kendi
emriyle kullarından kimi dilerse ona vahy üe melekleri indirir"(imh. 2),
"Onu RÛhu'1-EmSn, senin kalbine indirmiştir" (Şu«t, ıw> va
"Peygambere vahiy getirenlere" (Mürselat, 5) ayetleridir.
Bunun da böyle
olduğunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki, bu ayette şöyle bir
incelik vardır: Bir şey İçin, mutlak manada kemâl ve mükemmellik, ancak o şey,
tam o tamın üstünde bulunduğu zaman söz konusudur. O şeyin tam olmasıyla, ona
(layık olan bütün mükemmelliklerin bilfiil onda mevcut olması; o şeyin
"tamın üstünde" olması ise, kendisinden çeşitti mükemmellikler ve
mutlulukların başkasına akması manası kastedilmiştir. Bir şeyin zâtı açısından
kâmil olmasının ise, başkasını kemâle erdirmesinden önce bulunacağı malumdur.
Bunun böyle olduğunu da anladığına göre, şimdi biz diyebiliriz ki, Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesi, melek cevherlerinin, ubûdiyyet duraklarında, hizmet ve taat
sayfalarında bekledikleri vakit, zâtlannı kemâle ifadesi o kudsî ruhların
beşeri ruhların cevherinde bulunmaması gereken şeyleri giderme hususundaki
tesirlerinin keyfiyetine ve ifâdesi de o
kudsî rûhlann, CenfttH Hakk'ın kudsiyyeönin tecellilerini ve
ilahî nurlarını,
beşerî ruhlara fezeyân ettirip akıtmadaki tesirlerinin keyfiyyetine bir
işarettir. Binâenaleyh bunlar, bu lafızlarla tıpatıp uyan aklî münasebetler ve
hakikî değerlendirmelerdir.
[5]
Ebu Müslim el-lsfehânî
"Bu lafızları meleklerle ilgili kılmak, caiz değildir. Çünkü bu lafızlar,
müennesliği (dişiliği) ihsas ettirmektedirler. Halbuki melekler böylesi
sefatlardan uzaktırlar" demektedir. Buna şu iki açıdan cevap verebiliriz:
a) kelimesi,
çoğulun çoğuludur. Çünkü Arapça'da "Saf olmuş topluluk" denilir. Daha
sonra bu kelime, (çoğulun çoğulu olarak) o\iu» şeklinde çoğul yapılır.
b)
Onlar, manevî müenneslikten
berî ve uzaktırlar.
Lafız bakımından müenneslikten
ise, berî değillerdir. Kendisinde, te'nîs alâmeti varken, üstelik onlara
meiâike adı verilirken, daha nasıl böyle olmastn?
c) Bu
sıfatların, yeryüzünün melekleri olan, Allah'a kulluğa yönelmiş kudsî,
tertemiz, beşerî ruhlara hamledllmesidir. Bunu şu iki yönden izah edebiliriz:
1) ayeti
ile, cemaatla namaz edâ edilirken gerçekleşen saf durmalar murad edilmiştir. O
halde Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesi "Eûzü billahi mine'ş-şeytâni'r-racîm"
(istiâze) cümlesinin okunmasına bir işarettir. Çünkü, böylece onlar sanki
şeytanı, namaz esnasında kalblerine vesvese vermekten men etmiş gibi olurlar.
Cenâb-ı Hakk'ın ayeti de, namazda Kur'ân okunmasına bir işarettir. Yine,
ifadesinin, Kur'ân okurken, sesin yükseltilmesine bir işaret olduğu, sesini
yükseltmesi sebebiyle bu kimsenin, şeytanı kovduğu da ifade edilmiştir.
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Peygamber (s.a.s) geceleyin ashabının evlerini dolaştı da, Hz. Ebû
Bekr (r.a)'i alçak sesle; Hz. Ömer (r.a)'i de yüksek sesle Kur'ân okurken
duydu. Derken, Ebû Bekr (r.a)'e, "Niçin, böyle okudun?" diye
sorduğunda, Ebû Bekr (r.a), "Mabûd (Allah) semidir, alîmdir" dedi.
Hz. Ömer (r.a)'e de, "Niçin bu şekilde okuyorsun?" diye sorduğunda, o
da, "Uyuyanları uyandırmam ve şeytanı kovmam için!" cevabını verdi.
[6]
Bu ayetlerdeki (bu üç
lafzın tefsiri hususunda bir diğer izah şekli de şudur: Cenâb-ı Hakk'ın, ayeti ile, Allah'ın dinine davet eden,
hakikata ermiş ulemâdan meydana gelen saflar kastedilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesinden, böylesi ulemâ topluluğun, şüpheli ve şehevî şeylerden men etmekle
meşgul olmaları kastedilmiştir. ifadesinden de, bu ulemâ topluluğunun, Allah'ın
dinine davet ve Allah'ın kanunlarına göre amel etmeye teşvik ile meşgul
olmaları kastedilmiştir.
[7]
Bu lafızların tefsiri
hususunda yapılabilecek bir üçüncü izah da bizim bu ifadeleri, Allah yolunda
cihad eden gazilerin hallerine hamletmemizdir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesinden, savaşmak için tutulan saflar kastedilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak
"Şüphesiz ki Allah, kendi yolunda, birbirine kenetlenmiş bir bina gibi,
saf bağlayarak çarpışanları sever"(Saf,4) buyurmuştur ' ayetine gelince,
biz deriz ki: "Zecr" ite "sayha" birdir, aynı işi pörürler,
ki bundan murad da, atları sevketmek için, çıkarılan naralardır. Ayetteki
ifadesi ile de, gazilerin düşmanla savaşa başladıklarında okudukları Kur'ânlar,
yaptıkları zikirler, tehffl ve takdîsler kastedilmiştir.
[8]
Bu ayetlerle ilgili
olarak bir dördüncü izah da, bizim, bu ifadeleri Kur'an'ın ayetlerinin
vasıfları kabul etmemizdir. Binâenaleyh, ayetinden, Kur'ân'ın ayetleri
kastedilmiştir. Çünkü Kur'ân'ın ayetleri çeşit çeşit ve farklı farklıdır.
Bazıları, "tevhîd"in; bazıları Allah'ın "ilim, kudret ve
hikmetinin"; bazıları, "nübüvvetin"; bazıları "meâd ve
haşrin", "Kıyametin" delilleri; bazıları mükellefiyetin ve ilahî
hükümlerin beyanı; bazıları da, üstün ahlâkın talimi ve öğretimi hakkındadır.
Bu ayetler, değişmeyen, tebeddül etmeyen bir tertip ile tertip olunmuşlardır.
Binâenaleyh bu ayetler, belirli saflarda duran şahıslara benzemektedirler. O
halde, ifadesinden, kötü fiillerden men eden ayetler;' ifadesinden ise, iyi ve
güzel amellere yönelmenin farz olduğuna delâlet eden ayetler kastedilmiştir.
Ayetlerin, "okuyucu" olmakla nitelenmeleri, (şair olan şiir) ve "söyleyen söz"
düsturuna göredir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Gerçekten bu Kur'ân öyle bir
şeye doğrultup götürür Ai"M, 9) buyurmuştur. Keza "Yâsîn. O hikmet
dolu Kur'ân'a yemin ederim ki"<yutn, 1-2) buyurmuştur. Buradaki
el-hakîm'in, hâkim "hükmeden" manasında olduğu da ileri sürülmüştür.
Bütün bu muhtemel
izahlar, bu cümlelerin tek bir şeyin sıfatları olması durumuna göredir. İkinci
ihtimale, yani, bu üç şeyle farklı farklı şeylerin kastedilmesi haline gelince,
Cenâb-ı Hakk'ın ayetiyle, "Saf saf olmuş olan kuşlara... "(Nûr, 41)
ayetinden hareketle, kuşların kastedildiği;
kelimesiyle Allah'a isyan etmekten men eden her şeyin ve kelimesiyle de, Allah'ın kitabından okunan
her şeyin kastedildiği ileri sürülmüştür.
[9]
Ben derim ki: Bu
hususta yapılabilecek diğer bir izah da şudur: Allah'ın yarattığı şeyler, ya
cismanîdir, ya ruhanîdir. Cismânî olanlar, değişmeyen birtakım derece ve
tabakalara göre sıralanmışlardır. O halde yeryüzü, âlemin ortasında olup, su
küresiyie; su da hava ile; hava da ateş ile; bu dördü de maddî âlemlerin son
sınırına kadar felek küreleriyle kuşatılmışlardır. Binâenaleyh bütün bu
maddeler, adetâ Allah'ın celal eşiği üzerinde saf tutup durmuşlardır. Ruhanî
cevherlere gelince, bunlar derecelerinin farklı, sıfatlarının başka olmasına
rağmen şu iki sıfat bakımından müşterek (aynı)tirler:
a) Hareket
ettirmek ve evirip çevirmek suretiyle, madde âlemine tesir etme sıfatı...
Hak Teâlâ buna, ayetiyte işaret etmiştir. Çünkü bundan
muradr "sürmek ve hareket ettirmek" manaları olduğunu söylemiştik.
b) Anlamak,
bilmek ve marifetullah'a gark olup, Allah'ı medh-u sena etme sıfatı. Cenâb-ı
Hak, buna da ayetiyle işaret buyurmuştur. Madde, makarr bakımından, ruhanî
varlıklardan daha aşağı olduğu için, maddede tasarruf edebilme sıfatı, Allah'ı
tesbîhata yönelmiş, celâlullah'ın marifetine garkolmuş ruhlardan derece
bakımından aşağı olunca, ki Hak Teâlâ, "O'nun yanında olanlar O'na
ibadetter, kibirlenerek geri durmazlar" (Enbiyâ, 19} buyurmuştur, bu
durumda hiç şüphesiz işe önce maddeleri zikretmekle başlayıp, buyurdu; ikinci
olarak, alemdek maddeleri idare eden ruhları, üçüncü olarak, en Üstün dereceyi
işgal eden şeyle-yani tamamen Allah'ın celalinin marifetine yönelmiş, O'na
medh-u senaya dalmış mukaddes ruhtan zikretti. Bunlar, gönlüme doğan birtakım
ihtimallerdir. Kur'ân-Kerîm'in sırlarını ancak Allah bilir.
[10]
Alimler bu konuda şu
iki görüşü belirtmişlerdir:
a)
"Burada kendisine yemin edilenler, bu şeylerin bizzat kendileri değil,
bunların yaratıcısıdır." Bu görüşte olanlar
delillerini şöyle
sıralamışlardır:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s), Allah'dan başkası adına yemin etmekten nehyetmişti Öyle ise,
Allah'ın hikmetine, zatından başkasına yemin etmesi nasıl uygun düşer"
2) Bu gibi
şeyler hususunda, bir şeye yemin etmek, yemin edilen varlık için, büyük bir
saygıyı ifade eder. Böyle bir saygı ise, ancak Allah'a uygun düşer.
3)
Bahsettiğimiz bu husus, Hak Teala'nın, bazı sûrelerde açıkça belirttiği
ifadeler ile de pekişir: Meselâ, "Semâ'ya ve onu yapana, yere ve onu yayıp
döşeyene her bir nefse ve onu düzenleyene yemin olsun Jcf..." (şems, 5-7)
ayetinde olduğu, gibi...
[11]
b) "Bu
yemin, bizzat bu şeylere yapılmıştır" diyenlerin görüşü... Bu görüşte
olanlar, şu delilleri getirmişlerdir:
1) Yemin, bu
lafızların zahirine göre, bizzat bunlara yapılmıştır. Binâenaleyh ayeti
-zahirini bırakıp, başka manaya gitmek, delilin hilafına bir hareket olur.
2) Allah
Teâlâ, "Semaya ve onu yapana yemin olsun ki" deyip, kasem vâvır
"semâ" kelimesinin başına getirmiş, "Onu yapma" ifadesini o
kaseme atfetmiştir Binâenaleyh "semâ"ya yapılan yeminden, eğer,
"onu yapana yemin" manas kastedilmiş olsaydı, aynı yerde bir tekrar
yapılmış olurdu. Bu ise caiz değildir.
3) Allah'ın
bu şeylere yemin edişindeki hikmetin, bu şeylerin zatlarının şerefli
tt\ûfcamm.e\ olduğuna bir dikkat çekme olması
da uzak bir ihtimal değildir. Hele de biz bunları melekler anlamına alırsak...
Çünkü bu durumda, bunlann adına yemin etmedeki hikmet, onların derecelerinin
yüksekliğine ve mertebelerinin yüceliğine dikkat çekme olur. Allah en iyi
bilendir.
[12]
İmdi eğer denirse ki:
"Burada yemin etmek uygun düşmez. Bunun sebepleri •unlardır:
1) Yeminden maksad, bu tür neticeyi ya mü'minin,
ya kâfirin nezdinde isbat etmektir. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü yemin edilse
de edilmese de, zaten mü'min bunu kabul etmiştir. Binâenaleyh her halükârda
böylesi bir yemin gereksizdir.
2) Allah
Teala, bu sûrenin basında, ilahın (gerçek tanrının) tek olduğuna dair yemin
etmiş; Zâriyât Sûresi'nin başında da, Kıyametin hak olduğuna yemin ederek,
"Tozutup savuranlara yemin olsun ki, şüphesiz ki size vaadolunan (şeylerin
hepsi) elbette doğrudur" (zariyat. 1-5) buyurmuştur. Bu önemli hususun, dehriyye ve benzerleri
gibi muhaliflere yemin ile isbatı, akıllılara uygun düşmez?" Evet, böyle
denilirse, buna birkaç şekilde cevap verilir:
1) Allah
Teâlâ, başka sûrelerde, yakınî delillerle tevhidi, dirilişin ve Kıyametin doğru
olduğunu anlatmıştır. Bu deliller daha önce geçince, bunları, yeniden anlatma
tuhaf birşey değildir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, daha önce geçenleri te'kid için
yemin etmiştir. Bilhassa Kur'an, Arapça olarak nazil olunca, esasları yeminle
te'kid ve isbat etmek, Araplarca alışılmış bir usûl olduğu için (Kur'ân'da da
bunlar yer almıştır).
2) Allah
Teâlâ, "Gerçekten sizin
tanrınız hakikaten birdir"
hükmünün doğruluğunu göstermek için, bu şeylere yemin edince, bunun
peşinden, ilahın tek olduğu konusunda, yakinî bir delil gibi olan şu hususa
işaret etmiştir: "(O), göklerin ve yerin ve bunlann arasında ne varsa
hepsinin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir O." Bu böyledir, çünkü Hak Teâlâ,
"Eğer o göklerde ve yerde, AÜah'dan başka ilahlar olsaydı, oraların
düzenleri bozulurdu "(Enbiya, 22) ayetinde, göklerin ve yerin bir nizam içinde
oluşunun, ilahın bir tek olduğuna delâlet ettiğini anlatmıştır. Bu sûrede ise,
"Sizin tanrınız hakikaten birdir" buyurunca, bunun peşinden, "O
göklerin ve yerin ve bunlann arasında ne varsa hepsinin Rabbidir"
buyurarak, âdeta "Biz, bu alemin intizamına bakıldığında, bunun ilahın tek
oluşuna delil olduğunu beyan etmiştik, ûteyse sizce, benim bir olduğumun
anlaşılması için, bu delili iyice düşünün" demek istemiştir.
3) Bu sözün
maksadı, putperestlerin, putların ilah olduklarını iddia edişlerini reddir. Buna
göre sanki, "Bu iddia, düşüklük ve zayıflık bakımından, iptal hususunda,
böyle bir delilin bile yeterli olduğu bir derecededir" denilmektedir.
Allah en iyi bilendir.
[13]
Göklerin ve yerin
hallerinin, kadir, alîm ve hakîm bir ilahın varlığına, O'nun tek olduğuna ve
ortaksız olduğuna dâir
delâletinin izahı...
Bu tefsir defalarca ve çeşitli vesilelerle yapılmıştı.
[14]
Ayetteki,
"Doğuların da Rabbidir O" ifadesi ile, güneşin doğuları (yani ufukta
doğduğu noktalar) kastedilmiştir. Süddî söyle der: "Meşârık"
(doğular), üçyüz altmış tanedir. Meğarib (batılar, yani batış noktaları) da
böyledir. Çünkü güneş, her gün doğudan doğar, batıdan batarlar." Ayetteki
meşârık ile, yıldızların doğma yerleri de kastedilmiş olabilir. Çünkü her bir
yıldızın, doğduğu ve battığı yerler vardır. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hak
niçin burada sadece "Meşârık'tan bahsetmiş?" denilirse, biz deriz ki:
Bunun, şöyle iki sebebi olabilir:
a) Allah
Teâlâ'nın, tıpkı "Sizi sıcaktan koruyacak (elbiseler)"(NaN, ai)
ayetinde (sıcağı zikredip, bununla soğuğu da kastetmesi) gibidir.
b) Şark
(doğu), batıdan daha kıymetli, daha faydalıdır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
kullarına olan lütfunun çokluğuna dikkat çekmek için, güneşin doğuşundan
bahsetmiştir. İşte bu incelikten ötürü, Hz. İbrahim (a.s) de, güneşin doğuşunu
delil getirip, Nemrud a, "Allah, güneşi doğudan getirir" (Bakara.
258) demiştir.
[15]
Ehl-i sünnet âlimleri,
ayetteki "(O) göklerin ve yerin ve bunların arasında ne varsa hepsinin
Rabbidir" ifadesini,
Allah'ın, insanların
amellerini de yarattığına delil getirerek şöyle demişlerdir: Çünkü kulların
amelleri de, gök ile yer arasında bulunan şeyler cümlesindendir. Bu ayet ise,
gökler ve yerde meydana gelen herşeyin Rabbinin ve sahibinin, Allah Teâlâ
olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh bu, kulun fiillerinin de, Allah'ın
yaratmasıyla meydana geldiğine delâlet eder." Eğer karşı taraf (yani
Mu'tezile), "Arazların (sıfatların), gökler ve yer arasında yer alan
şeyler cümlesinden kabul edilmesi doğru değildir. Çünkü bu, ancak bir yerde ve
bir mekânda bulunanlar için söz konusudur. Arazlar ise, böyle değildir"
derlerse, biz deriz ki: Arazlar, gök ile yer arasında bulunan maddelerin
sıfatları olarak bulununca, bunlarda gök ve yerde imiş gibi olurlar."
[16]
"Hakikaten biz,
en yakın göğü t r süsle, yıldızlarla süsledik ve onu her
isyankâr şeytandan koruduk. Artık onlar, Mele-i
A'lâ'ya kulak verip, orayı
dinleyemezler. Her
taraftan koğularak atılırlar. Onlar için peşpeşe gelen bir
azab vardır. Ancak bir
çalıp çarpan olması müstesna. Fakat onu da delip
geçen bir şihab takib eder"
(Saffât, 6-10).
[17]
Hamza ve Asım'ın
râvisi Hafs, zînet kelimesini tenvinli,
kevâklb'i de mecrur
olarak okumuşlardır.
zamanda Mesruk
b. el-Ecda'ın kıraatidir.
Ferrâ şöyle der: "Tıpkı (Alak,
16) ayetinde Cenâb-ı Hakk'ın, nekireyi marifeden bedel yapması gibi, bu
da, marifenin nekireden bedel olması kabilindendir." Zeccâc, "Kevâkib
kelimesi, "zinet'ten bedeldir. Çünkü bu tıpkı, "Ebû Abdullah'a, yani
Zeyd'e uğradım" demen gibidir" der. Âsim, "zinet"
kelimesini tenvin ile, "kevâkib'i ise nasbla okumuştur. Ferra, "Bu
kıraata göre Cenâb-ı Hak, "Biz, yıldızları süsledik" manasını
kastetmiştir" derken; Zeccâc, nasb ile okunması halinde de,
"kevâkib'in yine "zinet"ten bedel olabileceğini söyleyerek,
"Çünkü "zinet" kelimesi de mahallen mansubtur" der. Diğer
kıraat imamları ise, izafet ile; "kevfihib"i mecrur kılıp, şeklinde
okumuşlardır.
[18]
Hak Teâlâ, en yakın
semâyı süslediğini ve bunu da şu iki İKİNCİ MESELE hikmetten Ötürü böyle yaptığını
anlatmıştır:
a) Bir süs
meydana getirmek için,
b) Mel'un şeytanlardan korumak için. öyleyse
bizim, ayetteki üç neticeyi iyice incelememiz gerekir. Bunlardan birincisi, en
yakın semânın bu yıldızlarla süslenmesidir. Birisi şöyle diyebilir:
"Astronomide bu sabit yıldızların sekizinci kürede, altı gezegenin de, en
yakın semâyı kuşatan altı kürede yer aldığı söylenmiştir. Dolayısıyle,
"Biz, en yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik" ifadesi nasıl
doğru olabilir?
Cevap:
Yeryüzünde olan İnsanlar göğe baktıklarında, göğün bu yıldızlarla süslendiğini
görürler. Biz, Astronomide felsefecilerin, bu yıldızların sekizinci felekte yer
aldıklarına dair açıklamanın tam bir delili olmadığını beyan etmiştik. Bunu, Mülk
Sûresi'ndeki, "Andolsun ki biz, en yakın semâyı birtakım lambalarla
süsledik" (Müik, 5) ayetinin tefsirinde açıkladık. Bunlardan ikincisine
yani, yıldızların en yakın semânın zineti olması meselesine gelince, bu hususta
iki bahis vardır:
Birinci Bahis:
"Zinet", hokkaya konan yün ve pamuk manasındaki "lîkâ"
kelimesi gibi, ya bizzat süsün adıdır, yahut da, "nisbet" kelimesi
gibi, "süslemek" manasına masdardır. Keşşaf sahibi şöyle der:
Ayetteki İfadesi hakkında şu iki ihtimal söz konusudur:
1) Eğer sen,
masdar manasına alırsan, "zlnet" failine muzaf olmuş olur ve
"Göğü yıldızlar süsledi" manasına gelir. Yok eğer bunu mef'ûlüne
muzaf kabul edersen, "Allah, yıldızları süsledi ve ontarı güze
Deştirdi" manasına gelir. Çünkü bu durumda, göğün süsü, aslında yıldızların
süslü hale getirilmesiyle olmuş olur. Eğer bu kelimenin isim olduğunu
söylersen, o zaman bu izafetin şu iki izahı yapılır:
a) "Kevâkib"
kelimesinin, "zinet" kelimesinin beyaniyesi olması... Çünkü zinet
(süs), yıldızlarla da, başka şeylerle de elde edilebilir.
b) Bununla, yıldızların süslenildiği
(zinetlendiği) şey kastedilmiştir.
İkinci Bahis:
Yıldızların, gökyüzünün nasıl süsü olduklarını açıklamak için şu izahlar
yapılmıştır:
1) Aydınlık
ve ışık, en güzel ve en mükemmel sıfatlardandır. Binâenaleyh eğer feleğin
yüzeyinde, bu aydınlatıcı yıldızlar yer alacak olursa, onların orada yer alması
sebebiyle, şüphesiz o feleğin kütlesinde bir ışık olacaktır. Nitekim İbn Abbas
(r.a; ayetin bu ifadesine, "Yıldızların ıştğı ile zinetlendirdik"
manasını vermiştir.
2) Bununla,
Cevza, Benatü Na'ş (Büyük Ayı, Küçük Ayı takım yıldızları), Süreyya gibi,
şekilleri birbirine benzer farklı şeyler kastedilmiş olabilir.
3) Bu
ifadeyle, yıldızların doğup batışlarının nasıl olduğu manası kastedilmiştir
4) İnsan,
karanlık bir gecede, feleğin yüzeyine bakıp, bu mücevher ve çiçek gio şeyleri,
bu masmavi yüzey üzerinde parlayan inciler gibi gördüğünde, şüphe yok ki bu
manzara, herşeyin en güzeli, terkib ve cevher (öz) bakımından en mükemmefe
olmuş olur. Bütün bunlar, yıldızların bir zinet olduklarını gösterir.
[19]
Bu ayetteki, "Onu
her isyankâr şeytandan koruduk" '
ifadesi hakkında iki bahis vardır:
Birinci Bahis: Önce
meseleyi dil açısından ele alalım. Ayetteki hıfzan "koruma" kelimesi
"onu koruduk" manasındadır. Müberrâ söyle der: "Önce bir fiil
getirip, sonra onun üzerine, başka bir fiilin masdarını atfettiğinde, masdarı
mansub okursun. Çünkü böyle okuyuş, bu masdarın fiilinin mahzûf olduğuna
delâlet eder. Meselâ dersin ve sen boy* dediğinde, isimlerin fiiller üzerine
affedilmeyeceği anlaşılır. Bu sebeple de, kelamın takdiri "Şöyle yapacağım
ve sana bir ikramda bulunacağım şeklinde olur." İbn Abbas (r.a) şöyle der:
Allah Teâlâ, kendisine karşı isyankar davrananları kastederek, "Göğü
yıldızlarla, her türlü isyankâr şeytandan koruduk" buyurmuştur. Marid
kelimesinin bu manada olmasının imkansız olduğu, bu kelimenin,
"pürüzsüz" manasına geldiği, (pürüzsüz bir köşk) (Nemi.44) ayetinin
de bu manada olduğu, "emred" (tüysüz) kelimesinin de bu kökten geldiği
söylenmiştir "atirid" kelimesinin de bu kökten geldiği söylenmiştir.
"Mârid" kelimesinin manasım, (Tevbe, 101) ayetinin tefsirinde izah
etmiştik.
[20]
İkinci Bahis: Bu,
ayetle ilgili aklî meseleleri ihtiva etmektedir: Bu konudaki detay, Mülk, 5
ayetinde zikredilmiştir. Müfessirler şöyle derler: "Şeytanlar, göğün
yakınına kadar yükselirler ve nadiren meleklerin konuşmalarını duyup dinlerler.
Bu sayede bazı gaybî şeyleri, istikballe ilgili isteri öğrenirler ve bu bilgileri,
dostlarına (kâfirlere-kâhinlere) haber verirler. Böylece insanlara,
kendilerinin gaybı tamamen bildikleri zannını uyandırırlar. Allah Teâlâ
onların, şihabları vasıtasıyla göğün yakınlarına yaklaşmalarına mâni olmuştur.
Çünkü Allah Teâlâ, onlara şihabları atarak onları yakar ve yaralar."
Burada, konuyla ilgili birkaç soru var:
[21]
Birinci Soru:
Bu şihablar, Allah Teâlâ'nın, sayelerinde göğü süslediği yıldızlar cümlesinden
midir, yoksa değil midir? Yıldızlardan olamazlar, çünkü bunlar yok olur, sona erer,
kaybolup gider. Binâenaleyh eğer bu şihablar, gerçekten yıldızlar olsalardı, o
zaman, göğün yıldızlarının sayısının çokça noksanlaşması gerekirdi. Böyle bir
şeyin kesinlikle olmadığı malumdur. Çünkü gökteki yıldızların sayısı,
değişmeden aynı halde kalmaktadır. Hem bu şihabları, şeytanlar için birer mermi
kılmak, göğün süsünde bir eksiltmeyi meydana getirecek şeylerdendir. Şu halde
bu iki gayeyi birleştirmek, iki zıd şeyi birleştirmek gibidir.
İkinci ihtimali, yani
bu şihabların, felekteki yıldızlardan başka bir cins varlık olduklarını
söylemek de zordur. Çünkü Hak Teâlâ, Mülk Sûresi'nde, "Andolsun ki en
yakın göğü lambalarla (kandillerle) süsledik ve onları şeytanlar için birer
ateş taneleri (birer mermi) kıldık"(Mülk, 5) buyurmuştur. Buradaki
"onları" zamiri, kandil olan o yıldızlara râcîdir. Binâenaleyh
kandillerin, bizzat kendilerinin birer mermi olması gerekir. Buna şöyle cevap
verilir: Bu şihablar, necm-i sâkıb (ışık saçan) olan, geriye kalan yıldızlardan
farklıdır, göğün boşluğunda meydana gelen, yer alan her aydınlatıcı şey,
yeryüzündekiler için birer kandildir. Fakat o kandillerden kimileri, uzun süre
bozulmaktan ve değişmekten uzak ve bert olarak kalırlar. Kimileri ise böyle
olmazlar. Böyle olmayanlar, Cenâb-ı Hakk'ın şeytanlar için birer "recîm"
(mermi, taşlama vasıtası) kıldığı bu şihablardır. Durumun böyle olması halinde,
bu problem ortadan kalkmış olur. Allah en iyi bilendir.
[22]
İkinci Soru:
Şeytanlar, şihabların kendilerini yakabileceğini ve maksadlanna kesinlikle
ulaşamayacaklarını bildikleri halde, şeytanların oraya gitmeleri nasıl mümkün
görülebilir? Böyle bir işin, akıllı bir varlıktan sâdır olması mümkün müdür? En
ince hile ve çareleri bilme yetenekleri olan şeytanlardan böyle bir iş nasıl
sadır olur?
Cevap: Gökte,
bu durumun tahakkuk edeceği belli bir yer yoktur. Eğer böyle belli yerler
olsaydı, onlar oraya yaklaşmazlardı. Onlar, meleklerin bulunduğu yerlere
yaklaşmaktan menolunmuşlardır. Meleklerin yerleri ise farklı farklıdır. Bazan
onlar, kendilerine şihabların isabet edeceği yerlerde bulunuyorlardı. Bazan da
başka
yerlerde oluyor ve meleklere
rastlamadıkları için, kendilerine şihab isabet etmiyordu. Binâenaleyh onlar,
göğe çıktıklarında, bazan helak olup, bazan kurtuldukları için, denize girenin
kurtulacağını zann-ı galible düşündüğü yere kadar yüzmesi gibi, bu şeytanlar
da, zann-ı galibleri ile, kendilerine şıhabların isabet etmeyeceği yerlere
kadar gitmiş olmaları mümkündür. Bu, Ebû Ali el-Cübbaî'nin bu soruya tefsirinde
verdiği cevaptır.
Birisi şöyle diyebilir:
"Onlar göğe yükseldiklerinde, ya meleklerin yerlerine kadar veya başka
yerlere kadar çıkarlar. Eğer meleklerin bulundukları yerlere kadar ulaşırlarsa,
yanıp kül olurlar. Yok eğer meleklerin bulunmadığı yerlere çıkıyorlarsa,
maksadlanna asla ulaşamazlar. Her iki halde de maksadları hasıl olmaz.
Binâenaleyh böyle bir tecrübe bulunup, maksadlarını elde etmelerinin imkânsız
olduğu onlarca, istikrâen (iyice tecrübe ve araştırma ile) sabit olunca,
onların böylesi bir işten kaçınmaları ve asla buna yönelmemeleri gerekir. Ama
denizde yüzen kimsenin durumu böyle değildir. Çünkü denizde yüzenler hakkında
genel durum, salim olmak ve maksada ulaşmaktır. Fakat burada, yanmaktan
kurtulan şeytan, meleklerin bulunduğu noktalara çıkmadığı için kurtulmuştur.
Meleklerin bulunduğu yerlere varmayınca da maksadlarını elde etmemiş olurlar.
Binâenaleyh böylesi bir işe bir daha başvurmamaları gerekir."
Buna, doğruya en yakın
olarak verilecek cevap şudur: Böyle bir hâdise, nadiren olur. Belki de bu iş,
şeytanlar arasında nadiren meydana geldiği için, meşhur olmamıştır. Allah en
iyi bilendir.
[23]
Üçüncü Soru: Bazıları
şöyle derler: "Mütevatir tarihler, şihabların, Hz. Peygamber (s.a.s)
gelmezden önce de var olduklarına delalet etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s)'in gelmesinden, uzun süre önce yaşamış hakîm zatlar bundan bahsetmiş ve
bu şihablar hakkında konuşmuşlardır. Bu hâdisenin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
gelişinden önce de mevcudiyeti sabit olduğuna göre, bunu Hz. Peygamber
(s.a.s)'in gelişini gösteren bir hâdise saymak imkânsızdır."
Kâdî buna şöyle cevap
vermiştir: Doğruya en yakın olan, "Bu durum, Hz. Peygamber (s.a.s)
gelmezden önce de vardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında çoğaldı. Bu
çoğalması, Hz. Peygamber (s.a.s) için bir mucize oldu" denilmesidir.
[24]
Dördüncü Soru:
Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, İblls'in, "Sen, beni
ateşten yarattın "(Araf. 12) dediğini bildirmiş ve "Cânnı da biz daha
önce çok zehirleyici ateşten yarattık" (Hicr, 27) buyurmuştur. Bundan
ötürü o, göklere çıkabilir. Durum böyle olunca da, daha nasıl ateşin ateşle
yakılacağı düşünülebilir.
Cevap:
Şeytanın, ateşten yaratılmış olmasına rağmen, ateşinin zayıf olması dolayısıyla
da şihabların ateşi onlara yetişip, onlardan daha kuvvetli olduğu için, daha
kuvvetli olanın zayıfı bertaraf etmesi muhtemeldir. Baksana zayıf ışıklı bir
kandil güçlü bir ateşin içine düştüğünde söner, fşte buradaki durum da
böyledir.
[25]
Beşinci Soru:
Meleklerin yeri, feleğin en üst yüzeyidir. Şeytanlar ise, ancak feleğin en alt
yüzeyine ulaşabilirler. Böylece feleğin kütlesi, şeytanların meleklere
yaklaşmalarına manî olur. Belki de bu felek çok büyüktür. Bu büyük engelin
bulunmasına rağmen, şeytanların melekleri duyup dinleyebil meleri nasıl
düşünülebilir. Eğer siz, "Allah Teâlâ, şeytanların duyu organlarını güçlü
yaratmıştır. Bundan dolayı onlar meleklerin sözlerini duyabilirler"
derseniz, deriz ki: "Böyle olması halinde, Allah Teâlâ, şeytanların
duyularını, meleklerin sözlerini duyabilecekleri kadar güçlü yaratmışsa, onları
melekleri dinlemekten engellememesi gerekir. Eğer Cenâb-ı Hak, bundan
engellememeyi murad etmiş ise, onlara şihablar atmasında ne mana vardır?"
Buna şöyle cevap verilir: Bizim inancımıza göre, Allah'ın fiilleri bir sebebe
bağlanamaz: Allah istediğini yapar, dilediğini hükmeder. Hiç kimsenin, Allah'ın
hiçbir fiiline itiraz etme ve sebep sorma hakkı ve selahiyeti yoktur.
Bu konuyla ilgili
olarak söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. Burada yazdıklarımız, Mülk Sûresi'nde
ve bu konudaki diğer ayetlerin tefsirinde yazdıklarımıza eklendiğinde, hepsi
yeterli dereceye ulaşmış olur. Allah en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Onlar Mele-i A'lâ'ya kulak verip, orayı dinleyemezler" ifadesiyle
ilgili birkaç mesele vardır:
[26]
Hamza, Kisâî ve
Âsım'ın râvisi Hafs, sîn'in ve mîm'in şeddesiyle, şeklinde okumuşlardır. Bunun
aslı
dir. Her ikisi de "hems"
sıfatına sahip oldukları için de, te harfi sîn'e idğam edilmiştir.
"Tesemmû' ", duymayı-dinlemeyi istemek demektir. Nitekim Arapça'da,
ister duyabilsin, ister duyamasın, kulak kabartan hakkında fiili kullanılır.
Diğer ktraat imamları ise şeddesiz sin ile
şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde, bu fiilin şeddeli okunuşunu tercih
eder ve şöyle der: "Çünkü Araplar, derler ve der, (harf-* cer
kullanmazlar). Nerdeyse onlar hiç demezler." Bu kıraati desteklemek için,
"Tesemmû'nun bulunmadığı ifade edilince, sem' haydi haydi nefyedilmiş
olur" denilmiştir.
İkinci kıraatin
delili, "Onlar senden uzaklaştırılmışlardır" (Şuara. 212) ayetidir.
Mücahid, İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Şeytanlar
Mele-i A'lâ'ya kulak verip, orayı dinleyebiliyorlardı. Daha sonra bundan
menolundular ve dinleyemez hale geldiler." Birinci kıraati tercih edenler,
buna şöyle diyerek cevap verebilirler: "O şeytanların, dinlemekten
uzaklaştırılmış olmalarının açıkça belirtilmesi, bu ayetin delâleti ile,
onların, dinlemeyi istemekten (tesemmû'dan) da uzaklaştırılmış olmalarına manî
değildir. Aksine bu, şeytanların, göğün haberlerini dinlemekten koğulmuş ve
menedilmiş olmaları hususunda kuvvetli bir delildir. Çünkü dinlemek istemekten
menedilen kimse, dinlemekten haydi haydi menedilmiş olur.
[27]
Falancanın sözünü duydum" ifadesi ile
"Onun sözüne kulak verdim" ifadeler arasındaki fark şudur:
"Falancanın sözünü duydum" ifadesi, o sözü anlamış olma manasına
gelir, "Onun sözüne kulak verdim" ifadesi ise anlamanın yanısıra
kişinin o şeye kulak kesildiğini anlatır.
[28]
Hak Teâlâ'nın,
"Onlar Mele-i A'Iâ'ya kulak verip, oray. dinleyemezler" ayeti
hakkında şu iki
açıklama yapılmıştır:
a) Meşhur
olan görüşe pöre bunun takdiri, "Onlar Mele-i A'Iâ'ya kulak verip,
oray-dinlemesinfer diye şeklinde olup, bu nasb edatı hazfedildiği için, fiil
yine merfû haline dönüşüp, şekline girmiştir. Bu tıpkı, "Saparsınız
diye" (Nisa. 176) ve "Sizi sarsar diye" (Lokman, ıo) ayetlerinde
olduğu gibidir Keşşaf sahibi şöyle der: "En ve lâm edatlarından herbirınl
tek başına hazfetmek caizdir. Ama ikisini birden hazfetmekse, Kur'ân'ın,
kendisinden korunması gereken hoş olmayan durumlardandır."
b) Keşşaf
sahibinin tercihi olan görüşe göre, bu ifade, öncesi ite alakası olmayan yeni
bir cümle olup, semiyyâtı (vahiy ile gelen haberleri) çalmak isteyenlerin
durumunu, onların melekleri dinleyemeyeceklerini, dinlemek istediklerinde de,
şihat yağmuruna tutulduklarını, dolayısı ile maksadlarına erişemediklerini
anlatmaktadır.
[29]
Buradaki Mele-i A'lâ
ile, melekler âlemi kastedilmiştir
Çünkü
onlar göklerde yerleşmişlerdir. İnsanlar ve cinler ise
Mele-i Esfel’dirler. Çünkü bunlar, yeryüzünde
yerleşmişlerdir
Bil ki Allah Teâlâ, o şeytanları şu üç
vasıfla nitelemiştir:
a) Dinleyememekle...
b) Her taraftan taşlanıp kovulmakla... Bu iki
hususla ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Duhûr kelimesinin ne demek olduğunu, A'raf Sûresi'ndeki medhûrâ ona, ıs>
ifadesinin tefsirinde açıklamıştık. Müberred, "Duhûr, ileri derecede
alçaklık ve zillet manasınadır" derken, İbn Kuteybe, "Bunun,
"Onu kovup, defettim" manasındaki h fiilinden olduğunu"
söylemiştir.
İkinci Bahis: "Duhûr"
kelimesinin, niçin mansub olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu,
manasında olmak üzere, mef'ûl-ü mutlak olarak mansubtur Bunun fiilin
hazfedilmiş olduğuna, fiili delâlet etmektedir.
2) Kelamın takdiri, "Onlar, koğulmuş olarak atılırlar"
şeklinde oiup, harf-i cer hazfedilmiştir.
3) Mücâhid,
kelamın "Tardedilmiş olarak koğulurlar" takdirinde olduğunu
söylemiştir. Buna göre bu, rükû, sücûd ve huzur kelimeleri gibi mef'ûi mutlak
adını alan bir hal cümlesi olmuş olur.
Üçüncü Bahis: Ebû
Abdurrahman es-Sülemî, dâl'ın fethası ile bunu, j şeklinde okumuştur. Ferrâ
şöyle der: "Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Koğulacak şeyle
koğulmuş-uzaktaştınlmış olarak, koğulurlar" demek istemiştir. Ferrâ sözüne
devamla şöyle der: "Gönlüm fethadan yana değil. Çünkü, bu temelde doğru
olmakla birlikte, böyle olması durumunda, mutlaka bir bâ harf-i cerrinin
bulunması gerekir. Nitekim "Taşla, taşlandılar" dersin, ama bunu
harf-i cersiz söyleyemezsin. Fakat bu, biraz caizdir. Nitekim şâir de,
"Misafirlere eti, pişmemiş, olarak getir" der. Bu, takdirindedir.
c) Üçüncü
sıfat, ayetteki "Onlar için peşpeşe
gelen birazab vardır" ifadesiyle anlatılan husustur. Bu, "Onlar,
şihablarla taşlanır ve bu azab, devamlı olarak onlar için söz konusudur"
demektir. Biz, "vâsıb" kelimesinin tefsirini, (Nahi, 52) ayetinin
izahı esnasında yapmıştık. Müfessirlerin hepsi de, bu kelimenin "Devamlı
olan, kesintisiz, sürüp giden" manasına olduğunu söylemişlerdir. Vahidî,
"Kim bu kelimeyi, "şiddetli ve acı veren" manasına alırsa, bu
dolaylı bir mana olur, ama direkt tefsir olmaz" demiştir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "Ancak bir çalıp çarpan olması müstesna" buyurmuştur. Hatf’ın
ne demek olduğunu, Hacc Sûresi'nde anlatmıştık. Zeccâc, "Bu, birşeyi hızla
kapıp almak manasınadır. Buradaki
aslındamanasınadır" derken, Keşşaf sahibi şöyle der: "Bunun
başındaki men edatı, fiilinin failinden
bedel olarak, mahallen merfu olup, "şeytanlar ancak, tek tük kelimeleri
hırsızlık yoluyla alan şeytanlardan dinlerler" manasındadır.
Ayetteki, "Onu
takib eder" kelimesi "Ona isabet eder" manasınadır. Nitekim
Arapça'da birisi, birinin peşisıra gittiğinde, ona ulaştığında da, denilir. Bu
da temelde, "Allah o kâfirin peşine şeytanı takar" (A’raf, 175) ayetindeki manayla aynıdır. Bunun
tefsiri orada geçmişti.
Ayetteki, "Delip
geçen bir şihab" tabiri hakkında, Hasan el-Basrî, "Buradaki
"sâkıb" kelimesi, "aydınlatan" manasınadır" demiştir.
Ben de diyorum ki, "Bu, ışığı ile karanlıkları ve havayı adetâ delip
geçtiği için sâkıb (delip geçen) adını atmıştır." İbn Abbas (r.a),
"necm-i sâkıb" rrank, 3)'ın tefsiri hakkında "Bu, bir yıldızın
adıdır. Çünkü bu yıldız, ışığı ile yedi kat göğü delip geçmektedir" der.
Allah en iyi bilendir.
[30]
"Sor bakalım
onlara; "Yaratılışça, kendileri mi daha muazzam, yoksa bizim
yarattıklarımız mı? Şüphesiz biz onları, bir cıvık çamurdan yarattık"
(Sâffât. 11).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[31]
Bu mesele, ayetin
kendinden önceki ayetlerle münasebeti
hakkındadır.
Bil ki daha evvel, bu Kitab-ı Kerim'in birine
maksadının, ulûhiyyet, âhiret, nübüvvet ve kaza ile kaderir
isbatı demek olan dört temel inancın anlatımı olduğunu
söylemiştik. Buna binaen diyoruz ki: Allah Teâlâ, bu
sûreye, kendi varlığına ve birliğine
delâlet
eden şeyleri getirerek başlamıştır. Bu deliller de, göklerin, yerin, bu ikisi
arasında olanların ve doğu ile battnın yaratılmasıdır.
İşte Cenâb-ı Hak bu konuyu
sapasağlam anlatınca,
peşisıra haşır-neşir ve Kıyametin isbatını getirmiştir.
[32]
Bil ki bu konuyla
ilgili söz, şu iki tarafla alakalıdır:
a) Aklen hasrın ve neşrin mümkün oluşunun
isbatı...
b) Bilfiil
vâkî olacağının isbatı... Birinci hususla ilgili söze gelince, bil ki birşeye
delil getirmek, şu iki şekilde olur:
1) Şöyle denilmesi: "O (Allah), daha zoruna
ve daha güç olanına kadirdir". Dolayısıyla buna da kadir olması gerekir.
2) Şöyle denilmesi: "O, şu iki durumun
birisinde buna kadirdir: Fail ile kabil (mef'ul) mevcuttur. Binâenaleyh, buna
dâir bu kuvvetin, ikinci durumda da (tekrarında da) aynen bulunması gerekir.
Allah Teâlâ, dirilişin ve Kıyametin mümkün olduğunu anlatmak için, işte bu iki
yolu kullanmıştır:
Birinci Yol,
"Sor bakalım onlara; yaratıhşda kendileri mi daha muazzam, yoksa bizim
yarattıklarımız mı?" ifadesinden çıkarılmakta olup, bu sanki, "Ey
Muhammed, şu inkarcılara sor ve de ki: "Kendilerinin yaratılması,
göklerin, yerin ve bunların arasında olanların, doğunun, batının ve feleklere
çıkan şeytanların yaratılmasından daha da mı zordur?" Şüphe yok ki onlar,
örfen, bunların birincisinden, yani kendilerinin yaratılışından daha muazzam
olduğunu itiraf edeceklerdir. Şu halde tevhidin isbatı için getirilen
delillerle, daha zor ve daha güç olana Cenâb-ı Hakk'ın kadir olduğu
anlaşılınca, O'nun bu bedenlere yeniden hayat vermeye haydi haydi kadir olduğu
anlaşılır" demektir. Bu delilin bir benzeri de, Yâsîn'in sonundaki,
"Gölden ve yeri yaratan (Allah), onlar gibisini yaratmaya kadir değil
midir?" çfMn, bi) ayeti ise "Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların
yaratılışından daha muazzam (bir iştir)" (Mü'minûn, 57) ayetidir.
İkinci Yol
ise, "Şüphesiz biz onları bir cıvık çamurdan yarattık" ifadesiyle
anlatılmıştır. Bil ki bu bedenler, hayatı kabul etmişlerdir. Çünkü eğer onlar
hayatı kabullenmemiş olsalardı, ilk defada da canlı olamazlardı. Gerçek Tann,
bu bedenlerde hayatı yaratmaya kadirdir. Eğer Allah buna kadir olmasaydı,
birinci seferinde de hayat olamazdı. Bu maddelerin hayatı kabul etme
özelliğinin devam ettiğinde ve Allah Teâlâ'mn önceki kudretinin şimdi de
bulunduğunda şüphe yoktur. Çünkü bu kabul ediş ve bu kadir oluş, zatî
sıfatlardandır. Dolayısıyla, son bulmaları imkânsızdır. İşte bu iki yol ile,
diriliş ve Kıyametin mümkün bir iş olduğu sabit olmuş olur. Cenâb-ı Hak, işte
bu iki yolla, böylesi birşeyin mümkün olduğunu beyan edince, bunun bizzat vâkî
olacağını da, "De ki: Evet, hem de siz (hepiniz) hor ve hakir olarak (o
kıyamet olacaktır)"{Shm, 18) ayetiyle anlatmıştır. Bu böyledir, çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s)'in doğru olduğu elinde meydana gelen mucizelerle sabit olup,
sâdık oian da, meydana gelmesi mümkün olan birşeyi haber verince, o şeyin
olabileceğini itiraf etmek gerekir. İşte bu ayetin, daha önceki ayetlerle
münasebetinin izahı bundan ibaret olup, bu, güzel bir izahtır. Allah en iyi
bilendir.
[33]
Bu, ayetin
lafızlarının tefsiriyle ilgilidir: , kelimesi,
"Allah'ın, göklerin, yerin
ve ikisi arasındaki
şeylerin
yaratıcısı olduğu
kesin delillerle sabit olunca, o münkirlere
sor ve, "Siz mi yaratılma bakımından daha muazzamsınız,
yoksa yaratıcılarının Allah olduğunu ortaya koyduğumuz
bu şeyler mi?" de" manasınadır. Cenâb-ı Hak, bunların âdeta zarureten
(kesin) bilinen şeyler gibi, çok net ve açık odukları için, bu şeylerin
yaratılmasının daha zor olduğunu ikrar ettiklerini nakletmemiştir. Bunların
böyle olduklarının doğruluğundan ötürü, bunları açıkça söylemeye gerek yoktur.
[34]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphesiz biz onları, bir cıvık çamurdan yarattık" buyurmuştur.
Yani, "Biz, onların zâtlarında ilk önce hayatı yaratmaya kadir olduğumuza
göre, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, kabul edenin ve yaratanın
durumlarının değişmesinin imkânsız olmasından dolayı, o insanlarda hayatı
ikinci kez yaratmaya kadir olarak baki olmamız gerekir" demektir. Buradaki
bir başka incelik de şudur: "Müşrikler, nutfe ve ana-baba olmadan insanın
üreyip çoğalması nasıl düşünülebilir?" demişlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak
onlara sanki şöyle demek istemiştir: Sizler âlemin hadis olduğunu kabul edip,
göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olanların, ancak Allah'ın yaratması ve
tekvini ile olduğunu kabul ve itiraf ettiğinize göre, ilk insanın da, taraflar
(ana-baba) olmadan meydana geldiğini mutlaka kabul etmemiz gerekir. Şu halde,
siz bunu kavrayıp bunun böyle olduğunu itiraf ettiğiniz an, sizin, "İnsan,
nutfe ve taraflar (ana-baba) olmadan nasıl meydana gelebilir?" şeklindeki
sözünüz düşer. Hem, insanların büyük çoğunluğuna göre, Hz. Adem (a.s)'in,
"cıvık bir çamur"dan yaratılmış olduğu yaygın ve meşhurdur. İmdi,
cıvık çamurda hayatı yaratmaya kadir olan, bu zâtlara, hayatı yeniden vermekten
nasıl aciz olur? İnsanın cıvık çamurdan nasıl yaratıldığı meselesi, bir önceki
sûrede ele alınmıştı.
Bil ki yaptığımız bu
izah, ancak biz, Cenâb-ı Hakk'ın, ''Şüphesiz biz onları, bir cıvık çamurdan
yarattık" ifadesinden, "Biz, onların ataları olan o Adem (a.s)'i
cıvık, yapışkan çamurdan yarattık" şeklinde bir mana kastedildiğini
söylediğimiz zaman yerinde olur.
Bu hususta şu izahlar
da yapılabilir: Bu da bu ifadeden kastedilen mananın, "Biz bu insanı cıvık
çamurdan yarattık" şeklinde olup, izahı da şöyle yapılabilir: Car (insan),
ancak menî ve hayız kanından (yumurtadan) meydana gelir. Meni de, kandan
oluşur. O halde bu demektir ki canlı, ancak kandan oluşur. Kan da, gıdalardan
meydana gelir. Gıdalarsa, ya hayvansal veya bitkisel olur. Bir anlamda gıda
demek olan canlının meydana gelmesine gelince, bunun nasıl meydana geldiği
hususundaki söz, tıpkt insanın meydana gelişindeki söz gibidir.
Böylece, gıdalarda
asiolanın bitkiler olduğu ortaya çıkmış olur. Bitkiler de, yerin su ile
karışımından meydana gelir ki, işte ayetteki, "cıvık çamur" budur.
Durum böyle olunca, bütün mahlûkatın, "cıvık çamur"dan meydana
geldikleri ortaya çıkmış olur. Bunun böyle olduğu da sabit olduğuna göre, şimdi
biz diyebiliriz ki: Bu cıvık çamuru meydana getiren cüzler ve unsurlar, hayatı
kabul etmektedir ve Allah Teâlâ da, onlara hayat vermeye kadirdir. Bu kabul
ediş ve kadir oluşun bekası ve devamlılığı, vacibtir. Binâenaleyh bu işin, her
zaman doğru olmasının devam edip gitmesi gerekir. İşte yapt\ğım\z bu izahlar,
çok net ve açık izahlardır. Ayetteki lâzib kelimesinin ne demek olduğu
hususunda da şu görüşler ileri sürülmüştür:
a)
Yapışkan...
b) Özlü ve esnek...
c)
Kopmayan... Dil alimlerinin ekserisi ise, bu
ifadenin sonundaki bâ harfinin mîm'den olduğu; Arapça'da da bu kelimenin lâzib
ve lâzım şeklinde geldiği kanaatindedirler.
[35]
"Daha doğrusu sen
taaccüb ettin. Onlar da, eğlenirler"
(Sâffât, 12).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[36]
Ayeti izah için şöyle
denilebilir: O münkirler, Allah Teâlâ'nın varlıkları (ilk defa) yaratmaya kadir
oluşunun, hayatı bu
bedenlere yeniden
iade etmesinden daha zor olduğunu
kabul
etmişlerdir. Halbuki, daha zor ve daha çetin olana kadir olanın, daha kolay ve
basit olana kadir olacağı aklen açıkça ortadadır. Bu, bedahete rağmen, o
münkirler, öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkar hususunda, ısrarlarını
sürdürmüşlerdir ki, işte bu, alabildiğine şaşılacak bir durumdur. Çünkü, bu
kadar net ve açık seçik delillerin varlığına rağmen, onların bu hususta ısrar
edişleri nasıl düşünülebilir? O
halde,
ey Muhammed, sen onların bunu inkârda ısrar etmelerinden dolayı şaşsan yeridir.
Onlar, inkâr tarafında bulunmalarına rağmen, senin haşr, neşr ve Kıyameti isbât
sadedinde getirdiğin deliller hususunda seninle alay edecek bir dereceye
ulaşmışlardır. İşte, ayetinden kastedilen mana budur.
[37]
Hamza ve Kisaî, tâ'nın
dammesiyle, acibtu şeklinde okurlarken, diğer imamlar, tâ'nın fethasıyla okumuşlardır.
Vahidî şöyle der: Bunu dammeli okumak, İbn Abbas, İbn
Mes'ûd, İbrahim (en-Nehaf), Yahya İbn Vessab ve
A'meş'in kıraati olup, bu, aynı zamanda Kûfe'tilerin
de kıraatidir ki, Ebû Ubeyde de bunu tercih etmiştir.
Bu kelimeyi fethalı
okuyanların delilleri şunlardır:
a) Bunu
damme ile okumak, sapma işinin Allah'a isnat edilmesini gösterir. Halbuki bu
muhaldir, olamaz. Çünkü şaşmak, o şeyin niteliği bilinmediği zaman meydana
gelen bir haldir. Allah'a cehlin nisbet edilmesinin muhal olduğu ise, malumdur.
b) Allah
Teâlâ, bu konuda bir başka ayette, şaşma işini Hz. Muhammed (s.a.s)'e isnad
ederek, "Eğer şaşıyorsan (bil ki) asıl şaşılacak olan onların ...
demeleridir" (Rad, 5) buyurmuştur.
c) Allah
Teâlâ, buyurmuştur. Onların, bu taaccübten dolayı alay ettikleri aşikârdır.
Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'le alay ettiklerine göre bu taaccübün de, Hz.
Muhammed (s.a.s)'den sadır olmuş
olması gerekir.
Tâ'nın dammesiyle
acibtu kıraatinin manasını tercih edenler, fetha ile aclbte kıraatinin manasını
tercih edenlerin birinci delillerine şu birkaç açıdan cevap vermişlerdir: /
1) Bu
ifadeyi dammeli okumanın taaccübü Allah'a isnâd etmeye delâlet ettiğini kabul
etmiyoruz. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Bu durumda kelamın takdiri,
"Ey Muhammed, "Benim şaştığımı, onlarınsa alay ettiğini söyle"
şeklinde olup, bunun bir benzeri de, "Neler işitecekler, neler
görecekler!" (Meryem. 38) ifadesi olup, bunun manası, "Bunlar, sizin
kendileri hakkında işte bu tür sözleri söylediğiniz kimselerdir" şeklindedir.
Cenab-ı Hakk'ın "Onlar ateşe karşı ne de sabırsızdırlar!" (Bakara.
175) ayeti de böyledir.
2) Biz,
bunun taaccübün Allah'a nisbet edilmeyi gerektirdiğini kabul edelim. Ama siz,
daha ne hakla bunun İmkânsız olduğunu sövmeyebiliyorsunuz? Rivayet edildiğine
göre Şureyh, nasb ile okumayı tercih etmiş ve "Şaşma ancak, bilmeyen kimseye
uygun düşer" demiştir. A'meş, "Ben bu hususu, İbrahim (en-Nehaî)'ye
açtım da, o, (Şurayh) ilmini beğenmiş, gururlanmıştır. İbn Mes'ûd daha alimdir.
Ve o bunu damme ile okumuştur" demiştir. Bu konuda sözün Özü şudur: Kur'ân
ve haber, şaşmanın Allah'a nisbet edilebileceğine delâlet etmektedir. Kur'ân'a
gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer şaşıyorsan, asıl yapılacak olan onların
(...) demeleridir"
d. 5> ayeti olup
bu, "Ey Muhammed, şayet sen onların bu sözlerine taaccüb
ediyorsan, bu, bence de taaccüb edilecek bir
şeydir" demektir. Buna karşı şöyle cevap verilmiştir: Bu ayetten maksadın:
"Eğer şaşacak isen, asıl şaşılacak şey, onların sizin nezdinizdeki
sözleridir (size söyledikleri o sözdür)" şeklinde olmasına mani yoktur.
Bunun hadisten delili ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Rabbimiz, sizin
feryâd-u figan etmenize ve ümitsizliğe düşmenize hayret etti. Yine Rabbimiz,
kendisinde zevk u safaya karşı bir eğilim olamayan gence taaccüb etmiştir
(beğenmiştir)" İfadesidir.
Bunun böyle olduğu
sabit olduğuna göre biz diyoruz ki, Allah'ın şaşması, insanların şaşması ile
aynı manada değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar bu tuzağı kurarlarken,
Allah'da onun karşılığını yapıyordu"(Enw, 3), "Allah onları maskaraya
çevirmiştir" (Tevbe, 79) ve "Halbuki O, kendi oyunlarını başlarına
geçirendir" (Nisa. 143 buyurmuştur. Allah'ın mekri, Allah'ın hilesi ve
Allah'ın alayı, kullardan meydan gelen bu tür işlere benzemez. Biz bu ve benzen
hususlardaki temel prensibin, bu gibi lafızların, arazların başlangıçlarına
değil, sonuçlarına hamledilecekler! şeklinde olduğunu daha evvel söylemiştik
ki, burada da böyledir. Zira bir şeyden taaccüb eden, onu büyük görüyor, onu
ulutuyor" demektir. O halde, Allah hakkında söz konusu olan taaccüb, Allah
Teâlâ'nın, o durumun kabîh olması ve böylece de kendisine büyük bir azabın
terettüb etmesini veyahut da, o durumun güzel olmasını ve böylece de kendisine
büyük bir mükâfaatın terettüp etmesini büyültüp taaccüb etmesi manasına
hamledilmiştir. İşte bu konudaki münazaranın tamamı bundan ibarettir.
[38]
Doğruya en yakın olan
ise, şöyle denilmesidir. Bu kelimedeki, dammeli kıraat, eğer tevatüren sabit
ise, bunu benimsemek gerekir. Buna göre ayetin yorumu, bizim bahsettiğimiz
biçimde olur. Yok, eğer bu kıraat tevatüren sabit değilse, fetha ile okuma daha
evla olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.
[39]
"Kendilerine va'z
edilince düşünüp de öğüt kabul etmezler. Bir mucize
gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar. (Nitekim),
"Bu dediler, apaçık bir
sihirden başkası
değildir. Biz ölüp de bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz
vakit mi, sahiden biz
mi diriltilmiş olacağız? Evvelki atalarımızda mı?" Sen de
ki: "Evet. Hem de sizler, hor ve hakir
olarak"
(Sâffât. 13-18).
Bil ki Allah Teâlâ,
öldükten sonra dirilmenin ve Kıyametin mümkün olduğunu isbat sadedinde kesin
delilleri anlatınca, münkirlerden de pekçok şey nakletmiştir ki bunların birincisi şudur: Hz. Peygamber (s.a.s),
onların bu tür şeyleri inkârda ısrar etmelerinden dolayı şaşakalmış; onlar ise,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in isbâtta ısrar etmesinden dolayı alay etmişlerdir ki
bu, Hz. Peygamber (s.as)'in o topluluğa karşı, alabildiğine uzakta ve iki zıt
şeyin bir ucunda olduğunu gösterir. İkincisi,
"Kendilerine va'z edilince, düşünüp de öğüt kabul etmezler" ayetinin
ifade ettiği husustur. Üçüncüsü,
''Bir mucize gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar" ayetinin ifade
ettiği husustur. 8u ikinci ve üçüncüden kastedilen, birinciden başka olması
gerekir. Çünkü atıf, muğayereti, başkalığı icab ettirir. Bir de tekrar,
aslolanın hilafına bir hareket tarzıdır.
Bana göre bu konuda
şöyle denilebilir: O topluluk, haşri ve Kıyameti akıldan uzak görüyor ve,
"Ölüp, toprak olup, parçaları âlemin dört bir yanına dağılan kimsenin aynısının
yeniden yaratılması nasıl düşünülebilir?" diyorlardı. Ve, bu imkânsız
görmede böyle bir inanca sahip olan kimselerle alay edecek bir dereceye
varmışlardı. Binâenaleyh durum böyle olunca, onlardan bunu imkânsız görme
intibaını gidermenin yolu, ancak"şu iki şeyden geçer:
a) Onlara,
haşrin ve neşrin doğruluğuna dair deliller getirilmesi ve meselâ onlara,
"Sizler, gökleri ve yeri yaratmanın, insanı, ölümünden sonra yeniden
yaratmadan daha zor olduğunu; ve yine sizler, en çetin olanı yaratıp ona kadir
olanın, daha basit ve daha koiay olana kadir olması gerektiğini bilmiyor
musunuz?" denilebilir. Binâenaleyh bu delil, her ne kadar çok net ve güçlü
ise de, ancak ne var ki o münkirler bu mukaddimeleri akıllarına vurduklarında,
bunu bir türlü anlayamıyor ve buna bir türlü vakıf olamıyorlardı. Yine onlara
va'z-u nasihat edildiğinde, ahmaklıklarının ve cehaletlerinin şiddetinden
dolayı, ondan gerekli neticeyi çıkaramıyoiiardı. Dolayısıyla da hiç şüphesiz,
bu tür açıklamalardan yararlanamıyorlardı.
b)
Peygamberin, peygamberlik tarafını mucizelerle isbat edip, sonra da,
"Benim, Allah katından görevlendirilen hak ve doğru bir peygamber olduğum
kesinlik kazanınca, o zaman ben size, ölümden sonra dirilmenin ve Kıyametin hak
ve gerçek olduğunu haber veriyorum" demesidir. Sonra, bu inkarcılar yine,
bu açıklama ve izah biçiminden de yararlanmazlar. Zira onlar ezici bir mucize
ve kahir bir ayet, delâlet gördüklerinde, bunu, onun açık bir sihir olduğu
manasına hamlederler ve bunu alaya alarak istihza ederler. İşte Cenâb-ı Hakk'ın,
"Bir mucize (ayet) gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar" ayetinden
kasdedilen budur. Böylece, yapmış olduğumuz açıklama ile, bu üç lafzın çok yüce
manalara dikkat çektiği anlaşılmış olur.
Bil ki, insanların
pekçoğu bu inceliklere vakıf olamamışlar ve "Cenâb-t Hak önce, "Daha
doğrusu sen, taaccüb ettin. Onlar da, eğlenirler" çsunı, 12); sonra da,
"Bir mucize gördükleri vakit, onu eğlenceye alırlar" (S&mt, 14)
buyurmuştur. Böylece. "onu eğlenceye alırlar" ayetinden murad
edilenin, daha önce zikredilmiş olan, "...eğlenirler"{saffat, 12)
ayetindekinden başka olması gerekir" demişlerdir. Bu sözü söyleyen kimse,
yesharûn kelimesinden kastedilen,
onların alay etmeye teşebbüs etmeleridir, kelimesinden kastedilen ise, onlardan
herbirinin, arkadaşından alay etmeye teşebbüs etmesini istemesidir"
diyerek, açıklamasını sürdürmüştür. (Şüphesiz ki) bu zorlama, ancak onlar,
zikretmiş olduğumuz açıklamalara vakıf olmadıkları için meydana gelmiştir.
[40]
Cenâb-ı Hakk'ın,
onlardan nakletmiş olduğu hususların dördüncüsü, onların, "Bu, apaçık bir
sihirden başkası değildir" demeleridir. Yani, "Onlar bir ayet ve bir
mucize gördüklerinde, onu alaya alırlar" demektir. Bu alayın sebebi ise,
onların bu mucizenin, bir sihir türü olduğuna inanmalarıdır. Ayetteki mubîn'in
manası ise, "Onun sihir olduğu apaçık bir şeydir. Bu konuda hiç kimsenin
de bir şüphesi yoktur!" şeklindedir. Sonra Allah, onları ölümden sonra
dirilme sözüyle istihza etmeye, bu sözün doğruluğuna delâlet eden delillere
iltifat etmemeye ve bütün mucizeleri alaya almaya sevkeden sebebi açıklamıştır.
Bu da onların, "Bir insan ölüp, onun herbir cüz'ü, alemin dört bir yanına
dağılıp da böylece ondaki toprağa ait unsurlar toprakla; su ve havaya ait
unsurlar da, dünyadaki nem ve buharlarla karışınca, işte böyle bir insanın,
yeniden bir kez daha diri ve anlayışlı bir varlık haline dönmesi nastl
düşünülebilir?!" şeklindeki görüşleridir.
İşte, daha önce geçmiş
olan üç duruma ve yaklaşım biçimine onları sevkedip zorlayan, onların bu
sözleridir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların bu şüphelerini zikredince, şöyle
buyurur: "De ki, ey Muhammed, diriltileceksiniz. Hem de, hor ve hakir
olarak..." Allah, sadece bu kadarcık cevapla yetinir. Zira daha önceki
ayette yakîn ifade eden ve katî olan bir delille, bunun mümkin bir şey olduğunu
anlatmıştı. O halde, kesin bir imkân sabit olunca, o şeyin kesin olarak meydana
geleceğini bildirmenin yolu da ancak, sözüne güvenilir habercinin haber vermesi
olur. Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğruluğu hususunda pekçok mucize bulununca,
onun, sadık ve doğru sözlü bir peygamber olması vâcib ve gerekli olur. O zaman
da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Evet diriltileceksiniz de..." sözü, haber
verilenin vuku bulacağına dair, katî bir delil olmuş olur.
Bu ayetleri iyice
düşünen bir kimse bunların, tertip biçimlerinin en güzeli üzere varid olmuş
olduklarını bilir ve anlar. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hak, bu işin imkânını,
aklî delil ile; bu mümkünün gerçekleşeceğini ise naklî delille açıklamıştır.
Şurası iyice bilinmektedir ki, artık bu beyan ve açıklamadan daha fazlasını
yapmaya çalışmak, adeta imkânsız bir şey gibidir.
"atalarımız da
mı?!" sözüne gelince, bu, "Atalarımız da mı diriltilecek?"
anlamındadır, kelimesindeki bu elif, suâl elifi olup, atıf harfinin başına
gelmiştir.
Nâfi ve İbn Amir, hem burada, hem de
Vakıa Sûresi'nde kelimeyi, vâv'ın sükunuyla okumuşlardır. Biz bu husustaki
izahı, A'râf Sûresi'ndeki (A'raf,98) ayetinde yapmıştık.
İfadesine gelince,
sadece Kisâî bu kelimeyi ayn'ın kesresiyle ni'ım şeklinde okumuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğuna gelince, bu, "Hem de sizler hor, hakir ve zelil olarak..."
anlamındadır. Ebû Ubeyd, duhûr kelimesi, hor ve hakir olmanın en ileri derecesi
hakkında kullanılır" demiştir. Biz bu lafzın izahını, (Nam, 4a) ayetinin tefsirinde yapmıştık.
[41]
"Bütün olay, bir
tek sayhadan ibarettir. Bir de bakarsın ki (kabirlerinden
kalkmış) bakmıyorlar! "Eyvah bize derler, bu,
ceza ve hesap günüdür."
(Evet), bu sizin
yalanlamakta oluğunuz ayırdetme günüdür"
(Sâffât, 19-21).
Bil ki Cenab-ı Hak,
önceki ayette, "ba's"in ve Kıyametin mümkün olduğuna delâlet eden
şeyleri açıklayıp, sonra bunun peşinden de, Kıyametin vukuuna delâlet eden
şeyleri getirince, işte bu ayetlerde de, Kıyamet hallerinin bazı tafsilatını
zikretmiştir. Cenâb-ı Hak bu ayette, bu hallerin bazı nevilerini zikretmiştir
ki, bunlar şunlardır:
Birinci Hâl:
"İşte o, ancak bir tek sayhadan ibarettir ki, onların gözleri birden bire
açüıverecektir" ayetinin ifade ettiği husus olup bununla alâkalı birkaç
bahis bulunur:
Birinci Bahis:
Ayetteki (fe innemâ) kısmı, takdir edilen bir şartın cevabıdır. Kelamın takdiri
ise, "Durum böyle olunca, bütün olay bir tek sayhadan ibarettir"
şeklindedir,
[42]
İkinci Bahis:ifadesindeki
zamir, tefsir edici olarak gelmiş olan bir zamir olup, kelamın takdiri ise,
"O ba's ve diriltme olayı ancak bir tek sayhadır" şeklindedir.
Üçüncü Bahis: Zecre
Arapça'da, meselâ sevkedilmeleri esnasında, davarlara ve develere bağırılması,
nara atılması gibi, kendisiyle nara atılan, çağırılan sayha'dr nidadır. Sonra
bu kelimenin kullanılışı çoğalmış da, bu ayette de olduğu gibi her ne kadar
kendisinde, zecr ve men etme manası olmasa da, artık sayha anlamınca kullanılır
olmuştur.
Ben derim ki: "Bu
sayha, ancak, ölüleri kabirlerinde uyumaktan men ettiği, onlar kabirlerinden kalkıp
kıyama durmaya ve Kıyamet duraklarında durmaya şevketti için,
"zecretun" "teşvik etme, sevketme..." diye
adlandırılmıştır" denilmesi akıldar uzak görülemez. Sen bunu iyice
anlayınca, biz deriz ki: Buradaki zecre'den maksac "Sonra ona bir daha
üfürülmüştür. O anda görürsün ki, (ölüler dirihp) ayaktt bakınıp
duruyorlar" <zünw, 68) ayetinde zikretmiş olduğu bu "zecre"
(yar "kabirlerden kaldırmazdır. Buna göre, birinci üfürüş ile insanlar
ölürler, ikincisi ite de, dirilerek ayağa kalkarlar. Burada birkaç soru
bulunmaktadır...
[43]
Birinci Soru: "Bu
sayhanın faydası nedir? Zira o saatte insanlar ölüdürler. Zır= üfürüş, onların
hayat bulmalarının sebebi yerine geçmiştir. Böylece de sayha, onla-
-dirilmelerinden önce bulunmuştur. Şu halde "sayha"nın ancak,
insanların ölü hald= bulunduklarında meydana geldiği sabit olmuş olur. Böylece
o "sayha"nın hiçbir mânası olmamış olur. Şu halde bu, bir abes iştir.
Halbuki, Allah'ın fiillerinde abes bir işin bulunması caiz değildir?"
Buna şu şekilde cevap
verilir: Ehl-i sünnet alimlerine gelince onlar, "Allah istediğini
yapar" der ve işin içinden çıkarlar. Mutezileye gelince, meselâ bunlardan Kâdî,
"Bu hususta, şu iki izah yapılabilir:
a) Bununla, meleklerin kastedilmiş olması...
b)
Bunun faydası, korkutmak ve ürkütmektir"
demiştir.
[44]
İkinci Soru:
Bu "sayha"nın, hayatın yeniden iade edilmesi hususunda bir tesiri var
mıdır?
Cevap:
Hayır. Delili ise, birinci "sayha"yı, Ölümün; ikinci
"sayha"yı da, hayatın takip etmiş olmasıdır ki, bu, o
"sayha"nın ne ölümde ne de hayatta bir tesiri bulunmadığına delalet
eder. Bilâkis hayatı ve ölümü yaratan Allah'dır. Nitekim "(Allah), ölümü
ve hayatı yaratandır" (Mûik, 2) buyurmuştur.
[45]
Üçüncü Soru:
O sayha, meleklerin sesi midir, yoksa Allah Teâlâ onu, (o esnada) doğrudan
doğruya mı yaratmıştır?
Cevap: Her
şey mumundur, ancak ne var ki, rivayet olunduğuna göre, Allah Teâlâ, İsrafil'e
emir verecek de, o da, "Ey çürümüş kemikler, ey unufak olmuş deriler, q^
paramparça o\muş cüz'ter, unsurtar Allah’ın izniyle bir araya geliniz diye nida
Dördüncü Bahis:
Ayetteki cümlesinden maksad şunlar olabilir:
a) Onlar, başlarına gefen şeye bakarlar;
b) Birbirlerine bakarlar;
c)
Yalanladıkları o ölümden sonra dirilme
olayına bakarlar.
[46]
Kıyamet hadiselerinin
ikincisi ise, Cenâb-ı Hakk'ın onlar hakkında haber vermiş olduğu şu husustur:
Onlar kabirlerinden kalktıktan sonra, "Eyvah bize, bu, ceza ve hesap
günüdür!" derler. Zeccâc şöyle der: "Veyl, hetâk olan kimsenin helak
olduğu sırada söylediği bir kelimedir. Ki, ayetin maksadı, "Onlar,
Kıyameti görüp müşahede ettiklerinde, "İşte din günü, yani karşılık
günü" derler" şeklindeki bir mana olup, bundan maksat da Cenâb-ı
Hakk'ın, kur'ân'ın pekçok ayetinde adeta, "Biz, dünyada, iyilikte bulunan,
kötülük yapan, asi olan, sıddîk olan ya da zındık olan kimseler görmekteyiz ve
yine biz, onlara dünyada iken hak ettikleri cezanın verilmediğini görmekteyiz.
Binâenaleyh, "Kötülük edenleri yaptıklarına mukabil cezalandırması, güzel
hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfaatlandırması" (Necm. 31) için,
kıyametin vuku bulması gerekir" demiş olmasıdır."
Netice olarak
diyebiliriz ki: Bu da, bu cezanın ölümden sonra tahakkuk edeceğine delâlet
eder. Kâfirler, her ne kadar bu kuvvetli delili dinlemiş ve duymuşlarsa da,
ancak ne var ki onlar, bunu inkâr etmiş ve inkârlarını devam ettirerek isyan
etmişlerdir. Daha sonra Allah Teâlâ onları Kıyamet gününde yeniden diriltip,
böylece de onlar, Kıyametin vukuunu gözleriyle müşahede edince, "bu, ceza
ve hesap günüdür" diyeceklerdir. Yani "Bu, Allah Teâlâ'nın,
Kur'ân'da, hakkında pekçok delillerden bahsedip de, bizim kendisini inkâr
ettiğimiz gündür" demektir. Bunun bir benzeri de, herhangi bir şeyle
korkutulup da, bunu aldırmayan, daha sonra onu bizzat gördüğünde, "İşte
bu, falanca hadisedir" diyen kimsenin durumudur. İşte, ayette de böyle bir
mana gözetilmiştir.
Burada şöyle bir
ihtimal de söz konusudur: Allah Teâlâ, Fatiha Sûresi'nde, "Din gününün
sahibi" (Fatiha. 3> buyurup, o günün mâlikinin sadece kendisi olduğunu
beyân etmiştir. Böylece onların, "Bu, karşılık ve hesap günüdür"
şeklindeki sözleri, kendisinde, Allah'ın dışında hiç kimsenin hükmünün geçerli
olmadığı o güne bir işaret olmuş olur. Onlar bu sözü kalblerindeki şiddetti
korkudan dolayı söylemişlerdi.
[47]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"(Evet), bu sizin yalanlamakta olduğunuz kesin hüküm günüdür"
beyanına gelince, bu hususta şöyle iki bahis bulunur:
Birinci Bahis:
Alimler, bu kısmın kâfirlerin sözünün devamı mı, yoksa onların sözünün
"bu, karşılık ve hesap günüdür" demekle tamamlanıp, bu ayetin ise,
başkalarının sözü olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Böylece,
alimlerin
bazısı, birincisini benimsemiş ve
cümlesinin kâfirlerin birbirlerine söyledikleri sözler cümlesinden olduğunu
iddia etmişlerdir. Ekseri ulemâ ise ikinci görüşü benimsemişler ve bu hususta
şu iki delili getirmişlerdir:
a) Ayetteki, "yalanlamakta olduğunuz"
ifadesi, onların birbirlerine söylemiş olduğu sözler cümlesinden olup, bütün
kâfirlere yöneltilen hitaptır. Dolayısıyla, bu sözü söyleyenin mutlaka
kâfirlerden başkası olması gerekir.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın, "O zulmedenleri, onlara eş olanları toplayın" (S&m,2z\
emri manaca, "(Evet), bu, sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme
günüdür" ifadesine matuftur. Binâenaleyh, Cenâb-t Hakk'ın "O
zulmedenleri (...) toplayın"(saffat,
22) ifadesi, kâfirlerden başkasına ait bir ifade olunca, "(Evet),
bu, sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme günüdür" ifadesinin de,
kâfirlerden başkalarının sözü olması gerekir. Bu duruma göre, bu demektir ki,
ayetteki "Bu, karşılık ve hesap günüdür" cümlesi, kâfirlerin
sözlerinden; "Bu, (...) kesin hüküm günüdür" ifadesi de, onlara bir
cevap olmak üzere meleklerin sözlerindendir. Bunun kâfirler için bir cevap
oluşunu da şu şekilde izah edebiliriz. O kâfirler, için için, peygamberlerin
davetlerini inkâr etme ve o fasit dinleri hususunda da hakka isabet etmiş
olduklarına inanıyorlardı. İşte bu sebeple onlar, "bu, ceza ve hesap
günüdür" demişlerdir. Yani "Bu, kendisinde taatlanmızın ve
hayırlarımızın karşılığının bizi gelip bulacağı gündür" demişlerdir. İşte
bu sebeple melekler de onlara, "Bu günde, işlerin zahirine bakılmaz. Çünkü
bu gün, kendisinde, gerçek mükâfaatın, zahirî karşılıktan seçilip ayırdedildiği
ve gerçek taatların, riya ve kahramanlık duygusuyla içice olarak yapılmış olan
taatlerden seçilip ayrıldığı gündür" derler. İşte bu yolla, meleklerin bu
sözü, kâfirlerin İleri sürdükleri şeye bir cevap olmuş olur.
[48]
"O zulmedenleri,
onlara eş olanları ve Allah'tan başka tapmakta ısrar ettikleri şeyleri bir
araya toplayın da ehennem yoluna
koyun"
(Sâffât, 22-23).
Ayetle ilgili birkaç
bahis vardır:
Birinci Bahis:
Bil ki.Jsu sözün, meleklerin sözü cümlesinden olduğunda şüphe yoktur. Buna göre
eğer, "Onlar, daha önce haşrolunup (toplanıp). Kıyamet meydana getirilip
ve onlar "işte bu din günüdür" (Sâflât, 20} deyip, melekler de
onlara,
"(Evet), bu, kesin hüküm
günüdür" demişken, bu ayette yeniden ühşurû "toplayıı denilmesinin
manası nedir?" denilirse, Kadi cevaben: Bu, "Onları ceza yurdund yani
ateşte toplayın" demektir. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, "Onları
cehennem yoluna götürün", yani, "Onları o yola koyun ve oraya
sevkedin" buyurmuştur" dt ve kendi kendine şöyle sorar: "Bu
nasıl olabilir? Çünkü Cenâb-ı Hak bundan som da, "Onları hapsedin (durdurun),
çünkü onlar sorguya çekilecekler" (safttt,; buyurmuştur. Onların cehenneme
sürülüp, cehennemde toplanmalarının ancak boy bir sorgulama ve hesaptan sonra
olacağı malumdur."
Kâdî sonra bu sorusuna
şöyle cevap verir: "Bir cümlenin vâv (ve) edatıyi affedilmesinde, tertip
(sıra) manası gözetilmez. Dolayısıyla, "Onları sevkedin ve onla hapsedin
(durdurun)" denebilir. Hem sonra biz, aklen, durdurmanın cehennem şevkten
önce olacağını bilmekteyiz." Kâdî'nin izahı bundan ibarettir.
Bana göre bu hususta
bir başka izah da şöyle yapılabilir: Onlar kabirlerinde kalktıklarında,
Kıyametin dehşetini gözleriyle gördükleri için, kendilerini saran t şaşkınlıkla
orada kalakalmaları uzak bir ihtimal değildir. Bundan sonra Cenâb-ı He
meleklere, "O zâlimleri toplayın ve cehennem yoluna götürün" yani
"cehenne yoluna sürüp, orada durdurun" diye emretmiştir. İşte
sorgulama, o durdurma yerine olur ve sonra onlar buradan cehenneme
doldurulurlar. Bu izaha göre ayetin nazr (tertibi) uygun olur.
İkinci Bahis: "O
zulmedenleri toplayın"emrini veren, Allah Teâlâ'dır. Şu hale meleklere,
kâfirleri sorgulama yerine götürüp, orada toplamalarını Allah Teâ emretmiştir.
O halde ayette geçen "haşr" (toplama) ile, meleklerin,
zâlimleri-kâfirle o yere sevketmeleri manası kastedilmiştir.
[49]
Üçüncü Bahis:
Atlan Tealâ meleklere, üç şeyi toplamalarını emretmiştir: Zalimleı onlara eş
olanları ve bunların taptıkları şeyleri... Burada birkaç önemli nokta va
1) Hak Teâlâ,
"O zulmedenleri toplayın" buyurmuş ve sonra zâlimleri sıfatlarından
olarak, "Allah'tan başka varlıklara tapmalarına" işaret etmiştir ki
bt "zalim" kelimesinin mutlak
manada "kâfir" demek olduğuna delalet ede Binâenaleyh bu,
zâlim hakkında Kur'ân'da bulunan bütün va'îdlerin, kâfirler içi olduğunu
gösterir. Söylediğimiz bu hususu, Hak Teâlâ'nın "Kâfirler, zâlimlerin t
kendileridir" (B»kara, 264) ayeti de destekler.
2) Âlimler, ezvac'dan maksad, "onlara eş
olanlar" ifadesi ile kimlerin kastedildiç hususunda şu üç değişik görüşü
belirtmişlerdir:
a) Bununla,
onlara benzeyenler kastedilmiş olup, onların küfür yolunda! yoldaşları,
grupları ve taraftarları demektir. O halde, yahudî yahudî ile, hristiya
hristiyanla eştir. "Ezvâc" kelimesinden, "eşler ve
benzerler" manasının kastedimi olabileceğinin delilleri şunlardır:
Birincisi:
Hak Teâlâ'nın, "Siz, (Kıyamette) üç ezvâc (sınıf) olmuşsunuzduı (vâkıa. 7)
ayetidir. Bu, "Siz, üç şekil, birbirine benzer üç kısım olacaksınız"
demekti
İkincisi: Meselâ
sen, "Benim yanımda ezvâc vardır" dersin. Bu "emsal1'
(benzerler) manasınadır. Yine sen, herbiri diğerine benzediği için, "Bir
çift mest" manasına, zevcânı mine'l-huf dersin. Yine nikâh hükümlerinin
çoğunda, biribirine benzer oldukları, aynı durumda oldukları için, karı ile
kocaya "zevç" (eş) denir. Doğal sayılarda, herbiri ikinci kısma bir
rnisat teşkil ettiği için, "çift sayı" anlamında, el-adedü'z-zevc
denilir. Vahidî şöyle der: "Bu görüşe göre, ayette bahsedilen
"zalimle" ile, reislerin ve liderlerin kastedilmiş olması gerekir.
Çünkü sen, "zalimler" kelimesini, bütün müşrikler için genel manada
kabul ettiğinde, ayetteki "onlara eş olanlar" için bir mana kalmaz.
b) Bu ifadeyle, onların şeytanlardan dostları
kastedilmiştir. Çünkü Hak Teâlâ, "Kardeşleri, onları azgınlıkta oyalayıp
durur. Sonra onlar bu (hususta) hiç kusur etmezler" (A’râf, 202)
buyurmuştur.
c) Bununla, onların kendi dinlerindeki hanımları
kastedilmiştir.
Hak Tealâ'nın,
"Allah'tan başka tapmakta ısrar ettikleri şeyler" ifadesi ile ilgili
iki görüş vardır:
a) Bununla,
o müşriklerin, Allah'ı bırakıp taptıkları putlar ve tâğutlar kastedilmiştir.
Bunun bir benzeri de, "Yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten
sakının"(Bakam, 24) ayetidir. Bu ayetin tefsirinde, buradaki
"insanlar" ifadesiyle putperestler "taşlar" ile de.
taşlardan yontularak yapılmış putların kastedildiği söylenmiştir.
İmdi eğer, "O
taşlar cansızdırlar. Onların cehennemde toplanmalarının hikmeti ve faydası
nedir?" denilirse, Kâdî buna şöyle cevap vermiştir: "Kendilerine
tapan o kâfirleri iyice rezil rüsvay etmek için, bu taştan ve tunçtan putların
getirilip, onlara hayat verileceği hususunda rivayetler vardır." Birisi
şöyle diyebilir: "Farzet ki Allah Teâlâ, o putlara hayat verecek. Ama
onlardan bir günah sâdır olmamıştır. Öyle İse Allah'ın onlara azab etmesi nasıl
düşünülebilir? O halde doğruya en yakın olan şöyle denilmesidir: "Allah
Teâlâ, o putlara hayat vermez. Onları oldukları gibi cansız bırakır. Ama onları
cehenneme atar. Bu atmanın hikmeti, kâfirlerin utançlarını iyice artırmadır.
b) Ayetteki
bu ifadeyle, putperestleri, o putlara ibadete çağırıp sevkeden şeytanlar
kastedilmiştir. Çünkü o kâfirler, şeytanlardan aldıkları bu dini kabul edince,
âdeta şeytana tapmış gibi oldular. Bu mana, "Ey âdemoğlu, şeytana tapmayın
diye size emretmedim m/?"<Y*eth,eo) ayeti ile desteklenir. Ama birinci
görüş daha uygundur. Çünkü şeytanlar da, akıl sahibi varlıklardır. Dolayısıyla
ayetteki mâ ism-i mevsûlünün, akıl sahibi varlıklar için kullanılmaları uygun
düşmez. Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "Onlan cehennem yoluna koyun" buyurmuştur. İbn Abbas (r.a)
şöyle der: "Bu, "Onlara yol gösterin" manasınadır. Nitekim
Arapça'da birisine yol gösterip, klavuzluk ettiğinde, dersin. Burada
"hidayet" kökünden olan bu fiil kullanılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu
tabiri, "cennete hidayetin" (şevkin) mukabili olarak kullanmıştır. Bu
tıpkı, "Onlan, elim birazabla müjdele(!)"(&i\mran,zi) ayeti
gibidir. Onları azabla müjdeleme işi de
mü'minleri
nimetlerle, cennetlerle müjdelemenin mukabili olarak getirilmiştir." Yine
İbn Abbas (r.a)'ın buna, "Onları sürüp götürün" manasını verdiği de
rivayet edilmiştir. E«amm, "Bu "Onları, ileri çıkarıp sunun"
demektir" der. Vahidi ise: "Bu görüş bir vehimdir. Çünkü birinin
ilerlemesini, Öne geçtiği bildirmek için s& fiili kullanılır.
"Hidayet" kelimesi de bu manadadır. "Hevadî" ve
"hadiyât" da aslan gibi vahşi hayvanlardır. Fakat "geldi"
manasına heda fiili kullanılmaz" demiştir.
[50]
"Onlan hapsedin
(durdurun) Çünkü onlar mesuldürler. Size ne oldu da
birbirinize yardım etmiyorsunuz. Hayır, hayır, bugün
onlar teslim olmuşlardır.
Onlar birbirine
yönelip, birbirlerini mesul tutmaya kalkışmışlardır"
(Saffatt, 24-27).
Cenâb-ı Hakk
"Onlan hapsedin (durdurun)" buyurmuştur. "Hayvanı durdurdum. O durdu"
denilir. Buna göre ayetin manası, "Onları alıkoyun" demektir. Bu
ayetle ilgili şu iki görüş belirtilmiştir:
1) Ayette
bir takdim-tehir vardır. Buna göre mana, "Onları durdurun "ve onlan
cehennem yoluna koyun" (sum. 23) şeklindedir.
Doğrusu, ayette böyle
bir takdim-tehir olduğunu söylemeye gerek yok. Aksine sanki önce: "Onları
cehennem yoluna koyun" denilmiş ve onlar oraya varınca, "Onlan
durdurun. Çünkü sorgulama-hesap burada olacaktır" buyurulmuştur.
Ayetteki, "Çünkü
onlar mesuldürler"cümlesinin, onların dünyadaki amellerinden ve
sözlerinden mesul olması manasında olduğu söylenmiştir. Onlara cehennem
bekçilerinin, "Sizden peygamberler size beyyinaü getirmedi mi?" diye
hesap sorup, onların da, "Evet, fakat azab kelimesi (hükmü), biz kâfirlere
hak oldu" dedikleri söylenmiştir. Bu ayetten anlaşılan sorgulama, hemen
bunun peşinden gelen, "Size ne oldu da birbirinize yardım
etmiyorsunuz?" ifadesi de olabilir. Yani onlar, Mribiriterini azarlamak ve
tenkid etmek için kendilerine hesap sorarlar ve onlara, ''Size ne oldu da
birbirinize yardım etmiyorsunuz?" denilir. İbn Abbas (r.a), bu ifadeye,
"Dünyada yaptığınız gibi, niçin şimdi birbirinize yardımcı
olmuyorsunuz?" manasını vermiştir. Bu böyledir. Çünkü Ebu Cehil, Bedir
günü, "Biz, yardımlaşıp galip gelen
topluluğuz"
(Kamer, 44) demişti. İşte bundan dolayı, Kıyamet günü onlara, "Size ne oldu
da, şimdi yardımlaşmıyorsunuz?" denilecektir. 8u ayetin manasının şöyle
olduğu da söylenmiştir: "Kâfirlere, "şirk koştuğunuz şeyler, sizi
azabtan kurtarmak için niçin size yardımcı olmuyor?" denilir."
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Hayır hayır. Bugün onlar teslim olmuşlardır" buyurmuştur. Birisi bir
şeye boyun eğip, ona İnkiyâd ettiğinde, denilir. Aslında bunun manası,
"münakaşayı bırakıp, selameti istemek" demektir. Buna göre ayetten
kastedilen mana, o kâfirlerin, cehennem azabından kurtulma hususunda çaresiz
bir şekilde artık boyun eğip, ne tapanlardan, ne de tapılanlardan hiçbir
medetler kalmadığıdır.
Cenâb-ı Allah sonra,
"Onlar birbirlerine yönelip. birbirlerini mesul tutmaya
kalkışmışlardır" buyurmuştur. Ayetin bu cümlesinde kâı. ler ile
şeytanların birbirlerini suçlamaları kastedildiği ileri sürüldüğü gibi,
idarecile-(liderler ve başkanlarla) idare edilenler (tâbi olanların)
kastedildiği de ileri sürülmüştür yani bunlar birbirlerini suçlarlar. Bu
suçlama, karşılıklı düşmanlık ve öfke şeklinde cereyan eder ki, bu aynı
zamanda, susturmak ve utandırmak için yapılan bir suçlamadır. Yani, "Tabi
olanlar, "Bizi siz aldattınız" derken, liderler, "Bizirr
sözümüzü niçin kabul ettiniz, kabul etmeseydiniz" derler. Velhasıl bu,
birbirlerinder birşey sorma manasında olmayıp, azarlama ve kınama manasında bir
"tesâül'dür Allah en iyi bilendir.
[51]
"Derler ki:
"Gerçekten siz, bize sağdan (suret-i haktan) gelirdiniz." (Tapılanlar
da derler ki: "Hat/ir, siz (zaten) iman eden
kimseler değildiniz ve bizim size
karşı
bir hâkimiyetimiz yoktu. Aksine siz (zaten) azgınlar güruhu idiniz. Onun
için Rabbimizin (azab) hükmü bize hak olmuştur.
Şüphesiz (o azabı)
tadacağız. Çünkü biz
de sizi baştan çıkardık. Zira biz de azgın kimselerdik."
Artık şüphe yok ki bunlar o gün, azabta ortaktırlar.
Biz, mücrimleri işte böyle
yaparız. Çünkü onlar,
"Allah'dan başka hiçbir tanrı yok" denildiğinde,
büyüklük taslarlar ve "Biz, mecnun bir şâir için
tanrılarımızı mı bırakacağız?77
derlerdi.
Hayır o, hakkı getirmiş ve bütün peygamberleri tasdik etmiştir.
Sizler, elbette o acıklı azabı tadacaksınız. Yapmakta
olduğunuz şeylerden başka bir şeyle cezalandırılmayacaksınız. Allah'ın, muhlis
kullan müstesna.." .
(Sâffât, 28-40)
[52]
Bil ki, Allah Teâlâ,
onların biribirlerine yönelerek birbirlerini suçladıklarını nakledince, onların
birbirlerini nastl suçladıklarını da açıklamak üzere: "Gerçekten siz, bize
sağdan (suret-i haktan) gelirdiniz" dediklerini belirtmiştir. Bu,
kendilerini sapıklığa davet eden kimselere karşı, tâbi olanların söylediği
sözdür. Bu ifadede yer alan yemîn kelimesinin ne demek olduğu hususunda da şu
izahlar yapılmıştır:
[53]
a) Buradaki
yemin lafzı, iyiliklerden ve mutluluklardan kinayedir. Bu kinayenin niçin
yapıldığını da şu şekilde izah edebiliriz: "Sağ taraf" şu sebepten
dolayı, "sol taraftan daha üstündür:
1) Herkes, iki tarafın en kıymetlisinin,
"sağ" olduğu hususunda müttefiktir.
2) İnsanlar,
meselâ seçkin kimselerle müsafaha etmek, yemek, içmek gibi kıymetli ve önemli
işleri sağ elleriyle yaparlar. Ama bunun aksi olan şeyleri ise, sol elleriyle
yaparlar.
3) Onlar, tefe'ülde bulunurlar ve sağ taraftan
uğur ümit ederler. Ve buna "Sânih-uğurlu olan", derler.
4) Hz. Peygamber (s.a.s) her makbul işte sağ
tarafı tercih etmeyi severdi.
5) Şeriat, sağ tarafın iyilikleri yazan
meleklere; sol tarafın da, günahları yazan meleklere tahsis e iitmiş olduğuna
hükmetmiştir.
6) Allah Teâlâ, mü'min kuluna, kitabının
sağından verileceğini vaadetmiş; günahkâr kulunun kitabının ise sol tarafından
verileceğini belirtmiştir. Böylece sağ tarafın sol taraftan daha üstün olduğu
sabit olmuş olur.
Durum böyle olunca da
hiç şüphesiz, hayır, hasenat ve taatlan anlatmak için, lı yemin fafzı, kinaye
yofuyfa getirilmiştir. Binaenaleyh cümlesinin manası, "Sizler bize tuzak
kurdunuz, hilekâr davrandınız. Ve bize, o dinlere davetinizin maksadının, hakka
yardım, doğruluğu takviye olduğu zannım uyandırdınız" şeklindedir.
b)
Arapça'da, birisi birisinin nezdinde güzel bir mevkiyi haiz olduğunda,
"Falanca, falancanın sağıdır" denilir. Buna göre, tâbi olan o
kâfirler, kendilerini saptıran ve onlara o küfrü hoş gösteren liderlerine,
"Sizler bizi aldattınız ve bize, bizim sız -nezdinizde güzel bir yeriniz
bulunduğu vehmini verdiniz. Derken size güvendik de, sizin dediklerinizi kabul
ettik" derler.
c) Küfrün
liderliğini yapanlar, bu mustad'âflara (kendilerine tabi olanlara), "Bizim
davet ettiğimiz şey haktır" diye yemin etmişler, onlar da onların yeminlerine
güvenmiş, yaptıkları anlaşmalara sımsıkı bağlanıp kalmışlardır. O halde ayetteki ifadesinin
manası, "Sizler bize, güveneceğimiz taraftan ve bize yaptığınız yeminler
açısından yaklaştınız" şektinde olur.
d) "Yemin lafzı, kuvveti ve ezme manasını
ifade eder." Çünkü sağ taraf, ezici bir özelliğe sahiptir ve kıskıvrak
yakalama işi de sağ ile olur. Buna göre mana, "Siz bize, kuvvet ve kahr
ile yaklaştınız. Bize, gücünüz ve kudretiniz olduğunu söyleyerek yanaştınız.
Derken, bizi sapıklığa şevkettiniz ve bizi, bu sapıklığa kurdunuz"
şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, liderlerin ve başkanların, idare ettikleri o kimselere verdikleri cevâbı
şu şekilde anlatmıştır:
1) Liderler, idare edilenlere, "Hayır, siz
(zaten) iman eden kimseler değildiniz" demişlerdi. Bu, "Sizler, zaten
imanla muttasıf değildiniz ki, bizim sizi, o imandan uzaklaştırdığımız
söylenebilsin!" demektir.
2) Onların, "Ve bizim size karşı bir
hakimiyetimiz de yoktu" şeklindeki sözleri olup, bu, "Bizim sizin
üzerinizde bir hakimiyetimiz yoktu ki, sizi zorlamış olalım ve sizi mecbur
edelim" demektir.
3) Onların, "Aksine siz, (zaten) azgınlar güruhu idiniz"
demeleridir. Yani, "Siz, zaten sapıktınız; yoldan çıkmış ve Allah'a isyana
dalmış idiniz" demektir.
4) Onların, "Onun için Rabbimizin (azab)
hükmü bize hak olmuştur. Şüphesiz (o azabı) tadıcılanz" demeleridir. Bu
da, "Allah Teâlâ. bizim bu azaba düşeceğimizi haber vermiştir.
Binâenaleyh, şayet biz bu azaba dûçaı olmazsak, Allah'ın, haberi hak değil, tam
aksine bâtıl olmuş olur. Allah'ın haber kaçınılmaz bir iş olunca, hiç şüphesiz,
bu elîm azaba düşüşümüz de, gerekli ,« kaçınılmaz olmuştur" demektir.
Mukâtil şöyle
demiştir: "Ayetteki "Onun için Rabbimizin (azâb) hükmü bize hak
olmuştur" ifadesi, O'nun fblis'e, "Andotsun, cehennemi senden ve
onların içinden sana tabi olanların hepsi ile dolduracağım" (Sad, 85)
şeklindeki sözüne işarettir. C halde bu ifadenin hemen peşinden gelen, öjfiÜJ
ty ifadesi "Rabimizin sözü bizin üzerimizde hak ve vacib olunca, bizim bu
azabı tatmamız gerekmiştir" demektir."
5) Onların,
"Çünkü biz de sizi baştan çıkardık Zira biz de azgın kimselerdik"
şeklindeki sözleri olup, bu, "Biz, sizi iğvâya, aslındı azdırma işi bizde
nüve halinde bulunduğu için, yönelttik" demektir.
Burada söyleşi diğer
bir incelik daha vardır: Bu da, "Eğer siz, sizin azgınlığınızın bizim
azdırmamız sebebiyle olduğuna inanıyorsanız, bu demektir ki, bizim azgınlığımı;
da, bir başka azmış, sapmış kimsenin azdırmasıyla olmuştur. Böylece de bir
teselsü gerekir. Teselsül ise, muhaldir. O halde biz, azmanın veya doğru yolu
bulmanın bizin tarafımızdan değil de, tam aksine bizim dışımızdaki bir kuvvet
tarafından olduğum anlamış bulunuyoruz. Bu başkası da, O'nun biraz önce
bahsettiği şeydir ki, bu da ayetteki, "Rabbimizin (azâb) hükmü bize hak
olmuştur" ifadesidir" denilmesidir
Cenâb-ı Hak, tâbi
olanların liderlere; liderlerin de tâbi olanlara söylemiş olduklar sözleri
nakledince, bunun peşinden, "Artık şüphe yok k bunlar o gün, azabta
ortaktırlar" buyurmuştur ki, bu da "Tâbi olunan tâbi olan; hizme
olunan hizmet eden, dünyada İken nasıl azgınlıkta müşterek idiyseler, şimdi bu
azâbe düşme hususunda da müşterektirler" demektir.
[54]
Cenâb-ı Hak, daha
sonra yine, "Biz, mücrimleri işte böyle yaparız" buyurmuştur. Cenâb-ı
Hak bu ayetteki "el-mücrimin" sözü ile, kâfirleri kastetmiştir.
Delili İse, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadenin peşinden buyurduğu, "Çünkü onlar,
"Allahdan başka hiçbir tanrı yok" denildiğinde, büyüklük
taslarlardı" ayetidir. Bu ayetteki hum zamiri, bahsi geçenlere râci olup,
bunlar da, biraz önce adı geçen mücrimin lafzının ifade ettiği kimselerdir.
Binâenaleyh bu, Kur'ân'da mutlak olarak getirilen "mücrim" lafzının,
kâfirlere mahsus olan bir lafız olduğuna delâlet eder.
[55]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onlann, kendisinin birliğini ve peygamberin nübüvvetini yalanlamış
olmalarından dolayı, o azabın içine düştüklerini beyan buyurmuştur. Onların,
kendisinin birliğini yalanlamaları, "Çünkü onlar, "Allah'dan başka
hiçbir tanrı yok" denildiğinde, büyüklük taslarlardı" ifadesinden
anlaşılmış olup, yani "Onlar inkâr edenler, şirki ortaya koyma taassubuna
kapılıyorlar ve benim birliğimi ikrara yanaşmıyorlardı" demektir.
Peygamberin nübüvvetini yalanlamaları ise, onların, "Biz, mecnûn bir şair
için tanrılarımızı mı bırakacağız?' şeklindeki sözleri olup, onlar,
"mecnûn şâir" ifadesiyle, Hz. Muhammed (s.a.s)'i kastetmişlerdir.
[56]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onları bu sözleri hususunda yalanlamak üzere "Hayır o, hakkı getirmiş
ve bütün peygamberleri tasdil etmiştir" buyurmuştur ki, bu sözün izahı şu
şekilde yapılabilir: O, hak dini getirmiştir
Çünkü Allah Teâlâ'nm.
eşlerden, ortaklardan, benzerlerden (endâd) münezzeh olduğu, aklen sabittir.
Binâenaleyh Hz. Muhammed (s.a.s), bu manaları ifade eden ayetleri okuyunca, o,
böylece hak dini getirmiş olur.
İbn Kesir, bu kelimeyi
medsiz olarak hemze ile, hemzeden sonra da sakin ya ile "Neden, niye,
niçin, ne sebepten ki?" şeklinde okumuştur. Yine Kâlun'un rivayetine göre
Nâfi, Ebû Amr, aynı manada olmak üzere, ama med ile, "eynâ" şeklinde
okurlarken, diğer kıraat imamları medsiz olarak, iki hemze ile "e
inne" şeklinde okurlar.
[57]
Cenâb-ı Hakk,
buyurmuştur. Yani, "Hz. Muhammed, o resullerin tevhidi getirdikleri ve
şirki de temelinden söküp attıkları hususunda, onları doğrulamış ve tasdik
etmiştir" demek olup, bu da, tevhid esasının bütün peygamberlerin dini
olduğuna tenbihatta bulunmaktadır.
[58]
Cenâb-ı Hak, onların,
kendisinin birliğini ve nübüvveti yalanladıklarını anlatınca, ifadesini, gaib
sîgasından muhâtab sigasına döndürerek, "Sizler, elbette o acıklı azabı
tadacaksınız" buyurmuştur. Buna göre sanki, "Fayda temininden ve
zarardan etkilenmekten münezzeh olan ve kerîm, rahîm olan zâta, kullarına azâb
etmesi nasıl uygun düşer?" denilmiş de, Cenâb-ı Hak bu hususa da,
"Yapmakta olduğunuz şeylerden başka bir şeyle
cezalandırılmayacaksınız" ifadesiyle cevap vermiştir. Bu, "Hüküm
vermek, güzel ve taât olanı emretmeyi, çirkin ve günah olandan nehyetmeyi
gerektirir. Emir ve nehiyden beklenen şey ise, ancak, mükâfaata teşvik, ikâb
ile korkutma sayesinde mükemmelleşir. Bunun böyle olduğuna dair haber verme işi
tahakkuk edince, ilahî kelâmın yalan olmaması için, haber verilenin de
gerçekleştirilmesi gerekmiştir. İşte bu sebepten dolayı da onlar, o azaba
gireceklerdir" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın, muhlis
kullan müstesna" buyurmuştur. Bu, "Lakin, Allah'ın ihlaslı kullan
kurtulacaklardır" demek olup, ayetteki istisna, "istisna-i munkatı'
"dir.
[59]
"Onlar böyle...
Onlar için, malûm bir nzık vardır. Türlü meyveler... Onlar, ikrama mazhar
kimselerdir. Naîm cennetlerinde, birbiriyle karşılıklı olan tahtlar
üzerinde... Onların etrafında, kaynaktan doldurulmuş
türlü kadehler dolaştırılır. Bembeyaz, içenlere bir lezzet. Orada bir sarhoşluk
(başağnsı) yok,
onların bundan hoşnutsuz olacakları da
söz konusu değil. Yanlarında,
nazarlarını yalnız
zevcelerine dikmiş güzel gözlü kadınlar vardır, ki bunlar,
örtülüp saklanmış yumurtalar gibidirler. Kimi kimine
dönüp sorarlar"
(Saffat, 41-50).
Bil ki, Allah Teâlâ
birliğini kabullenmekten tekebbür edenlerin ve nübüvveti inkârda ısrar
edenlerin hallerini tavsif edince, bunun peşinden, ihlaslı ve samimi kullarının
mükâfaat elde etmedeki hallerini zikretmiştir. Bu ifadelerle ilgili birkaç
mesele vardır:
[60]
Biz, Sâffât, 40
ayetinde geçen ifadesinin, lâm'ın hem
fethası ve hem de kesresi ile iki şekilde okunduğunu, daha evvel geçtiği yerde
anlatmıştık. Binâenaleyh, bu kelimedeki lâm'ın fetha okunması halinde mana,
"Allah Teâlâ, kendi lütfü ile onları halis kıldı ve fazl-u keremi ile
onlart seçti..." şeklinde otur. Kesre ileyse, mana, "Onlar,
taatlarını ve ibadetlerini sırf Allah için buna hiçbir şey karıştırmadılar"
şeklinde olur.
[61]
Bil ki Allah Teâlâ,
cennetliklerin rızklarını, "malum" olmakla
nitelemiş, o rızkın hangi sıfatlarının malum olduğunu
ise
beyân buyurmamıştır. İşte bu sebepten
dolayı bu husustaki
görüşler farklı
farklıdır. Bu cümleden olarak, bu tabirin
manasının,
"O rızkın vahyi malum olup, bu da, her ne kadar orada akşam-sabah
diye bir şey olmasa da, akşam ve sabahtır. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "Orada, sabah
akşam
naldan da (ayaklarına gelecektir)"(Meryem, 62) buyurmuştur.
Bu kelimenin
manasının, "O rızkın niteliği malumdur; çünkü Cenâb-ı Hak onu, tadının,
kokusunun ve lezzetinin hoşluğu ve görünümünün güzelliği gibi hususî birtakım
sıfatlarla yaratmıştır" şeklinde olduğu söylenmiştir. Yine bunun
manasının, "Cennetlikler, o rızkın devam edip gideceğine yakînen inanmakta
olup, bu, ne zaman tahakkuk edeceği ve ne zaman sona ereceği bilinmeyen dünya
rızkı gibi değildir" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Yine, bunun
manasının, "Bu rızkın miktarı, cennetliklerin dünyadaki amellerine göre
hak ettikleri mükâfaat ve ikram oranındadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, bundan
fazlasını onlara bir lütuf olarak verdiğini beyân etmiştir" şeklinde
olduğu da ileri sürülmüştür.
[62]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, cennetlikler için bir rızık olduğunu belirtince bu rızkın ne olduğunu da
beyan etmek üzere fevâkih "türlü meyveler..." buyurmuştur. Bu hususta
şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) "Fâkihe" ihtiyacı karşılamak için
değil de, zevk almak için yenilen şeyler demektir. Çünkü, cennetliklerin
rızıklarının hepsi, bu türdendir. Zira onlar, sıhhatlerini azıklar ve
yiyeceklerle koruma ihtiyacı duymamaktadırlar. Çünkü onlar, sonsuz için
yaratılmış muhkem cisimler ve bedenlerdir. Binâenaleyh, onların yedikleri her
şey, haz alma kabilindendir.
b) Ayette, fâkihe (meyve)'den bahsedilmesinin
maksadı, en düşük şeyle en üstününe dikkat çekmektir. Yani, meyve her zaman
mevcut olduğuna göre, katık ve yiyecek haydi haydi her zaman bulunur. Birinci
görüş, gerçeğe daha yakındır.
Bil ki Allah Teâlâ,
"yemek"den bahsedince, bu yemenin ikram ve tazîm ile içice olduğunu
beyan ederek, "Onlar ikrama mazhar olmuş kimselerdir" buyurmuştur.
Çünkü, izzet ve ikramdan uzak olan yeme, ancak hayvanlara yakışır ve uygun
düşer.
[63]
Cenâb-ı Hak, onların
yiyeceklerini ve yedikleri yeri anlatınca, meskenleri de vasfederek, "Naîm
cennetlerinde, biribiriyie karşılıklı olan tahtlar üzerinde..."
buyurmuştur ki, bu, "Cennetliklerin birbirleriyle karşılaşmaları ve
konuşmalarında, onlar için hiçbir külfet yoktur" demektir. Bazı
haberlerde, "Cennetlikler birbirlerine yaklaşmak istediklerinde,
altlarında olan tahtlarının harekete geçtiği..." yer almıştır. Onların,
ancak zihnen ve gönül bakımından karşı karşıya olmaları caizdir. Onlar ancak,
alanın ve sahanın geniş olması durumunda bu şekilde olabilirler. Biribirlerinin
hitaplarını uzakta iken duymaları ve birbirlerini görmeleri, ancak Allah'ın,
onların gözlerini, kulaklannı ve seslerini kuvvetlendirmesiyle mümkün olur.
Allah Teâlâ yemenin,
oturmanın vasıflarından bahsedince, bundan sonra da içmenin vasıflarını ele
alarak, "Onların etrafında kaynaktan doldurulmuş türlü kadehler
dolaştırılır" buyurmuştur. İçerisinde içki bulunan cam kaba, ke's adı verilir; içkinin bizzat
kendisine de bu ad verilir. Nitekim şair,
"Bana lezzef
veren nice ka 'seler (içkiler) içtim! (...)" demiştir. Ahfeş'in,
"Kur'ân'da geçen ke's kelimesi, içki manasındadır" dediği rivayet
edilmiştir.
[64]
Maîn, akan su veya
nehir demektir. (suyun gözesi) deyiminden alınmıştır. Yani, "Tıpkı suyun
fışkırması gibi, o içki, gözelerden çıkar" demektir. Fışkırdığı ve ortaya
çıktığı için buna, denilmiştir. Nitekim
su, açıktan akıp gittiğinde, denilir. Bunu Sa'leb söylemiştir. Binâenaleyh bu
kelime, tıpkı (satılmış), (ölçülmüş)
kelimeleri gibi, ayn masdarından ism-i mef'ûldür. Bunun, açık olarak aktığı için,
main adını aldığı da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, bu kelimenin, kökünden
"feîl" vezninde olması mümkündür. Maîn, şiddetli akan su demektir.
Bir kimse koştuğunda, denilmesi de böyledir.
Ayetteki, kelimesi,
"hamr" “içki”nin sıfatıdır.
Ahfeş, "Cennetin içkileri, sütten daha beyazdır" demiştir.
[65]
Ayetteki, kelimesine gelince, bu hususta şu izahlar
yapılmıştır:
a) Bu içki, lezzetin bizzat kendisi ve aynısı
imişçesine, serapa lezzet ile vasfedilmiştir. Nitekim insanlar, birisini şu iki
vasıfla tavsif etmek istediklerinde, "Falanca, sırf cömertlik ve sırf
keremdir" derler.
b)
Zeccâc, bu ifadenin
"lezzet sahibi, lezzetli" takdirinde olduğunu söylemiştir. Bu
izaha göre demektir ki, bu kelimenin başındaki crfi kelimesi hazfedilmiştir.
c) Leys
şöyle der: El-lezzu ve el-lezîzu ifadeleri, sıfat olma bakımından aynıdırlar.
Nitekim, denilir. Cenâb-ı Hakk da "Bembeyaz.. İçenlere bir lezzet"
buyurmuştur. Ve yine Cenâb-ı Hak, 'İçenler için lezzetin ta kendisi olan bir
içkiden... "[Mubtimmed,5) buyurmuştur. İşte bu sebepten dolayı,
lezzetinden dolayı, uyku da lezz denilmiştir. Yaptığımız bu izaha göre, lezze,
lezize manasınadır demektir. Yapılan açıklamalardan doğruya en yakın olanı ise,
birincisidir.
[66]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Orada bir sarhoşluk (başağrısı) yok" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili
birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Ferra
şöyle der: "Araplar aynı anlamda olmak üzere, "Onda sarhoşluk
yoktur" derler. Ebû Ubeyde ise, gavl kelimesinin, insanların akıllarını
giderme manasında olduğunu söyler ve Muti Ibn lyas'ın şu beytini şahid getirir:
"İçki onların
akıllarını başlarından almayı sürdürüyor. Böylece, kadehler birbirini
izliyor.11
Leys de, "gavl,
başağrısı demektir" demiştir. Buna göre mana, "Bu içkilerde, dünya
içkilerinde olduğu gibi başağrısı yapma mahzuru yoktur" şeklinde olur.
el-Vahidî (r.h) ise,
"Bu, aslında helak etmek ve yok etmek anlamındadır. Çünkü Arapça'da
birisi, birisini yok ettiğinde, denilir. O halde gavl ve gail "yok
eden" anlamındadır. Baş ağrısı da helak olmaya götürdüğü için, ona gavl
adı verilmiştir" demiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onların bundan hoşnutsuz olacakları da söz konusu değildir"
buyurmuştur. Bu kelime, zâ'nın kesresiyie yunzlfûn şeklinde de okunmuştur.
Ferra şöyle der:
"Bu kelimeyi zâ'nın kesresiyie okuyanlara göre, bunun iki manası vardır:
a) İçkisi bittiğinde, "adamın içkisi
bitti" denilir.
b) Sarhoşluktan dolayı, aklı zâif olduğunda da
yine, denilir. Zâ'nın fethasıyla okuyanlara göre ise bunun manası,
"Onların akılları gitmez, yani onlar sarhoş olmazlar" demek olur.
Nitekim "sarhoş oldu, sarhoş" manasında denilir."
Buna göre ayetin
manası, "Cennet içkilerinde, içki içmekten dolayı meydana gelen başağnsı,
aklı bürüme ve rahatsız etme gibi, bozuk hallerden hiçbirisi bulunmaz ve onlar,
sarhoş da olmazlar" demektir. İçki içmedeki fesâhatların en büyüğü bu
olduğu için, Allah Teâlâ özellikle onun bu vasfına yer vermiştir.
[67]
Cenâb-ı Hak,
cennetliklerin içeceği şeylerin vasıflarından bahsedince, bunun akabinde,
onların hanımlarının vasıflarını da şu üç bakımdan zikretmiştir:
1) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Yanlarında,
nazarlarını yalnız zevçlerine dikmiş güzel gözlü kadınlar vardır" ayetinin
ifade ettiği husustur. Kasr, "hapsetmek" anlamına gelir. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Çadırlar içinde ehl-İ perde hurtier varchr" (Rahman. 72)
ayeti de bu manadadır. Buna göre ayetin manası, "O kadınlar bakışlarını
hapsetmişler ve kocalarından başkalarına bakmazlar" şeklinde olur.
2)
Ayetteki, lafzının ifade ettiği husus...
Zeccâc, "Büyük göz, gözlerin en güzelidir. Bu kelimenin müfredi, (aynâ'u)
lafzıdır" demiştir.
[68]
3) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın "Ki bunlar, örtülüp saklanmış yumurtalar gibidirler"
ayetinin ifade ettiği husus... Meknûn
"örtülü, kapalı" demektir. Nitekim,
örttüm, gizledim ve sakladım manasında, denilir. Ayetteki bu
benzetmenin manası şudur: Yumurtanın dış yüzeyi, sarıya çalan bir
beyazlıktadır. Binâenaleyh yumurta örtülüp saklandığında, tozdan topraktan ve
dumandan korunmuş olur. Bu renk, son derece güzeldir. Araplar da kadınlara, "saklı,
örtülü yumurtalar" adını verirlerdi.
Cenâb-ı Hak,
cennetliklerin vasıflarını bitirince "Kimi kimine dönüp sorarlar"
buyurmuştur. Şayet, "Bu cümle neye atfedilmiştir?" diye sorulursa,
biz deriz ki: Bu, ayetteki ifadesine atfedilmiştir. Buna göre mana, "Onlar
içerler. Bu içki içme sırasında da, birbirleriyle karşılıklı olarak konuşur,
sohbet ederler" şeklinde olur. Nitekim şair:
"Lezzet ve haz
namına geriye ancak, içki meclisinde, âlî ve kıymetli kimselerle sohbet
kalmıştır" demiştir. Buna göre mana, "Onlar birbirlerine yönelir ve
dünyada iken, lehlerine ve aleyhlerine olarak cereyan eden şeyleri
sorarlar" şeklinde olur.
[69]
'İçlerinden bir sözcü
der ki: Sahi, benim (dünyada) bir arkadaşım vardı.
(Bana): "Gerçek sen de kati inananlardan
mısın?" derdi. "Biz öldüğümüz ve
bir
toprak, bir yığın kemik olduğumuz zaman gerçekten hesaba çekilecek
miyiz?" (Bu sözü söyleyen zât, kardeşlerine) der
ki: "Siz onun durumuna
vâkıf olmak ister
misiniz?" Derken o bakıp, bunu o çılgın ateşin ta ortasında
gördü ve ona dedi ki: "Vallahi, sen az kaldı beni
de helak edecektin! Eğer
Rabbimin nimeti
olmasaydı ben de, (seninle beraber cehennemde) hazır
bulundurulanlardan olacaktım. (Bak), biz ilk
ölümümüzden başka bir daha
ölmeyecek, biz azaba
da uğratılmayacak değil miymişiz?" Muhakkak ki bu,
büyük kurtuluşun ta kendisidir. Artık çalışanlar da
bunun gibi bir ödül için
çalışmalıdır"(Saffat,
51-61)
Ayette ilgili birkaç
mesele vardır:
[70]
Bil ki, cennetlikler
hakkında, Allah Teâlâ, onların içki meclislerinde bir araya gelip birbirleriyle
konuştuklarından bahsetmiştir. Zira aklı başında kimselerin İçerken yaptıkları
sohbet tatlıdır. Keza tehlike sebepleri biraya gelmişken onlardan kurtulma
yolunu bulmak da lezzet veren şeylerdendir. İşte Allah Teâlâ bunu zikrettiği
gibi, bu ayette de, cennetliklerin içki içmek için bir araya gelip karşılıklı
konuşmaya ve birbirlerine sorular sormaya başladıklarında, onların
konuşacakları şeylerin, dünyada iken kendileri için, ilahî azaba düşmeyi
gerektiren şeylerin bulunduğunu; ama şükür ki, bu şeylerden kurtulmuş
olduklarını ve ebedî saadeti elde ettiklerini hatırlamaları olduğunu
belirtmiştir, ki, bunların dile getirilmesinin maksadı, cennetliklerin
sevinçlerinin ve sunarlarının doruk noktaya çıktığını belirtmektir.
[71]
Ayetteki
"İçlerinden bir sözcü der ki: "Sahi, benim (dünyada) bir arkadaşım
vardı" ifadesine gelince, bu, "Cennetliklerden birisi, "Benim
dünyada bir arkadaşım vardı. O, bana, "Gerçekten sen de, kati inananlardan
mısın?" derdi. Yani, "öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti tasdik
ettiğim için beni azarlar ve buna taaccüb ederek, "Biz öldüğümüz ve bir
toprak, bir yığın kemik olduğumuz zaman gerçekten hesaba çekilecek miyiz?"
derdi" demiştir. Buna göre mana, "o arkadaşım bu sözleri, benim bu
inancımı yadırgama üslubuyla söylerdi" demektir. Daha sonra,
cennetliklerden olan bu adam, o arkadaşını görüp ve ona, "Siz (onun
durumuna) vâkıf olmak ister misiniz?" Derken o, bakıp, bunu... gördü"
şeklinde hitap ettiği için, kendisiyle beraber oturanlara, bu kimsenin ateşte
olduğunu göstermek suretiyle, kendi sürûrlarını arttırmayı onları davet ederek,
böyle söyler. Doğruya en yakın olanı bu kimsenin muttali olmak için biraz
gayret gösterdiğini düşünmektir. Çünkü o, eğer külfetsiz bir biçimde bu işe
muttali olmuş olsaydt onun böyle bir İttilâ'ya, böyle bir külfete ihtiyacı
kalmazdı. İşte bundan dolayı bazı alimler, bu kimsenin, cennetin çevresine
kadar gittiğini, böylece de ona, o cehennemde muttali olduğunu; derken onu,
cehennemin ta ortasında gördüğünü ve azarlayarak ona, "Vallahi, sen az
kaldı beni de helak edecektin!" yani, "Seni beni, öldükten sonra
dirilmeyi ve Kıyameti inkâra çağırman sebebiyle, az kalsın beni de helak
edecektin. Şayet, hakka iletmek ve bâtıldan da korumak suretiyle Rabbimin bana
olan lütfü olmasaydı, "Ben de, senin gibi, elbette ateşte hazır
bulundurulanlardan olacaktım" dediğini söylemişlerdir. Bu cennetliğin, şu
anda, cehennemliklerden olan dünyadaki dostuna karşı söylediği söz bitince,
sözü tekrar, cennetliklerden olan beraber oturduğu kimselere
yönelterek,"Biz bir daha ölmeyecek değil miymişiz?" demiştir. Bu
hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a)
Cennetlikler, cennete girdikleri
sırada kendilerinin Ölmeyeceklerini bilemiyorlardı. Binâenaleyh,
ölüm, beyaza çalan bir koç biçiminde getirilip kesildiğinde,
artık bundan sonra hiç Ölmeyeceklerini anlamışlardır. İşte bundan dolayı, belki
de onların, "Biz bir daha ölmeyecek değil miymişiz?" şeklindeki
sözleri, "Ölümün boğazlanmasından" önce söylenmiş bir sözdür.
b) Her ne
kadar insan, bu işin, yaşamanın devam edeceğini kesinkes bilseler bile,
iyilikleri ve mutlukları doruğa ermiş kimselerin, her husustaki taaccübleri
artınca, o bazan, "Bu devam eder
mi? 8u şekilde kalır mı?" demiş olabilir. Daha sonra onlar, bu karşılıklı
konuşmayı bitirince, "Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir"
demişlerdir. Ayetteki, "Artık çalışanlar da bunun gibi bir ödül için
çalışmalıdır" sözünün cennetliklerin sözünün devamı olduğu ileri sürüldüğü
gibi, bu sözün, Allah'a ait olduğu ve yeni başlamış bir cümle olduğu da
söylenmiştir. Bu, "İşte bu gibi mutlulukları elde etmek için, çalışanların
çalışması gerekir" demektir.
[72]
Bazı kimseler de,
ayette geçen bu sözcü ile, "karin"
ifadesinden kastedilenin, Allah Teâlâ'nın Kehf Sûre-
si'ndeki "Onlara
iki adamı misal getir"(KeM, 32) ayetlerinde
bahsettiği kimseler olduğunu
söylemişlerdir. Rivayet
olunduğuna göre iki adam, ortak idiler. Derken,
sekizbin dinar biriktirdiler. Bunun
üzerine
onlardan birisi diğerine, "Parayı taksim edelim" dedi ve bunu yaptı.
Derken,
bin dinara bir ev satın aldı, bu evi
arkadaşına gösterdi ve "Nasıl, beğendin mi?"
dedi. O da, "Ne kadar da güzel" dedi ve
dışarı çıkınca, "Allah'ım, arkadaşım bu
evi, bin dinara satın almış. Ben Senden, cennet evlerinden bir ev
istiyorum" dedi
ve bin dinar tasadduk
etti. Derken arkadaşı, bin dinara güzel bir kadınla evlendi.
Beriki de, Allah'ın, kendisini güzel gözlü hurilerle
evlendirmesi için, bin dinar daha
tasadduk
etti. Daha sonra arkadaşı, ikibin dinara bağ-bahçe satın aldı. Berikisi ise,
ikibin dinarı tasadduk etti. Daha sonra da Allah,
berikisine cennette istediği her şeyi
verdi.
İşte o esnada o, "Sahi, benim (dünyada) bir arkadaşım vardı (...). Derken
o, bakıp, bunu o çılgın ateşin ta ortasında
gördü" dedi.
[73]
"Gerçekten sen de
kati inananlardan mısın? Biz öldüğümüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğumuz
zaman,
gerçekten biz hesap
verecek miyiz?" ayetinde kıraat imamları, bu üç istifham hakkında değişik
okuyuşlar göstermişlerdir: Nâfî, birinci ve ikinci istifhamı, medsiz olarak,
sırf istifham hemzesiyle, üçüncüsünü de, istifhamsız olarak, elifin kesresiyle
okumuştur. Kisâî de aynı şekilde okumuştur, fakat üçüncüsünü iki hemzeyle
okumuştur. İbn Âmir, birincisini ve üçüncüsünü iki hemzeyle, istifhamla;
üçüncüsünü de istifhamsız olarak, elifin kesresiyle okumuştur. Diğer kıraat
imamları ise, her üçünü de istifham ile okumuşlardır. Böyle okuyanlar arasında
da, değişik okuyuşlar vardır. Meselâ, İbn Kesir, med etmeden, sonrasında sakin
bir yâ ite tek hemzeli okurken; Ebû Amr, bu hemzeleri med ile okumuştur.
Âsim ve Hamza, bu
istifhamları iki hemzeyle okumuşlardır. Ayetteki, jjiJ=I CjiT B "/\z
fra/di, ben/ de muhakkak helak edecektin" ifadesini, Verş'in rivayetine
göre Nâfî, vasıl halinde ya'lı olarak, ^?J3 şeklinde; diğerleri vasıl halinde
de yâ'sız okumuşlardır.
[74]
(Ehl-i sünnet)
âlimlerinin, hidayet ve
dalaletin Allah
olduğuna, "Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, ben de
(senin gibi cehennemde) hazır bulundurulanlardan olacaktım" ayetini
delil getirerek şöyle
demişlerdir: "Muarızımız (olan Mu'tezile'nin) görüşü, "Allah,
mü'mine olan çeşitli in'âmları, kâfir için de yapmıştır. İn'âmlarda müştereklik
olunca, bunun mü'mtnin hidayetine, kâfirin de, küfürden ve helakten
kurtulmasına sebep sayılması imkânsız olur. Binâenaleyh bu belli nimetlerin,
müşterek olan nimetlerden ayrı nimetler olması gerekir. Bu ise. ancak kişiyi
imana sevkeden ve küfürden alıkoyan sebeplerin kuvvetli ve mükemmel olmasıyla
sağlanır" şeklindedir."
[75]
Kabir azabının
olmadığını söyleyenler, cennetliklerden olan
o adamın, "(Bak), biz ilk ölümümüzden başka bir daha
ölmeyecek miymişiz?" şeklindeki sözünü delil
getirerek
şöyle demişlerdir. "Bu, insanın bir
defa öleceğini gösterir. Eğer kabirde de yenider dirilme olsaydı, ölüm İki kez
tahakkuk etmiş olurdu." Buna şu şekilde cevap verebiliriz "Ayetteki
"ilk ölümümüzden başka" ifadesi ile, dünyada olan ölümlerin hepsi
birden kastedilmiştir. Allah en iyi bilendir.
[76]
"Böyle konmak
(ağırlanmak) mı iyi, yoksa zakkum ağacı mı? Hakikaten, biz
onu zalimler için bir fitne yaptık. Şüphesiz ki o,
çılgın ateşin dibinde
çıkacaktır.
Tomurcukları şeytanların başları gibidir. Onlar bundan yiyecekler
ve karınlarını bununla
dolduracaklar. Sonra bunun üzerine, onlar için çok
sıcak suyla karıştırılmış şarap vardır. Sonra vanp
gidecekleri yer şüphesiz yine
cehennemdir. Çünkü
onlar atalarını, sapkın kimseler olarak bulmuşlardı ve onların izleri üzere
koşturmuşlardı. Andolsun ki, onlardan önce geçenlerin
çoğu da sapmıştı. Yemin olsun ki, biz, onların içine
uyarıcılar göndermiştik.
Bak, o uyarıcıların
akibeti nice oldu! Allah'ın muhlis kullan müstesna"
(Sâffât. 62-74).
Bil ki Allah Teâlâ,
cennetliklerden bahsedip, onları "Amel edenler, işte bunun gibi birşey
için amel etsinler" (Sâftât. et) buyurunca, bunun peşinden, "Bu mu
iyi, yoksa zakkum ağacı mı?" ayetini getirmiş ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e,
"Bu, kâfirleri küfürlerinden caydırıcı birşey olsun" diye, bunu
kavminin kâfirlerine söylemesini emretmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, daha önce
cennetliklerin yiyip-içtikleri şeyleri anlattığı gibi, burada da
cehennemliklerin yiyecekleri ve içecekleri şeyi anlatmıştır.
Ayetteki ifadesinin
manası, "cennetlikler için olduğu belirtilen bu rızık mı iyi, yoksa zakkum
ağacı mı?" şeklindedir. "Nüzul" kelimesinin asıl manası,
"ol yiyecek"tir. Nitekim
"Bol bulunan yiyecek" denilir. Binâenaleyh bu kelime{
mevcut-var olan manasında, mecazî olarak kullanılmıştır. Yine Arapça'da, "Emîr
falancaya nüzul gönderdi" denilir. O halde "nüzul",
"misafirin, nezdinde konakladığı kimsenin durumuyla mütenasip olan
şey" demektir.
Bunu iyice kavradığına
göre, diyoruz ki: Cennetlikler için takdir edilmiş olan rızıkların neticesi,
lezzet ve sürürdür; zakkum ağacının neticesi ise, elem ve kederdir. Hayırlı ve
iyi olma açısından, bu iki şeyin birbirine kıyas bile edilemeyeceği malumdur.
Fakat bu ifade, ya cehennemliklerle alay etmek için, yahut da mü'minlerin,
kendilerini bu güzel rızka ulaştıran şeyi, kâfirlerin ise kendilerini bu elem
verici azaba götürecek şeyi tercih etmiş olmalarından ötürü söylenmiştir. İşte
bu sebeple kâfirleri, kötü tercihlerinden dolayı azarlamak için böyle
söylenmiştir.
[77]
"Zakkum"
hakkında Vahidi (r.h) şöyle der: "Kelbî hariç, müfessirlerden hiçbiri,
zakkum hakkında bir açıklama yapmamıştır. Çünkü, rivayet olunduğuna göre, bu
ayet nazil olduğunda, İbnü'z-Ziba'ra, "Allah evlerinizde zakkumu
çoğaltsın" demiştir. Çünkü Yemenliler, hurmaya ve kaymağa "zakkum"
derlerdi. İşte bu sebeple, Ebû Cehil, cariyesine, "Bizi
zakkumlarıdır" dediğinde, o ona hurma ve kaymak getirmiş. EbÛ Cehil
(arkadaşlarına), "Buyurun zakkumlarım" demiştir. Allah Teâlâ'nın
ayetteki zakkum ile, bu manayı kastetmediği açıktır." İbn Düreyd,
"Zakkum", "tezakkûm" kökünden değildir. Çünkü zakkum,
birşeyi hoş olmayan şekilde aşın derecede yemek demektir. Nitekim, ,
"Falanca geceleyin zakkûmlandı" denilir. Kur'ân'ın
lafzının zahiri, bunun, kokusu hoş olmayan,
alabildiğine sert ve onu yiyip-tçen herkesin alabildiğine şiştiği bir ağaç
olduğuna delâlet eder. Daha sonra Hak Teâlâ, onun bir kısmını yemelerinden
ötürü, cehennemliklerin durumlarının pek içaçıcı olmayacağını belirtmiştir.
[78]
Ayetteki, "Hakikaten, biz onu zâlimler için bir fitne
yaptık" İfadesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
1) O zakkum, kâfirler-zâlimler için bir fitne
olmuştur. Çünkü kâfirler bu ayeti duyunca,
"Ateş ağacı yaktığı
halde, cehennemde ağacın
bitebileceği nasıl düşünülebilir" demişlerdir.
Buna şu şekilde cevap
verilir: Cehennemi yaratan, ateşin, o ağacın yakmasına mani olmaya da kadirdir.
Bir de, ateşte zebaniler vardır. Allah Teâlâ, ateşin onları yakmasına da manî
olmuştur. Binâenaleyh aynı şeyi bu ağaç için niçin yapamasın?" Bu soruyu
ve cevabını iyice anladığına göre, zakkum ağacının zalimler için fitne
olmasının manası şudur: Onlar, bu ayeti duyunca, kalblerine böyle bir şüphe
düştü ve onların küfürde saplanıp kalmalarına sebep oldu. İşte, bunun zalimler
için bir fitne oluşundan kastedilen budur.
2) Bunun ikinci bir izahı da şöyledir: Ayetin
anlatmak istediği şey, bu ağacın cehennemde o kâfirler için bir fitneye
dönüşeceğidir. Çünkü onlar bundan yemekle mükellef tutulacak ve bu onlara zor
gelecek, işte o zaman bu, onlar için bir fitne (imtihan) olmuş olur.
3) Buradaki
"fitne" ile, onların imtihan edilmeleri ve denenmeleri
kastedilmiştir. Çünkü bu, örften, âdetten uzak, alışılmış ve malum şeylere ters
bir şeydir. Dolayısıyla, mü'minler bunu duyunca, nasıl olduğunu Allah'a havale
edip (hemen inanmışlardır); zındıklar duyunca ise, bunu Kur'ân'ı tenkid için
bir fırsat olarak görmüşlerdir.
[79]
Daha sonra Hak Teâlâ,
bahsettiği bu ağacı, şu üç sıfatla nitelemiştir:
Birinci Sıfat:
"Şüphesiz o, çılgm ateşin dibinde
çıkacaktır."
Bu ağacın, cehennemin
dibinde bitip, dallarının
da cehennem
derekelerine
(tabanlarına) doğru yükseleceği söylenmiştir.
İkinci Sıfat:
"Tomurcukları şeytanların başları gibidir." Keşşaf sahibi şöyle der
"Aslında "tal' " sözü, hurma tomurcuğu için kullanılır. Lafzî
veya manevî bir istiare (teşbih) ile, bu kelime zakkum ağacının filizlenip
çıkan kısmı hakkında kullanılmıştır." Ibn Kuteybe ise, ona bu adın, her
sene adetâ yeniden tulü ettiği için verildiğini söyler. Bundan ötürü, hurmanın
meyvesinden ilk çıkan şeye tal'un-nahl denilmiştir.
[80]
Bu tomurcuklann,
şeytanların başlarına benzetilmesi İle ilgili olarak şöyle bir soru
söz konusudur: "Biz, şeytanların başlarını hiç
görmedik. Binâenaleyh herhangi birşeyi buna benzetmek nasıl mümkün olabilir?"
denilebilir. Buna birkaç yönden cevap verilmiştir:
1) En doğru
görüşe göre, insanlar, meleklerin şekil ve gidişat bakımından faziletlerinin
mükemmelliğine, şeytanların da şekil ve gidişat bakımından son derece çirkin ve
çarpık olduklarına inanıp, "Bu ancak şerefli bir melek olabilir"
(Yusuf, 3i) ayetinde, bir insanın kemal ve faziletlerini anlatmak İstediğinde,
onun meleğe benzetilmesinin yerinde oluşu gibi, çirkinlik ve çarpıklık
bakımından da, şeytanların başlarına teşbihin de aynı derecede makul ve yerinde
olması gerekir. Velhasıl diyebiliriz ki: Bu, görünen-maddî birşeye benzetme
babından değil, düşünülen (muhayyel) birşeye teşbih babındandır. Buna göre
sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Vehim ve hayallerinizde, en çirkin şey,
şeytanların başlarıdır. Binâenaleyh işte bu ağaç da, manzarasının çirkinliği ve
şeklinin çarpıklığı hususunda, şeytanların başlarına benzer." Bu izahı, şu
husus da te'kid eder: İnsanlar, alabildiğine çarpık, şekli bozuk, manzarası
çirkin birşey gördüklerinde: "Bu, şeytan"; ama şekli ve gidişatı
güzel birşey gördüklerinde, "Bu bir melek" derler. İmru'u'l-Kays da,
beytinde, kılıçları, hayalî varlık olan gulyabanîlerin
azı dişlerine benzetmiştir.
2)
Şeytanlar, başları ve ibiği (boynuzu) bulunan bir yılan şeklinde olup, bu
şekildeki yılanlar, en çirkin olanlarıdır. İşte kötü ve çirkin şeyler, bu
yılanlara benzetilirler. Araplar, çirkin bir manzara gördüklerinde, "Bu,
sanki Himâta şeytanına benziyor" derler. Himâta, meşhur bir ağacın adıdır.
3)
"Şeytanların başları" ifadesi, başı çirkin olan meşhur bir bitkidir.
Bunların en doğrusu birinci izahtır.
Bil ki Allah Teâlâ, bu
ağaçtan bahsedip, sıfatlarını belirtince, kâfirlerin, bu ağaçtan yeyip,
karınlarını cehennemde bununla dolduracaklarını haber vermiştir. Bil ki onların
bu ağaçtan yemeleri, şu iki manada olabilir:
1) Onlar,
son derece acıkacaklar, bu ağaçtan yemek mecburiyetinde kalacaklardır. Buna
göre eğer, "Onlar, son derece sert, alabildiğine pis kokan ve tadı da o
nisbette acı olan bir ağaç olduğu halde, nasıl bundan yerler?" denirse,
biz deriz ki: Şüphesiz, büyük bir zarar içine düşen bir kimse bazan ondan, bu
onu zarara yaklaştıracakken, sükunet ve itminan duyar. İşte Allah onları
şiddetli bir açlıkla acıktırdığı zaman, onlar da bu açlığı gidermek için, her
ne kadar sizin zikrettiğiniz vasıfta da olsa, o şeyden almaya yönelirler.
İkinci izah şekli ise, onların azablarını tamamlamak üzere, zebanilerin onları
bu ağaçtan yemeye zorlayacaklarının söylenmesidir.[81]
Bil ki, onlar
doyduğunda, o zaman susuzlukları şiddetlenir ve su içmeye ihtiyaç duyarlar,
işte bu durumda Allah Teâlâ onların içeceklerini vasfetmiş ve "Sonra bunun
üzerine, onlar için çok sıcak suyla karıştırılmış şarap vardır"
buyurmuştur. Zeccâc şunu söylemiştir: Şevb, başka bir şeyle karışmış olan her
şey hakkında kullanılan umumî bir İsimdir. Hamîm ise, son derece sıcak kaynar
sudur. Buna göre mana, "Bu aşırı susuzluk ona baskın çıkınca, onlar bu
kaynar sudan icirılirler. O zaman da, zakkum, bu kaynar su ile karışır."
Her ikisinden de Allah'a sığınırız.
Bil ki, Allah Teâlâ
onların içeceklerini Kur'ân'da birkaç şeyle vasfetmiştir. Bunlardan bir tanesi,
bunun irin olması... Diğeri, Cenâb-ı Hakk'ın, "..Bağırsaklarını parça
parça eden kaynar sudan içirilen kimse"(Muhammad, 15) ayetinin ifade
ettiği; bir başkası da, Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette zikrettiği husus...
İmdi, eğer,
"Sonra bunun üzerine, onlar için çok sıcak suyla karıştırılmış şarap
vardır" ifadesindeki p "sonra" kelimesi neyi ifade eder?"
denilirse, biz deriz ki: Bu iki şekilde izah edilir:
1) Onlar karınlarını zakkum ağacından
doldururlar. Bu ise, karınlarını yakar, böylece susuzlukları daha da artar.
Sonraysa onlar, ancak uzun bir müddet geçtikten sonra sulanırlar. Bundan amaç
ise, azaplarını iyice arttırarak tamamlamaktır.
2) Allah
Teâlâ yiyeceklerini, böylesi bir çirkinlik ve nefret uyandırıcı bir vasıfla
zikretmiştir. Sonra, içeceklerini ise, bundan daha çirkin olan bir vasıfla
nitelemiştir. Binâenaleyh, sümme "sonra" kelimesinden kastedilen,
İçilen şeyin durumunun, yenilen şeyin durumundan daha çirkin olduğunu beyan
edip açıklamaktır.
Sonra Cenâb-ı Hakk,
"Sonra varıp gidecekleri yer şüphesiz yine cehennemdir" buyurmuştur.
Mukatil şöyle der: "Yani, "zakkumdan yenildikten ve kaynar sudan
içildikten sonra, (...)'* demektir. Bu da onların, kaynar suyu içtiklerinde,
cehennemde olmadıklarına delâlet eder. Bu ise, kaynar suyun, cehennemin
dışındaki bir yerde bulunması, tıpkı devenin su içmeye getirilmesi gibi,
onların da, içmek amacıyla kaynar suyun başına getirilmeleri biçiminde olur.
Sonra ise onlar, yeniden cehenneme sürülürler." Bu, Mukatil'in görüşüdür.
O, bu görüşün doğruluğuna, Cenâb-ı Hakk'ın, "işte bu, o günahkârların
yalan saydıkları cehennemdir. Onlar bununla kaynar su arasında (bocalayıp)
dolaşacaklar" (pahmin. 43-44) ayetiyle istidlal etmiştir. Bu, bizim
zikrettiğimiz şeyin doğruluğuna da delalet eder.
Sonra Çenâb-ı Hak
onların yeme ve içme konusundaki azâblarını vasfedince, "Çünkü onlar
atalarım sapkın kimseler olarak bulmuşlardı ve onların izleri üzere
koşturmuşlardt" buyurmuştur. Ferrö şöyle demiştir:" (Ihrâ1) kelimesi,
hızlıca koşmak anlamına gelir: Bir kimse, teşvik edilip, hızlıca koştuğunda,
denilir. Buna göre mana, "Onlar, öylesi bir suretle atalarına tâbi olurlar
ki, adeta onlar, atalarına uymaya zorlanıyor ve teşvik ediliyorlardır!"
şeklinde olur. Ayetten maksat ise şudur: "Cenâb-ı Hak, onların bütün bu
sıkıntılar içine düşmeye, din konusunda atalarına uyup, delili terketmeleri
sebebiyle
müstahak olduklarını açıklamış
oluyor." Şayet Kur'ân'da, taktiri' zem konusunda, bundan başka bir ayet bulunmasaydı
bile, bu ayet yeterdi.
[82]
Sonra Cenâb-ı Hak,
küfürleri ve yalanlamalarına mukabil, Resulünün teselli olmasına yarayacak olan
açıklamalarda bulunmuş ve "Andohun ki onlardan önce geçenlerin çoğu da
sapmıştı. Yemin olsun ki, 'Biz, onların içine uyarıcılar göndermiştik"
buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, daha önce de peygamberler göndermiş olduğunu;
aynı şekilde daha önceki o ümmetlerin de yalanladıklarını, binâenaleyh, Hz.
Peygamber (s.a.s) için, onlardan bir örneğin bulunması gerektiğini, bunun için
de onların sabrettiği gibi, onun da sabredip, serkeşlik etseler bile, Allah'a
davet etmeye devam etmesi gerektiğini; zira ona düşenin sadece tebliğ olduğunu
beyan etmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Bak, o uyanlanların akıbeti nice oldu!" buyurmuştur. Zahirde bu
hitap her ne kadar peygambere ise de, ancak ne var ki, bundan kastolunan,
kâfirlere hitap etmektir. Çünkü onlar, haberler vasıtasıyla, Nûh, Âd, Semûd ve
diğer kavimlerin başına gelen muhtelif azâblan duymuşlardır. Şayet bunu bilip
anlamamışlar ise, en azından, onları küfürlerinden men etmeye elverişli bir
korku ve zan bulunmaktadır. "Allah'ın muhlis kulları müstesna"
istisnasına gelince, bu ifade hakkında iki görüş bulunur:
1) Bu, "Andolsun ki onlardan önce
geçenlerin çoğu da sapmıştı" ayetinden bir istisnadır.
2)
Bu, "Bak, o uyarılanların akıbeti nice
oldu!" ayetinden bir istisnadır. Zira, böyle bir akıbet, Allah'ın muhlis
kullarının akıbeti müstesna, akıbetlerin en çirkini ve korkuncudur. Muhlis
kulların akıbeti ise, hayırlar ve rahatlıklarla iç içedir.
[83]
"Nüh bize niyaz
etmişti de, ne güzel icabet eylemiştik! Biz hem onu, hem
ehlini o büyük sıkıntıdan kurtardık. Zürriyetini
(yeryüzünde) baki kıldık. Sonra
gelenler
arasında da ona (iyi bir nâm) bıraktık. Alemler içinde, Nuh'a selâm.
Şüphesiz biz iyi hareket edenleri böyle
mükâfaatlandırınz. Hakikat o, bizim
mü'min
kullarımızdandı. Nihayet ötekileri boğduk"
{Sâffât. 75-82).
Bil ki Allah Teâlâ, bundan
önce "Andolsun ki, onlardan evvel geçenlerin çoğu da sapmıştı"
(Sâffât, 7i) ve "Bak, o uyarılanların akıbeti nice oldu!" (Sfiflât,
73) buyurunca, bunun peşinden, peygamberlerin kıssalarının şerhini ve
açıklamasını getirmiştir:
Birinci kıssa, Nûh
(a.s)'un halini anlatmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın,
"Nûh bize niyaz etmişti de, ne güzel icabet eylemiştik!"
ifadesine gelince, bunda birkaç bahis bulunmaktadır:
1) cümlesindeki lâm mahzûf bir kasemin cevabı
olup, medhe konu olan şey ise mahzfftur. Yani, "Ne güzet icabet edenleriz
biz!" demektir.
2) Allah
Teâlâ, Nûh (a.s)'un niyazda bulunduğunu bildirmiş, ama bu yakansın hangi
vakitte olduğunu zikretmemiştir. Pek yerinde olarak bu konuda iki görüş
bulunmaktadır:
a) Cumhûr-ı ulemâ nezdinde en meşhur olan görüşe
göre, Nûh (a.s), Allah Teâlâ'ya. kendisini boğulma azabından ve bu olayın
sıkıntısından ve belâsından kurtarması için duâ etmiştir.
b) Nûh
(a.s), kavmini hak dine davetle meşgul olunca, kavmi ona işkence etmede çok
ileri gitti ve onu öldürmeye niyetlendi. Sonra Nûh (a.s) da, Rabbine yakararak.
O'ndan, kâfirlere karşı kendisine yardım etmesini talep etti. Allah Teâlâ da
duasına icabet buyurdu ve onların Nûh (a.s)'u öldürmelerini ve işkence
etmelerini engelledi. Bu görüş sahibi, birinci görüşün zayıf olduğuna dair, Nûh
(a.s)'un, Allah'ın onu ve ailesini kurtarması için o kâfirlere beddua etmiş
olduğunu, Allah'ın da onun bu husustaki duasına icabet etmiş olduğunu,
binâenaleyh bu kurtuluşun onun duasından anlaşılır, malûm ve kesin olduğunu,
bunun ise, bu niyazdan maksadın, böyle bir kurtuluşun hasıl olmasını temin
etmek olduğunu söylemeye mani olduğunu öne sürerek istidlalde bulunmuştur.
Sonra Cenâb-ı Hak, Nûh
(a.s)'un kendisine duâ ettiğini nakledince, bundan sonra da, "Ne güzel
icabet eylemiştik" buyurmuştur. Bu ifade, o icabetin, büyük nimetlerden
olduğuna delâlet eder. Bu da, birkaç bakımdan izah edilebilir:
a) Allah,
kendi zâtından çoğul sîgasıyla bahsederek, "Nûh, bize niyaz etmişti
de" buyurmuştur. Kadir-i Azîm e ise, ancak azîm ve yüce ihsanlar yaraşır.
b) O, çoğul
sığasını uNe güzel icabet eylemiştik (biz)" ifadesinde tekrarlamıştır. Bu
da yine, o nimetin ne derece büyük olduğunu gösterir. Hele hele, Cenâb-ı Hak o
icabeti, "ne güzel oluş" ile vasfedince!
c)
ifadesindeki fâ harfi, bu icabetin meydana gelmesinin, bu nida ve yakarışa
bağlı olduğuna delâlet eder. Uygun bir vasfa bağlı olan hükmün, o vasıfla
muallel olması, (onun sebebiyle meydana gelmesi) iktizâ eder> Bu da,
kurtuluş için yalvarıp yakarmanın, duâ'ya icabetin sebebi olduğunu gösterir.
Sonra Cenâb-ı Hak,
genel bir ifadeyle ne güzel icabet edici olduğunu beyan edince, bundan sonra,
birkaç bakımdan olmak üzere, bu icabette in'ârtıda bulunmanın meydana geldiğini
açıklamıştır.
1)
"Biz hem onu, hem ailesini o büyük sıkıntıdan
kurtardık" cümlesi... Bu, daha önce geçmiş olan birinci görüşe göre
boğulmaktan korkma sebebiyle meydana gelmiş olan büyük sıkıntıdır. İkinci
görüşe göreyse, kavminin eziyyetinden meydana gelen sıkıntıdır.
[84]
2) "Zürriyetini
(yeryüzünde) baki kıldık" cümlesi, bir"hasr" ifade eder. 8u da,
ondan ve onun neslinden başka herkesin yok olmuş olduğuna delâlet eder. İbn
Abbas şöyle demiştir "Onun zürriyeti, üç oğludur: Sâm, Hâm ve Yâfes. Sâm,
Arapların, Parsların ve Rumların atasıdır; Hâm, Sudanlıların; Yâfes de, Türklerin..."
3)
"Sonra gelenler arasında da ona (iyi bir nâm) bıraktık. Alemler içinde
Nuh'a selâm" ayetinin ifade ettiği husus... Yani, "Onlar bu sözü
(selâm olsun Nuh'a sözünü) söylerler" demektir.
Eğer, "Alemler
içinde" kelimesinin manası nedir?" denilirse, biz deriz ki:
"Bunun manası, bu selâmın bütün alemler içinde sübût bulup yayılmasını
talep edip istemedir. Yani, "Onlardan hiç kimse, bu selâmdan hâlî kalmaz,
onu söyler" demektir. Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Allah,
selâmı Nûh (a.s)'a sabit kılsın ve bu selâmı, melekler ve ins-cin alemi içinde
de devam ettirsin de, onlar da hep birlikte ona selâm etsinler."
Sonra, Cenâb-ı Hak Nûh
(a.s)'a olan nimetlerinin tafsilatını açıklayınca, "Şüphesiz biz, iyi
hareket edenleri böyle mükâfaatlandınnz" buyurmuştur. Bunun manası şudur:
"Biz, Nûh (a.s)'a, dünyayı onun zürriyeti ile doldurman ve onun güzel
yâdını bütün insanların diline yerleştirmek gibi güzel ve yüce hususiyetleri,
ancak o bir muhsin kişi olduğu için tahsis ettik." Daha sonra onun muhsin
oluşu, onun Allah'ın mü'min bir kulu olmasına bağlamıştır ki, bundan maksat da
derecelerin en büyüğünün ve makamların en kıymetlisinin, Allah'a iman edip O'na
taat için inkıyat etmek olduğunu beyan edip açıklamaktır.
[85]
İkinci kıssa,
İbrahim (a.s)'in
kıssasıdır."Şüphesiz
İbrahim de, onun fırkasmdandı. Çünkü o, Rabbtne tertemiz bir
kalb ile gelmişti. Hani o kavmine ve babasına
demiştiki: "Siz, nelere
tapıyorsunuz?
Yalancılık etmek için mi, Allah'dan başka düzme tanrılar
diliyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkında zannınız
nedir?" Derken, yıldızlara
baktı
da, "Doğrusu ben hastayım" dedi. O vakit, arkalarını dönüp ondan
uzaklaştılar. Bunun üzerine o da, gizlice, onların
düzme tanrılarına vanp,
"Haydi, yesenize
(neden yemiyorsunuz?!) Ne oluyor da size
konuşmuyorsunuz?!"
(dedi). Nihayet gizlice, onları sağ eliyle, bir vuruşta
kırdı. Derken, (kavmi) koşarak onun önüne
çıktılar"
(Sâffat. 83-94).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele var:
Ayetteki Onun
fırkasından" ifadesindeki zamir
neye
râcîdir! Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Daha açık
ve kuvvetli görüşe göre, bu zamir Nûh (a.s)'a râcî olup, "Nuh'un
fırkasından" yani, "İbrahim de, Nuh'un ehl-i beytinden (sülâlesinden)
ve onun dini, onun yolu üzere olanlardandır" demektir. Bu görüşte olanlar,
Hz. Nûh (a.s) ile Hz. İbrahim (a.s) arasında, Hûd ve Sâllh (a.s) gibi sadece
iki peygamber bulunduğunu söylemişlerdir. Keşşaf sahibi ise, Hz. Nûh (a.s) ile
Hz. İbrahim (a.s) arasında 2640 (ikibin attıyüz kırk) yıl olduğunu rivayet
etmiştir.
2) Kalbt bu
zamirin, Hz. Muhammed (s.a.s)'e râcî olduğunu ve her nekadar önce olsa bile
kastedilen mananın, "İbrahim (a.s) de, Hz. Muhammad (s.a.s)'in dini ve
yolu üzere idi. O halde, İbrahim (a.s) Hz. Muhammad (s.a.sj'ln fırkasındandır' şeklinde
olduğunu söylemiştir. Birinci görüş daha açıktır. Çünkü zamirden Önce, Hz. Nûh
(a.s)'dan bahsedilmiştir, ama Hz. Muhammed (s.a.s)'den bahssdilmamistir
Binâenaleyh zamirin, Hz. Nûh (a.s)'a râcî olması daha evlâdır.
[86]
Ayetteki iz zarfının edatının âmili ifadesinin
delâlet ettiği "müşaya'a" (onun fırkasında olma) manasıdır, yani, "İbrahim, Rabbine selîm bir kaible
geldiğinde, Nûh (a.s)'a dini ve takvası hususunda destek oldu" demektir.
[87]
Ayetteki,
"Rabbine tertemiz bir kaİb ile gelmişti" ifadesi ite ilgili birkaç
mesele var:
"Sefîm bir
kalb"in ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Mukâtil
ve Kelbî buna "Şirkten uzak
olan kalb" manasını vermişlerdir, fiuna göre mana, "Şirkten tertemiz
olup, Allah'a ortak koşmaması" şeklinde olur.
b)
Kelâmcılar, bununla, "O, yaşadı ve bütün günah kirlerinden kalbi temiz
olarak öldü" manasının kastedildiğini söylemişlerdir. Bu ifadenin içine,
onun hem şirkten uzak olması, hem de kin, hased, öfke ve dinen caiz olmayan her
şeyden temiz olması girer. İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"O, kendisi için arzu ettiği şeyi, insanlar için de arzu edendir ve bütün
insanlar, onun hasedinden, kininden ve zulmünden berî olmuşlardır. Allah onu
işte böylece selîm (temiz) kılmış ve ona hiç bir şeyi denk tutmamıştır.
Birinci görüşü
benimseyenlerin delili şudur: "Allah Teâlâ, bu ifadenin hemen peşinden,
İbrahim (a.s)'in kavminin müşrik oluşlarını yadırgamasından bahsetmiştir ki bu
da, Hz. İbrahim (a.s)'in, babasına ve kavmine, "Siz nelere
tapıyorsunuz?" demesidir."
İkinci görüşü
benimseyenlerin delili ise şudur: "Lafız mutlak olarak zikredilmiş,
herhangi bir sıfatla kayıtlan mam ıştır. Bu husus, "Allah, risâleti kime
vereceğini daha iyi bilir"(Bn'&m, 124) ve "iste böylece ibrahim'e
göklerin ve yerin melekûtunu, yakîn sahiplerinden olsun diye gösterdik"
(En-âm, 75) buyurulmasına rağmen, "Andolsun ki İbrahim'e daha önce rüşdünü
vermiştik ve biz onu pek iyi biliyorduk"(Enbiyâ, si) ayetiyle de kuvvet
kazanır.
[88]
İmdi eğer, "Onun,
Rabbine kalb-i selimi ile gelmesi ne demektir?" denilirse, biz deriz ki:
"Bu, "O, kalbini sırf Allah'a has kıldı" demek olup, adetâ,
"O, bu kalbini Allah'ın "huzuru"na sundu" manasınadır. Ben,
Tevrat'ta Allah'ın Hz. Musa (a.s)'ya, "Tanrına bütün kalbinle icabet et,
itaat et" dediğini gördüm.
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. İbrahim (a.s)'in Rabbine selîm bir kaible geldiğini söyleyince, babasını ve
kavmini, Allah'ın birliği inancına davet etmesinin ve "Siz nelere
tapıyorsunuz?" demesinin, bu selimliğin izlerinden olduğunu belirtmiştir.
Bundan murad, babasının ve kavminin yolunu tenkid etmek ve çirkinliğini
göstermektir.
Daha Sonra
"Yalancılık etmek için mi Allah'dan başka düzme tanrılar
istiyorsunuz?" demiştir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadedeki,
"itken" kelimesi mefûl-ü leh olup, takdiri "Sizler, ifk (iftira)
otsun diye mi Allah'ın dışında ilahlar istiyorsunuz" şeklindedir. Mef'ûl
(âlihe kelimesi) kendisine verilen önemden ötürü, fiilinin önüne geçirilmiştir.
Mefûl-ü leh de, bu mef'ûl'den önce getirilmiştir. Çünkü Hz. İbrahim (a.s)'e
göre daha önemlisi, onlar nezdinde, şirk koşuşlannda bir yalan ve bâtıl üzere
olduklarının vurgulanmasıdır." "İfken" kelimesinin mef'ûl'ûn bih
olması da mümkündür, yani, "Onlar, itki {iftira etmeyi) mi
istiyorlar" manasındadır. Daha sonra, Hz. İbrahim (a.s)'in bu iftirayı,
aslında bir ifk olmasından ötürü, "Allah'dan başka düzme tanrılar
edinmek" ile tefsir etmiştir. Bu kelimenin, "Sizler, iftiracılar
olarak Allah'dan başka, düzme ilahlar mı istiyorsunuz" manasında,
"hal" olması da mümkündür.
Hz. İbrahim (a.s) daha
sonra, "Alemlerin Rabbi hakkında zannmiz nedir?" demiştir. Bu hususta
da şu iki izah yapılabilir:
a) "Sizler, bu cansız varlıkların, ma'bûd
olmada, âlemlerin Rabbine ortak olabileceklerini mi sanıyorsunuz?"
b)
"Alemlerin Rabbinin, bu maddeler cinsinden olduğunu sanıp da mı, o putları
ma'bud olmada ona denk kılıyorsunuz." Hz. İbrahim (a.s) bu sözüyle
Allah'ın misti olmadığına dikkat çekmiştir.
[89]
Daha sonra, Hz.
İbrahim (a.s) "Derken, yıldızlara
bir nazar atfetti de, "Doğrusu ben hastayım" dedi" buyurmuştur.
Ibn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onlar, ilm-i nucûma
(yıldızlar ilmine) itibar ediyorlardı. Dolayısıyla, Hz. İbrahim (a.s) onlara bu
âdetlerine göre davranmıştır. Çünkü o, putların ma'bûd olmadıkları konusunda,
onlara tapanları ilzam etmek (böyle olmadığını kabule onları mecbur etmek)
için, putlar hususunda onlara bir tuzak kurmak istedi. Ertesi gün,
kutlayacakları bir bayram günüydü: Dolayısıyla, puthânede yapayalnız kalıp, o
putları kırmak için, o insanlardan geri kalmak istiyordu." Burada şöyle
iki soru sorulabilir:
a) İlm-i nücûma bakmak caiz değildir. Öyle ise,
İbrahim (a.s), bunu nasıl yapabilmiştir?
b) İbrahim (a.s)
hasta değildi. Öyle ise, "Ben hastayım" deyince, bu bir yalan olmuş
olur?
[90]
Bil ki âlimler bu iki
soruya cevap olarak şu izahları yapmışlardır:
1) ibrahim
(a.s) gece ve gündüz vakitlerinde yıldızlara bakıyordu. Derken gece ve gündüzün
belli bir saatinde, tıpkı humma gibi, bir rahatsızlık duyuyordu. İşte bundan
dolayı, bu rahatsızlığın zamanının gelip gelmediğini anlamak için, yıldızlara
bakıp, "Ben hastayım" dedi. Böylece bunu,
onların bayram gününde, onlardan geri kalma konusunda bir mazeret olarak ileri
sürdü. O, bu sözünde doğru idi. Çünkü bu rahatsızlık ona o anda gelmişti. O,
onların putlarını kırmak için geri kalmıştı.
2) Hz.
İbrahim (a.s)'in kavmi yıldızlara perestiş ediyordu. Yıldızlara saygı duyuyor
ve onlara bakarak gayblar hakkında hüküm veriyordu. İşte bundan ötürü, İbrahim
(a.s) de, ilm-i nucûma ve manalarına bakıp araştırdı. Yoksa bu ifade, "O
bizzat yıldızlara baktı" manasında değildi. Bu, tıpkı "Falanca fıkha,
nahve baktı" denilmesi gibidir. İbrahim (a.s) onlara, kendisinin de,
onların bildiklerini bildiği ve öğrendikleri yönden kendisinin de öğrendiği
vehmini vermek istemiştir ki, böylece "Ben hastayım" dediğinde,
sözünü kabullenip seslerini çıkarmasınlar. Ayetteki "Doğrusu, ben hastayım" ifadesi, tıpkı "sen
ölüsün" ifadesinin, "öleceksin" manasına olması gibi,
"Hasta olacağım" manasınadır.
3)
"Derken yıldızlara bir nazar atfetti" ifadesiyle, Hz. İbrahim
(a.s)'in, "Kendisini gecenin karanlığı bürüyünce, bir yıldız
gördü..." çön'&m,76-7&) ayetlerinde bahsedilen hali kastedilmiştir.
Bu bakış, yıldızların hallerinin ezelî-ebedî mi, yoksa sonradan olma mı
olduğunu anlamak için olmuştur. Bu izaha göre, "Ben hastayım"
cümlesi, "Kalbim hasta, Rabbimi tanımadı" manasında olur. Bu, Hz.
İbrahim (a.s)'in buluğa ermeden söylediği sözdür.
4) İbn Zeyd şöyle der: "Hz. İbrahim
(a.s)'in belli bir yıldızı vardı. O yıldız her nezaman o belli şekliyle
doğarsa, İbrahim (a.s) hastalanırdı. İşte bu tesbitten ötürü, o yıldızın o
şekilde doğduğunu görünce, Hz. İbrahim (a.s), "Ben hastayım" yani,
"Mutlaka hastalanacağım" demiştir.
5) Onun, "Ben hastayım" ifadesi,
"Bu kadar çok insanın küfür ve şirk üzere olması yüzünden, kalbim
hastadır, hüzünlüdür" manasınadır. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e de, "Neredeyse kendini
heİâk edeceksin" (Suâra, 3) demiştir.
6) Biz,
ilm-i nucûma itibar etmenin ve onun prensipleriyle istidlal etmenin haram
olduğunu kabul etmiyoruz. Zira herhangi bir şahıs, bu yıldızlardan herhangi
birine muayyen bir kuvvet ve hasiyyet verdiğine ve bundan ötürü de ondan muayyen
bir tesir meydana geleceğine inandığı takdirde, bu şartla bu ilim bâtıl
sayılmaz. Bu sözün yalan ol up-ol m amasına gelince, bunun yalan olması şart
değildir. Çünkü Hz. İbrahim, insanın ya bedeninde veya kalbinde genel olarak
mutlaka bir rahatsızlığın olduğuna tariz ederek, "Ben hastayım"
demiştir. Bu rahatsızlıkların herbiri hastalıktır.
7) Bazı
kimseler, İbrahim (a.s)'in bu sözünün yalan olduğunu ve bu hususta, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "ibrahim, ancak öç yalan söylemiştir"
buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Ben bu kimselere bu hadisin kabul edilmemesi
gerektiğini, çünkü, Hz. İbrahim (a.s)'e yalan nisbet etmenin caiz olamayacağını
söylediğimde, bu kimse, "Sen nasıl olur da âdil râvinin yalan söylediğini
söylüyorsun?" deyince, ben de dedim ki: "Yalanın, râvi ile Allah'ın
dostu İbrahim (a.s)'e nisbet edilmesi hususunda bir tereddüt meydana
geldiğinde, bu
yalanın râviye nisbet edileceği zarureten
bilinen bir husustur. Hem sonra, hadisteki "yatan" ile, "yalana
benzer bir haber" manasının kastedilmiş olması niçin söz konusu
olmasın?"
8) Ayetteki,
"Derken yıldızlara bir nazar atfetti" sözünden, "o kâfirlerin
darmadağınık olan, tutarsız sözlerine ve cümlelerine baktı" manası
kastedilmiştir. Çünkü parça parça dağınık olan şeyler hakkında, dağınık
manasında, "Bunlara müneccem" denilir. "Kitabetin nücûmu"
da bu manadadır. Buna göre, ayetteki bu İfade, "Hz. İbrahim (a.s)'in
onların bölük-pörçük, darmadağınık sözlerini dinleyince, kendisinin, onlardan
geride tek başına kalmak İçin, -bir zaruret ileri sürmek için- o sözlerden bir
yol bulmak gayesiyle, bu sözlere baktı ve "Ben hastayım" demekten
daha iyi bir mazeret bulamadı. Bunun ile, tıpkı sefere gidilecek zaman,
"Sen yolcusun" demen gibi, "Benim hasta olmam gerekir"
manası kastedilmiştir.
[91]
Bil ki İbrahim (a.s),
"Ben hakikaten hastayım" deyince, onlar onu bıraktılar ve kendi
haline terkettiler. O gün, kendileriyle beraber çıkmaması hususunda, onu mazur
gördüler ki zaten Hz. İbrahim (a.s)'in elde etmek istediği de buydu. "Bunun
üzerine o da gizlice, onların düzme tanrılarına varıp dedi ki: "Hani yemek
yemiyor musunuz?" dedi" yani "Onlara yöneldiğinde, gizlice,
yöneldi. ifadesi de, bunun gibi, tilkinin kurnazlığı manasınadır. Ayetteki,
"Haydi, yesenize! (Neden yemiyorsunuz?)" ifadesi, "şu önünüze
konanları yemiyor musunuz?" demektir. Hz. İbrahim (a.s) bunu, onlarla alay
etmek için söyledi.
[92]
Ayetteki, "Ne
oluyor da size konuşmuyorsunuz?" (dedi). Nihayet gizlice onları sağ
eliyle bir vurup kırdı" tabiri de, Hz. İbrahim (a.s)'in onlara gizlice
yönelmesi manasınadır. Bütün bunların neticesi, "Onlara öyle bir vurup
kırdı ki" manasıdır. Çünkü dövdü-vurdu manasınadır. Yahut da, deyimi,
"Dövücü olarak onlara yöneldi" manasındadır.
Ayetteki, ifadesi
hususunda da şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu,
"kuvvetle ve şiddetli bir şekilde..." demektir. Çünkü yemin (yani sağ
el) iki elden daha kuvvetli olanıdır.
b) Bu, "O, bu işi bu hususta yemin ettiği
için yaptı" demektir. Bu yemin, Hz. İbrahim (a.s)'in, "Allah'a yemin
olsun ki, sizin putlarınıza bir tuzak kuracağım"
(Enbiya. 57}
ifadesindedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Derken (kavmi) koşarak onun önüne çıktı" buyurmuştur. Hamza
bunu, ya'nın zammesiyle, yüziffûn; diğer kıraat İmamları ise, fethayla yaziffûn
diye okumuşlardır. Her ikisi de, iki ayrı lehçedir. Ibn Arefe. "Kim bu
kelimeyi yâ'mn fethastyla okursa, bu, babında; kim de
yâ'nın zammesiyle okursa, bu da babından olur"
demiştir. Zeccâc da, "Bu kelime "koşmak" manasına olup, aslında
deve kuşunun koşmaya başlaması manasındaki, deyiminden alınmadır. Hamza'nın
kıraatına göre bu kelime, "Onlar (birilerini) koşmaya şevkettiler"
manasına gelir. Nitekim Esmaî, "Deveyi koşmaya zorladığında dersin"
demiştir ki bu, hızlıca adım atmak, süratlice yürümek manasınadır. Bu kıraate
göre, mef'ûl mahzûf olup, onlar sanki hayvanları mahmuzlayıp, hızlıca yürümeye
teşvik etmişlerdir. Buna göre eğer, "Ayetin neticesi, "Hz. İbrahim
(a.s), o putları kırınca onlar koşuşturup, hemen onu yakaladılar" şeklinde
olur. Halbuki Cenâb-ı Hak, aynı hâdise hakkında bir başka surede, o kâfirlerin,
"Bu işi ilahlarımıza kim yaptıysa, muhakkak o, zalimlerdendir"
dediklerini ve içlerinden bazılarının, "Kendine İbrahim denen bir
delikanlının onlardan bahsettiğini duyduk" (Enbiyâ, 59-60) dediklerini bildirmiştir.
Bu, onların işin başında Hz. İbrahim (a.s)'i tesbit edemediklerini düşündürür.
Binâenaleyh bu iki ayet arasında bir terslik var?" denilirse, biz deriz
ki: Bu hususta şu izah yapılabilir: Bazıları, Hz. İbrahim (a.s)'i tanıdılar ve
ona doğru koştular. Çoğunluk ise, onu tanımıyorlardı. Derken putkıranın kim
olduğunu öğrenmek istediler. Allah en iyi bilendir.
[93]
"(ibrahim) dedi
ki: "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de,
yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Onlar)
dediler ki: "Onun için bir bina
yapın
ve onu alevli ateşe atın." Bunun üzerine ona bir tuzak kurmayı arzu
ettiler. Biz ise,
onları sefil kimseler ettik, (ibrahim) "Ben, doğrusu Rabbime
gidiciyim. O bana yol gösterir. Ya Rabbi, bana salih
bir oğul ihsan et" dedi.
Biz de ona çok uysal
bir oğul müjdeledik"
(Saffat, 95-101).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[94]
Bil ki o topluluk, Hz.
İbrahim (a.s)'i, putları kırmasından ötürü tenkid edip, azarladıklarında bile,
o onlara, putlara
ibadetin yanlışlığını
gösteren delilleri getirerek, "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?
Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır" demiştir. Bu
ifadelerle nasıl istidlal edildiği açık olup, şöyledir: Kütükler ve taşlar,
yontulmazdan ve bir şekle sokulmazdan önce, insan için
kesinlikle tapılan şeyler değillerdi. Binâenaleyh onu insanın kendisi yontup
bir şekle soktuğunda, onda meydana gelen şey, sadece insanın o taş ve kütükte
yaptığı tasarrufun izleridir. Binâenaleyh onlar bu sayede mâbudluğa dönüşmüş
olsaydı, o zaman bu, ma'bûd olmayan şeylerde, insanın tasarruf izleri meydana
geldiğinde, o şeylerin ma'bûd haline dönüşmeleri neticesini verir. Bunun böyle
olmadığı, aklın bedahetiyle malumdur.
[95]
Ehl-i sünnet
âlimlerimizin çoğu, ayetteki, "Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da Allah
yaratmıştır" ifadesini, kulun fiillerinde Allah'ın yarattığına delil
getirerek şöyle demişlerdir:
Nahivciler, buradaki
mâ edatının, kendisinden sonra gelen
fiille
birlikte masdar manasında olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. O halde bu
ifadesi, "Sizin amellerinizi de o yarattı"
manasındadır. Bu durumda ayetin
manası,
"Hem sizi, hem de sizin amellerinizi Allah yarattı" şeklinde olur.
İmdi eğer, denirse ki; "Bu ayet, şu bakımlardan
siz (ehl-i sünnetin) aleyhine de delildir:
a) Allah
Teâlâ, "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" demiş, ibadeti ve
yontma işini, tıpkı bir fiilin failine nisbet edilişi gibi, o kâ'Tİere nisbet
etmiştir. Binâenaleyh eğer, bu iş Allah'ın yaratmasıyla olmuş olsaydı, bunların
kulun fiili olması imkânsız olurdu.
b) Allah Teâlâ bu ayeti ancak onların putperest
olmalarından ötürü, onları azarlamak için getirmiştir. Çünkü Allah Teâlâ,
kendisinin, hem putperestlerin hem de o putların yaratıcısı olduğunu beyan
etmiştir. İbadete müstehak olanlar ise, yaratılanlar değil, yaratandır.
Binâenaleyh onlar, kendilerini Allah yaratmış olduğu halde, Hak Teâlâ'ya ibadet
etmeyip putlara tapınca, pek yerinde olarak, Allah Sübhânehû ve Teâlâ,
onları işte bu
büyük suçlarından ötürü
azarlayarak, "Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de,
yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır" buyurur. Binâenaleyh eğer onlar,
kendi fiillerinin yaratıcısı olmasalardı, bu fiillerinden ötürü onları
azarlayıp tenkid etmek caiz olmazdı. Biz bu ayetin, siz ehl-i sünnetin aleyhine
bir hüccet olmadığını kabul etsek bile, mâ edatı ile birlikteki fiilin masdar
manasında oluşunun, sizin için bir delil olduğunu kabul edemeyiz." Evet,
böyle denilecek olursa cevap şudur:
. Biz deriz ki: Bu
kabul edilemez. Bunun izahı şöyledir: Sîbeveyh
ve Ahfeş, yani "Senin ayağa kalkman beni hayrete şevketti" denilip
den ilemeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdi. Sîbeveyh bunu caiz görürken,
Ahfeş buna karşı çıkmış ve bunun ancak müteaddi fiillerde caiz olduğunu iddia
etmiştir. İşte bu durum, mâ edatı ve kendinden sonra gelenin, Sibeveyh'e göre,
ism-i mef'ûl manasında olduğuna delâlet eder. Biz, bunun masdar manasında
olduğunu bazan da ism-i mef'ul olur. Bunun delilleri şunlardır:
1) Ayetteki, ifadesi
ile, yontma fiili değil, yontulmuş şeyler kastedilmiştir. Çünkü o kâfirler,
yontmaya değil, yontulmuş şeylere ibadet ediyorlardı. Binâenaleyh
ayetteki,
ifadesi ile de, amel değil "ma'mul"un (yapılmış şeylerin)
kastedilmiş olması gerekir. İşte böylece, ayetteki bu iki ifade birbirine
uygunluk arzetmiş olur.
2) Allah Teâlâ,
"Bir de ne görsünler, bu, onların bütün uydurup düzdüklerini yakalayıp
yutuyor" (Xraf. H7) buyurmuştur. Bu ayetle, Hz. Musa (a.sj'ın asasının,
uydurma işini değil, uydurulan şeyler olan âsâ ve ipleri yuttuğu anlatılmak
istenmiştir. Mevzubahis ayette de durum aynıdır.
3) Araplar, işin
yapıldığı yeri de "iş" olarak adlandırmaktadırlar. Kapı ve yüzük
hakkında, "Bu, falancanın işidir" deyip, bu ifadeyle o işin yapıldığı
mahalli kastederler. Yaptığımız bu üç izahla, mâ lafzının, kendisinden sonra
gelen fiille birlikte, masdar manasına gelebildiği gibi, i s m-i mef'ûl
manasına da gelebildiği ortaya çıkar. Binâenaleyh bunu, bu ayette ism-i mef'ûl
(yapılmış işler) manasına hamletmek daha uygun olur. Çünkü ayetin maksadı,
onların kendi fiillerini bile yaratamadıklarını anlatmak değil, putlara
tapmadaki hallerinin saçmalığını göstermektir. Çünkü ayetin başından buraya
kadar geçen mesele, fiillerin yaratılması konusu değil, putlara tapma
konusudur. Bil ki bu tür karşı sorular kuvvetlidir. Oysa biz Ehl-i Sünnetin
başka çok delilleri vardır. Binâenaleyh
münasip olan tutum, bu ayeti delil getirmekten vazgeçmektir. Allah en iyi
bilendir.
[96]
Bil ki Hz. İbrahim
(a.s), onlara böylesi üçlü deliller getirip, onlar da bunlara cevap veremeyince
onlar, İbrahim (a.s)'e işkence yoluna başvurarak, ''Onun için bir bina yapın ve
onu alevli ateşe attn..." dediler. Bil ki Kur'ân'ın lafzı, bu binanın ne
şekilde olduğunu anlatmamaktadir. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Onlar,
yüksekliği otuz zira, eni yirmi zira olan taş duvarlar yaptılar, bu dört
duvarın içini ateşle doldurdular ve Hz. İbrahim (a.s)'i oraya attılar. İşte
ayetteki, "Onu alevli ateşe atın" ifadesiyle bu kastedilmiştir.
"Cahîm" "büyük ateş" demektir. Zeccâc. "üst üste
yığılmış her ateş, "cahîm"dir" der. Bu kelimenin başındaki
elif-lâm, nihayete (mesafenin sonuna) delâlet edip, "onun hacmince",
yani, "yapılan o binanın hacmince, bütün her tarafını dolduracak şekilde
bir ateş" manasınadır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, ''Bunun üzerine ona bir tuzak kurmayı arzu ettiler. Biz ise onları sefil
kimseler ettik" buyurmuştur. Bu, "Delil getirmede üstünlük Hz.
İbrahim (a.s)'de idi. Onlar onu ateşe attıklarında da, Cenâb-ı Hak, ondan o
ateşin zararını bertaraf etmiştir. Binâenaleyh böylece yine İbrahim (a.s)
onlara üstün gelmiştir" demektir.
[97]
Bil ki bu hâdise sona
erince, İbrahim (a.s) demiştir. Bu ayetin bir benzeri de, "Ben doğrusu
Rabbime hicret ediciyim"(Ankebût.26) ayetidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele var:
[98]
Bu ayet, düşmanların
çok olduğu yerden hicret etmenin farz olduğuna delâlet eder. Çünkü Hz. İbrahim
(a.s), Hak
Teâlâ'nın kendisine
böylesine yardım etmesine rağmen,
onların
ileri derecede düşmanlık yapacaklarını sezince, oradan hicret ettiğine göre, bu
işin, bütün inananlar için haydi haydi gerekli olduğu anlaşılır.
[99]
hakkında şu iki
açıklama yapılabilir:
a) Bununla,
onun o memleketi terketmesi kastedilmiş otup, "Ben Rabbimin
dininin iyi yaşanabileceği yerlere gideceğim" manasındadır.
b) Kelbî,
"Bu, "Ben, ibadetim ile Rabbime yöneldim" manasınadır" der.
Binâenaleyh birinci görüşe göre bu ifadeyle, Hz. İbrahim (a.s)'in o memleketten
hicret ettiği manası kastedilmiştir. İşte bu işe, Hz. Musa (a.s) da ihtida
etmiştir. Çünkü o da, "Hayır, hayır. Rabbim benimledir. O, bana yol
gösterecektir" (Şuar*,62) demiştir.
İkinci görüşe göre,
kalblerin durumlarının gözetilmesi manası kastedilmiş olup, bu da Hz. İbrahim
(a.s)'in (yani insanın) herşeyini sırf Allah için yapması manasınadır. Nitekim
Hz. İbrahim (a.s) "Yüzümü (bütün benliğimi), gökleri ve yeri yaratana
çevirdim" (Enam. 76) demiştir. Birinci görüşün daha evlâ olduğu; çünkü
ayetin maksadının, Hz. İbrahim (a.s)'in Şam diyarına hicretini anlatmak olduğu
ve ayeti dindeki "hidayet" manasına almanın güç olduğu; çünkü Hz.
İbrahim (a.s)'in o esnada zaten dini yaşadığı; binâenaleyh bunun dinde sebat
manasına alınabileceği, yahut da dinî konulardaki yüksek derece ve makamlara
ulaşma manasına bir hidayete hamledilebileceği söylenmiştir.
[100]
Ayetteki, "O,
bana hidayet eder" ifadesi, ehl-i sünnet âlimlerimizin dediği gibi,
hidayetin ancak Allah'dan
olduğuna, bunun,
"hidayetin delillerini koyup, dalâletin mazeretlerini ortadan
kaldırma" manasına hamled ilemeyeceği ne delâlet eder. Çünkü bütün bunlar,
geçmişte zaten olup bitmiş şeylerdir. Ayetteki bu ifade ise, o hidayetin,
ileride olacağını göstermektedir. Binâenaleyh ayetin bu ifadesinin delalet
ettiği hidayeti, Hz. İbrahim (a.s)'in kalbinde ilmin ve marifetullah'ın meydana
getirilmiş manasına hamletmek gerekir. Buna göre eğer, "İbrahim (a.s), bu
ayette Allah Teâla'nın kendisini hidayete erdireceğine kesin gözle bakmıştır.
Musa (a.s) ise, bunu kesin ifade etmeyip, "Rabbimin beni, yolun en
ortasına (en doğrusuna) hidayet etmesini umarım"(Kasas,22) demiştir.
Binâenaleyh bu iki söz arasındaki fark nedir?" denilirse biz deriz ki:
Kula, Allah'ın rahmetinin makamları tecellî ettiğinde, o bazan maksadın
tahakkuk edeceğini kesin olarak bilir. Ama kula, Cenâb-ı Hakk'ın, âlemlerden
müstağni oluşunun makamları tecellî ettiğinde, kul kendini hakîr görüp, kesin
konuşmaz, hatta sadece recâ ve umma sıfatı onda hâsıl olur.
[101]
ifadesi, Müsebbihe'nin
''Güzel kelimeler Allah'a yükselir" (Fât.r, t o» ayetine tutunmalarının
yanlışlığına delâlet eder. Çünkü ilâ edatı,
tefsir ettiğimiz bu ayette de var. Fakat bundan, Allah'ın gidilen o
yerde olduğu manası çıkmaz. Durum o ayette de böyledir.
Bil ki Hz. İbrahim
(a.s), Arz-ı Mukaddes'e hicret edince, bir çocuğu olmasını dileyerek, ^!^' j*
J, 4-* Vj "Va Rabbi, bana salih evlat ihsan et" elemiştir. Bu,
"Hz. İbrahim bir çocuk dileyerek, "Bana
salihlerden birisini bağışla" diye dua etti" demektir. Çünkü
"hibe" (bağış) lafzı, "Ona rahmetimizden, kardeşi Harun'u bir
peygamber olarak hibe ettik" (Meryem, 53) ayetinde olduğu gibi, kardeş
için de kullanılmış ise de, genelde, çocuk ihsan etme manasında kullanılır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz o (ibrahim'e), Ishâk'ı ve Ya'kûb'u hibe
ettik" (Enbiyâ, 72) ve "O (Zekeriyyâ'ya), Yahya'yı hibe ettik"
(Enbiya, w) buyurmuştur. Hz. AH, İbn Abbas (r.a)'ı, oğlu Ali Ebu'l-Emlakın
doğumu sebebiyle tebrik ederken, "Sana bunu hibe edene hamdolsun. Hibe
edilen bu çocuk senin için mübarek olsun" demiştir, işte bundan ötürü,
"Hibetullah", "Hibetü'l-Vehhâb", "Mevtıûb" ve
"Vehb" gibi isimler kullanılmıştır.
Bil ki Hz. İbrahim
(a.s)'in bu duası, şu üç şeyi ihtiva etmektedir:
a) O çocuğun, erkek çocuk olması,
b) Buluğa ermesi,
c)
Uysal (halim) olması... Babası kendisini
keseceğini bildirdiğinde, "tnşaailah beni sabırlılardan bulacaksın"
(saffat, 102) deyip, kurban edilmek için kendini teslim etmekten daha büyük
sabır olur mu? Hem sonra İbrahim (a.s) de, halîm olarak tavsif edilmiştir.
Nitekim HakTeâlâ, "Şüphesiz ibrahim, evvâh ve halîm idi"(Tevbe. 114)
ve "Şüphesiz ibrahim, halîm, evvâh ve münîb idi" (Hûd, 75)
buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, onun çocuğunun da halîm ve şeref-fazilet
özellikleri bakımından onun yerini tutabilecek bir zat olduğunu anlatmıştır.
Bil ki en güzel sıfat, "salâh"tır. Bunun delili ise, Hz. İbrahim
(a.s)'in kendisi için salâhı (sâlih olmayı) isteyerek, "Rabbim, bana hükmü
hibe et ve beni salihlere kaf"(Şuarâ. 83) demiş ve aynı şeyi çocuğu için
de isteyerek, "Ya Rabbi, bana sâlih evlat ihsan et" diye duâ
etmiştir. Hz. Süleyman (a.s) da, dinî ve dünyevî hususlardaki derecesi mükemmel
leşti kten sonra, "Ya Rabbi, rahmetinle beni sâlih kullarına /caf
"(Nemi, 19) diye duâ etmiştir. Bütün bunlar, sâlihlik vasfının kulların
elde edeceği makamların en kıymetlisi olduğuna delâlet eder.
[102]
"Artık o, yanında
çalışma çağına girince, (babası); "Evladım, rüyamda seni
boğazladığımı görüyorum. Bak artık, ne düşünürsün?'1
dedi. O, "Babacığım,
sana verilen emir ne
ise onu yap. inşaattan beni, sabredenlerden bulacaksın"
dedi. Vaktaki ikisi de, (Allah'ın emrine) razı
oldular, (İbrahim) onu alnı üzere
yıktı.
Biz ona, "İbrahim! rüyana sadâkat gösterdin. Şüphesiz ki biz, iyi
hareket edenleri böyle mükâfaatlandmnz" dedik.
Gerçekten bu, apaçık ve katı bir imtihandı. Ona, büyük bir kurbanlık fidye
verdik. Sonra gelen nesiller arasında ona, (iyi bir nâm) bıraktık. Selâm
İbrahim'e. Biz, iyi hareket edenleri
işte
böyle mükâfaatlandmrız. Gerçekten o, mü'min kullarımızdandı. Ona, saliplerden
bir peygamber olmak üzere de, Ishâk'ı müjdeledik. Hem ona hem
İshâk'a (feyz-ü)
bereketler verdik. Her ikisinin neslinden iyi hareket edeni vardır, nefsine
apaçık zulmedeni de"
(Sâffât, 102-113).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
"Biz de ona uysal bir oğul müjdesini verdik" (satfât, 101) buyurunca,
bunun peşinden, müjdelenen o şeyin meydana geldiğine ve onun, buluğa erdiğine
delâlet edecek şeyi getirerek, "Artık o yanında koşma çağma
girince..." buyurmuştur ki, bu, "O, yetişip koşabilecek çağa
gelince" demektir. Bu ayetteki kelimesi, hâl olan bir lafız olup, takdiri,
"Onunla olduğu halde..." şeklindedir. Bu mananın nazar-ı dikkate
alınmasının faydası şudur: Baba, herkesten daha fazla olarak çocuğuna
şefkatlidir. Babanın dışında kalanlar çoğu kez, çocuğu çalıştırma işinde ona
sert davranır da, o da henüz güç ve kuvvetini tam almadığı için buna dayanamaz.
Bazı kimseler onun, o esnada onüç
yaşında
olduğunu söylemişlerdir. Bu sözden maksat şudur: Allah Teâlâ, 101. ayette, o
çocuğun "halîm-uysal" olacağını belirtince, bu ayette, onun hilminin
mükemmel olduğuna delâlet eden şeyi belirtmiştir. Zira onda, bu büyük imtihanı
üstlenmeye ve böylesi güzel bir cevap vermeye dair, ona kuvvet ve cesaret
verecek bir hilim ve gönül genişliği, mükemmelliği vardır.
[103]
Ayetteki, "Seni,
rüyamda boğazladığımı görüyorum" ifadesine gelince, bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:
Bu ifadenin tefsiri
hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Süddî şöyle
der: İbrahim (a.s), İshâk (a.s) ile müjdelenip,
İshak (a.s) henüz doğmazdan önce, "o halde bu, Allah için
kurbanlıktır" dedi. Bunun üzerine İbrahim (a.s)'e, "Sen adakta
bulundun, o halde, adağını yerine getir" denildi. O da sabaha çıkınca,
"Evladım, seni rüyamda boğazladığımı görüyorum" dedi.
[104]
Bu husus, bir başka
yoldan da şu şekilde rivayet edilmiştir: Hz. İbrahim, Terviye gecesinde,
rüyasında, birisinin kendisine, "Allah sana, şu oğlunu kesmeni
emrediyor" dediğini gördü. Sabaha çıkınca, bu rüyanın Allah'dan mı yoksa
şeytandan mı olduğu hususunda, sabahtan akşama kadar düşündü. İşte bundan
dolayı bu güne, Terviye "Tefekkür" günü adı verildi. Akşam yatınca,
aynı rüyayı yine gördü. Böylece de bunun, Allah'dan olduğunu anladı, işte bu
sebeple de o güne Arefe "Bilme, anlama" günü adı verildi. Üçüncü gece
de aynı rüyayı görünce, onu kesmeyi kafasına koydu ve işte bundan dolayı bu
güne de, "Yevmu'n-nahr" denildi. Müfesslrlerin görüşü bodur, ki bu,
Hz. İbrahim (a.s)'in, rüyasında uyanıkken oğlunu kesmesini gerektiren şeyi
gördüğüne delâlet eder. Buna göre ayetin takdiri, "Ben, rüyamda, seni
kesmemi gerektiren şeyi gördüm" şeklinde olur.
[105]
b) "Hz.
İbrahim (a.s) rüyasında onu kesiyor olarak gördü. Peygamberin rüyaları ise,
vahiy türündendir. Bu görüşe göre rüyada görülen şey, sadece Hz. İbrahim
(a.s)'in onu kesmesidir. Buna göre, "Rüyada görülen her şeyin hak bir
delil ve hüccet olduğu peygamberler nezdinde ya delil ile sabittir veya
değildir. Eğer birinci durum söz konusu ise, Hz. İbrahim (a.s) daha niçin bu
hâdise hakkında oğluna başvurmuştur? Tam aksine onun vazifesi, bu işi yerine
getirmekle meşgul olması, bu hususta oğluna müracaat etmemesi, ona, "Bak
artık, ne düşünüyorsun?" dememesi ve bu işi, çocuğunun kendisine,
"Sana emredileni yap" demesine bağlamamasıdır. Bir de siz, Hz.
İbrahim (a.s)'in ilk gün bu işi düşünüp durduğunu söylediniz. Şayet, rüyada
görülen her şeyin hak olduğu (peygamberin nezdinde) delil ile sabit olmuş
olsaydı, böyle bir düşünmeye ve tefekküre ihtiyaç kalmazdı. Yok eğer, ikincisi,
yani rüyada gördükleri şeyin hak olduğu, peygamberierce delil ile sabit
değilse, Hz. İbrahim (a.s)'in, herhangi bir delilin, onun bir hüccet olduğuna
delâlet
etmediği, sırf bir rüya ile o çocuğu
kesmeye yönelmesi, nasıl caiz olabilir?" denilirse, buna şu şekilde cevap
verilebilir: "Hz. İbrahim (a,s), gördüğü bu rüyadan dolayı, bu hususta
mütereddit idi. Ancak ne var ki, gördüğü bu rüya, açık bir vahiy ile
desteklenmiştir" denilmesi mümkündür. Allah en iyisini bilendir.
[106]
Alimler, kesilecek
olan bu şahsın kim olduğu hususunda,ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak,
bunun İshak (a.s)
olduğu ileri
sürülmüştür ki bu, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abbas
İbn Abdulmuttalib, İbn Mes'ûd, Ka'bu'l-Ahbâr, Katade,
Said İbn Cübeyr, Mesrûk, İkrlme, Zührf, Süddî ve
Mukatil (r.a)'in görüşüdür. Bunun,
Hz.
İsmail (a.s) olduğu da ileri sürülmüştür ki, bu da, İbn Abbas, İbn Ömer, Said
İbn el-Müseyylb, Hasan el-Basrî, Şa'bî, Mücahid ve
Kelbî (r.a)'nin görüşüdür.
İsmail (a.s) Olduğunun
Delilleri Bunun Hz. İsmail (a.s) olduğunu ileri sürenlerin delilleri şunlardır:
1) Hz. Peygamber (s.a.s), ,j£rfiM $ UÎ
"Ben, iki kurbanlığın oğluyum" buyurmuştur. Ve yine, bir bedevî Hz.
Peygaber (s.a.s)'e, "Ey, iki kurbanlığın oğlu" demiş, o da bunun
üzerine tebessüm etmiştir. Bu husus, kendisine sorulduğunda da,
"Abdülmuttalib, Zemzem kuyusunu kazarken, "Şayet Allah, benim bu
işimi kolaylaştınrsa, çocuklarımdan birini kurban edeceğim" diye Allah
için bir adakta bulunur. Derken, kesilmek için atılan kur'a neticesinde bu iş,
Abdullah'a (Hz. Peygamber (s.a.sj'in babasına) çıkar. Neticede, Abdullah'ın
dayıları buna mani olmuş ve Abdulmuttaîib'e "(Bu işten dolayı) oğluna
mukabil, yüz deve fidye ver!" demişler, o da bunun üzerine, yüz deve fidye
vermiştir. İkinci kurbanlık şahıs ise, ismail (a.s)'dir" buyurmuş ve olayı
anlatmıştır.
2) Esmâî'nin
şöyle dediği nakledilmiştir: "Ebû Amr İbn el-A'lfl'ya, zebîhin kim
olduğunu sordum da, o da "Ey Esmâî, aklın nerede? İshak (a.s) ne zaman
Mekke'de bulunmuştur? Mekke'de bulunan İsmail (a.s) olup, İsmail (a.s),
babasıyla beraber Kâ'be'yi yapan zâttır. Kesme işine teşebbüs edilen yer ise,
Mekke'dir" dedi.
3) Allah Teâlâ, "İsmail'i, İdris'i,
Zülküftl de yâdet" (Enbiyâ, 85) emrinde, İshâk (a.s)'ı değil, İsmail
(a.s)'i sabırla vasfetmiştir. Ki, bu da Hz. İsmail (a.s)'in, kesilmeye karşı
gösterdiği sabırdır. Cenâb-ı Hak onu yine, "Kitap'da İsmail'i de yâdet.
Çünkü o vaadinde sadıktı" (Meryem, 54) buyruğunda, vaadinde sadık olmakla
nitelemiştir. Çünkü o, babasına kesilme hususunda sabredeceğine dair vaadde
bulunmuş ve bunu yerine getirmiştir.
4) Cenâb-ı
Hak, "Biz de ona Ishâk'ı, İshak'ın ardından da Ya'kûb'u müjdeledik"
(Hûd, 71) buyurmuştur. Şimdi biz diyoruz ki: Şayet kesilecek olan şahıs İshak
(a.s) olmuş olsaydı, bu durumda bu kesilme emri, ya İshak (a.s)'dan Ya'kûb
(a.s) dünyaya
gelmeden önce, ya da sonra olmuş oturdu.
Birincisi olamaz, zira Aliah Teâlâ, ona İshak (a.s)'ı müjdeleyip bu müjdenin
yanında, ondan Ya'kûb (a.s)'un dünyaya geleceği de müjdelenmiş olunca, şimdi
Ya'kûb (a.s)'un ondan meydana gelmeden önce kesilmesinin emredilmesi mümkün
olamaz. Aksi halde, Allah, "İshak'm ardından da Ya'kûb'u..."
şeklindeki vaadinden dönmüş olur. İkincisi de olamaz, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın,
"Artık o, yanında çalışma çağına girince, (babası), "Evladım! ben
seni rüyamda, boğazladığımı görüyorum" ifadesi, ayette bahsedilen bu çocuğun,
sa'ye, koşmaya ve o fiile güç yetirme noktasına gelmeden, Allah'ın, Hz. İbrahim
(a.s)'e onu kesmesini emrettiğine delâlet eder ki, bu da, bu hadisenin bir
başka zamanda meydana gelmiş olmasına ters düşer. Böylece, kesilecek olan
şahsın, İshak (a.s) olamayacağı sabit olmuş olur.
5) Cenâb-ı
Hak, Hz. İbrahim (a.s)'in, "Sen doğrusu Rabbime gidiciyim. O, bana yol
gösterir"(Saffat, 99) dediğini, daha sonra da kendisinden, yalnızlığında,
kendisiyle ünsiyyet duyacağı bir çocuk vermesini talep ederek, "Ya Rabbi,
bana salih eviad ihsan et" (sanat, 100) dediğini nakletmiştir. Böyle bir
istek ise ancak, Hz. İbrahim (a.s)'in çocuğunun bulunmaması halinde makul ve
yerinde olur. Çünkü onun, tek bir çocuğu bulunmuş olsaydı, bir çocuk talep
etmezdi. Zira, olanı yeniden istemek, muhaldir. İbrahim (a.s)'in, şeklindeki
sözü, onun tek bir çocuk istediğini ifade eder. Çünkü, ifadesinin başındaki
mln, ba'ziyyet bildirir. Ba'ziyyetin en alt derecesi ise, tek oluştur. Buna
göre sanki, Hz. İbrahim (a.s)'in demesi, onun, Allah'tan tek bir çocuk istediğini
gösterir. Binâenaleyh, böyle bir istekte bulunmanın, ancak ortada çocuk diye
bir şey olmadığında yerinde olabileceği sabit olmuş olur. Bu sebeple de bu
isteğin, Hz. İbrahim (a.s)'in ilk çocuğu istemesi halinde yapıldığı kesinleşir.
Halbuki insanlar, İsmail (a.s)'in İshak (a.s)'dan daha önce dünyaya gelmiş
olduğu hususunda müttefiktirler. Böylece, bu duâ ve talep ile istenenin, İsmail
(a.s) olduğu sabit olmuş olur. Hem sonra, Allah Teâlâ, bu isteğin peşinden,
kesilme hâdisesini zikretmiştir. Şu halde, kesilecek olan şahsın, İsmail (a.s)
olması gerekir.
6) Pekçok
haber, koçun boynuzunun, Kâ'be'ye asıldığını bildirmektedir. Böylece, kesilecek
olan şahsın, Mekke'de olduğu anlaşılmış olur. Binâenaleyh, şayet kesilecek
şahıs İshak (a.s) olmuş olsaydı, bu kesme işi Şam'da olmuş olurdu.
[107]
Kesilecek şahsın İshak
(a.s) olduğunu söyleyenlerin delilleri de şunlardır:
1) Ayetin,
Önü ve sonu, bunu göstermektedir. Önünün böyle olduğuna gelince, Allah Teâlâ, Hz.
İbrahim (a.s)'in, bu ayetten önce, "Ya Rabbi, bana salih evlad ihsan
*-" isafta. ıoo) dediğini nakletmiştir. Halbuki ulemâ, bununla
kastedilenin, Hz. İbrahim s. s)'in Şam'a hicrret etmesi olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. Daha sonra Cenâb-ı nak, "biz de ona uysal bir oğul müjdesini
verdik" (Saffat. 101) buyurmuştur. Binâenaleyh, bu çocuğun İshâk (a.s)
olması gerekir. Bu ifadenin akabinden de, "Artık o, yanında çalışma çağına
girince..." buyurmuştur. Ki bu, İbrahim (a.s)'le beraber
çalışma çağına ulaşan bu çocuktan kastedilenin, Şam'da
bulunan o çocuk olmasını gerektirir. Böylece, bu ayetin önünün, kesilecek olan
şahsın İshâk (a.s) olduğuna delâlet ettiği sabit olmuş olur.
Ayetin sonu da buna delâlet
eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu kesilme hadisesini bitirince, "Ona,
salihlerden bir peygamber olmak üzere de, îshâk'ı müjdeledik" buyurmuştur
ki, bu, "Cenâb-ı Hak İbrahim (a.s)'i, İshak (a.s)'ın salihlerden bir
peygamber olmakla müjdeledi" manasındadır. Bu müjdenin, bu kıssanın
anlatımının peşinden getirilmiş olması, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. İshak (a.s)'ı,
kesilme hadisesindeki bu sıkıntılara katlandığından dolayı, bu nübüvvetle
müjdelediğini gösterir. Böylece bahsettiklerimizle, ayetin önünün ve sonunun,
kesilecek olan şahsın İshak (a.s) olduğuna delâlet ettiği sabit olmuş olur.
2) Bunun doğruluğuna,
Ya'kûb (a.s)'un Yusuf (a.s)'a yazmış olduğu şu meşhur mektubu delâlet eder:
"Halilullah olan İbrahim (a.s)'in oğlu, zebîhullah olan İshak (a.s)'ın
oğlu, nebiyyullah olan Allah'ın kulu Ya'kûb (a.s)'dan..," Bu konuda
söylenecek söz bundan ibarettir. Zeccâc, "kesilecek olanın bunlardan
hangisi olduğunu en iyi bilen Allah'tır..." der. Allah en iyisini
bilendir.
[108]
Bil ki, onların kesme
yerinin neresi olduğu hususundaki ihtilafları da, bizim daha önce zikrettiğimiz
hususa dayanmaktadır. Kesilecek olan şahsın İsmail (a.s) olduğunu söyleyenler,
kesme işine teşebbüsün Minâ'da yapıldığını; bunun İshak (a.s) olduğunu
söyleyenler ise, kesme işine teşebbüs edilen yerin, Şam olduğunu
söylemişlerdir. Bu yerin, Beyt-i Makdis olduğu da ileri sürülmüştür. Allah en
iyisini bilendir.
[109]
Alimler, İbrahim
(a.s)'in, rüyasında gördüğü şey sebebiyle, bu işle emrolunduğu hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaf, fıkıh usûlünün meselelerinden bir meseleye
dayanmaktadır ki, bu da şudur: "Kendisine uyma ve ittibâ etme zamanı
gelmeden önce, hükmün nesholması caiz midir?" Buna, ehl-i sünnet
alimlerimiz, "Bu caizdir" diye cevap verirlerken, Mu'tezHe ile Şafiî
ve Hanefî fukâhasından bir topluluk ise, bunun caiz olmayacağını söylerler. Birinci
görüşe göre durum şöyledir: Allah Teâlâ İbrahim (a.s)'e, önce boğazlamasını
emretmiş, sonra da bu hükmü, onun uygulama zamanından önce neshetmiştir. İkinci
görüşe göre İse, Allah Teâlâ İbrahim (a.s)'e, boğazlamayı emretmemiştir. Ona
emrettiği ise ancak, boğazlama ve kesme işinin mukaddimeleri (ön
hazırlıklarıdır). Bu husus, nesh konusunun meselelerinden olan önemli bir
meseledir. Ehl-i sünnet alimlerimiz, uyma zamanının gelmesinden önce bir emrin
nesholmasının caiz olacağı hususuna şu şekilde delil getirmişlerdir: Allah
İbrahim (a.s)'e, oğlunu boğazlamasını emretmiş, sonra da, İbrahim (a.s) bu işe
girişmeden Önce bu hükmü ondan neshetmiştir. Bu ise, bizim amacımızı ifade
eder.
Biz, şu iki sebepten
dolayı, muhakkak ki Allah İbrahim (a.s)'e oğlunu boğazlamasını emretmiştir
dedik:
1) İbrahim
(a.s) oğluna, "Evladım, seni rüyamda boğazladığımı görüyorum" demiş,
oğul da "Sana ne emredildiyse öyle yap" diye cevap vermiştir. Bu da,
İbrahim (a.s)'in, bizzat boğazlama ile değil de, boğazlamanın ön hazırlıklarını
yapmakla emrolunduğuna delâlet eder. Sonra o, boğazlamanın mukaddimelerini
yapmış, böylece de onları varlık alemine sokmuş gerçekleştirmiştir. O zaman da,
o, bir şey ile emrolunmuş ve onu gerçekleştirmiş olur. Burada, bir
"fidye"ye ihtiyaç duyulmaz. Fakat o, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona,
büyük bir kurbanlık fidye verdik" ayetinin delaletiyle, fidyeye ihtiyaç
duymuştur. Bu da delâlet eder ki, İbrahim (a.s), kendisine verilen emri yerine
getirmiştir. Böylece onun, boğazlama işinin bütün ön hazırlıklarını, mukaddimelerini
yaptığı sabit olmuş olur. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, ona bizzat boğazlama işini
emrettiğine delâlet eder. İşte, bu sabit olunca biz deriz ki: "Cenâb-ı
Hak, ifâ ve isbâtından önce, bu hükmü neshetmiştir." Bu da, bizim
maksadımıza delalet eder.
Mu'tezile ise şöyle
demiştir: "Biz, Allah Teâlâ'nın, İbrahim (a.s)'e, oğlunu boğazlamasını
emretmiş olduğunu kabul etmiyoruz. Bilakis biz diyoruz ki: Allah Teâlâ ona,
(sadece ve sadece) boğazlamanın mukaddimelerini emretmiştir. Birçok şey de buna
delâlet etmektedir:
1) İbrahim
(a.s), boğazlama işini
gerçekleştirememiş, o ancak
onun mukaddimelerini tahakkuk ettirmiştir. Sonra, muhakkak ki Cenâb-ı
Hak, İbrahim (a.s)'den, "Biz ona, "ibrahim! Rüyana sadakat
gösterdin" dedik..." ayetinin de delâlet ettiği gibi, onun,
emrolunduğu şeyi yapmış olduğunu haber vermiştir. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın ona
rüyada, bizzat boğazlama işini değil de, boğazlamanın mukaddimelerini emretmiş
olduğuna delâlet eder. Bu mukaddimeler ise, oğulu yere yatırmaktan, bıçağı
boynuna koymaktan ve (kes!) emri geldiğinde, bu işi yapmaya tam ve kesin bir
azm -göstermekten ibarettir.
2) Boğazlama
işi, boğazı kesmekten ibarettir. Belki de İbrahim (a.s), oğlunun boğazını
kesti; ancak ne var ki o, boğazın bir kısmını kesince, Allah o kesik yeri
yeniden birleştirdi. İşte bu sebepten dolayı da, ölüm hâdisesi tahakkuk etmedi.
3) Bu görüşü savunan kimselerin kendisine en çok
güvenip dayandığı üçüncü izah şekli ise şudur: Allah şayet, muayyen bir şahsa,
muayyen bir zamanda muayyen bir işi yapmasını emretmiş olsaydı, işte bu, o işi
o vakitte yapmanın güzel olduğuna delâlet eder. Ama, onu o işten men
ettiğindeyse, bu nehyetme de, bu işi o zamanda yapmanın kabîh olduğuna delâlet
eder.
Eğer, bu nehiy, o
emrin hemen peşinden meydana gelmiş olsaydı, iki durumdan birisinin olması
lâzım gelirdi. Çünkü Cenâb-ı Hak, eğer o fiilin durumunu biliyor idiyse, O'nun,
kabîh (çirkin) olan bir şeyi emrettiğinin, ya da güzel olan şeyi nehyettiğinin
söylenmesi gerekir. Yok, eğer o işin durumunu bilmiyor idiyse, Allah'ın cahil olması
gerekirdi ki, bu ise imkânsızdır! İşte bu konudaki sözün tamamı budur."
Birinciye cevap: Biz daha önce, Cenâb-ı Hakk'ın İbrahim (a.s)'a ancak boğazlama işini
emretmiş olduğunu delilleriyle açıklamıştık.
[110]
Cenâb-r Hakk'ın,
"rüyana sadakat gösterdin" beyanına gelince, bu, Hz. İbrahim
(a.s)'in, bu rüya ile amel edilmesinin vacib olduğuna inanmış olduğunu
gösterir, yoksa, onun, rüyasında gördüğü her şeyi yaptığına değil!
Muarızın,
"ibrahim (a.s), boğazın birkısmını kesince, Allah onu yeniden birleştirdi"
şeklindeki görüşüne gelince, biz diyoruz ki: Bu, temelsiz ve asılsızdır. Çünkü,
İbrahim (a.s) şayet, kendisine emrolunan herşeyi yapmış olsaydı,
"fidye"ye ihtiyaç duymazdı. O madem ki fidyeye ihtiyaç duydu, böylece
biz onun emrolunduğu şeyi tamamlayamamış olduğunu anlarız.
[111]
Muarızın, "Bu
durumda ya kabin olanı emretmiş olması, ya da cehalet gerekir" şeklindeki
üçüncü görüşüne gelince, biz diyoruz ki: Bu görüş, aklın güzel gördüğünü güzel,
çirkin gördüğünü de çirkin görme esâsına dayanır. Bu ise, bâtıl ve asılsızdır.
Yine, farzet ki bunu kabul edelim. Ancak ne var ki biz diyoruz ki: "Bir
şeyi emretmek bazen, o emredilen şey güzel olduğu için güzel olur; bazan da,
her ne kadar emrolunan şey güzel olmasa bile, herhangi bir maslahatın
doğruluğunu ve uygunluğunu ifade ettiği için güzel olur" denilmesi niçin
caiz olmasın? Baksana, efendi, kölesini terbiye edip düzeltmek istediğinde,
meselâ, "Cuma günü geldiğinde, falanca işi yap!" der. Bu iş de, zor
ve ağır işler cümlesinden olur. Efendinin bu emirden maksad, kölenin bu işi
yapması değil, aksine, kölenin, kendisini itaat ve boyun eğmeye alıştırmasıdır.
Sonra efendi, kölenin, nefsini itaat ve inkıyada alıştırmış olduğunu anlayınca,
ondan bu emri ve yükümlülüğü kaldırır. İşte burada da böyledir. Dolayısıyla,
sizler bu ihtimalin yanlış olduğuna dair bir delil ve açıklama getiremediğimiz
sürece, sözümüz tamam olmaz.
[112]
Alimlerimiz, Allah
Teâlâ'nın, bazan vukuunu istemediği şeyi
de
emredebileceği hususunda bu ayetle istidlal etmişve şöyle demişlerdir: Bunun
delili, Allah'ın, meydana
gelmesini istemediği
halde, bu boğazlamayı emretmiş olmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, boğazlamayı
emretmesi hususu, birinci meselede geçen izahtan dolayıdır. O'nun bu şeyin
vukuunu istemediğine gelince, bize (ehl-i sünnete) göre, Allah'ın, olmasını
istediği her şey olur, meydana geliri Böyle bir kesme işi tahakkuk etmediğine
göre, biz Allah Teâlâ'nın, bunun meydana gelmesini istemediğini anlamış
bulunuyoruz. Mu'tezlle ise şöyle der: "Allah, o kesmeden nehyetmiştir. Bir
şeyden nehyetmek ise, nehyedenin, o şeyin meydana gelmesini istemediğine
delâlet eder. İşte böylece, Allah'ın kesmeyi emrettiği, onu irâde etmediği
sabit olmuş olur. Bu da "emr"in, "irâde" olmadan da
olabileceğine delâlet eder." Allah Teâlâ'nın, boğazlamayı emrettiğine dair
sözün tamamı, birinci meselede geçmiş olan husustur. Allah en iyisini
ibilendir.
[113]
Bu mesele, bu teklifin
uyanıkken değil de uykuda iken gelmesindeki hikmetin beyanı hakkında olup,
bunun izahı şu birkaç açıdan yapılabilir:
1) Bu
teklif, hem kesene, hem de kesilene alabildiğine ağır
gelen bir tekliftir. Böylesi zor olan bir teklifin
gelebileceğine dikkat çeken bir durum arzetsin diye, bu ilk defa uykuda gelmiş,
daha sonra da bu uyku hali, uyanıklık halleriyle tekîd edilmiştir. Böylece de
bu teklif anîden gelmemiş, tam aksine yavaş yavaş varid olmuştur.
2) Allah
Teâlâ, Peygamber (s.a.s)'İn, rüyalarını hak ve gerçek kılmıştır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında,
"Andokun ki Allah, Resulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir.
Inşaallah (hepiniz) emniyet içinde, korkusuzca mutlaka Mesctd-i Haram'a
gireceksiniz" (Fetın, 27) buyurmuştur. Yusuf (a.s)'un "Doğrusu ben
rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Onların, bana secde ettiklerini
gördüm "(Yusuf, 4) dediğini belirtmiş, İbrahim (a.s) hakkında da,
"Rüyamda, seni boğazladığımı görüyorum"(smkm. 103 buyurmuştur.
Bundan maksadı,
peygamberin sâdık ve doğru sözlü olduklarına delâlet eden delilleri takviye
etmektir. Çünkü kişinin hali, ya uyanıklık ya da uyku halinden birisidir. Bu
iki durum da onların doğruluklarına apaçık biçimde delâlet edince, bu onların
bütün hallerinde sâdık olduklarının ve haktan yana olduklarının, tam ve
mükemmel bir biçimde izahı olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.
Sonra biz diyoruz ki:
Peygamberler (s.a.s)'in bu husustaki makamları üç kısma ayrılır:
a) Görülen
rüyaya tıpatıp uyan durum. Bu tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)
hakkındaki, "Mutlaka Mesctd-i Harama gireceksiniz"(Fetih,27) buyurup
da, daha sonra bu şeyin aynen tahakkuk etmesi gibidir.
b) Aksi
tecelli eden rüya. Bu da, tıpkı Hz. İbrahim (a.s) hakkındaki hâdise gibidir.
Çünkü onun gördüğü şey kesme idi, ama tahakkuk eden şey ise, fidye ve kurtuluş
idi.
c) Münasebet
kurularak, bir tür yorum yapılmasıdır. Nitekim bu da, Yusuf (a.s)'un rüyası
için söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı, rüya tabir edenler, rüyaların işte
bu üç tarzda olabilecekleri hususunda mutabakat sağlamışlardır.
[114]
Hamza ve Kîsâî, tâ'ntn dammesi, râ'nın kesresi
ile, "mâ zfl turî" şeklinde okumuşlardır ki, buna göre mana,
"Bak bakalım, sen nefsinden, sabır ve metanet gösterebilecek misin?"
şeklinde olur. Bu okuyuşa göre bu ifadenin manasının "Bakalım ne işarette
bulunacaksın?" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Diğer kıraat imamları
ise, tâ'nın fethası ile okumuşlardır. Bundan sonra da, kimileri
"imâle" yapmış, kimileri ise yapmamıştır.
[115]
Babanın bu konuda
oğluyla yaptığı müşaverenin hikmeti,oğlunu bu hâdiseye muttali kılmaktır.
Böylece de, onun, Allah'a itaat konusunda sergileyeceği sabrı görmek ve İbrahim
(a.s)'in gözünün aydın olmasını temin etmektir. Çünkü o, onun hilimde bu büyük
noktaya; kötülüklere sabretmede de bu yüksek dereceye ulaştığını görecek,
böylece de, oğul için, ahirette büyük bir mükâfaat, dünyada ise büyük bir nâm
tahakkuk edecektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, İbrahim (a.s)'in çocuğunun, Sana verilen emir ne ise, onu yap"
dediğini nakletmiştir ki, bu, "Kendisiyle emrolunduğun şeyi yap!" takdirindedir.
Tıpkı bir kimsenin, "Sana işi emrettim, binâenaleyh, kendisiyle
emrolunduğunu yap!" ifadesinde harf-i cerrin hazfedilmesi gibi, burada da,
câr maa'l-mecrûr hazfedilmiştir.
Daha sonra oğul,
"inşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın" demiş ve bu işi, bir
bereket ve uğur umma tarzında, Allah'ın meşîetine bağlamıştır. Çünkü Allah'a
isyandan, ancak Allah'ın korumasıyla korunulur; Allah'a itaata da, ancak
Allah'ın muvaffak kılmasıyla imkân elde edilir.
Müteakiben Cenâb-ı
Hak, "Vakta ki ikisi de, (Allah'ın emrine) razı oldular" buyurmuştur.
Arapça'da, aynı manada olmak kaydıyla "Allah'ın emrine teslim oldum"
denilir. Kişi, Allah'ın emrine uyup boyun eğdiğinde, işte bu şekilde söylenir
ve bu ifâde, bu üç şekilde de okunmuş olup, bunun temeli, senin, bir şey
birisine ait olduğunda, "Bu, falancanındır, onundur" şeklindeki
sözüne dayanmakta olup, manası, "Bu şey, kendisi hakkında çekişilme ve
nizâdan beri oldu" şeklindedir. Yine Araplar, şeklinde kullanmışlardır.
Bu iki şey de, onlardan nakledilmiş olup, yine bunun gerçekte manası,
"Kendisini Allah'a adadı ve kendisini sırf ona verdi" şeklindedir.
'nin manası da, "Kendisinin sadece Allah'a ait olmasını talep etti"
şeklindedir. Katade, fiilin tesniye
gelmesini, "Bu, oğlunu; oğlu da kendisini Allah'a teslim ettiler"
şeklinde tefsir etmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(İbrahim) onu alnı üzere
yıkü" buyurmuştur ki bu, "O onu, bir tarafı üzere yıktı da, böylece
onun alnının iki tarafından birisi yere geldi" demektir. Çünkü, yüzün iki
tarafı vardır; alın ise, bu iki taraf arasında olan şeydir. Ibnu'l-A'râbî ise,
" (telîl)de de, "yıkılmış" manasındadır. ise, "onu
yıkan" anlamındadır" demiştir. Buna göre mana, o onu alnının bir
tarafı üzerine yıktı demektir. Mukatil ise, "O onu, cephe üzere
(yüzükoyun) çöktürdü" denmiştir ki, bu, hatadır; çünkü "alın"
cepheden başkadır.
[116]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Biz ona, "Ey ibrahim,
rüyana sadâkat gösterdin" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şu iki
açıklama yapılmıştır:
a) Bu ifade, Kûfelilere ve Ferrâ'ya göre,
ifadesinin cevabı olup, ifadenin başındaki vâv zâiddir.
b) Basralılara göreyse, bu takdir caiz olmayıp,
felemma'nın cevabı mukadder olup, takdiri de, "O bunu böyle yapıp, Allah
da ona, "Dikkat, İbrahim! Sen rüyanı gercekleştirdin'' diye nida edince,
Hz. İbrahim (a.s) büyük bir mutluluğa ermiş, Allah ona, oğlunun peygamberliğini
bahşetmiş ve mükâfaatını da bolca vermiştir" şeklindedir. Basralılar
sözlerine şöyle devam ederler:
"Cevabın hazfedilmesi Kur'ân'da geçmekte olup, yadırganacak bir durum
değildir. Bunun faydası da, cevabın
mahzûf
olması halinde, o cevabın daha etkili ve azametli olmasını sağlamaktır."
Müfessirler şöyle
demektedir: "Hz. İbrahim (a.s) oğlunu kesmek için yanı üstü yatırdığında,
dağ tarafından, ''İbrahim! Rüyanı gerçekleşirdin" diye nida edildi."
Muhakkik ulemâ ise, bu teklifin sebebinin, Hz. İbrahim (a.s)'in, Allah'ın
tekliflerine en mükemmel manada boyun eğmiş olması olduğunu söylemişlerdir.
Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, onu, böylesi zor ve çetin bir teklifle mükellef tutup,
hem kendinden hem de çocuğundan mükemmel bir biçimde taat ve inkıyâd zuhur
edince, pek yerinde olarak, Cenâb-ı Hak, "rüyanı gerçekleşirdin"
demiştir. Yani, "Bu rüyadan elde edilmek istenen maksat elde
edilmiştir" demektir.
ifadesi yeni başlayan
bir söz olup, daha önceki kısımla ilgisi yoktur. Buna göre manası,
"İbrahim (a.s) ve oğlu bu mükellefiyeti yerine getirerek muhsin (iyi)
kimseler oldular. Biz, bu iki muhsini mükâfaatlandırdığımız gibi, bütün
muhsinleri de mükâfaatlandırınz" şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, yani, "Bu, sayesinde ihlaslı
olanların olmayanlardan seçildiği apaçık bir deneme yahut daha zoru bulunmayan
çok çetin bir sıkıntıdır" buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, "Ona
büyük bir kurbanlık fidye verdik" buyurmuştur. "Zebh", zebeha
"kesti"fiilinin masdarıdır. Zibh ise, "kesilecek şey"
demektir. İşte ayette kastedilen budur. İşin kıssa tarafıyla ilgili bazı
bahisler var:
[117]
Birinci Bahis:
Bu hâdise hakkında anlatıldığına göre, İbrahim (a.s) oğlunu kurban etmek
İstediğinde, "Evladım, ip ve bıçağı al, falanca yere odun toplamaya
gideiim. Onlar, kurban edilecek yerin yolunu yarılayınca, babası ona, kendisine
verilen emri haber verdi. Bunun üzerine o, "Babacığım, çırpınmamam için
ellerimi kollarımı iyice bağla. Kanımın sıçramaması ve annemin onu görüp
üzülmemesi için, elbisemi uzağa koy. Kolay gelmesi için, bıçağını iyice bile ve
boğazımı onunla hemen kes. Çünkü ölüm zor. Anneme selam söyle, eğer gömleğimi
anama vermek istersen, ver. Çünkü belki de bu ona bu işi kolaylaştırır"
dedi. İbrahim (a.s) de, "Yavrum, Allah'ın emri hususunda ne güzel
yardımcısın" dedi. Sonra onu bağlamış olduğu halde, her ikisi de ağlayarak
onu öpmek istedi, sonra bıçağı boğazına dayadı. Bunun üzerine oğlu, "Beni
yüz üstü yatır. Çünkü yüzüme baktığında, bana acıman tutar. Kalbin rikkate
gelir. Böylece bu, senin Allah'ın emrini yapmana mani olur" dedi. Hz.
İbrahim (a.s) de böyle yapıp, bıçağı ensesine dayadı, kesmek istedi, ama bıçak
kesmedi. Bunun üzerine, "îbrahim! Rüyana sadakat gösterdin (,..)"
diye ona nida olundu.
[118]
İkinci Bahis:
Alimler, o oğulun yerine verilen kurbanın, koçun ne olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bunun, Hz. Âdem (a.s) oğtu Habil'in kurban olarak Allah'a sunup,
Allah'ın kabul edip (göğe çektiği) koç olduğu; onu İsmail (a.s)'e karşılık
fidye olarak gönderinceye kadar, cennette otladığını söylemiştir. Bazıları da,
"Allah Teâlâ, cennetten kırk yaz (yıl) otlamış bir koç gönderdi"
demişlerdir. Süddî ise şöyle demiştir: "İbrahim" diye seslenildiğinde,
Hz. İbrahim (a.s) geriye döndü. Bir de baktı
ki dağdan aşağı inen, beyazımsı bir koç ... İsmail (a.s)'in üzerinden
Kalktı, o koçu tutup kurban etti. Oğlunun elini ayağını çözüp boynuna
sarılarak, "Yavrum, sen bana işte bugün hibe edildin" dedi."
Ayetteki,
"azîm" (büyük) kelimesine gelince, bu kurbanlığın iriliğinden ve
semizliğinden ötürü bu adı aldığı söylenmiştir. Bu cümleden olarak, Sa'îd b.
Cübeyr, "Cennette kırk yıl otlamış bir kurbanlığın, çok iri olması onun
hakkıdır" der. Yine bu kurbana "büyük" denilmesinin, onun kıymetinin
büyüklüğünden dolayı olduğu; çünkü Allah'ın onu, Hz. İbrahim (a.s)'in oğluna
bir fidye olarak kabul etmiş olduğu söylenmiştir.
[119]
Daha sonra Hak Teâlâ
"Doğrusu, o mü'min kuHanmızdandı" buyurmuştur. Bu cümledeki "o"
zamiri, Hz. İbrahim (a.s)'e râcîdir. Cenâb-ı Hak, "Ona salihlerden bir
peygamber olmak üzere de îshak'ı müjdeledik" buyurmuştur. Bu ayetteki
neblyyen kelimesi, "hâl-i mukaddere"dir. Yani, "Bizona,
peygamberliği mukadder olan İshak'ı müjdeledik" demektir. Kesilecek olan
oğlan, Hz. İsmail (a.s) olduğunu söyleyenler, bu ayeti delil getirebilirler.
Çünkü ayetteki nebiyyen kelimesi "hâl"dir. Binâenaleyh mananın,
"Biz ona, İshak peygamber olduğu halde, İshak'ı müjdeledik" şeklinde
olması mümkün değildir. Çünkü bu müjde İshak (a.s)'ın peygamber olmasından
öncedir. Şu halde mananın, "Biz o İshak'ın peygamber olacağını takdir
ettiğimiz ve ona bu hükmü (emri) verip, sabrettiği halde, ona Ishak'ı
müjdeledik" şeklinde olması gerekir. Durum böyle olunca da, ayette İshak
(a.s)'ın verileceğine dair olan bu müjde, kesilecek olan o şahsın kıssasından
sonra verilmiş olur. Böylece de, kesilecek olan oğulun, İshak (a.s)'dan başkası
olması gerekir. Bu konuda en ileri söz olarak ayet, her nekadar okunuş (sıra)
bakımından, kurban edilecek oğlun kıssasından sonra geliyor ise de, meydana
gelme bakımından ondan öncedir" denebilir. Fakat biz diyoruz ki, asıl
olan, ayetlerin sırasına, aralarındaki irtibata riayet etmektir. Doğruyu en iyi
bilen ise Allah'dır.
[120]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Hem ona hem de Ishâk'a bereketler verdik" buyurmuştur. Bu
ayette geçen "bereket" hususunda da şu iki izah yapılmıştır:
1) Allah
Teâlâ, İsrailoğullarının bütün peygamberlerini, İshak (a.s)'ın soyundan
göndermiştir. (İşte bereket budur.)
2) Cenâb-ı
Hak, kıyamete kadar, hem Hz. İbrahim (a.s), hem de Hz. tshak (a.s) için güzel
bir nam bırakılmıştır. Çünkü bereket, devam ve sebat manasınadır.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Her ikisinin neslinden İyi hareket edeni de var, nefsine apaçık
zulmeden de" buyurmuştur. Bu ifadede, yahudîlerin iftihar etmelerine, bu
durum bir sebep teşkil etmesin diye, ataların-ecdâdın çokça faziletli
olmasından onların gelenlerin de mutlaka faziletli olacağı, faziletli
sayılacağı neticesi çıkarılamayacağı hususunda bir uyan var. Ayetteki,
"muhsln" "iyihareket eden" ifadesine, peygamberler ve
mü'minler, "nefsine apaçık zulmeden" ifadesine de kâfir ve fasıklar
girer. Allah en iyi bilendir.
[121]
"Andolsun ki biz
Musa'ya da, Harun'a da nimetler verdik. Hem onlan, hem kavimlerini o büyük
sıkıntıdan kurtardık. Kendilerine yardım ettik de, gâlibler
onlar oldular. Onlara açıklayıcı olan o kitabı verdik.
Onlara doğru yolu gösterdik. Sonra gelen peygamberler ve ümmetler arasında da,
onlara iyi bir
nam bıraktık. Musa'ya ve Harun'a bizden
selam olsun. Şüphesiz biz, muhsinleri böyle mükâfaatlandmrız. Gerçekten o ikisi
mü'min kullanmızdandı"
(Sâffât, 114-122).[122]
Bil ki bu, bu sûredeki
kıssaların üçüncüsüdür. Yine bil ki, hernekadar nimet vermenin birçok şekli var
ise de, bu, menfaati celbetme ve zararı defetme şeklindeki iki çeşit nimete
hasredilmiştir. Allah Teâlâ burada, bu iki kısımdan da bahsetmiştir. 0 halde,
"Andolsun ki Biz Musa'ya da, Harun'a da nimetler verdik..." ifadesi,
menfaat verme şekline; "Hem onlan, hem kavimlerini ö büyük sıkıntıdan
kurtardık" ifadesi de, zararı defetme çeşidine işarettir.
Birinci kısma, yani
menfaat verme şeklindeki nimete gelince, bil ki menfaatlerin, dnn"9vî ve
dinî olarak iki kısma ayrıldığında şüphe yoktur. Dünyevî menfaatler var etmek,
hayat vermek, akıl vermek, terbiye etmek, sıhhat vermek ve herbirinde kemal
sıtatıan yaratmadır. Dinî menfaatler ise, ilim ve taat (ibadet) olup, bunların
en üstünü de, ezici ve net mucizelerle içice olan peygamberlik nimetidir.
Cenâb-ı Hak, bu tafsilatı, diğer surelerde ele alındığı için, burada bunlara
işaret etmekle yetinmiştir.
İkinci Kısma, yani
zararı giderme nev'inden olan nimete gelince, bu "Hem onlan, hem
kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık" cümlesiyle kastedilmiştir. Bu
hususta, şu iki görüş vardır:
1) Bu, suda
boğma hadisesidir. Allah Teâlâ, Flravun'u ve ordusunu suda boğmuş,
İsrailoğullarını kurtarmıştı.
2) Bu, Allah
Teâlâ1 n m İsrailoğullannı, Firavunun zulmünden kurtarmasdır. Çünkü onların, erkek
çocuklarını kestiriyor, kız çocuklarını ise bırakıyordu.
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s) ve Hz. Harun (a.s)'a lütfettiğinden bahsedince, bu lütfunun
çeşitlerini detaylıca anlatmıştır:
1)
"Onlara yardım ettik" tümlesindeki hü'm "onlar" zamiri,
Musa, Harun (a.s) ve kavimlerine râcîdir. cümlesi, "Bütün hallerinde,
delil getirmekle, işin sonunda da devlet kuhjp, üstün olmak suretiyle, onlar
gâlib geldiler" demektir.
2)
"Onlara (herşeyi) açıklayıcı olan o kitabı verdik..." ayetiyle
anlatılan nimet. Buradaki kitap ile, "Tevrat" kastedilmiş olup,
Tevrat, dinî ve dünyevî hususlarda, jsrailoğullarının muhtaç olduğu herşeyi
ihtiva eden bir kitaptı. Nitekim Hak Teâlâ, "Bfc, içerisinde bir hidayet ve bir nur olan o
Tevrat'ı indirdik..." (Makie, «) buyurmuştur.
3)
"Onlara doğru yolu gösterdik" ayetiyle anlatılan nimet: Bu,
"Onlara hem aklen, hem naklen hakkın yolunu gösterdik ve onları buna
muvaffak kılıp kötülüklerden korumak suretiyle yardım ettik" demektir.
Gerçek delillerin, dosdoğru yola (sırat-ı müstakime) benzetilmesini İzaha gerek
yoktur.
4)
"Sonra gelen (peygamberler ve ümmetler) arasında da, onlar için iyi bir
nam bıraktık" ayetinin ifade ettiği nimet. Bu hususta iki görüş vardır:
a) Bu sonra
gelenler, Ümmet-i Muhammed'dir ve onların, "Musa'ya ve Harun'a bizden
selam olsun" demeleridir.
b) Bundan
murad, Ümmet-i Muhammed'dir ve onların, Hz. Musa (a.s) ve Harun (a.s)'u saygı
ile anıp, sevmeleridir. Bu ikinci manaya göre. "Musa'ya ve Harun'a bizden
selam olsun" ifadesi, Allah'ın onlara selamı olmuş olur.
[123]
Cenab-ı Hak lütuf ve
yüceliklerden bu dört çeşidi dile getirince j&+Ay tf ^ «Ü^ ty
"Şüphesiz biz muhsinleri böyle mükâfaatlandırınz" buyurmuştur. Bu
ifadenin tefsiri biraz önce geçti. Daha sonra da, ck*^ üsle j* U#
"Gerçekten o ikisi mü'min kullanmadandı" buyurmuştur. Bu ifadenin
anlatmak istediği de iman ile elde edilen faziletin, bütün faziletlerden daha
kıymetli, daha üstün ve daha mükemmel olduğuna dikkat çökmektir. Eğer bu, bu
manada olmasaydı, Hz. Musa (a.s) ve Hz. Harun (a.s)'un faziletlerinin,
"kendilerinin mü'minlerden olmaları" ile noktalanması yerinde
olmazdı. Allah en İyi bilendir.
[124]
"Şüphesiz //yas
da peygamberlerdendi. Hani o kavmine "Siz ittikâ etmez misiniz?" O en
güzel yaratanı, sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı bırakıp da
BaTa (putuna) mı taparsınız?" dedi. Fakat bunlar onu
yalanladılar. Şüphesiz bunlar da, elbette toplanıp
(cehenneme) getirileceklerdir. Allah'ın muhlis kulları müstesna... Biz, ona
sonra gelenler
arasında iyi bir nam (şan) bıraktık.
Selam Ilyas'a... Şüphe yok ki biz, muhsinleri böyle mükâfaatlandırırız.
Gerçekten o, mü'min kullanmızdandı"
(Sâffât,
123-132).
Bil ki bu, bu sûredeki
kıssaların dördüncüsüdür. Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:
[125]
İbn Amir,
elifi vaslederek ve
hemzesiz olarak, ve
inne'l-vase
okurken, diğer kıraat imamları hemzeyle
okumuşlardır.
Ebu Bekr b. Mihran, "Kim elifi vaslederken,
elifi zikrederse, hata etmiş olur. Çünkü Şamlılar bunu
bilmez ve yadırgarlar" demiştir. Vahidi söyle
der: "Bunun şöyle iki izahı yapılabilir:
1) Tıpkı İbn Keair'in, (Müddessir. ss) ayetinden ve şairin beytinden
hemzeyi hazfetmeleri gibi, buradaki "ilyas" kelimesinden de hemze
hazf edilmiştir.
2)
(Enam. 86} isminde olduğu gibi, bu elif, lâm-ı
tarif olan lam ile birlikte zikredilmiştir.
[126]
Ayetteki
"ilyas'ın kim olduğu hususunda iki görüş ileri sürülmüştür:
a) İbn
Mes'ûd (r.a)'un, bunu şeklinde okuyup,
"ilyas,
İdrls'dir" dediği rivayet olunmuştur. Bu, İkrime'nin görüşüdür.
b)
Müfessirlerin ekserisi, bunun İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden bir
peygamber olduğu ve Musa (a.s)'mn kardeşi Harun (a.s)'un soyundan gelen İlyas
b. Yasin olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Daha sonra Cenâb-t
Hak, "Hani o kavmine "Siz, ittikâ etmez misiniz?" dedi"
buyurmuştur. Bunun takdiri, "Ey Muhammed, kavmine, İlyas'ın kendi kavmine
"Siz Allah'dan korkmaz mısınız?" dediğini hatırlat" şeklindedir.
Kelbî, bu ifadeye "Allah'dan başkasına ibadetten ittikâ etmez misiniz,
çekinmez misiniz?" manasını vermiştir.
Bil ki Hz. İlyas
(a.s), önce onları kısaca korkutunca, daha sonra bu korkunun sebebinin ne
olduğunu dile getirerek, Allah'ı bırakıp da BaTa (putuna) mı
tapıyorsunuz?" demiştir ki, bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:
[127]
Birinci Bahis: Burada
geçen "BaT'in ne demek olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Bu, tıpkı Menat ve Hübel gibi, onların bir
putlarının Özel ismidir. Bu putun altından olduğu; yirmi zira1 uzunluğunda,
dört yüzlü bir put olduğu; bununla fitneye düştükleri (yani aldanıp),
atabildiğine saygı duydukları; hatta buna dört yüz tane hizmetçi tayin
ettikleri; bu hizmetçilerin herbirini de peygamber kabul ettikleri; şeytanın o
Ba'i'ın içine girip, sapıklığın hükümlerini onlara söyleyip, hizmetçilerin
bunları ezberleyip, insanlara öğrettikleri ve bunların Şam diyanndaki Ba'lebek
şehri sakinleri olduğu; işte bundan dolayı şehirlerinin bu adı aldığı ileri
sürülmüştür.
Bil ki müfessirlerin
"Bu, onların bir putunun adıdır" şeklindeki sözlerinde bir mahzur
yok. Fakat, "Şeytan Ba'l'in karın boşluğuna girip, dalâletin ahkâmını
oradan konuşuyordu" şeklindeki sözleri müşkillik arzeder. Çünkü eğer böyle
birşeyin olabileceğini söylersek, pek çok mucizeyi zedeler. Zira Hz. Muhammed
(s.a.s)'in mucizeleri arasında, kurdun ve devenin onunla konuştuğu, onun için
hurma kütüğünün inlediği hususları nakledilmiştir. Eğer biz, şeytanın bir
maddenin boşluğuna girip, oradan konuşabileceğini mümkün görürsek, bu, kurt,
deve ve hurma kütüğü için de söz konusu olur. Bu da, böylesi şeylerin mucize
olmasına mâni olur,
2) Bal,
Yemen lehçesine göre, eğiticinin-yöneticinin adıdır. Nitekim "Bu evin
Rabbi (başkanı-reisi) kimdir?" anlamında ifadesi kullanılır. Yine bu
manada olmak üzere, kadının kocasına da "ba'l" denmiştir. Nitekim Hak
Teâlâ, "Ba'lleri (yani kocaları), o kadınları yeniden nikâhlamaya
ehaktir"(Bakara, 228) ve "Şu ba'Iim (yani kocam) da bir ihtiyar"
(HOd, 72) buyurmuştur. Buna göre ayetin manası,
"Sizler, ba'llerinize, yani reislerinize tapıp, Allah'a ibadeti
bırakıyor musunuz?" şeklinde olur.
[128]
İkinci Bahis:
Mu'tezlle, kulun, kendi fiillerini yarattığı hususunda bu ayetle istidlal
ederek, "Eğer Allah'dan başka yaratıcılar olmasaydı, Allah kendisini
"Ahsene'l-Hallkîn" "Yaratıcıların en güzeli" diye tavsif
etmezdi" demişlerdir. Bu husustaki cevabımız, Mü'min H.ayetinin tefsirinde
geçmiştir.
Üçüncü Bahis: Reşld-i
Katip lakabında birisi, "Eğer denilmiş olsaydı, bu daha güzel olurdu.
Çünkü bu durumda, tahsinî (bedîi) manaya da riayet edilmiş olurdu"
demiştir. Bu "Kur'ân'm fesahati, böylesi külfetleri gözetmede değil,
aksine manasının kuvvetinde ve lafızlarının ceşitliliğindedir" diye cevap
veririz.
Bil ki llyas (a.s)
onları, Allah'dan başkasına ibadet etmelerinden Ötürü ayıplayıp tenkid edince,
Allah'ın bir ve ortaksız olduğunu haykırarak, "sizin de, evvelki
atalarınızın da Rabbi olan Allah..." demiştir. Bununla ilgili birkaç bahis
vardır:
[129]
Birinci Bahis: Bu
kitabımızda, beşeriyyetin sonradan yaratılmış olduğunun, hür ve irade sahibi
bir yaratıcının varlığına, ortağı olmadığına nastl delil olduğunu anlatmıştık.
Binâenaleyh bunu tekrar etmenin bir faydası yok.
İkinci Bahis:
Hamza, Klsâî, Asım'n
ravisi Hafs, bu
isimlerin hepsini,
bunu müste'nef cümle kabul ederek, merfû okumuşlardır.
Birincisi, Ebû Hatim ve Ebû Ubeyd'in de tercihidir. Keşşaf sahibi ise,
Hamza'nın, vaslettiğinde (bu ifadeyi
Öncesine
birleştirdiğinde) mansub; vakfettiğinde {öncesinden ayırdığında ise) merfu
Okuduğunu nakletmiştir.
Cenâb-ı Allah, İlyas
(a.s)'ın, kavmine Rabbin birliğini anlattığını nakledince, buyurmuştur. Bu,
"Onlar yarın ihzâren (yaka-paça yakalanıp), cehennemde hazır
bulundurulacaklardır" demek olup, bu husustaki açıklamayı Sâffât, 57
ayetinin tefsirinde yapmıştık.
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Allah'ın muhlis kullan
müstesna" buyurmuştur. Çünkü onun kavminin hepsi İlyas (a.s)'ı
yalanlamamıştı. Onların içinde, tevhidi benimseyen kimseler vardı. İşte bundan
ötürü Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur ki bu, "Katıksız (şeksiz-şirksiz)
olarak tevhide inananlar, cehennemde hazır tutulmayacaklar" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Biz ona sonra gelenler arasında İyi bir nam (şan) bıraktık. Selam
İlyas'a" buyurmuştur. Nâfî, İbn Âmir ve Ya'kûb (a.s) "Âl"
lafzını, "Yâsîn" lafzına muzaf kılarak, "Âl-ü Yâsîn"
"Yâsm ailesi" şeklinde okurlarken; diğer kıraat imamları elifin
kesresi ile ve lâm'ı " Yâsîn"den ayırarak, "ll-yâsln"
şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraatla ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:
a) En doğru
izaha göre, biz bu peygamberin İlyas b. Yâsîn olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla
İlyas, Yâsîn'in âli, yani ehli-soyu-çocuğu olmuş olur.
b) Yâsîn'in âli (ailesi), Hz. Muhammed'in
âli'dir.
c) YAsm, Kur'ân'ın adıdır. Buna göre sanki,
"Allah'ın selamı, Yâsîn adındaki bu kitaba iman edenlere olsun"
denilmek istenmiştir. Esas birincisidir. Çünkü bu, sözün siyakına daha
uygundur. İkinci kıraat hususunda da şu izahlar yapılır:
a) Zeccâc
şöyle der: "Mikâl"; "Mîkâîl", "Mîkâlînu"
denildiği gibi, İlyas da, İlyâsin de denilebilir."
b) Ferrâ ise, "Bu cemî (çoğul) bir kelime
olup, bununla İlyas (a.s) ve ona tâbi olan mü'minleri kastetmiştir. Bu,
Arapların bir aileyi tümden ifade için, "Sa'dlar, Muhallebler, (Ahmedler,
Hasanlar)" demeleri gibidir. Nitekim
şair de,
"Ben, Sâd'ın
oğluyum, Sâ'dlerin en kerîminin!" demiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şüphe yok ki biz muhsinleri böyle mükâfaatlandınnz. Hakikat o,
mü'min kullanmızdandı" buyurmuştur. Bunun tefsiri daha önce geçti. Allah
en iyi bilendir.
[130]
"Lût da hiç
şüphesiz peygamberlerdendi. Hani biz, hem onu, hem bütün
ehlini kurtarmıştık. Geride kalanlar içinde bırakılan
bir kocakarı müstesna...
Sonra diğerlerini
kökünden helak ettik. Elbette siz, sabah-akşam onlara
uğruyorsunuz. Halâ
akıllanmayacak mısınız?"
(Sâffat. 133-138).
Bu ayetler, sûredeki
beşinci kıssayı anlatmaktadır. Allah Teâlâ. bunu, müşrik Araplar ibret alsınlar
diye zikretmiştir. Çünkü Lût (a.s)'un kavminden kâfir olanlar helak olmuş,
mü'minler kurtulmuştu. Bu kıssanın tafsilatı daha önce geçmişti. Hak Teâlâ,
"Elbette siz, sabah akşam oralara uğruyorsunuz" buyurarak,
müşriklerin dikkatini çekmiştir. Çünkü onlar Şam'a yolculuk yaparlardı.
Yolculuk yapan ise, (genelde) ya gece, ya gündüzün ilk vakitlerinde yolculuk
yapar. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, bu iki vakti özellikle zikretmiştir. Sonra
da "Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" yani, "İbret alabileceğiniz,
kullanabileceğiniz bir aklınız yok mu?" buyurmuştur. Allah en iyi
bilendir.
[131]
"Yûnus da, hiç
şüphesiz peygamberlerdendi. Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı. Derken kur'a
çekmişlerdi de, mağluplardan olmuştu. O, kınanmış
bir halde, kendisini hemen balık yuttu. Eğer çok teşbih edenlerden
olmasaydı, insanların yeniden dirilecekleri güne kadar, o (balığın) karnında
kalıp gitmişti, işte biz onu, hasta olduğu halde, açık
bir araziye bıraktık.
Üzerine, kökü olmayan
bir ağaç bitirdik. Onu, yüzbin kişiye, hatta (bundan)
artan sayıda kişiye peygamber gönderdik. Ona iman
ettiler ve onları bir
zamana kadar
geçindirdik"
(Sâffât, 139-148).
Bil ki bu da, sûrede
ele alınan altıncı ve son kıssadır. Bu, şu sebepten ötürü, sonuncu kıssa olarak
anlatılmıştır. Çünkü Hz. Yûnus (a.s), kavminin işkencelerine sabretmeyip, bir
gemiyle kaçtığı için bu sıkıntılara düştü. İşte bu husus, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in, kavminin eziyetlerine sabır göstermesine bir sebep olmuştur.
[132]
Ayetteki, "Yûnus
da hiç şüphesiz peygamberlerdendi. Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı"
ifadesi ile ilgili birkaç mesele var:
[133]
Keşşaf sahibi
"Yûnus'un, nûn'un zammesi ve kesresiyle okunduğunu söyler.
[134]
Bu ayet, bu hâdisenin,
Hz. Yûnus (a.s)'un, peygamber olduktan sonra başına geldiğini gösterir. Çünkü
ayet, "O,
gemiye giderken,
peygamberlerdendi" manasındadır. Şöyle de denebilir: "Pek çok
rivayette, "Hz. Yûnus (a.s)'u, zamanın hükümdarı, kendisini, o kavmi
Allah'a davet etmek için göndermişti. Sonra o oradan kaçmış; neticede balık
kendisini yutmuştu" şeklinde bilgiler gelmişti. İşte bu sıradadır ki Allah
onu resul yapmıştı. Netice olarak diyebiliriz ki: "Ayetteki "gönderilenlerdendi"
ifadesi, onun o kaçtığı vakitte, Allah tarafından gönderilmiş resul olduğuna
delâlet etmez." İleri sürülen bu hususa, şu şekilde cevap verilebilir: Hak
Teâlâ, bu sıfatı onun için, saygı duyulsun diye zikretmiştir. Böyle bir netice
de, ifade sinden, onun Allah katında mürselierden olduğu kastedildiğinde, ancak
elde edilir.
[135]
Ayetteki ebeka
kelimesi, "kölenin ibâkı" deyiminden olup, bu, kölenin efendisinden
kaçması anlamındadır. Daha
sonra müfessirler
ihtilâf etmişler, derken, kimileri Yûnus (a.s)'un Allah'dan kaçtığını
söylemişlerdir ki, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu deyim, kasten Rabbine
muhalefet eden kimseler hakkında kullanılır Dolayısıyla da, bu husus,
peygamberler için düşünülemez. Yine alimler, Yûnus (a.s)'un neden dolayı hatâ
ettiği hususunda da ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, "Çünkü,
İsrailoğullarına gitmesi emrolundu da, o, bu teklifi kabul etmedi ve Rabbine
öfkelenerek çekip gitti" denilmiştir ki, bu izah da, Allah ona ister bunu
vahy ilejsterse bir başka peygamberin lisanıyla emretmiş olsun akıldan uzaktır,
kabul edilemez.
Onun hatasının,
kavmini dine daveti bırakıp bu hususta sabretmeyişi olduğu da ileri
sürülmüştür. Ama, bu da uzak bir ihtimaldir. Çünkü, Allah Teâlâ ona böyle bir
şeyi emredince, onun bunu yapmaması caiz olmazdı. Bu konuda doğruya en yakın
olanı, şu iki izahtır:
1) Onun hatası, Allah Teâlâ'nın, kendisini
yalanlayan o kavme helak cezasını indireceğini vaadetmesi, böylece de onun, bu
helakin mutlaka geleceğini zannederek, Allah böyle bir azabı indirse bile,
Allah'ın o azâbla onları imha etmemesi de söz konusu ve ona düşen de, o kavmi
dine davet etmeye devam etmek iken, işte bu davete sabredemeyişindendir. Çünkü
bu hareket tarzı, emareleri görülen bir şeye yönelme olup, her ne kadar bu gibi
konularda da evlâ olan, zanna göre hareket etmemek ise de, herhangi bir günahı
kasten işlemek değildir. Kavminden iman edenler çıktığı için, daha sonra Yûnus
(a.s), bu zannında hata ettiğini anlamıştır. İşte ayetteki, "Hani o, dolu
bir gemiye kaçmıştı" ifadesinin manası, anlattığımız bu husustur.
2) Yûnus
(a.s), kavmine, azabın geleceğini vaadetmişti. Fakat, bu azâb gecikince o,
adeta onlardan saklanırcasına ayrılıp gitmiş, o denize yönelmiş ve o gemiye
binmiştir. İşte ayetteki, ifadesi bu manadadır. Bu ayetin müşkilliğini çözme
hususundaki sözümüzün tamamını biz, Cenâb-ı Hakk'ın, Enbiyâ, 87 ayetinin
tefsirinde beyan etmiştik. Ayetteki, "dolu gemi" ifadesi de, Yûnus
Sûresinde açıklanmıştı. Gemi yük ve insanlar ile ağzına kadar dolduğunda,
"o gemi, "meşhûn"dur; doludur" denilir.
[136]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Derken kur'a çekmişlerdi" buyurmuştu.
"el-Müsahemetu'V'kur'a çekmek" demektir. Nitekim Arapça'da, bir
topluluk kur'a çektiğinde, deyimi kullanılır. Müberred ise, bu ifadenin, kur'a
için karıştırılan "sihâm-ok" lafzından alındığını söyler. Derken,
"Mağluplardan olmuştu"yani, "kur'ada kaybedenlerden^.."
Nitekim Arapça'da, "Allah giderdi, o da gitti, kaydı" manasında
"Allah onun delilini giderdi, izâle etti; o da gitti" denilir ki, bu
kelimenin de kökü, "kaymak" anlamına gelen dehd kelimesidir. Nitekim
Arapça'da, kaydığında, "Devenin ayağı kaydı" denilir.
Ibn Abbas, Yûnus
(a.s)'un kıssasıyla alâkalı olarak şunları anlatmıştır. "O, kavmiyle
birlikte, Filistin'de oturuyordu. Derken, bir kıral onlarla savaştı, onlardan
dokuzbuçuk kabile esir aldı. Sonraları geriye sadece ikibuçuk kabile kaldı.
Halbuki Allah Teâlâ, İsrailoğullarına, "Düşmanınız sizi esir alır veya
başınıza bir musibet gelirse, bana dua edin, kabul edeyim" diye
vahyetmişti. Onlar, bunu unutup da esir düşünce, Allah Teâlâ bir müddet sonra,
İsrailoğullarının peygamberlerinden birisine, "Falanca kavmin kralına git
ve ona İsrailoğullarına bir elçi (peygamber) göndermesini söyle" diye
vahyetti. Derken bu kral da, kuvvetinden ve emîn bir zat oluşundan dolayı Yûnus
(a.s)'u seçti. Yûnus (a.s) da, "Allah bunu sana emretti"
deyince, kral, "Hayır, ben, emin ve kuvvetli
birisini göndermekle emrolundum. Sen ise, işte tam bu vasıftasın" dedi.
Bunun üzerine Yûnus (a.s), "İsrailoğulları içinde, benden daha
kuvvetlileri var. O halde ne diye onları göndermiyorsun?" dedi. Kral onda
ısrar edince, Yûnus (a.s) öfkelendi, çekip gitti. Derken, Rum Denizi
(Akdeniz)'ne geldi ve orada dopdolu bir gemi gördü. Derken, gemidekiler onu da
gemiye aldılar. Gemi, denizin ortasına gelince, nerdeyse batacak oldu. Bunun
üzerine gemiciler, "İçinizde günahkâr ve asi var. Eğer böyle olmasaydı,
herhangi bir fırtına ve apaçık bir sebep olmaksızın, böyle bir manzara gemide
olmazdı!" dedi. Tüccarlar da, "Bizim başımıza böylesi şeyler gelmiştir;
binâenaleyh, biz böyle bir şeyle karşılaştığımızda kur'a çekeriz. Kur'a kime
isabet ederse, onu, suya atar boğardık. Çünkü tek bir kimsenin boğulması,
herkesin ve herşeyin suya garkolmasından daha hayırlıdır" dediler. Derken,
kur'a, Yûnus (a.s)'a çıktı. Bunun üzerine tüccarlar, "Günah işlemeye biz,
Allah'ın nebisinden daha uygunuz" dediler. Bu işi ikinci, üçüncü kez
tekrarladılar. Ama her defasında da kur'a, Yûnus (a.s)'a çıktı. Bunun üzerine
Yûnus (a.s) "Durun, bu günahkâr benim" dedi, bir Örtüye bürünerek,
kendisini denize attı.
Derken o balık onu
yuttu. Allah Teâlâ da o balığa, "Onun kemiklerini kırma ve mafsallarını
birbirinden koparma!" diye variyetti. Derken bu balık, onu, önce
Mısır'daki Nil nehrine, daha sonra Fars denizine, oradan el-Betâik Denizi'ne,
derken Dicle'ye götürüp, derken onun yüzüne çıkararak, Nusaybin topraklarında
düz ve geniş bir yere attı. Hz. Yûnus (a.s) bu sırada, üzerinde tüyü ve deri
bulunmayan, yolunmuş bir civciv gibiydi. Derken Allah, onun üzerine
"Yaktın" ağacı bitirdi. O, hem bunun gölgesinden yararlanıyor, hem
de, güçlenip kuvvetleninceye kadar onun mahsulünden istifade ediyordu. Daha
sonra o toprak, ağacı yedi bitirdi. Derken, kökünden yere devrildi. Yûnus
(a.s), buna son derece üzüldü. Bunun üzerine, "Ya Rabbi, bu ağacın
altında, güneşten ve rüzgârdan korunuyor, onun ürününden yiyordum. Şimdi ise,
bu ağaç yere devrildi" deyince ona, "Yûnus! Sen, bir anda biten ve
bir anda kökünden koparak yere yıkılan ağaca üzüldün, bu kadar kederlendin ama,
yüzbine ve daha fazlası insana üzülmedin. Onları bırakıp gittin. Onlara
git!" denildi." Olayın hakikatini en iyi bilen Allah'dır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O, kınanmış bir halde, kendisini hemen balık yuttu"
buyurmuştur. Arapça'da aynı manada olmak üzere, kelimeleri kullanılır. kelimesine
gelince, bir kimse, kendisinden dolayı kınanacağı bir şey yaptığında fiili kullanılır. O halde "yaptığından
dolayı, yapılacak olan kınamaya müstahak olmuş olan kimse" demektir.
[137]
Müteakiben "Eğer
çok tesbîh edenlerden olmasaydı, insanların yeniden dirilecekleri güne kadar, o
(balığın) karnında kalıp gitmişti" buyurmuştur. "Teşbih
edenler..." kelimesinin tefsiri hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:
a) Bununla,
Allah Teâlâ'nın bir başka ayetinde, Yûnus (a.s)'un o zulumatlar içinde,
"Derken o, karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir tanrı
yoktur"(Enbiyâ, 87) dediği kastedilmiştir.
b) Bu,
"Şayet Yûnus (a.s), balık kendisini yutmazdan önce
"müsebbihînden" yani namaz kılanlardan olmasaydı ve vakitlerinin
çoğunda Allah'ın zikrine ve taatına devam etmiş bulunmasaydı, o balığın
karnında beklerdi ve o balığın karnı, Kıyamete değin onun kabri oturdu"
manasındadır. İşte bu sebepten dolayı bazı alimler şöyle demiştir: "Geniş
zamanda Allah'ı anınız ki, Allah da sizi, başınız derde girdiğinde ansın! Çünkü
Yûnus (a.s), Allah'ı çokça zikreden salih bir kul idi. Binâenaleyh o, o balığın
karnına düşünce, Cenâb-ı Hak, "Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı,
insanların yeniden dirilecekleri güne kadar, o (balığın) karnında kalıp gitmişti"
buyurmuştur. Firavun ise, azgın, Allah'ı unutan bir kul idi. Boğulacağı sırada
"Israiloğullannm kendisine iman ettiği o zâttan başka ilâh olmadığına
inandım" (Yûnus,90) deyince, Cenâb-ı Hak da, "Daha önce âsi idin;
şimdi böyle söylüyorsun" (Yûnus, 9i) buyurmuştur."
Alimler, Hz. Yûnus
(a.s)'un, o balığın karnında ne kadar beklediği hususunda ihtilaf etmişlerdir.
Kur'ân'ın lafzı ise, bu süreye delâlet etmemektedir. Hasan el-Basrî "O
orada çok az bekledi. Balığın onu yutmasını müteakip, balığın karnından
çıkarıldı" derken, Mu kati I, İbn Hayyâm, bu sürenin üç gün olduğunu, Ata,
yedi gün olduğunu; Dahhâk, yirmi gün olduğunu söylemişlerdir. Bu sürenin bir ay
olduğu da ileri sürülmüştür. Ben, onların bu süreleri hangi delille tayin
ettiklerini bilemiyorum. Ebû Hureyre'den rivayetle Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle
buyurmuştur: "Yunus, balığın kamında tesbihatta bulundu da, melekler, onun
tesbihatmı duydular ve "Ey Rabbimiz, biz, garip bir yerden cılız bir ses
duyuyoruz" deyince, Cen&b-ı Hak, 'İşte bu, benim Yûnus kulumdur. Bana
isyan etti de, onu denizde balığın kamına hapsettim" dedi. Bunun üzerine
melekler, "Her gün ve gece, kendisinden sana, salih amellerin yükselip
geldiği o salih kul mu?" deyince, Allah, "Evet" diye cevap
verdi. Bunun üzerine melekler o kula şefaatçi oldular da, Allah'da o balığa
emretti, balık da onu o sahile atıverdi. işte, ayetteki 'İşte biz onu, açık bir
araziye bıraktık" cümlesi de bunu ifade eder." Bu ayetle ilgili
birkaç bahis vardır:[138]
Birinci Bahis: (el-arâ'u) "ıssız, boş yer"
demektir. Ebû Ubeyde, bu yerlere bu adın, kendisinde ağaç bulunmadığı ve
kendisini kaplayan bir bitki Örtüsü olmadığı için verildiğini söyler.
İkinci Bahis: Allah
Teâlâ, "İşte biz onu, açık bir araziye bıraktık" buyurmuş, atma işi
balığın hareketiyle meydana gelmiş olmasına rağmen, bu işi kendisine nisbet
etmiştir, ki bu da, kulun fiilini Allah'ın yarattığına delâlet eder.
tabirinin manasının,
"Tıpkı yeni doğmuş bir çocuk ve üzerinde hiç tüy bulunmayan, yumurtadan
çıkmış bir civciv gibi, eti çürümüş ve bitkin, zayıf ve güçsüz hale gelmiş
idi" şeklinde olduğu söylenmiştir. MücAhid ise, sakîm kelimesine,
"Derisi soyulmuş" manasını vermiştir.
[139]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk buyurmuştur. Lafzın zahiri,
balığın, Hz. Yûnusu o ısstz yere attığında, Allah Teâlâ'nın, onun üzerinde
"yaktîn"
ağacını bitirdiğine
delâlet etmektedir ki, bu hadise, ona ait bir mu'cize olmuş olur. Müberred ve
Zeccâc, "Gövdesi olmayan, yerin yüzüne doğru uzayıp giden her bitkiye,
"yaktfn" denilir. Meselâ kabak, Ebû Cehil karpuzu ve karpuz gibi"
derken,
Zeccâc, "Ben bunun, bir şey bir
yerde durduğunda söylenen Ol&Jl* 'Jaİ deyiminden alındığını sanıyorum.
Çünkü bu bitkilerin yapraklarının tümü, yerin yüzüne serildiği için, işte
bundan dolayı ona, "yaktın" denilmiştir" demiştir. Ferrâ da,
bunun İbn Abbas'a göre, kabak bitkisinin yaprakları olduğunu rivayet etmiş ve
"Kim, bitkiler arasından kabağı "yaktın" olarak anlarsa, yaprağı
geniş olup ve bir şeyi Örten her yaprak, işte bilsin ki, bu kimselere göre bu,
"yaktîn"dir" demiştir. Vahidi (r.h) ise, "Ayet,
müfessirlerin bahsetmediği şu iki şeyin söylenmesini de gerektirmektedir:
1) Bu bitki,
daha önce orada bulunmuyorken, Allah onu, Hz. Yûnus'dan ötürü bitirmiştir.
2) Bu bitki,
gölgesi meydana gelsin diye, çardaklara asılmıştı. Çünkü, şayet yere serilmiş
olsaydı, gölge etmesi mümkün olmazdı" demiştir.
[140]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onu, yüzbin kişiye, hatta (bundan) artan sayıda kişiye peygamber
gönderdik" buyurmuştur. Bu ifadeyle alakalı olarak birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Bu
ifâdenin manasının, "Biz, Yûnus'u, o balık kendisini yutmazdan önce
peygamber olarak göndermiştik" şeklinde olması muhtemeldir. Bu izaha göre,
ayette, her ne kadar gönderme işi, balığın yutmasından sonra zikredilmiş ise
de, bununla, bu ifadenin ötekinden Önce olduğu kastedilmiş olup, başındaki vâv
da, (atıf yoluyla) cemi1 etmek için gelmiş olarak vâv'dır. Bu gönderme işinin,
balığın yutmasından sonra olduğunun kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü,
İbn Abbas (r.a), "Yûnus (a.s)'un peygamberliği, o balık kendisini kıyıya
attıktan sonra olmuştur" demiştir. Böyle olması durumunda, Hz. Yûnus
(a.s)'un, o ilk kavmin dışında, başka bir topluluğa peygamber olarak
gönderilmiş olması düşünülebileceği gibi, yine aynı şeriatla, o ilk kavme
ikinci kez gönderilmiş olması, onların da ona iman etmiş olması da
düşünülebilir.
İkinci Bahis: Ayetteki
ifadesinin zahiri, bu hususta, bir şekkin bulunduğunu icâb ettirmekte olup,
böyle bir şeyin Allah hakkında düşünülmesi ise, imkânsızdır. Bu ifâdenin
benzerleri de (Mürselat, 6) (Taha,44)
(Taha,
113) (Nahi, 77} (Necm, 9) ayetlerinde yer alır. Ulemâ, işte bu hususa, pekçok
biçimde cevap vermiş olup, bunlardan en doğrusu tek bir izahtır. Bu da,
takdirin "Onları gören birisi gördüğünde, "Bunlar yüzbin kişidir veya
yüzbinden daha fazladırlar" dedi..." manasında olmak üzere, veya
"veya bunlar, sizin takdirinize göre daha fazladırlar" şeklinde
olmasıdır. İşte bu ifadeye benzer bu tür ifadelerin tümüne verilecek cevap
budur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Ona iman ettiler ve onları bir zamana kadar geçindirdik"
buyurmuştur. Bu, "O kavim iman edince, Allah Teâlâ onların o korkularını
giderdi, kendilerini o azâbtan emin kıldı ve onları bir zamana kadar, yani
Allah'ın onlardan herbiri için tayin ettiği vakte kadar geçindirdi.."
demektir.
[141]
"Şi^di sor
onlara, kızlar Rabbinin de, oğullar onların öyle mi? Yoksa biz,
melekleri dişi yarattık da, onlar şahit miydiler?
Haberin olsun ki, onlar hakikaten yalan söyleyerek, herhalde. "Allah
doğurdu!" derler. Onlar elbette
yalancıdırlar.
Kızları oğullara tercih mi etmiş O?! Ne oluyor size? Nasıl
hükmediyorsunuz? Hiç düşünmez misiniz? Yoksa
(elinizde) açık bir hüccetiniz
mi var? Öyleyse eğer
doğru söyleyenlerseniz, getirin kitabınızı. Bir de O'nunla
cinler arasında bir hısımlık uydurdular. Andolsun ki
bizzat cinler dahi, onların
behemeha} cehenneme
ihzâren getirileceklerini pekâlâ bilmektedirler. Allah,
onların isnâd edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir.
Lakin Allah'ın ihlasa
erdirilmiş kulları
bunlar gibi değil"[142]
(Sâffat. 149-160).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
Bil ki Cenâb-ı Hak,
peygamberler (a.s)'in kıssalarından bahsedince, yeniden müşriklerin inançlarını
ve gidişiatlarını
açıklamaya;
inançlarının çirkinliğini ve tutarsızlığını beyan etmeye başladı. Müşriklerin
sözlerinden birisi de, Cenâb-ı Hakk'a çocuk isnat etmeleri, böylesi bir çabaya
girip, bu çocukların erkek değil, dişi olduklarını iddia etmeleridir. İşte
bundan dolayt Cenâb-ı Hak, "Şimdi sor onlara, kızlar Rabbinin de oğullar
onların öyle mi" buyurmuştur ki, bu ifade, bu sûrenin başındaki (saffat,
11) ifadesine bir atıftır. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e ilk Önce Kureyş'in öldükten sonra dirilmeyi
niçin inkâr ettiklerini sormasını emretmiş, daha sonra
da Hz. Muhammed (s.a.s)'e, o müşriklere, kızları Allah'a erkekleri de
kendilerine tercih edişlerinin sebebini sormayı emredinceye değin, sözü
birbirine ilave ederek devam ettirmiştir.
Vahidî, müfessirlerin
şöyle dediğini nakletmiştir; "Kureyş ve Arabın kökü sayılan, Cüheyne, Benî
Seleme, Huzâ'a ve Benî Müleyh, "Melekler, Allah'ın kızlarıdır!"
demişlerdir. Bil ki bu söz, şu iki durumu kapsar:
a) Allah'a
kızlar isnat etmeyi... Halbuki bu olamaz, batıldır. Zira Araplar, kızlardan
dolayı ar duyuyor, utanıyorlardı. Mahlûkun (insanın) kendisinden ar duyup
utandığı şey, onu yaratana nasıl isnat edilebilir?
[143]
b)
Meleklerin dişi olması... Bu da bâtıldır; çünkü ilmin (bilmenin) yolu, ya his,
ya haber veya tefekkür ve düşüncedir. Hisse (duyu organlarıyla bilme) gelince,
bu konuda, böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü onlar, Allah'ın melekleri
nasıl yarattığını müşahede etmemişlerdir. Bu izah, Cenâb-t Hakk'ın "Yoksa
biz, melekleri dişi yarattık da, onlar şahit miydiler?" beyanından kastedilen
husustur. Bu hususta bir haber de yoktur. Çünkü haber, doğruluğu kesinkes
bilindiği zaman ancak, bir bilgi vesilesi sayılır. Halbuki, böyle bir hüküm
veren bu kimseler, doğruluklarına bir delâlet ve bir emarenin delâlet etmediği,
yalancı ve müfteridirler. Yaptığımız bu izah da, "Haberin olsun ki, onlar hakikaten yalan söyleyerek, herhalde,
"Allah doğurdu?" derler." Onlar, elbette
yalancıdırlar" ayetinden anlaşılandır.
Tefekkür de
bulunmamaktadır. Bu hususu da şu iki yönden izah edebiliriz:
a) Akıl,
böyle bir inancın yanlış olmasını iktizâ eder. Çünkü Allah Teâlâ, varlıkların
en mükemmelidir. Adi şeyleri seçmek ise, en mükemmel olana uygun düşmez. Bu
husus da, Cenâb-t Hakk'ın, "Kızları oğullara tercih mi etmiş o? İVe oluyor
size? Nasıl hükmediyorsunuz?" ayetinden kastedilen husustur. Yani,
"efdal olanın, iyi olana isnadı, aklen adî olanın efdal olana nisbetinden
daha doğrudur. Şu halde, eğer bu konuda aklın hükmü nazar-ı dikkate alınmışsa,
bu durumda sizin sözünüz de yine bâtıl olur" demektir.
b) Biz, bir an için onların inançlarının
yanlışlığına dair istidlal etmeyi bırakıp, onlardan görüşlerinin doğruluğuna
delalet eden delil isteyelim. Onlar böylesi bir delil bulamayacaklarına göre,
işte bu noktada, sözlerinin doğruluğuna delalet eden herhangi bir şeyin
bulunmadığı ortaya çıkmış olur. Ki, söylediğimiz bu husus da, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Yoksa, (elinizde) açık bir hüccetiniz mi var? Öyleyse, eğer doğru
söyleyenlerseniz, getirin kitabınızı" beyanından kastedilmiş olandır.
Yaptığımız bu izahlarla, benimsemiş oldukları bu görüşün doğruluğuna, ne
hissin, ne haberin, ne de tefekkür ve nazarın delâlet etmediği sabit olmuş
olur. Dolayısıyla, böylece böylesi bir neticeye varmak kesinlikle batıl olmuş
olur.
Bil ki Allah,
onlardan, kendi inançlarının doğruluğuna delâlet eden bir delil isteyince bu,
taklidin bâtıl olduğuna ve dinin, ancak delil ile sıhhat bulabileceğine delâlet
eder.
[144]
Cenâb-ı Hakk,
"Kızları oğullara tercih mi etmiş O?!
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O'nunİa cinler arasında bir hısımlık uydurdular" buyurmuştur.
Alimler, bu ifadede geçen clnne sözüyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf
ederek şu izahları yapmışlardır:
1) Mukatil, "Onlar, meleklerin Allah'ın
kızları olduğunu delilsiz olarak iddia ettiklerinde, Allah'la melekler arasında
bir yakınlık ve neseb yakınlığı isbât etmeye kalkışmış oldular" demiştir.
Bu görüşe göre, ayetteki clnne ile, melekler kastedilmiş olur. Meleklerin bu adı
almaları da, ya gözle görülmediklerinden, veyahut da cennetin bekçileri
oluşlarından dolayıdır.
Ben derim ki, bu görüş
bana göre bir problem arzetmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, Kureyş'in, ''Melekler,
Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki sözlerini çürütmüş, daha sonra da,
"O'nunİa cinler arasında bir nesep uydurdular" cümlesini buna
atfetmiştir. Halbuki atıf, matufun, matufun aleyh'den başka olmasını
gerektirir. Binâenaleyh, bu ayetten kastedilenin, öncekinden başka olması
gerekir.
2) Mücâhid
şöyle der: "Kureyş kâfirleri, "Melekler, Allah'ın kızlarıdır"
deyince, bunun üzerine Ebû Bekr es-Sıddık (r.a) onlara, "Peki, anneleri
kimdir?!" deyince de onlar, "Cinlerin en şerefli olan dişileri"
dediler. Bu da, bana göre akıldan uzak bir görüştür. Çünkü, evlilik sebebiyle
meydana gelen hısımlığa, "neseb" ismi verilmez.
3) Biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, cinleri
Allah'a ortak koştular" (En'âm, ıoo) ayetini tefsir ederken, bir grup
zındığın, "Allah ve İblis, iki kardeştirler! Allah, hayırlı ve iyi olan
kardeş, İblis de, âdî ve şerli olan kardeştir" dediklerini rivayet
etmiştik. Binâenaleyh, buradaki "Onunla cinler arasında bir nesep
uydurdular"cümlesinden, işte bu inanç
kastedilmiştir.Bana göre bugörüş, doğruya en yakın olan görüş olup, Yezdan ve
Ehrimen şeklinde ikili (düalist) sisteme inanan mecûsilerin görüşüdür.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Andolsun ki, bizzat cinler dahi, onİann behemehal cehenneme ihzâren
getirileceklerini pekâlâ bilmektedirler" buyurmuştur ki bu, "Andolsun
ki cinler, bu sözü söyleyenlerin, ihzâren cehenneme atılacaklarını ve azâb
göreceklerini bilmektedirler" anlamındadır. Bu ayetin manasının,
"Andolsun ki cinler, kendilerinin azâbta hazır tutulacaklarını
bilmektedirler" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Binâenaleyh, birinci
görüşe göre, hum zamiri, "bu sözü söyleyenlere; ikinci görüşe göre ise,
cinlerin bizzat kendilerine râcî olmuş olur.
[146]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kendisini, onların ileri sürmüş olduğu o yalan ve iftiralardan tenzih
ederek, "Allah, onların isnâd edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir.
Lâkin Allah'ın ihlasa erdirilmiş kullan bunlar gibi değil..." buyurmuştur.
Ayetteki bu istisnanın neden yapıldığı (müstesna minh'in ne olduğu) hususunda
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bunun Kelimesinden yapılan bir istisna
olduğu ileri sürülmüştür ki, buna göre mana, "Allah'ın ihlasa erdirilmiş
kullan kurtulmuşlardır" şeklinde olur. Bunun, "O'nunla cinler
arasında bir nesep uydurdular" cümlesinden yapılmış olan bir istisna
olduğu da ileri sürülmüştür. Ve yine bunun, muhdarûn kelimesinden yapılmış olan
bir İstisnâ-i munkatı' olduğu da ileri sürülmüştür. Buna göre mana, "Lâkin
ihlasa erdirilmiş kimseler, Allah'ı bu şekilde tavsif etmekten beridirler"
şeklinde olur. Lâm'ın kesresiyle, (muhlisin) okunması halinde, bu kelimenin manası,
"ibâdetini ve inancını sırf Allah için yapmış olanlar müstesna...";
fetha ile (muhlasîn) okunması halinde ise, manası, "Allah'ın lütfü ile,
kendilerini böylesi kullar kıldığı kimseler müstesna" şeklinde olur. Allah
en iyisini bilendir.
[147]
"Ne siz, ne efe
taptıklarınız, kimseyi Allah'a karşı kandırıp yoldan
çıkaramazsınız. Ancak cehenneme girecek olanı
kandırabilirsiniz. "Bizden,
hiçkimse
müstesna olmamak üzere, herbiri için malûm birer makam vardır.
Biziz, o saf saf
dizilenler, biz! Biziz o teşbih edenler, biz! Hakikaten, (müşrikler
evvelce) şu katî sözü söylüyorlardı: "Eğer
nezdimizde, evvelkilerden bir kitap
olsaydı,
elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk." Şimdi ise
O'na inanmayıp kâfir oldular. İleride, bileceklerdir
ya!"
[148]
(Saffat. 161-170).
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
Bil ki, Allah Teâlâ
kâfirlerin inançlarının yanlışlığına dair deliller getirince, Allah'ın,
haklarında azaba duçar olacaklarını,
azâb göreceklerini hükmettiği
kimseler hariç, kâfirlerin,
hiçkimseyi saplamayacaklarına dikkat çeken ifadeyi getirmiştir. Keşşaf sahibi,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız, siz kimseyi Allah'a
karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız (...)" ifadesiyle ilgili olarak şu
iki açıklamayı yapmıştır:
a)
Aleyhi'deki zamir, Allah'a râcî olup, manası, "Sizler ve mabutlarınız,
sizler ve onlar, topyekûn, Allah'ın, ilm-i ezelîsi ile cehennemliklerden
olduğuna hükmettiği cehennem yârânı olanlar müstesna, Allah'ın aleyhinde
fitneye sürükleyemezsiniz" şeklinde olur. Buna göre şayet, "Onlar,
onları Allah'a karşı nasıl kışkırtabilirler?" denilirse, biz deriz ki,
onlar onları, iğvâlarıyla Allah'a karşı kışkırtırlar. Çünkü bu, senin tıpkı,
"Falanca, o kadın, ona (kocasına) karşı kışkırttı" demen gibi,
"Falanca, falancanın hanımını, ona karşı baştan çıkardı" şeklindeki
sözüne benzer.
b) Tıpkı
Arapların, "Her adam, işiyle ve gücüyle beraberdir, uğraşır1' şeklindeki
sözlerindeki vav'ın (-ile) manasına
gelmesi ve cümlenin bu şekilde beşinin caiz olması gibi, kelimesindeki vâvda,
anlamında olup, sözün biçiminde bitmesi
mümkündür. Çünkü, ayetteki ifadesi, haberin yerini tutan bir ifâde olup, (esas
haber vücûben hazfedilmiştir). Çünkü bunun takdiri, "Siz taptıklarınızla beraber..."
şeklinde olup, manası, "Sizler ilahlarınızla berabersiniz" yani
"Sizler, onların eşleri ve yaranlarısınız. Onlara tapmaktan geri
durmazsınız" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani
"Siz, ancak sizin gibi cehenneme girmek isteyen kimseler dışında hiç kimseyi
o tapmanıza yönelemezsiniz" demektir. Hasan el-Basrî, lâm'ın dammesi
İle, (Sâlu'l-cahîm) şeklinde okumuştur
ki, bu okuyuş şu şekilde izah edilir. Buna göre bu kelime çoğul kabul edilip,
vâv'ı, iki sakinin bir araya gelmesinden dolayı düşmüştür.
Eğer: "Ayette
râcî olan }» zamiri varken, bu ism-i fail sigasının cemî getirilmesi nasıl
doğru olur?" denilirse, biz deriz ki, men'in lafzı müfred, manası ise
çoğuldur. Binâenaleyh huve lafzı; salûn: (ateşe girenler) kelimesi, manasına
hamledilebilir.
[149]
Alimlerimiz, şeytanın
iğvasının ve vesvesesinin bir tesiri olmadığına, müessir olanın Allah'ın kaza
ve kaderi olduğuna
bu ayeti delil
getirerek şöyle demişlerdir: "Çünkü ayetteki,
"Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız, siz O'nun
aleyhinde
fitneye sürükleyecek değilsinizdir"
ifadesi, insanları, fitneye ve sapıklığa düşürme hususunda, ne onların
sözlerinin, ne de taptıkları şeylerin hallerinin bir tesiri olmadığı hususunda
açık ve net bir ifadedir.
Cenâb-ı Hak,
"Kendisi cehenneme girecek olan kimse müstesna..." buyurmuştur. Bu,
"Allah'ın hükmüne ve takdirine göre, böyle olanlar müstesna" demek
olupda, böylesi hâdiselerin meydana gelmesine sebep olan şeyin, Allah'ın hükmü
olduğu hususunda açık bir ifadedir. Ömer b. Abdulaziz, işte bu neticeyi isbat
için, bu ayeti delil getirmiştir. Cübbât şöyle der: "Bu ayetle, meleklere
ibadet edenler kastedilmiş olup, onlar meleklerin, Allah'ın kızları olduğunu
iddia ediyorlardı. Bu kimseler, Allah'ın ilm-i ezelisinde, kâfir olacakları
sabit olanlar müstesna, hiç kimseyi kâfir yapamazlar. Böylece bu, Allah,
şeytanı vesveseden menetmiş ofsaydı bile Allah'a iman etmeyecek olanların,
şeytanın çağrısı ile, dalâlete düştüklerine delâlet eder. Aksi halde Cenâb-ı
Hak, şeytana manî oturdu. Böylece bununla, asî olan herkesin, kendisinden salah
(hayır) namına hiçbir fiilin çıkamayacağı anlaşılmış olur."
Buna şöyle cevap
verilir: Bu sözün neticesi, insan ve cin şeytanlarının iğvasının hiçbir tesiri
olamayacağı şeklinde olup, bunda bir münakaşa yoktur. Fakat bu ayetten
yapılacak istidlalin şekli, Allah Teâlâ'nın, fitneye düşme hususunda, bunların
sözlerinin ve vesveselerinin hiçbir tesiri olmayacağını beyan etmiş olmasıdır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu hükümden, "Kendisi cehenneme girecek olan
kimse"\eri müstesna etmiştir. Binâenaleyh ayette bahsedilen fitneye düşme
ile, o kimsenin cehenneme gireceğine hükmedilmiş olmasının kastedtlmesi gerekir
ki bu da, "şekavet" ve "saadef'in meydana gelmesinde müessir
olanın, Allah'ın o kimsenin şekavetine veya saadetine hükmetmesi olduğunda açık
bir ifadedir. Bil ki âlimlerimiz, bu deliii, şu meşhur hadisle izah
etmişlerdir: Bu hadis, Hz. Âdem (a.s)'in. Hz. Musa (a.s)'yı ziyaretini anlatan
hadistir.
[150]
Kadı bu hadisi, kelâm
alimlerinin kabul etmediğini, çünkü bunun, hiçbir kimsenin günahından ötürü
kınanmamayt gerektirdiğini; çünkü eğer Hz. Âdem {a.s), Allah'ın onu yaratmazdan
önce, onun için takdir ettiği bir amelden ötürü, Musa (a.s)'nın kendisini
kınamasına izin vermemiş ise, bu, her günahkâr için söz konusu olur. Eğer böyle
birşey, Hz. Adem (a.s) için delil olabiliyor ise, Hz. Musa (a.s) niçin tokat
atıp (kazaen) öldürdüğü adam hususunda, uBu şeytanın işindendir. Çünkü şeytan,
apaçık saptırıcı bir düşmandır"(Kasas. 15» ve "Günahkârlara destek
olmayacağım" (Kasas, 17) demiştir? Niçin, Allah'ın kendileri için takdir
ettiği bir işten ötürü, Musa (a.s), Firavun'u ve ordusunu kınamıştır? Hem
bunların (ehl-i sünnetin) durumuna şaşıyorum, kaderciliği kabul etmiyorlar.
Halbuki bu hadis, Hz. Adem (a.s)'in kaderci olmasını gerektiriyor. Binâenaleyh
aslında onların, bu hadisi de kabul etmemeleri
gerekir. Hem sonra, Hz. Adem (a.s) ve Hz. Havva, "Ey Rabbimiz, biz
kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmet etmezsen, mutlaka
hüsrana uğrayanlardan oluruz' (A'r&f. 23) demelerine rağmen, daha nasıl o,
Hz. Musa (a.s)'ya karşı, "Bundan Ötürü kınanamam. Çünkü Allah Teâlâ beni
yaratmazdan önce, bunu benim için takdir etmiştir" diye delil
getirebilmiştir?"
[151]
Kâdi'nin sözlerinin
tamamı bundan ibarettir. Ona karşı şöyle denebilir: Farzet ki sen bu hadisi
kabul etmiyorsun. Ama söyle bakalım, bu ayeti kabul ediyor musun, etmiyor
musun? Çünkü biz, bu ayetin, açıkça vesvesenin tesir etmediğine delalet
ettiğini anlattık. Çünkü herşey, Allah'ın hikmetiyle tecelli etmektedir. Bunun
delilleri şunlardır:
1) Eğer
kâfir, şeytanın vesvesesi sebebiyle sapmış ve şeytanın sapıklığı da başka bir
şeytan sebebiyle olmuşsa, o zaman şeytanların teselsülü gerekir ki bu
imkânsızdır. Yok eğer bu, daha önce bulunan bir vesvese sebebiyle olmamış olan
bir sapıklığa varıp dayanıyorsa, işte biz bunun böyle olduğunu söylüyoruz.
2) Herkes
kendisinde gerçek ve doğru bir itikad ve dinin olmasını ister. Bunun zıddının
bulunması, bunun kulun kendisinden olmadığına delâlet eder.
3) Fiiller,
sebeplere (ona davet eden şeylere) dayanır. Sebeplerin tahakkuku ise, Allah'ın
yaratmasıyla olur.
4) Allah
Teâlâ'nın hikmeti birşeyi gerektirip, Allah da o şeyin olacağını bildiğine
göre, şimdi eğer o şey meydana gelmeyecek olsa, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın daha
evvel vermiş olduğu bu hükmün yalana dönüşmesi gerekir. Halbuki o hükmü vermeyi
gerektiren o ilmin yalana dönüşmüş olması imkânsızdır. Kâdi'nin delil olarak
ileri sürdüğü ayetler, herşeyin AHah'dan olduğuna delâlet eden ayetler ile
çelişir gibi görünür. Halbuki Kur'ân bu ayetlerle dopdolu bir deniz gibidir.
Geriye, bizim bahsettiğimiz aklî deliller sapasağlam kalır. Allah en iyi
bilendir.
[152]
Cenâb-ı Allah daha
sonra, o meleklerin 'Sizden hiçbir kimse müstesna olmamak üzere, herbiri için
malum birer makam vardır" dediklerini bildirmiştir. Ekseri âlimler, bu
ifadeyle, meleklerin kendilerinin ileri derecede kullar olduklarını ifade
ettiklerini, çünkü namaz ve teşbih için yaratıldıklarını anlattıklarını
belirtmişlerdir ki bundan maksad, meleklerin Allah'ın çocukları olduğunu
söyleyenlerin görüşlerinin yanlışlığına dikkat çekmektir. Çünkü onların, ileri
derecede kullar oluşları, kulluklarını itiraf ettiklerine delâlet etmektedir.
Bil ki bu ayet,
meleklerin üç çeşit sıfatları bulunduğunu gösterir:
1)
"Bizden hiçbir kimse müstesna olmamak üzere, herbiri için malum birer
makam vardır" ayetinin ifade ettiği husus... Bu, herbir meleğin, daha
ilerisine geçemeyeceği ve aşamayacağı mertebe ve derecesi bulunduğuna delâlet
eder. İşte bu dereceler, onların, bu
âlemin maddeleri üzerinde
tasarruf etmedeki ve
marifetullahdaki
derecelerine bir işarettir. Onların, tasarruf ve fiillerdeki dereceleri,
"Biziz o saf saf dizilenler, mutlaka biz" ifadesinin anlattığı husus
olup, bundan murad, onların taatları edada, hizmet ve kulluğu îfâdaki saf
tutuşlarıdır. Onların marifetullahdaki dereceleri de, "Biziz o teşbih
edenler de, mutlaka biziz" ayetinin anlattığı husustur. Teşbih, Allah'ı
kendisine yakışmayan şeylerden tenzih etmek demektir.
Bil ki Hak Teâlâ'nın
bu iki ayeti, hasr (sadece) manasına olup, sanki "kutlukta başkaları
değil, sadece biz saf saf oluruz, sadece biz teşbih ederiz" manasınadır.
Bu, böyle bir "hasr"ın doğru olabilmesi için, insanın ibadet ve
bilgilerinin, meleğin ibadet ve bilgilerine nisbetle adetâ bir hiç olmasını
gerektirir. Netice olarak diyebiliriz to, bu üç ayet, meleklerin enteresan
sıfatlartndaki sırlara işaret eder. O halde bu hasr bulımduğu halde, insanın
meleklerden üstün olup olmadığının tartışılması bir yana, insanın derecesinin,
meleğinkine yakın olması bile nasıl söylenebilir?
Ayetteki
"Hakikaten
müşrikler şu katt sözü söylüyorlardı:
"Eğer nezdimizde, evvelkilerden bir kitap olsaydı, elbet biz de, Allah'ın
ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk" ifadesi, "Kureyş müşrikleri ve
diğerleri, "Elimizde "zikir" yani, ehl-i kitab'a indirilen
Tevrat ve İncil gibi, geçmiş kitaplardan bir kitap olsaydı, ibadetimizi sırf
Allah için yapardık ve onlar gibi, biz tekzib etmezdik" diyorlardı. Daha
sonra onlara, zikirlerin efendisi olan bir zikir, bütün kitapların şahidi ve
şahı bir kitap olan Kur'ân gelince, bunu yalanladılar" demektir. Bu ayetin
bir benzeri de, "Onlara bir uyana elçi geldiği zaman, bu, onların ancak
nefretini (kaçışını) artırdı"(Fatır. 42) ayetidir.
Daha sonra Hak Teâlâ
"İleride bilecekler (onlar)" buyurmuştur. Bu, "Onlar, bu inkâr
ve yalanlamalarının neticesini ileride anlayacaklar" demektir.
[153]
"Andolsun ki
(peygamber) olarak gönderilen kullarımız hakkında, bizim geçmiş
sözümüz vardır: "Muhakkak onlar, mansur
olacaklardır. Şüphesiz bizimordumuz gâlib gelecektir." Onun için, sen bir
müddet onlardan yüz çevir,
gözetle onları. Onlar
da yakında görecekler. Şimdi onlar, bizim azabımızınhemen gelmesini mi
istiyorlar? Ama bu, onların bölgesine çökünce, o
korkutulanların sabahı ne kötü olacak. Sen, bir müddet onlardan yüz
çevir.Gözetle onları. Onlar da yakında görecekler, izzet sahibi Rabbin, onların
İsnad ettikleri sıfatlardan yüce ve münezzehtir.
Gönderilen bütün
peygamberlere selâm.
Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun"[154]
{Sâffât, 171-182).
Bil ki Allah Teâlâ,
Kâfirleri, "Onlar, bu inkâr ve yalanlamalarının neticesini ileride bilip
anlayacaklar" diye tehdid edince, bunun peşinden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
kalbini güçlendirip, ona teselli olacak şeyi getirerek, "Andolsun ki
gönderilen kullarımız hakkında, bizim geçmiş sözümüz vardır. Muhakkak onlar
mansur olacaklardır. Şüphesiz bizim ordumuz gâlib gelecektir" buyurmuş;
Hz. Peygamber (s.a.s)'e olan yardım ve destek vaadinin çok önceden takdir
edilmiş olduğunu beyan etmiştir. Bunun bu manada oluşunun delili, "Allah,
"Ben ve peygamberlerim, mutlaka gâlib gelecektir" diye
hükmermi$r/r"(Mücâdeie,2i) ayetidir. Hem "hayır", zâtı gereği,
"şer" ise arızî olarak takdir edilmiştir. Zatî olan, arızî olandan
daha kuvvetlidir. Allah'ın yardım ve desteği, bazan delilin kuvvetli oluşu,
bazan devlet ve hükümranlık, bazan da devam ve sebat vermekle olur. Binâenaleyh
eğer (mü'min), bazan dünyevî şartlarının zayıflığı sebebiyle mağlub olsa bile,
aslında gâlibtir. Binâenaleyh "ama bazı peygamberler öldürülmüş, birçok
mü'minler hezimete uğratılmıştır" diyerek, bu ayete itiraz edilemez.
[155]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, daha önce verilmiş olan hükmü ve kaderi
bildirince, "Sen, bir müddet onlardan yüz çevir, geri dur"
buyurmuştur. Bununla, "onlarla savaşmama ve bizim onlara vaadettiğimiz,
bir müddet dünyadan yararlanmaya güvenmeleri" kastedilmiştir. Çünkü daha
sonra, onların başına pişmanlık ve nedamet gelecektir. Müfessirler bu hususta
ihtilaf etmişlerdir:
1) Bazıları,
"bununla Bedr'e kadar bekleme,
2) Bazıları, "Mekke'nin fethine kadar,
3) Bazıları,
"Kıyamete kadar bekleme" manasının kastedildiğini söylemiştir.
Daha sonra Hakk Teâlâ,
"Gözetle onları. Onlar da yakında görecekler" buyurmuştur. Bu,
"Gözetle onları ve onların bu dünyada başlarına gelecek ölüm ve esaret
gibi; ahirette de azabı gözetle. Onlar bu dünyada senin için mukaddes olan
zaferi ve ilahî nusreti, âhiretteki bol mükâfaatı seyredeceklerdir" demektir.
Buradaki emirden murad, onların mutlaka olacak olana
delalet eden o vaadi beklemeleri kastedilmiştir. Bunun
meydana gelmesi yakındır, hatta seni gözetmekte olanların, hemen önüsıra
olacaktır.
Ayetteki, "Onlar
da yakında görecekler" ifadesi tehdid ve va'îd ifade eder. Daha sonra Hak
Teâlâ, "Şimdi onlar bizim azabamızm hemen gelmesini mi istiyorlar?"
buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) onları azabla tehdit ediyordu. Ama onlar
hiçbirşey görmüyorlardı. Böylece o azabın inmesi hususunda alay ederek, onun
hemen gelmesini istiyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, bu acele edişin
bir cehalet olduğunu, çünkü Allah'ın her bir fiili için, ne öne alınabilecek,
ne geri bırakılabilecek belli bir vakti olduğunu, o vakit gelip çatmadan, onu
istemenin cahillik olduğunu anlatmıştır.
Daha sonra Hak Teâlâ,
onların hemen gelmesini istedikleri o azabı anlatarak "Ama bu (azab)
onların bölgesine çökünce, o korkutulanların sabahı ne kötü olacak!"
buyurmuştur. Bu manalar şüphesiz, bu afızla ifade edilmiştir. Sanki onlar, âdet
üzere sabah vakti üzere geliyorlarmış gibi. Böylece de, bu vaktin zikredilmesi,
bu işten bir kinaye kılınmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onun için, sen
bir müddet onlardan yüz çevir, gözetle onları. Onlar da yakında
görecekler" ifadesini yeniden getirmiştir. Birinci ayette (sattat, 175),
daha önce geçmiş olan dünya ahvâli; bununla (Sâftst. 179) da, Kıyametin durumu
kastedilmiştir denilmiştir. Yapılan bu izaha göre bu demektir ki, ayetlerde
herhangi bir tekrar söz konusu değildir. Bu ayetlerin tekrarının, alabildiğince
tehdit ve alabildiğince korkutma meydana getirmek için olduğu da ileri
sürülmüştür.
[156]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu sureyi, bütün yüksek gayeleri içine alan, son derece şerefli olan bir
sonuçla hitama erdirmiştir. Bu böyledir, zira insan için mühim olan şeylerin en
mühimi, şu üç şeyi bilip tanımasıdır:
a) Beşerî
takat ölçülerince, kâinatın ilâhını tanıyıp bilmek... Kişinin, Allah'ın
sıfatlarını tanıyabildiği en ileri derecesi, şu üç türdür:
1) Allah'ı
ulûhiyyet sıfatlarına uygun olmayan her türlü şeyden tenzih ve takdis etmek, ki
bu da, ayetteki "sübhane" lafzıyla temin edilmiştir.
2) Cenâb-ı
Hakk'ı, ulûhiyyet sıfatlarına yakışan her türlü şey ile tavsif etmek, ki bu da,
ayetteki "Rabbi'l-izzeti" vasfından elde edilmiştir. Çünkü
rubûbiyyet, terbiye ve eğitmeye bir işarettir. Terbiye ise, hikmet ve
rahmetinin mükemmel olduğuna delâlet eder. İzzet ise, kudretinin mükemmelliğine
bir işarettir.
3) Allah'ın,
ulûhiyyet vasfında, eşlerden ve ortaklardan münezzeh olması... Çünkü, ayetteki
"Rabbi'l-izzeti" vasfı, O'nun bütün hâdisata kadir olduğuna delalet
eder. Çünkü, izzet kelimesindeki "eliflâm" (el-) istiğrak ifade
etmektedir. "Her şey O'nun mülkü ve m il ki" olunca, geriye, başkası
için hiçbir şey kalmaz. Böylece Cenâb-ı Hakk'tn ayetinin, alemin ilahını tanıma
hususunda, derecelerin en ilerisini, son ve zirve noktaların en mükemmelini
ihtiva eden bir cümle olduğu sabit olmuş olur.
b) İnsanın,
bu dünya hayatında hem kendisine hem de bütün mahlûkata nasıl muamele etmesi
gerektiğini bilip anlamasıdtr. Bil ki, insanların pekçoğu, noksandır.
Dolayısıyla, kendilerini kemâle erdiren bir mükemmil (kemâle erdirici), onları
hakka ulaştıran bir mürşîd ve onları doğruya sevkeden bir rehberin olması
gerekir. Böylesi kimseler ise, ancak peygamber (a.s)'lerdir. İnsanın fıtratı da
açıkça ve net bir biçimde, noksan olanın, kemâle erdiriciye (mükemmil olana)
uyması gerektiğine şehâdet etmektedir. Binâenaleyh, işte bu hususa da
"Gönderilen bütün peygamberlere selâm" cümlesiyle dikkat çekmiştir.
Çünkü bu ifade, peygamberlerin, beşere uygun kemal vasıflar hususunda,
kendilerinin dışında kalanlardan üstün olduklarına ve hiç şüphesiz,
kendilerinin dışında kalanların, onlara uymasının gerekli olduğuna delâlet
eder.
c) Kişinin, ölümünden sonraki halinin nasıl
olacağını bilmesi. Bil ki, kişinin, ölmezden önce bu durumunu bilip tanıması
zordur, çetin bir iştir. Binâenaleyh, bu hususta dayanılacak şey tek olup, bu
da, âlemin ilahının Ganî ve Rahîm olduğunu bilmektir. Çünkü, Ganî ves Rahîm
olan, azâb etmez. Böylece Cenâb-ı Hak, işte bu yola da, "Alemlerin Rabbi
olan Allah'a hamdohun" cümlesiyle dikkat çekmiştir. Bu böyledir, zira
hamde layık ve müstehak olmak, ancak büyük bir in'âm sebebiyle olur. Böylece
Cenâb-ı Hak, kendisinin mun'îm olduğunu, bu ayetle beyan etmiştir. Allah'ın âlemlerden
müstağni olduğu gayet açıktır. Vasfı böyle olandan, genel olarak sudur edecek
şey, rahmeti, fadlı ve keremidir. İşte böylece, bu özellik de kişinin ölümünden
sonraki halinin, (genel olarak) selâmet ve esenlik olduğuna dikkat çekmektedir.
Bu anlattıklarımızla, bu sonucun, yıldızların incilerinden en kıymetli incileri
içinde barındıran bir sedef gibi olduğu ortaya çıkmış oldu. Hak Teâlâ'dan, hem
dünya hem de ahirette, güzel hatimeler ve afiyetler niyaz ederiz.
Bu sûrenin tefsiri,
603 yılının Zilkade ayının onyedinci günü olan cuma gününün kuşluk vaktinde
tamamlanmıştır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a; salât ü selâm da,
peygamberlerin önderi olan Hz. Muhammed (s.a.s)'e, âline, ashabına,
coluk-çocuğuna, hepsine olsun (Amini).
[157]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/565
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/565-566
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/566
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/566
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/566-567
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/568
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/568
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/568-569
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/569
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/569-570
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/570
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/570-571
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/571
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/571
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/572
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/572
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/572-573
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/573
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/573-574
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/574
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/575
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/575
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/575-576
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/576
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/576
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/577
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/577
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/578
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/578
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/578-579
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/579-580
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/580-581
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/581
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/581
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/581-582
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/582
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/582-583
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/583-584
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/584
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/584-586
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/586-587
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/587
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/587-588
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/588
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/588
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/588-589
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/589
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/589-590
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/590-591
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/591-593
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/593-594
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/594-595
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/595
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/595-597
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/597
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/597
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/597-598
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/598
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/598
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/599
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/599
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/599-600
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/600
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/600-601
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/601
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/601
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/601-602
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/602
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/602-603
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/603
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/604
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/604-605
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/605
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/605-606
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/606
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/606
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/606-607
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/607-608
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/608
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/608
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/608-609
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/609-611
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/611
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/611-613
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/613
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/614
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/614
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/615
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/615-616
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/616
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/616-618
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/618
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/618-619
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/619
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/619-620
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/620-621
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/621
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/621
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/621-622
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/622
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/622
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/622-623
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/624-625
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/625
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/625
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/625-626
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/626-627
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/627--628
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/628
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/628-629
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/630
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/630
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/630
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/630-631
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/631
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları:18/631-632
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/632-633
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/633
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/633-634
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/634
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları:18/634
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/5
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/5-6
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/6
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/6.
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/7.
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/7
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/7-8
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/8.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/8-9.
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/10.
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/10-11
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/11
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/11
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/11
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/11-12
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/12-13
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/13-14
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/14
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/14-15
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/15-16
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/16
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/16-17
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/17
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/18
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/18-19
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/19
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/19-20
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/20
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/21
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/21-22
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/22
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/22-23
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/23-24
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/24
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/24-25
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/25-26