SAFFAT SURESİ 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Surenin Fazileti: 4

Allah'ın Birliğinin İlanı: 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çtkan Hüküm Ve Hikmetler: 5

Gökyüzünün Yıldızlarla Süslenmesi: 5

İ'rab: 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 6

Ayetler Arası İlişki: 6

Açıklaması: 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 7

Öbür Dünyanın -Haşir, Neşir Ve Kıyametin- İspatı: 8

Belagat: 8

Kelime ve İbareler: 8

Ayetler Arası İlişki: 9

Açıklaması: 9

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 10

Müşriklerin Ahirette Sorumlu Tutulması Ve Bunun Sebepleri: 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Ayetler Arası İlişki: 12

Açıklaması: 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 14

Kafirlerin Ve İhlaslı Mü'minlerin Görecekleri Karşılık: 15

Belagat: 15

Kelime ve ibareler: 15

Ayetler Arası İlişki: 16

Açıklaması: 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 18

Zalimlerin Göreceği Karşılık Ve Cehennemdeki Azabın Çeşitleri: 19

Belagat: 19

Kelime ve İbareler: 19

Ayetler Arası İlişki: 20

Açıklaması: 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 22

Nuh Aleyhisselam Kıssası: 22

Belagat: 22

Kelime ve İbareler: 23

Ayetler Arası İlişki: 23

Açıklaması: 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 24

İbrahim Aleyhisselâm Kıssası: 24

Belagat: 25

Kelime ve İbareler: 25

Ayetler Arası İlişki: 26

Açıklaması: 26

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 27

Kurbanlık Kıssası: 29

İ'râb: 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Kurbanlık Kimdir?. 29

Ayetler Arası İlişki: 31

Açıklaması: 31

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 32

Hz. Musa Ve Hz. Harun Kıssası: 35

Kelime ve ibareler: 35

Ayetler Arası İlişki: 35

Açıklaması: 36

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler : 36

İlyas Aleyhisselam Kıssası: 37

İrab: 37

Kelime ve İbareler: 37

Ayetler Arası İlişki: 37

Açıklaması: 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 38

Lût Aleyhisselâm Kıssası 38

Kelime ve İbareler: 39

Ayetler Arası İlişki: 39

Açıklaması: 39

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 39

Yunus Aleyhisselâm Kıssası: 40

İ'râb: 40

Belagat: 40

Kelime ve İbareler: 40

Ayetler Arası İlişki: 41

Açıklaması: 41

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 42

Müşriklerin İnancının Çürütülmesi: 43

Belagat: 44

Kelime ve İbareler: 44

Nüzul Sebebi: 45

Ayetler Arası İlişki: 45

Açıklaması: 45

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 47

Allah Teala'nın Ordusunun Zaferi: 48

Belagat: 48

Kelime ve İbareler: 48

Nüzul Sebebi: 49

Açıklaması: 49

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 50


SAFFAT SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sure, Allah Tealâ tarafından "Saf duranlar"a yemin edilmesiyle başladığı için "Sâffât" adını almıştır. Buradaki "saf duranlar", tıpkı dünya­da insanların namaz için sıra sıra dizilip saf bağlamaları gibi gökyüzünde saf bağlayan temiz meleklerdir. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin, kendisinden önceki sureyle münasebeti üç noktada kendi­ni göstermektedir:

1- Bu surenin baş tarafıyla bir önceki sure olan Yâ-Sîn suresinin sonu­nun, Yüce Allah'ın gerek gökte ve gerekse yerde bulunan her şeye şamil olan kudretinin -ki ahiret hayatı ve diriliş de bunlardandır- beyanı nokta­sındaki benzeşmesi. Çünkü Yâ-Sîn suresinde de zikredildiği gibi Yüce Al­lah var edici ve eşya üzerindeki iradesini süratle gerçekleştiricidir. Keza bu surenin başında da zikredildiği gibi O, tektir ve ortağı yoktur. Buradaki bağlantı noktası ise şudur: İradenin süratle tahakkuku, ancak yaratıcı ve mucidin tek olması halinde gereği gibi gerçekleşebilir.

2- Bu surenin Yâsîn'den sonra gelmesi, geçmiş nesillerin ahvalinin tafsilatlı olarak anlatılması noktasında A'râf suresinin En'âm'dan ve Şu'arâ suresinin Furkan'dan sonra gelmesi gibidir. Bu nesillere ve nasıl helak edildiklerine, bundan önce geçen Yâ-Sîn süresindeki "Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi, onların bir daha kendilerine dönmedik­lerini görmezler mi?" (Yâ-Sîn, 36/31) ayetiyle işaret edilmişti.

3- Bu sure, bir önceki surede mücmel olarak değinilen, müminlerin ve kâfirlerin dünya ve ahiretteki durumunu ayrıntılı olarak açıklamaktadır. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu surenin konusu, tıpkı diğer Mekkî surelerde olduğu gibi inanç esaslarının açıklanmasıdır ki bu esaslar tevhid, vahiy, nübüvvet, öldükten sonra dirilme ve amellere karşılık görmeye inanmadır.

Yine bu surede, mugayyebata (gayb alemine) ilişkin üç husustan söz edil­mektedir ki bunlar melekler, cinler ile ahirette diriliş ve hesaba inanmadır.

Sureye, Allah'ın emrini yerine getirmek için gökte dizi dizi duran ve bulutları Allah'ın dilediği gibi sevk ve idare eden meleklerden ve tevhide, yerin ve göklerin yaratılışına ve göğün yıldızlarla süslenmesine delâlet için Allah'ın kendilerine yemin ettiği varlıklardan söz ederek başlanmaktadır.

Daha sonra cinlere ve bunların alevlerle gök yüzünden kovulmalarına işaret edilmektedir. Bu ayetlerden maksat, cinlerle Allah Tealâ arasında bir yakınlık bulunduğunu iddia eden cahil müşrikleri cevaplandırmak ve onların iddialarını reddetmektir. Yine bu ayetlerde, müşriklerin diriliş ko­nusundaki tutumu, öldükten sonra dirilmeyi inkârları, dünya ve ahiretteki durumları açıklanmakta; onların bir tek sayha ile önemsiz, küçük ve zelil varlıklar olarak haşrolunacakları kesin ve susturucu bir şekilde ortaya konmakta ve ancak kıt akıllı kimseleri aldatabilecekleri belirtilerek müş­rikler, "Melekler Allah'ın kızlarıdır." şeklindeki sözleri sebebiyle azarlan­makta ve Yüce Allah bundan tenzih edilmektedir.

Yine bu sure kâfirlerin kıyametteki ahvalinin kötülüğünü açıklamakta ve onları, dünyada müminlerle aralarında geçen bir konuşmayla zikretmek­tedir. Daha sonra ibret, nasihat ve varılacak sonu açıklamak maksadıyla müminlerle kâfirlerin sonunu açıklayarak -ki müminler, nimetlerinin özel­likleri anlatılan cennette, kâfirler ise ateşinin vasıfları anlatılan cehennem­de ebedî kalacaklardır- meseleyi kesin bir şekilde bağlamaktadır.

Burada anlatılanlar, daha önce gelmiş bulunan bazı peygamberlerin hatırlatma ve nasihat amacıyla özet halinde anlatılan kıssalarıyla da uyum halindedir. Bu peygamberler Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İlyas, Hz. Lût ve Hz. Yunus (a.s)'dır. Ancak surede Hz. İbrahim (a.s.) kıssasında iki noktada açıklamaya gidilmektedir. Bun­lardan ilki Hz. İbrahim (a.s.)'in putları kırması, ikincisi de -tüm insanla­rın, iman, imtihan ve kurbanın nasıl olduğu konusunda aydınlatılması için- oğlunu kurban etmeye atılmasıdır. Zira o, Rabbinin emrini bir an ön­ce yerine getirmek için harekete geçmişti. Sözkonusu emir onun sabrını de­nemek maksadına yönelikti ve o, iman ve sıdk ile bu çetin imtihandan ba­şarıyla çıkmıştı; oğlunu, Allah'ın rızası uğruna yine O'nun verdiği evlâdını kurban edecekti. Ancak Allah, kurban konusunda sünnet kıldığı bir bedeli kendisine ikram buyurdu.

Aynı şekilde ilginç olan Hz. Yunus (a.s.) kıssası ve -tevbe ettiği, Allah'ı zikredenlerden ve namaz kılanlardan olduğu için- balığın karnından kur­tarılışı da bu surede açıklanmaktadır.

Meleklerin kimi vasıflarının anlatımıyla başlayan sure, yine onların birtakım özelliklerinin anlatımıyla sona ermektedir. Surenin sonunda me­leklerin saflar halinde durdukları ve Allah'ı teşbih ettikleri anlatılmakta, Allah'ın gerek dünyada, gerekse ahirette enbiya ve evliyasına olan yardımı beyan edilmekte, rasuller övülmekte ve Allah'ın onlar üzerine olan selâmı  ifade edilmekte, Allah'ın, müşriklerin isnat ettiği vasıflardan münezzeh ol­duğu vurgulanmakta ve Cenab-ı Hak, kendisini sena edip, zatının "izzet sahibi" ve "alemlerin Rabbi" olduğunu belirterek hamdin kendisine mah­sus olduğunu dile getirmektedir. [3]

 

Surenin Fazileti:

 

Nesâî, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ra-sulullah (s.a.) bize namazı hafif kıldırmamızı ve namaz kıldırırken Sâffât suresini okumamızı emir buyururdu." [4]

 

Allah'ın Birliğinin İlanı:

 

1- Andolsun o sıra sıra dizilenlere,

2- Bağırıp sürenlere,

3- Zikir okuyanlara

4- ki şüphesiz sizin ilâhınız gerçek­ten birdir.

5- Göklerin, yerin ve bunların ara­sında bulunanların Rabbi, doğula­rın da Rabbidir.

 

Belagat:

 

"Şüphesiz sizin ilâhınız gerçekten birdir." Bu ifade, "in" ve "lâm" harf­leriyle tekitli olarak gelmiştir. Bu tekidin sebebi, muhatapların, Allah'ın birliğini inkârıdır. [5]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun o sıra sıra dizilenlere" Yüce Allah, insanların dünyada na­maz kılarken saf bağlamaları gibi gökte, Allah'ın emrini yerine getirmek için bekleyerek ibadet için saf bağlayan meleklere yemin etmektedir. Bu an­latıma göre meleklerin saflardaki tertibi, fazilet ve üstünlüklerine göredir.

"Bağırıp sürenlere" bulutları sevk ve idare edenlere, yani sürenlere. Burada kullanılan "zecr (sürmek)" kelimesinin aslı, kuvvetle bağırarak uzaklaştırmaktır. Araplar "Deve ve koyun sürüsünü zecrettim." derler ki, onları sesle ve bağırarak ürküttüm, demektir. Daha sonraları bu kelime bir şeyi sevk ve bir şeye teşvik anlamında kullanılmıştır.

"Zikir okuyanlara" Kur'an'ı tilavet ve kıraat eden meleklere.

"ki şüphesiz sizin ilâhınız gerçekten birdir." Bu cümle, meleklere yapı­lan yeminin cevap cümlesidir ki Allah'ın bir olduğunu ve ortağının bulun­madığını ifade etmektedir. Bu cümlenin muhatabı, tevhidi inkâr eden müş­riklerdir.

"Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunanların Rabbi, doğuların da Rabbidir." Bütün bunların Rabbi, yani yaratıcısı ve malikidir. Buradaki "doğular" kelimesiyle güneşin doğduğu yerler kastedilmektedir. Yani Allah, doğuların Rabbi olduğu gibi, batıların da Rabbidir. Zira güneşin hergün doğduğu ve battığı yerler değişiktir. Şu halde anlam şöyle olur: Bu şekilde  örneksiz ve mükemmel olarak yaratılmış olan bu mahlukâtm varlığı, Al­lah'ın varlığını ve kudretini gösteren en açık delildir. [6]

 

Açıklaması:

 

Yüce Allah, ibadet için sıra sıra dizilen, yahut gökte Allah'ın emrini bekleyerek saflar halinde duran ve çeşitli görevlerle vazifeli meleklere ye­min etmektedir. Kendilerine emir buyurulan bir idare ve tedbirle bulutları belli bir yere sürmek veya insanları, kendilerine hayırlı düşünceler ilham ederek günah işlemekten alıkoymak ve şeytanları, insanlara vesvese vere­rek saptırmaktan men etmek o meleklerin görevlerindendir.

Yine onların görevleri arasında, Allah'ın peygamberlerine veya velile­rine Allah'ın ayetlerini okumak da bulunmaktadır. Yüce Allah, "Ey kendi­sine ihlâsla ibadet etmeleri gereken muhataplar! Sizin mabudunuz birdir ve Onun ortağı yoktur. O göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan her çeşit mahlukun yaratıcısı ve hepsinin sahibidir. O, güneşin doğduğu ve battığı yerlerin Rabbidir. O halde nefislerinizde Allah'ın birliğini ilan ve O'na ihlâsla ibadet edin, sadece O'na itaat edin. Zira bu mahlukâtın varlı­ğı, yaratıcının varlığının, kudretinin ve birliğinin en açık delilidir." diye ye­min etmektedir. [7]

 

Ayetlerden Çtkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetler, aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Yüce Allah meleklere yemin etmektedir. Allah dilediği şey üzerine ve dilediği vakitte yemin eder.

2- Bu ayetler, meleklerin üç vasfını zikretmiştir ki bunlar,

a) Meleklerin saflar halinde durmaları. Bu saf halinde duruş, ya "Bi­ziz o saf saf dizilenler, mutlak biz." (Sâffât, 37/165) ayetinin de haber verdi­ği gibi, ibadetlerini yerine getirmek içindir, ya da meleklerin, gökyüzünde kanatlarını saf saf yaparak Allah'ın emrinin kendilerine ulaşmasını bekle­diklerini anlatır.

b) Bulutların zecri, yani sürülmesi ve hareket ettirilerek bir yerden di­ğer bir yere götürülmesi, veya insanların, kalplerine ilham ve etkide bu­lunmak suretiyle günah işlemekten alıkonulması, yahut şeytanların, Ade-moğullarına musallat olarak kötülük yapmalarının veya onları incitmeleri­nin engellenmesi.

c) Namazda, bir de peygamberlerin ve evliyanın üzerine -kendilerine Allah'ın hükümlerini hatırlatıp, nefislere onların yerleşmesini temin için-Allah'ın Kitabının okunması.

Bu üçüncü özellik bir diğer ayette daha zikredilmiştir ki o ayet şudur: "Arındırmak ve sakındırmak için öğüt telkin edenlere." (Mürselât, 77/5-6).

Öte yandan Sünnet'te, meleklerin saflarının keyfiyetini anlatan iki sa­hih hadis gelmiştir. Bu hadisler şunlardır:

a) Müslim, Hz. Huzeyfe (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Biz, diğer ümmetlere karşı şu üç şeyle üstün kılındık: Bizim saflarımız meleklerin safları gibi tertip edilmiştir, yeryüzünün tümü bize mescit kılınmıştır, su bulamadığımız zaman yeryüzünün toprağı bizim için temizleyici kılınmıştır."

b) Yine Müslim ile Nesâi ve İbni Mace, Cabir b. Semure (r.a.)'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Meleklerin, Rableri-nin huzurunda saf bağladığı gibi saf bağlamaz mısınız?" Biz "Melekler Rablerinin huzurunda nasıl saf bağlarlar?" diye sorduk, "Ön safları ta­mamlarlar ve safta sıkışık dururlar." buyurdu."

3- Bu azametli yeminin cevabı, Yüce Allah'ın bir olduğu ve ne herhan­gi bir ortağının, ne de ikinci bir ilâhın bulunduğudur. Bu yemin, aynı za­manda Yüce Allah'ın birliğini ispat eden bir burhan ile de tekit edilmiştir.

"Her şeyde O'na bir işaret vardır, O'nun birliğine delâlet vardır"

4- Yaratıcı olan Allah'ın varlığının, birliğinin ve kudretinin delili, O'nun göklerin, yerin, bu ikisi arasındakilerin ve güneşin doğduğu ve battı­ğı yerlerin yaratıcısı ve sahibi olmasıdır.

Ayette zikredilen "doğular" kelimesi, batılara da delâlet ettiği için ba­tılar zikredilmemiştir. Doğularla birlikte batılar, şu ayetlerde açıkça zikre­dilmiştir: "Hayır! Doğuların ve batıların Rabbine andolsun ki bizim gücü­müz yeter." (Me'âric, 70/40), "O, hem iki doğunun Rabbi, hem iki batının Rabbidir." (Rahman, 55/17). Bu ikinci ayette yaz ve kış mevsimlerine göre güneş ve ayın doğuş ve batış yerleri kastedilmektedir. Şu halde ilk ayette güneşin hergün kendine mahsus olan günlük doğuş yerlerini anlatılırken, ikinci ayet güneşin ayrıca her yıl için iki doğuş yerinin bulunduğunu be­yan etmektedir. [8]

 

Gökyüzünün Yıldızlarla Süslenmesi:

 

6- Şüphesiz biz en yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik.

7- Ve onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk.

8-Onlar dinleyemezler.Her yandan kovularak

9- ve uzaklaştırılırlar. Onlar için sürekli bir azap vardır.

10- Yalnız bir söz çalan müstesna, onu da delici bir alev takip eder.

 

İ'rab:

 

Buradaki "Kevâkib (yıldızlar)" kelimesi, "zînet (süs)" kelimesinden be­deldir, nasbedilerek okunmuştur. Bu kelime ya süsleme işinin yıldızlarda yapıldığını, yani yıldızların süslendiğini anlatır ki "Yahut açlık gününde akraba olan yetimi doyurmaktır." (Beled, 90/14-15) ayetinde de benzeri bir durum söz konusudur. Yani "yetimi doyurmaktır" demektir. Yahut bu keli­me, zinet yapılan yerden bedel üzere nasbedilerek okunur ki bu nasbdır. Yahut da mukadder bir "yani" kelimesiyle nasbedilerek okunur.

Yine bu terkipteki "zînet" kelimesinin sonundaki tenvin terkedilmek ve "kevâkib" kelimesi de cerredilerek de okunmuştur. Bu okuyuş şu iki şe­kilde açıklanabilir: Ya bu iki kelimenin oluşturduğu izafet terkibi gereği bu kelimenin sonu mecrur olur, ya da bu kelime "zînef'ten bedel olarak gel­miştir ve "zînet" kelimesinin sonundaki tenvin, sakin iki harfin biraraya gelmesi sebebiyle hazfedilir. Bu takdirde, bu iki kelimenin izafet terkibi şeklinde gelmesi beyan için olur. Yani "zînet" kelimesi, "kevâkib" kelimesi ile beyan edilmiş olur. [9]

 

Belagat:

 

Yukarıdaki ayetlerin sonunda yer alan "külli cânib: her yandan", "azâ-bun vâsıb: sürekli bir azap", "şihâbun sâkıb: delici bir alev" kelimelerinde ve keza 11. ayette gelecek olan "tînin lâzib: cıvık çamur" ifadesinde mu-râ'âtu'l-fevâsıl denen özellik (ayet sonlarında yer alan kelimeler arasında ahenk ve ses uyumu bulunması özelliği) vardır ki bu özellik, anlatımda be­diî güzelliklerdendir. [10]

 

Kelime ve İbareler:

 

"en yakın göğü" Bu gök, yeryüzünde yaşayanlar bakımından göklerin en yakın olanıdır. Yani "size en yakın gök" demektir. Buradaki "dünyâ" ke­limesi, "ednâ" kelimesinin müennesidir.

"...yıldızlarla süsledik." Göğün süslenmesi ya bu yıldızlarla veya bun­ların ışıklarıyladır.

"Ki onlar" şeytanlar mele-i alayı dinleyemezler." Bu cümle, yeni bir sö­zün başlangıcıdır, mübtedadır. Allah'ın göğü kendilerinden korumasından sonra onların durumunu beyan etmektedir. Bunun, her şeytanın sıfatı ola­rak alınması doğru değildir. Zira bu ayetin ifadesi buradaki korumanın, dinleyemeyen şeytanlara karşı olmasını gerektirir. Buradaki "lâ yessem-ma'ûn (dinleyemezler)" kelimesi "lâ yetesemma'ûn" anlamındadır.

"el-Mele"' Bir görüş üzerinde toplanan cemaat demektir. Burada bu ke­limeden kastedilen, gökteki meleklerdir. "el-Meleu'l-a'lâ" ise en yakın gök-tekiler ve daha yukarıdakiler anlamındadır.

"Her yandan" göğün her tarafından "kovularak atılırlar" Delici alevle taşlanırlar. Bunlar şeytanlardır, "uzaklaştırılırlar" tardedilip uzaklaştırı­lırlar. "Onlar için" ahirette "sürekli" daimi veya şiddetli "bir azap vardır."

"Hatfa" bir kere oluş bildiren bir masdardır. Birden bire kapıvermek ve süratle almak anlamındadır. "Yalnız bir söz çalan müstesna." ayetindeki istisna "dinleyemezler" kelimesinin zamirine matuftur. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: Meleklerden bir kelime duyup da onu süratle kapıveren şeytan dışında başkası dinleyemez, "onu da delici" delip geçici ve yakıcı ya­hut üzerine düştüğü şeyi delici "bir alev" ateşten yayılan bir alev "takip eder" ki yıldız kayması gibi görülen şey budur. [11]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu ayetler, Yüce Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren bir başka de­lili daha ihtiva etmektedir. Bu delil, birinci delilden sonra ki o, göklerin ve yerin yaratılmasıydı- zikredilmiş ve Yüce Allah'ın, insanoğluna en ya­kın gök olan dünya göğünü süslediği açıklanmıştır. Bunun iki faydası var­dır: Birincisi göğün bezeli olmasını temin etmek, ikincisi de onu, itaatten çıkmış şeytandan korumak.

Razi'nin de dediği gibi -altıncı gökte bulunan ay dışında- bu yıldızlar sekizinci gökte toplanmış oldukları halde ayetin ifadesi, yıldızların dünya­dan görünüşlerine uygun tarzda gelmiştir. Zira yeryüzünde yaşayanlar gö­ğe baktıkları zaman göğün bu yıldızlarla süslenmiş olduğunu görür ve muhtelif şekilleriyle mavi zeminlerinde birer kıymetli parlak taş gibi parıl­dadıklarını müşahede ederler. [12]

 

Açıklaması:

 

"Şüphesiz biz en yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik." Yüce Al­lah, dünya göğünü ki bu gök, göklerin arza en yakın olanıdır, güzellikte en güzide mevkide olan bir süsle süslemiştir. Bu süs, yıldızlardır. Zira yıldız­lar, kendilerine bakanların gözünde parlak kıymetli taşlar gibidir.

"Ve onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk" Yani göğü, itaatten çı­kan azgın her şeytandan muhafaza ettik. Oraya kulak vermek istedikleri zaman kendilerine delici bir alev gelir ve onları yakar. Bu sebeple Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar mele-i alâ'yı dinleyemezler." Yani şeytanlar, mele-i alâ'nm ki onlar, en yakın göğün ve daha yukarısının sakinleri olan meleklerdir, sözü­nü dinlemeye muktedir olamazlar. Çünkü kendilerine alev atılır. Şeytanla­rın melekleri dinlemek istemesi, Allah'ın hüküm ve takdirinden vahyettiği birşey hakkında konuştukları zaman olur.

Göklerin bu iki özellik veya yararını takrir eden birçok ayet gelmiştir. Örnek olarak "Andolsun biz dünyaya en yakın göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara çılgın ateş azabını hazırla­dık" (Mülk, 67/5) ve "Andolsun biz gökte burçlar yaptık ve onu bakanlar için süsledik. Ve onu her taşlanmış şeytandan koruduk" (Hicr, 15/16-17) ayetlerini zikredebiliriz..

"Her yandan kovularak atılırlar" Yani gökyüzüne yükselip orada ko­nuşulanlara kulak vermek istedikleri zaman kendilerine her yönden delici alev atılır.

"ve uzaklaştırılırlar. Onlar için sürekli bir azap vardır" Yani tardedile-rek uzaklaştırılırlar, oraya ulaşmaktan men edilirler ve onlar için ahirette sürekli devam eden elim bir azap vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuru­yor: "Ve onlara çılgın ateş azabını hazırladık." (Mülk, 67/5)

"Yalnız bir söz çalan müstesna, onu da delici bir alev takip eder" Yani şeytanlardan birinin bir söz çalması müstesna. Şeytanlar o sözü gökten işi­tir ve altlarında bulunana, o da kendi altında bulunana iletir. Belki delici alev, o sözü altlarmdakine iletemeden onları yakalar; belki de delici alev kendisine ulaşmadan Allah'ın takdiriyle o sözü altlarmdakilere ulaştırırlar ve alev ondan sonra kendilerine ulaşıp onları yakar. O sözü ilettikleri ise onu kâhinlere götürür. Nitekim bu husus hadiste de varit olmuştur.

Mele-i âlâdan bölük pörçük bir söz kapan şeytanın ardından Allah, delip geçici bir yıldız veya aydınlık bir alev gönderir ve böylece onu yakar. Belki yakmadığı da olur. Bu suretle o şeytan, ezberlediği o sözü, avanesi olan kâhinlere ulaştırır. Buradaki "hatf' kelimesi, birşeyi süratle almak, "sâkıb" kelimesi de "delici" anlamındadır.

Bu ayet üzerinde düşünüldüğünde şu gerçek sabit olarak ortaya çıkmaktadır: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) gönderilmeden önce şey­tanlar üzerine delip geçici alev bazen atılır, bazen de atılmazdı. Hz. Pey­gamber (s.a.) gönderildikten sonra ise şeytanlar her yönden bu delip geçici alevlere maruz kalmışlardır ve gök daha fazla korunmaya başlanmıştır. Bunun sonucu olarak şeytanlar, mele-i âlâya kulak verip dinleme imkânı bulamamışlardır. Sadece onlardan bazısının bir kelime kapıvermesi bunun istisnasıdır. Onu da yeryüzüne inmeden önce de delip geçici bir alev izler. O şeytan, kapıverdiği o kelimeyi avanesine iletir. Böylece kehanetin batıl, nübüvvet ve risaletin de sabit olduğu ortaya çıkar[13] ve onların, gizlice ku­lak verip dinlemeye çalışmaktan men edildikleri hususu, şer'an mukarrer olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar, meleklerin sözlerini dinlemekten uzaklaştırılmışlardır." (Şu'arâ, 26/212). Yine Yüce Allah, gö­ğün korunması ve şeytanlara alev atılmasından ibaret her iki merhaleyi vasfederek şöyle buyuruyor: "Biz göğe dokunduk. Fakat onu sert bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki hakikaten biz, haber dinlemek için bundan önce onun bazı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyor­duk. Fakat şimdi kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir alev buluyor." (Cinn. 72/8-9)

Razi şöyle der: "Nesilden nesile tevatüren nakledilen tarihî olaylar, Hz. Peygamber (s.a.)'in gönderilişinden önce bu türlü alevler meydana gel­diğini göstermektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.)'in gelmesinden uzun za­man önce yaşamış bulunan bilge kimseler bunu zikretmişler ve meydana gelmesinin sebepleri hakkında fikir beyan etmişlerdir. Bu olayların Hz. Peygamber (s.a.)'in gelmesinden önce mevcut bulunduğu sabit olunca, bun­ların meydana gelmesinin Hz. Peygamber (s.a.)'in gelişine bağlanması doğ­ru olmaz. En yakın ihtimal şudur: Bu olaylar Hz. Peygamber (s.a.)'in gel­mesinden önce de mevcuttu. Ancak Hz. Peygamber (s.a.) zamanında çoğal­mış ve dolayısıyla mucizelerin de çoğalmasına sebep teşkil etmiştir.[14]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- En yakın göğün yıldızlarla süslenmesi, şu iki yararı sağladığı için­dir: Süs elde edilmesi ve göğün, azgın şeytandan korunması.

2- Yüce Allah bu şeytanları üç sıfatla nitelemektedir:

a) Onlar, mele-i alâ'yı ki bunlar meleklerdir, dinleyemezler.

b) Her yandan uzaklaştırılmak, yani tardedilmek suretiyle kovulurlar.

c) Onlar için sürekli devam eden elem verici bir azap vardır.

Burada meleklerin "mele-i alâ" şeklinde isimlendirilmesinin sebebi, onların göklerde meskûn olmasıdır. İnsan ve cinlere gelince onlar "mele-i esfel'dir. Çünkü onlar, yeryüzünün sakinleridir.

Şeytanların gökten bu şekilde kovulmasının, Hz. Peygamber (s.a.)'in gönderilmesinden önce mi, yoksa Hz. Peygamber (s.a.)'in gönderilmesine bağlı olarak bi'setten sonra mı vaki olduğu konusunda ulema iki görüş ha­linde ihtilâf etmiştir. İbni Abbas (r.a.)'dan, bu konuda birtakım hadisler gelmiştir ki bunlar Cinn suresinde zikredilecektir. Bu hadislerin arası da­ha önce de zikredildiği gibi şöyle birleştirilir: Sözkonusu şeytanlara delici alev bazan atılır, bazen da atılmazdı ve bir yandan atılırken başka bir yan­dan atılmazdı. (Bi'setten sonra ise) onlara, sürekli olarak elem veren alev­ler her yönden atılır oldu.

3- "Yalnız bir söz çalan müstesna" kavl-i ilâhisi, "Her yandan kovula­rak atılırlar" ayetinin istisnasıdır. Yani, yalnız bir kelime kapıveren, yani hırsızlama şeklinde çabucak kapan şeytan hariç, şeytanlar, Allah'ın hü­küm ve takdirinden emir buyurduğu vahiyleri dinleyemezler.

Bu konuda gelen sahih hadislerin muhtevasından ortaya çıkan şudur: Şeytanlar, kulak verip dinlemek için gökyüzüne çıkardı. Allah, yeryüzü hakkında birşey murat buyurup emrettiği zaman, gökte bulunanlar bu emir üzerinde konuşurken, onlara en yakın olan şeytan o emri kendilerin­den dinler ve altında bulunana aktarırdı. Bu durumda onu belki delip geçi­ci bir alev yakar, ancak o, dinlediği sözü altındakine aktarmış olur. Belki de alev onu yakmaz. Nitekim bu noktayı daha önce beyan etmiştik. Şeyta­nın, altındakine aktardığı söz bu suretle kâhinlere kadar ulaşır, onlar da o söze yüz türlü yalan katarlar. Bu sözler içinde sadece o kelime tasdik edilir. Cahiller ise kâhinlerin bütün söylediklerini tasdik ederler.

Yüce Allah İslâm dinini gönderdiği zaman ise gökyüzü, daha sıkı bir şekilde korundu ve şeytanın oradan birşey dinleme imkânı kalmadı.

Burada zikri geçen "atılan yıldızlar", gökyüzünde yörüngesinde akıp giden yaldızlar değil, insanların, kayarken gördüğü yıldızlardır. Çünkü öbür yıldızların hareketi görülmezken, kayan yıldızların hareketi görülür. Zira kayan yıldızlar bize daha yakındır. [15]

 

Öbür Dünyanın -Haşir, Neşir Ve Kıyametin- İspatı:

 

11- Şimdi onlara sor: Yaratılış bakı­mından kendileri mi daha çetin,  yoksa bizim diğer yarattıklarımız  mı? Hakikat biz onları bir cıvık ça-murdan yarattık. 

12- Hayır, sen şaşırdm. Onlarsa

13- Kendilerine öğüt verilince düş nüp de öğüt kabul etmezler.

14- Bir ayet gördükleri    zaman onunla alay ederler.

15- "Bu, apaçık bir büyüden başka birşey değildir." derler.

16- "Yani biz ölüp de toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?"

17- "Evvelki atalarımız da mı?"

18- De ki: "Evet, hem de hor ve hakir olarak."

19- İşte o, bir tek korkunç sesten ibarettir ki, onların birden bire gözleri açılı-verecektir.

20- 'Eyvah bize." derler, "bu, din günüdür."

21- Evet bu sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme günüdür.

 

Belagat:

 

"Sen şaşırdm. Onlarsa alay ediyorlar" cümlesindeki "şaşırma" ve "alay etme" arasında tezat vardır. [16]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şimdi onlara sor" Dirilişi inkâr eden Mekke müşriklerinden veya Ademoğullarından haber vermelerini iste. "Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı?" Beden olarak kuvvet­li, uzuv itibariyle azametli ve yaratılış olarak çetin olan onlar mı, yoksa ya­rattığımız melekler, gökler, yer ve bunlar arasındakilerle doğular, yıldızlar ve delici alevler mi? "Hakikat biz onları" yani onların aslı olan Hz. Adem (a.s.)'i "bir cıvık çamurdan" yani ele yapışan yapışkan çamurdan "yarattık."

Buna göre anlam şöyle olur: Bu zayıf şeyden yaratılmış oldukları halde ahireti nasıl uzak sayıp inkâr ediyorlar? Onların yaratılışları zayıftır. Şu halde kolayca helak edilmelerine yol açacak olan Hz. Peygamber (s.a.)'i ve Kuranı inkârla büyüklenmesinler.

"Hayır" Bu kelime, cümle içinde bir maksadı ifadeden diğerine, yani Hz. Peygamber (s.a.)'in ve inkarcıların halini haber vermeye geçiş içindir. Ey Muhammed (s.a.)! Onların seni yalanlamalarından, Yüce Allah'ın kud­retini ve dirilişi inkâr etmelerinden dolayı "sen şaşırdın. Onlarsa alay edi­yorlar" Yani senin şaşırman ve dirilişin ispatı konusunda söylediklerinden dolayı alay ediyorlar.

"Kendilerine öğüt verilince düşünüp de öğüt kabul etmezler." Yani ken­dilerine Kur'an'la nasihat edilince nasihat dinleyip ibret almazlar.

"Bir ayet" Hz. Peygamber (s.a.)'in, doğruluğunu gösteren -ayın ikiye bölünmesi gibi- bir mucize "gördükleri zaman onunla alay ederler", alay ve eğelenmede aşırı giderler.

"Bu, apaçık bir büyüden başka birşey değildir" derler." Yani "Senin bi­ze getirdiğin bu Kur'an, açık ve zahir bir sihirden başka birşey değildir" derler. "Yani biz ölüp de toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?" Yani öldüğümüz zaman diriltilecek miyiz? Bura­daki soru edatının kâfirler tarafından tekrarlanarak söylenmesi, onların inkârdaki aşırılığını ve dirilmenin, onlara göre bizatihi inkâr edilen birşey olduğunu anlatır. Bu durumda inkârın daha da şiddetli olduğu ifade edil­miş olmaktadır.

"Evvelki atalarımız da mı?" Ayetin Arapça metnindeki "hemze" harfi soru edatıdır ve "vav" harfi ile "inne" harfi yerine atfedilmiştir. Cevabı ise "Bu, apaçık bir büyüden başka birşey değildir." cümlesidir. Yahut da bu edat, "Biz mi diriltilecek misiz?" cümlesindeki zamire atfedilir. Buradaki ayırıcı ise soru edatı olan "hemze"dir. Bu takdirde de anlam, "Evvelki ata­larımız da mı diriltüecekmiş?" şeklinde olur.

"De ki: "Evet, hem de hor ve hakir" zelil "olarak." diriltileceksiniz. "İşte o, bir tek korkunç sesten" bir sayhadan "ibarettir." Bu cümle mukadder bir cevap cümlesi için gelmiş bir şart cümlesidir. Yani dirilme vuku bulduğu zaman. Zira dirilme, bir tek yeni sayhadır ki o da Sûr'a ikinci üfürülüştür. Araplar "Çoban sürüsünü zecretti" derler ki, "onlara bağırdı ve dönmeleri­ni emretti." demektir.

"ki, onların birden bire gözleri açılıverecektir." Yani mahlukât, kabirle­rinden canlı varlıklar olarak birden bire kalkmış oldukları halde, kendile­rine ne yapıldığına bakacaklar. Kâfirler "Eyvah bize" derler "helak olduk." Buradaki "veylenâ" kelimesi, fiili olmayan bir masdardır. "helak vakti" an­lamında olduğu da söylenmiştir, "bu, din" yani hesap ve ceza "günüdür."

"Evet bu... ayırdetme günüdür" Buradaki "ayırdetme", mahlukât arasında hüküm ve kazanın icra edilmesi ve iyilerin kötülerden ayrılması an­lamındadır. Bu cümle, meleklerin söyleyeceği bir sözdür. [17]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah bu sureyi, yaratıcının varlığı, kudreti ve birliğine açık bir şekilde delâlet eden bir delil ile açmaktadır. Bu delil göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki mahlukâtın, doğuların ve batıların yaratılışıdır. Bunun he­men akabinde de öbür dünyanın, yani haşr, neşr ve kıyametin ispatı yer al­maktadır.

Kur'an-ı Kerim'in temel amacının, şu dört esası açıklamış olduğu malûm­dur: İlahiyata ilişkin konular, ahiret, peygamberlik, kaza ve kaderin ispatı. [18]

 

Açıklaması:

 

"Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı?" Yani Ey peygamber! Dirilişi inkâr eden o kimselere kendilerinin mi, yoksa gökler, yer ve bu ikisi arasındaki melekle­rin, şeytanların ve büyük mahlukâtın mı yaratılış bakımından daha çetin veya var edilmek bakımından daha zorlu olduğunu sor. Bu ayet, Eşedd b. Kelede ve benzeri kimseler hakkında inmiştir. Bu zata Eşedd denmesinin sebebi oldukça kuvvetli ve zorba biri olmasıdır.

Buradaki soru, azarlama ve serzeniş maksatlıdır. Zira bahse konu kimseler, bu mahlukâtın yaratılış bakımından kendilerinden daha çetin ol­duğunu kabul ediyorlar. Eğer böyleyse, inkâr ettikleri şeyden (dirilişten) daha zor olan şeylerin varlığını gördükleri halde dirilişi niçin inkâr ediyor­lar? Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Göklerin ve yerin yaratılışı, in­sanların yaratılışından elbette daha büyük birşeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Gâfir, 40/57), "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini ya­ratmaya kadir değil midir?" (Yâ-Sîn, 36/81).

Daha sonra Yüce Allah, diğer mahlukâtla insanın yaratılışı arasında­ki bu farkın nasıl olduğunu açıklıyor ve şöyle buyuruyor: "Hakikat biz on­ları bir cıvık çamurdan yarattık." Yani biz onların aslını -ki o Hz. Adem (a.s.)'dir-, ele yapışan yapışkan bir çamurdan yarattık. Onlar bu zayıf maddeden yaratıldıkları halde yaratılışın yine topraktan -veya kişi suda öldüğü zaman toprağa karışan sudan- tekrarlanmasından ibaret olan ahi-reti nasıl uzak görüp inkâr edebiliyorlar? Oysa yaratılış bakımından kendi­lerinden daha kuvvetli, büyük ve mükemmel olanlar bu hususu inkâr et­miyorlar!..

Daha sonra Kur'anî beyan, bir üslûptan diğerine geçmekte ve Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır:

"Hayır, sen şaşırdın. Onlarsa alay ediyorlar." Yani senin onlara bunu sormana hacet yok. Zira onlar inatçı kimselerdir. Ve sen Ey Muhammed (s.a.)! Dirilmeyi inkâr eden bu kimselerin yalanlamasına şaşırıyorsun. Çünkü sen, Allah'ın yaratması, kudreti ve fena bulduktan sonra bedenlerin yeniden diriltileceğim bildiren ilâhi haber konusunda tam bir yakinî imana sahipsin. Onlar ise tam tersine, senin diriliş hakkında söylediklerinle ve kendilerine gösterdiğin delil ve ayetlerle alay edip eğleniyorlar!

Yahut bu ayetin anlatmak istediği şudur: Sen Allah'ın bu azametli varlıklar üzerindeki kudretine şaşırdm, onlarsa tam aksine seninle, senin bu taaccübünle ve kendilerine gösterdiğin, Allah'ın kudretini ispat eden eserlerle alay ediyorlar.

Bu ayetin anlamı şöyle de olabilir: Onlar diriliş konusuyla alay eder­ken sen de onların bu inkârına şaşırdm.

"Kendilerine öğüt verilince düşünüp de öğüt kabul etmezler." Yani olara Allah ve Rasulünün nasihatleri söylendiği zaman büyüklenmeleri, inatçı ve katı kalpli olmaları yüzünden öğüt almaz ve bu nasihatlerden istifade etmezler. "Bir ayet gördükleri zaman onunla alay ederler." Yani kendilerini tasdik ve imana götürecek olan peygamberi mucizelerinden birini veya açık bir delili gördükleri zaman alay ve eğlenmede aşırı giderler ve eğlenip gülüşmek, hep birlikte alay etmek için birbirlerini çağırırlar.

"Bu, apaçık bir büyüden başka birşey değildir, derler." Yani şöyle der­ler: Bize getirdiğin bu deliller, açık ve belirgin bir büyüden başka birşey de­ğildir. Bunlara iltifat edilmez ve biz böyle şeylere aldanmayız. Bu, daha ön­ce yaşamış olan büyücülerin miras ve geleneğidir.

Daha sonra bu kimseler, inkârlarını diriliş üzerinde yoğunlaştırıyorlar ve şöyle diyorlar:

"Yani biz ölüp de toprak ve bir kemik yığını olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?" Yani senin söylediklerinin en gariplerinden biri de diriliş konusudur. Biz öldükten ve çürümüş kemik ve toprak haline geldik­ten sonra diriltilecek miyiz?

"Evvelki atalarımız da mı?" Daha önceleri yaşamış bulunan ve ölümle­ri üzerinden çok uzun yıllar geçmiş olan babalarımız ve dedelerimiz de mi diriltilecek?

Bu soruya Yüce Allah şöyle karşılık veriyor:

"De ki: "Evet, hem de hor ve hakir olarak." Yani Ey peygamber! Onlara de ki: Evet! Toprak haline geldikten sonra bir daha diriltileceksiniz ve siz­ler bu anda, o azim kudretin hükmü altında hor, hakir ve zelil kimseler olacaksınız. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hepsi hor ve hakir ola­rak O'na gelirler" (Nemi, 27/87), "Bana ibadetten büyüklük taslayarak imti­na edenler, hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir." (Gâfir, 40/60)

"İşte o, bir tek korkunç sesten ibarettir ki, onların birden bire gözleri açılıverecektir" Yani Allah'ın kudretine göre iş gerçekten kolaydır. Dirilt­mek zor ve güç değildir. Zira diriliş, Allah'ın bir emriyle İsrafil (a.s.) tara­fından Sûr'a bir kere üflenmesiyle çıkacak bir sayhadan ibarettir. Bu ses, onları yerden çıkmaya çağırır. O zaman insanların tümü, yerdeki kabirle­rinden kalkmış, diri olarak Yüce Allah'ın huzuruna toplanmış olurlar ve kıyametin dehşetine bakakalırlar.

Daha sonra Allah Tealâ, o kimselerin, kıyametin dehşetini bizzat ya­şadıkları zaman kendi nefislerini kınayacaklarını haber veriyor ve şöyle buyuruyor:

"Eyvah bize" derler, "bu, din günüdür." Yani dünyadayken dirilişi in­kâr edip yalanlayanlar, "helak ve veylolsun bize! Dünyadayken işlediğimiz, Allah'ı inkâr ve peygamberleri yalanlama gibi amellerin karşılık ve cezası­nın görüleceği zaman geldi." derler ve ah vah edip hayıflanarak kendileri­ne beddua ederler. Çünkü onlar o gün başlarına geleni bilirler.

Bu durumda melekler onlara şöyle mukabele eder:

"Evet bu sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme günüdür." Yani bu, insanlar arasında hüküm ve kazanın sağlam ve kesin bir şekilde icra edile­ceği gündür ki bu gün iyiyle kötü birbirinden ayırdedilir, hak ehli, batıldan ayrılır ve biri cennete giderken diğeri ateşi boylar. [19]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Allah Tealâ, ahiretin ispatını iki yönden temellendirmektedir;

a) İnsanın yaratılışından daha zor, çetin ve güç olan gökleri, yeri, dağ­ları ve denizleri yaratmaya kadir olması hasebiyle Yüce Allah'ın insanı da tekrar yaratmaya kadir olması gerekir.

b) Yüce Allah insanı birinci defa yaratmaya kadir olmuştur. Burada fail Allah, yaratılan ise insandır ve gerek Allah gerekse insan, oldukları hal üzere devam etmektedirler. Şu halde Allah'ın yaratma kudretinin diri­liş, haşir ve neşirden ibaret olan ikinci durumda da kendisinde bulunması gerekir.

Bu da diriliş ve kıyametin caiz ve mümkün olduğunu gösterir.

2- Hz. Adem (a.s.)'in yaratılışı çamurdandı. Aynı şekilde her insanın yaratılışı da çamurdandır. Çünkü insanın oluşumu kandandır. Kan gıda­dan, meydana gelir. Gıda ise ya hayvani veya bitkisel ürünlerden oluşur. Hayvan ve bitkilerin hayatı da arzın toprağından neşet eder. Zira ürünler, taneler, otlar vb. de suyla hayat bulan topraktan çıkar.

3- Hz. Peygamber (s.a.), Mekke müşriklerinin ve diğer insanların in­kârına şaşırmıştır. Çünkü Allah'ın büyük kudretini, yarattığı hayretengiz şeyleri, iradesinin ve dilemesinin gücünü müşahededen dolayı iman ve ya-kîn O'nun kalbine yerleşmişti.

4- Yüce Allah, diriliş ve kıyametin mümkün olduğu noktasında kesin delil gösterdikten sonra inkarcılarla ilgili bazı şeyler anlatmaktadır ki bunları şöyle maddeleştirebiliriz:

a) Daha önce de geçtiği gibi onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'in hak üzerin­deki ısrarıyla eğlenirken Hz. Peygamber (s.a.) de onların inkârdaki ısrarı­na şaşırmıştır. Bu, o kavimlerin iman etmekten alabildiğine uzak ve ters istikametlerde bulunduklarını göstermektedir.

b) Bu kimselere gerek Kur'an, gerekse aklın kabul ettiği şeyler ile na­sihat edildiği zaman öğüt almaz ve istifade etmezler.

c) Onlar bir mucize gördükleri zaman alay etmede aşırı gider ve hep birlikte eğlenip alay etmek için başkalarını da çağırırlar.

d) Onların, ayet ve mucizeyle alay etmelerinin sebebi, bunların birer büyü olduğuna inanmalarındandır.

5- Diriliş ve kıyametin mümkün olduğunu aklî delille ispat ettikten sonra Yüce Allah, kıyametin kopacağı konusunda da kesin bir sem'î-naklî delil ikame etmekte ve gerek onların, gerekse geçmişlerinin ölüp de toprak ve çürümüş kemikler haline geldikten sonra dirilecekleri konusundaki in­kârlarına cevap olarak "Evet." buyurmaktadır.

6- Kıyametin kopacağını iki delille ispat ettikten sonra Allah Tealâ, kı­yametin hallerini zikretmektedir. Bunlar üç haldir:

a) Kıyamet, insanları topraktan çıkmaya çağırmak için Allah'ın emriy­le İsrafil (a.s.)'in Sûr'a üfürmesinden ibaret olan bir sayhadan başka birşey değildir. Onlar da bu çağrıya hemen itaat ederler. O zaman onlar diri var­lıklar olarak kabirlerinden kalkar, kıyametin dehşetli hallerine ve birbirle­rine bakarlar.

b) Peygamberleri yalanlayan kimselerin, kabirlerden kalkıştan sonra "Vah bize! Küfür ve peygamberleri yalanlama tarzındaki amellerimizden ötürü cezalandırılacağımız gündür bu" demeleri, kıyamet günü vuku bula­cak olaylardandır.

c) Melekler de onlara şöyle cevap vereceklerdir: "Bu, kesin olarak ay­rılma ve iyi ile kötünün ayırdedileceği hüküm ve kaza günüdür." [20]

 

Müşriklerin Ahirette Sorumlu Tutulması Ve Bunun Sebepleri:

 

22- Toplayın o zalimleri, onların yoldaşlarını ve tapmakta oldukları­nı

23- Allah'ı bırakıp da. Onları cehen­nemin yoluna götürün.

24- Hapsedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.

25- Size ne oldu da birbirinize yar­dım etmiyorsunuz?

26- Hayır, bugün onlar zilletle bo­yun eğmişlerdir.

27- Birbirlerine yönelip, biri diğeri­ni sorumlu tutmaya kalkışır.

28- "Siz bize sağdan gelirdiniz." der-

29- Onlar da "Hayır. Siz zaten ina­nan kimseler değildiniz." derler.

30- "Ve bizim sizi zorlayacak gücü­müz de yoktu. Siz kendiniz azgınlar güruhu idiniz.

31- Artık Rabbimizin sözü bize hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız.

32- Sizi azdırdık. Çünkü   kendimiz azmıştık."

33- Şüphe yok ki, o gün onlar azap çekmede ortaktırlar.

34- İşte biz suçlulara böyle yaparız.

35- Çünkü onlar, kendilerine "Al­lah'tan başka ilâh yoktur." dendiği zaman büyüklük taslarlardı.

36- "(Dinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terkedeceğiz?" derlerdi.

37- Hayır o hakkı getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı.

 

Belagat:

 

"Onları cehennemin yoluna götürün" Buradaki "götürün" cümlesinde "hidayet" kelimesinin kullanılması, alaycı bir üslûp ifadesidir. Çünkü hi­dayet kişiyi ateş yoluna değil, nimet yoluna, doğru yola götürmektir.

"sağdan" denirken istiare sanatı kullanılmıştır. Hayrı gösterme yönü veya şiddet ve kuvvet ya da din yönü kastedilmektedir.

"onlar, kendilerine "Allah'tan başka ilâh yoktur" dendiği zaman" ifadesinde hazif yapılarak mana kısaca dile getirilmiştir. Yani "Allah'tan başka ilâh yoktur deyin." dendiği zaman. Ayetin devamı buna delâlet ettiği için burada hazif yapılmıştır. [21]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Toplayın" meleklere, "onları toplayın" denecektir. Buradaki "uhşurû" kelimesi, "haşr'dan gelmekte olup "toplamak" demektir. Şirk koşmak su­retiyle nefislerine zulmeden "o zalimleri." yani müşrikleri. Bu cümle, Allah tarafından, zalimleri bulundukları yerden, toplanma yerine getirmeleri için verilen bir emirdir, "onların yoldaşlarını" benzerlerini ve onlar gibi olanları. Buna göre puta tapan puta tapanlarla, yıldızlara kulluk eden de yine kendisi gibi yıldızlara kulluk edenlerle birlikte, aynı şekilde içki içen­ler bir arada ve zina edenler de bir arada haşredüeceklerdir. Buradaki "ez-vâc (yoldaşlar)" kelimesinden, bu kimselerin şeytanlardan olan dostlarının kastedildiği de söylenmiştir, "ve tapmakta olduklarını, Allah'ı bırakıp da" müşrikleri daha fazla tahassüre sevketmek ve mahcup duruma düşürmek için, Allah'ı bırakıp da kendisine taptıkları put vb. şeyler de haşrolunacak-tır. Bu ayet umum ifade etmekle birlikte, şu ayet ile tahsis edilmiştir: "Şüphe yok ki bizden kendileri için en güzel bir mutluluk takdir edilmiş olanlar, işte bunlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır." (Enbiyâ, 21/101).

"Onları cehennemin yoluna" ateşin yoluna götürün." onlara rehberlik edip, o yola girsinler diye cehennemin yolunu kendilerine öğretin.[22]

"Hapsedin onları" Durak yerinde veya Sıratın yanında onları hapse­din. "Çünkü onlar" itikat ve amellerinden "sorumludurlar."

"Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?" Tıpkı dünyada ol­duğu gibi birbirinizi azaptan korumak için yardımlaşmıyorsunuz? Bu, on­lar için bir azarlama ve serzeniş ifadesidir.

"Hayır, bugün onlar zilletle boyun eğmişlerdir." Acizliklerinden dolayı itaat etmiş ve zilletle boyun eğmişlerdir.

"Biri diğerini sorumlu tutmaya kalkışır" Birbirlerini kınar ve çekişir­ler. Azarlamak için birbirlerini sorumlu tutarlar ve uyanlar, uyduklarına

"Siz bize sağdan" en sağlam taraftan ve -hak-hakikat üzere bulunduğunu­za dair yemin ettiğiniz için- size itimat ettiğimiz hususlarda iyiliği tavsiye eder gibi "gelirdiniz." Biz de sizi tasdik ettik ve size uyduk derler. Yani siz bizi dalâlete düşürdünüz.

"Onlar da" kendilerine uyulanlar "Hayır. Siz zaten inanan kimseler de­ğildiniz" derler." Yani siz zaten mümin değildiniz. Dolayısıyla bizden size karşı, imandan dönüp de bize rücu etmenize yol açan bir saptırma hadisesi vuku bulmuş değildir. "Ve bizim sizi zorlayacak gücümüz de yoktu." Bizden size musallat olan ve bize uymanız konusunda sizi çaresiz bırakan bir güç ve galebe de sözkonusu değildi.

"Siz kendiniz azgınlar güruhu idiniz" Siz de bizim gibi bilerek ve isteye­rek tuğyan ve dalâleti isteyen, isyan konusunda haddi aşan kimselerdiniz.

"Artık Rabbimizin" azap "sözü bize" hepimize toptan "hak" gerekli "ol­du." Bu azap sözü "Mutlaka cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kıs­mıyla tamamen dolduracağım" (Secde, 32/13) kavl-i ilâhisidir. "Şüphesiz azabımızı tadacağız" Şüphesiz bu söz sebebiyle hepimiz toptan cehennem azabını tadacağız.

"Sizi azdırdık" Sizi azgınlığa ve dalâlete çağırdık. "Çünkü kendimiz azmıştık." dalâlete düşmüştük.

"Şüphe yok ki o gün onlar azap çekmede ortaktırlar." Bu, Yüce Allah'ın sözüdür. Şu halde onlar, -uyanlar ve kendilerine uydukları kimseler- kıya­met günü azapta hep birlikte ortaktırlar. Çünkü azgınlıkta da ortaktılar.

"İşte biz suçlulara böyle yaparız." Yani bunlar dışındaki müşriklere de bu yaptığımız gibi yapar, ister uyan, isterse uyulan kimseler olsun onlara azap ederiz.

"Çünkü onlar" bu kimseler kelime-i tevhid'i söylemeye yanaşmayarak veya kendilerini kelime-i tevhid'i söylemeye çağıran kimselere karşı "bü­yüklük taslarlardı."

"Cinlenmiş bir şair için" Bununla Hz. Muhammed (s.a.)'i kasdetmiş-lerdir.

"Hayır o hakkı getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı." Bu ifadeyle Yüce Allah onların iddialarını reddetmektedir. Zira bu peygamber, Kur'an'ı getirmiştir. Şu halde bu ayetin manası şöyle olur: Onun getirdiği tevhid, apaçık hüccetlerle sabit olmuş bir haktır ve bütün peygamberler bu tevhid esası üzerinde birbirlerine muvafakat halindedirler. [23]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Varlığını, ilmini, kudretini, birliğini ve kıyameti ispattan sonra Yüce Allah, kâfirlerin ahiretteki ahvalini zikretmektedir. Onlar kendilerine yardım edecek ve azaptan kurtaracak birini bulamadan- cehenneme sürü-

lecekler, daha sonra aralarında geçen olaylar konusunda birbirlerini kına­yacaklar ve uyanlar, uydukları kimselerle hasımlaşarak çekişeceklerdir. Ancak onların hepsi, dünyadayken kelime-i tevhid'i söylemekten büyüklenerek yüz çevirdikleri ve Hz. Peygamber (s.a.)'e, "cinlenmiş bir şair" diye­rek iftira attıkları için azapta eşit ve ortaktırlar. Oysa Hz. Peygamber (s.a.) hak olduğu inkâr edilemez bir şekilde sabit olan bir şey getirmiştir ki o, bütün peygamberlerin insanları kendisine çağırdıkları kelime-i tevhid'dir. [24]

 

Açıklaması:

 

"Toplayın o zalimleri, onların yoldaşlarını ve Allah'ı bırakıp da tap­makta olduklarını." Bu ayette Allah meleklere, şu üç sınıfı -şirk ve günah­ları sebebiyle ziyadesiyle utandırıp hüsrana uğratmak maksadıyla- hesap görülecek yerde bir araya toplamalarını emir buyurmaktadır:

a) Zalimler ve müşrikler,

b) Onların yoldaşları, emsal ve benzerleri,

c) Allah'ı bırakıp da tapmakta oldukları put vs.

Buradaki "zulüm", şirk anlamındadır. Zira Yüce Allah "Çünkü şirk bü­yük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) buyurmuştur.

Bu, ya Yüce Allah'ın meleklere, ya da meleklerden bir kısmının diğer bir kısmına hitabıdır. Yani zalimleri, onların kâfir eşlerini, yoldaş ve emsa­lini toplayın.

Müşrikler, şirkte onlarla benzer tutum içinde olanlar, küfürde onlara uyanlar, peygamberleri yalanlama konusunda onlara taraftarlık edenler ve onlara dostluk gösteren şeytanlar haşredilirken her kâfir, şeytanıyla birlik­te, aynı şekilde günahkârlar da kısım kısım birlikte haşredileceklerdir. Zi­na ehli olanlar bir arada, faizciler bir arada, içki içenler bir arada...

"Onları cehennemin yoluna götürün." Yani daha fazla alay ve tahkire maruz kalmaları için, hasredilen bu kimselere cehennemin yolunu gösterin ve tanıtın.

"Hapsedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar." Yani onları dünyadaki inançları, kendilerinden sadır olan sözleri ve amelleri konusunda hesaba çekilmek üzere durak yerinde hapsedin.

Tirmizî'nin İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyu-rulmuştur:"Ac?emoğZu, şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe Rabb'inin huzu­rundan ayrılamaz: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nerede harcadığı, malını nerede kazanıp nereye sarfettiği ve öğrendikleriyle ne amel işlediği."

"Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?" Yani onlara, başa kakma ve azarlama yollu şöyle denir: Size ne oldu ki dünyada olduğu gibi burada da birbirinize yardım etmiyorsunuz? Zira Ebû Cehil Bedir savaşı

esnasında "Bizler bugün yek vücut, yenilmez bir topluluğuz. Muham-med'den ve arkadaşlarından intikam alacağız." demişti. İşte kıyamet günü de onlara "Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?" denecek.

"Hayır, bugün onlar zilletle boyun eğmişlerdir" Yani aksine onlar bu­gün Allah'ın emrine boyun eğmişlerdir. Bu emre muhalefet edemez, ondan yüz çeviremezler. Çünkü başka bir çıkar yol bulmaktan acizdirler. Onun için de herhangi bir hususta asla münakaşa edip çekişemezler.

Kıyamet meydanları içindeki bu durak yerinde aralarındaki meselede birbirlerini kınarlar, uyanlarla onların önderleri hasımlaşır. Zira Yüce Al­lah şöyle buyuruyor:

"Birbirlerine yönelip, biri diğerini sorumlu tutmaya kalkışırlar." Yani bu kâfirlerden uyanlar ve kendilerine önderlik yapanlar öne çıkarak tıpkı cehennemin aşağı tabakalarında hasımlaştıkları gibi kıyamet durağında da birbirlerine azarlama, serzeniş ve çekişme yollu soru sorarlar. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Zayıflar, büyüklük taslayan önderlerine, "Biz size tabi idik. Şimdi siz Allah 'm azabından en ufak birşeyi bizden sa­vabilir misiniz?" dediler. Büyüklük taslayanlar da, "... Şimdi bizler sızlan-sak da katlansak da birdir. Bizim için sığınacak hiçbir yer yoktur" dediler." (İbrahim, 14/21)

"Siz bize sağdan gelirdiniz, derler." Yani uyanlar, kendilerine önderlik edenlere şöyle dediler: Sizler bize iyilik maskesi altında gelirdiniz. Bu su­retle bizi doğru yola girmekten alıkoydunuz.

Buradaki "sağ" kelimesinin, kuvvet ve galebe anlamında kullanılmış ol­duğu da söylenmiştir. Yani sizler bize kuvvet ve galebe kullanarak ve dünya­dayken bize karşı sahip olduğunuz egemenlik ve liderlik otoritesiyle gelirdi­niz. Bu suretle bizi dalâlete sürüklediniz ve dalâleti bize zorla dayattınız.

Bu ifadenin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Sizler bize din konusunda çeşitli görüşler telkin ederdiniz. Bu suretle dini hafife almamı­za sebep oldunuz ve bizi ondan soğuttunuz. Nitekim günümüz liderlerinin ve dostlarının yaptığı da budur! Buradaki "derler" kelimesi, mukadder bir sorunun cevabıdır, dolayısıyla bu ifade isti'naf-ı bey anîdir (konuyu açıkla­mak için başlanan yeni bir sözdür).

Onların bu sözlerine, başı çeken liderler iki şekilde cevap verirler:

1- "Onlar da "Hayır. Siz zaten inanan kimseler değildiniz." derler." Ya­ni hayır, siz kendiniz iman etmeye razı olmamıştınız ve iman edebileceği­niz halde küfrü seçerek imandandan yüz çevirmiştiniz. Sizin kalpleriniz küfür ve isyanı kabul etmişti ve sizler zaten küfür üzereydiniz.

Buradaki "derler" kelimesi de muhatapları, yani küfrün önderlerini ya da cinleri ifade etmektedir.

2- "Ve bizim sizi zorlayacak gücümüz de yoktu. Siz kendiniz azgınlar güruhu idiniz." Yani bizim size karşı bir hüccetimiz veya iman etme konu­sundaki seçim ve isteğinizi engelleyecek bir egemenliğimiz yoktu. Aksine azgınlık, küfürde haddi aşma ve peygamberlerin size getirdiği hakka karşı ifrata düşme tavrı sizin içinizde vardı. Biz sizi küfre sadece çağırdık, siz de zorla değil, kendi seçiminizle bu çağrıya icabet ettiniz.

"Artık Rabbimizin sözü bize hak oldu. Şüphesiz azabımızı tadacağız." Yani Rabbimizin hükmü hem bizim, hem de sizin üzerinize gerekli ve Rab­bimizin kavli kaçınılmaz oldu. Bu, Yüce Allah'ın şu kavlidir: "Senden ve on­lar içinde sana uyan kimselerden cehennemi dolduracağım." (Sâd, 38/85) O halde bize vaat edilen azabı mutlaka tadacağız ve bizler kıyamet günü ka­çınılmaz olarak azabı tadıcılanz.

Ebû Hayyân şöyle emiştir: Zahire göre buradaki "Şüphesiz ... tadaca­ğız, kavli, küfrün önderleri ve onlara uyanlar olarak hepsinin azabı tada­cakları konusunda liderlerin verdiği bir haberdir.

"Sizi azdırdık. Çünkü kendimiz azmıştık." Yani biz sizi saptırdık ve dalâlete, içinde bulunduğumuz azgınlığa çağırdık; siz de bize icabet ettiniz.

Uyanlar ve kendilerine uydukları önderleri arasındaki bu münakaşa ve çekişmeden sonra Yüce Allah, her iki sınıfın da duçar olacağı azabı şöyle vasfediyor:

"Şüphe yok ki o gün onlar azap çekmede ortaktırlar." Yani hem uyan­lar, hem de kendilerine uydukları kimseler, veya hem tabi olanlar, hem de liderler -tıpkı dalâlet ve küfürde müşterek oldukları gibi- o zaman kaçınıl­maz olarak azapta da topluca müşterektirler. Hepsi kendi ameli dolayısıyla cehennemdedir.

Onların azapta ortak oluşu, her suçlu kâfir konusunda olduğu gibi adil bir karşılıktır. Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İşte biz suçlulara böyle yaparız." Yani müşriklere buna benzer bir ce­zayla karşılık veririz ve herkes, işlediği amelin karşılığını bulur.

Bu azabın sebebi şu ayette ifadesini bulmaktadır:

"Çünkü onlar, kendilerine "Allah'tan başka ilâh yoktur." dendiği za­man büyüklük taslarlardı." Yani onlar, Allah'tan başka ilâh yoktur, demek olan kelime-i tevhide çağırıldıklarında, büyüklenerek bu çağrıyı kabullen­mez, müminlerin söylediği gibi bu kelimeyi söylemekten yüz çevirirlerdi.

"Cinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terkedeceğiz?" derlerdi." Yani hayal dünyasında yaşayan ve sözleri bozup karıştıran cinlenmiş bir şairin söyledikleri için mi bizler ilâhlarımıza ve babalarımızın ilâhlarına kulluğu terkedeceğiz? Bu sözleriyle onlar Hz. Peygamber (s.a.)'i kastediyor­lardı. Böyle demekle önceki ayette bildirildiği gibi vahdaniyeti, bu ayette bildirildiği şekliyle de peygamberliği inkâr ediyorlardı.

Yüce Allah da onlara, kendilerini şu kavliyle yalanlayarak mukabelede bulunmaktadır:

"Hayır o hakkı getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı." Yani Hz. Peygamber (s.a.), Allah'ın kendisine emir buyurduğu bütün hususlarda hak bir dinle gelmiştir. Bu hususların ilki tevhiddir. Böylelikle Hz. Pey­gamber (s.a.), diğer bütün peygamberlerin getirdiği tevhid, cennet vaadi, cehennem tehdidi ve ahiretin ispatı gibi hususlarda onları tasdik etmiştir. O, bu temel esaslarda onlara muhalefet etmediği gibi, daha önce onların getirdiği hiçbir esası da değiştirmemiştir. Şu halde onun şair veya cinlen-miş diye nitelenmesi nasıl doğru olabilir? Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Sa­na söylenen, senden önceki elçilere söylenmiş olandan başka birşey değildir" (Fussilet, 41/43), "... kendinden öncekini doğrulayan..." (Fâtır, 35/31). [25]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden, aşağıdaki sonuçlar çıkarılır:

1- Melekler, kâfirleri Allah'ın emriyle hasredip, sorgulanacakları yere sürerek götüreceklerdir. Bu kâfirler üç sınıftan oluşur:

a) Zalimler,

b) Onların benzerleri (onlar gibi olanlar),

c) Taptıkları şeyler.

Buradaki "zalimler"den kasıt kâfirlerdir. Çünkü onlar Allah'tan başka şeylere ibadet eden kimselerdir.

Bu da mutlak zalimlerin kâfirler olduğunu gösterir. Buradan, zalimler hakkında gelen bütün tehditlerde zalimlerden kastın kâfirler olduğu anla­şılır. Bunu, "Kâfirler zalimlerin ta kendileridir." (Bakara, 2/254) ayeti de te­kit etmektedir.

Buradaki "ve ezvâcehum (yoldaşlarını)" kelimesi şu üç şekilde tefsir edilmiştir. Bunlar içinde zahir ifadeye en uygun olanı ilk tefsir şeklidir. Bu­nunla birlikte her üç anlamın kastedilmiş olması da mümkündür:

a) Kendileri gibi olan kâfirler. Buna göre "Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman" (Vakıa, 56/7) ayeti gereğince Yahudiler Yahudilerle, Hristiyanlar Hristiyanlarla ... birlikte haşredilecektir.

b) Onların, şeytanlardan olan dostları. Çünkü Yüce Allah şöyle buyu­ruyor: "Şeytanların dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürükler­ler, sonra da yakalarını bırakmazlar" (A'râf, 7/202).

c) Bu kelimeden kasıt, kâfirlerle aynı dine inanmış bulunan kadınlarıdır.

2- Kâfirler hesap için durdurulup hapsedilecek, daha sonra da ateşe sürüleceklerdir. Şu halde hesap için durdurma veya hapis, cehenneme sü­rülmeden önce olacaktır. Dolayısıyla "götürün" ve "hapsedin" ayetleri ara­sında takdim-tehir vardır.

Kâfirlerin önce cehenneme sürülecekleri, daha sonra ateşe yaklaştık­ları zaman hesap için toplanacakları da söylenmiştir. Onlar inançları, söz­leri ve amelleri konusunda sorguya çekileceklerdir.

3- Onlara, serzeniş ve azarlama yollu şöyle denecektir: "Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?" Yani niye bir kısmınız diğerlerine yardım edip de Allah'ın azabının ona ulaşmasına mani olmuyor?

4- Bu dehşetli durak yerinde onlar için hiçbir çıkış yolu yoktur. Onlar burada Allah'ın emrine zelil ve hakir bir şekilde boyun eğeceklerdir.

5- Orada kâfirler arasında bir çekişme, münakaşa, hasımlaşma ve bir­birlerini karşılıklı kınama tarzında bir cedelleşme baş gösterecektir. Çün­kü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Birbirlerine yönelip, biri diğerini so­rumlu tutmaya kalkışır." Yani bazıları diğer bazılarına sorar. Buradaki "te-sâül: karşılıklı soru sorma"dan kasıt, karşılıklı hasımlaşmadır. Dolayısıyla buradaki soruşmayla, birşeyi anlamak isteyenlerin sorması değil, kınama ve azarlama tarzında birbirlerine soru sormaları kastedilmektedir.

Uyanlar, kendilerini dalâlete çağıranlara "Siz bize sağdan gelirdiniz" di­yecekler. Yani bize iyilik yolundan gelir ve bizi gerçek iyilikten alıkoyardmız.

Yahut bize sevdiğimiz taraf olan sağ taraftan gelirdiniz. Biz de bunu uğurlu saydığımız için nasihat olarak kabul edip söylediklerinize yapışır­dık. Araplar, sağ taraftan gelen şeyleri uğurlu sayar ve "Sânih" derler.[26]

Ya da bize din konusunda geldiniz; dinin emrini hafife alıcı tarzda bize yaklaştınız ve bizi ondan soğuttunuz.

Kurtubî bu son tefsir şekli hakkında şöyle der: "Bu, gerçekten güzel bir görüştür. Çünkü hayır ve şer, din cihetinde bulunur. Buradaki "sağ" ke­limesi "din" anlamındadır. Yani siz bize dalâleti süsleyerek ve allayıp pul-layarak takdim ettiniz.

Buradaki "sağ" kelimesinin kuvvet anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani kuvvet, galebe ve zor kullanarak bizim doğru yola girmemize mani ol­dunuz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara bir darbe indirdi." (Sâffât, 37/93). Yani kuvvetlice vurdu. Zira kişi­nin gücü sağ kolundadır.

Onların bu sözüne liderleri şöyle mukabele ederler: "Hayır. Siz zaten inanan kimseler değildiniz." Yani sizler kesinlikle iman etmiş kimseler de­ğildiniz ki bizim sizi imandan çırarıp küfre sokmamız sözkonusu olsun! Aksine siz zaten küfür üzere bulunuyordunuz ve bu durumunuzdan mem­nundunuz. Bizim sizin üzerinizde hakkı terketmenizi sağlayacak bir ege­menlik, baskı ve kuvvetimiz yoktu. Tersine sizler zaten dalâlet içinde bulu­nan haddi aşmış kimselerdiniz. Şu halde hem bizim, hem de sizin üzerinize Rabbimizin sözü gerekli olmuştur. Dolayısıyla hepimiz azabı tadıcı kimse­leriz. Nitekim Yüce Allah, peygamberler aracılığıyla şöyle haber veriyor: "Mutlaka cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dol­duracağım." (Secde, 32/13)

Yine onların liderleri şöyle derler: Bizler sizi dalâlete düşürdük ve az­dırdık. Yani benimsemiş olduğunuz küfrü size süsledik ve güzel gösterdik. Bizler vesvese ve propaganda ile sizi aldatan kimselerdik.

6- Daha sonra Yüce Allah onların durumunu haber veriyor: "Şüphe yok ki o gün onlar azap çekmede ortaktırlar." Yani hem elebaşları, hem de onlara uyanlar topluca cehennem ateşine gireceklerdir. İster dalâlete düşü­ren, isterse dalâlete düşen kimseler olsunlar farketmez. Hepsi kendi ameli gereği azap görecektir.

7- İlâhi adalet ve Sünnetullah gereği suçlu müşrikler, işledikleri bü­yük günah sebebiyle azap göreceklerdir. O günah, vahdaniyeti inkâr etme­leri, kelime-i tevhid'i söylemeyerek büyüklenmeleri, peygamberleri yahut tevhidi ve risaleti yalanlamalarıdır.

Yüce Allah şöyle buyurarak onların iddialarını reddetmektedir: "Ha­yır, o hakkı getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı." Yani Rasulullah (s.a.) Kur'an'ı ve tevhid ilkesini getirmiş, kendisinden önceki peygamber­leri de getirdikleri tevhidin ispatı, şirkin nefyi ilkesinde tasdik etmiştir. [27]

 

Kafirlerin Ve İhlaslı Mü'minlerin Görecekleri Karşılık:

 

38- Elbette siz o acıklı azabı tadıcı-smız.

39- Yapmakta olduğunuz şeylerden başkasıyla da cezalandırılmayacak-

40- Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın dışındadır.

41. onlar için bilinen bir rızık var

42-Türlü meyvelerle ağırlanırlar.

43- Naîm cennetlerinde.

44- Tahtlar üzerinde, karşılıklı otururlar-

45-Onara kaynaklardan doldurulmuş türlü kadehler dolaştırılır.

46- Berrak' i?enlere lezzet veren bir IÇKi

47' ffi onda ne sersemletme var, ne  de onunla sarhoş olurlar.

48" Yanlarında da yaln kendileri- ne Söz dikmiş iri gözlü eşler vardır.

49- Saklı yumurta gibi eşler.

50- Bunlar birbirine dönüp sorarlar:

51-Onlardan bir sözcü: "Benim" de di ılbir arkadaım vartü'

52- Alay ederek derdi ki: "Sen doğ­rulayanlardan mısın?"

53- Biz ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı, biz mi cezalandı­rılacağız?"

54- Sonra yanındakilere: "Bakar mısınız?" dedi.

55- Baktı, onu cehennemin ortasında gördü.

56- Ve ona dedi ki: "Allah'a yemin olsun. Sen az daha beni de mahvedecektin.

57- Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı şimdi ben de oraya getirilenlerden olur­dum.

58, 59- "(Bak) biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek, biz azaba da uğ-ratılmayacaktık değil mi?

60- Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.

61- Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır.

 

Belagat:

 

"Elbette siz o acıklı azabı tadıcısınız." Bu ayetle, daha önceki hitap şekli değişmekte ve "onlar" şeklinde gayba hitaptan, "sizler" tarzında mu­hataba hitaba geçilmektedir. Bu değişiklikten maksat, onları daha fazla tahkir edip ayıplamaktır.

"yalnız kendilerine göz dikmiş" Bu ifade, hûru'l-ıyn'dan (ahu gözlüler) kinayedir. Zira huriler iffetli varlıklar olup, eşlerinden başkasına bakmazlar.

"saklı yumurta gibi" Burada kapalı bir teşbih-i mürsel vardır. Hurile­rin, hangi yönden saklı yumurtaya benzedikleri belirtilmediği için ifade ka­palıdır. [28]

 

Kelime ve ibareler:

 

"Elbette siz o acıklı azabı tadıcısınız." Şirk koşmanız ve peygamberleri yalanlamanız sebebiyle.

"Yapmakta olduğunuz şeylerden başkasıyla da cezalandırılmayacaksı­nız." Yalnızca işlediğiniz amellerin mislini veya işlediklerinizin karşılığını göreceksiniz.

"Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın dışındadır." Yani ibadeti sa­dece ihlâsla Allah'a has kılan, yahut Allah'ın, ibadet için seçtiği ve dini için tercih ettiği kimseler.

"Onlar için" cennette "bilinen" yani sürekli ve düzenli oluşları ile halis lezzetleri dolayısıyla özellikleri bilinen "bir rızık vardır."

Sağlığı korumak ve gıdalanmak için değil, lezzet almak için yenen "türlü meyvelerle ağırlanırlar." Çünkü bedenleri ebedî olarak yaşamak üze­re yaratıldığı için cennetliklerin, sağlığı korumak diye bir endişeleri yok­tur. Yani onlar için cennette, katındaki derecelerini yükseltmesi, kelâmını işitmeleri ve kendisiyle yüz yüze gelmeleri şeklinde Allah tarafından bü­yük bir ikram vardır. Yine onlar, kendilerine rızık bahşedilmek suretiyle ikram gören kimselerdir. Zira orada rızık, dünyadaki gibi bir yorgunluk ve­ya istek olmadan kendilerine ulaşır.

"Naîm cennetlerinde" Yani içlerinde sadece nimetler bulunan cennet­lerde.

"Tahtlar üzerinde, karşılıklı otururlar." Yani üzerlerine kurulup oturdukları tahtlarda birbirlerinin yüzüne bakarak. Onların her biri, kardeşine kavuşmuş olmanın sevinci içindedir. Biri diğerinin arkasından bakmaz.

"Onlara" her biri "kaynaklardan" yani kaynak ve nehirler gibi yerde akan içeceklerle doldurulmuş "türlü kadehler dolaştırılır." Aralarında do­laştırılır.

"Berrak" sütten bile daha beyaz, "içenlere lezzet veren" yani içildiğinde kendisinden tiksinti duyulan dünya içkisi gibi olmayıp, içenlere lezzet ve­ren. Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Cennet içkisi, sütten daha beyazdır. Lezzeti çok güzeldir."

"Ki onda ne sersemletme var" yani o içki sebebiyle sersemlemezler, akılları gitmez ve ne bir hastalık, ne de başağrısı görürler; "ne de onunla sarhoş olurlar." Dünya içkilerinde olduğu gibi sarhoş olmazlar.

Buradaki "yunzefûn" (sarhoş olurlar) kelimesindeki "ze" harfi hem fet-halı -bu şekilde,- hem de kesreli -"yunzifûn" şeklinde- okunabilir.

"Yanlarında da yalnız kendilerine göz dikmiş" Bakışlarını yalnızca eş­lerine yöneltmiş, başkalarını istemeyen "iri gözlü" Yani gözleri büyük ve güzel. Buradaki '"în" kelimesi, '"ayna" kelimesinin çoğuludur. "Ayna", göz­leri iri ve güzel olan ahu gözlü kadın demektir.

"Saklı yumurta gibi eşler" Burada, zikri geçen eşler, saflıkta ve hafif sarı beyaz karışımı rengiyle, kuş tüyleriyle rüzgâr ve tozdan korunmuş de­vekuşu yumurtasına benzetilmektedir. Buradaki "meknûn" (saklı) kelime­si, toz vb. şeylerden korunmuş demektir.

"Bunlar birbirine dönüp sorarlar" Yani cennet ehlinin bir kısmı, ka­dehlerini yudumlarken diğer bir kısmına yönelir ve dünyadayken içinde bulundukları durumlarından sorarlar. Bu, cennet nimetlerinin son derece mükemmel olduğunu ifade etmektedir.

"Sonra" o mümin kişi "yanındakilere" kardeşlerine, benimle birlikte, bana bu sözü söyleyen o dostun durumunu görmek için cehenneme "bakar mısınız" dedi" onun cehennemdeki yeri neresidir!

O mümin kul cehenneme "baktı" ve "onu" dostunu "cehennemin orta­sında" orta yerinde "gördü."

Kendi durumuna sevinerek ona "sen az daha" neredeyse "beni de mah­vedecektin" azdırıp saptırarak helak edecek ve cehenneme sokacaktın.

"Eğer Rabbimin nimeti" ve bana iman ve hidayet bahşeden rahmeti "olmasaydı şimdi ben de oraya" seninle birlikte cehenneme "getirilenler­den" azap için sürülenlerden "olurdum."

"Biz bir daha ölmeyecek miyiz?" Yani biz, ölümsüz olarak ebedî yaşa­yacak mıyız? Bu, cennet ehlinin sözüdür.

"...ilk ölümümüzden başka..." Dünyadaki ölümümüzden başka. Bu, Allah'm kendilerine bahşettiği sonu gelmez cennet nimetleri dolayısıyla cen­net ehlinin duyduğu sevinç ve mutluluğun sonucunda kendilerinden sadır olan bir sözdür. Dolayısıyla buradaki soru cümlesi, sevinci ve Allah'ın ni­metini ifade amacıyla söylenmiştir, "biz azaba uğratılmayacaktık değil mi?" Yani biz azaba uğratılan kimseler değiliz.

"Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir." Yani cennet ehli­nin içinde bulunduğu nimetler, sonsuz hayat ve azaptan emin olma hali, kıymeti takdir edilemeyecek kadar büyük bir kurtuluştur.

Bu cümlenin, cennet ehlinin sözü olması muhtemel olduğu gibi, Yüce Allah'ın, onların söylediklerini onaylamak maksadıyla buyurduğu kelâmı olması ihtimali de vardır.

"Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır." Yani kârlı ticaret işte budur ve bu, çalışanların ulaşmaya gayret ettikleri en yüce hedeftir; kıymetsiz dün­ya için çaba sarfetmek değildir. Dolayısıyla çalışanlar, acılarla karışık olan ve çabucak yok oluveren dünya hazları için değil, böylesi bir hedef için ça­ba sarfetmelidir.

Bu cümlenin de cennet ehlinin veya Yüce Allah'ın kelamı olması ihti­mali vardır. [29]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah, kâfirlerin tevhid ve nübüvveti yalanlamasını hikâye ettik­ten sonra gaib sigasıyla gelen ifadelerden muhataba hitap şeklinde gelen ifadelere geçmekte ve dalâlet ehlinden olan tabiler ve kendilerine uyulan liderler arasında geçen konuşmanın hiçbir fayda sağlamayacağını beyan buyurmaktadır. Zira azap, her iki grubu da kapsayacaktır. Ahirette verile­cek adaletli karşılık da dünyada işlenen amellere uygun olacaktır.

Bu hususları böylece beyan buyurduktan sonra Yüce Allah, kendisine itaat için seçtiği, ibadeti sadece Rabblerine has kılan kullarını bundan is­tisna etmektedir. Zira onlar cennete, gözün görmediği, kulağın işitmediği ve insan aklına gelmeyen yiyecek, içecek, giysi... gibi türlü türlü maddi ni­metler içindedirler. Keza onlar, kendilerini ne bir üzüntü, ne de rahatsızlı­ğın meşgul etmemesi dolayısıyla da manevî nimetler içindedirler. Onlar orada dünyadaki durumlarını ve bazı samimi dostlarıyla aralarında geçen konuşmaları hatırlarlar. [30]

 

Açıklaması:

 

Yüce Allah, dalâlet içinde bulunan yalanlayıcıların durumunu beyan etmekte -ki bu hitap aynı zamanda insanları da hedef almaktadır ve şöy­le buyurmaktadır:

"Elbette siz o acıklı azabı tadıcısınız." Yani siz ey kâfirler! Hiç bitmeyen ve sürekli devam eden cehennem ateşinde elem verici azabı tadacaksınız!

"Yapmakta olduğunuz şeylerden başkasıyla da cezalandırılmayacaksı­nız." Yani sizin göreceğiniz karşılık, içinde zulüm bulunmayan adil ve hak bir uygulama ile verilecektir ki o karşılık, küfür ve isyandan ibaret olan amelleriniz dolayısıyla azap görmenizdir. Dolayısıyla ceza görmenizin sebe­bi bu kötü amellerinizdir. "Rabbin, kullara zulmedici değildir" (Fussilet, 41/46), "Rabbin kimseye zulmetmez" (Kehf, 18/49).

Kelime-i tevhid'i kabul etmeyerek büyüklenen ve peygamberleri in­kârda ısrar gösteren suçlulularm durumunun beyanından sonra Yüce Al­lah, ihlâs sahibi kulların nasıl bir mükâfat göreceğini zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın dışındadır. Onlar için bilinen bir rızık vardır. Türlü meyvelerle ağırlanırlar." Yani Allah'ın kendilerini itaat ve tevhid için seçtiği, ameli yalnızca Allah için işleyen kullar ise kur­tulmuşlardır, onlar azabı tatmazlar ve hesabı tartışmazlar. Onların günah­ları müsamaha edilerek bağışlanmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Andolsun asra ki, muhakkak insan kesin bir ziyandadır. Ancak iman edenlerle güzel amellerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler böyle değildir. " (Asr, 103/1-3), "Her nefis, kazandığı şey mu­kabilinde bir rehindir. Ancak defteri sağdan verilenler müstesna..." (Müd-dessir, 74/38-39).

Buradaki "muhlisin" kelimesi bir övgü sıfatıdır. Çünkü onlar Allah'ın kullarıdır ve bu da onların seçilmiş kimseler olmasını gerektirir.

İşte bu seçkin kullara cennette Allah katından güzelliği, hoşluğu ve kesintisiz devamlılığı malûm olan bir rızık vardır ki sabah akşam, yani di­ledikleri her zaman kendilerine ikram edilir. Onlar, türlü leziz meyveler­den, yani meyvelerin her çeşidinden faydalanırlar. Bu meyveler, onların ye­diği şeylerin en güzelidir. Bu yeme, kendilerine yapılan ikram ve tazim ile birlikte olur. Zira onlar orada hizmet ve ikram görür, refah ve rahata ka­vuşturulurlar. Aynı şekilde onlar için büyük bir ikram daha vardır ki o da cennette, Rabblerinin katındaki derecelerinin yükseltilmesidir. Onlar ora­da Rabblerinin sözünü duyar ve geniş cennet bahçelerinde O'nunla karşı karşıya olurlar...

Bu ayette cennet meyvelerinin gıdalanmak ve kuvvet almak için değil, lezzet almak için yendiğine delâlet vardır. Çünkü cennet ehli gıdalanmak ve kuvvetlenmek gibi şeylere ihtiyaç duymazlar; sonsuz bir hayat için ya­ratılmış sağlam bedenlere sahiptirler.

Bu ayette rızkın "bilinen" şeklinde tavsif edilmesi, sözkonusu rızkın cennet ehli nazarında bilinen şeyler olduğunu ifade eder.Yüce Allah, onların yiyeceklerini açıkladıktan sonra, meskenlerini vasfetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Naîm cennetlerinde. Tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar." Yani bu rı-zık, nimetlerle dolu, kurulu ve sürekli bir faydalanma yeri olan cennetler­de, tahtlar üzerine kurulmuş oturur vaziyette oldukları halde kendilerine gelir. Onlar neşe ve sevinçle birbirlerinin yüzüne bakarlar. Hiçbiri diğeri­nin arkasından bakmaz. Bu durumda onlar maddî ve bedenî fayda ve ni­metlerle ruhî ve insanî fayda ve nimetleri bir arada görürler.

Yiyecek ve meskenlerini vasfettikten sonra Yüce Allah cennetliklerin içeceklerini de şöyle zikretmektedir:

"Onlara kaynaklardan doldurulmuş türlü kadehler dolaştırılır." Bura­daki "ma'în" kelimesi akarsu demektir. Şu halde bu ırmaklar, suyun kesin­tisiz bir şekilde çıkması gibi kaynaktan çıkarlar. Bu şekilde çıktığı için ona "ma'în" denmiştir...

Daha sonra Yüce Allah, dünya içkisinin afetlerinden uzak olan cennet içkisini şöyle vasfediyor:

"Berrak, içenlere lezzet veren[31] bir içki ki, onda ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar." Yani bembeyaz renkli, tadı leziz ve kokusu hoş olan, ağızda rahatsız edici bir koku bırakan acı dünya içkisi gibi olmayan bir içki. Bu içki, dünya içkisi gibi içeni sersemletip aklını götürmez, baş ağ­rısı, karın ağrısı yapmaz ve diğer hastalıklara yol açmaz. Zira bütün bu özelliklerinde o, dünya içkisinden tamamen ayrıdır. Ne nefse, ne akla ve mala, ne de şahsiyete zarar verir. Çünkü ondan aklı gideren helak edici madde olan alkol çıkarılmıştır. Bu ayette, dünya içkisinin yol açtığı ağrılar, sıhhî arızalar ve sorhoşluk, insanlara rahatsızlık verme ve hezeyan, kanın ve sindirim organlarının bozulması gibi kötülükler de ima edilmektedir...

Cennet ehlinin içecekleri de böylece açıklandıktan sonra Yüce Allah, onların eşlerinin özelliklerini şöyle beyan buyurmaktadır:

"Yanlarında da yalnız kendilerine göz dikmiş iri gözlü eşler vardır." Yani yanlarında iffetli eşler vardır. Bunlar, kendi eşlerinden başkasına bakmazlar ve onlardan başkasını istemezler. Büyük güzel gözleri vardır. Buradaki '"ayn" kelimesi, '"ayna" kelimesinin çoğuludur, iri ve güzel gözlü, görünüşü güzel kadın demektir. Buradan da anlaşılmaktadır ki Yüce Allah onların gözlerini güzellik ve iffetle vasfetmektedir. Nitekim Allah Tealâ, Hûru'1-Iyn hakkında da "güzel huylu, güzel yüzlü kadınlar" (Rahman, 55/70) buyurmaktadır.

"Saklı yumurta gibi eşler" Ten renkleri hafif sarı beyaz karışımı, devekuşlarının yumurtaları gibi gizlenmiş, eşleri için saklanmış kusursuz ka­dınlar demektir.

Cennet ehlinin faydalanacağı yiyecek, içecek, mesken ve eş gibi maddî hususları beyan buyurduktan sonra Yüce Allah, manevî olarak faydalanı­lacak şeyleri de şöyle zikretmektedir:

"Bunlar birbirine dönüp sorarlar." Yani onlar içkilerini yudumlarken ve meclislerinde toplu halde sohbet ederken bir kısmı diğer bazılarına yö­nelerek dünyadayken içinde bulundukları durumları ve nelere göğüs ger­diklerini sorar. Bu, cennet nimetlerinin mükemmelliğinin ifadesidir.

Cennet ehlinin burada birbirlerine sordukları şeylerden birisini de Yüce Allah şöyle açıklıyor:

"Onlardan bir sözcü: "Benim" dedi "bir arkadaşım vardı, alay ederek derdi ki: " Sen doğrulayanlardan mısın?" Biz ölüp toprak ve bir yığın ke­mik olduğumuz zaman, biz mi cezalandırılacağız?" Yani cennet ehli müminlerden birisi şöyle der: Dünyadayken benim, öldükten sonra diril­meyi inkâr eden kâfir bir arkadaşım vardı. "Bizler mi? Ölüp, ufalanmış toprak ve çürümüş kemik haline geldikten sonra amellerimizden dolayı hesaba çekilecek ve dünyada yaşadıklarımızdan dolayı diriltilip karşılık görecek kimseler mi olacağız? Bu, imkânsız, makul olmayan ve hiçkimse için takdir edilmiş bulunmayan birşeydir. Sen de böylesi hurafeleri doğru­layan birisi misin? derdi.

"Sonra yanındakilere: "Bakar mısınız" dedi." O mümin kul, birlikte otur­duğu arkadaşlarına şöyle dedi: Benimle birlikte cehennemliklere bakın da si­ze, bana bu sözleri söyleyen o dostu, onun nasıl azap çektiğini göstereyim.

"Baktı, onu cehennemin ortasında gördü" Yani o mümin, cehennem eh­line baktı ve onu, cehennemin ortasında ateşin sıcaklığından alev alev ya­narken gördü.

"Ve ona dedi ki: "Allah'a yemin olsun. Sen az daha beni de mahvede­cektin. Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı şimdi ben de oraya getirilenlerden olurdum" Yani mümin kul, kâfir arkadaşına, azarlama yollu şöyle dedi: Az kalmıştı ki sen beni de azdırmak suretiyle helak ve mahvoluşa sürükleye­cektin. Beni, dirilişi ve kıyameti inkâra çağırmak suretiyle beni de helak edecektin. Eğer Rabbimin rahmeti, beni dalâletten koruması, yardımı, hakka irşad ve İslâm'a hidayet etmesi olmasaydı şüphesiz ben de seninle birlikte azap çekmek üzere ateşe getirilenlerden olurdum.

Daha sonra o mümin, birlikte oturduğu cennet ehli arkadaşlarına dö­nerek şöyle der:

"Biz, ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek, biz azaba da uğratıl-mayacaktık değil mi?" Yani cennetin kendilerine bahşedilen sürekli nimetle­ri sebebiyle sevinç ve mutluluk içinde bulunan o mümin kul, birlikte otur-

duğu arkadaşlarına şöyle der: Biz şimdi ebedî olarak nimetler içinde olacak mıyız? Dünyada vukua gelen ilk ölüm dışında ölmeyecek miyiz? Cehennem ehli olan kâfirler azap gördüğü gibi bizler de azap görmeyecek miyiz?

Müminlerin durumu ve özellikleri böyledir ve Allah onlar için sadece ilk ölümü takdir buyurmuştur. Oysa kâfirler, içinde bulundukları azap se­bebiyle her saat ölümü temenni ederler. Mümin, Allah'ın nimetini dile ge­tirmek için, kendi durumuna gıpta ederek ve cehennemdeki arkadaşının işiteceği şekilde onu azarlayarak yukarıdaki sözleri söyler. Bu durumda onun da azabı artar. Mümine gelince, mutlu olur ve zahmetsiz, ölümsüz bir hayatla cennette ebedî kalacağı, nimetler içinde bulunacağı için kendi ken­disine gıpta eder.

"Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır." Yani bu sürekli ve sonsuz nimetler ve içinde bulunduğu­muz sonsuz hayır ve lütuf, göz kamaştırıcı hedef ve gayenin, tarif edileme­yecek en büyük kazancın ta kendisidir. Dünyada çalışanlar, kendisinden pay almak için işte böyle bir nimet ve kurtuluş için çalışsınlar; çeşitli risk ve acılarla ve pek çok yorgunlukla birlikte gelen fani dünya nasipleri için değil!

Özetle bizden istenilen, çalışmayı sadece dünyevi kazanca hasretme­mek, ahiret ve ebedî cennet için çalışmaktır. [32]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden, aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Kâfir ve suçluların azabı, haktır, adil bir karşılıktır ve mutlaka ger­çekleşecektir.

2- Bu karşılık, inkarcıların şirk ve isyandan ibaret amelleri sebebiyle­dir. Bu, "Rahîm, Kerîm ve kendisine herhangi bir fayda veya zarar veril­mekten yüce olana, kullarına azap etmek nasıl yakışır?" diyenlere verilmiş bir karşılıktır.

3- İlâhi emri yerine getirmek ve çirkin şeylerle masiyetten kaçınmak, sevap olan amelleri işlemeye teşvike ve azaptan sakmdırmaya ihtiyaç gös­terir. Bu sebeple Yüce Allah, azaba ilişkin olarak verdiği haberde, Allah Tealâ'ya ihlâsla amel eden kullarını istisna etmiştir. Zira onlar, kurtuluşa eren ve azap görmeyecek olan kimselerdir.

4- Mümin ve ihlâslı kulların göreceği karşılık cennettir. Orada özellik­leri malûm olan rızık vardır ki bu rızık, kesintisiz devam edecektir; muhte­lif yaşlık ve kuruluktaki meyvelerden oluşan en güzel yiyeceklere şamildir. Cennet ehli, bahçelerde bunlarla nimetlenecektir ve onlar için Yüce Al­lah'ın bahşettiği bir ikram daha vardır: Derecelerini yükseltmek ve onları, kelâmını işitip O'nunla yüz yüze olma bahtiyarlığına eriştirmek.

Cennet ehli, tahtlarda kurulup yüzyüze karşılıklı otururlar, birbirle­rine arkalarını dönmezler.

Onlara verilen rızık, kendilerine dolu kadehlerde ikram edilecek olan ve en güzel içeceklerdir. Onlar, bu içkinin bitmesinden ya da kesilmesinden endişe etmezler. O içki, yeryüzünde ırmakların akması gibi akar. Cennet içkisi, sütten daha beyazdır, tadı ve kokusu güzeldir. İçenlerin aklını ve şuurunu gidermez. Onlara o içki sebebiyle ne bir hastalık, ne de başağrısı musallat olur. Onlar o içki sebebiyle sarhoş da olmazlar.

Yine cennet ehli için bakışlarını sadece eşlerine çevirmiş bulunan ve başkalarına bakmayan iffetli kadınlardan eşler de vardır. Onlar güzel göz­lü ve güzel görünüşlü, cennet ehli eşleri için korunmuş, saklanmış kadın­lardır ve rengine çok az bir sarılık karışmış bulunan, korunmuş devekuşu yumurtası gibi güzel renkleri vardır.

5- Cennet ehli, cennette aralarında bulunan ünsiyeti derinleştirerek, dünyadan hatırladıkları teselli edici sözleri birbirlerinin ağzından alarak konuşurlar.

Onların konuştukları mevzulardan biri de mümin ile kâfirin kıssasıdır. Cennet ehli olan mümin şöyle der: Benim dünyada samimi bir dostum vardı. Bana şaşkınlık içinde şöyle sormuştu: Sen de öldükten sonra diril­meyi ve amellerin karşılığının verileceğini tasdik edenlerden misin? Bizler öldükten sonra amellerimizin karşılığını görecek ve hesaba çekilecek mi­yiz? Ölüp de toprak ve çürüyüp ufalanmış kemik haline geldikten sonra terar hayata döndürülmemiz düşünülebilir mi?

Bu konunun devamında mümin, cennet ehline şöyle der: O dostun du­rumunun ve akıbetinin nasıl olduğunu size göstermem için cehenneme ba­kar mısınız? O müminin kendisi bakar ve dostunu, cehennemin ortasında azap çekerken görür. Kendisini azarlayarak şöyle der: Allah'a yemin olsun ki, az kalsın sen beni de ateşe düşürecek ve helak edecektin. Eğer Rabbi-min fazlı, rahmeti, beni dalâletten ve batıl şeylerden koruması, lütfedip be­ni doğru yola girmeye muvaffak kılması olmasaydı mutlaka ben de senin yanında tıpkı senin gibi cehenneme getirilirdim.

6- Daha sonra o mümin, birlikte oturduğu cennet ehli arkadaşlarıyla konuşmaya döner. Onlar, cennete ilk girdiklerinde bilmedikleri halde son­radan, ölümün alaca koç suretinde boğazlanmasıyla artık bir daha ölmeye­ceklerini öğrendikten sonra kendilerine gıpta ve sevinçle şöyle der: Bizler burada sonsuza kadar kalacak ve nimetler içinde yüzecek miyiz? Bizler ar­tık ölmeyecek ve azap da görmeyecek miyiz?

7- Bu kıssadan ve birkaç konuya temas eden sözlerden çıkan sonuç şu­dur: Cennet bahçelerinin nimetlerine ulaşmak en büyük kurtuluştur ve amel edenlerin, bu en büyük nimete ulaşmaya yol açan salih amelleri işle­mesi ve böylesi bir ihsan ve karşılıksız iyilik için çalışması gerekir.

Yüce Allah'ın "Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Çalı­şanlar, bunun için çalışmalıdır" kavlinin, Allah tarafından cennette kendi­sine hazırlanan ve bahşedilen şeyleri gördükten sonra müminlerin söyleye­ceği bir söz olması ihtimali bulunduğu gibi, meleklerin, ya da Yüce Allah'ın dünya ehline yönelik bir kelamı olması ihtimali de vardır. Bu son ihtimale göre anlam şöyle olur: Cennetteki güzellikleri ve mükâfatı duydunuz. O halde çalışanlar, böylesi bir hedef için çalışsınlar. Nitekim bu anlam yuka­rıda da kısaca ifade edilmişti. [33]

 

Zalimlerin Göreceği Karşılık Ve Cehennemdeki Azabın Çeşitleri:

 

62- Ağırlanmak için böylesi mi ha­yırlı, yoksa Zakkum ağacı mı?

63-  Biz onu zalimler için bir fitne yaptık.

64-  O, çılgın ateşin dibinde çıkan bir ağaçtır.

65- Tomurcukları şeytanların başla­rı gibidir.

66-  Onlar bundan yiyecekler ve ka­rınlarını bununla dolduracaklar.

67- Sonra üzerine de onlar için, çok sıcak bir su ile karıştırılmış bir içe­cek vardır.

68-  Sonra dönüp gidecekleri yer, şüphesiz yine cehennemdir.

69-  Çünkü onlar atalarını sapık kimseler bulmuşlardı da,

70-  kendileri de onların izleri üze­rinde koşturuyorlardı.

71-  Andolsun ki onlardan önce ge­çenlerin çoğu da sapmıştı.

72-  Andolsun ki biz onlar için de uyarıcılar göndermiştik.

73-  Bak o uyarılanların sonu nice oldu!

74- Ancak Allah'ın halis kulları o azabın dışında kaldılar.

 

Belagat:

 

"Böylesi mi hayırlı, yoksa Zakkum ağacı mı?" cümlesindeki "hayırlı" kelimesi, onlarla alay edileceğini bildiren alaycı bir üslûp taşımaktadır.

Lafızları ayrı, anlamları farklı "uyarıcılar" ve "uyarılanlar" kelimeleri arasında cinas-i nakıs vardır. Bu kelimelerden ilkiyle rasuller, ikincisiyle de ümmetler kastedilmektedir.

"tomurcukları şeytanların başları gibidir." cümlesinde teşbih-i mürsel vardır. Tomurcukların, şeytanların başlarına ne yönden benzediği hazfedil­miş, belirtilmemiştir. Bu benzeme, ürküntü verici, şeni ve son derece çirkin oluşları itibariyledir. [34]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ağırlanmak" ziyafet "için" kendilerine zikredilen "böylesi" nimetler "mi hayırlı" Buradaki "nuzül" kelimesi, misafiri ağırlamak için hazırla­nan yiyecek, içecek vb. gibi şeylerle verilen ziyafet anlamındadır, "yoksa Zakkum ağacı mı?" Zakkum ağacı, cehennem ehli için hazırlanmış bir ağaçtır. Tihâme bölgesinde biter ve yaprakları küçüktür. Pis kokulu ve acı bir meyvesi vardır. Cehennem ehli bunun meyvesini yemeye zorlanırlar. Onlar da onu tezakkum ederler. Tezakkum, bir şeyi zorlanarak ve ızdırap çekerek yutmak demektir.

"Biz onu zalimler için bir fitne yaptık." Yani biz onu, Mekke'li kâfirler için bir imtihan olsun diye cehennemin dibinde bitirdik. Zira onlar şöyle di­yorlardı: Bu nasıl olur? Ateş ağacı yakar. Böyleyken bu ağaç orada nasıl bi­tebilir? Bilmezler ki ateşte yaşayan şeyleri yaratmaya kadir olan, ateşin içinde ağaç yaratmaya ve onu yanmaktan korumaya daha ziyade kadirdir. Zira bizler bugün yakılması mümkün olmayan pek çok madde görmekteyiz.

"O çılgın ateşin dibinde çıkan bir ağaçtır." Yani bu ağaç cehennemin dibinde biter ve dalları, cehennemin alt tabakalarına kadar yükselir.

"Tomurcukları" yani meyveleri veya hurma tomurcuğuna benzeyen ye­mişi "şeytanların başları gibidir." Burada elle tutulup gözle görülen bir şe­yin, -gözle görülmese de- aklın kabul edeceği birşeye benzetilmesi sözko-nusudur. Bu teşbih, Zakkum ağacının meyvesinin son derece kötü ve çirkin olduğunu göstermek içindir. Nitekim birisini güzellikte meleğe benzetmek de böyledir. Buradaki "şeytanlar"ın, korkunç, çirkin görünüşlü ve kıllı yı­lanlar olduğu da söylenmiştir.

"Onlar bundan yiyecekler" kâfirler, şiddetli açlıklarından ötürü, çirkin­liğine ve kötülüğüne rağmen bu ağacın meyvelerinden yiyecekler "ve karın­larını bununla dolduracaklar."

"çok sıcak bir su ile" Buradaki "hamim" kelimesi sıcaklığı şiddetli olan su demektir. Onlar bunu içecekler ve bu su, Zakkum ağacından yenen şey­le karışacak. Bu suretle söz konusu su, o ağaçtan yenen şey için bir karı­şım olacak, "karıştırılmış bir içecek vardır."

"Sonra dönüp gidecekleri yer" varacakları yer "şüphesiz yine cehen­nemdir. " cehennemin tabakaları veya bizzat kendisidir. Bu, onların hamîm (kaynar su) şarabını içmeleri için ateşten çıkarılacaklarının ve bu şarabın, cehennemin dışında olduğunun delilidir. Çünkü Yüce Allah, "İşte bu, suç­luların yalanladığı cehennemdir. Onunla hamîm arasında dolaşıp dururlar." (Rahman, 55/43-44) buyurmaktadır. Buradaki dolaşmaktan maksat, develerin suya götürüldüğü gibi onların da hamîme götürülmeleri ve daha sonra yine cehenneme sokulmalarıdır.

"Çünkü onlar... koşturuyorlardı" onlara tabi olmak için kovalamasına koşturuyorlar ve son derece hızlı hareket ediyorlardı. Bu ifade, onların da­lâlette atalarını taklit etmeleri sebebiyle o şiddetli azabı hak etmelerinin gerekçesini anlatmaktadır.

"Andolsun ki onlardan" senin kavminden "önce geçenlerin" onlardan önce yaşamış olan ümmetlerin "çoğu da sapmıştı."

"Andolsun ki biz onlar için de uyarıcılar" kendilerini kötü akıbetle uyaran nebiler "göndermiştik. Bak o uyarılanların sonu nice oldu!" Yani geçmiş ümmetlerden olan kâfirlerin vardığı yer, ki o azaptır.

"Ancak Allah 'm halis kulları o azabın dışında kaldılar." Ancak o nebi­lerin uyarmalarını dikkate alan ve dinlerini yalnız Allah'a has kılan kim­seler o azabın dışında kaldılar ve azaptan kurtuldular. Buradaki "muhla-sîn" kelimesi bu şekilde "lam" harfinin fethasıyla olursa , Allah'ın ibadet ve taat için seçtiği kimseler, "lam" harfinin kesresiyle ("muhlisin" şeklinde) olursa ibadette ihlâslı davranan kimseler anlamına gelir. [35]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah, iyiler için naîm cennetlerinde hazırladığı yiyecek, içecek ve daha başka nimetleri beyan buyurduktan sonra, kötüler için -Allah'a karşı kâfir olma hususunda atalarını taklit ettikleri ve putlara taptıkları için- cehennem ateşinde hazırladığı yiyecek ve içecekleri zikretmektedir. [36]

 

Açıklaması:

 

"Ağırlanmak için böylesi mi hayırlı, yoksa Zakkum ağacı mı?" Önceki ayetlerde zikredilen cennet nimetleri ve cennette bulunan yiyecekler, içe­cekler ve türlü lezzetlerle diğer şeyler mi ikram ve ziyafet olarak daha ha­yırlı, yoksa cehennemde bulunan kötü ve acı meyveli Zakkum ağacı mı? Bu, onlarla bir çeşit eğlenme ve alay etmedir. Zakkum ağacı, cehennem eh­linin yiyeceğidir ki onu zorlanarak ve yutkunarak yerler; onların ziyafet ve ikramları budur.

"Biz onu zalimler için bir fitne yaptık" Yani biz bu ağacı kâfirler için bir deneme vesilesi yaptık. Zira onlar onunla imtihana çekilmiş ve onun varlığını yalanlamışlar ve "Ateş, içinde bulunan şeyleri yaktığı halde onun içinde ağaç nasıl olurmuş?" demişlerdi.

Bu, onların, yakılması mümkün olmayan şeyler bulunduğu konusun­daki bilgisizliklerini göstermektedir ve onlar, ateşin içinde yaşayan insan (cehennem ehli) yaratmaya kadir olanın, ateşin içinde yanmayan ağaç yaratmaya ziyadesiyle kadir olduğunu düşünüp akıl edememektedirler. Sözkonusu ağacın özelliklerini Yüce Allah şöyle anlatıyor:

1- "O, çılgın ateşin dibinde çıkan bir ağaçtır." Yani o, ateşin dibinde ve cehennemin en aşağı tabakasında yetişen bir ağaçtır.  Dalları, cehennemin tabakalarına yükselir.

2- "Tomurcukları şeytanların başları gibidir." Yani o ağacın tomurcuk­ları ve meyvesi son derece kötü ve çirkin görünüşlü olması bakımından şeytanların başları gibidir. Bu benzetme, o ağacın meyvelerinin tiksindiri-ciliğini anlatmak ve onu çirkin bir ifadeyle zikretmek içindir. Dolayısıyla burada elle tutulup gözle görülen birşey, görünmeyen birşeye benzetilmiş olmaktadır. Araplar, çirkin yüzü şeytana, güzel yüzü de meleğe benzetirler. Nitekim Hz. Yusuf (a.s.) kıssasındaki kadınların dilinden Yüce Allah şöyle hikâye etmektedir: "Bu insan değildir; bu ancak üstün bir melektir." (Yu­suf, 12/31)

Daha sonra Yüce Allah bu ağacın, cehennem ehli olan kâfirlerin yiye­ceği olduğunu zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Onlar bundan yiyecekler ve karınlarını bununla dolduracaklar." Yani onlar, kokusu, yiyeceği ve yaratılışı kötü olan bu ağacın meyvesini yiyecek­ler ve karınlarını zorla ve istemeye istemeye onunla dolduracaklar. Çünkü onlar bu ağaçtan ve buna benzer yiyeceklerden başka birşey bulamayacak­lar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar için kuru dikenden başka yiyecek yoktur. Ne semirtir o, ne de açlığı giderir." (Gâşiye, 88/6-7) Cennet eh­linin rızkına mukabil, cehennem ehlinin yiyeceği ve meyvesi de işte budur.

İbni Ebî Hatim, Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce, İbni Abbas (r.a.)'dan şöy­le rivayet etmişlerir: "Rasulullah (s.a.) bu ayeti okudu ve "Allah'tan hak­kıyla sakının. Zira zakkumdan bir tek katre dünya denizlerine damlayacak olsaydı, yeryüzünde yaşayanların dirlik ve düzeni bozulurdu. Böyleyken yi­yeceği sırf Zakkum'dan ibaret olanların durumu nasıl olur?"[37]

Cehennem ehlinin yiyeceğini böylece vasfettikten sonra Yüce Allah, onların içeceğini de daha çirkin bir surette şöyle tavsif buyurmaktadır:

"Sonra üzerine de onlar için, çok sıcak bir su ile karıştırılmış bir içecek vardır." Yani onlar için, o ağacın meyvelerinden yedikten sonra, yediklerine karışan çok sıcak bir sudan bir içecek vardır.

Burada "sümme (sonra)" kelimesinin kullanılmasından maksat, onla­rın içeceği şeyin, çirkinlik ve tiksindiricilikte yediklerinden daha ileri ol­masını anlatmaktır. Bu suyun bulunduğu yer, cehennemin dışındadır. Çün­kü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sonra dönüp gidecekleri yer, şüphesiz yine cehennemdir." Yani Hamîm şarabını içtikten ve zakkumu yedikten sonra onların döneceği yer yine cehennem yurdudur. Bu ayet, cehennem ehlinin, hamîm'i içerken cehennem­de bulunmadıklarına delâlet etmektedir. Bu da, hamîm'in cehennem dışın­da bir yerde oduğunu gösterir. Şu halde onlar, içmeleri için -tıpkı develerin suya sürüldüğü gibi- Hamîm'e, ardından da tekrar cehenneme sürülecek­lerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, suçluların yalan­ladığı cehennemdir. Onunla Hamım arasında dolaşıp dururlar." (Rahman, 55/43-44)

Cehennem ehlinin, yiyecek ve içeceklerinde nasıl bir azaba duçar ol­duğu anlatıldıktan sonra Yüce Allah, bu azabın gerekçesini şöyle açıkla­maktadır:

"Çünkü onlar atalarını sapık kimseler bulmuşlardı da, kendileri de onların izleri üzerinde koşturuyorlardı." Yani onlar, atalarının dalâlet üze­re yaşamış kimseler olduğunu gördükleri halde düşünüp iyice değerlendir­meden ve delilsiz dayanaksız olarak onlara uyarak kendilerini taklit et­mişlerdi. Zira onlar atalarına -adeta teşvik edilmişler gibi- hemen tabi ol­muşlar ve onlara adeta kovalarcasına uymuşlardı.

Daha sonra Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.)'i, kavminin küfrü ve kendisini yalanlaması üzerine teselli ederek, küfrün açık ve çok öncelere dayanan birşey olduğunu ve küfre tabi olanların çokluğunu şöyle beyan buyurmaktadır:

"Andolsun ki onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı." Yani geçmiş ümmetlerin ekseriyetti dalâlet içindeydi, Allah'ın yanında başka ilâhlara da inanırlardı.

Bununla birlikte Allah'ın rahmeti onları uyarmadan bırakmamıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki biz onlar için de uyarıcılar göndermiştik." Yani Allah, geçmiş ümmetlere de, kendilerini Allah'ın azabıyla uyaran ve Ona karşı kâfir olup başkasına kullukta bulunanları mağlup edip kendilerinden inti­kam almasıyla sakındıran peygamberler göndermiştir. Ne ki onlar, pey­gamberlere muhalefete ve onları yalanlamaya devam etmişlerdir. Allah da onları helak etmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Bak o uyarılanların sonu nice oldu." Ey rasul ve muhatap! Yalanlayı-cı kâfirlerin sonu bak nasıl oldu! Allah kendilerini helak etti ve onlar ce­henneme gittiler. Hz. Nuh, Ad, Semûd kavimleri ve daha başkalarının akı­beti böyle oldu.

Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak müminleri bundan istisna et­mektedir:

"Ancak Allah 'm halis kulları o azabın dışında kaldılar." Yani bununla birlikte Allah, kendine itaat için seçtiği, kendilerini imana, tevhide ve Al­lah'ın emirlerini yerine getirmeye muvaffak kıldığı kullarını kurtarmıştır.

Dolayısıyla onlar ebedî cennetlere girmek suretiyle kurtuluşa erdikleri gibi dünyada da Allah kendilerine yardım etmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.)'in bu şekilde teselli edilmesinden anlaşılmakta­dır ki, daha önce gelen rasuller içinde Hz. Peygamber (s.a.)'e örnek teşkil edecek kimselerin bulunması gerekir. Böylelikle O da onların yaptığı gibi sabır gösterecek ve davetine devam edecektir. Kendilerine elçi olarak gön­derildiği kimseler azgınlıkta ısrar ve inat gösterseler de ona düşen sadece tebliğ etmektir. [38]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden, aşağıdaki neticeler çıkarılmaktadır:

1- Yüce Allah'ın, iyi kulları için cennetlerde hazırladığı nimetlerle, kö­tü kulları için ateş çukurlarında hazırladığı azap arasında herhangi bir mukayese yapmak mümkün değildir.

2- Cehennem ehlinin yiyeceği, meyveleri acı, tadı ve kokusu tiksinti verici olan ve yutulması başlı başına bir işkence olan ve yiyene acı veren Zakkum ağıcıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zakkum ağacı günahkârların yemeğidir. Pota gibi karınlarında kaynar; sıcak suyun kayn-ması gibi." (Duhân, 44/43-46)

3- Cehennemin dibinde zakkum ağacı bulunduğunun haber verilmesi, "Ateşte nasıl ağaç olurmuş? Ateş onu yakar." diyen kâfirleri imtihan ve kendilerine bunun gerçek olduğunu haber vermek içindir.  Onlar, bilgisiz­likleri sebebi ile böyle derler. Zira bizler bugün yakılması kabil olmayan birtakım maddelerin varlığını öğrenmiş bulunmaktayız. Kaldı ki Allah'ın cehennemde ateş cinsinden olan ve bu sebeple ateşin yakmadığı bir ağaç yaratması akla aykırı değildir. Nitekim Allah cehennemde bukağılar, ke­lepçeler, yılanlar, akrepler ve cehennem bekçileri de yaratmıştır.

4- Yüce Allah, bu ağacı iki sıfatla vasfetmektedir:

a) Bu, cehennemin dibinde biten bir ağaçtır, yani onun bittiği yer ce­hennemin zeminidir ve onun dalları cehennemin tabakalarına yükselir.

b) Onun meyvesi ve yükü çirkinlik ve tiksindiricilikte şeytanların baş­ları gibidir. Bu benzetme, -her ne kadar görünmeyen bir şeye yapılmışsa da- Arapların anlayacağı bir benzetmedir. Arapların, her çirkin şeye şey­tan suratlı, ve her güzel çehreliye de melek yüzlü demeleri bundandır.

Yüce Allah'ın Hz. Yusuf (a.s.) kıssasmdaki kadınların diliyle buyurdu­ğu, "Su insan değildir; bu ancak üstün bir melektir" (Yusuf, 12/31) sözü de böyledir. Bu, hayalî bir benzetmedir.                                              

Zeccâc ve Ferrâ şöyle demişlerdir: "Buradaki "şeytanlar"dan'maksat, başları ve kılları olan yılanlardır. Bunlar, yılanlar içinde en çirkin, pis ve tiksindirici olanlarıdır.

5- Cehennem ehli, zakkumdan az bir miktar yemekle yetinmezler. On­dan, zorla yerler ve karınlarını onunla doldururlar. Cennet ehlinin rızkına mukabil onların yemek ve meyvesi de budur.

O ağaçtan yedikten sonra cehennem ehli, zakkum yemeğine karışan çok sıcak, kaynamış su içerler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "... bağırsakla­rını parça parça eden kaynar sudan içirilen..." (Muhammed, 47/15)

Cehennem ehlinin azabını artırmak ve sıkıntısını yenilemek için ha-mîm'in sıcaklığıyla zakkumun acılığı birleşsin diye bu ikisinin kanştırıla-cağı da söylenmiştir.

6- Cehennem ehli, zakkumu ve hamîm suyunu, cehennem dışında bu­lunan bir yerde yiyip içerler. Çünkü ayette "Sonra dönüp gidecekleri yer, şüphesiz yine cehennemdir." buyurulmaktadır. Bu da onların, ateşten başka bir azap için de zakkumu yiyeceklerini ve daha sonra tekrar cehenneme sürüleceklerini göstermektedir. Mukatil'in de belirttiği gibi hamîm de ce­hennem dışındadır. Şu halde onlar kendisinden içmeleri için hamîme götü­rülecek, daha sonra da tekrar cehenneme iade edileceklerdir. Çünkü Yüce Allah "İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir. Onunla hamîm arasın­da dolaşıp dururlar" (Rahman, 55/43-44) buyurmaktadır.

7- Onların hak ettiği azabın sebebi, Allah'ı inkârda, peygamberleri ya­lanlamada ve putlara tapmada atalarını taklit etmeleridir. Onlar arkala­rından kovalanırcasına süratli bir şekilde ve itilircesine atalarını taklide koşmaktadırlar.

8- Geçmiş ümmetlerden pek çoğu Allah'ı inkâr etmiş, peygamberleri yalanlamış ve dalâlete düşmüştür. Ancak Allah yine da onlara, kendilerini azapla uyaran peygamberler göndermiştir. Ne ki onlar küfürlerinde devam etmişlerdir. Dolayısıyla onların varacağı yer helak, mahv ve cehennem ka­pılarıdır.

9- Allah'ın, küfürden koruduğu, niyet ve ameli Allah'a has kılan mümin kullarını Allah daima kurtuluşa erdirir ve onları cennet bahçeleri­nin nimetlerine kavuşturur; dünyada da kendilerine yardım eder.[39]

 

Nuh Aleyhisselam Kıssası:

 

75- Andolsun Nuh bize niyaz etmişti de ne güzel kabul buyurmuştuk.

76- Onu ve ehlini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık.

77- Yalnızca onun soyunu kalıcı kıldık.

78- Sonradan gelenler arasında on bir  bıraktık.

79- Alemler içinde Nuh'a selâm ol sun

80- İşte biz iyileri böyle mükâfatlandınnz.

81- Çünkü o   bizim mümin kullarımızdandı.

82- Sonra ötekileri suda boğduk.

 

Belagat:

 

"Sonradan gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." cümlesinde Hz. Nuh (a.s.) hakkında daha sonra gelenlere bırakılan zikr-i cemil ve güzel öv­gü kinaye tarzında ifade edilmektedir. [40]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Nuh bize niyaz etmişti de" Yani kavminden ümit kestiği zaman bize dua etmişti. Buradaki "nida" kelimesinden maksat imdada çağırma, yar­dım istemedir. Bu anlam, "Ben yenik düştüm, yardım et" (Kamer, 54/10) ayetinden anlaşılmaktadır. Onun duasını "ne güzel kabul buyurmuştuk" Yani biz de ona en güzel şekilde icabet etmiştik. Buna göre takdirî anlam şöyle olur: Andolsun ki biz ne güzel icabet edeniz. Şu halde bu cümlede, sa­dece anlama delâlet eden lafızlar kalmış, diğerleri hazfedilmiştir. Bu dile­ğin cevabı şöyle olabilir: Biz onları suda boğmak suretiyle helak ettik.

"Onu ve ehlini büyük bir sıkıntıdan" Yani suda boğulmaktan veya kav­minin eziyetlerinden "kurtarmıştık." Buradaki "kerb" kelimesi "şiddetli gam" demektir.

"Yalnızca onun soyunu kalıcı kıldık" Yani onun soyunu, kıyamet günü­ne kadar üreyip çoğalmak üzere kalıcı kıldık. Zira insanların tümü Hz. Nuh (a.s.)'un neslinden gelmektedir.

Rivayet edildiğine göre çocukları ve eşleri dışında Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte bulunan herkes gemide ölmüştür.

"Sonradan gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık" Kıyamete kadar gelecek olan peygamber ve ümmetler arasında onun için güzel bir övgü bı­raktık. Buradaki "bıraktık" kelimesinin mef ulü -tıpkı "güzel kabul buyur­muştuk" ayetinde olduğu gibi- hazfedilmiştir.

"Alemler içinde Nuh'a selâm olsun." Bu söz, hikâye tarzında gelmiştir. Anlam "Onlar Nuh üzerine selâm ederler, yani ona güzelce övgüde bulu­nurlar, ona dua eder ve rahmet okurlar" şeklindedir. Bu cümlenin, Hz. Nuh (a.s.)'a Allah'ın selâmı olduğu da söylenmiştir.

"İşte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız." Yani iyilere de ona verdiğimiz mükâfat gibi mükâfat veririz.

"Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı." Bu cümle, Hz. Nuh (a.s.)'un kadrinin yüceliğini ve asaletini vurgulamak içindir.

"Sonra ötekileri" yani kavminin kâfirlerini "suda boğduk." [41]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu ayetler, daha önce kısaca verilen kıssaların ayrıntılı olarak zikre­dilmeye başlandığı ayetlerdir. "Andolsun ki onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı" ve "Bak o uyarılanların sonu nice oldu." ayetlerinde pek çok geçmiş ümmetin dalâlette olduğu ifade edildikten sonra, bunu peygamber­lerin kıssaları izlemektedir.

Bu, ilk kıssadır ve Hz. Nuh (a.s.) ile kavminin durumunu noksansız ve özlü bir şekilde beyan etmektedir. [42]

 

Açıklaması:

 

"Andolsun Nuh bize niyaz etmişti de ne güzel kabul buyurmuştuk." Ya­ni yemin olsun ki Nuh (a.s.), kavmini uzun süre imana davet ettikten son­ra şöyle diyerek bize dua etmiş, bizden yardım istemiş, kavmine de helak olmaları için beddua etmişti: "Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan tek kişi bırakma." (Nuh, 71/26) Zira onlar kendisini yalanlamış, türlü ezi­yetlere maruz bırakmış ve öldürmeye azmetmişlerdi. İçlerinde uzun bir sü­re -950 yıl- kaldığı halde ona az sayıdaki insan dışında kimse iman etme­mişti. Hz. Nuh (a.s.)'un çağrısı onların sadece daha çok reddedip davete icabete yanaşmamalarına yol açıyordu.

Bunun üzerine Yüce Allah Hz. Nuh (a.s.)'un duasına en güzel şekilde icabet buyurdu ve kavmini tufan ile helak etti.

İbni Merdüvey Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Hz. Peygam­ber (s.a.) benim hücremde namaz kıldığında "Andolsun Nuh bize niyaz etmisti de ne güzel kabul buyurmuştuk." ayetine geldiği zaman "Rabbimiz doğru buyurdun. Sen, kendisine dilekte bulunulanların en yakınısın. Ne güzel dua edilensin, ne güzel ihsan edensin, ne güzel istenensin, ne güzel mevlâsın ya Rabbi, ve ne güzel yardım edensin!" buyurdu."

Yüce Allah'ın, duayı ne güzel kabul buyurduğu icmalen, kısaca açık­landıktan sonra, duaya icabetten hasıl olan yardımın, nimet ve ihsanın şu üç noktada olduğu beyan edilmektedir:

1- "Onu ve ehlini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık." Yani Nuh'u ve onun dinine inananları -ki bunlar onunla birlikte iman etmiş olan 80 kişi­dir- büyük bir sıkıntıdan, yani suda boğulmaktan kurtardık.

2- "Yalnızca onun soyunu kalıcı kıldık." Yani başkalarını değil sadece onun zürriyetini yaşar halde bıraktık ve kâfirleri onun duasıyla helak et­tik. Kâfirlerden geriye hiçkimse bırakmadık.

Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte gemide bulunan müminler de -rivayet edil­diği gibi- ölmüşlerdir. Geriye Hz. Nuh (a.s.)'un çocuklarından ve soyundan başka kimse kalmamıştır.

Bu ayet hasr ifade etmekte ve soyu hariç Hz. Nuh (a.s.) dışındakilerin hepsinin yok olduğunu göstermektedir. İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Nuh (a.s.)'un soyu, üç evlâdıdır ki onlar Sâm, Hâm ve Yâfes'dir. Sâm Arap, Fars ve Rumların, Hâm zencilerin, Yâfes de Türklerin atasıdır."

3- "Sonradan gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." Yani kendisin­den sonra kıyamete kadar gelecek olan peygamber ve ümmetler arasında kendisi için güzel bir övgü bıraktık.

"Alemler içinde Nuh'a selâm olsun" Yani ve dedik ki: Ey Nuh! Melek­ler ve insanlar ile cinler arasında bizden sana selâm vardır.

Yahut bu ayetin anlamı şöyledir: Yüce Allah'ın, daha sonra gelenler arasında Hz. Nuh (a.s.) için bıraktığı güzel övgü, kendisine bütün ümmet­ler içinde selâm edilmesidir.

Yukarıdaki ilk tefsir şeklini "Ey Nuh denildi, sana ve seninle beraber olanlardan türeyecek ümmetlere bizden selâm ve bereketlerle gemiden in." (Hûd, 11/48) ayeti teyit etmektedir.

Yukarıda zikredilen üç ihsan ve nimetin sebebini Yüce Allah şöyle ifa­de buyurmaktadır:

"İşte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız" Yani biz, Allah'a itaati güzelce yerine getiren kulları böyle mükâfatlandırırız. Yahut bütün alemlerin di­linde güzel bir şekilde ünlenmesi de dahil olmak üzere o nimet ve ihsanla­rı, iyi bir kul olduğu için Nuh (a.s.)'a mahsus kıldık.

Bu ihsanın gerekçesini de Yüce Allah şöyle beyan buyuruyor:

"Çünkü o bizim mümin kullanmızdandı" Yani Hz. Nuh (a.s.)'un iyi bir

insan olmasının sebebi, onun Allah'a kul ve mümin olmasıdır. Bu da, Allah Tealâ'ya iman ve itaatin en büyük derece ve en şerefli makam olduğunu gösterir.

"Sonra ötekileri suda boğduk." Yani onun kavminin kâfir olanlarını tu­fan ile suda boğduk ve helak ettik; onlardan geriye hiç kimseyi bırakma­dık. Bu da bir nasihat ve ibrettir: "Muhakkak ki bunda kalbi olan, yahut şahit olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır." (Kaf, 50/37) [43]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Hz. Nuh (a.s.) kıssası aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Yüce Allah, Hz. Nuh (a.s.)'un duasına, kavmini helak etmek sure­tiyle icabet buyurmuştur. Zira dua eden kişi darda kalandır, dua edilen ise Allah Tealâ'dır ki O ne güzel maksuddur ve ne güzel icabet edendir!

2- En büyük nimet, duaya icabet olmuştur. Hz. Nûh (a.s.)'a verilen ni­met ve ihsan üç türlü idi:

a) Kendisinin ve kendisiyle birlikte iman edenlerin kurtarılması.

b) Soyunun insanlığın, ırk ve cinslerin aslı kılınışı.

c) Kendisi için güzel bir ün ve övgü bırakılması.

Müfessirlerden bir grup, Hz. Nuh (a.s.)'un çocuklarından başkasının da soyunun bulunduğunu söylemişlerdir. Bunun delili de "Ey Nuh ile bir­likte gemide taşıdıklarımızın çocukları..." (İsrâ, 17/3) ayetidir.

Hz. Nuh (a.s.) için bırakılan şeylerden birisi de peygamberler ve üm­metler arasında daimi bir selâmdır. Yahut da Allah Tealâ onu, kıyamete kadar gelecek ümmetler içinde söylenen ve kendi katından onun üzerine olan bir selâmla da mükafatlandırmıştır.

3- Allah, Hz. Nuh (a.s.)'un kavmini suda boğmak suretiyle helak etmiş ve onların soylarından hiçbir iz bırakmamıştır.

4-  Hz. Nuh (a.s.)'a mezkûr nimetlerin ve ihsanın verilmesinin sebebi onun iyi (muhsin) olması ve Allah'ın mümin, musaddık (tasdik eden, doğ­rulayan), muvahhid (Allah'ı birleyen) ve O'na inanmada kesin inanç sahibi bir kulu olmasıdır. [44]

 

İbrahim Aleyhisselâm Kıssası:

 

83- Şüphesiz İbrahim de onun fırka-sındandı.

84- Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalp getirmişti.

85- O zaman babasına ve kavmine "Siz neye tapıyorsunuz?" demişti.

86- Yalancılık için mi Allah'ı bıra­kıp uydurma tanrılar ediniyorsu­nuz?

87- Alemlerin Rabbi hakkında zan-nınız nedir?

88- Derken yıldızlara bir nazar at­fetti de,

89- Ben hastay dedi.

90-Bunun üzerine arkalarını dönüP ondan uzaklaştılar.

91-  Siz ce onların tanrılarına  sokuldu, 'Yemez misiniz?' dedi.

92- Ne oluyor size konuşmuyorsunuz

93-  Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi.

94-  Derken kavmi koşarak ona gel­diler.

95- İbrahim dedi ki: "Kendi elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?

96- Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır."

97- "Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın." dediler.

98- Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları alçak düşürdük.

99- İbrahim dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek."

100- "Rabbim bana iyilerden bir çocuk lütfet!"

101- Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik.

 

Belagat:

 

"İbrahim", "selîm", "sakîm", "cahîm" ve "halım" kelimeleri arasında murâ'âtu'l-fevâsıl denen özellik (ayet sonlarında yer alan kelimeler arasın­da ahenk ve ses uyumu bulunması) vardır ki bedii güzelliklerdendir. Bu özellik, Kur'an'ın harikulade beyan tarzını daha da çarpıcı hale getirmek­tedir.

"Ubnû lehû bunyânen (onun için bir bina yapın)" cümlesindeki "ubnû" ve "bunyân" kelimeleri arasında iştikak cinası vardır. [45]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz İbrahim de onun fırkasındandı." Onun dini üzere yürüyen, iman ve şeriatın temelleri konusunda onun metodu üzere hareket eden kimselerdendi. Beydâvî şöyle demiştir: "Hz. Nuh (a.s.) ile Hz. ibrahim (a.s.)'in şeriatlerinin, fer'î konuların tümünde, ya da çoğunluğunda mütte­fik olması uzak bir ihtimal değildir. Bu iki peygamber arasında 2640 yıl ve Hz. Hûd (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.) olmak üzere iki de peygamber vardı."

Buradaki "şî'a" (fırka) kelimesinin asli manası, "bir kimseye uyanlar ve yardım edenler"dir. Bir konu üzerinde toplanan her fırka, o konu için te-şeyyü' (yardım) etmiş demektir. Hz. Ali b. Ebî Tâlib (r.a)'in vefatından son­ra bu kelime, Ehl-i Sünnet karşıtı belli bir gruba ad olmuştur.

"Rabbine tertemiz bir kalp getirmişti." Yani Rabbini tertemiz bir kalple anmıştı. Bu cümle, hazfedilmiş bir ifadeye mütealliktir. Zira gerçekte bir-şeyi "getirmek", onu olduğu yerden başka bir yere nakletmektir. Burada kastedilen ise, Allah'a selim bir kalp ile ve ihlâslı bir şekilde yönelmektir.

"tertemiz bir kalp" şüphe ve her türlü kötü, olumsuz düşünceden arın­mış, yaratılışında Allah'a halisane kulluk etme hasleti bulunan, riya gibi kalbî hastalıkların ve kötü niyetlerin tümünden arınmış bir şekilde.

"O zaman" yukarıda anlatılan durumdayken "babasına ve kavmine" onları azarlayarak. "Siz neye tapıyorsunuz?" hiç düşündünüz mü, demişti.

"Yalancılık için mi?" Buradaki "ifk" kelimesi "yalanın en kötüsü" de­mektir. "Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar ediniyorsunuz" Yalancılık için Allah'ı bırakıp başka tanrılar edinmek mi istiyorsunuz. Yani Allah'tan başkasına mı ibadet ediyorsunuz?

Başka şeylere ibadet ettiğiniz halde "Âlemlerin Rabbı'nin huzuruna vardığınız zaman O'nun "hakkındaki zannınız nedir" Allah'ın size ne yapa­cağını düşünüyorsunuz? Buradaki mana, Allah'a ibadetten yüz çevirme ko­nusunda kesin -yakîn- ifade eden bir tavır şöyle dursun, bu konuda zan gerektiren şeyin bile inkâr ve reddidir. Bu ifade, bir önceki ayette anlatılan durum konusunda bir hüccet ve delil gibidir.

"Derken yıldızlara bir nazar atfetti de" Kavmi, sahte tanrılara kendileriyle birlikte ibadet etmesini istedikleri zaman onları kendisinin yıldızlara itimat ettiği vehmine düşürdü de "ben hastayım" rahatsız ve keyifsizim "dedi." Hz. İbrahim bu sözüyle, bayram olan ertesi gün kendileriyle birlikte ibadete çıkmayıp onlardan geri kalmak istemişti. Bu sebeple hasta olduğu­nu ileri sürdü.

"Bunun üzerine arkalarını dönüp ondan uzaklaştılar." Yani onu bıra­kıp, bayramlarına gittiler.

"O da gizlice onların tanrılarına sokuldu" onların putlarına gizlice git­ti. Putların yanında yemek vardı. Bu anlamda "reveğânu's-sa'leb" denir ki "tilki gibi öteye-beriye saklana saklana çömelerek ilerledi, gizlice yanlayıp saptı" demektir.

"Yemez misiniz?" dedi" Onlarla alay edip eğlenerek, "Onların sizin için yaptığı yemeklerden yemez misiniz?" dedi. Zira onlar konuşamayan varlık­lardır.

"Ne oluyor size, konuşmuyorsunuz?" Bana cevap vermiyorsunuz. Hz. İb­rahim (a.s.) onların konuşamayan cansız varlıklar olduğunun farkındaydı.

"Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe in­dirdi." ve onları kırdı.

"Derken kavmi koşarak ona geldiler" Yani o putlara kulluk edenler, Hz. İbrahim'in putlara ne yaptığını öğrenince süratle ona gelip "Biz onlara ibadet ederken sen onları kırıyorsun!" dediler.

Onları azarlayarak "İbrahim dedi ki: "Kendi elinizle yontmakta oldu­ğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"

"Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır" Yani hem sizi, hem de yaptığınız bu şeyleri yaratan O'dur. Öyleyse sadece O'na kul­luk edin.

"Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın." dediler" Yani konuyu ara­larında görüşerek Hz. İbrahim (a.s.) için bir bina yapıp içini odunla doldur­mayı ve ateşi tutuşturduktan sonra Hz. İbrahim'i oraya atmayı planladılar.

Buradaki "cehîm", "şiddetli ateş" demektir.

Kendisini ateşe atmak suretiyle ortadan kaldırmak şeklinde "Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları alçak" mağlup "düşürdük" ve İbrahim (a.s.) içine atıldıktan sonra ateş ona serin ve selâmet oldu, İbrahim (a.s.) ateşten etkilenmedi.

"İbrahim dedi ki: Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek." Kavmimin bulunduğu, daru'1-küfr olan memleketten, bana hicret etmemi emir buyuracağı yere -ki orası Şam'dır- gideceğim. Bu ayetin anlamı, "Rabbime ibadet etme imkânı bulabileceğim bir yere gideceğim" şeklinde de olabilir.

"Bana iyilerden bir çocuk lütfet." Yani bana, sana taatte yardımcım olacak ve yabancı diyarda garip kalmamam için yoldaşlık edecek iyi bir ço­cuk ver.

"Biz de ona halim bir oğul müjdeledik." Yani büyüyünce halîm -çok akıllı, ağırbaşlı, sabırlı ve uysal- bir erkek çocuk. [46]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu, peygamberler arasında elçilikleri konusunda nasıl derin bir bağ ve köklü bir irtibat bulunduğunu açıkça gösteren bir kıssadır ve kıssalar silsi­lesinin ikincisidir.

Kıssaya Hz. İbrahim (a.s.)'ın, Hz. Nûh (a.s.)'ın fırkasından, yani ehl-i beytinden olduğu, yahut onun dini ve yolu üzere bulunduğu ifade edilerek başlanmaktadır. Bu iki peygamber, insanlık için hayır ve mutluluğun kay­nağıdır. Bu sebeple "peygamberlerin babası" olan Hz. İbrahim (a.s.) kıssası, "insanlığın ikinci babası" olan Hz. Nuh (a.s.) kıssasından hemen sonra gel­miştir. Allah Tealâ bu peygamberlerden ilkini suda boğulmaktan, ikincisini de ateşten korumuştur. [47]

 

Açıklaması:

 

"Şüphesiz İbrahim de onun fırkasındandı" Yani şüphesiz İbrahim (a.s.) de, Nuh'un (a.s.) dini ve yolu üzere bulunanlardan ve insanları Allah'ı birlemeye, O'na ve öldükten sonra dirilmeye imana ve dinin temel esasları olan diğer hususlara inanmaya çağırmada onun yolunda yürüyen kimse­lerdendi. Bu iki peygamberin tebliğ ettiği din kurallarının ihtiva ettiği fer'î konular arasında farklılıklar bulunsa da onlar, temel esaslar noktasında birbirlerini doğrulamaktaydı.

"Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalp getirmişti." Yani Rabbine yöneldi­ği zaman Onu imanda sadık ve ihlâslı; şirk, şüphe ve riya şaibelerinden arınmış, hilkatinde Rabbine ihlâsla bağlı bir kalple anmıştı. Yani sanki kalbini, kendisinden Rabbine bir hediye olarak sunmuş ve böylelikle kur­tuluşu ve Rabbinin rızasını hak etmişti.

Onun hasletlerinden ve övgüye değer amellerinden birkaçı şunlardır:

"O zaman babasına ve kavmine "Siz neye tapıyorsunuz?" demişti" Yani kavmine, "Allah'ı bırakıp da kendilerine kulluk ettiğiniz bu putlar nedir?" dediği zamanki tavrı, onun Rabbine olan ihlâsının göstergelerinden biriydi. Bu, onların putlara kulluğunu protesto edip eleştirmek, tuttukları yol ve hareket tarzları sebebiyle onları azarlamak ve putlara kulluğu açık bir dil­le kınamaktır. Bunun için Hz. İbrahim (a.s.) onlara şöyle demiştir:

"Yalancılık için mi Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar ediniyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?" Yani yalana saparak Allah'ı bırakip da, herhangi bir delil ve hüccetiniz bulunmadan başka ilâhlar edin­mek mi istiyorsunuz? Rabbinize kavuştuğunuz zaman O'nun size ne yapa­cağım zannediyorsunuz? Bu bir azarlama, sakındırma ve tehdit sorusudur. Yani kendisine ibadet etmenize müstehak olan zata -ki O alemlerin Rabbi-dir- karşı nasıl bir kanaat besliyorsunuz ki Ona kulluğu terkedip, Onu putlarla değiştiriyorsunuz?

"Derken yıldızlara bir nazar atfetti de" Yani İbrahim (a.s.), kavminin yaptığı gibi yıldızları tazim ve takdis maksadıyla onlara bakmadı; yıldız ilimlerine ve yıldızların anlamlarına baktı. Maksadı kavmini, onların bildi­ğini kendisinin de bildiği düşüncesine sevketmekti.

Bu ayetten murat, Hz. İbrahim (a.s.)'in, evren ve gök hakkında düşün­ceye daldığını ve uzun süre tefekkür ettiğini ifade etmek de olabilir. Katâ-de şöyle demiştir: "Araplar, tefekküre dalıp da bu hali uzun süre devam et­tiren kimseye "yıldızlara baktı" derler ki, "bulunduğu hal içinde uzun süre düşündü" demektir."

"Ben hastayım." dedi" Yani keyifsiz ve rahatsızım dedi. Hz. İbrahim (a.s.) bu sözüyle kavminin küfründen, şirkinden ve putlara kulluk etmesin­den dolayı kalben rahatsızlık duyduğunu söylemek istemiştir.

Kısacası Hz. İbrahim (a.s.)'in yıldızlara bakması ve "Ben hastayım" de­mesi tevriye (gizleme) kabilinden bir sözdür.[48] Zira o bu sözüyle başka bir-şey kastetmişken kavmi onun sözünden daha farklı bir anlam çıkarmıştır. Maksadı o gece bir plan yapmak ve ertesi gün kavmi kendisinden ayrılıp bayram kutlamaya gidecekleri zaman onların putlarına karşı bir hile dü­şünme fırsatı elde etmekti. Bu da ancak -gece plan kuracağını onlara his­settirmeden- onlarla birlikte bayram yerine gitmeyip geri kalmakla ola­caktı. Bu da gösteriyor ki Hz. İbrahim (a.s.) yıldızlara, onlara kulluk eden­lerin yaptığı gibi, bir şeyi neticelendirmek ve atacağı adımı belirlemek niye­tiyle bakmamıştır. Zira bu bir peygamber için caiz değildir.

Bu sebeple Hz. İbrahim (a.s.), "Ben hastayım" demekle yalan söyleme­miştir.

"Bunun üzerine arkalarını dönüp ondan uzaklaştılar." Yani onu terkederek bayramlarına ve ibadet yerlerine gittiler.

"O da gizlice onların tanrılarına sokuldu, yemez misiniz, dedi" Yani gizlice, öteye beriye saklanarak ve çömelerek süratle kavminin taptığı put­ların yanma gitti. Kavmi, bereketlensin diye bayram günü putların yanına yemek koymuştu. Hz. İbrahim (a.s.), putlarla alay edip eğlenerek "Size takdim edilen bu yemekten yemez misiniz?" dedi.

"Ne oluyor size, konuşmuyorsunuz?" Yani konuşmaktan ve soruma cevap vermekten sizi alıkoyan nedir? Hz. İbrahim (a.s.)'in kastı, putlarla eğ­lenip onları tahkir etmekti. Çünkü o, putların konuşması sözkonusu olma­yan cansız varlıklar olduğunun bilincindeydi.

"Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe in­dirdi." Gizlice onlara doğru ilerledi ve onlara kuvvet ve şiddetle vurarark -Enbiyâ suresinde de zikredildiği gibi- büyükleri hariç hepsini kırdı.

"Derken kavmi koşarak ona geldiler." Yani bayram kutlamalarından döndükten sonra kavmi süratle ona geldi ve putları kimin kırdığını sordu. Onları kıranın İbrahim (a.s.) olduğu söylenmişti ve onlar, bunu yapanın o olduğunu öğrenmişlerdi. Ona şöyle dediler: "Biz onlara ibadet ediyoruz. Sense onları kırıyorsun?!"

Kavmi Hz. İbrahim (a.s.)'e eziyet etmek üzere geldiği zaman onları azarlamaya ve paylamaya başladı ve şöyle dedi:

"Kendi elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" Yani Allah'ı bırakıp da kendi ellerinizle yonttuğunuz ve yaptığınız putlara mı kulluk ediyorsunuz?

"Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır" Yani iba­dete lâyık olan yalnızca Allah'tır. Çünkü yaratan O'dur ve gerek sizi, ge­rekse ellerinizle yaptığınız o putları O yaratmıştır. Bu ifadede, hem insanı, hem de insanın fiillerini yaratanın Allah olduğuna delâlet vardır. Buhari, Hz. Huzeyfe (r.a.)'den merfu olarak şöyle rivayet etmiştir: "Muhakkak ki Allah her sanatkârı (faili) ve sanatını (fiilini) yaratmıştır."

Kavmi, Hz. İbrahim (a.s.)'in getirdiği hüccet karşısında, ona eziyet et­meye ve kaba kuvvete başvurarak kendisinden intikam almaya sığındılar ve şöyle dediler:

"Onun için bir bina yapın da onu ateşe atın" Yani onun için geniş bir bina yapıp içini çok miktarda odunla doldurun. Sonra da o odunları tutuş­turup yakın ve İbrahim (a.s.)'i o alevli ateşe atın.

"Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları alçak düşürdük." Yani onu hile ve kötülükle tuzağa düşürmek ve ateşte yakmak istediler. Biz de onu ateşten kurtardık ve ateşi ona serin ve esenlikli bir ortam yaptık. Bu sayede ateş ona en küçük bir etki bile yapmadı. İbrahim (a.s.)'e yardım ve galibiyet nasip ederken onları da -tuzaklarını bozmak suretiyle- mağlup, hezimete uğramış ve zelil olmuş kimseler yaptık.

Allah Tealâ kendisini ateşten kurtarıp, kavmine karşı kendisine yar­dım ettiği ve kavminin iman etmeyi kabullenmesinden ümit kestiği zaman Hz. İbrahim (a.s.), hicret etmeye ve onlardan ayrılmaya karar verdi. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İbrahim dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek." Yani ben, putlara taassupla bağlanıp Allah'ı inkâr ederek ve peygamberlerini yalanlayarak bana eziyet eden kavmimin yaşadığı yerden, Rabbimin hicret etmemi emir buyurduğu, kendisine ibadet imkânı bulacağım yere hicret ediyorum. Rabbim bana, dinim ve dünyam konusunda salâh ve selâ­met bulacağım yeri gösterecektir. Burası Şam'daki "arz-ı mukaddese"dir.

Bu ayet, müminin, dininin emirlerini yaşama, İslâm'ın şiarlarını ika­me etme imkânı bulamadığı bir yerden başka bir yere hicret etmesinin va­cip olduğunun delilidir.

Hz. İbrahim (a.s.), hicret esnasında kendisine bir çocuk ihsan etmesi için Rabbine duada bulunmuş ve şöyle demişti:

"Rabbim bana iyilerden bir çocuk lütfet!" Yani Rabbim! Sana taatimde bana yardım edecek ve gurbette yoldaşım olacak salih bir erkek çocuk ver.

"Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik" Yani ona, büyüyüp çok hilm sa­hibi olacak bir erkek çocuk müjdeledik. Bu çocuk, -İbni Kesîr'in de dediği gibi- Hz. İsmail (a.s.)'dir. Zira o, Hz. İbrahim'e müjdelenen oğuldur ve hem müslümanlarm, hem de Ehl-i Kitabın ittifakıyla İsmail (a.s.), İshak (a.s.)'dan büyüktür. Hatta Ehl-i Kitab'ın kitaplarında Hz. İsmail doğduğu zaman Hz. İbrahim'in 86 yaşında olduğu, İshak (a.s.) doğduğu zaman ise Hz. İbrahim'in yaşının 99 olduğu belirtilmektedir. [49]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Yaşadıkları dönemler arasında uzun zaman bulunsa da, nebi ve ra-sullerin görevi tektir. O da insanları, Allah'ı birlemeye, peygamberlere, öl­dükten sonra dirilmeye, ahlâk ve fazilet esaslarına inanmaya davettir.

2- Hz. İbrahim (a.s.) şirk ve şüpheden arınmış bir kalp sahibi, yaratılı­şında Allah'a halisane kulluk etme hasleti bulunan, Allah'ın hak ve kıya­metin mevcut olduğunu ve Allah'ın, insanları öldükten sonra kabirlerinden diriltip kaldıracağını bilen birisi idi.

3- İbrahim (a.s.)'in selim kalp sahibi olduğunun göstergelerinden biri, babasını ve kavmini tevhide davet etmesi ve onlara "Neye tapıyorsunuz?" demesidir. O bu sözüyle onların tuttuğu yolun yanlış ve çirkin olduğunu söylemeyi ve yaptıklarını kınamayı amaçlamıştır.

4- Kavminin putlara taptığını ilân etmiş, bu hareketin en kötü yalan olduğunu açıklamış ve onları, başka ilâhlara kulluk etmeleri sebebiyle kar­şılaşacakları ilâhi azaptan sakmdırmıştır.

5- Hz. İbrahim (a.s.), iki noktada gerçek niyetini gizleme ve başka bir niyet taşıdığı intibaını verecek şeyler söyleme yoluna gitmiştir. Bunlardan birincisi yıldızlara bakması, ikincisi de "Ben hastayım." demesidir.

Hz. İbrahim (a.s.) yıldızlara bakmakla, kavmi kendisiyle birlikte bay­ram kutlamaya çıkmasını istediği zaman kendisinin yıldız ilimlerini bildiğini ve yapacağı işler konusunda yıldızlara bakarak düşündüğünü anlat­mak istemiştir.

"Ben hastayım." demesine gelince, böyle demekle kendisinin ölüm has­talığına yakalanacağını anlatmak istemiştir. Zira ölümü yakın olan kimse­ler genellikle hastalanır ve ardından ölürler. Hz. İbrahim'in böyle demesi üzerine onlar kendisinin o anda hasta olduğunu zannetmişlerdir. Bu, tevri­ye ve kinayeli konuşmadır. Nitekim kral, eşi Hz. Sâre'nin kim olduğunu sorduğu zaman da "O kızkardeşimdir." demiştir. Bu sözüyle o, Hz. Sâre'nin, kendisinin din kardeşi olduğunu kastetmiştir.

İmam Ahmed, Buhari ve Müslim Ebû Hureyre (ra)'den tahriç ettiği sahih bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İbrahim pey­gamber (a.s.), üç yalandan başka yalan söylememiştir." Tevriye ve kinaye yollu yalan söylemek, caiz ve mubahtır.

Hz. İbrahim (a.s.)'in, "Ben hastayım." demekle, onların puta tapmaları ve küfürleri sebebiyle duyduğu rahatsızlığı kastettiği de söylenmiştir.

6- Hz. İbrahim, putları kırmak için başarılı bir plan yapmıştır. Kavmi, yemekleri bereketlensin diye -veya hizmet etmek amacıyla- putlara ye­mek takdim ettikten sonra   bayram kutlamak ve ibadet için şehir dışına çıktığı zaman o şehirde kalıp beklemiş, daha sonra putların yanına gelerek onlarla akıllı varlıklar gibi konuşmuş ve alay-eğlenme yollu "Yemez misi­niz?", "Ne oluyor size, konuşmuyorsunuz?" demiş, ancak putlar kendisine bir cevap vermemiştir. Şüphesiz Hz. İbrahim putların kendisine niçin ce­vap vermediğinin bilincinde idi.

Daha sonra putlara kuvvet ve şiddetle vurmuş ve -Enbiyâ suresinde de belirtildiği gibi- içlerinden büyük olan put dışında hepsini devirip kır­mıştır. Bunu yapmasının sebebi, kavmini sağlam bir delille ilzam etmek ve hatalarını ve taptıkları şeylerin, kendilerini bile korumaktan aciz şeyler ol­duğunu kendilerine öğretmekti.

7- Bu işi yapanın Hz. İbrahim olduğunu öğrendikten sonra kavmi sü­ratle kendisine gelerek "İlâhlarımıza bunu kim yaptı" demişler, o da onlara karşı delilli konuşarak şöyle mukabele etmişti: "Kendi elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" Yani kendi ellerinizle yontarak yaptı­ğınız putlara mı kulluk ediyorsunuz? Buradaki "naht", yontmak ve düzelt­mek anlamındadır.

Daha sonra Hz. İbrahim şöyle demiştir: "Halbuki sizi de, yapageldiği-niz şeyleri de Allah yaratmıştır." Yani gerek sizi, gerekse ağaç, taş vs.'den yaptığınız putları yaratan Allah'tır. Kısacası hem sizi, hem de fiilinizi yara­tan Odur.

Ehl-i Sünnet, bu ayetle delil kabul ederek kulların fiillerini Allah'ın yarattığını, kullarınsa ancak o fiilleri iktisap ettiğini söylemiştir. Bu ayette Kaderiye ve Cebriye'nin görüşleri geçersiz kılınmaktadır. Yukarıda da geçtiği gibi Buhari, Ebu Hureyre (r.a.)'den [50] merfu olarak şöyle rivayet etmiş­tir: "Muhakkak ki Allah her sanatkârı (faili) ve sanatını (fiilini) yaratmış­tır." Bu rivayeti Beyhakî de Hz. Huzeyfe (r.a.) tarikiyle şu şekilde'rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Muhakkak ki Allah her sa­natkârı (faili) ve sanatını (fiilini) yaratmıştır. Dolayısıyla yaratıcı da O'dur, yapan (fail) da. O bütün noksanlıklardan beridir."

8- Kavmi, getirdiği hüccetlerle kendilerine üstünlük sağlayan Hz. İb­rahim'e ne yapacakları konusunda müşavere etmişler ve şöyle demişlerdir: "Onun için bir bina yapın ve içini odunla doldurun. Sonra da ateşi yakıp, kızgın durumdayken onu içine atın." Abdullah b. Amr b. Âs (r.a.) şöyle de­miştir: "Hz. İbrahim binanın içine getirildiği zaman "Allah bana yeter. O ne güzel vekildir." demişti."

Kavmi Hz. İbrahim (a.s.)'e bir tuzak kurmak, yani onu öldürmek için bir hile ve desiseye başvurmak istemişti. Bunun üzerine Allah Tealâ'nın, hücceti onların savuşturamayacakları şekilde hükmünü yürüttü ve bu su­retle onları zelil, mağlup ve perişan eyledi, böylece onların hile ve tuzakları Hz. İbrahim hakkında yürümedi.

9- Müslümanm, dininin emirlerini yaşama, İslâm'ın şiarlarını ikame etme imkânı bulamadığı zaman bulunduğu yerden hicret edip ayrılması va­ciptir. Bunu ilk yapan da Hz. İbrahim (a.s.)'dir. Hz. İbrahim, Allah kendisini ateşten kurtardığı zaman hicret etmiştir: "İbrahim dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim" Yani kavmimin memleketinden ve doğduğum yerden, Rabbime ibadet etme imkânı bulacağım bir yere hicret edeceğim. Zira "O", niyet etti­ğim bu konuda "beni doğru yola" doğruya "iletecek." Mukatil şöyle demiştir: "Hz. Lût ve Hz. Sâre ile birlikte insanlar içinde ilk hicret eden Hz. İbra­him'dir. Arz-ı mukaddese -ki orası Şam toprağıdır- hicret etmiştir."

10- Çocuk istemek için dua etmek meşrudur. Hz. İbrahim, Allah tara­fından seçilmiş bir kul olduğunu öğrendiği zaman kendisini -yabancı di­yarda kendisine yoldaş ve arkadaş olacak- bir oğul ile destekleyip kuvvet­lendirmesi konusunda Allah'a dua etmiş ve "Rabbim! Bana salihlerden bir salih oğul ihsan eyle." demişti. Yüce Allah da -Hûd suresinde de geçtiği gi­bi- Melek vasıtasıyla kendisine, büyüdüğü zaman hilm sahibi olacak bir erkek çocuk müjdelemiştir. Hz. İbrahim, doğacak çocuğunun hilm sahibi olacağı belirtilmek suretiyle, onun yaşayacağı müjdesine nail olmuş gibi­dir. Çünkü küçük çocuk hilm sahibi olmakla tavsif edilmez. [51]

 

Kurbanlık Kıssası:

 

102- Çocuk İbrahim'in yanında koş­ma çağına erişince babası ona "Yav­rum! Ben uykuda görüyorum ki, se­ni kesiyorum. Düşün bak, ne der­sin." dedi. Çocuk: "Babacığım! Sana emredileni yap. İnşaallah beni sab­redenlerden bulacaksın." dedi.

103- İkisi de bu suretle Allah'ın em­rine teslim olunca İbrahim onu al­nının üzerine yıktı.

104- Biz ona: 'Ya İbrahim!" diye nida ettik,

105- "Rüyana sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız."

106- Gerçekten bu, apaçık ve kesin bir imtihandı.

107- Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.

108- Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.

109- İbrahim'e selâm olsun!

110- Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız.

111- Gerçekten o, bizim mümin kul-larımızdandı.

112- Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı müjdeledik.

113- Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden, iyi hare­ket eden de var, açıkça kendisine zulmeden de.

 

İ'râb:

 

"Felemmâ eslemâ ve tellehû li'1-cebîn: İkisi de bu suretle Allah'ın em­rine teslim olunca İbrahim onu alnının üzerine yıktı" ayetindeki "lem-mâ'nın cevabı şu üç şekilden biri olabilir:

a) Bu cevap hazfedilmiştir. Takdiri anlam "İkisi de bu suretle Allah'ın

emrine teslim olunca kendilerine merhamet edildi ve mesut oldular."

b) "Biz ona nida edince emrimize teslim oldular." Bu anlam kabul edil­diği takdirde "ve tellehû' kelimesinin başındaki "vav" harfi zait olur.

c) "Onu alnının üzerine yıkınca biz ona... nida ettik." Bu anlam kabul edildiği takdirde de bir önceki şıkta olduğu gibi "vav" harfi zait olur.

Bu şıklar içinde ilki daha kuvvetlidir. [52]

 

Belagat:

 

"iyi hareket eden" ve "zulmeden" kelimeleri arasında tezat vardır. [53]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına erişince" Yani onunla birlik­te onun işlerinde çalışabilme ve ona yardımcı olabilme imkânı bulacak ya­şa geldiği zaman. Çocuğun o zaman 9 yaşına ulaştığı söylendiği gibi, 13 ya­şına vardığı da söylenmiştir. "Ben... görüyorum' Yani gördüm. Peygamber­lerin rüyası haktır ve fiilleri Allah Tealâ'nm emriyledir. Rivayet edildiğine göre Hz. İbrahim (a.s.), Terviye: (Zilhicce ayının 8. günü) gecesi rüyasında birisinin kendisine, "Allah sana oğlunu kurban etmeni emir buyuruyor." dediğini görmüştür. Sabah olduğu zaman bu rüyanın Allah'tan mı, yoksa şeytandan mı olduğu konusunda enine boyuna düşünmüş, ertesi gece aynı rüyayı tekrar görünce bunun Allah'tan olduğunu anlamıştır. Daha sonra aynı rüyayı üçüncü gece de görmüş, bunun üzerine oğlunu kurban etmeye kesin bir şekilde niyetlenmiştir. Bu üç güne "Terviye", "Arefe" ve "Nahr" denmesinin sebebi budur.[54]

 

Kurbanlık Kimdir?

 

Beyzâvî şöyle demiştir: En zahir olan görüş, Hz. İbrahim'in "Yavrum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak, ne dersin." şeklinde­ki hitabının muhatabının Hz. İsmail (a.s.) olduğudur. Çünkü;

a) Hicretinin hemen arkasından Hz. İbrahim'e ihsan edilen çocuk odur ve Hz. İshak (a.s.)'m doğumunun müjdelenmesi, bu çocuğun müjdelenmesi-fie mâtüftUf.

b) Ayrıca Hâkim'in Menâkıb'da rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) "Ben iki kurbanlığın oğluyum." buyurmuştur. Bu kurbanlıkların ilki, atası Hz. İsmail, ikincisi de babası Abdullah'dır. Zira Abdulmuttalib, Al­lah'ın kendisine Zemzem kuyusunun kazılmasını kolaylaştırması veya oğullarının sayısının lQ'u bulması halinde bir erkek çocuk kurban etmeyi adamıştı. Allah ona bu isteğine nail olmayı kolaylaştırmca kur'a çekmiş, kur'a Abdullah'a çıkmış, o da Abdullah'ın diyeti olarak 100 deve kurban et­mişti. Diyet bu sebeple 100 deve olarak yerleşmiştir.

c) Bu olay Mekke'de meydana gelmiştir. Hz. İsmail'in yerine kurban edilen koçun boynuzları Kabe'de asılı idi. İbnu'z-Zübeyr (r.a) döneminde Kabe'yle birlikte yanıncaya kadar bu boynuzlar orada durmaktaydı. Hz. İs-hak (a.s.) ise Mekke'ye gelmemişti.

d) Hz. İshak (a.s.)'ın dünyaya geleceğinin müjdelenmesi, ondan olacak Hz. Yakub (a.s.)'un müjdelenmesiyle birliktedir. Şu halde Hz. İshak (a.s.)'ın henüz buluğ çağına gelmeden kurban edilmesinin emir buyurulması bu müjdelemeye uygun değildir.

"Hz. Peygamber (s.a.)'e hangi nesebin daha üstün olduğu sorulduğun­da "Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu, Allah'a kurban olarak adanmış İshak'm oğlu, Allah'ın İsrail'i[55] Yakub'un oğlu, Allah'ın sıddîkı Yusuf un oğlu..." şeklinde cevap verdiği yolunda rivayet edilen habere gelince, sahih rivaye­te göre Hz. Peygamber bu soruya şöyle cevap vermiştir: "İbrahim'in oğlu İshak'm oğlu Yakub'un oğlu Yusuf..." Yukarıda yer alan rivayetteki fazla­lıklar ise ravi tarafından eklenmiştir. Hz. Yakub'un Hz. Yusuf a bu şekilde yazdığını bildiren rivayet ise sübut bulmamıştır.[56]

İbni Kesîr de şöyle der: "İlim ehlinden bir grup, buradaki kurbanlığın Hz. İshak (a.s.) olduğu görüşünü benimsemiştir. Bu görüş, seleften bir ce­maatten de hikâye edilmiştir. Hatta sahabenin bazısından da bu görüşü benimsediği nakledilmiştir. Oysa bu, ne Kitab'ta, ne de Sünnette vardır. Bu doğrultudaki rivayetlerin, Ehl-i Kitabın bilginlerinden başkasından alındığını zannetmiyorum. Bu rivayetler, herhangi bir delile dayanmaksı­zın kabul edilerek alınmıştır. İşte Allah'ın Kitabı, onun -yani kurbanlığın-Hz. İsmail olduğuna şahitlik etmekte ve bizi bu görüşe götürmektedir. Zira Kur'an, Hz. İbrahim'e hilm sahibi bir çocuk müjdelendiğini ve kurbanlığın da bu çocuk olduğunu zikretmekte, ardından da şöyle demektedir: "Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak 'ı müjdeledik.[57]

"Düşün bak, ne dersin" Görüşün ne olur. Hz. İbrahim, boğazlanmaya hazırlansın, bu konudaki emre boyun eğsin ve Allah tarafından bir imti­han olarak ona indirilen vahyi bilsin diye kendisiyle müşavere etmiştir. O da bu konuda sebat göstermiş ve Allah'ın emrini kabul etmiştir.

"Babacığım! Sana emredileni yap!" Sana emredilen şeyi yap. Buradaki "tu'meru" (sana emredileni) fiilinin muzari kalıbıyla gelmesinin sebebi, Hz. İbrahim'in gördüğü rüyanın birkaç kez tekrarlandığını gösteriyor.

"ikisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca" Allah'ın emrine bo­yun eğince ve itaat edip teslimiyet gösterince "İbrahim onu alnının üzerine yıktı" Onda meydana gelecek bir değişikliği görüp de babalık hisleri ağır bastığı için kesmezlik etmemek için yüzünün üstüne yere yıktı veya yan üstü yatırmca yüzünün bir tarafı yere geldi.

Bu hadise, Mina'daki kayanın yanında meydana gelmiştir.

Bu ayette geçen "cebîn" kelimesi, alnın iki tarafından herbirisidir. Alın, iki "cebîn" arasıdır, "li'1-cebîn" kelimesinin başındaki "lam" harfi, üze­rine yıkıldığı uzvu beyan etmek için kullanılmıştır.

"Rüyana sadakat gösterdin." Senden istenen azmi gösterdin ve oğlunu kurban etmek için gerekli bütün hazırlıkları yaptın.

"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız." Yani se­ni nasıl mükâfatlandırdıysak, emrimize uymak suretiyle nefislerine iyilik edenleri de öylece mükâfatlandırırız. Bu ifade, o ikisinin yaşadığı sıkıntı­nın üzerlerinden kaldırılmasının gerekçesini açıklamaktadır ki bu gerekçe, onların "iyi hareket etmesi"dir.

"Gerçekten bu" kendilerine emredilen boğazlama işi, "apaçık ve kesin bir imtihandı." samimi olanı, samimi olmayandan ayıran açık bir denemeydi.

"Ve fidye olarak ona" Yani boğazlanması emredilen kişiye ki o, tercihe daha lâyık olan görüş uyarınca Hz. İsmail (a.s.)'dir. Onun Hz. İshak (a.s.) olduğu da söylenmiştir. "Büyük bir kurbanlık verdik." Onun yerine boğaz­lanması için semiz, iri yapılı bir koç verdik. Hanefîler bu ayeti delil göste­rerek, oğlunu kurban etmeyi adayan kimsenin, bir koyun kesmesi gerekti­ğini söylemişlerdir.

"Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." Daha sonra gelen nesiller içinde ona gözel bir övgü bıraktık.

"İbrahim'e selâm olsun!" Yani bizden ona selâm olsun. "Biz, iyi hare­ket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız" Yani Allah Tealâ'ya itaat etmek suretiyle kendi nefislerine iyilik edenleri işte böyle mükâfatlandırırız. "Gerçekten o, bizim mümin kullarımızdandı!" Bu cümle, Hz. İbrahim'in ni­çin "iyi hareket eden" birisi olarak tavsif edildiğini anlatmaktadır.

"Ona ... İshak'ı müjdeledik." İshak (a.s.)'ın dünyaya geleceğini haber vermek suretiyle ona bir diğer çocuk daha müjdeledik. Bu ayet, kurban olarak boğazlanacak çocuğun Hz. İshak (a.s.) değil, Hz. İsmail (a.s.) oldu­ğunun delilidir, "...iyilerden bir peygamber olacak..." Onun nübüvvetini ve iyilerden olacağını takdir etmiş olarak.

"Hem ona" evlâtları "konusunda İbrahim (a.s.)'e "hem" de oğlu "Is-hak'a" İsrailoğullarının peygamberlerini onun soyundan göndermek sure­tiyle "bereketler verdik." Yani -Eyyûb (a.s.) ve Şu'ayb (a.s.) gibi- peygam­berlerin ekserisi onun neslindendir.

"Her ikisinin neslinden iyi hareket eden" müminler "açıkça kendisine zulmeden" Küfrü açık, zulmü ortada olan isyancı kâfirler de "var."

Beyzavi şöyle demiştir: "Bu ifadede, kişinin hidayete ermesinde veya  dalâlete düşmesinde soyun hiçbir etkisi olmadığı ve Hz. İbrahim ile Hz. İs-hak'ın soyundan gelenlerin bir kısmının işlediği zulmün, bu ikisi için bir noksanlık ve ayıp teşkil etmeyeceği konusunda uyarı bulunmaktadır. [58]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu, ikinci kıssa olan Hz. İbrahim (a.s.) kıssasının son bölümüdür. Al­lah Tealâ, "Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik" buyurduktan sonra, bu müjdenin gerçekleştiğine ve müjdelenen çocuğun, iş görebilme çağına eriş­tiğine delâlet eden ayete yer vermekte, ardından da İsmail (a.s.)'in boğaz­lanması ve onun yerine fidye gönderilmesi hadisesini zikretmektedir. Bun­dan sonra da Yüce Allah, Hz. İbrahim (a.s.)'e, iyilerden bir peygamber ola­cak Hz. İshak (a.s.)'ı müjdelemekte ve hem ona, hem de Hz. İshak (a.s.)'a bereketler verdiğini, peygamberlerin ekserisini de bu ikisinin neslinden kıldığını ve bu ikisinin neslinden gelenler içinde hayırlı işler yapan iyi kimseler bulunduğu gibi, türlü günahlar işlemek suretiyle nefsine zulme­den kimseler de bulunacağını beyan buyurmaktadır. [59]

 

Açıklaması:

 

"Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına erişince babası ona "Yav­rum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak, ne dersin." de­di." Yani İsmail (a.s.) büyüyüp delikanlı olduğu ve çalışıp iş görebilme çağı­na geldiği zaman -ki Ferrâ Hz. İsmail (a.s.)'in o zaman 13 yaşında olduğu­nu söylemiştir- İbrahim (a.s.), boğazlanması emir buyurulan oğlu İsmail (a.s.)'e -zira Hz. İbrahim (a.s.)'e halîm bir çocuk müjdelendiği ve onun, bo­ğazlanacak çocuk olduğu zikredildikten sonra "Ona, iyilerden bir peygam­ber olacak İshak'ı müjdeledik." buyurulmaktadır- "Yavrum! Rüyada seni boğazladığımı gördüm. Ne dersin?" dedi. Hz. İbrahim'in çocuğa böyle bir haber vermesi, onu, Allah'ın emrinin yerine getirilmesine hazırlamak, Al­lah'ın emrine boyun eğmek suretiyle ecir ve sevap kazanmasını temin ve Allah'ın emri karşısındaki sabrını öğrenmek içindi. Yoksa peygamberlerin rüyası vahiydir ve vahiyle bildirilenlerin yerine getirilmesi lâzımdır.

Tevrat'ta zikredilen, "İlk ve tek oğlun olan İshak'ı boğazla" şeklindeki ifadeye gelince, burada Hz. İshak'ın isminin zikredilmesi, onların Allah'ın kitabına yaptığı ilâve ve tahrifler cümlesindendir. Yoksa Hz. İshak (a.s.) Hz. İbrahim (a.s.)'in ilk çocuğu olmadığı gibi tek çocuğu da değildir. Bu özellikler Hz. İsmail (a.s.)'e aittir. Daha sonra Hz. İbrahim (a.s.) oğlunu kurban etme konusunda elinden gelen gayreti gösterip böylece Allah'ın em­rine itaat edince Yüce Allah da ona diğer bir çocuk ihsan etmiştir ki işte bu çocuk Hz. İshak (a.s.)'dır!

"Çocuk: "Babacığım! Sana emredileni yap. İnşaallah beni sabredenler­den bulacaksın." dedi." Yani Hz. İsmail (a.s.) şöyle dedi: "Allah'ın beni bogazlaman konusundaki buyruğunu yerine getir ve sana vahyedileni yap. Ben ilâhi kaza ve takdire sabredecek ve bunun sevap ve karşılığını Al­lah'tan bekleyeceğim. Bu ifade, Hz. İsmail hakkında daha önce zikredilen "halîm" sıfatını ve Allah Tealâ'nm onun hakkında "Kitab'da İsmail'i de an. Çünkü o vadinde sadıktı, rasul bir peygamberdi. Kavmine namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi. Rabbi nezdinde rızaya ermişti." (Meryem, 19/25-26) şeklinde verdiği haberi doğrulamaktadır.

Bunun üzerine Hz. İbrahim, Allah'ın enirini yerine getirmeye koyul­du. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"İkisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca İbrahim onu alnının üzerine yıktı." Yani ikisi de Allah'ın emrine karşı teslimiyet gösterip boyun eğdiği, Allah'a itaat edip işlerini Allah'a havale ettiği ve İbrahim (a.s.), kendisini merhamet ve acıma hissi kaplayıp da boğazlamada tereddüt gös­termesin diye oğlunu yüz üstü yere yıktığı veya onu bir yanı üzerine yere attığı ve böylece Hz. İsmail'in "cebin"i (yüzünün bir yanı) yere geldiği za­man... Hz. İbrahim'in oğlunu kesmek istediği yer, Mina'da şeytan taşlama işleminin yapıldığı mevkinin yanında bulunan "kurban kesme yeri"dir.

Mücâhid şöyle demiştir: "Hz. İsmail babasına şöyle demişti: "Beni, yü­züme bakar vaziyette boğazlama. Böyle yaparsan belki seni bana karşı merhamet hisleri kaplar da beni hemen öldüremezsin. Ellerimi boynuma bağla, sonra da yüzümü yere koy ve yapman gerekeni yap!"

İmam Ahmed, İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. İbrahim (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun) hac menasi-kiyle emrolunduğu zaman say esnasında şeytan ona geldi ve onunla yarış­tı. Hz. İbrahim onu geçti. Sonra Cebrail (a.s.) Hz. İbrahim'i Akabe Cemre-si'ne götürdü. Şeytan burada da ona musallat oldu. Hz. İbrahim de ona, gi­dene kadar yedi çakıl taşı attı. Sonra Orta Cemre'de şeytan yine ona mu­sallat oldu. O da şeytana yedi çakıl taşı daha attı. Sonra Hz. İsmail'i alnı üzere yere yıktı. Hz. İsmail'in (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun) üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Babasına "Babacığım. Beni kefen­leyeceğin bundan başka bir elbisem yok. Bunu çıkarayım da beni onunla kefenle." dedi. Hz. İbrahim de gömleği çıkarması için ona yardım ederken arkasından "Ya İbrahim! Rüyana sadakat gösterdin." diye nida edildi. Hz. İbrahim döndü ve bir de baktı ki beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç!" İbni Abbas (r.a.) şöyle demiştir: "Bizler, bu çeşit koçları kurban etmek suretiyle ona uymaktayız."

"Biz ona: "Ya İbrahim!'" diye nida ettik, "Rüyana sadakat gösterdin." Boğazlamak için oğlunu yatırınca arkasındaki dağdan bir melek kendisine, "Gördüğün rüyadan maksat hasıl olmuş ve senden beklenen şey tahakkuk etmiştir. Sen, oğlunu boğazlamasan dahi sadece bu işe azmetmekle bile rü­yayı doğrulayıcı oldun ve yapabileceğini yaptın." dedi...

Daha sonra Allah Tealâ, Hz. İbrahim (a.s.)'e ihsan ettiği nimetleri say­makta ve şöyle buyurmaktadır:

1- "Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız." Yani oğlunu boğazlamaktan affedilmen ve sıkıntı ve imtihandan kurtulman gibi sana karşılık olarak verdiğimiz mükâfatın benzerini, Allah'a itaat etmek suretiyle iyi davranan herkese verir ve ona, yaptığı işin karşılığı olan seva­bı bahşederiz. Bu ifade, Allah Tealâ'nın Hz. İbrahim'e ve oğluna, sıkıntı ve imtihandan kurtuluştan sonra ihsan ettiği nimetlerin veriliş sebebini an­latmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah, bunun sıradan bir hadise olmayıp, büyük bir imtihan olduğunu belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Gerçekten bu, apaçık ve kesin bir imtihandı." Yani bu deneme, zorlu­ğu açık bir deneme ve daha zoru bulunmayan bir imtihandır. Zira Allah onu, oğlunu kurban etme konusunda ne denli itaatkâr olduğu noktasında denemiş, o da ecrini Allah'tan bekleyerek buna sabretmiştir.

Bu ayetin anlamının, "Gerçekten bu, apaçık bir nimettir" anlamında olduğu, zira burada kullanılan "belâ" kelimesinin nimet anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre Allah'ın bir kimseye nimet verdiği anlatılmak istendiği zaman "Eblâhullâhu" denir.

2- "Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik." Yani onun için oğ­lunun fidyesi olarak cüsseli ve semiz veya kadrü kıymeti büyük bir koç ver­dik. Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Hz. İsmail'e fidye olarak verilen hayvan, erkek bir dağ keçisinden başka birşey değildir. Bu keçi Hz. İbrahim'e, Se-bîr'den inmiş, Hz. İbrahim de onu oğlunun fidyesi olarak boğazlamıştır. Bu, Hz. Ali (r.a.)'nin görüşüdür."

Bu ayette, kurban olarak koyun kesmenin, deve ve sığır kesmekten daha efdal olduğuna delâlet vardır. Mâlikîlerin görüşü de bu doğrultudadır. Çünkü koyunun eti daha lezzetli ve güzeldir.

3- "Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık. İbrahim'e selâm ol­sun!" Yani gelecek ümmetler arasında İbrahim (a.s.) için güzel bir övgü ve iyi bir anılma bıraktık. Bu itibarla bütün semavi din mensupları -Yahudi­ler, Hristiyanlar ve Müslümanlar- ve keza müşrikler onu sevmektedirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Benden sonrakiler içinde benim için bir lisan-ı sıdk ver. Beni naim cennetinin varislerinden kıl." (Şu'arâ, 26/84-85)

Bizden, meleklerden, insanlardan ve cinlerden İbrahim üzerine selâm olsun. Buradaki "selâm"ın, güzel övgü olduğu da söylenmiştir.

"Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız." Yani bütün iyi (muhsin) insanları, sıkıntı ve şiddetten sonra feraha kavuşturmak suretiy­le işte böyle mükâfatlandırırız. Burada ayetin başında -diğer emsallerinde

olduğu gibi- "İnnâ (Muhakkak biz)" ifadesi, birinci kez (105. ayette) zikre-dilmesiyle yetinildiği için burada ikinci kez zikredilmemiştir.

4- "Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak 'ı müjdeledik." Yani ona bir diğer çocuk daha ihsan ettik -ki o İshak (a.s.)'dır- ve onu salihler züm­resinden olan salih bir peygamber kıldık. Bu, Hz. İbrahim'e verilen dör­düncü nimettir.

5- "Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik." Yani o ikisine, çeşitli dün­ya ve ahiret bereketi ve nimetleri ihsan etmek suretiyle yardım ve imdat eyledik. Soy ve evlât çokluğu ile peygamberlerin ekserisinin o ikisinin ve Hz. İsmail'in neslinden kılınması da bu nimetler cümlesindendir.

"Her ikisinin neslinden, iyi hareket eden de var, açıkça kendisine zul­meden de" Yani o ikisinin soyundan gelenlerin kimisi, hayırlı ameller işle­yen muhsin kimseler iken, kimisi de küfür ve çeşitli masiyetler işlemek su­retiyle nefsine zulmeden kimselerdir.

Bu ayet, hidayet ve dalâlette soyun herhangi bir etkisi bulunmadığı­nın ve kişi için yararın, veraset ve nesep yahut aidiyete bağlı olmadığının delilidir. Kişiye fayda verecek olan şey ancak onun kendi amelleridir.

Yine bu ayet, zürriyetlerinden gelenlerin kötülüğü sebebiyle geçmiş nesillerin kınanmayacağını da göstermektedir. Çünkü Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Günahkâr hiçbir nefis, diğerinin günah yükünü taşımaz." (Enam, 6/164) [60]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden, aşağıdaki hükümler çıkarılır:

1- Yüce Allah, -uyanıkken değil de- birbirini izleyen üç gece uykusun­da Hz. İbrahim (a.s.)'e, oğlunu boğazlamasını emir buyurmuştur. Çünkü Allah Tealâ, peygamberlerin rüyasını -sadık kimseler oldukları gerçeğini takviye etmek için- hak kılmıştır. Allah Tealâ, Hz. İbrahim hakkında şöyle buyurmuştur: "Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum." Hz. Yusuf (a.s.) hakkında da şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ben rüyada onbir yıldızla gü­neşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicilerdir." (Yusuf, 12/4) Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.) hakkında da şöyle buyur­muştur: "Andolsun ki Allah, rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. İnşaallah hepiniz emniyet içinde -kiminiz başlarınızı tıraş ettirerek, kiminiz saçlarınızı kısaltarak korkusuzca mutlaka Mescid-i Ha­ram'a gireceksiniz." (Feth, 48/27)

2- Ehl-i Sünnet, bu ayeti delil göstererek Allah Tealâ'nın kimi zaman vukuunu murat etmediği şeyleri emir buyurabileceğini söylemiştir. Zira Yüce Allah, Hz. İbrahim (a.s.)'e oğlunu boğazlamasını emir buyurduğu hal­de bunun vukuunu murat etmemiştir.

3- Yine Ehl-i Sünnet bu ayeti, emre imtisal vuku bulmadan önce nas-sm neshedüebileceğine delil getirmişlerdir.

4- Yukarıdaki ayetlerin delâlet ve tertibi bakımından boğazlanacak olan çocuk Hz. İsmail (a.s.)'dir. Çünkü Hz. İbrahim'e ilk olarak müjdelenen çocuk odur. Hz. İshak (a.s.)'a gelince, Hz. İbrahim, Hz. İsmail'den sonra onunla müjdelenmiştir. Bu da Hz. İsmail'in daha büyük olduğunu gösterir. Ekseriyetin ittifakıyla boğazlanacak olan da odur. Şayet boğazlanacak olan kişi Hz. İshak olsaydı, boğazlama hadisesi Mina'daki kurban kesme yerin­de değil, Beyt-i Makdis'te gerçekleşirdi. Oysa boğazlama hadisesinin Mi-na'da vuku bulduğu üzerinde görüş birliği bulunmaktadır.

Boğazlanacak kişinin Hz. İsmail olduğunu başka deliller de destekle­mektedir. Bu cümleden olarak:

a) Hâkim'in Menâkıb'da rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) "Ben iki kurbanlığın oğluyum." buyurmuştur. Yani biri Hz. İsmail, diğeri de Hz. Peygamber (s.a.)'in babası olan ve dedesi Abdülmuttalib tarafından, kendisine on erkek çocuk verilmesi halinde veya Allah'ın, kendisine Zem­zem kuyusunu kazma işini müyesser kılması durumunda kurban etmeyi adadığı Abdullah. Abdülmuttalib'in her iki isteği de yerine gelmiş, o da hangi oğlunu kurban edeceği konusunda kur'a çekmiş, kur'a Abdullah'a çıkmıştı. Bunun üzerine Abdullah'ın dayıları kurban edilmesine mani ol­muş ve Abdülmuttalib'e oğluna karşılık olarak 100 deve kurban etmesini söylemişler, o da 100 deve kurban etmişti.

b)  Asma'î'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Ebu Amr b. Âlâya kurbanlığın kim olduğunu sordum, şu karşılığı verdi: "Ey Asma'î! Aklın nerede? Hz. İshak Mekke'ye ne zaman geldi? Mekke'deki ancak Hz. İsmail (a.s.)'dir ve babasıyla birlikte Kabe'yi bina eden odur; kurban kesme yeri de Mekke'dedir.

c) Yüce Allah "İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de an. Bunların herbiri sabredenlerdendi." (Enbiyâ, 21/85) ayetinde Hz. İshak'ı değil, Hz. İsmail'i sabırlı olmakla vasfetmiştir ki bu sabır, Hz. İsmail'in boğazlanma hadisesi karşısında gösterdiği sabırdır. Yine Yüce Allah onu,"Kitab'da İsmail'i de an. Çünkü o vaadinde sadıktı." (Meryem, 19/54) buyurmak suretiyle vaadi­ne sadık olmakla nitelemişti. Çünkü o, babasına, boğazlanma hadisesi kar­şısında sabredeceğini vaad etmiş ve bu vaadine de bağlı kalmıştır.

d) Sıhhati kesin olan sahih rivayetler, boğazlanacak olan kişinin Hz. İsmail (a.s.) olduğunu bildirmektedir. Bu rivayetler sahabeden İbni Abbas, İbni Ömer, Hz. Ali, Ebu Hureyre, Ebu't-Tufeyl Âmir b. Vasile; tabiinden Sa'îd b. Müseyyeb, Sa'îd b. Cübeyr, Hasan'i-Basrî, Mücâhid, Şa'bî, Yusuf b. Mihrân, Rebî' b. Enes, Muhammed b. Ka'b Kurazî, Kelbî, Alkame, Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali ve Ebu Salih'ten (Allah hepsinden razı olsun) nak­ledilmiştir. Bunların hepsi boğazlanacak olan kişinin Hz. İsmail olduğunu  söylemişlerdir.[61] Kurtubî de şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.)'den, sa­habeden ve tabiinden nakledilenler içinde en sağlam görüş budur."

Ne ki Yahudiler, boğazlanacak olan Hz. İsmail'in Arapların atası olma­sı dolayısıyla Arapların sahip olduğu bu üstünlüğü çekemedikleri için ve Tevrat'a kimi ilâvelerde bulunarak onu tahrif etmişler ve bazı hadis ve eser­lerin rivayetlerine hile ve desise ile boğazlanacak olan kişinin Hz. İshak ol­duğu hususunu sokmuşlardır. Bu da şu iki delille istidlal eden kimi sahabe ve müslüman alimler arasında farkında olmadan devam ettirilmiştir:

a) Allah Tealâ, bu ayetten önce Hz. İbrahim'in şöyle dediğini hikâye etmektedir: "İbrahim dedi ki: Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek." Bu ayette kastedilen şeyin, Hz. İbrahim'in Şam'a hicret ettiği dair görüş birliği bulunmaktadır. Daha sonra Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Biz de ona halim bir oğul müjdeledik." Dolayısıyla ona müjdelenen bu oğulun Hz. İshak'tan başkası olmaması gerekir. Bundan sonra da Allah Te­alâ şöyle buyurmuştur: "Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına erişin­ce..." Hz. İbrahim'in yanında koşma çağma erişen çocuk ise Şam'da doğan çocuktur. Şu halde bu ayetin baş tarafının, boğazlanacak olan kişinin Hz. İshak olduğuna delâlet ettiği sabit olmaktadır. Ayetin son kısmı da buna delâlet etmektedir. Çünkü Allah Tealâ, boğazlanma ile ilgili kıssayı bitir­dikten sonra "Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı müjdeledik" bu­yurmaktadır. Ona bu peygamberliği müjdelemesinin sebebi ise, boğazlan­ma olayında anlatılan o sıkıntılara tahammül etmesidir. Şu halde bu aye­tin hem baş hem de son kısmı, boğazlanacak olan kişinin Hz. İshak (a.s.) olduğuna delâlet etmektedir.

b) Hz. Yakub (a.s.)'un meşhur mektubunda şöyle bir ifade bulunmak­tadır: "Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu, Allah'a kurban olarak adanmış olan İshak'in oğlu, Allah'ın peygamberi ve İsraili Yakub'dan..."

Bu, Abdullah b. Mesud (r.a.)'dan gelen sahih bir rivayettir ki şöyledir: "Bir adam ona, "Ey şerefli dedelerin torunu!" diye hitap etmiş, o da bunun üzerine, "Bu dedeler, Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu, Allah'a kurban ada­nan İshak'm oğlu Yakub'un oğlu Yusuf tur."

Bu görüş, sahabeden Hz. Ömer, Câbir, Abbâs'tan ve Katâde, Mesrûk, İkrime, Atâ, Mukâtil, Zührî ve Süddî gibi tabiine mensup bazı kimseler­den, bir de Mâlik b. Enes'ten de rivayet edilmiştir. Bunların hepsi boğazla­nacak olan kişinin Hz. İshak olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu haberler­de açıkça Ka'bu'l-Ahbâr'ın parmağının bulunduğu görülmektedir ki, bunla­rın kaynağı, güvenilirliğini yitirmiş bulunan eskiden kalma kitaplarda yer alan birtakım haberlerdir. Bazı müslümanlar bu haberleri ondan almış ve böylece bu haberler müslümanlar arasında dolaşır olmuştur. Yukarıda İbni Kesîr ve Beydâvî'den bu haberlerin çürütüldüğüne dair nakiller yapmıştık.

Bu konuda Zeccâc da, "Hangisinin boğazlanacak kişi olduğunu en iyi Allah bilir." derdi ki bu da bu konudaki üçüncü görüştür.

5- Hz. İbrahim (a.s.)'in, "Düşün bak, ne dersin!" diyerek oğluyla istişare etmesindeki hikmet, Allah'a itaat konusundaki sabrının ortaya çıkması için oğlunu hadiseye muttali kılmasıdır. Zira onun göstereceği sabır İbrahim (a.s.) için bir mutluluk kaynağı olacaktır. Çünkü sabır yüksek bir derecedir.

Bu istişaredeki bir diğer hikmet de ahirette oğlu için büyük bir karşı­lık, dünyada da güzel bir övgü hasıl olmasıdır. Zira İsmail (a.s.) de "İnşaal-lah beni sabredenlerden bulacaksın." demişti.

Hz. İsmail (a.s.)'in "inşaallah" diyerek bu konudaki tavrını Allah'ın di­lemesine bağlaması, teberrük maksadıyladır. Zira Allah'a isyan etmekten uzaklaşmak ve Ona itaat etmek ancak Onun tevfikiyle mümkündür. Ehl-i işaretten bazıları, bu kelimeyi kullandığı için Allah'ın onu sabra muvaffak kıldığını söylemiştir.

6- "İkisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca" Yani Allah'ın em­rine boyun eğince kavli, Allah'ın emrine teslim olmada ve işleri Ona hava­le etmede hem baba, hem de oğulun aynı derecede olduğunun delilidir.

7- Yüce Allah -yukarıda da geçtiği üzere- bu kıssa münasebetiyle Hz. İbrahim (a.s.)'e verilen beş nimet saymaktadır. Bu nimetler şunlardır:

a)  Ona verilen iyi karşılık: "Biz, iyi hareket edenleri işte  böyle mükâ­fatlandırırız." Yani onları gerek dünyada ve gerekse ahirette sıkıntılardan kurtarırız.

b) Oğlunun yerine kurban edilmek üzere iri bir koç gönderilmesi,

c) Ümmetler arasına kendisi hakkında güzel bir övgü bırakılması,

d) Kendisine Allah'tan bir selâm gönderilmesi,

e) Kendisine bir diğer çocuk daha müjdelenmesi ve gerek İsrailoğulla-rı'ndan, gerekse diğerlerinden gelen peygamberlerin ekserisinin onun, Hz. İshak ve Hz. İsmail'in soyundan kılınması.

8- Hz. İsmail yerine koçun fidye gönderilmesi -daha önce de zikredil-diği gibi- kurbanlık olarak koyunun deve ve sığırdan daha efdal olduğu­nun delilidir.

İmam Mâlik ve arkadaşları, Mina'da kesilen kurban hariç olmak üze­re kurbanın daha efdal olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Mina kurban kes­me yeri değildir. Re'y ehli kurban kesmenin efdal olduğunu söylemiş, keza İmam Ahmed b. Hanbel de kurban kesmenin sadakadan efdal olduğu görü­şünü benimsemiştir. Çünkü kurban kesmek, tıpkı Bayram namazı gibi sünnet-i müekkededir. Bayram namazının diğer nafile namazlardan efdal olduğu ise malumdur. Aynı şekilde sünnet namazlar da bütün tatavvu na­mazlardan efdaldir.

Kurbanın fazileti konusunda birçok hasen hadis rivayet edilmiştir.

Bunlardan biri Tirmizînin Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet ettiği şu hadistir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ademoğlu Kurban bayramı günü işlenen amellerden olarak kurban kanı akıtmaktan Allah katında daha sevimli bir amel işlememiştir. Muhakkak ki kurban edilen hayvan kıyamet günü boy­nuzları, kılları ve çatal tırnaklarıyla gelecektir ve muhakkak ki kan, yere dökülmeden önce Allah katında yüce bir mevkiye ulaşır. Dolayısıyla kur­banla nefislerinizi temizleyin."

Cumhur ulemaya göre kurban kesmek vacip değildir; ancak sünnet ve maruf bir ameldir.

Ebu Hanîfe ise şöyle demiştir: "Kurban kesmek, şehirde oturan mu­kim ve varlıklı kimseler üzerine vaciptir, yolcuya vacip değildir." Ebu Yusuf ile Muhammed b. Hasan ise ona muhalefet ederek kurbanın vacip değil, kurban kesebilecek durumda olanlar için terkine ruhsat bulunmayan bir sünnet olduğunu söylemişlerdir.

Müslümanların icmaıyla kurban olarak kesilebilecek hayvanlar —dişi-li-erkekli olarak sayıldığında 8 tür eden- şu hayvanlardır: Koyun, keçi, de­ve ve sığır. Bu son ikisinden kesilen tek bir hayvan yedi kişi için kifayet eder (yedi kişi birleşerek bir deve veya bir sığır kesebilir).

İmam Ahmed ve dört Sünen sahibi Berâ b. Âzib (r.a.)'den rivayet ettiği gibi, şu dört özellikten birini taşıyan hayvanları kurban olarak kesmekten kaçınmalıdır: Aksadığı açıkça belli olan topal, gözünün biri açıkça görme­yen kör, rahatsızlığı açıkça belli olan hasta ve zafiyetten yağsız düşmüş olan zayıf hayvan.

Yukarıdaki (107.) ayet, oğlunu boğazlamayı veya kurban etmeyi ada­yan kimsenin, -tıpkı Hz. İbrahim'in oğlunun fidyesi olarak kurban ettiği gibi- fidye olarak bir koç kurban edeceğine delâlet etmektedir. İbni Abbas (r.a.) böyle demiştir. Ondan gelen bir diğer rivayet ise bu kimsenin -tıpkı Abdulmuttalib'in yaptığı gibi- 100 deve kurban edeceği doğrultusundadır. Bu iki rivayeti İbni Abbas (r.a.)'dan Şa'bî nakletmiştir. Bunlardan ilki daha sahihtir.

İmam Şafiî, bu kişinin yaptığının masiyet olduğunu ve bu hareketin­den dolayı tevbe-istiğfar etmesi gerektiğini söylemiştir.

İmam Ebu Hanîfe ise bu kimsenin ağzından çıkan adak sözünün, ken­di çocuğu hakkında bir koyun kesmesini gerektiren, kendi oğlu dışındaki­ler için ise birşey gerektirmeyen bir söz olduğunu söylemiştir. İbnu'l-Arabî de bu görüşü benimsemiştir. Çünkü Allah Tealâ, çocuğun boğazlanmasını, şer'an koyunun boğazlanmasından ibaret saymıştır. Zira Allah, Hz. İbra­him'i erkek çocuk boğazlamakla ilzam buyurmuş ve bu ilzamı bir koyun boğazlamakla kaldırmıştır. Allah Tealâ "Babanız İbrahim'in milleti..."

 (Hacc, 22/78) buyuruyor. İman aslî bir iltizam iken adak da fer'î bir ilti­zamdır. Dolayısıyla adağın imana hamledilmesi gerekir.

10- Yüce Allah Hz. İshak'ı salih peygamberlerden olarak müjdelemiş­tir. Bu müjdeleme, kurbanlık kıssasından sonra yer almaktadır ki bu da boğazlanacak kişinin Hz. İsmail olduğuna delâlet eden noktalardandır.

Mufaddal şöyle demiştir: "Kur'an'm delâlet ettiği doğru görüş, boğazla­nacak kişinin Hz. İsmail olduğudur. Zira Allah Tealâ, kurbanlık kıssasını zikrederken, mezkûr kıssanın sonunda "Ve fidye olarak ona büyük bir kur­banlık verdik." buyurmakta, ardından da şöyle buyurmaktadır: 'İbrahim'e selâm olsun. Biz, iyi hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız.", " Ona salihlerden bir peygamber olmak üzere de İshak 'ı müjdeledik. Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik." Yani hem Hz. İsmail'e, hem de Hz. İshak'a. Bura­da Hz. İsmail üstü kapalı olarak geçmiştir. Çünkü kendisi daha önce zikre­dilmiştir. Daha sonra da Yüce Allah "...Her ikisinin neslinden..." buyurmak­tadır ki bu da bahsi geçenlerin, hem Hz. İsmail'in, hem de Hz. İshak'm nes­linden olacağına delâlet etmektedir. Hz. İsmail'in, Hz. İshak'tan 13 yaş bü­yük olduğu konusunda raviler arasında herhangi bir ihtilaf yoktur.

Bununla birlikte yukarıdaki son ayetin anlamının "İbrahim'e oğulları konusunda bereketler verdik.' şeklinde olduğunu söylemek, daha ince ha­reket etmek olacaktır.

11- Allah Tealâ Hz. İbrahim'e verilen bereketin, soy ve çokluk (soyun çokluğu) noktasında olduğunu  zikrettiği ayette, onun soyundan gelecekler arasında iyilerin de kötülerin de bulunacağını ve peygamber soyundan gel­menin kötülere bir faydasının dokunmayacağını belirtmektedir. Bu itibarla her ne kadar Yahudi ve Hristiyanlar Hz. İshak'ın ve Araplar Hz. İsmail'in soyundan gelmiş olsalar da iyi ile kötü ve mümin ile kâfir arasında bir fark bulunması kaçınılmazdır. Kur'an onları şöyle diyerek reddetmektedir: "Ya­hudiler ve Hristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz." dediler..." (Mâide, 5/18) Buradaki "Biz Allah 'in oğullarıyız." ifadesinden maksat "Biz, Allah'ın peygamberlerinin çocuklarıyız." demektir. Onlar böyle demekle peygamber soyundan gelmeyi kendileri için bir üstünlük vesilesi saymış­lardır. [62]

 

Hz. Musa Ve Hz. Harun Kıssası:

 

114-  Andolsun biz Musa'ya da, Ha­run'a da nimetler verdik.

115- Hem onları, hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık.

116- Kendilerine yardım ettik de üs­tün gelenler onlar oldular.

117-   Onlara açık ifadeli kitabı ver­dik.

118-   Onlara doğru yolu gösterdik.

119- Ve sonra gelenler arasında on­lara ait iyi bir ün bıraktık.

120- Musa'ya da Harun'a da selâm olsun.

121-  Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.

122-  Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı.

 

Kelime ve ibareler:

 

"Biz Musa'ya da Harun'a da nimetler verdik." Onlara peygamberlik ve daha başka dinî ve dünyevî nimetler bahşettik.

"Hem onları, hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık." Onla­rı Firavun'un zorbalığından, o ikisinin kavmi olan İsrailoğullan'nı da ken­disine kul yapma emelinden ve suda boğulmaktan kurtardık.

"Kendilerine yardım ettik de" Buradaki "Nasarnâhum" kelimesindeki "hum" zamiri ile hem Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Harun (a.s.), hem de kavimleri kastedilmektedir. Buradaki "yardım"dan maksat da onlara, Kıptîler'e galip gelmeleri için yapılan yardımdır, "üstün gelenler onlar oldular." Yani Fira­vun ve kavmine karşı üstün gelenler.

"Onlara açık ifadeli kitabı verdik." açıklamalarında ve getirdiği -had­ler, diğer hükümler vb.- hususlarda beliğ olan kitabı; ki o Tevrat'tır.

"Onlara doğru yolu" hakka ve doğruya götüren yolu "gösterdik."

"Musa'ya da Harun'a da selâm olsun." Bizden o ikisi üzerine selâm ol­sun.

"Şüphesiz biz iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız." Allah Tealâ'ya itaat eden muhsin kulları, bu mükâfata benzer şekilde mükâfat­landırırız.

"Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı." Bu ayetin ifa­desi, o iki peygamberin imanına şahitlik etmektedir. O ikisine ihsanda bu­lunulmasının sebebi de budur. [63]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu, Sâffât suresinde zikredilen kıssaların üçüncüsüdür. Allah Tealâ Hz. İsmail'in boğazlanmaktan, Hz. İbrahim'in de ateşten kurtarılmasını zikrettikten sonra burada da Hz. Musa ve Hz. Harun'a bahşettiği çeşitli ni­metleri şu iki hususa hasrederek ifade buyurmaktadır:

a) Bu iki peygambere çeşitli menfaatler ulaştırılması ki, "Andolsun biz Musa 'ya da Harun 'a da nimetler verdik." ayetinde ifadesini bulmaktadır,

b) Kendilerinden çeşitli zarar ve sıkıntıların savuşturulması ki bu da "Hem onları, hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık." ayetiyle ifade buyurulmaktadır. [64]

 

Açıklaması:

 

"Andolsun biz Musa'ya da Harun'a da nimetler verdik." Yani Allah'a yemin olsun ki biz o ikisine peygamberlik ve daha başka dinî ve dünyevî nimetler bahşettik.

Onlara bahşedilen dünya menfaatleri -Razi'nin de zikrettiği gibi- var edilmeleri, hayat sahnesine çıkarılmaları, kendilerine akıl, terbiye ve sıh­hat verilmesi ve her ikisinde de kemal sıfatlarının toplanması; dinî menfa­atlere gelince, o ikisinin ilim ve itaat sahibi kılınmalarıdır. Bu derecelerin en üstünde de, görenleri hayretlere düşüren, düşmanları kahr ve mağlup eden mucizelerle desteklenmiş yüce peygamberlik mevkii gelir.

Bu nimetlerin ayrıntılı zikri ise şu ayetlerde geçmektedir:

1- "Hem onları, hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık." Ya­ni hem o ikisini, hem de kavimleri olan İsrailoğulları'm, Firavun'un -baba­lan öldürmek, kadınları hayatta bırakmak, kendilerini hakir iş ve meslek­lerde çalıştırmak suretiyle- kendisine kul edinme emelinden kurtardık. Aynı şekilde o iki peygamberi de kavimleri ile birlikte Firavun ve Mısır Kıptîlerinin helak olduğu suda boğulmaktan kurtardık.

2- "Kendilerine yardım ettik de üstün gelenler onlar oldular." Yani on­lara düşmanları karşısında yardım ettik. Böylece onlar düşmanlarına galip geldiler, düşmanlarının topraklarını ve bütün hayatları boyunca uğraşarak biriktirdikleri mallarını ele geçirdiler. Bu suretle onlar, zelil tebaa duru­munda iken devlet sahibi oldular.

3- "Onlara açık ifadeli kitabı verdik." Yani o iki peygambere yüce, açık ve anlaşılır olan, hem dünyaya, hem de ahirete ilişkin hususlar ihtiva eden kitabı indirdik, ki o Tevrat'tır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir yol gösterme ve nur vardır. Ken­dilerini Allah'a vermiş peygamberler Yahudilere onunla hükmederlerdi." (Mâide, 5/44), "Andolsun biz Musa'ya ve Harun'a, bir ışık ve takva sahiple­ri için de bir öğüt olan Furkan'ı verdik." (Enbiyâ, 21/48).

4- "Onlara doğru yolu gösterdik." Onları gerek fiillerinde, gerekse söz­lerinde hak ve doğru yola, İslâm'a ve Allah'ın hükümlerine irşad ettik.

5- "Ve sonra gelenler arasında onlara ait iyi bir ün bıraktık." O iki pey­gamber için kendilerinden sonra gelen ümmetler içinde güzel bir övgü ve tatlı bir anılma bıraktık.

İbni Kesîr, Şevkânî ve daha başkaları şöyle demişlerdir: "Bu ayet, Yü­ce Allah tarafından, daha sonra gelen "...selâm olsun" ayetiyle tefsir olun­muştur." Diğer müfessirler ise "...selâm olsun" ayetinin müstakil bir söz ol­duğunu söylemişlerdir ki, birçok sebepten ötürü benim tercih ettiğim görüş de budur.

6- "Musa'ya da Harun'a da selâm olsun." Yani Musa'ya da Harun'a da dünya durdukça bizden, meleklerden, insanlardan ve cinlerden selâm ol­sun.

Bu iki peygambere bütün bu nimetlerin verilmesinin sebebini ise Yüce Allah şöyle beyan buyuruyor:

"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı." Yani Allah'a itaat edip Onun emirlerine boyun eğerek iyi amel işleyen herkesi sıkıntı ve zorluk­lardan kurtarmak suretiyle bu şekilde mükâfatlandırırız. Buradaki ihsa­nın sebebi o iki peygamberin, Allah'a sahih ve kâmil bir şekilde iman etmiş mümin kullar zümresinden olmasıdır. [65]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler :

 

Bu ayetlerden, aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Yüce Allah Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)'a, dinî ve dünyevi pekçok nimet vermiştir ki bunların derece olarak en yükseği nübüvvet ni­metidir. Daha sonra Allah Tealâ bu nimetleri zikretmektedir ki, sözkonusu nimetler şunlardır:

a) Gerek o ikisini, gerekse kavimleri olan İsrailoğulları'nı, İsrailoğul-ları'na ulaşan suda boğulmaktan ve Firavun'un bu kavmi kendisine kul edinme emelinden kurtarması. Buradaki boğulma hadisesini "İsrailoğulla-rı'na ulaşan suda boğulmaktan" yerine Firavuna ulaşan suda boğulmak­tan" şeklinde ifade edenler de vardır.

b) Gerek o iki peygambere, gerekse kavimlerine, düşmanları olan Mı­sır Kıptîleri karşısında yardım etmesi.

c) O ikisine, açıklamalarında açık ve beliğ olan ve hem dünya, hem de ahiret menfaatlerine şamil bulunan nurlu kitap Tevrat'ı indirmesi.

d) O ikisini, hiçbir eğriliğin sözkonusu olmadığı dosdoğru dine hidayet buyurması -ki o, umumi manada, Tevhid esası üzere kaim olan İslâm dini­dir-, kendilerini hak ve doğru yola irşad etmesi ve kendilerine başarı verip korumak (ismet) suretiyle de onlara yardımcı olması.

e) Ümmetler arasında o ikisi için güzel bir övgü ve anılma bırakması ki bu büyük bir nimettir.

f)  Dünya durdukça Allah'ın, meleklerin, insanların ve cinlerin selâmı ile nasipdar kılınmaları.

2- Sünnetullah, işledikleri güzel amellerden ötürü muhsin kulların da­ima güzel karşılıklarla mükâfatlandırılması, sıkıntı ve zorluklardan kurta­rılıp selâmete çıkarılması şeklinde tecelli eder. Bu, Hz. Musa (a.s.), Hz. Ha­run (a.s.) ve emsali kimseler için de böyledir.

3- Bu faziletlerin sebebi imandır ki o, her faziletten daha şerefli, daha yüce ve daha mükemmeldir. [66]

 

İlyas Aleyhisselam Kıssası:

 

123- İlyas da şüphe yok ki gönderil­miş peygamberlerdendi.

124- O zaman kavmine şöyle demiş­ti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız?

125- Yaratıcıların en güzelini bıra-

kıp Ba’le mi tapıvorsunuz?

126- Sizin de evvelki atalarınızın da  rabbi olan Mlah'a kullu terk mi ediyorsunuz?'

127-  Fakat onu yalanladılar. Bundan dolayı onlar azaba

128-Yalnız Allah'ın halis kulları  azap dışındadır.

129-  Biz, sonra gelenler arasında  onada iyibirünbıraktık.

130- İlyas'a selâm olsun.

131-  Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.

132-  Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı.

 

İrab:

 

"Selâmun ala ilyâsîn: İlyas'a selâm olsun!" ayetindeki "İlyâsîn" keli­mesi ya aynı ismin "Mîkâl" ve "Mîkâîl" şekillerinde okunması gibi "İlyâs" isminin farklı bir lehçeyle söylenmiş şeklidir, ya da A'cemiyyîn ve Eş'ariy-yîn kelimelerinde olduğu gibi "İlyâsî" kelimesinin çoğuludur ve "nisbet yâ'sı" düşürülmüştür. Bu harfin burada hazfedilmesinin sebebi telaffuzda dile ağır gelmesidir. [67]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İlyâs" İsrailoğulları'nm peygamberlerinden birisidir. Hz. Musa'nın kardeşi olan Hz. Harun'un torunu Yasinin oğludur. Hz. Musa'dan sora peygamber olarak görevlendirilmiş, Ba'lebek ve civarına gönderilmiştir.

"Kavmine şöyle demişti: "Allah'tan korkmaz mısınız?" Yani Allah'tan sakınıp da Ona kulluk etmez ve Allah'ın yasakladığı şirk, isyan gibi şeyle­ri terketmez misiniz ve böylece Allah'ın azabından emin olmaz mısınız?

"Yaratıcıların en güzelini bırakıp da" yaratıcıların ve şekil verenlerin en güzeli olan Allah Tealâ'ya kulluğu terkedip de "Ba'l'e mi tapıyorsunuz?" Ba'l'e mi kulluk ediyorsunuz? Bal, altından yapılmış bir putun adıdır. Ba'lebek halkının putudur. Lübnan'da bulunan "Bek "e izafeten bu yöre Ba'lebek adını almıştır.

"Sizin de evvelki atalarınızın da rabbi olan Allah'a kulluğu terk mi ediyorsunuz?" O Allah ki, sizi yokluktan varlık sahnesine çıkardıktan son­ra nimetleriyle besleyip gıdalandırır. Bu hem sizin için, hem de atalarınız için böyledir. Dolayısıyla, ibadete müstehak olan Odur.

"Yalnız Allah'ın halis kulları azap dışındadır." Allah onları taat için seçmiştir ve onlar kulluğu sadece Allah'a yaparlar. Dolayısıyla azaptan kurtulmuş olanlar da onlardır.

"Biz, sonra gelenler arasında ona da iyi bir ün bıraktık." Onun için gü­zel bir övgü bıraktık.

"İlyas'a selâm olsun" Yani bizden İlyas üzerine selâm olsun. Bu ayetin anlamı, "İlyas üzerine ve onunla birlikte iman etmiş olan kavmi üzerine bizden selâm olsun" şeklinde de olabilir. Bu durumda çoğul bir ifadeyle top-yekün hepsi kastedilmiş olur.

Bu kelime, baş harfi uzatılarak "Âl Yâsîn" şeklinde de okunmuştur. Bu durumda bu ifadeyle Hz. İlyas'ın ailesi kastedilmiş olur.

"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız." Yani amelini Allah için güzel yapan herkesi bu mükâfata benzer şekilde mükâ­fatlandırırız. [68]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu kıssa, bu surede zikredilen kıssaların dördüncüsüdür. Bu kıssanın zikredilmesinden maksat, -tıpkı kendisinden önce gelmiş olan Hz. Nuh ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerin olduğu gibi- İsrailoğulları peygamberle­rinden biri olan Hz. İlyas'ın da Allah'ı birlemeye davet konusundaki gay­retlerini, şirke ve putlara kulluğa mukavemetini beyan etmektir. [69]

 

Açıklaması:

 

"İlyas da şüphe yok ki gönderilmiş peygamberlerdendi." Hz. İlyas (a.s.), Yâsîn b. Finhâs b. Ayzâr b. Harun b. İmran'ın oğludur. Harun b. İm-ran, Hz. Musa'nın kardeşidir. Yüce Allah Hz. İlyas (a.s.)'ı, Hızkîl (a.s.)'den sonra İsrailoğulları'na peygamber olarak göndermiştir. O zaman İsrailoğul­ları, "Bal" denen bir puta tapıyorlardı. Hz. İlyas onları, Allah'ı birlemeye davet etti ve kendilerini, başkasına kulluk etmekten sakındırdı.

"O zaman kavmine şöyle demişti: "Siz Allah'tan korkmaz mısınız?" Ya­ni hatırla ki İlyas (a.s.) kavmine, "Başkasına kulluk ederken Allah Te-alâ'dan korkup, sizi sakındırdığı şirk ve isyanı terketseniz ya!" demişti.

"Yaratıcıların en güzelini bırakıp BaTe mi tapıyorsunuz? Sizin de evvel­ki atalarınızın da rabbi olan Allah'a kulluğu terk mi ediyorsunuz?" Yani ken­di yaptığınız bir puta mı tapıyor, sadece kendisi ibadete lâyık olan ve eşi bu­lunmayan Allah'a kulluğu terk mi ediyorsunuz? Size şekil veren ve sizi var eden O'dur ve O, yaratıcıların ve şekil vericilerin en güzelidir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Sizi yokluktan varlık alemine çıkardıktan sonra nimetleriyle gıdalandırıp besleyen Odur. Bu, hem siz, hem de atalarınız için böyledir.

Bu ifadelerden yola çıkılarak, Hz. İlyas'm, kavmini Allah'tan başkası­na kulluk ettikleri için ayıpladığı zaman tevhidi de açıkladığı ve koştukları ortakları nefyettiği -bu tertibe uygun hareket ettiği- düşünülebilir.

"Fakat onu yalanladılar. Bundan dolayı onlar azaba getirileceklerdir. Yalnız Allah'ın halis kulları azap dışındadır." Yani Hz. İlyas'm davetini ve peygamberliğini yalanladılar. Onu yalanladıkları için de kıyamet günü azaba getirilecekler ve dünyada yaptıkları kötü işlerin karşılığı kendilerine verilecektir.

Daha sonra Yüce Allah, onun kavminden Allah'ı samimi olarak birle­yen, Ona kulluk eden ve ameli yalnızca Allah'a has kılan mümin kimseleri istisna tutmaktadır. Dolayısıyla bu kimseler azaptan kurtulmuşlar ve salih amelleri dolayısıyla güzel bir karşılıkla ödüllendirilmişlerdir. Bunlar, müş­rikler için hazırlanmış olan azaba getirilmeyecek, duçar edilmeyeceklerdir.

Ardından Allah Tealâ, Hz. İlyas (a.s.)'a bahşettiği nimeti zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Biz, sonra gelenler arasında ona da iyi bir ün bıraktık." Yani daha sonra gelen ümmetler içinde ona güzel bir övgü bıraktık.

"İlyas'a selâm olsun." Yani Allah'ın, O'nun meleklerinin insanlarının ve cinlerinin selâmı, Allah'ın kitabına iman etmiş olan, şirke ve putperest­liğe direnen İlyas üzerine olsun.

Buradaki "İlyâsîn" kelimesi, bir kıraate göre de "Al Yâsîn" şeklinde okunur ki bu takdirde anlam, "Selâm onun ve peygamberliğine inanan ve hakka tabi olanların üzerine olsun." şeklinde olur.

"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız. Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı." Yani tıpkı onu sıkıntı ve zorluklardan kur­tardığımız gibi, Amelini Allah'a has kılan ve halisane bir şekilde yapan herkesi de mükâfatlandırırız.

Buradaki güzel karşılığın ve mükâfatın sebebi, Hz. İlyas (a.s.)'ın, Al­lah'ın varlığını, birliğini ve en güzel sıfatlarla muttasıf olduğunu kabul ve tasdik edenlerden olmasıdır. [70]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler, aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Hz. İlyas (a.s.), putlara tapan ve Allah Tealâ'ya kulluğu terkeden bir kavme gönderilmiş peygamberlerden birisidir.

2- İlyas (a.s.) onları Allah'ın azabından sakındırmış ve putlara taptık­ları için kendilerini ayıplamıştır. Onlara, teşvik ve akletmeye sevkedici bir tarzda yaratıcı, rızık verici ve nimetlendirici olan ve hem kendilerini, hem daha önce gelip geçmiş olan atalarını ve hem de kıyamete kadar gelecek olan nesilleri nimetleriyle gıdalandınp besleyen Allah'a kulluk etmelerini emretmiştir.

3- Allah Tealâ, Hz. İlyas'ın kavminin kendisini yalanladığını ve bu se­beple ahirette cehennem azabına müstehak olduklarını haber vermektedir.

4- Hz. İlyas'ın kavminden Allah Tealâ'ya iman edenleri Yüce Allah azaptan korumuştur.

5- Allah Tealâ, daha sonra gelen ümmet ve nesiller arasında Hz. İl-yas'a güzel bir övgü bırakmıştır.

6- Allah'ın, meleklerinin, insanlarının ve cinlerinin selâmı, dünya dur­dukça Hz. İlyas üzerine olacaktır.

7- Allah Tealâ, amelini Allah'a has kılarak güzelce yerine getiren her­kesi, amelinin tam karşılığıyla mükâfatlandıracaktır. Hz. İlyas ile onunla birlikte iman etmiş olanların mükâfatlandırılmasınm sebebi ise onun, Al­lah'a her türlü şüphe ve şaibeden uzak halis ve sadık bir şekilde iman et­miş olmasıdır. [71]

 

Lût Aleyhisselâm Kıssası

 

 

133- Lût da gerçek ve şüphesiz gön­derilmiş peygamberlerdendi.

134- Hani biz hem onu, hem de ehli­ni toptan kurtarmıştık.

135- Azapta kalanlar içinde ihtiyar bir kadın hariç.

136- Sonra biz diğerlerini kökünden helâk ettik.

137-  Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz; sabahleyin

138- ve geceleyin. Düşünmüyor mu­sunuz?

 

Kelime ve İbareler:

 

"Lût" Lût b. Hârân (a.s.) Târah b. İbrahim (a.s.)'in kardeşi olan Hâ-rân'ın oğludur. Kendisi Hz. İbrahim (a.s.)'e iman etmişti. Yüce Allah da onu inkarcı ve isyankâr olan ve türlü fuhşiyat işleyen Sedum'lulara pey­gamber olarak göndermiştir.

"Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz" Ey Mekke halkı! Ticaret için Şam'a yaptığınız yolculuklarınızda ve diğer seferlerinizde onların ko­naklarından ve onlardan geriye kalan kalıntılardan geçip gidiyorsunuz. Zira Sedum, Şam yolu üzerindedir.

"Düşünmüyor musunuz?" Sizde, kendisiyle düşünüp ibret alacağınız akıl yok mu ey Mekke'liler?! [72]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu kıssa, bu surede anlatılan kıssaların beşincisidir. Allah Tealâ bu kıssayı, Kureyşli müşrik Araplar ibret alsın diye zikretmektedir. Zira Hz. Lût (a.s.)'un kavminden küfre dalıp isyan edenler helâk olmuş, iman eden­lerse kurtulmuştur. [73]

 

Açıklaması:

 

"Lût da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi" Yani şüphe­siz Lût (a.s.) da Allah'ın, kavmi olan Sedumlular'a gönderdiği peygamberlerdendi. Çünkü onlar türlü fuhşiyat işliyorlardı. Hz. Lût onlara nasihat et­ti. Ancak onun nasihatlerine karşı direttiler. Bunun üzerine Allah Tealâ on­ları zelzelelerle veya korkunç bir sayha ve yakıcı taşlarla helak etti; memle­ketlerinin altını üstüne çevirdi. Hz. Lût'u ve hanımı dışında kendisine iman eden ehlini de kurtardı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hani biz hem onu, hem de ehlini toptan kurtarmıştık. Azapta kalan­lar içinde ihtiyar bir kadın hariç." Yani Lût'u ve kendisine inanan ehlini topyekün kurtardık. Yalnız hanımı hariç. Zira o, Lût kavminin yaptıkları­na rıza gösterdiği ve Hz. Lût'a gelenler aleyhine onlarla anlaşıp, onların fi­illerine muvafakat ettiği için helak oldu ve azapta kaldı.

"Sonra biz diğerlerini kökünden helak ettik." Yani sonra onun peygam­berliğini yalanlayan kavmini -ki onlar fuhuş işleyen (homoseksüel) kimse­lerdi- helak ettik. Sadece kurtardığımız kimseler hariç kaldı.    -

Burada Yüce Allah, müşrik Arapları, o isyankâr yalanlayıcıların sonu­nu göstererek uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz; sabahleyin ve geceleyin. Düşünmüyor musunuz?" Yani siz ey Mekke'liler! Onların, başlarına gelen azabın izlerini taşıyan konaklarına sabahleyin -yani sabah vakti Şam'a gi­derken- ve geceleyin -Şam'dan dönerken- uğruyorsunuz da diri bir akılla düşünmüyor musunuz ve Allah'ın kendilerine gönderdiği helak ve azabın izlerini onların ülkelerinde müşahede ettiğiniz halde ibret almıyor musu­nuz? Aynı azabın size de gelmesinden ve sonunuzun onlar gibi olmasından korkmuyor musunuz? Çünkü onlar da peygamberlerine muhalefet etmiş­lerdi.

Burada Yüce Allah'ın sabah ve gece vakitlerine işaret buyurmasının sebebi, çöl hayatında yolcuların çoğunlukla gece ve sabah erken vakitte yü­rümeleridir. [74]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Allah Tealâ geçmiş peygamberlerin kıssalarını, ders çıkarılması ve ib­ret alınması için zikretmiştir. Hz. Lût (a.s.) kıssası ve onun, Sedumlular ile aralarında geçen konuşma da bu kıssalardan birisidir. Hz. Lût onları, put­lara kulluğu terdedip Allah'a kulluk etmeye, türlü ahlâksızlıklar işlemek­ten -ve bu meyanda erkeklerle cinsî ilişkide bulunmaktan- uzak durmaya çağırmış; onlarsa onu yalanlayarak Rabb'lerinin emrine isyan etmişlerdir. Yüce Allah da onları, zelzelelerle cezalandırmış, memleketlerinin altını üs­tüne çevirerek onları helak etmiştir. Hz. Lût'u ve onun peygamberliğine iman eden ehlini ise bu helâktan kurtarmıştır. Ancak Hz. Lût'un, kavmi­nin fiillerinden hoşnutluk duyan ve onları Hz. Lût'un misafirlerinden ha­berdar edip yerlerini söyleyen hanımı da kavmi ile birlikte helak olmuştur.

Bu, çok büyük bir ibret tablosudur. Bunun içindir ki Yüce Allah, yolcu­lukları ve ticaret için Şam'a yaptıkları seferleri esnasında Lût kavminin uğradığı bu helaki gören Mekke'lileri uyarmakta ve peygamberlerini ya­lanlayan bu kavmin sonunu görerek bundan ders ve ibret almalarının bir zaruret olduğunu tenbih buyurmaktadır ki, başkalarının başına gelen, on­ların da başına gelmesin! [75]

 

Yunus Aleyhisselâm Kıssası:

 

139- Yunus da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi.

140- Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.

141- Derken kur'a çekmişlerdi de, kaybedenlerden olmuştu.

142- Kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu.

143- Eğer çok teşbih edenlerden ol­masaydı,

144-  insanların tekrar diriltileceği güne kadar onun karnında kalırdı.

145. jşte biz onu hasta bir halde ağaçsız çıplak bir yere çıkarıp bıraktık.

146- Üzerine gölge yapması için ka­bak türünden bir ağaç bitirdik.

147-  Onu yüz bin insana peygamber olarak gönderdik. Hatta artıyorlar-dı da.

148-  Nihayet ona iman ettiler de kendilerini bir zamana kadar geçin­dirdik.

 

İ'râb:

 

"ev yezîdûn (hatta artıyorlardı da)" ifadesindeki "ev" tabiri ya tahyîr ifade eder, ya da bir şek ifadesidir. Birinci ihtimal doğrultusunda anlam şöyle olur: Yani onları gören kimse yüzbin kişi olarak sayabileceği gibi, da­ha arttıklarını da düşünebilir. İkinci ihtimale göre ise anlam şöyle olur: Onları gören kimse, sayılarının çokluğu sebebiyle kaç kişi olduklarında şüpheye düşer, kesin birşey söyleyemez.

Yahut da bu harf ya, "bilakis, hatta" anlamında, ya da "ve" anlamındadır.

Yukarıdaki ilk iki anlam Basralı'larm, son iki anlam da Kûfeli'lerin tercih ettiği şekildir. [76]

 

Belagat:

 

"Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı." Buradaki "kaçmak" kelimesinde

açık istiare vardır. Hz. Yunus (a.s.)'un, Rabbinin izni olmadan çıkması, kö­lenin kaçmasına benzetilmiştir. Buradaki "ebeka: kaçtı." kelimesi, kölenin efendisinden kaçması hakkında kullanılır. [77]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yunus" Bu, Allah'ın peygamberi Yunus b. Metta (a.s.)'dır. Zahire göre o da Yahudi İsrailoğulları'nm peygamberlerindendir. Yüce Allah onu, ken­disine nübüvvet verdikten sonra büyük bir şehre —Ninava (Ninova)'ya—, halkı Allah'ı birlemeye ve puta tapmayı terketmeye davet etmesi için pey­gamber olarak göndermiştir.

"Hani o dolu bir gemiye" Yani insanlarla dopdolu gemi. Hz. Yunus (a.s.)'un kaçarak bu gemiye binmesi her ne kadar Rabb'ine darılmasının bir sonucu olarak görünse de gerçekte onun bu hareketi, kavmine öfkelen­mesinin bir sonucuydu. Çünkü kendilerini tehdit ettiği azap onlara indiril-memişti. O da bunun üzerine gemiye bindi, "kaçtı" Buradaki "ibâk: kaç­mak" kelimesinin aslı, kölenin efendisinden kaçması, firar etmesidir. Bura­da bu kelimenin kullanılmasından maksat, Yunus (a.s.)'un, Rabbi'nin izni olmaksızın memleketi terketmesini anlatmaktır. Gemi denizin ortasında durdu. Gemiciler "Burada, efendisinden firar etmiş bir köle var. Kur'a onu ortaya çıkarır." dediler.

"Derken kur'a çekmişlerdi de" Gemide bulunanlar kur'a çekmişlerdi de "kaybedenlerden" kur'ada yenik düşenlerden olmuştu. Bunun üzerine "Fi­rari kişi benim." dedi. Onlar da onu denize attılar.

"Kendini kınayıp dururken" Yani Rabbi'nin izni olmaksızın denize gi­dip gemiye binmesinden dolayı kendisini kınayan tarzda şeyler söylerken. "onu balık yuttu."

"Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı." Yani ömrü boyunca Allah Te-alâ'yı, yüceliğine lâyık olmayan şeylerden tenzih ile çokça zikredenlerden olmasaydı ve balığın karnındayken "Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî küntü mine 'z-zâlimîn: Ya Rabbi! Senden başka ilâh yoktur. Sen bütün noksan sı­fatlardan münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimlerden oldum." demeseydi.

"insanların tekrar diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı." Yani insanların tekrar canlı olarak diriltileceği kıyamet gününe kadar balı­ğın karnı onun için bir mezar olurdu.

"İşte biz onu hasta bir halde" Çektiği sıkıntılardan ötürü sıhhati bo­zulmuş bir halde. Hz. Yunus (a.s.)'un bedeninin o sırada yeni doğmuş bir çocuk bedeni haline geldiği söylenmiştir, "ağaçsız çıplak bir yere" Yani sa­hilde, ağaç ve sair bitki örtüsünden yoksun bir yere "çıkarıp bıraktık" Yani o gün veya birkaç gün sonra -en doğrusunu Allah bilir- onu balığın kar­nından -balığa onu ağzından atmasını emir buyurmak suretiyle- attık. Ri­vayete göre balık, başını kaldırmış bir halde gemiyle birlikte yüzmüş ve Hz. Yunus (a.s.) böylece balığın karnındayken nefes alma ve Allah'a teşbih etme imkânı bulmuştur. Gemidekiler karaya ulaşana kadar bu hâl böylece devam etmiştir.

"Üzerine" gölge yapması için gövdesi olmayan bodur bir nebat bitir­dik. " Yani bildiğimiz kabak ağacı. Bu ağaç yapraklarıyla onu örterek sinek­lerden korumuş, gövdesiyle de onu gölgelendirmiştir. Kabak gövdesiz ola­rak yerin üzerinde bittiği halde sözkonusu ağacın alışılmışın dışında gövde üzerinde yükselmesi Hz. Yunus (a.s.)'un bir mucizesidir.

Bunun bir muz ağacı olduğu da söylenmiştir. Hz. Yunus (a.s.) bu ağa­cın yapraklarıyla örtünmüş, dallarıyla gölgelenmiş, meyveleriyle de beslen­miştir. Yine bu ağacın incir ağacı olduğu da söylenmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.)'e "Kabağı seviyorsunuz?!" denmiş, O da "Evet. O, kardeşim Yunusun ağacıdır." buyurmuştur.

Hz. Yunus (a.s.) bu haldeyken sabah akşam bir yaban keçisinin kendi­sine geldiği, onun da bu keçinin sütünü içtiği, bu durumun, gücüne kavu­şana kadar böyle devam ettiği söylenmiştir.

"Onu peygamber olarak gönderdik." Bundan sonra onu bir kavme pey­gamber olarak gönderdik. Bu kavim, Mavsıl (Musul) bölgesinde bulunan Ninava (Ninova) halkıdır.

"yüzbin insana... Hatta artıyorlardı da" Yani onları gören kimsenin nazarında. Bir kimse onlara baktığı zaman "Bunlar yüzbin kişidir, yahut daha fazladır." derdi. Burada bu ifadenin kullanılmasından maksat, onla­rın sayısının çokluğunu anlatmaktır.

"Nihayet" tehdit edildikleri azabın işaretlerini gözleriyle görünce "O'na iman ettiler de kendilerini bir zamana kadar" belirlenmiş ecellerine ve ömürlerinin sonuna kadar "geçindirdik." dünyada kendilerine verilen nimetlerinden faydalanmalarına izin verdik. [78]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Bu kıssa, bu surenin altıncı ve son kıssasıdır. Bu kıssanın, bu suredeki kıssaların sonuncusu olarak zikredilmesinin sebebi şudur: Yunus (a.s.), kavminin eza cefasına karşı sabır göstermeyip de gemiye kaçınca o şiddetli sıkıntılara duçar olmuştur. Bu olayda Hz. Peygamber (s.a.) için -kavminin eziyetlerine karşı- ibretler, dersler vardır.

Buhari ve Müslim'de Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hiçbir kulun "Ben Yunus b. Metta'dan daha hayırlıyım." deme­si yakışık almaz." Bu rivayette Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Yunus (a.s.)'u an­nesine nisbet ederek anmıştır. Bir diğer rivayette de Mettâ'nm, onun baba­sı olduğu, dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.)'in, böyle buyurm    akla onu ba­basına nispet ettiği zikredilmiştir. [79]

 

Açıklaması:

 

Yüce Allah Kur'an'da Hz. Yunus'u (a.s.) dört kere ismiyle[80], iki kere de vasfıyla anmıştır. Bunlardan ilki Enbiya suresinin, "Zünnun'u da an. Zira o, kavmine kızarak gitmişti." mealindeki ayeti, ikincisi de Kalem sure­sinin, "Balık sahibi gibi olma. Hatırla ki o, gamla dolu olarak Rabbine dua etmişti." mealindeki 48. ayetidir.

"Yunus da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamerlerdendi." Yunus b. Metta -ki o Zünnun'dur- Mavsıl (Musul) civarındaki kavmi Ninava (Nino-va)'lılara gönderilmiş nebilerden birisidir.

Müfessirler şöyle demişlerdir: Yunus (a.s.), kavmine azap vaad etmiş­ti. Azap onlara gelmekte geç kalınca aralarından ayrılıp denize gitti ve ge­miye bindi. Bu tutumuyla o, efendisinden firar eden köle gibi hareket et­mişti. Bu sebeple "ibâk: efendisinden kaçmak"la vasfedilmiştir.

"Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı. Derken kur'a çekmişlerdi de kaybe­denlerden olmuştu." Yani hatırla ki Hz. Yunus (a.s.) kavmine kızarak, Rab-b'inin izni olmadan onlardan ayrılıp dolu bir gemiye kaçtığı zaman gemide-kiler kur'a çekmişlerdi de, gemidekilerin, yükü ağır olan o geminin batma­sından korktukları için aralarından bazılarını denize atmak maksadıyla çektikleri kur'ada yenik düşenlerden olmuştu. Üç kere kur'a kendisine isa­bet edince de onu denize atmışlardı.

"Kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu." Yunus'u (a.s.) midesi­ne indirdi. O sırada'Yunus (a.s.) elinden kaçırdığı şeylerden ötürü kendi kendisini kınar haldeydi veya Rabb'inin izni olmaksızın kavmini terket-mek gibi kınanacak şeyler yapmış birisi durumundaydı. Allah Tealâ'nın iz­ni olmadan kavminin arasından ayrılıp çıkmak, peygamberler için büyük bir sorumluluktur. Çünkü iyi kulların (ebrâr) iyilik ve sevapları, Allah'a daha yakın olan mukarrebûn için kusur ve seyyiedir.

"Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı, insanların tekrar diriltileceği güne kadar onun karnında kalırdı." Yani o hayatında Allah'ı çokça zikre­denlerden, O'nu hamd ile teşbih edenlerden ve namaz kılanlardan olma­saydı, balığın karnında ölü olarak kalırdı ve balığın karnı onun için kıya­met gününe kadar mezar olurdu. Çünkü normal şartlar altında onun da di­ğer gıdalar gibi balık tarafından midesinde sindirilmesi gerekirdi.

Nevevî'nin el-Erba'în en-Neveviyye'de Tirmizî'den başkasından nak­len[81] zikrettiği İbni Abbas (r.a.)'dan gelen sahih bir hadiste zikredüdiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'a, genişlikte ve rahat­lıkta ibadete devam et ki Allah da sıkıntılı ve zorda olduğun zaman senin sıkıntı ve ihtiyacını gidersin."

Hz. Yunus (a.s.), normal hayatında Rabbi'ni teşbih ettiği gibi, balığın karnında da Allah'ı teşbih etmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Derken o, karanlıklar içinde kalıp, "Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî kün-tü mine'z-zâlimln: Ya Rabbi! Senden başka ilâh yoktur. Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimlerden oldum." diye niyaz etmişti. Bunun üzerine "Biz de onun duasını kabul ettik, kendisini tasadan kurtardık. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız" (Enbiyâ, 21/87-88).

"İşte biz onu hasta bir halde ağaçsız çıplak bir yere çıkarıp bıraktık." Biz onu, balığın kendisini ağzından atması şeklinde Dicle kıyısında ağaç­sız, bitkisiz ve binasız olan bomboş bir yere attık. Bu sırada o yaralı ve za­yıf düşmüş bir haldeydi ve yeni doğmuş bir çocuk görünümündeydi.

"Üzerine (gölge yapması için) gövdesi olmayan bir ağaç bitirdik." Yani onun üzerine, gölgesinden istifade edeceği bir ağaç bitirdik. Bu ağaç kabak ağacıdır ki çok çabuk yetişip gelişir. Allah Tealâ'nın kudreti bir şeye "Ol" buyurmasıyladır. O şey de hemen oluverir.

Bazı müfessirler kabak ağacının birtakım faydalarını zikretmişlerdir. Süratli büyüyüp gelişmesi, yapraklarının büyük ve yumuşak olması, sinek­lerin yaklaşmadığı bir bitki olması, meyvesinin güzel bir gıda olması, hem çiğ olarak hem de pişirilerek yenebilmesi ve hem içinin hem de kabuğunun yenebilir olması bu faydalardandır. Hz. Peygamber (s.a.)'in kabağı sevdiği ve tabağın kenarlarında kalmış kırıntılarını bile yediği sabittir.

Yunus (a.s.), kasları gelişip saçı bitene kadar orada bu halde kalmıştır. Daha sonra kendisine ilâhi emir geldi:

"Onu yüzbin insana peygamber olarak gönderdik. Hatta artıyorlardı da. Nihayet Ona iman ettiler de kendilerini bir zamana kadar geçindir­dik. " Yani onu, kendilerinden kaçıp denize gittiği kavme tekrar gönderdik. Bu kavim, Mavsıl (Musul) civarındaki Ninava (Ninova)'lılardı ki sayıları yüzbin veya daha fazlaydı. Hatta onların adedi artarak bu sayının da üze­rine çıkıyordu.

Yunus (a.s.) onları tekrar Rabb'inin hükümlerini kabul etmeye çağırdı. Onlar da, onun peygamberliğinin alâmetlerini ve kendilerine gelecek aza­bın belirtilerini gördükten sonra toptan kendisini tasdik ettiler ve ona inandılar. Yüce Allah da, tıpkı "Keşke bir kasaba olsaydı da inansaydı ve inanması kendisine fayda verseydi. Ancak Yunus'un kavmi müstesnadır ki, bunlar iman edince kendilerinden dünya hayatındaki rüsvalık azabını uzaklaştırıp giderdik ve onları daha bir zamana kadar yaşatıp faydalan­dırdık." (Yunus, 10/98) ayetinde belirtildiği gibi onları, ecelleri gelene ve ömürleri tükenene kadar bu dünyada nimetlendirip geçindirdi. [82]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Hz. Yunus (a.s.) kıssası bize şu hususları göstermektedir:

1- Balığın Yunus'u (a.s.) yutması olayı, Yunus (a.s.) peygamber olduk­tan sonra vuku bulmuştur. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yu­nus da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi. Hani o dolu bir gemiye kaçmıştı..." Yani o, gemiye kaçtığı sırada da gönderilmiş peygam­berlerdendi.

2- Hiçbir peygamberin, gönderildiği kavimin memleketinden hicret et­mesi doğru değildir. Ancak Rabbinin izni ile hicret etmesi bundan müstes­nadır. Zira Yunus (a.s.), Rabbinin izni olmaksızın kavminin yurdundan ay­rılıp gidince, onun bu fiili "ibâk: kölenin efendisinden firarı" olarak tavsif buyurulmuştur.

Ulema şöyle demiştir: "Hz. Yunus (a.s.) hakkında, "Kulluktan firar et­ti." denmesinin sebebi, onun, Yüce Allah'ın izni olmaksızın ve insanlardan saklanarak kavminin yurdundan çıkmasıdır. Kulluk, kişinin heva ve he­veslerini terketmesi ve nefsini Allah'ın emirlerine ram etmesi demektir. Bu itibarla Hz. Yunus (a.s.) da nefsinin nevasını tercih edince, yaptığı fiilin "ibâk" olarak adlandırılması kaçınılmaz olmuştur."

Kur'an-ı Kerim bize Hz. Yunus (a.s.)'un firar edişinin sebebini açıkla­maktadır. Onun bu tutumunun sebebi, birtakım emarelerden anlaşılmaktadır.

3- Kur'a çekmek şer'an caizdir ve tıpkı taksimatta olduğu gibi kur'anın sonuçları da bağlayıcıdır. Çünkü Yüce Allah "Derken kur'a çek­mişlerdi de kaybedenlerden olmuştu." buyurmaktadır. Ancak bizim şeriati-mizde insanı denize atmak gibi hayati hususlarda kur'a çekmenin caiz ol­madığı kesinleşmiş bir husustur. İnsana, işlediği bir suçtan ötürü verilecek ceza, -suçunun niteliğine göre- had tatbik etmek veya ta'zir uygulamak şeklinde olur. Yunus (a.s.)'a, ayette zikredilen karşılığın verilmesi, ona ve onun dönemine mahsustur. Buradaki amaç da onun davetinin hak olduğu­nu ispatlamak için bir ön hazırlık temin etmek ve imanını artırmaktır.

4- Yunus (a.s.), kınanacak şeyler yapmıştı. Bu sebeple kur'a üç kere ona isabet etti. Bunun üzerine gemidekiler, geminin yükünü azaltmak için onu denize attılar. Bu durumdayken denize atılınca balık Yunus (a.s.)'u yuttu.

5- Kur'an-ı Kerim, Yunus (a.s.)'un balığın karnında kalış süresini be­yan etmemektedir. Bu sebeple ulema bu sürenin tayini hakkında görüş ay­rılığına düşmüşlerdir. Bu sürenin; günün bir kısmı veya bir saat, üç gün, yedi gün, yirmi gün veya kırk gün olduğunu söyleyenler vardır.

Burada itimat edilecek görüş şudur: Yüce Allah, Hz. Yunus (a.s.)'u ba­lığın karnında diri olarak bekletmiştir. Zira bir mucize olarak az veya çok bir süre onu balık için sindirilmesi zor bir hale getirmiştir.

6- Allah Tealâ Yunus (.a.s)'u şu iki noktadan dolayı kurtarmıştır:

a) Yunus (a.s.), ömrü boyunca Yüce Allah'ı çokça teşbih ve zikredenler­den olmuştur. Kim rahatlık ve genişlik vakitlerinde Allah'a ibadete devam ederse, Allah Tealâ da, sıkıntılı ve zorda olduğu zaman onun sıkıntı ve ihti­yacını giderir.

b) Yunus (a.s.), Allah Tealâ tarafından balığın karnında sindirilmek­ten muhafaza buyurulduğu zaman tevbe istiğfar etmiş ve "Lâ ilahe illâ en-te sübhâneke inrii küntü mine'z-zâlimîn: Ya Rabbi! Senden başka ilâh yok­tur. Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimler­den oldum." demiştir.

Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Yunus (a.s.) balığın karnındayken na­maz kılmamıştır. Ancak o, genişlik zamanlarında salih amel işlemişti, bu sebeple Allah Tealâ da onu belaya uğradığı zaman sıkıntıdan kurtardı. Sa­lih amel, sahibinin derecesini yükseltir. Kişi, ayağı kaydığı zaman kendisi­ni, salih ameli sayesinde düşmekten korunmuş olarak bulur."

Ziyâ'nın Zübeyr (r.a.)'den naklettiği şu hadis de bu manaya delâlet et­mektedir: "Sizden kim, gizli-saklı bir şekilde bir amel-i salih işleyebilirse onu hemen işlesin." Yani kul çokça gayret göstersin, salih amel işlemeyi bir haslet haline getirmek için hırslı olsun, bu amelini, başkasının bilmeyeceği ve sadece kendisi ile Rabbi arasında olacak şekilde halisane bir niyetle iş­lesin; bu türlü amellerini, ihtiyaç duyacağı ve amel işlemenin mümkün ol­madığı o gün için biriktirsin ve başkalarından saklasın ki o amellerin fay­dası, en fazla muhtaç olduğu bir zamanda kendisine ulaşsın.

Yunus (a.s.)'un tesbihatına gelince, bu konuda Kurtubî şöyle demiştir: "En zahir olan görüşe göre söz konusu tesbihat, dilin söylediği ve kalbin de iştirak ettiği bir tarzda yapılmıştır. Ebû Davud'un, Sa'd b. Ebî Vakkâs (r.a.) kanalıyla Hz. Peygamber (s.a.)'den naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zünnûn'un (Yunus (a.s.)'un balığın karnındaki duası şudur: "Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî küntü mine'z-zâlimîn: Ya Rabbi! Senden başka ilâh yoktur. Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin. Mu­hakkak ki ben zalimlerden oldum." Bir müslüman bu duayı herhangi bir konuda hiç terketmeksizin söylerse ona mutlak surette icabet edilir."

7- Balığın Hz. Yunus'u Mavsıl (Musul)'a bağlı bir köyün sahiline atma­sı da Yüce Allah'ın ona bahşettiği nimetler arasındadır. O sırada Hz. Yu­nus zayıf ve bitkin bir halde bulunuyordu. Burada onun üzerine, kendisini korumak ve gölgelendirmek için bir kabak ağacı bitirmiştir. İbni Ebî Ha­tim, Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Balık, Yunus (a.s.)'u boş ve çıplak bir araziye bıraktı. Yüce Allah onun üzerine "yaktîne" türünden bir ağaç bitirdi. (Rivayeti Ebu Hureyre (r.a.)'den nakleden ravi diyor ki:) "Ey Ebu Hureyre, "yaktîne" nedir?" diye sorduk, şöyle dedi: "Kabak ağacıdır. (Ebu Hureyre (r.a.) şöyle devam etti:) Yüce Allah orada Hz. Yunus'a bir dağ keçisi gönderdi. O dağ keçisi yer haşereleri (veya yaprak) yer, sonra da Yunus (a.s.)'a gelir ve ayaklarını açarak onu emzirirdi. Yunus (a.s.) iyileşin­ceye kadar sabah-akşam bu olay devam etti."

8- Vücudun tekrar eski haline dönüp kuvvet bulduğunda Allah Tealâ Yunus (a.s.)'u, sayıları yüzbini aşan kavmine tekrar gönderdi. O da onları Rabbine iman etmeye çağırdı. Onlar da onun peygamberliğinin alâmetleri­ni görünce kendisine iman ettiler. Çünkü Allah Tealâ, iman konusundaki irade ve kudretini ona izhar etmişti. Kavmi iman edince Allah Tealâ onlar­dan korkuyu kaldırdı, kendilerini azaptan emin kıldı ve onları, ömürleri­nin sonuna kadar dünya menfaatlerinden faydalandırdı. [83]

 

Müşriklerin İnancının Çürütülmesi:

 

149- (Ya Muhammed!) Şimdi sor onlara: Rabbine kızlar, onlara da oğul-

150-  Yoksa biz melekleri dişi yarat­tık da onlar buna şahit mi oldular?

151- İyi bilin, onlar iftiraları yüzün­den diyorlar ki:

152-  "Allah doğurdu." Onlar elbette yalancıdırlar.

153- Allah kızları seçip oğullara ter­cih mi etmiş?

154- Ne oluyor size? Buna nasıl hük­mediyorsunuz?

155- Hiç mi düşünmüyorsunuz?

156- Yoksa elinizde açık bir hücceti­niz mi var?

157-  Eğer doğru söyleyenlerseniz, getirin kitabınızı. bir hısımlık uydurdular. Halbuki

158-Cİnler de onla"n yakaianıp getirile- çeklerini bilmiştir.

159- Allah, onların isnad edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir.

160- Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları bunlar gibi değil.

161- Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız

162- Kimseyi O'na karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız.

163- Ancak cehenneme girecek olanı kandırabilirsiniz.

164- Bizim içimizden (meleklerden) herkesin belli bir makamı vardır.

165- Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz.

166- Biziz o teşbih edenler, mutlak biz.

167- Hakikat müşrikler önceden şöyle diyorlardı:

168- "Eğer yanımızda evvelki ümmetlere inenlerden bir kitap olsaydı

169- Elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk."

170- Şimdi ise ona inanmayıp kâfir oldular. Yakında bileceklerdir.

 

Belagat:

 

"oğullar" ve "kızlar" kelimeleri arasında tezat vardır.

"Rabbine kızlar, onlara da oğullar mı?", "Yoksa biz melekleri dişi ya­rattık da onlar buna şahit mi oldular?", "Ne oluyor size? Buna nasıl hük­mediyorsunuz?" ve "Yoksa elinizde açık bir hüccetiniz mi var?" ayetleri, müşrikleri kınama ve azarlama maksadıyla soru tarzında gelmiştir.

"Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık uydurdular." ayetinde, da­ha önceki ayetlerden farklı bir durum yer almış, önceki ayetlerde hitap ifa­desi kullanılırken burada gayb sigası kullanılmıştır. İfadenin aslı "uyduru­yorsunuz" tarzındadır. Bu ifadede müşriklerin muhatap olma seviyesinde bulunmadıklarına ve Allah'ın rahmetinden uzak olduklarına işaret vardır. [84]

 

Kelime ve İbareler:

 

"(Ya Muhammedi) Sor onlara" Bu ifade, surenin başında yer alan ben­zer bir ifadeye matuftur ki orada da Yüce Allah, peygamberine Kureyş'in, öldükten sonra dirilmeyi inkârının gerekçesini sormasını emir buyurmak­tadır. Burada ise müşriklerin yaptığı bu taksimatın dayanağını sormasını emir buyurmaktadır. Zira müşrikler, "Melekler Allah'ın kızlarıdır" demek suretiyle kızları Allah'a, oğulları ise kendilerine ayırmaktaydılar. Onların, "Melekler Allah'ın kızlarıdır" tarzındaki iddialarına göre "Rabbine kızlar, onlara da oğullar mı?" Onlar böyle bir taksimat yapmakla kendilerine da­ha üstün olanı, Allah için ise onların nazarında daha aşağıda olanı ayır­maktadırlar. "Onlar buna" meleklerin nasıl yaratıldığına "şahit mi oldu-larr?" Çünkü böyle birşey, olaya şahit olmak veya orada hazır bulunmak­tan başka bir yolla bilinemez!

"İftiraları" İftira yalanın en kötüsüdür.

"Onlar" melekler Allah'ın kızlarıdır, demekle "Allah doğurdu." diyor­lar. Onlar bu iddialarında ve inançlarında "elbette yalancıdırlar."

"Ne oluyor size? Buna nasıl hükmediyorsunuz?" Bu, aklın kabul etme­yeceği geçersiz bir hükümdür.

"Hiç mi düşünmüyorsunuz" ki Allah Tealâ, oğul, ortak, eş ve benzeri bulunmaktan yüce ve münezzehtir?

"Sultânun mubîn" açık hüccet demektir. Yani meleklerin Allah'ın kız­ları olduğuna veya Allah'ın oğlu bulunduğuna dair gökten size açık bir hüccet mi indi?

"Eğer" bu iddianızda veya söylediklerinizde "doğru söyleyenlerseniz ge­tirin" size indirilmiş olan "kitabınızı."

"Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık uydurdular." Yani müş­rikler, melekler Allah'ın kızlarıdır, demekle Allah Tealâ ile melekler ara­sında bir bağ veya irtibat kurdular ve onlara -gözle görülmemeleri sebebiyle- "cin" adını verdiler. "Halbuki cinler de onların" yani bunu söyleyen kâfirlerin "yakalanıp" cehennem için, orada azap görmek üzere "getirilecek­lerini bilmiştir. Allah onların" çocuk ve nesep sahibi olduğu yolunda "isnad ede geldiklerinden yücedir, münezzehtir."

"Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları bunlar gibi değil." Yani Rabblerinin seçmiş olduğu kulları, Allah Tealâ'yı o müşriklerin isnad ettiği şeylerden tenzih ederler. Bu cümle münkatı bir istisna cümlesidir.

"Ne siz, ne de" putlardan "tapmakta olduklarınız" Bu cümlede, müşrik­lere tekrar ikinci şahıs kipiyle hitaba dönülmektedir. "Kimseyi O'na" Allah'a "karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız." Kimseyi aldatmak suretiyle ifsad edemez, dalâlete ve fitneye sürükleyemezsiniz. "Ancak cehenneme girecek olanı kandırabilirsiniz." Ancak sonsuz ilim sahibi olan Allah'ın, cehenneme gireceğini bildiği kimseleri kandırabilirsiniz. Buradaki "şaliye" fiili hakkın­da ileri sürülen bir görüşe göre "saliye'n-nâre", ateşe girdi demektir.

"Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır." Yani Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber (s.a.)'e şöyle demiştir: "Biz melekler topluluğundan hiç kimse yoktur ki, onun göklerde, Allah'a ibadet ettiği ve sınırlarını geçmedi­ği malum bir makamı olmasın." Bu, kendilerinin de Allah'a kulluk ettikleri konusunda meleklerin bir itirafıdır ve bu ifadede meleklere tapanları red vardır. "Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz." Allah Tealâ'ya taatimizi eda etmek için ve hizmet menzilleri olarak saf saf dizilenleriz. "Biziz o teşbih edenler, mutlak biz." Allah Tealâ'yı, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih edenleriz.

"Eğer yanımızda evvelki ümmetlere inenlerden bir kitap olsaydı" Ev­velki ümmetlere inen kitaplardan bir kitap olsaydı. "Elbet biz de Allah 'm ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk." İbadeti Allah Tealâ'ya has kılardık ve onlar gibi muhalefet etmezdik. "Şimdi ise ona inanmayıp kâfir oldular" Yani kendilerine zikirlerin (münzel kitapların) en şereflisi olan ve onları hükmü altına alıp onların yerine geçen Kur'an geldiği zaman ise ona inan­mayıp kâfir oldular. [85]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık uydurdular." (158. ayet) ayetinin nüzul sebebiyle ilgili olarak Cüveybir, İbni Abbâs'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık uydurdu­lar..." ayetleri, Kureyş'in şu üç kabilesi hakkında nazil oldu: Süleym, Hu-zâ'a ve Cüheyne." Vahidî de müfessirlerin şöyle dediklerini nakletmekte­dir: "Kureyş ve Cüheyne, Benû Seleme, Huzâ'a, Benû Müleyh gibi Arap ka­bileleri "Melekler Allah'ın kızlarıdır." derlerdi."

Beyhakî de Şu'abu'l-îmân'da Mücâhidin şöyle dediğini tahriç etmiş: "Kureyş'in ileri gelenleri şöyle dediler: "Melekler Allah'ın kızlarıdır." Ebu Bekir Sıddık da onlara "Peki öyleyse onların anneleri kimdir?" diye sordu, "Cinlerin ileri gelenlerinin kızlarıdır" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah Tealâ "Halbuki cinler de onların yakalanıp getirileceklerini bilmiştir" ayetini indirdi."

"Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz." (165. ayet) ayetinin nüzul sebe­biyle ilgili olarak:

İbni Ebî Hatim, Yezîd b. Ebî Mâlik'in şöyle dediğini tahriç etmiştir: "Sahabe başlangıçta dağınık ve düzensiz bir halde namaz kılardı. Allah Te­alâ " Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz." ayetini indirdi ve onlara saf bağ­lamalarını emir buyurdu. [86]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Öldükten sonra dirilmeyi inkârlarından ötürü bu surenin baş tarafın­dan müşrikler azarlanıp tehdit edildikten ve büyük ölçüde müşrikler için beliğ bir ders niteliği taşıyan peygamber kıssaları beyan buyurulduktan sonra Yüce Allah, bu ayetlerde müşriklerin inançlarını açıklamaya başla­maktadır. Allah Tealâ'nm evlâdı bulunduğunu ispata kalkışmak ve "Melek­ler Allah'ın kızlarıdır." demek suretiyle O'na kız evlât nispet etmek, oğulları ise kendilerine tahsis etmek onların bu inançlarmdandır. Aynı şekilde me­leklerin erkek değil dişi olduğu şeklindeki iftiraları da böyledir. Daha sonra Yüce Allah müşriklere şiddetli bir darbe tarzında hitabederek onların, za­ten kendisi Allah'ın ilminde dalâlet ve cehennem ehli olan kimse dışında herhangi bir kişiyi dalâlete sürüklemekten aciz bulunduklarını beyan et­mektedir. Ardından da bu konuyla bağlantılı ve uyumlu olarak meleklerin, Allah'ın kulları oldukları yolundaki açıklamalara yer verilmektedir ki bura­da, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia eden müşriklere red vardır. [87]

 

Açıklaması:

 

Yüce Allah bu ayetleri, bu surenin başındaki, "Şimdi onlara sor: Yara-. tılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı?" ayetine atfetmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Şimdi sor onlara: Rabbi-ne kızlar, onlara da oğullar mı?" Yani ey Muhammedi Bu taksimatı yapan müşriklere, başlarına kakarak ve yaptıklarını kınayarak oğulları kendile­rine, kötü ve tiksindirici gördükleri kız evlâtları ise Allah'a taksim etmele­rinin sebebini sor. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bi­rine kız çocuğu olduğu müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapka­ra kesilir." (Nahl, 16/58).Yani kız evlâdı kötüler ve kendisi için erkek evlât­tan başkasını lâyık görmez. Hâl böyleyken onlar nasıl bu iki cinsin (kendi­lerine göre) daha değersiz olanını Allah için taksim ederken daha iyi olanı­nı, yani erkek evlâtları kendilerine alıyorlar?

Bu ayette söz konusu taksimatın haksızlığı açıklanmak ve bunun son derece büyük bir garabet olduğu ortaya konmak istenmektedir. Onlar, ken­dileri için tercih etmedikleri cinsi Allah Tealâ'ya nasıl nispet etmektedir­ler? Nitekim şu ayette de bu durum zikredilmektedir: "Demek erkek size, dişi Allah'a mı? O halde bu insafsızca bir taksim." (Necm, 53/21-22).

"Yoksa biz melekleri dişi yarattık da onlar buna şahit midirler?" Bila­kis onlar, meleklerin nasıl yaratıldığını şahit olmadıkları halde meleklerin dişi olduğuna nasıl hükmediyorlar? Burada, önceki sözden, daha şiddetlisi­ne intikal vardır. Onlar, meleklerin yaratılışı esnasında hazır değilken, on­ları nasıl dişi varlıklar yapıyorlar? Bu, bizzat müşahede dışında bilinmesi mümkün olmayan birşeydir ve onlar da bunu müşahede etmiş değildirler. Onların sözlerinin doğruluğunu gösteren ne doğru bir rivayet, haber hakle-dilmiş ne de akıl bunu gerekli görmüştür.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i ilâhisidir: "Rahman'ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların yaratılışlarına mı şahit oldu­lar ki böyle hüküm veriyorlar? Şahitlikleri yazılacak ve sorulacaklardır." (Zuhruf, 43/19). Yani kıyamet günü bu iddialarından sorulacaklardır.

"iyi bilin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki: "Allah doğurdu." Onlar elbette yalancılardır." Yani onların bu sözü, ne bir delili, ne de delile benzer bir şeyi olan bir yalan ve iftiradır. Durum böyle olduğu halde nasıl oluyor da "Ondan çocuk oldu." diyebiliyorlar! Bu söylediklerinde onlar yalancıla­rın en yalancısıdırlar!

Bu ayetler göstermektedir ki müşrikler, melekler hakkında küfür ve yalanın en koyusu içinde üç özellik ileri sürmektedirler: Onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia etmekte, Allah'a çocuk isnad etmekte ve bu çocuğu da kız olarak kabul etmekte, sonra da Allah'tan gayri rabbler ola­rak meleklere ibadet etmektedirler.

Daha sonra Yüce Allah onların bu haksız hükümlerini kınamakta ve şöyle buyurmaktadır:

"Allah kızları seçip oğullara tercih mi etmiş? Ne oluyor size? Buna nasıl hükmediyorsunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz?" Bunun anlamı şudur: Yüce Allah'ı, kızları seçip oğullara tercih etmeye sevkeden ne olabilir? Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Yoksa Rabbiniz size oğulları beğenip seçti de kendisine meleklerden dişiler mi edindi? Hakikaten siz büyük söz söylü­yorsunuz." (İsrâ, 17/40) Yani sizin anlayışınıza göre erkekler daha üstün ol­duğu halde Yüce Allah'ın, dişileri erkeklere tercih ettiği nasıl düşünülebilir?

Sizin, ne söylediğinizi düşünecek aklınız yok mu? Bu durumdan ibret alıp, sözünüzün butlanını düşünmez ve tefekkür etmez misiniz?

"Yoksa elinizde açık bir hüccetiniz mi var? Eğer doğru söyleyenlerseniz getirin kitabınızı." Bunun anlamı şudur: Yoksa sizin bu söylediğinizi destekleyecek açık bir hüccetiniz mi var? Eğer bir burhan ve deliliniz varsa, gök­ten, Yüce Allah tarafından indirilmiş bir kitaba dayanarak sizin iddia etti­ğiniz gibi Ona meleklerle ilgili olarak isnad ettiğiniz şeyin doğruluğu konu­suna delil olarak getirin! Tabii eğer iddianızda doğru söyleyenler iseniz!

Bu ayetlerin soru cümleleri tarzında ardarda tekrar edilmesi, onların bu sözlerinin nasıl bir azarlama, kahredici delillerle susturup sindirme ve şiddetli kınama ile karşılandığını ve aynı zamanda onların ahlâklarının nasıl çürümüş olduğunu, yozlaştığını göstermektedir. Zira onların bu söyle­diklerinin akıl sahibi birisinden sadır olması mümkün değildir; bilakis akıl bunu kesinlikle kabul etmez.

Daha sonra Yüce Allah müşriklerin, melekler ile Allah Tealâ arasında bir nesep ilişkisi uydurma tarzındaki iddialarının iftiradan ibaret olduğu­nu tekid etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık uydurdular." Yani müş­rikler, Allah Tealâ ile cinler -burada cinlerden kasıt meleklerdir- arasında bir nesep ilişkisi uydurdular ve "Melekler Allah'ın kızlarıdır." dediler. Me­leklerin gözle görülmeyen gizli varlıklar olması sebebiyle müşrikler burada onlardan cinler olarak bahsetmişlerdir.

Bu iddiayı ileri sürenler, Kinâne ve Huzâ'a kabileleridir ki şöyle de­mişlerdir: "Allah cinlerin ileri gelenlerine evlilik teklifinde bulunmuş, on­lar da Onu asil kızlarıyla evlendirmişlerdir." Allah Tealâ onların söyledik­lerinden çok yüce, büyük ve münezzehtir. Bu, onların kıssacılarının uydur­ması ve vehminden başka birşey değildir.

Yüce Allah hakkında bu iftirada bulunan kabilelerin Yahudiler olduğu da söylenmiştir. Allah Tealâ'nın laneti üzerlerine olsun, onlar şöyle demiş­lerdir:   "Allah cinlere yaklaştı, onlardan melekler oldu."

Bütün bunlar yaratıcının beşere benzetilmesinden ve O'nun, maddî-bedensel özelliklerle vasfedilmesinden ileri gelmektedir ki bu küfürdür.

Bundan sonra Yüce Allah onların azaplarından haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:

"Halbuki cinler de onların yakalanıp getirileceklerini bilmiştir." Yani yemin olsun ki müşriklerin, Allah Tealâ ile aralarında bir nesep ilişkisi ol­duğunu iddia ettikleri melekler mutlaka bilmişlerdir ki o müşrikler hesaba çekilmek, yukarıda geçen yalan sözleri ve iftiraları sebebiyle cehennem azabına çarptırılmak için yakalanıp getirileceklerdir.

Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak kendi zatını, kendisine lâyık olmayan noksan beşer sıfatlarından tenzih etmektedir:

"Allah onların isnad edegeldiklerinden yücedir, münezzehtir." Yani Al­lah Tealâ oğul sahibi olmaktan ve zalim mülhidlerin kendisini tavsif ettiği eksikliklerden çok yüce, büyük ve münezzehtir.

"Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları bunlar gibi değil." Fakat Allah'ın muhlis kulları -ki onlar, gönderilmiş her peygambere indirilen hakka iman etmiş kimselerdir- kurtulmuşlardır. Dolayısıyla onlar cehennem azabına atılmayacaklardır. Bu ayetteki ifade, münkatı bir istisnadır.

Bundan sonra Yüce Allah müşriklere meydan okumakta ve onların, hiç kimseyi dalâlete düşüremeyeceklerini veya yoldan çıkaramayacaklarını is­pat etmektedir. Allah Tealâ bu meyanda müşriklere şöyle hitap etmektedir:

"Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız, kimseyi O'na karşı kandırıp yol­dan çıkaramazsınız. Ancak cehenneme girecek olanı[88] kandırabilirsiniz." Yani ne siz, ne de Allah'ı bırakıp taptığınız tanrılarınız, hiçkimseyi dininden ayırıp fitneye düşürmeye ve dalâlete saptırmaya kadir değilsiniz. Ancak ce­hennem ehli olan ve dalâlete sizden daha çok sapmış bulunan kimseleri bu şekilde kandırabilirsiniz. Onlar ki, Allah Tealâ'nm, sonsuz ve sınırsız ilmiy­le kötü amel işleyeceklerini ve cehenneme girip yaslanacaklarını bildiği kimselerdir. Onlar, küfürde ısrar edenlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Onların kalpleri vardır, anlamazlar; gözleri vardır, görmez­ler; kulakları vardır, duymazlar. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridirler." (A'râf, 7/179). Şu halde insanların bu sınıfı şirk ve dalâlete boyun eğmiş kimselerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Şüphesiz siz ihtilaflı bir söz içindesiniz. Ondan dön­dürülen kimseler döndürülür." (Zâriyât, 51/8-9). Yani ancak imandan döndü­rülen ve batıla saptırılan kimse bu ihtilaflı söz ile dalâlete sevkedilir.

Daha sonra Allah Tealâ melekleri de kendilerine küfür isnadından ve kendilerinin Allah'ın kızları olduğu yolunda uydurulan yalanlara nisbetten tenzih etmektedir:

"Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır." Bu, Allah Te-alâ'nın, meleklerin söylediği bir sözü hikâye etmesi tarzında gelmiş bir ayettir. Buna göre melekler şöyle demişlerdir: "Bizden hiçbir melek yoktur ki onun marifet, ibadet ve mekân olarak malum olan ve sınırlarını aşama­dığı bir makamı bulunmasın." Bu ifadeden murad, meleklerin, Allah Tealâ'ya nasıl son derece büyük bir itaat ile kulluk ettiklerine ve ibadet ve ta-atteki derecelerine işarette bulunmaktır. Hz. Aişe (r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Dünya semasında hiçbir yer yoktur ki, orada secdede veya kıyamda bir melek bulunmasın."[89]

"Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz. Biziz o teşbih edenler, mutlak biz." Yani yine melekler şöyle dediler: İbadet yerlerinde saflar halinde dizi­lenler elbette biziz; Yüce Allah'ı, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih edenler olarak gerek dil ile, gerekse namaz kılmak suretiyle teşbih edenler elbette biziz. Dolayısıyla biz, Allah Tealâ'ya, O'na muhtaç olan kullarıyız. Burada meleklerin bu ifadeleri ile kastedilen, meleklerin sıfatlarının boyun eğiş, itaat Allah Tealâ'ya ibadet olduğunu beyan etmek ve onların, kâfirle­rin ileri sürdükleri gibi Allah Tealâ'nın kızları olmadığını açıklamaktır. Na­sıl önceki ayetin ifadesi meleklerin taatteki derecelerine işaret ise, bu ayet­lerin ifadesi de onların bilgi sahibi olmadaki derecelerine işarettir.

Sahih-i Müslim'de Câbir b. Semure (r.a.)'den şöyle bir hadis bulun­maktadır: "(Birgün) bizler mescitteyken Hz. Peygamber (s.a.) (hücresin­den) yanımıza çıktı ve "Meleklerin Rabblerinin huzurunda saflar bağlama­sı gibi saf bağlasanız ya!" buyurdu. Biz "Ey Allah'ın Resulü! Melekler Rabblerinin huzurunda nasıl saf bağlarlar?" diye sorduk; "İlk safları ta­mamlarlar ve safta sıkışık dururlar." buyurdu."

Yine Sahih-i Müslim'de Hz. Huzeyfe (r.a.)'den rivayet edilen şöyle bir hadis mevcuttur: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Bizler (şu) üç şeyle insanlardan üstün kılındık: Bizim saflarımız meleklerin safları gibi kılın­dı, yeryüzü bize mescid ve toprağı da temizleyici kılındı."

Hz. Ömer (r.a.) namaz kıldırmaya kalktığı zaman "Saflarınızı sağlam ve düzgün tutun. Zira Allah Tealâ sizin ancak meleklerin sünnetine uyma­nızı istiyor." der, "Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz." ayetini okur ve "Ey filan, geriye çık; ey filan, ilerle" der, sonra da öne geçip namaz için tekbir alırdı."

Daha sonra Yüce Allah, peygamberlik gelmeden önce müşriklerin söy­lediklerini zikrediyor: "Hakikat müşrikler önceden şöyle diyorlardı: "Eğer yanımızda evvelki ümmetlere inenlerden bir kitap olsaydı, elbet biz de Al­lah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk. Şimdi ise ona inanmayıp kâ­fir oldular. Yakında bileceklerdir." Yani müşrikler Hz. Peygamber (s.a.) gön­derilmeden önce cehaletle ayıplandıkları zaman "Şayet bizim yanımızda da evvelkilerin kitaplarından Tevrat, İncil gibi bir kitap olsaydı elbette biz de kulluğumuzu Allah Tealâ'ya has kılar ve Onu inkâr etmezdik" derlerdi. Hz. Muhammed (s.a.) onlara apaçık bir zikir olan Kur'an'ı getirdiği zaman ise onu inkâr ettiler. Onlar yakında küfürlerinin akıbetini bileceklerdir. Bu, o müşriklerin Rabblerini, Kur'an'ı ve Hz. Peygamber (s.a.)'i yalanlama­larının karşılığı olarak zikredilen oldukça şiddetli ve vurgulu bir tehdittir.

Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimesinde de aynı durum söz konusudur: "Yeminlerinin bütün gücüyle "Andolsun eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklar." diye Allah 'a yemin ettiler. Fakat kendilerine uyarıcı gelince bunun onlara, haktan uzaklaşmak-

tan başka bir katkısı olmadı." (Fâtır, 35/42). Oysa şu ayetlerde de aynı şey bahis konusudur: "Onu size indirdik ki "Kitap yalnız bizden önceki iki top­luluğa (Yahudilere ve Hristiyanlara) indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o kitapları okuyamıyor, dillerini anlayamıyor) demeyesiniz. Yahut "Eğer bize kitap indirilseydi biz onlardan daha çok doğru yolda olur­duk. " demeyesiniz. İşte size Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz çevirenlerden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri yüzünden azabın en kötüsüyle cezalandıracağız." (En'âm, 6/156-157). [90]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden, aşağıdaku hususlar çıkarılmaktadır:

1- Müşriklerin ve puta tapanların yalan ve iftiralarından biri de onla­rın, "Kızlar Allah'adır, melekler Allah'ın kızlarıdır, melekler dişidir" deme­leridir. Bütün bunlar batıl sözlerdir. Çünkü onlar Allah'a oğul da isnad et­mişlerdir. Oysa Yüce Allah doğmamış ve doğurulmamıştır. Müşrikler kız çocuktan hoşlanmazlardı. Mahlukların hoşlanmadığı bir şeyin Yaratıcıya isnad edilmesi nasıl mümkün olabilir! Ayrıca onlar Yüce Allah'ın melekleri nasıl yarattığına da şahit olmadıkları halde onların dişi varlıklar olduğunu nasıl iddia edebilirler?!

2- Bütün bunlar sebebiyle Yüce Allah, ayetlerde ardarda tekrarlanan soru cümleleriyle müşrikleri azarlamıştır. Onların bu iddiaları his, akıl, mantık ve muhakeme ile çelişen, güvenilir naklî delil ile desteklenmekten yoksun hüccetsiz ve bürhansız şeylerdir.

3- Kureyş'in kâfirleri Yüce Allah ile melekler arasında bir nesep ilişki­si uydurarak, "Melekler Allah'ın kızlarıdır." demişlerdir. Oysa melekler bu iddiadan uzaktırlar ve sözkonusu kâfirlerin yakalanarak cehennem azabı­na atılacaklarını bilmektedirler.

4- Allah Tealâ, zatını onların yalanlarından ve kendisini tavsif eden id­dialarından tenzih etmiştir. Bu, kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan vacip ve vaki bir tenzihtir. Rabbimizin bize, zatını lâyıkı veçhile takdis etme ko­nusunda öğrettikleri dolayısıyla hamd ve şükrün tamamı Ona mahsustur.

5- Kurtuluşa erenler, ibadeti Yüce Allah'a has kılan ve Rabblerinin emirlerine ittiba eden muhlis kullardır.

6- Ne o kâfirler, ne de onların Allah'ı bırakarak taptıkları tanrıları herhangi bir kimseyi dalâlete düşürmeye kadir değildirler. Ancak Yüce Al­lah'ın sonsuz ilmiyle, küfürde ısrarlı oluşu ve iman etmeye istidadı bulun­mayışı sebebiyle cehennemlik olduğunu bildiği kimseler bunun istisnasıdır.

Razi şöyle demiştir: "Bu, Ehl-i Sünnetin, şeytanın aldatma ve vesve­sesinin hiçbir tesiri olmadığı konusundaki görüşünün delilidir. Buradaki müessir ancak Yüce Allah'ın kaza ve takdiridir. Çünkü Yüce Allah'ın "Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız hiç kimseyi O'na karşı kandırıp yoldan çı­karamazsınız." ayeti, onların ne sözlerinin, ne de taptıkları tanrıların du­rumlarının, fitne ve dalâlet meydana getirmede hiçbir tesiri olmadığını açıkça ifade etmektedir. "Ancak cehenneme girecek olanı kandırabilirsiniz." ayetinin anlamı ise "Ancak Allah'ın hüküm ve takdirinde durumu böyle olan kimseyi kandırabilirsiniz." tarzındadır.[91] Bu ayet Kaderiyye'nin iddi­alarını da reddetmektedir. Zira Yüce Allah'ın hüküm ve kudretinin kullar için ne cebir, ne de zorlaması söz konusudur.

7- Melekler, Yüce Allah'ı ta'zim, kendilerinin O'nun kulları olduklarını itiraf ve kendilerine kulluk edenlerin kulluğunu inkâr ederek kendilerini şu üç özellikle tavsif etmişlerdir: Onlardan herbirinin, sınırlarını aşamaya­cağı ve ötesine geçemeyeceği bir mertebesi vardır; melekler, ibadet ve taat-larmı eda ederken, hizmet ve kulluk menzillerinde saf bağlamış bir halde­dirler; onlar sürekli olarak Allah Tealâ'yı teşbih ederler. Teşbih, Yüce Al­lah'ı şanına lâyık olmayan sıfatlardan tenzih etmektir.

Meleklerin bu özelliklerinden son ikisi sadece onlara mahsus olduğunu ifade eder bir tarzda zikredilmiştir. Bunun anlamı şudur: Kulluk makamın­da olan başkaları değil, onlardır, yine Yüce Allah'ı teşbih edenler de başka­ları değil onlardır. Bu da göstermektedir ki beşerin taat ve marifeti, melek­lerin taat ve marifetine oranla yok ve hiç mesabesindedir. Razi'nin de zik­rettiği gibi ancak böyle bir açıklama ile söz konusu özelliklerin sadece me­leklere mahsus olduğunun belirtilmesi doğru bir anlatım olabilir. Razi daha sonra şöyle der: "Bu özelliklerin sadece meleklere mahsus olduğunu belir­ten bu hasr ifadesi dururken beşerin -melekten üstün olup olmadığını tar­tışmak şöyle dursun- melek derecesine yaklaştığı nasıl söylenebilir?"

8- Kureyş'in gerek peygamberlikten önceki, gerekse sonraki durumu garip ve acaiptir. Hz. Peygamber (s.a.)'in gönderilmesinden önce onlar ken­dilerine Allah Tealâ'nm emirlerini zikreden birisinin bulunmasını ve önce­ki asırlarda yaşayanların durumunda olmayı ve bir elçinin kendilerine Al­lah'ın kitabını getirmesini temenni ederken, kendilerine zikirlerin en üstü­nü ve diğer bütün kitapları hükmü altına alıp onları ihtiva eden bir kitap olan Kur'an geldikten sonra ona karşı gelip Hz. Peygamber (s.a.)'i yalanla­mışlar ve sözlerinde durmamışlardır. Bundan dolayı onlar azap ve tehdide müstehak olmuşlardır ki bu tehdit onların küfür ve yalanlamalarının akı­betini yakında bileceklerini ifade etmektedir. [92]

 

Allah Teala'nın Ordusunun Zaferi:

 

171-  Andolsun ki gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti:

172- "Muhakkak onlar, mansurdurlar

173- ve galip gelecek olanlar mutla­ka bizim ordumuzdur."

174- Onun için bir süreye kadar on­lardan yüz çevir.

175- Gözetle onları. Kendileri de ya­kında görecektir.

176-  Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı istiyorlar?

177-  Fakat o azap yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!

178- Bir süreye kadar onlardan yüzçevir

179-  Onların halini gör. Kendileri de yakında görecektir.

180- İzzet sahibi Rabbin, onların is-nad etmekte oldukları sıfatlardan yücedir, münezzehtir.

181- Selâm gönderilen elçilere!

182- Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a!

 

Belagat:

 

"yurtlarına indiği zaman" ifadesinde istiare-i temsiliye vardır. Burada onlara inen azap, üzerlerine ansızın saldıran bir düşmana benzetilmiştir. Böyle bir halde iken onlar hiçbir nasihatçinin sözünden öğüt alamazlar, kendilerini savunmaya da fırsat bulamazlar. Ta ki bu haldeyken sözkonusu azap onları hezimete uğratır ve yok eder. [93]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti." Yani onlara yardım ve zafer vaad etmiştik. Bu vaad, şu ayet-i kerimede de ifade edilmektedir: "Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz." (Mücadile, 58/21).

"Muhakkak onlar mansurdurlar." Yani savaş vd. konularda galiptirler. Bu durum genel itibariyle ve Allah Tealâ'nın dinine yardım etmek şartıyla böyledir. "Ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim ordumuzdur." Yani bizim mümin, peygamberin etbaı olan ordumuz dünyada kâfirlere hüccet ve ilâhî yardımla galip gelecektir. Şayet onlara dünyada galip gelemezlerse, ahiret-te galip geleceklerdir.

"Bir süreye kadar" yani sana verilen zafer ve galibiyet sözünün zama­nı gelene kadar ki bu zaman Bedir savaşı veya Mekke'nin fethi günüdür. "onlardan yüz çevir." Yani onlara aldırma, onları kendi hallerine bırak. "Gözetle onları" Onlara bak da azap kendilerine indiği zaman dünyada kendilerini bekleyen esir edilmek ve öldürülmek, ahirette de azaba duçar edilmek gibi sonuçlara nasıl ulaştıklarını kendi gözlerinle gör! "Kendileri de yakında" küfürlerinin akıbetinin ne olacağını ve senin de hükmümüzü, dünyada desteklenmek ve zafere ulaştırılmak, ahirette de mükâfata nail kılınmak şeklinde nasıl yürüttüğümüzü "göreceklerdir."

"Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı istiyorlar?" Bu, Yüce Al­lah'ın, onlar hakkında tehdit ifade eden sözüdür. Rivayet edildiğine göre "yakında göreceklerdir" ayeti nazil olduğu zaman müşrikler "Bu ne zaman olacak?" demişlerdi. Bunun üzerine "Fakat o azap yurtlarına indiği za­man..." ayeti indi. Yani azap onların bölgesine -ki orası geniş bir yerdir-indiği zaman. Ferrâ, "Araplar bir kavimden söz edecekleri zaman, onların bölgelerini ve yurtlarını zikretmekle yetinirler." demiştir, "uyarılmış olan­ların sabahı ne kötü olur!" Yani azapla uyarılmış olanların sabahı ne kötü bir sabahtır!

"Onların halini gör. Kendileri de yakında göreceklerdir." Bu ifade, on­lar hakkındaki tehdidin kuvvetlendirilmesi ve Hz. Peygamber (s.a.)'i tesel­li maksadıyla tekrar edilmiştir.

"İzzet sahibi Rabbin" Yani galebe ve kuvvet sahibi Rabbin. "Onların is-nad etmekte oldukları" çocuk sahibi olmak gibi "sıfatlardan yücedir, münez­zehtir. Selâm gönderilen elçilere." Tevhid ve şeriatleri Yüce Allah'tan tebliğ eden mübelliğlere. Kendilerine yardım ve zafer nasip ettiği, kâfirleri de he­lak ettiği için "Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a." [94]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı istiyorlar?" (176. ayet) aye­tinin nüzul sebebi hakkında Cüveybir, İbni Abbas (r.a.)'dan şöyle dediğini tahriç etmiştir: "Müşrikler, "Ey Muhammedi Bizi kendisiyle korkuttuğun azabı bize göster; onu bize hemen getir." dediler. Bunun üzerine "Şimdi on­lar çarçabuk bizim azabımızı mı istiyorlar?" ayeti nazil oldu." Bu rivayet Buhari ve Müslim şartlarını taşıyan sahih bir rivayettir. [95]

 

Açıklaması:

 

"Andolsun ki gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti: "Mu­hakkak onlar mansurdurlar ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim ordu­muzdur." Yani andolsun ki kendilerini, kâfirleri korkutmak, müminleri de müjdelemek üzere gönderdiğimiz elçi kullarımıza, dünya ve ahirette yar­dım ve zafer verileceğine dair vaadimiz şu olmuştur. Dünyaya ilişkin vaad şudur: Dünyada onlara, kâfirleri esir almak ve öldürmek yahut kovup sür­mek veya yerlerinden yurtlarından sürüp çıkarmak şeklindeki veyahut da hüccet, burhan ve saireyle sağlayacakları galebe ve üstünlük olacaktır. Ahirete ilişkin vaad ise cennete kavuşmak suretiyle elde edilecek zafer ve cehennem azabından kurtuluş kendilerinin olacaktır. Bu husus, genel iti­bariyle böyle olacaktır. Buradaki "cündullah" tabiri Allah'ın hizbi anlamın­dadır ki bunlar peygamberler ve onların tabileridir.

Şu ayet-i kerimeler de bu kavl-i ilâhinin benzerleridir: "Allah, "Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz." diye yazmıştır." (Mücadile, 58/21), "Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitli­ğe duracakları günde yardım ederiz." (Gâfir, 40/51).

Yardımın şartı malûmdur ki, Allah Tealâ'ya sahih bir şekilde iman, Kur'an ve Nebevi Sünnetle amel, bir de ölçü ve hayat metodu olarak Al­lah'ın dinini kabul etme. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "müminlere yar­dım etmek üzerimize borç idi." (Rûm, 30/47), "Eğer siz Allah 'm dinine yar­dım ederseniz, Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar." (Mu-hammed, Alil), "Sonuç, fenalıklardan sakınanlarındır." (A'râf, 7/127).

"Onun için bir süreye kadar onlardan yüz çevir." Yani onlara aldırış et­me ve onların sana yaptıkları eziyete, Allah Tealâ indinde malum olan bir süreye kadar sabret. Zira biz güzel akıbeti, yardım ve zaferi sana nasip edeceğiz.

"Gözetle onları. Kendileri de yakında görecektir." Yani onlara bak ve sana muhalefet edip seni yalanladıkları için başlarına gelecek olan esir alınmak, öldürülmek gibi azap ve ibret dolu felâketi gözetle. Onlar, yakın­da senin kendilerine kötü akıbet ve azap türünden vaad ettiğin şeylerin hepsini ve de bizim sana vaad ettiğimiz yardımı ve dininin dörtbir tarafa yayılmasını göreceklerdir. Bu, onları görmenin kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı bir zamanda olacaktır. Yüce Allah bu ifadeyi te'kid maksa­dıyla tekrarlamaktadır.

Burada onları beklenen ve vadedilen hal içinde gözetleme emrinden murad, onlara vadedilen şeylerin şüphesiz bir şekilde mevcut ve vaki, mey­dana gelmesinin de yakın olduğunu anlatmak içindir. Bu ifadelerle Hz. Peygamber (s.a.)'i, kavmi olan Kureyş kâfirlerinin kendisine yaptıkları ezi­yetlere karşı teselli edilmekte ve rahatlatılmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah kâfirleri azarlamakta ve şöyle buyurarak azabın hemen gelmesi yolundaki talepleri üzerine kendilerini tehdit etmektedir:

"Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı istiyorlar?" Yani onlar bi­zim şiddetli azabımızın hemen gelmesini istemeye nasıl cür'et ediyorlar? Vakıa onlar, "Bu azap ne zaman gelecek?" diyerek azabın hemen gelmesini, seni yalanlamaları ve inkâr etmeleri sebebiyle istiyorlar. Oysa azap, her­hangi bir şüpheye mahal bulunmayacak biçimde kesin olarak onların üze­rine inecektir.

"Fakat o azap yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!" Yani azap kendilerine veya bulundukları mahalle indiği zaman bu onlar için ne kötü bir gündür! Çünkü onlar o günde helak ve mahvedilir­ler. "Sahîhân"-da Enes b. Mâlik (r.a.)'den gelen şöyle bir rivayet bulunmak­tadır: " Hz. Peygamber (s.a.) Hayber'e sabahleyin baskın yaptı. Hayber ehli baltaları ve ziraat aletleriyle şehir dışına çıktılar da orduyu görünce "Mu-hammed vallahi! Muhammed ve ordusu!" diye bağırarak geri döndüler. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), "Allâhu Ekber! Hayber harap oldu! Biz bir kavmin yurduna indiğimiz zaman korkutulan kimselerin sabahı ne kötü olur!" buyurdu." Bunu İmam Ahmed de değişik bir lafızla rivayet etmiştir. Bu rivayet Buhari ve Müslim şartları doğrultusunda sahih bir rivayettir.

"Bir süreye kadar onlardan yüz çevir. Onların halini gör. Kendileri de yakında görecektir." Yani ey peygamber! Helak olacakları bir başka vakte kadar o müşriklere aldırma! Onlara ve işledikleri günahlara bak ki onlar kendilerine gelecek olan azabı yakında göreceklerdir.

Bu, yukarıda geçen ve Hz. Peygamber (s.a.)'in müşriklerden yüz çevir­mesinin ve onların eziyetlerine sabretmesinin istendiği ayetteki emrin te'kididir.

Bundan sonra bu sure, azametli bir hatime, sonuç ile tamamlanmak­tadır. Bu hatime kısmında Yüce Allah'ın, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzihi ve peygamberlerin methi yer almaktadır. Burada Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:

"İzzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte oldukları sıfatlardan yüce­dir, münezzehtir. Selâm gönderilen elçilere! Hamd alemlerin Rabbi Al­lah'a!" Yani ey rasul! İzzet sahibi Rabbin, haddi aşan müfteri ve yalancı zalimlerin söylediklerinden bütünüyle son derece uzaktır. Zira O Rabb, za-tıyla kaim olan kuvvet, galebe ve izzet sahibidir. Dünyada ve ahirette Al­lah'ın selâmı, kendilerini kavimlerine gönderdiği yüce peygamberlere ol­sun. Çünkü onların Rabbleri hakkında söyledikleri sağlıklı, doğru ve haki­kattir. Hamd ve şükür, dünyada ve ahirette, her halükârda Allah Tealâ'ya mahsustur. Zira başkası değil, sadece O sakaleyn'in, yani insanların ve cin­lerin Rabbidir. Bu ifadeler, Yüce Allah'ın, söylemeleri için müminlere öğ­rettiği bir sözdür.

İbni Ebî Hâtim'in -Şa'bî kanalıyla- ve Bağavî'nin Hz. Ali (r.a.)'den ri­vayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet günü ecrinin en bol ölçekle ölçülüp verilmesi kimi sevindirirse, meclisinin sonunda kalkmak istediği zaman, "Sübhâne Rabbike Rabbi'l-izzeti amma yesıfûn ve selâmun ale'l-mürselin ve'l-hamdu lillâhi Rabbi'l-âlemîn: izzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte olduklarından yücedir, münezzehtir. Selâm gönderilen elçilere. Hamd alemlerin Rabbi Allah'a" desin." Mecliste işlenmiş olan günahların keffareti için tavsiye edilen şu dua da birçok ha­diste varid olmuştur: "Sübhâneke 'llâhumme ve bi hamdike lâ ilahe illâ en-te estağfiruke ve etûbu ileyk: Allah'ım! Seni bütün noksan sıfatlardan ten­zih ederim. Hamd sana mahsustur. Günahlarımdan dolayı senden bağış­lanma diler, sana tevbe ederim." [96]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:

1- Peygamberlere hüccet ve galibiyet ile yardım edileceğine ve Allah'ın ordusunun -ki onlar peygamberler ve onların tabileridir- düşmanlarına karşı yardım göreceğine dair ilâhî vaad bulunmaktadır. Bu vaad, genel iti­bariyledir. Burada vaad edilen yardım ya hüccetin kuvvetli olması veya devlet ve hakimiyet veyahut da Allah'ın emirleri üzere devam ve sebat ve­rilmesi şeklindedir.

2- Hz. Peygamber (s.a.) ve müminler, hicret öncesi Mekke'deyken müş­riklere saldırmamak, onlardan yüz çevirmek, onların eziyetlerine sabret­mek ve kendileriyle mücadeleyi terketmekle emrolunmuşlardı.

3- Yüce Allah müşrikleri kendilerine ulaşacak olan dünya ve ahiret azabıyla tehdit etmiştir. Görmenin hiçbir fayda vermeyeceği o gün onlar başlarına geleni göreceklerdir.

4- Kâfirlerin, Allah Tealâ'nın azabının hemen gelmesini istemeleri de­rin bir ahmaklık örneğidir. Zira sözkonusu azabın hemen gelmesi için bir sebep yoktur. Çünkü azabın onlar hakkında vaki olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Bu, şiddetli ve mahvedici bir azaptır. Onlara veya memleket­lerine geldiği zaman azapla korkutulan o kimselerin sabahı ne kötüdür!

5- Namaz ve meclislerin, "Sübhâne Rabbike Rabbi'l-izzeti amma yesı­fûn ve selâmun ale'l-mürselîn ve'l-hamdu lillâhi Rabbi'l-âlemîn." ayetiyle bitirilmesi sünnettir. Bu ayette Allah Tealâ'nın sıfatlarının üç çeşidi zikre­dilmektedir:

a) Yüce Allah'ın, ulûhiyyet sıfatlarına lâyık olmayan her şeyden tak­dis ve tenzihi ki bu, "Sübhâne" kelimesidir.

b) Cenab-ı Hakk'm ulhuhiyyet sıfatlarına lâyık olan her şeyle vasfedil-mesi ki bu da "Rabbu'l-izzeti" sözüdür.

c) Allah Tealâ'nın herhangi bir eşi ve benzeri bulunmaktan münezzeh olması.

Buradaki "Rabbu'l-izzeti" kavl-i ilâhisi Yüce Allah'ın, yarattığı her türlü hadiseye kadir olduğuna delâlet etmektedir.

"Sübhâne Rabbike Rabbi'l-izzeti amma yesıfûn" kavl-i ilâhisi, bu ale­min İlâhının marifeti konusunda en yüksek dereceleri ve en mükemmel so­nuçları ihtiva eden bir sözdür. Önemli olan, akıllı kimsenin, dünyada ken­disine ve insanlara karşı nasıl muamele edeceğini bilmesidir. [97]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/59.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/59.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/59-61.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/61.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/62.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/62-63.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/63.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/63-64.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/65.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/65.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/66.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/66.

[13] Kurtubî, XV/66.

[14] Razî, XXVI/121.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/67-68.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/68-69.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/70.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/70-72.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/72.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/72-74.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/74-75.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/77.

[22] Buradaki "vav" harfi tertip gerektirmez. Dolayısıyla bahse konu durdurma ve hapsin "durak yeri"nde olması caiz olduğu gibi, Sırat'm yanında olması da caizdir.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/77-78.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/78-79.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/79-82.

[26] Bunun mukabili de sol taraftan gelen "Bârih"tir. Araplar bunu uğursuz sayarlardı, (çev.)

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/82-84.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/86.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/86-88.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/88.

[31] Buradaki "lezzet" kelimesi mübalağa tarzında masdar olarak gelmiş bir sıfattır, yahut "zâte lezzetin (lezzetli)" anlamındadır; ancak "zâte" kelimesi hazfedildiği için böyle gelmiştir. Ya da "leziz" anlamındaki "lezzun" kelimesinin dişil halidir.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/88-92.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/92-94.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/95-96.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/96-97.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/97.

[37] Tirmizî bu hadis hakkında "Hasen-sahih'tir." demiştir

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/97-100.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/100-101.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/102.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/102-103.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/103.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/103-105.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/105.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/107.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/107-109.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/109.

[48] Edebî bir sanat olarak tevriye, birkaç anlamı olan bir sözün uzak anlamını kasdetmektir. (çev.)

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/109-112.

[50] Müellifin burada bir zühulü vardır. Buhari, bu hadisi Halku Efâli'l-İbâd isimli eserinde Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet etmiştir, (çev.)

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/112-114.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/115-116.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/116.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/116.

[55] Taberi ve İbnu'l-Esir'in bildirdiğine göre kardeşi Ays tarafından öldürülmek korkusuyla dayısının yanına gitmek üzere gündüzleri saklanıp geceleri yürüdüğü için Hz. Yakub (a.s.)'a İsrail denmiştir, (çev.)

[56] Beyzavi, s. 595.

[57] İbni Kesir, IV/14.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/116-119.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/119.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/119-122.

[61] İbni Kesir, IV/17-19; Razî, XXVT/153 vd. Kurtubî, XV7100; Hazin, VI/22.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/122-127.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/128-129.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/129.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/129-130.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/130-131.

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/132.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/132-133.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/133.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/133-134.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/135.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/136.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/136.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/136-137.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/137-138.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/139.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/139-140.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/140-141.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/141.

[80] Nisa; 163; Enam, 86; Yunus, 98; Saffat 139.

[81] Burada Nevevi bu hadisi önce Tirmizi'den naklen farkh lafızlarla vermiş, ardından da "Tirmizi'den başkasının rivayetinde de şöyle gelmiştir.... " diyerek müellifin verdiği lafızları zikretmiştir. Burada kastedilen İmam Ahmed'dir. Bkz. Müsned (Ahmed Muhammed Şakir şerhiyle Daru'l-Hadis, Kahire 1416/1996, III/244 vd. Hadis no: 2804 (çev.)

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/142-143.

[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/144-146.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/148.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/148-149.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/149-150.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/150.

[88] Kurtubî, XV/123.

[89] Bu ifade "cehenneme girecek olan k'Tise" anlamına yorulur. Kastedilen ise cehen­neme girecek olan topluluktur. Dolayısıyla buradaki "sal" kelimesi takdiri olarak "Salun" şeklindedir. Kelimenin aslı böyleyken kendisinden sonra gelen kelimeyle izafet terkibi oluşturduğu için salun kelimesinde "nun'harfi ve keza iki sakin harekeli harf bir araya geldiği için de "vav" harfi hazfedilmiş ve sonuçta bu kelime "sal" olarak kalmıştır.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/150-155.

[91] Bu hadisi İbni Merdüveyh, Enes (r.a.)'den şu lafızlarla rivayet etmiştir: "Gök inledi; inlemekte da haklıdır. Muhammed (s.a.)'in nefsini kudret elinde bulundurana yemin ederim ki, gökte bir karışlık yer bile yoktur ki orada Allah'ı hamd ile teşbih eden secde halindeki bir meleğin alnı bulunmasın."

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/155-156.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/157.

[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/157-158.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/158.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/159-161.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/161-162.