Zalimlerin Göreceği Karşılık Ve Cehennemdeki Azabın Çeşitleri: |
Bu sure, Allah Tealâ tarafından "Saf
duranlar"a yemin edilmesiyle başladığı için "Sâffât" adını
almıştır. Buradaki "saf duranlar", tıpkı dünyada insanların namaz
için sıra sıra dizilip saf bağlamaları gibi gökyüzünde saf bağlayan temiz
meleklerdir.
[1]
Bu surenin, kendisinden önceki sureyle münasebeti üç
noktada kendini göstermektedir:
1- Bu
surenin baş tarafıyla bir önceki sure olan Yâ-Sîn suresinin sonunun, Yüce
Allah'ın gerek gökte ve gerekse yerde bulunan her şeye şamil olan kudretinin
-ki ahiret hayatı ve diriliş de bunlardandır- beyanı noktasındaki benzeşmesi.
Çünkü Yâ-Sîn suresinde de zikredildiği gibi Yüce Allah var edici ve eşya
üzerindeki iradesini süratle gerçekleştiricidir. Keza bu surenin başında da
zikredildiği gibi O, tektir ve ortağı yoktur. Buradaki bağlantı noktası ise
şudur: İradenin süratle tahakkuku, ancak yaratıcı ve mucidin tek olması halinde
gereği gibi gerçekleşebilir.
2- Bu
surenin Yâsîn'den sonra gelmesi, geçmiş nesillerin ahvalinin tafsilatlı olarak
anlatılması noktasında A'râf suresinin En'âm'dan ve Şu'arâ suresinin Furkan'dan
sonra gelmesi gibidir. Bu nesillere ve nasıl helak edildiklerine, bundan önce
geçen Yâ-Sîn süresindeki "Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi,
onların bir daha kendilerine dönmediklerini görmezler mi?" (Yâ-Sîn,
36/31) ayetiyle işaret edilmişti.
3- Bu
sure, bir önceki surede mücmel olarak değinilen, müminlerin ve kâfirlerin dünya
ve ahiretteki durumunu ayrıntılı olarak açıklamaktadır.
[2]
Bu surenin konusu, tıpkı diğer Mekkî surelerde olduğu
gibi inanç esaslarının açıklanmasıdır ki bu esaslar tevhid, vahiy, nübüvvet,
öldükten sonra dirilme ve amellere karşılık görmeye inanmadır.
Yine bu surede, mugayyebata (gayb alemine) ilişkin üç
husustan söz edilmektedir ki bunlar melekler, cinler ile ahirette diriliş ve
hesaba inanmadır.
Sureye, Allah'ın emrini yerine getirmek için gökte
dizi dizi duran ve bulutları Allah'ın dilediği gibi sevk ve idare eden
meleklerden ve tevhide, yerin ve göklerin yaratılışına ve göğün yıldızlarla
süslenmesine delâlet için Allah'ın kendilerine yemin ettiği varlıklardan söz
ederek başlanmaktadır.
Daha sonra cinlere ve bunların alevlerle gök yüzünden
kovulmalarına işaret edilmektedir. Bu ayetlerden maksat, cinlerle Allah Tealâ
arasında bir yakınlık bulunduğunu iddia eden cahil müşrikleri cevaplandırmak ve
onların iddialarını reddetmektir. Yine bu ayetlerde, müşriklerin diriliş konusundaki
tutumu, öldükten sonra dirilmeyi inkârları, dünya ve ahiretteki durumları
açıklanmakta; onların bir tek sayha ile önemsiz, küçük ve zelil varlıklar
olarak haşrolunacakları kesin ve susturucu bir şekilde ortaya konmakta ve ancak
kıt akıllı kimseleri aldatabilecekleri belirtilerek müşrikler, "Melekler
Allah'ın kızlarıdır." şeklindeki sözleri sebebiyle azarlanmakta ve Yüce
Allah bundan tenzih edilmektedir.
Yine bu sure kâfirlerin kıyametteki ahvalinin
kötülüğünü açıklamakta ve onları, dünyada müminlerle aralarında geçen bir
konuşmayla zikretmektedir. Daha sonra ibret, nasihat ve varılacak sonu
açıklamak maksadıyla müminlerle kâfirlerin sonunu açıklayarak -ki müminler,
nimetlerinin özellikleri anlatılan cennette, kâfirler ise ateşinin vasıfları
anlatılan cehennemde ebedî kalacaklardır- meseleyi kesin bir şekilde bağlamaktadır.
Burada anlatılanlar, daha önce gelmiş bulunan bazı
peygamberlerin hatırlatma ve nasihat amacıyla özet halinde anlatılan
kıssalarıyla da uyum halindedir. Bu peygamberler Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz.
İsmail, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İlyas, Hz. Lût ve Hz. Yunus (a.s)'dır. Ancak
surede Hz. İbrahim (a.s.) kıssasında iki noktada açıklamaya gidilmektedir. Bunlardan
ilki Hz. İbrahim (a.s.)'in putları kırması, ikincisi de -tüm insanların, iman,
imtihan ve kurbanın nasıl olduğu konusunda aydınlatılması için- oğlunu kurban
etmeye atılmasıdır. Zira o, Rabbinin emrini bir an önce yerine getirmek için
harekete geçmişti. Sözkonusu emir onun sabrını denemek maksadına yönelikti ve
o, iman ve sıdk ile bu çetin imtihandan başarıyla çıkmıştı; oğlunu, Allah'ın
rızası uğruna yine O'nun verdiği evlâdını kurban edecekti. Ancak Allah, kurban
konusunda sünnet kıldığı bir bedeli kendisine ikram buyurdu.
Aynı şekilde ilginç olan Hz. Yunus (a.s.) kıssası ve
-tevbe ettiği, Allah'ı zikredenlerden ve namaz kılanlardan olduğu için- balığın
karnından kurtarılışı da bu surede açıklanmaktadır.
Meleklerin kimi vasıflarının anlatımıyla başlayan
sure, yine onların birtakım özelliklerinin anlatımıyla sona ermektedir. Surenin
sonunda meleklerin saflar halinde durdukları ve Allah'ı teşbih ettikleri
anlatılmakta, Allah'ın gerek dünyada, gerekse ahirette enbiya ve evliyasına
olan yardımı beyan edilmekte, rasuller övülmekte ve Allah'ın onlar üzerine olan
selâmı ifade edilmekte, Allah'ın,
müşriklerin isnat ettiği vasıflardan münezzeh olduğu vurgulanmakta ve Cenab-ı
Hak, kendisini sena edip, zatının "izzet sahibi" ve "alemlerin
Rabbi" olduğunu belirterek hamdin kendisine mahsus olduğunu dile
getirmektedir.
[3]
Nesâî, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Ra-sulullah (s.a.) bize namazı hafif kıldırmamızı ve
namaz kıldırırken Sâffât suresini okumamızı emir buyururdu."
[4]
1- Andolsun o sıra sıra dizilenlere,
2- Bağırıp sürenlere,
3- Zikir okuyanlara
4- ki şüphesiz sizin ilâhınız gerçekten birdir.
5- Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunanların
Rabbi, doğuların da Rabbidir.
"Şüphesiz sizin ilâhınız gerçekten birdir."
Bu ifade, "in" ve "lâm" harfleriyle tekitli olarak
gelmiştir. Bu tekidin sebebi, muhatapların, Allah'ın birliğini inkârıdır.
[5]
"Andolsun o sıra sıra dizilenlere" Yüce
Allah, insanların dünyada namaz kılarken saf bağlamaları gibi gökte, Allah'ın
emrini yerine getirmek için bekleyerek ibadet için saf bağlayan meleklere yemin
etmektedir. Bu anlatıma göre meleklerin saflardaki tertibi, fazilet ve
üstünlüklerine göredir.
"Bağırıp sürenlere" bulutları sevk ve idare
edenlere, yani sürenlere. Burada kullanılan "zecr (sürmek)"
kelimesinin aslı, kuvvetle bağırarak uzaklaştırmaktır. Araplar "Deve ve
koyun sürüsünü zecrettim." derler ki, onları sesle ve bağırarak ürküttüm,
demektir. Daha sonraları bu kelime bir şeyi sevk ve bir şeye teşvik anlamında
kullanılmıştır.
"Zikir okuyanlara" Kur'an'ı tilavet ve
kıraat eden meleklere.
"ki şüphesiz sizin ilâhınız gerçekten
birdir." Bu cümle, meleklere yapılan yeminin cevap cümlesidir ki Allah'ın
bir olduğunu ve ortağının bulunmadığını ifade etmektedir. Bu cümlenin
muhatabı, tevhidi inkâr eden müşriklerdir.
"Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunanların
Rabbi, doğuların da Rabbidir." Bütün bunların Rabbi, yani yaratıcısı ve
malikidir. Buradaki "doğular" kelimesiyle güneşin doğduğu yerler
kastedilmektedir. Yani Allah, doğuların Rabbi olduğu gibi, batıların da
Rabbidir. Zira güneşin hergün doğduğu ve battığı yerler değişiktir. Şu halde
anlam şöyle olur: Bu şekilde örneksiz ve
mükemmel olarak yaratılmış olan bu mahlukâtm varlığı, Allah'ın varlığını ve
kudretini gösteren en açık delildir.
[6]
Yüce Allah, ibadet için sıra sıra dizilen, yahut
gökte Allah'ın emrini bekleyerek saflar halinde duran ve çeşitli görevlerle
vazifeli meleklere yemin etmektedir. Kendilerine emir buyurulan bir idare ve
tedbirle bulutları belli bir yere sürmek veya insanları, kendilerine hayırlı
düşünceler ilham ederek günah işlemekten alıkoymak ve şeytanları, insanlara
vesvese vererek saptırmaktan men etmek o meleklerin görevlerindendir.
Yine onların görevleri arasında, Allah'ın
peygamberlerine veya velilerine Allah'ın ayetlerini okumak da bulunmaktadır.
Yüce Allah, "Ey kendisine ihlâsla ibadet etmeleri gereken muhataplar!
Sizin mabudunuz birdir ve Onun ortağı yoktur. O göklerin, yerin ve bunlar
arasında bulunan her çeşit mahlukun yaratıcısı ve hepsinin sahibidir. O,
güneşin doğduğu ve battığı yerlerin Rabbidir. O halde nefislerinizde Allah'ın
birliğini ilan ve O'na ihlâsla ibadet edin, sadece O'na itaat edin. Zira bu
mahlukâtın varlığı, yaratıcının varlığının, kudretinin ve birliğinin en açık
delilidir." diye yemin etmektedir.
[7]
Bu ayetler,
aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Yüce
Allah meleklere yemin etmektedir. Allah dilediği şey üzerine ve dilediği
vakitte yemin eder.
2- Bu
ayetler, meleklerin üç vasfını zikretmiştir ki bunlar,
a) Meleklerin
saflar halinde durmaları. Bu saf halinde duruş, ya "Biziz o saf saf
dizilenler, mutlak biz." (Sâffât, 37/165) ayetinin de haber verdiği gibi,
ibadetlerini yerine getirmek içindir, ya da meleklerin, gökyüzünde kanatlarını
saf saf yaparak Allah'ın emrinin kendilerine ulaşmasını beklediklerini
anlatır.
b)
Bulutların zecri, yani sürülmesi ve hareket ettirilerek bir yerden diğer bir
yere götürülmesi, veya insanların, kalplerine ilham ve etkide bulunmak
suretiyle günah işlemekten alıkonulması, yahut şeytanların, Ade-moğullarına
musallat olarak kötülük yapmalarının veya onları incitmelerinin engellenmesi.
c) Namazda,
bir de peygamberlerin ve evliyanın üzerine -kendilerine Allah'ın hükümlerini
hatırlatıp, nefislere onların yerleşmesini temin için-Allah'ın Kitabının
okunması.
Bu üçüncü özellik bir diğer ayette daha
zikredilmiştir ki o ayet şudur: "Arındırmak ve sakındırmak için öğüt
telkin edenlere." (Mürselât, 77/5-6).
Öte yandan Sünnet'te, meleklerin saflarının keyfiyetini
anlatan iki sahih hadis gelmiştir. Bu hadisler şunlardır:
a) Müslim,
Hz. Huzeyfe (r.a.)'den şöyle rivayet etmiştir: "Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Biz, diğer ümmetlere karşı şu üç şeyle üstün kılındık: Bizim
saflarımız meleklerin safları gibi tertip edilmiştir, yeryüzünün tümü bize
mescit kılınmıştır, su bulamadığımız zaman yeryüzünün toprağı bizim için
temizleyici kılınmıştır."
b) Yine
Müslim ile Nesâi ve İbni Mace, Cabir b. Semure (r.a.)'den şöyle rivayet
etmişlerdir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Meleklerin,
Rableri-nin huzurunda saf bağladığı gibi saf bağlamaz mısınız?" Biz
"Melekler Rablerinin huzurunda nasıl saf bağlarlar?" diye sorduk,
"Ön safları tamamlarlar ve safta sıkışık dururlar." buyurdu."
3- Bu
azametli yeminin cevabı, Yüce Allah'ın bir olduğu ve ne herhangi bir
ortağının, ne de ikinci bir ilâhın bulunduğudur. Bu yemin, aynı zamanda Yüce
Allah'ın birliğini ispat eden bir burhan ile de tekit edilmiştir.
"Her şeyde O'na bir işaret vardır, O'nun
birliğine delâlet vardır"
4- Yaratıcı
olan Allah'ın varlığının, birliğinin ve kudretinin delili, O'nun göklerin,
yerin, bu ikisi arasındakilerin ve güneşin doğduğu ve battığı yerlerin
yaratıcısı ve sahibi olmasıdır.
Ayette zikredilen "doğular" kelimesi,
batılara da delâlet ettiği için batılar zikredilmemiştir. Doğularla birlikte
batılar, şu ayetlerde açıkça zikredilmiştir: "Hayır! Doğuların ve
batıların Rabbine andolsun ki bizim gücümüz yeter." (Me'âric, 70/40),
"O, hem iki doğunun Rabbi, hem iki batının Rabbidir." (Rahman,
55/17). Bu ikinci ayette yaz ve kış mevsimlerine göre güneş ve ayın doğuş ve
batış yerleri kastedilmektedir. Şu halde ilk ayette güneşin hergün kendine
mahsus olan günlük doğuş yerlerini anlatılırken, ikinci ayet güneşin ayrıca her
yıl için iki doğuş yerinin bulunduğunu beyan etmektedir.
[8]
6- Şüphesiz biz en yakın göğü bir zinetle,
yıldızlarla süsledik.
7- Ve onu itaatten çıkan her şeytandan koruduk.
8-Onlar dinleyemezler.Her yandan kovularak
9- ve uzaklaştırılırlar. Onlar için sürekli bir azap
vardır.
10- Yalnız bir söz çalan müstesna, onu da delici bir
alev takip eder.
Buradaki "Kevâkib (yıldızlar)" kelimesi,
"zînet (süs)" kelimesinden bedeldir, nasbedilerek okunmuştur. Bu
kelime ya süsleme işinin yıldızlarda yapıldığını, yani yıldızların süslendiğini
anlatır ki "Yahut açlık gününde akraba olan yetimi doyurmaktır."
(Beled, 90/14-15) ayetinde de benzeri bir durum söz konusudur. Yani
"yetimi doyurmaktır" demektir. Yahut bu kelime, zinet yapılan yerden
bedel üzere nasbedilerek okunur ki bu nasbdır. Yahut da mukadder bir
"yani" kelimesiyle nasbedilerek okunur.
Yine bu terkipteki "zînet" kelimesinin
sonundaki tenvin terkedilmek ve "kevâkib" kelimesi de cerredilerek de
okunmuştur. Bu okuyuş şu iki şekilde açıklanabilir: Ya bu iki kelimenin
oluşturduğu izafet terkibi gereği bu kelimenin sonu mecrur olur, ya da bu
kelime "zînef'ten bedel olarak gelmiştir ve "zînet" kelimesinin
sonundaki tenvin, sakin iki harfin biraraya gelmesi sebebiyle hazfedilir. Bu
takdirde, bu iki kelimenin izafet terkibi şeklinde gelmesi beyan için olur.
Yani "zînet" kelimesi, "kevâkib" kelimesi ile beyan edilmiş
olur.
[9]
Yukarıdaki ayetlerin sonunda yer alan "külli
cânib: her yandan", "azâ-bun vâsıb: sürekli bir azap",
"şihâbun sâkıb: delici bir alev" kelimelerinde ve keza 11. ayette
gelecek olan "tînin lâzib: cıvık çamur" ifadesinde
mu-râ'âtu'l-fevâsıl denen özellik (ayet sonlarında yer alan kelimeler arasında
ahenk ve ses uyumu bulunması özelliği) vardır ki bu özellik, anlatımda bediî
güzelliklerdendir.
[10]
"en yakın göğü" Bu gök, yeryüzünde
yaşayanlar bakımından göklerin en yakın olanıdır. Yani "size en yakın
gök" demektir. Buradaki "dünyâ" kelimesi, "ednâ"
kelimesinin müennesidir.
"...yıldızlarla süsledik." Göğün süslenmesi
ya bu yıldızlarla veya bunların ışıklarıyladır.
"Ki onlar" şeytanlar mele-i alayı
dinleyemezler." Bu cümle, yeni bir sözün başlangıcıdır, mübtedadır.
Allah'ın göğü kendilerinden korumasından sonra onların durumunu beyan
etmektedir. Bunun, her şeytanın sıfatı olarak alınması doğru değildir. Zira bu
ayetin ifadesi buradaki korumanın, dinleyemeyen şeytanlara karşı olmasını
gerektirir. Buradaki "lâ yessem-ma'ûn (dinleyemezler)" kelimesi
"lâ yetesemma'ûn" anlamındadır.
"el-Mele"' Bir görüş üzerinde toplanan
cemaat demektir. Burada bu kelimeden kastedilen, gökteki meleklerdir.
"el-Meleu'l-a'lâ" ise en yakın gök-tekiler ve daha yukarıdakiler
anlamındadır.
"Her yandan" göğün her tarafından
"kovularak atılırlar" Delici alevle taşlanırlar. Bunlar şeytanlardır,
"uzaklaştırılırlar" tardedilip uzaklaştırılırlar. "Onlar için"
ahirette "sürekli" daimi veya şiddetli "bir azap vardır."
"Hatfa" bir kere oluş bildiren bir
masdardır. Birden bire kapıvermek ve süratle almak anlamındadır. "Yalnız
bir söz çalan müstesna." ayetindeki istisna "dinleyemezler"
kelimesinin zamirine matuftur. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: Meleklerden
bir kelime duyup da onu süratle kapıveren şeytan dışında başkası dinleyemez,
"onu da delici" delip geçici ve yakıcı yahut üzerine düştüğü şeyi
delici "bir alev" ateşten yayılan bir alev "takip eder" ki
yıldız kayması gibi görülen şey budur.
[11]
Bu ayetler, Yüce Allah'ın varlığını ve kudretini
gösteren bir başka delili daha ihtiva etmektedir. Bu delil, birinci delilden
sonra ki o, göklerin ve yerin yaratılmasıydı- zikredilmiş ve Yüce Allah'ın,
insanoğluna en yakın gök olan dünya göğünü süslediği açıklanmıştır. Bunun iki
faydası vardır: Birincisi göğün bezeli olmasını temin etmek, ikincisi de onu,
itaatten çıkmış şeytandan korumak.
Razi'nin de dediği gibi -altıncı gökte bulunan ay dışında-
bu yıldızlar sekizinci gökte toplanmış oldukları halde ayetin ifadesi,
yıldızların dünyadan görünüşlerine uygun tarzda gelmiştir. Zira yeryüzünde
yaşayanlar göğe baktıkları zaman göğün bu yıldızlarla süslenmiş olduğunu görür
ve muhtelif şekilleriyle mavi zeminlerinde birer kıymetli parlak taş gibi parıldadıklarını
müşahede ederler.
[12]
"Şüphesiz biz en yakın göğü bir zinetle,
yıldızlarla süsledik." Yüce Allah, dünya göğünü ki bu gök, göklerin arza
en yakın olanıdır, güzellikte en güzide mevkide olan bir süsle süslemiştir. Bu
süs, yıldızlardır. Zira yıldızlar, kendilerine bakanların gözünde parlak
kıymetli taşlar gibidir.
"Ve onu itaatten çıkan her şeytandan
koruduk" Yani göğü, itaatten çıkan azgın her şeytandan muhafaza ettik.
Oraya kulak vermek istedikleri zaman kendilerine delici bir alev gelir ve
onları yakar. Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar mele-i alâ'yı dinleyemezler." Yani
şeytanlar, mele-i alâ'nm ki onlar, en yakın göğün ve daha yukarısının sakinleri
olan meleklerdir, sözünü dinlemeye muktedir olamazlar. Çünkü kendilerine alev
atılır. Şeytanların melekleri dinlemek istemesi, Allah'ın hüküm ve takdirinden
vahyettiği birşey hakkında konuştukları zaman olur.
Göklerin bu iki özellik veya yararını takrir eden birçok
ayet gelmiştir. Örnek olarak "Andolsun biz dünyaya en yakın göğü
kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara çılgın
ateş azabını hazırladık" (Mülk, 67/5) ve "Andolsun biz gökte burçlar
yaptık ve onu bakanlar için süsledik. Ve onu her taşlanmış şeytandan
koruduk" (Hicr, 15/16-17) ayetlerini zikredebiliriz..
"Her yandan kovularak atılırlar" Yani
gökyüzüne yükselip orada konuşulanlara kulak vermek istedikleri zaman
kendilerine her yönden delici alev atılır.
"ve uzaklaştırılırlar. Onlar için sürekli bir
azap vardır" Yani tardedile-rek uzaklaştırılırlar, oraya ulaşmaktan men
edilirler ve onlar için ahirette sürekli devam eden elim bir azap vardır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve onlara çılgın ateş azabını
hazırladık." (Mülk, 67/5)
"Yalnız bir söz çalan müstesna, onu da delici
bir alev takip eder" Yani şeytanlardan birinin bir söz çalması müstesna.
Şeytanlar o sözü gökten işitir ve altlarında bulunana, o da kendi altında
bulunana iletir. Belki delici alev, o sözü altlarmdakine iletemeden onları
yakalar; belki de delici alev kendisine ulaşmadan Allah'ın takdiriyle o sözü
altlarmdakilere ulaştırırlar ve alev ondan sonra kendilerine ulaşıp onları
yakar. O sözü ilettikleri ise onu kâhinlere götürür. Nitekim bu husus hadiste de
varit olmuştur.
Mele-i âlâdan bölük pörçük bir söz kapan şeytanın
ardından Allah, delip geçici bir yıldız veya aydınlık bir alev gönderir ve
böylece onu yakar. Belki yakmadığı da olur. Bu suretle o şeytan, ezberlediği o
sözü, avanesi olan kâhinlere ulaştırır. Buradaki "hatf' kelimesi, birşeyi
süratle almak, "sâkıb" kelimesi de "delici" anlamındadır.
Bu ayet üzerinde düşünüldüğünde şu gerçek sabit
olarak ortaya çıkmaktadır: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.) gönderilmeden önce
şeytanlar üzerine delip geçici alev bazen atılır, bazen de atılmazdı. Hz. Peygamber
(s.a.) gönderildikten sonra ise şeytanlar her yönden bu delip geçici alevlere
maruz kalmışlardır ve gök daha fazla korunmaya başlanmıştır. Bunun sonucu
olarak şeytanlar, mele-i âlâya kulak verip dinleme imkânı bulamamışlardır.
Sadece onlardan bazısının bir kelime kapıvermesi bunun istisnasıdır. Onu da
yeryüzüne inmeden önce de delip geçici bir alev izler. O şeytan, kapıverdiği o
kelimeyi avanesine iletir. Böylece kehanetin batıl, nübüvvet ve risaletin de
sabit olduğu ortaya çıkar[13] ve
onların, gizlice kulak verip dinlemeye çalışmaktan men edildikleri hususu,
şer'an mukarrer olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar,
meleklerin sözlerini dinlemekten uzaklaştırılmışlardır." (Şu'arâ, 26/212).
Yine Yüce Allah, göğün korunması ve şeytanlara alev atılmasından ibaret her
iki merhaleyi vasfederek şöyle buyuruyor: "Biz göğe dokunduk. Fakat onu
sert bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki hakikaten biz, haber
dinlemek için bundan önce onun bazı kısımlarında oturacak yerler bulup oturuyorduk.
Fakat şimdi kim dinleyecek olursa, kendisini gözetip duran bir alev
buluyor." (Cinn. 72/8-9)
Razi şöyle der: "Nesilden nesile tevatüren
nakledilen tarihî olaylar, Hz. Peygamber (s.a.)'in gönderilişinden önce bu
türlü alevler meydana geldiğini göstermektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.)'in
gelmesinden uzun zaman önce yaşamış bulunan bilge kimseler bunu zikretmişler
ve meydana gelmesinin sebepleri hakkında fikir beyan etmişlerdir. Bu olayların
Hz. Peygamber (s.a.)'in gelmesinden önce mevcut bulunduğu sabit olunca, bunların
meydana gelmesinin Hz. Peygamber (s.a.)'in gelişine bağlanması doğru olmaz. En
yakın ihtimal şudur: Bu olaylar Hz. Peygamber (s.a.)'in gelmesinden önce de
mevcuttu. Ancak Hz. Peygamber (s.a.) zamanında çoğalmış ve dolayısıyla
mucizelerin de çoğalmasına sebep teşkil etmiştir.[14]
Bu ayetler, aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1- En
yakın göğün yıldızlarla süslenmesi, şu iki yararı sağladığı içindir: Süs elde
edilmesi ve göğün, azgın şeytandan korunması.
2- Yüce
Allah bu şeytanları üç sıfatla nitelemektedir:
a) Onlar,
mele-i alâ'yı ki bunlar meleklerdir, dinleyemezler.
b) Her
yandan uzaklaştırılmak, yani tardedilmek suretiyle kovulurlar.
c) Onlar için
sürekli devam eden elem verici bir azap vardır.
Burada meleklerin "mele-i alâ" şeklinde
isimlendirilmesinin sebebi, onların göklerde meskûn olmasıdır. İnsan ve cinlere
gelince onlar "mele-i esfel'dir. Çünkü onlar, yeryüzünün sakinleridir.
Şeytanların gökten bu şekilde kovulmasının, Hz.
Peygamber (s.a.)'in gönderilmesinden önce mi, yoksa Hz. Peygamber (s.a.)'in
gönderilmesine bağlı olarak bi'setten sonra mı vaki olduğu konusunda ulema iki
görüş halinde ihtilâf etmiştir. İbni Abbas (r.a.)'dan, bu konuda birtakım
hadisler gelmiştir ki bunlar Cinn suresinde zikredilecektir. Bu hadislerin
arası daha önce de zikredildiği gibi şöyle birleştirilir: Sözkonusu şeytanlara
delici alev bazan atılır, bazen da atılmazdı ve bir yandan atılırken başka bir
yandan atılmazdı. (Bi'setten sonra ise) onlara, sürekli olarak elem veren alevler
her yönden atılır oldu.
3- "Yalnız
bir söz çalan müstesna" kavl-i ilâhisi, "Her yandan kovularak
atılırlar" ayetinin istisnasıdır. Yani, yalnız bir kelime kapıveren, yani
hırsızlama şeklinde çabucak kapan şeytan hariç, şeytanlar, Allah'ın hüküm ve
takdirinden emir buyurduğu vahiyleri dinleyemezler.
Bu konuda gelen sahih hadislerin muhtevasından ortaya
çıkan şudur: Şeytanlar, kulak verip dinlemek için gökyüzüne çıkardı. Allah,
yeryüzü hakkında birşey murat buyurup emrettiği zaman, gökte bulunanlar bu emir
üzerinde konuşurken, onlara en yakın olan şeytan o emri kendilerinden dinler
ve altında bulunana aktarırdı. Bu durumda onu belki delip geçici bir alev
yakar, ancak o, dinlediği sözü altındakine aktarmış olur. Belki de alev onu
yakmaz. Nitekim bu noktayı daha önce beyan etmiştik. Şeytanın, altındakine
aktardığı söz bu suretle kâhinlere kadar ulaşır, onlar da o söze yüz türlü
yalan katarlar. Bu sözler içinde sadece o kelime tasdik edilir. Cahiller ise
kâhinlerin bütün söylediklerini tasdik ederler.
Yüce Allah İslâm dinini gönderdiği zaman ise gökyüzü,
daha sıkı bir şekilde korundu ve şeytanın oradan birşey dinleme imkânı kalmadı.
Burada zikri geçen "atılan yıldızlar",
gökyüzünde yörüngesinde akıp giden yaldızlar değil, insanların, kayarken
gördüğü yıldızlardır. Çünkü öbür yıldızların hareketi görülmezken, kayan
yıldızların hareketi görülür. Zira kayan yıldızlar bize daha yakındır.
[15]
11- Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından kendileri
mi daha çetin, yoksa bizim diğer
yarattıklarımız mı? Hakikat biz onları
bir cıvık ça-murdan yarattık.
12- Hayır, sen şaşırdm. Onlarsa
13- Kendilerine öğüt verilince düş nüp de öğüt kabul
etmezler.
14- Bir ayet gördükleri zaman onunla alay ederler.
15- "Bu, apaçık bir büyüden başka birşey
değildir." derler.
16- "Yani biz ölüp de toprak ve bir yığın kemik
olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?"
17- "Evvelki atalarımız da mı?"
18- De ki: "Evet, hem de hor ve hakir
olarak."
19- İşte o, bir tek korkunç sesten ibarettir ki,
onların birden bire gözleri açılı-verecektir.
20- 'Eyvah bize." derler, "bu, din
günüdür."
21- Evet bu sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme
günüdür.
"Sen şaşırdm. Onlarsa alay ediyorlar"
cümlesindeki "şaşırma" ve "alay etme" arasında tezat
vardır.
[16]
"Şimdi onlara sor" Dirilişi inkâr eden
Mekke müşriklerinden veya Ademoğullarından haber vermelerini iste.
"Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer
yarattıklarımız mı?" Beden olarak kuvvetli, uzuv itibariyle azametli ve
yaratılış olarak çetin olan onlar mı, yoksa yarattığımız melekler, gökler, yer
ve bunlar arasındakilerle doğular, yıldızlar ve delici alevler mi?
"Hakikat biz onları" yani onların aslı olan Hz. Adem (a.s.)'i
"bir cıvık çamurdan" yani ele yapışan yapışkan çamurdan
"yarattık."
Buna göre anlam şöyle olur: Bu zayıf şeyden
yaratılmış oldukları halde ahireti nasıl uzak sayıp inkâr ediyorlar? Onların
yaratılışları zayıftır. Şu halde kolayca helak edilmelerine yol açacak olan Hz.
Peygamber (s.a.)'i ve Kuranı inkârla büyüklenmesinler.
"Hayır" Bu kelime, cümle içinde bir maksadı
ifadeden diğerine, yani Hz. Peygamber (s.a.)'in ve inkarcıların halini haber
vermeye geçiş içindir. Ey Muhammed (s.a.)! Onların seni yalanlamalarından, Yüce
Allah'ın kudretini ve dirilişi inkâr etmelerinden dolayı "sen şaşırdın.
Onlarsa alay ediyorlar" Yani senin şaşırman ve dirilişin ispatı konusunda
söylediklerinden dolayı alay ediyorlar.
"Kendilerine öğüt verilince düşünüp de öğüt
kabul etmezler." Yani kendilerine Kur'an'la nasihat edilince nasihat
dinleyip ibret almazlar.
"Bir ayet" Hz. Peygamber (s.a.)'in,
doğruluğunu gösteren -ayın ikiye bölünmesi gibi- bir mucize "gördükleri
zaman onunla alay ederler", alay ve eğelenmede aşırı giderler.
"Bu, apaçık bir büyüden başka birşey
değildir" derler." Yani "Senin bize getirdiğin bu Kur'an, açık
ve zahir bir sihirden başka birşey değildir" derler. "Yani biz ölüp
de toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek
misiz?" Yani öldüğümüz zaman diriltilecek miyiz? Buradaki soru edatının
kâfirler tarafından tekrarlanarak söylenmesi, onların inkârdaki aşırılığını ve
dirilmenin, onlara göre bizatihi inkâr edilen birşey olduğunu anlatır. Bu durumda
inkârın daha da şiddetli olduğu ifade edilmiş olmaktadır.
"Evvelki atalarımız da mı?" Ayetin Arapça
metnindeki "hemze" harfi soru edatıdır ve "vav" harfi ile
"inne" harfi yerine atfedilmiştir. Cevabı ise "Bu, apaçık bir
büyüden başka birşey değildir." cümlesidir. Yahut da bu edat, "Biz mi
diriltilecek misiz?" cümlesindeki zamire atfedilir. Buradaki ayırıcı ise
soru edatı olan "hemze"dir. Bu takdirde de anlam, "Evvelki atalarımız
da mı diriltüecekmiş?" şeklinde olur.
"De ki: "Evet, hem de hor ve hakir"
zelil "olarak." diriltileceksiniz. "İşte o, bir tek korkunç
sesten" bir sayhadan "ibarettir." Bu cümle mukadder bir cevap
cümlesi için gelmiş bir şart cümlesidir. Yani dirilme vuku bulduğu zaman. Zira
dirilme, bir tek yeni sayhadır ki o da Sûr'a ikinci üfürülüştür. Araplar
"Çoban sürüsünü zecretti" derler ki, "onlara bağırdı ve
dönmelerini emretti." demektir.
"ki, onların birden bire gözleri
açılıverecektir." Yani mahlukât, kabirlerinden canlı varlıklar olarak
birden bire kalkmış oldukları halde, kendilerine ne yapıldığına bakacaklar.
Kâfirler "Eyvah bize" derler "helak olduk." Buradaki
"veylenâ" kelimesi, fiili olmayan bir masdardır. "helak
vakti" anlamında olduğu da söylenmiştir, "bu, din" yani hesap
ve ceza "günüdür."
"Evet bu... ayırdetme günüdür" Buradaki
"ayırdetme", mahlukât arasında hüküm ve kazanın icra edilmesi ve
iyilerin kötülerden ayrılması anlamındadır. Bu cümle, meleklerin söyleyeceği
bir sözdür.
[17]
Yüce Allah bu sureyi, yaratıcının varlığı, kudreti ve
birliğine açık bir şekilde delâlet eden bir delil ile açmaktadır. Bu delil
göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki mahlukâtın, doğuların ve batıların
yaratılışıdır. Bunun hemen akabinde de öbür dünyanın, yani haşr, neşr ve
kıyametin ispatı yer almaktadır.
Kur'an-ı Kerim'in temel amacının, şu dört esası
açıklamış olduğu malûmdur: İlahiyata ilişkin konular, ahiret, peygamberlik,
kaza ve kaderin ispatı.
[18]
"Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından
kendileri mi daha çetin, yoksa bizim diğer yarattıklarımız mı?" Yani Ey
peygamber! Dirilişi inkâr eden o kimselere kendilerinin mi, yoksa gökler, yer
ve bu ikisi arasındaki meleklerin, şeytanların ve büyük mahlukâtın mı
yaratılış bakımından daha çetin veya var edilmek bakımından daha zorlu olduğunu
sor. Bu ayet, Eşedd b. Kelede ve benzeri kimseler hakkında inmiştir. Bu zata
Eşedd denmesinin sebebi oldukça kuvvetli ve zorba biri olmasıdır.
Buradaki soru, azarlama ve serzeniş maksatlıdır. Zira
bahse konu kimseler, bu mahlukâtın yaratılış bakımından kendilerinden daha çetin
olduğunu kabul ediyorlar. Eğer böyleyse, inkâr ettikleri şeyden (dirilişten)
daha zor olan şeylerin varlığını gördükleri halde dirilişi niçin inkâr ediyorlar?
Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların
yaratılışından elbette daha büyük birşeydir. Fakat insanların çoğu
bilmezler." (Gâfir, 40/57), "Gökleri ve yeri yaratan, onların
benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?" (Yâ-Sîn, 36/81).
Daha sonra Yüce Allah, diğer mahlukâtla insanın
yaratılışı arasındaki bu farkın nasıl olduğunu açıklıyor ve şöyle buyuruyor:
"Hakikat biz onları bir cıvık çamurdan yarattık." Yani biz onların
aslını -ki o Hz. Adem (a.s.)'dir-, ele yapışan yapışkan bir çamurdan yarattık.
Onlar bu zayıf maddeden yaratıldıkları halde yaratılışın yine topraktan -veya
kişi suda öldüğü zaman toprağa karışan sudan- tekrarlanmasından ibaret olan
ahi-reti nasıl uzak görüp inkâr edebiliyorlar? Oysa yaratılış bakımından kendilerinden
daha kuvvetli, büyük ve mükemmel olanlar bu hususu inkâr etmiyorlar!..
Daha sonra Kur'anî beyan, bir üslûptan diğerine
geçmekte ve Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, sen şaşırdın. Onlarsa alay
ediyorlar." Yani senin onlara bunu sormana hacet yok. Zira onlar inatçı
kimselerdir. Ve sen Ey Muhammed (s.a.)! Dirilmeyi inkâr eden bu kimselerin
yalanlamasına şaşırıyorsun. Çünkü sen, Allah'ın yaratması, kudreti ve fena
bulduktan sonra bedenlerin yeniden diriltileceğim bildiren ilâhi haber
konusunda tam bir yakinî imana sahipsin. Onlar ise tam tersine, senin diriliş
hakkında söylediklerinle ve kendilerine gösterdiğin delil ve ayetlerle alay
edip eğleniyorlar!
Yahut bu ayetin anlatmak istediği şudur: Sen Allah'ın
bu azametli varlıklar üzerindeki kudretine şaşırdm, onlarsa tam aksine seninle,
senin bu taaccübünle ve kendilerine gösterdiğin, Allah'ın kudretini ispat eden
eserlerle alay ediyorlar.
Bu ayetin anlamı şöyle de olabilir: Onlar diriliş
konusuyla alay ederken sen de onların bu inkârına şaşırdm.
"Kendilerine öğüt verilince düşünüp de öğüt
kabul etmezler." Yani olara Allah ve Rasulünün nasihatleri söylendiği
zaman büyüklenmeleri, inatçı ve katı kalpli olmaları yüzünden öğüt almaz ve bu
nasihatlerden istifade etmezler. "Bir ayet gördükleri zaman onunla alay
ederler." Yani kendilerini tasdik ve imana götürecek olan peygamberi mucizelerinden
birini veya açık bir delili gördükleri zaman alay ve eğlenmede aşırı giderler
ve eğlenip gülüşmek, hep birlikte alay etmek için birbirlerini çağırırlar.
"Bu, apaçık bir büyüden başka birşey değildir,
derler." Yani şöyle derler: Bize getirdiğin bu deliller, açık ve belirgin
bir büyüden başka birşey değildir. Bunlara iltifat edilmez ve biz böyle
şeylere aldanmayız. Bu, daha önce yaşamış olan büyücülerin miras ve
geleneğidir.
Daha sonra bu kimseler, inkârlarını diriliş üzerinde
yoğunlaştırıyorlar ve şöyle diyorlar:
"Yani biz ölüp de toprak ve bir kemik yığını
olduğumuz zaman mı, biz mi diriltilecek misiz?" Yani senin söylediklerinin
en gariplerinden biri de diriliş konusudur. Biz öldükten ve çürümüş kemik ve
toprak haline geldikten sonra diriltilecek miyiz?
"Evvelki atalarımız da mı?" Daha önceleri
yaşamış bulunan ve ölümleri üzerinden çok uzun yıllar geçmiş olan babalarımız
ve dedelerimiz de mi diriltilecek?
Bu soruya Yüce Allah şöyle karşılık veriyor:
"De ki: "Evet, hem de hor ve hakir
olarak." Yani Ey peygamber! Onlara de ki: Evet! Toprak haline geldikten
sonra bir daha diriltileceksiniz ve sizler bu anda, o azim kudretin hükmü
altında hor, hakir ve zelil kimseler olacaksınız. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyuruyor: "Hepsi hor ve hakir olarak O'na gelirler" (Nemi, 27/87),
"Bana ibadetten büyüklük taslayarak imtina edenler, hor ve hakir olarak
cehenneme gireceklerdir." (Gâfir, 40/60)
"İşte o, bir tek korkunç sesten ibarettir ki,
onların birden bire gözleri açılıverecektir" Yani Allah'ın kudretine göre
iş gerçekten kolaydır. Diriltmek zor ve güç değildir. Zira diriliş, Allah'ın
bir emriyle İsrafil (a.s.) tarafından Sûr'a bir kere üflenmesiyle çıkacak bir
sayhadan ibarettir. Bu ses, onları yerden çıkmaya çağırır. O zaman insanların
tümü, yerdeki kabirlerinden kalkmış, diri olarak Yüce Allah'ın huzuruna
toplanmış olurlar ve kıyametin dehşetine bakakalırlar.
Daha sonra Allah Tealâ, o kimselerin, kıyametin
dehşetini bizzat yaşadıkları zaman kendi nefislerini kınayacaklarını haber
veriyor ve şöyle buyuruyor:
"Eyvah bize" derler, "bu, din
günüdür." Yani dünyadayken dirilişi inkâr edip yalanlayanlar, "helak
ve veylolsun bize! Dünyadayken işlediğimiz, Allah'ı inkâr ve peygamberleri
yalanlama gibi amellerin karşılık ve cezasının görüleceği zaman geldi." derler
ve ah vah edip hayıflanarak kendilerine beddua ederler. Çünkü onlar o gün
başlarına geleni bilirler.
Bu durumda melekler onlara şöyle mukabele eder:
"Evet bu sizin yalanlamakta olduğunuz ayırdetme
günüdür." Yani bu, insanlar arasında hüküm ve kazanın sağlam ve kesin bir
şekilde icra edileceği gündür ki bu gün iyiyle kötü birbirinden ayırdedilir,
hak ehli, batıldan ayrılır ve biri cennete giderken diğeri ateşi boylar.
[19]
Bu ayetler, aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Allah
Tealâ, ahiretin ispatını iki yönden temellendirmektedir;
a) İnsanın
yaratılışından daha zor, çetin ve güç olan gökleri, yeri, dağları ve denizleri
yaratmaya kadir olması hasebiyle Yüce Allah'ın insanı da tekrar yaratmaya kadir
olması gerekir.
b) Yüce
Allah insanı birinci defa yaratmaya kadir olmuştur. Burada fail Allah,
yaratılan ise insandır ve gerek Allah gerekse insan, oldukları hal üzere devam
etmektedirler. Şu halde Allah'ın yaratma kudretinin diriliş, haşir ve neşirden
ibaret olan ikinci durumda da kendisinde bulunması gerekir.
Bu da diriliş ve kıyametin caiz ve mümkün olduğunu
gösterir.
2- Hz.
Adem (a.s.)'in yaratılışı çamurdandı. Aynı şekilde her insanın yaratılışı da
çamurdandır. Çünkü insanın oluşumu kandandır. Kan gıdadan, meydana gelir. Gıda
ise ya hayvani veya bitkisel ürünlerden oluşur. Hayvan ve bitkilerin hayatı da
arzın toprağından neşet eder. Zira ürünler, taneler, otlar vb. de suyla hayat
bulan topraktan çıkar.
3- Hz.
Peygamber (s.a.), Mekke müşriklerinin ve diğer insanların inkârına
şaşırmıştır. Çünkü Allah'ın büyük kudretini, yarattığı hayretengiz şeyleri,
iradesinin ve dilemesinin gücünü müşahededen dolayı iman ve ya-kîn O'nun
kalbine yerleşmişti.
4- Yüce
Allah, diriliş ve kıyametin mümkün olduğu noktasında kesin delil gösterdikten
sonra inkarcılarla ilgili bazı şeyler anlatmaktadır ki bunları şöyle
maddeleştirebiliriz:
a) Daha
önce de geçtiği gibi onlar, Hz. Peygamber (s.a.)'in hak üzerindeki ısrarıyla
eğlenirken Hz. Peygamber (s.a.) de onların inkârdaki ısrarına şaşırmıştır. Bu,
o kavimlerin iman etmekten alabildiğine uzak ve ters istikametlerde
bulunduklarını göstermektedir.
b) Bu
kimselere gerek Kur'an, gerekse aklın kabul ettiği şeyler ile nasihat edildiği
zaman öğüt almaz ve istifade etmezler.
c) Onlar
bir mucize gördükleri zaman alay etmede aşırı gider ve hep birlikte eğlenip
alay etmek için başkalarını da çağırırlar.
d)
Onların, ayet ve mucizeyle alay etmelerinin sebebi, bunların birer büyü
olduğuna inanmalarındandır.
5- Diriliş
ve kıyametin mümkün olduğunu aklî delille ispat ettikten sonra Yüce Allah,
kıyametin kopacağı konusunda da kesin bir sem'î-naklî delil ikame etmekte ve
gerek onların, gerekse geçmişlerinin ölüp de toprak ve çürümüş kemikler haline
geldikten sonra dirilecekleri konusundaki inkârlarına cevap olarak
"Evet." buyurmaktadır.
6-
Kıyametin kopacağını iki delille ispat ettikten sonra Allah Tealâ, kıyametin
hallerini zikretmektedir. Bunlar üç haldir:
a) Kıyamet,
insanları topraktan çıkmaya çağırmak için Allah'ın emriyle İsrafil (a.s.)'in
Sûr'a üfürmesinden ibaret olan bir sayhadan başka birşey değildir. Onlar da bu
çağrıya hemen itaat ederler. O zaman onlar diri varlıklar olarak kabirlerinden
kalkar, kıyametin dehşetli hallerine ve birbirlerine bakarlar.
b)
Peygamberleri yalanlayan kimselerin, kabirlerden kalkıştan sonra "Vah
bize! Küfür ve peygamberleri yalanlama tarzındaki amellerimizden ötürü
cezalandırılacağımız gündür bu" demeleri, kıyamet günü vuku bulacak
olaylardandır.
c) Melekler de
onlara şöyle cevap vereceklerdir: "Bu, kesin olarak ayrılma ve iyi ile
kötünün ayırdedileceği hüküm ve kaza günüdür."
[20]
22- Toplayın o zalimleri, onların yoldaşlarını ve
tapmakta olduklarını
23- Allah'ı bırakıp da. Onları cehennemin yoluna
götürün.
24- Hapsedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.
25- Size ne oldu da birbirinize yardım etmiyorsunuz?
26- Hayır, bugün onlar zilletle boyun eğmişlerdir.
27- Birbirlerine yönelip, biri diğerini sorumlu
tutmaya kalkışır.
28- "Siz bize sağdan gelirdiniz." der-
29- Onlar da "Hayır. Siz zaten inanan kimseler
değildiniz." derler.
30- "Ve bizim sizi zorlayacak gücümüz de yoktu.
Siz kendiniz azgınlar güruhu idiniz.
31- Artık Rabbimizin sözü bize hak oldu. Şüphesiz
azabımızı tadacağız.
32- Sizi azdırdık. Çünkü kendimiz azmıştık."
33- Şüphe yok ki, o gün onlar azap çekmede
ortaktırlar.
34- İşte biz suçlulara böyle yaparız.
35- Çünkü onlar, kendilerine "Allah'tan başka
ilâh yoktur." dendiği zaman büyüklük taslarlardı.
36- "(Dinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı
mı terkedeceğiz?" derlerdi.
37- Hayır o hakkı getirmiş ve peygamberleri de
doğrulamıştı.
"Onları cehennemin yoluna götürün" Buradaki
"götürün" cümlesinde "hidayet" kelimesinin kullanılması,
alaycı bir üslûp ifadesidir. Çünkü hidayet kişiyi ateş yoluna değil, nimet
yoluna, doğru yola götürmektir.
"sağdan" denirken istiare sanatı
kullanılmıştır. Hayrı gösterme yönü veya şiddet ve kuvvet ya da din yönü
kastedilmektedir.
"onlar, kendilerine "Allah'tan başka ilâh
yoktur" dendiği zaman" ifadesinde hazif yapılarak mana kısaca dile
getirilmiştir. Yani "Allah'tan başka ilâh yoktur deyin." dendiği
zaman. Ayetin devamı buna delâlet ettiği için burada hazif yapılmıştır.
[21]
"Toplayın" meleklere, "onları
toplayın" denecektir. Buradaki "uhşurû" kelimesi, "haşr'dan
gelmekte olup "toplamak" demektir. Şirk koşmak suretiyle nefislerine
zulmeden "o zalimleri." yani müşrikleri. Bu cümle, Allah tarafından,
zalimleri bulundukları yerden, toplanma yerine getirmeleri için verilen bir
emirdir, "onların yoldaşlarını" benzerlerini ve onlar gibi olanları.
Buna göre puta tapan puta tapanlarla, yıldızlara kulluk eden de yine kendisi
gibi yıldızlara kulluk edenlerle birlikte, aynı şekilde içki içenler bir arada
ve zina edenler de bir arada haşredüeceklerdir. Buradaki "ez-vâc
(yoldaşlar)" kelimesinden, bu kimselerin şeytanlardan olan dostlarının
kastedildiği de söylenmiştir, "ve tapmakta olduklarını, Allah'ı bırakıp
da" müşrikleri daha fazla tahassüre sevketmek ve mahcup duruma düşürmek
için, Allah'ı bırakıp da kendisine taptıkları put vb. şeyler de
haşrolunacak-tır. Bu ayet umum ifade etmekle birlikte, şu ayet ile tahsis
edilmiştir: "Şüphe yok ki bizden kendileri için en güzel bir mutluluk
takdir edilmiş olanlar, işte bunlar cehennemden uzaklaştırılmışlardır."
(Enbiyâ, 21/101).
"Onları cehennemin yoluna" ateşin yoluna
götürün." onlara rehberlik edip, o yola girsinler diye cehennemin yolunu
kendilerine öğretin.[22]
"Hapsedin onları" Durak yerinde veya
Sıratın yanında onları hapsedin. "Çünkü onlar" itikat ve
amellerinden "sorumludurlar."
"Size ne oldu da birbirinize yardım
etmiyorsunuz?" Tıpkı dünyada olduğu gibi birbirinizi azaptan korumak için
yardımlaşmıyorsunuz? Bu, onlar için bir azarlama ve serzeniş ifadesidir.
"Hayır, bugün onlar zilletle boyun eğmişlerdir."
Acizliklerinden dolayı itaat etmiş ve zilletle boyun eğmişlerdir.
"Biri diğerini sorumlu tutmaya kalkışır"
Birbirlerini kınar ve çekişirler. Azarlamak için birbirlerini sorumlu tutarlar
ve uyanlar, uyduklarına
"Siz bize sağdan" en sağlam taraftan ve
-hak-hakikat üzere bulunduğunuza dair yemin ettiğiniz için- size itimat
ettiğimiz hususlarda iyiliği tavsiye eder gibi "gelirdiniz." Biz de
sizi tasdik ettik ve size uyduk derler. Yani siz bizi dalâlete düşürdünüz.
"Onlar da" kendilerine uyulanlar "Hayır.
Siz zaten inanan kimseler değildiniz" derler." Yani siz zaten mümin
değildiniz. Dolayısıyla bizden size karşı, imandan dönüp de bize rücu etmenize
yol açan bir saptırma hadisesi vuku bulmuş değildir. "Ve bizim sizi
zorlayacak gücümüz de yoktu." Bizden size musallat olan ve bize uymanız
konusunda sizi çaresiz bırakan bir güç ve galebe de sözkonusu değildi.
"Siz kendiniz azgınlar güruhu idiniz" Siz
de bizim gibi bilerek ve isteyerek tuğyan ve dalâleti isteyen, isyan konusunda
haddi aşan kimselerdiniz.
"Artık Rabbimizin" azap "sözü
bize" hepimize toptan "hak" gerekli "oldu." Bu azap
sözü "Mutlaka cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen
dolduracağım" (Secde, 32/13) kavl-i ilâhisidir. "Şüphesiz azabımızı
tadacağız" Şüphesiz bu söz sebebiyle hepimiz toptan cehennem azabını
tadacağız.
"Sizi azdırdık" Sizi azgınlığa ve dalâlete
çağırdık. "Çünkü kendimiz azmıştık." dalâlete düşmüştük.
"Şüphe yok ki o gün onlar azap çekmede
ortaktırlar." Bu, Yüce Allah'ın sözüdür. Şu halde onlar, -uyanlar ve
kendilerine uydukları kimseler- kıyamet günü azapta hep birlikte ortaktırlar.
Çünkü azgınlıkta da ortaktılar.
"İşte biz suçlulara böyle yaparız." Yani
bunlar dışındaki müşriklere de bu yaptığımız gibi yapar, ister uyan, isterse
uyulan kimseler olsun onlara azap ederiz.
"Çünkü onlar" bu kimseler kelime-i tevhid'i
söylemeye yanaşmayarak veya kendilerini kelime-i tevhid'i söylemeye çağıran
kimselere karşı "büyüklük taslarlardı."
"Cinlenmiş bir şair için" Bununla Hz.
Muhammed (s.a.)'i kasdetmiş-lerdir.
"Hayır o hakkı getirmiş ve peygamberleri de
doğrulamıştı." Bu ifadeyle Yüce Allah onların iddialarını reddetmektedir.
Zira bu peygamber, Kur'an'ı getirmiştir. Şu halde bu ayetin manası şöyle olur:
Onun getirdiği tevhid, apaçık hüccetlerle sabit olmuş bir haktır ve bütün
peygamberler bu tevhid esası üzerinde birbirlerine muvafakat halindedirler.
[23]
Varlığını, ilmini, kudretini, birliğini ve kıyameti
ispattan sonra Yüce Allah, kâfirlerin ahiretteki ahvalini zikretmektedir. Onlar
kendilerine yardım edecek ve azaptan kurtaracak birini bulamadan- cehenneme
sürü-
lecekler, daha sonra aralarında geçen olaylar
konusunda birbirlerini kınayacaklar ve uyanlar, uydukları kimselerle
hasımlaşarak çekişeceklerdir. Ancak onların hepsi, dünyadayken kelime-i
tevhid'i söylemekten büyüklenerek yüz çevirdikleri ve Hz. Peygamber (s.a.)'e,
"cinlenmiş bir şair" diyerek iftira attıkları için azapta eşit ve
ortaktırlar. Oysa Hz. Peygamber (s.a.) hak olduğu inkâr edilemez bir şekilde
sabit olan bir şey getirmiştir ki o, bütün peygamberlerin insanları kendisine
çağırdıkları kelime-i tevhid'dir.
[24]
"Toplayın o zalimleri, onların yoldaşlarını ve
Allah'ı bırakıp da tapmakta olduklarını." Bu ayette Allah meleklere, şu
üç sınıfı -şirk ve günahları sebebiyle ziyadesiyle utandırıp hüsrana uğratmak
maksadıyla- hesap görülecek yerde bir araya toplamalarını emir buyurmaktadır:
a) Zalimler
ve müşrikler,
b) Onların
yoldaşları, emsal ve benzerleri,
c) Allah'ı
bırakıp da tapmakta oldukları put vs.
Buradaki "zulüm", şirk anlamındadır. Zira Yüce
Allah "Çünkü şirk büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) buyurmuştur.
Bu, ya Yüce Allah'ın meleklere, ya da meleklerden bir
kısmının diğer bir kısmına hitabıdır. Yani zalimleri, onların kâfir eşlerini,
yoldaş ve emsalini toplayın.
Müşrikler, şirkte onlarla benzer tutum içinde
olanlar, küfürde onlara uyanlar, peygamberleri yalanlama konusunda onlara
taraftarlık edenler ve onlara dostluk gösteren şeytanlar haşredilirken her
kâfir, şeytanıyla birlikte, aynı şekilde günahkârlar da kısım kısım birlikte
haşredileceklerdir. Zina ehli olanlar bir arada, faizciler bir arada, içki
içenler bir arada...
"Onları cehennemin yoluna götürün." Yani
daha fazla alay ve tahkire maruz kalmaları için, hasredilen bu kimselere
cehennemin yolunu gösterin ve tanıtın.
"Hapsedin onları. Çünkü onlar
sorumludurlar." Yani onları dünyadaki inançları, kendilerinden sadır olan
sözleri ve amelleri konusunda hesaba çekilmek üzere durak yerinde hapsedin.
Tirmizî'nin İbni Mesud (r.a.)'dan rivayet ettiği bir
hadiste şöyle buyu-rulmuştur:"Ac?emoğZu, şu beş şeyden hesaba çekilmedikçe
Rabb'inin huzurundan ayrılamaz: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nerede
harcadığı, malını nerede kazanıp nereye sarfettiği ve öğrendikleriyle ne amel
işlediği."
"Size ne oldu da birbirinize yardım
etmiyorsunuz?" Yani onlara, başa kakma ve azarlama yollu şöyle denir: Size
ne oldu ki dünyada olduğu gibi burada da birbirinize yardım etmiyorsunuz? Zira
Ebû Cehil Bedir savaşı
esnasında "Bizler bugün yek vücut, yenilmez bir
topluluğuz. Muham-med'den ve arkadaşlarından intikam alacağız." demişti.
İşte kıyamet günü de onlara "Size ne oldu da birbirinize yardım
etmiyorsunuz?" denecek.
"Hayır, bugün onlar zilletle boyun
eğmişlerdir" Yani aksine onlar bugün Allah'ın emrine boyun eğmişlerdir.
Bu emre muhalefet edemez, ondan yüz çeviremezler. Çünkü başka bir çıkar yol
bulmaktan acizdirler. Onun için de herhangi bir hususta asla münakaşa edip
çekişemezler.
Kıyamet meydanları içindeki bu durak yerinde
aralarındaki meselede birbirlerini kınarlar, uyanlarla onların önderleri
hasımlaşır. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Birbirlerine yönelip, biri diğerini sorumlu
tutmaya kalkışırlar." Yani bu kâfirlerden uyanlar ve kendilerine önderlik
yapanlar öne çıkarak tıpkı cehennemin aşağı tabakalarında hasımlaştıkları gibi
kıyamet durağında da birbirlerine azarlama, serzeniş ve çekişme yollu soru
sorarlar. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır: "Zayıflar, büyüklük
taslayan önderlerine, "Biz size tabi idik. Şimdi siz Allah 'm azabından en
ufak birşeyi bizden savabilir misiniz?" dediler. Büyüklük taslayanlar da,
"... Şimdi bizler sızlan-sak da katlansak da birdir. Bizim için sığınacak
hiçbir yer yoktur" dediler." (İbrahim, 14/21)
"Siz bize sağdan gelirdiniz, derler." Yani
uyanlar, kendilerine önderlik edenlere şöyle dediler: Sizler bize iyilik
maskesi altında gelirdiniz. Bu suretle bizi doğru yola girmekten alıkoydunuz.
Buradaki "sağ" kelimesinin, kuvvet ve
galebe anlamında kullanılmış olduğu da söylenmiştir. Yani sizler bize kuvvet
ve galebe kullanarak ve dünyadayken bize karşı sahip olduğunuz egemenlik ve
liderlik otoritesiyle gelirdiniz. Bu suretle bizi dalâlete sürüklediniz ve
dalâleti bize zorla dayattınız.
Bu ifadenin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir:
Sizler bize din konusunda çeşitli görüşler telkin ederdiniz. Bu suretle dini
hafife almamıza sebep oldunuz ve bizi ondan soğuttunuz. Nitekim günümüz
liderlerinin ve dostlarının yaptığı da budur! Buradaki "derler"
kelimesi, mukadder bir sorunun cevabıdır, dolayısıyla bu ifade isti'naf-ı bey
anîdir (konuyu açıklamak için başlanan yeni bir sözdür).
Onların bu sözlerine, başı çeken liderler iki şekilde
cevap verirler:
1- "Onlar
da "Hayır. Siz zaten inanan kimseler değildiniz." derler." Yani
hayır, siz kendiniz iman etmeye razı olmamıştınız ve iman edebileceğiniz halde
küfrü seçerek imandandan yüz çevirmiştiniz. Sizin kalpleriniz küfür ve isyanı
kabul etmişti ve sizler zaten küfür üzereydiniz.
Buradaki "derler" kelimesi de muhatapları,
yani küfrün önderlerini ya da cinleri ifade etmektedir.
2- "Ve
bizim sizi zorlayacak gücümüz de yoktu. Siz kendiniz azgınlar güruhu
idiniz." Yani bizim size karşı bir hüccetimiz veya iman etme konusundaki
seçim ve isteğinizi engelleyecek bir egemenliğimiz yoktu. Aksine azgınlık,
küfürde haddi aşma ve peygamberlerin size getirdiği hakka karşı ifrata düşme
tavrı sizin içinizde vardı. Biz sizi küfre sadece çağırdık, siz de zorla değil,
kendi seçiminizle bu çağrıya icabet ettiniz.
"Artık Rabbimizin sözü bize hak oldu. Şüphesiz
azabımızı tadacağız." Yani Rabbimizin hükmü hem bizim, hem de sizin
üzerinize gerekli ve Rabbimizin kavli kaçınılmaz oldu. Bu, Yüce Allah'ın şu
kavlidir: "Senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden cehennemi
dolduracağım." (Sâd, 38/85) O halde bize vaat edilen azabı mutlaka
tadacağız ve bizler kıyamet günü kaçınılmaz olarak azabı tadıcılanz.
Ebû Hayyân şöyle emiştir: Zahire göre buradaki
"Şüphesiz ... tadacağız, kavli, küfrün önderleri ve onlara uyanlar olarak
hepsinin azabı tadacakları konusunda liderlerin verdiği bir haberdir.
"Sizi azdırdık. Çünkü kendimiz azmıştık."
Yani biz sizi saptırdık ve dalâlete, içinde bulunduğumuz azgınlığa çağırdık;
siz de bize icabet ettiniz.
Uyanlar ve kendilerine uydukları önderleri arasındaki
bu münakaşa ve çekişmeden sonra Yüce Allah, her iki sınıfın da duçar olacağı
azabı şöyle vasfediyor:
"Şüphe yok ki o gün onlar azap çekmede
ortaktırlar." Yani hem uyanlar, hem de kendilerine uydukları kimseler,
veya hem tabi olanlar, hem de liderler -tıpkı dalâlet ve küfürde müşterek
oldukları gibi- o zaman kaçınılmaz olarak azapta da topluca müşterektirler.
Hepsi kendi ameli dolayısıyla cehennemdedir.
Onların azapta ortak oluşu, her suçlu kâfir konusunda
olduğu gibi adil bir karşılıktır. Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İşte biz suçlulara böyle yaparız." Yani
müşriklere buna benzer bir cezayla karşılık veririz ve herkes, işlediği amelin
karşılığını bulur.
Bu azabın sebebi şu ayette ifadesini bulmaktadır:
"Çünkü onlar, kendilerine "Allah'tan başka
ilâh yoktur." dendiği zaman büyüklük taslarlardı." Yani onlar,
Allah'tan başka ilâh yoktur, demek olan kelime-i tevhide çağırıldıklarında,
büyüklenerek bu çağrıyı kabullenmez, müminlerin söylediği gibi bu kelimeyi
söylemekten yüz çevirirlerdi.
"Cinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı
terkedeceğiz?" derlerdi." Yani hayal dünyasında yaşayan ve sözleri
bozup karıştıran cinlenmiş bir şairin söyledikleri için mi bizler ilâhlarımıza
ve babalarımızın ilâhlarına kulluğu terkedeceğiz? Bu sözleriyle onlar Hz.
Peygamber (s.a.)'i kastediyorlardı. Böyle demekle önceki ayette bildirildiği
gibi vahdaniyeti, bu ayette bildirildiği şekliyle de peygamberliği inkâr
ediyorlardı.
Yüce Allah da onlara, kendilerini şu kavliyle
yalanlayarak mukabelede bulunmaktadır:
"Hayır o hakkı getirmiş ve peygamberleri de
doğrulamıştı." Yani Hz. Peygamber (s.a.), Allah'ın kendisine emir
buyurduğu bütün hususlarda hak bir dinle gelmiştir. Bu hususların ilki
tevhiddir. Böylelikle Hz. Peygamber (s.a.), diğer bütün peygamberlerin
getirdiği tevhid, cennet vaadi, cehennem tehdidi ve ahiretin ispatı gibi
hususlarda onları tasdik etmiştir. O, bu temel esaslarda onlara muhalefet
etmediği gibi, daha önce onların getirdiği hiçbir esası da değiştirmemiştir. Şu
halde onun şair veya cinlen-miş diye nitelenmesi nasıl doğru olabilir? Yüce
Allah şöyle buyuruyor: "Sana söylenen, senden önceki elçilere söylenmiş
olandan başka birşey değildir" (Fussilet, 41/43), "... kendinden
öncekini doğrulayan..." (Fâtır, 35/31).
[25]
Bu ayetlerden, aşağıdaki sonuçlar çıkarılır:
1-
Melekler, kâfirleri Allah'ın emriyle hasredip, sorgulanacakları yere sürerek
götüreceklerdir. Bu kâfirler üç sınıftan oluşur:
a)
Zalimler,
b) Onların
benzerleri (onlar gibi olanlar),
c)
Taptıkları şeyler.
Buradaki "zalimler"den kasıt kâfirlerdir.
Çünkü onlar Allah'tan başka şeylere ibadet eden kimselerdir.
Bu da mutlak zalimlerin kâfirler olduğunu gösterir.
Buradan, zalimler hakkında gelen bütün tehditlerde zalimlerden kastın kâfirler
olduğu anlaşılır. Bunu, "Kâfirler zalimlerin ta kendileridir."
(Bakara, 2/254) ayeti de tekit etmektedir.
Buradaki "ve ezvâcehum (yoldaşlarını)"
kelimesi şu üç şekilde tefsir edilmiştir. Bunlar içinde zahir ifadeye en uygun
olanı ilk tefsir şeklidir. Bununla birlikte her üç anlamın kastedilmiş olması
da mümkündür:
a)
Kendileri gibi olan kâfirler. Buna göre "Ve sizler üç sınıf olduğunuz
zaman" (Vakıa, 56/7) ayeti gereğince Yahudiler Yahudilerle, Hristiyanlar
Hristiyanlarla ... birlikte haşredilecektir.
b) Onların,
şeytanlardan olan dostları. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Şeytanların dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler,
sonra da yakalarını bırakmazlar" (A'râf, 7/202).
c) Bu
kelimeden kasıt, kâfirlerle aynı dine inanmış bulunan kadınlarıdır.
2- Kâfirler
hesap için durdurulup hapsedilecek, daha sonra da ateşe sürüleceklerdir. Şu
halde hesap için durdurma veya hapis, cehenneme sürülmeden önce olacaktır.
Dolayısıyla "götürün" ve "hapsedin" ayetleri arasında
takdim-tehir vardır.
Kâfirlerin önce cehenneme sürülecekleri, daha sonra ateşe
yaklaştıkları zaman hesap için toplanacakları da söylenmiştir. Onlar
inançları, sözleri ve amelleri konusunda sorguya çekileceklerdir.
3- Onlara,
serzeniş ve azarlama yollu şöyle denecektir: "Size ne oldu da birbirinize
yardım etmiyorsunuz?" Yani niye bir kısmınız diğerlerine yardım edip de
Allah'ın azabının ona ulaşmasına mani olmuyor?
4- Bu
dehşetli durak yerinde onlar için hiçbir çıkış yolu yoktur. Onlar burada
Allah'ın emrine zelil ve hakir bir şekilde boyun eğeceklerdir.
5- Orada
kâfirler arasında bir çekişme, münakaşa, hasımlaşma ve birbirlerini karşılıklı
kınama tarzında bir cedelleşme baş gösterecektir. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Birbirlerine yönelip, biri diğerini sorumlu tutmaya
kalkışır." Yani bazıları diğer bazılarına sorar. Buradaki "te-sâül:
karşılıklı soru sorma"dan kasıt, karşılıklı hasımlaşmadır. Dolayısıyla
buradaki soruşmayla, birşeyi anlamak isteyenlerin sorması değil, kınama ve
azarlama tarzında birbirlerine soru sormaları kastedilmektedir.
Uyanlar, kendilerini dalâlete çağıranlara "Siz
bize sağdan gelirdiniz" diyecekler. Yani bize iyilik yolundan gelir ve
bizi gerçek iyilikten alıkoyardmız.
Yahut bize sevdiğimiz taraf olan sağ taraftan
gelirdiniz. Biz de bunu uğurlu saydığımız için nasihat olarak kabul edip
söylediklerinize yapışırdık. Araplar, sağ taraftan gelen şeyleri uğurlu sayar
ve "Sânih" derler.[26]
Ya da bize din konusunda geldiniz; dinin emrini
hafife alıcı tarzda bize yaklaştınız ve bizi ondan soğuttunuz.
Kurtubî bu son tefsir şekli hakkında şöyle der:
"Bu, gerçekten güzel bir görüştür. Çünkü hayır ve şer, din cihetinde
bulunur. Buradaki "sağ" kelimesi "din" anlamındadır. Yani
siz bize dalâleti süsleyerek ve allayıp pul-layarak takdim ettiniz.
Buradaki "sağ" kelimesinin kuvvet anlamında
olduğu da söylenmiştir. Yani kuvvet, galebe ve zor kullanarak bizim doğru yola
girmemize mani oldunuz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ve gizlice
üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara bir darbe indirdi." (Sâffât, 37/93).
Yani kuvvetlice vurdu. Zira kişinin gücü sağ kolundadır.
Onların bu sözüne liderleri şöyle mukabele ederler:
"Hayır. Siz zaten inanan kimseler değildiniz." Yani sizler kesinlikle
iman etmiş kimseler değildiniz ki bizim sizi imandan çırarıp küfre sokmamız
sözkonusu olsun! Aksine siz zaten küfür üzere bulunuyordunuz ve bu durumunuzdan
memnundunuz. Bizim sizin üzerinizde hakkı terketmenizi sağlayacak bir egemenlik,
baskı ve kuvvetimiz yoktu. Tersine sizler zaten dalâlet içinde bulunan haddi
aşmış kimselerdiniz. Şu halde hem bizim, hem de sizin üzerinize Rabbimizin sözü
gerekli olmuştur. Dolayısıyla hepimiz azabı tadıcı kimseleriz. Nitekim Yüce
Allah, peygamberler aracılığıyla şöyle haber veriyor: "Mutlaka cehennemi
cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağım." (Secde,
32/13)
Yine onların liderleri şöyle derler: Bizler sizi
dalâlete düşürdük ve azdırdık. Yani benimsemiş olduğunuz küfrü size süsledik
ve güzel gösterdik. Bizler vesvese ve propaganda ile sizi aldatan kimselerdik.
6- Daha
sonra Yüce Allah onların durumunu haber veriyor: "Şüphe yok ki o gün onlar
azap çekmede ortaktırlar." Yani hem elebaşları, hem de onlara uyanlar
topluca cehennem ateşine gireceklerdir. İster dalâlete düşüren, isterse
dalâlete düşen kimseler olsunlar farketmez. Hepsi kendi ameli gereği azap
görecektir.
7- İlâhi
adalet ve Sünnetullah gereği suçlu müşrikler, işledikleri büyük günah
sebebiyle azap göreceklerdir. O günah, vahdaniyeti inkâr etmeleri, kelime-i
tevhid'i söylemeyerek büyüklenmeleri, peygamberleri yahut tevhidi ve risaleti
yalanlamalarıdır.
Yüce Allah şöyle buyurarak onların iddialarını
reddetmektedir: "Hayır, o hakkı getirmiş ve peygamberleri de
doğrulamıştı." Yani Rasulullah (s.a.) Kur'an'ı ve tevhid ilkesini
getirmiş, kendisinden önceki peygamberleri de getirdikleri tevhidin ispatı,
şirkin nefyi ilkesinde tasdik etmiştir.
[27]
38- Elbette siz o acıklı azabı tadıcı-smız.
39- Yapmakta olduğunuz şeylerden başkasıyla da
cezalandırılmayacak-
40- Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın
dışındadır.
41. onlar için bilinen bir rızık var
42-Türlü meyvelerle ağırlanırlar.
43- Naîm cennetlerinde.
44- Tahtlar üzerinde, karşılıklı otururlar-
45-Onara kaynaklardan doldurulmuş türlü kadehler
dolaştırılır.
46- Berrak' i?enlere lezzet veren bir IÇKi
47' ffi onda ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar.
48" Yanlarında da yaln kendileri- ne Söz dikmiş
iri gözlü eşler vardır.
49- Saklı yumurta gibi eşler.
50- Bunlar birbirine dönüp sorarlar:
51-Onlardan bir sözcü: "Benim" de di ılbir
arkadaım vartü'
52- Alay ederek derdi ki: "Sen doğrulayanlardan
mısın?"
53- Biz ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuz
zaman mı, biz mi cezalandırılacağız?"
54- Sonra yanındakilere: "Bakar mısınız?"
dedi.
55- Baktı, onu cehennemin ortasında gördü.
56- Ve ona dedi ki: "Allah'a yemin olsun. Sen az
daha beni de mahvedecektin.
57- Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı şimdi ben de oraya
getirilenlerden olurdum.
58, 59- "(Bak) biz ilk ölümümüzden başka bir
daha ölmeyecek, biz azaba da uğ-ratılmayacaktık değil mi?
60- Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.
61- Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır.
"Elbette siz o acıklı azabı tadıcısınız."
Bu ayetle, daha önceki hitap şekli değişmekte ve "onlar" şeklinde
gayba hitaptan, "sizler" tarzında muhataba hitaba geçilmektedir. Bu
değişiklikten maksat, onları daha fazla tahkir edip ayıplamaktır.
"yalnız kendilerine göz dikmiş" Bu ifade,
hûru'l-ıyn'dan (ahu gözlüler) kinayedir. Zira huriler iffetli varlıklar olup,
eşlerinden başkasına bakmazlar.
"saklı yumurta gibi" Burada kapalı bir
teşbih-i mürsel vardır. Hurilerin, hangi yönden saklı yumurtaya benzedikleri
belirtilmediği için ifade kapalıdır.
[28]
"Elbette siz o acıklı azabı tadıcısınız."
Şirk koşmanız ve peygamberleri yalanlamanız sebebiyle.
"Yapmakta olduğunuz şeylerden başkasıyla da
cezalandırılmayacaksınız." Yalnızca işlediğiniz amellerin mislini veya
işlediklerinizin karşılığını göreceksiniz.
"Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın
dışındadır." Yani ibadeti sadece ihlâsla Allah'a has kılan, yahut
Allah'ın, ibadet için seçtiği ve dini için tercih ettiği kimseler.
"Onlar için" cennette "bilinen"
yani sürekli ve düzenli oluşları ile halis lezzetleri dolayısıyla özellikleri
bilinen "bir rızık vardır."
Sağlığı korumak ve gıdalanmak için değil, lezzet
almak için yenen "türlü meyvelerle ağırlanırlar." Çünkü bedenleri
ebedî olarak yaşamak üzere yaratıldığı için cennetliklerin, sağlığı korumak
diye bir endişeleri yoktur. Yani onlar için cennette, katındaki derecelerini
yükseltmesi, kelâmını işitmeleri ve kendisiyle yüz yüze gelmeleri şeklinde
Allah tarafından büyük bir ikram vardır. Yine onlar, kendilerine rızık
bahşedilmek suretiyle ikram gören kimselerdir. Zira orada rızık, dünyadaki gibi
bir yorgunluk veya istek olmadan kendilerine ulaşır.
"Naîm cennetlerinde" Yani içlerinde sadece
nimetler bulunan cennetlerde.
"Tahtlar üzerinde, karşılıklı otururlar."
Yani üzerlerine kurulup oturdukları tahtlarda birbirlerinin yüzüne bakarak.
Onların her biri, kardeşine kavuşmuş olmanın sevinci içindedir. Biri diğerinin
arkasından bakmaz.
"Onlara" her biri "kaynaklardan"
yani kaynak ve nehirler gibi yerde akan içeceklerle doldurulmuş "türlü
kadehler dolaştırılır." Aralarında dolaştırılır.
"Berrak" sütten bile daha beyaz,
"içenlere lezzet veren" yani içildiğinde kendisinden tiksinti duyulan
dünya içkisi gibi olmayıp, içenlere lezzet veren. Hasan'i-Basrî şöyle
demiştir: "Cennet içkisi, sütten daha beyazdır. Lezzeti çok
güzeldir."
"Ki onda ne sersemletme var" yani o içki
sebebiyle sersemlemezler, akılları gitmez ve ne bir hastalık, ne de başağrısı
görürler; "ne de onunla sarhoş olurlar." Dünya içkilerinde olduğu
gibi sarhoş olmazlar.
Buradaki "yunzefûn" (sarhoş olurlar)
kelimesindeki "ze" harfi hem fet-halı -bu şekilde,- hem de kesreli
-"yunzifûn" şeklinde- okunabilir.
"Yanlarında da yalnız kendilerine göz
dikmiş" Bakışlarını yalnızca eşlerine yöneltmiş, başkalarını istemeyen
"iri gözlü" Yani gözleri büyük ve güzel. Buradaki '"în"
kelimesi, '"ayna" kelimesinin çoğuludur. "Ayna", gözleri
iri ve güzel olan ahu gözlü kadın demektir.
"Saklı yumurta gibi eşler" Burada, zikri
geçen eşler, saflıkta ve hafif sarı beyaz karışımı rengiyle, kuş tüyleriyle
rüzgâr ve tozdan korunmuş devekuşu yumurtasına benzetilmektedir. Buradaki
"meknûn" (saklı) kelimesi, toz vb. şeylerden korunmuş demektir.
"Bunlar birbirine dönüp sorarlar" Yani
cennet ehlinin bir kısmı, kadehlerini yudumlarken diğer bir kısmına yönelir ve
dünyadayken içinde bulundukları durumlarından sorarlar. Bu, cennet nimetlerinin
son derece mükemmel olduğunu ifade etmektedir.
"Sonra" o mümin kişi
"yanındakilere" kardeşlerine, benimle birlikte, bana bu sözü söyleyen
o dostun durumunu görmek için cehenneme "bakar mısınız" dedi"
onun cehennemdeki yeri neresidir!
O mümin kul cehenneme "baktı" ve
"onu" dostunu "cehennemin ortasında" orta yerinde
"gördü."
Kendi durumuna sevinerek ona "sen az daha"
neredeyse "beni de mahvedecektin" azdırıp saptırarak helak edecek ve
cehenneme sokacaktın.
"Eğer Rabbimin nimeti" ve bana iman ve
hidayet bahşeden rahmeti "olmasaydı şimdi ben de oraya" seninle
birlikte cehenneme "getirilenlerden" azap için sürülenlerden
"olurdum."
"Biz bir daha ölmeyecek miyiz?" Yani biz,
ölümsüz olarak ebedî yaşayacak mıyız? Bu, cennet ehlinin sözüdür.
"...ilk ölümümüzden başka..." Dünyadaki
ölümümüzden başka. Bu, Allah'm kendilerine bahşettiği sonu gelmez cennet
nimetleri dolayısıyla cennet ehlinin duyduğu sevinç ve mutluluğun sonucunda
kendilerinden sadır olan bir sözdür. Dolayısıyla buradaki soru cümlesi, sevinci
ve Allah'ın nimetini ifade amacıyla söylenmiştir, "biz azaba
uğratılmayacaktık değil mi?" Yani biz azaba uğratılan kimseler değiliz.
"Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta
kendisidir." Yani cennet ehlinin içinde bulunduğu nimetler, sonsuz hayat
ve azaptan emin olma hali, kıymeti takdir edilemeyecek kadar büyük bir
kurtuluştur.
Bu cümlenin, cennet ehlinin sözü olması muhtemel olduğu
gibi, Yüce Allah'ın, onların söylediklerini onaylamak maksadıyla buyurduğu
kelâmı olması ihtimali de vardır.
"Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır." Yani
kârlı ticaret işte budur ve bu, çalışanların ulaşmaya gayret ettikleri en yüce
hedeftir; kıymetsiz dünya için çaba sarfetmek değildir. Dolayısıyla
çalışanlar, acılarla karışık olan ve çabucak yok oluveren dünya hazları için
değil, böylesi bir hedef için çaba sarfetmelidir.
Bu cümlenin de cennet ehlinin veya Yüce Allah'ın
kelamı olması ihtimali vardır.
[29]
Yüce Allah, kâfirlerin tevhid ve nübüvveti
yalanlamasını hikâye ettikten sonra gaib sigasıyla gelen ifadelerden muhataba
hitap şeklinde gelen ifadelere geçmekte ve dalâlet ehlinden olan tabiler ve
kendilerine uyulan liderler arasında geçen konuşmanın hiçbir fayda
sağlamayacağını beyan buyurmaktadır. Zira azap, her iki grubu da kapsayacaktır.
Ahirette verilecek adaletli karşılık da dünyada işlenen amellere uygun
olacaktır.
Bu hususları böylece beyan buyurduktan sonra Yüce
Allah, kendisine itaat için seçtiği, ibadeti sadece Rabblerine has kılan
kullarını bundan istisna etmektedir. Zira onlar cennete, gözün görmediği,
kulağın işitmediği ve insan aklına gelmeyen yiyecek, içecek, giysi... gibi
türlü türlü maddi nimetler içindedirler. Keza onlar, kendilerini ne bir
üzüntü, ne de rahatsızlığın meşgul etmemesi dolayısıyla da manevî nimetler
içindedirler. Onlar orada dünyadaki durumlarını ve bazı samimi dostlarıyla
aralarında geçen konuşmaları hatırlarlar.
[30]
Yüce Allah, dalâlet içinde bulunan yalanlayıcıların
durumunu beyan etmekte -ki bu hitap aynı zamanda insanları da hedef almaktadır
ve şöyle buyurmaktadır:
"Elbette siz o acıklı azabı tadıcısınız."
Yani siz ey kâfirler! Hiç bitmeyen ve sürekli devam eden cehennem ateşinde elem
verici azabı tadacaksınız!
"Yapmakta olduğunuz şeylerden başkasıyla da
cezalandırılmayacaksınız." Yani sizin göreceğiniz karşılık, içinde zulüm
bulunmayan adil ve hak bir uygulama ile verilecektir ki o karşılık, küfür ve
isyandan ibaret olan amelleriniz dolayısıyla azap görmenizdir. Dolayısıyla ceza
görmenizin sebebi bu kötü amellerinizdir. "Rabbin, kullara zulmedici
değildir" (Fussilet, 41/46), "Rabbin kimseye zulmetmez" (Kehf,
18/49).
Kelime-i tevhid'i kabul etmeyerek büyüklenen ve
peygamberleri inkârda ısrar gösteren suçlulularm durumunun beyanından sonra
Yüce Allah, ihlâs sahibi kulların nasıl bir mükâfat göreceğini zikretmekte ve
şöyle buyurmaktadır:
"Ancak Allah'ın halis kulları bu cezanın
dışındadır. Onlar için bilinen bir rızık vardır. Türlü meyvelerle
ağırlanırlar." Yani Allah'ın kendilerini itaat ve tevhid için seçtiği,
ameli yalnızca Allah için işleyen kullar ise kurtulmuşlardır, onlar azabı
tatmazlar ve hesabı tartışmazlar. Onların günahları müsamaha edilerek
bağışlanmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun asra
ki, muhakkak insan kesin bir ziyandadır. Ancak iman edenlerle güzel amellerde
bulunanlar, bir de birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler böyle değildir.
" (Asr, 103/1-3), "Her nefis, kazandığı şey mukabilinde bir
rehindir. Ancak defteri sağdan verilenler müstesna..." (Müd-dessir,
74/38-39).
Buradaki "muhlisin" kelimesi bir övgü
sıfatıdır. Çünkü onlar Allah'ın kullarıdır ve bu da onların seçilmiş kimseler
olmasını gerektirir.
İşte bu seçkin kullara cennette Allah katından
güzelliği, hoşluğu ve kesintisiz devamlılığı malûm olan bir rızık vardır ki
sabah akşam, yani diledikleri her zaman kendilerine ikram edilir. Onlar, türlü
leziz meyvelerden, yani meyvelerin her çeşidinden faydalanırlar. Bu meyveler,
onların yediği şeylerin en güzelidir. Bu yeme, kendilerine yapılan ikram ve
tazim ile birlikte olur. Zira onlar orada hizmet ve ikram görür, refah ve
rahata kavuşturulurlar. Aynı şekilde onlar için büyük bir ikram daha vardır ki
o da cennette, Rabblerinin katındaki derecelerinin yükseltilmesidir. Onlar orada
Rabblerinin sözünü duyar ve geniş cennet bahçelerinde O'nunla karşı karşıya
olurlar...
Bu ayette cennet meyvelerinin gıdalanmak ve kuvvet
almak için değil, lezzet almak için yendiğine delâlet vardır. Çünkü cennet ehli
gıdalanmak ve kuvvetlenmek gibi şeylere ihtiyaç duymazlar; sonsuz bir hayat
için yaratılmış sağlam bedenlere sahiptirler.
Bu ayette rızkın "bilinen" şeklinde tavsif
edilmesi, sözkonusu rızkın cennet ehli nazarında bilinen şeyler olduğunu ifade
eder.Yüce Allah, onların yiyeceklerini açıkladıktan sonra, meskenlerini
vasfetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Naîm cennetlerinde. Tahtlar üzerinde karşılıklı
otururlar." Yani bu rı-zık, nimetlerle dolu, kurulu ve sürekli bir
faydalanma yeri olan cennetlerde, tahtlar üzerine kurulmuş oturur vaziyette
oldukları halde kendilerine gelir. Onlar neşe ve sevinçle birbirlerinin yüzüne
bakarlar. Hiçbiri diğerinin arkasından bakmaz. Bu durumda onlar maddî ve
bedenî fayda ve nimetlerle ruhî ve insanî fayda ve nimetleri bir arada
görürler.
Yiyecek ve meskenlerini vasfettikten sonra Yüce Allah
cennetliklerin içeceklerini de şöyle zikretmektedir:
"Onlara kaynaklardan doldurulmuş türlü kadehler
dolaştırılır." Buradaki "ma'în" kelimesi akarsu demektir. Şu
halde bu ırmaklar, suyun kesintisiz bir şekilde çıkması gibi kaynaktan
çıkarlar. Bu şekilde çıktığı için ona "ma'în" denmiştir...
Daha sonra Yüce Allah, dünya içkisinin afetlerinden
uzak olan cennet içkisini şöyle vasfediyor:
"Berrak, içenlere lezzet veren[31] bir
içki ki, onda ne sersemletme var, ne de onunla sarhoş olurlar." Yani
bembeyaz renkli, tadı leziz ve kokusu hoş olan, ağızda rahatsız edici bir koku
bırakan acı dünya içkisi gibi olmayan bir içki. Bu içki, dünya içkisi gibi
içeni sersemletip aklını götürmez, baş ağrısı, karın ağrısı yapmaz ve diğer
hastalıklara yol açmaz. Zira bütün bu özelliklerinde o, dünya içkisinden
tamamen ayrıdır. Ne nefse, ne akla ve mala, ne de şahsiyete zarar verir. Çünkü
ondan aklı gideren helak edici madde olan alkol çıkarılmıştır. Bu ayette, dünya
içkisinin yol açtığı ağrılar, sıhhî arızalar ve sorhoşluk, insanlara
rahatsızlık verme ve hezeyan, kanın ve sindirim organlarının bozulması gibi
kötülükler de ima edilmektedir...
Cennet ehlinin içecekleri de böylece açıklandıktan
sonra Yüce Allah, onların eşlerinin özelliklerini şöyle beyan buyurmaktadır:
"Yanlarında da yalnız kendilerine göz dikmiş iri
gözlü eşler vardır." Yani yanlarında iffetli eşler vardır. Bunlar, kendi
eşlerinden başkasına bakmazlar ve onlardan başkasını istemezler. Büyük güzel
gözleri vardır. Buradaki '"ayn" kelimesi, '"ayna"
kelimesinin çoğuludur, iri ve güzel gözlü, görünüşü güzel kadın demektir.
Buradan da anlaşılmaktadır ki Yüce Allah onların gözlerini güzellik ve iffetle
vasfetmektedir. Nitekim Allah Tealâ, Hûru'1-Iyn hakkında da "güzel huylu,
güzel yüzlü kadınlar" (Rahman, 55/70) buyurmaktadır.
"Saklı yumurta gibi eşler" Ten renkleri
hafif sarı beyaz karışımı, devekuşlarının yumurtaları gibi gizlenmiş, eşleri
için saklanmış kusursuz kadınlar demektir.
Cennet ehlinin faydalanacağı yiyecek, içecek, mesken
ve eş gibi maddî hususları beyan buyurduktan sonra Yüce Allah, manevî olarak
faydalanılacak şeyleri de şöyle zikretmektedir:
"Bunlar birbirine dönüp sorarlar." Yani
onlar içkilerini yudumlarken ve meclislerinde toplu halde sohbet ederken bir
kısmı diğer bazılarına yönelerek dünyadayken içinde bulundukları durumları ve
nelere göğüs gerdiklerini sorar. Bu, cennet nimetlerinin mükemmelliğinin
ifadesidir.
Cennet ehlinin burada birbirlerine sordukları
şeylerden birisini de Yüce Allah şöyle açıklıyor:
"Onlardan bir sözcü: "Benim" dedi
"bir arkadaşım vardı, alay ederek derdi ki: " Sen doğrulayanlardan
mısın?" Biz ölüp toprak ve bir yığın kemik olduğumuz zaman, biz mi
cezalandırılacağız?" Yani cennet ehli müminlerden birisi şöyle der:
Dünyadayken benim, öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfir bir arkadaşım
vardı. "Bizler mi? Ölüp, ufalanmış toprak ve çürümüş kemik haline
geldikten sonra amellerimizden dolayı hesaba çekilecek ve dünyada
yaşadıklarımızdan dolayı diriltilip karşılık görecek kimseler mi olacağız? Bu,
imkânsız, makul olmayan ve hiçkimse için takdir edilmiş bulunmayan birşeydir.
Sen de böylesi hurafeleri doğrulayan birisi misin? derdi.
"Sonra yanındakilere: "Bakar mısınız"
dedi." O mümin kul, birlikte oturduğu arkadaşlarına şöyle dedi: Benimle
birlikte cehennemliklere bakın da size, bana bu sözleri söyleyen o dostu, onun
nasıl azap çektiğini göstereyim.
"Baktı, onu cehennemin ortasında gördü"
Yani o mümin, cehennem ehline baktı ve onu, cehennemin ortasında ateşin
sıcaklığından alev alev yanarken gördü.
"Ve ona dedi ki: "Allah'a yemin olsun. Sen
az daha beni de mahvedecektin. Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı şimdi ben de
oraya getirilenlerden olurdum" Yani mümin kul, kâfir arkadaşına, azarlama
yollu şöyle dedi: Az kalmıştı ki sen beni de azdırmak suretiyle helak ve
mahvoluşa sürükleyecektin. Beni, dirilişi ve kıyameti inkâra çağırmak
suretiyle beni de helak edecektin. Eğer Rabbimin rahmeti, beni dalâletten
koruması, yardımı, hakka irşad ve İslâm'a hidayet etmesi olmasaydı şüphesiz ben
de seninle birlikte azap çekmek üzere ateşe getirilenlerden olurdum.
Daha sonra o mümin, birlikte oturduğu cennet ehli
arkadaşlarına dönerek şöyle der:
"Biz, ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek,
biz azaba da uğratıl-mayacaktık değil mi?" Yani cennetin kendilerine
bahşedilen sürekli nimetleri sebebiyle sevinç ve mutluluk içinde bulunan o
mümin kul, birlikte otur-
duğu arkadaşlarına şöyle der: Biz şimdi ebedî olarak
nimetler içinde olacak mıyız? Dünyada vukua gelen ilk ölüm dışında ölmeyecek
miyiz? Cehennem ehli olan kâfirler azap gördüğü gibi bizler de azap görmeyecek
miyiz?
Müminlerin durumu ve özellikleri böyledir ve Allah
onlar için sadece ilk ölümü takdir buyurmuştur. Oysa kâfirler, içinde
bulundukları azap sebebiyle her saat ölümü temenni ederler. Mümin, Allah'ın
nimetini dile getirmek için, kendi durumuna gıpta ederek ve cehennemdeki
arkadaşının işiteceği şekilde onu azarlayarak yukarıdaki sözleri söyler. Bu
durumda onun da azabı artar. Mümine gelince, mutlu olur ve zahmetsiz, ölümsüz
bir hayatla cennette ebedî kalacağı, nimetler içinde bulunacağı için kendi kendisine
gıpta eder.
"Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.
Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır." Yani bu sürekli ve sonsuz nimetler
ve içinde bulunduğumuz sonsuz hayır ve lütuf, göz kamaştırıcı hedef ve
gayenin, tarif edilemeyecek en büyük kazancın ta kendisidir. Dünyada
çalışanlar, kendisinden pay almak için işte böyle bir nimet ve kurtuluş için
çalışsınlar; çeşitli risk ve acılarla ve pek çok yorgunlukla birlikte gelen
fani dünya nasipleri için değil!
Özetle bizden istenilen, çalışmayı sadece dünyevi
kazanca hasretmemek, ahiret ve ebedî cennet için çalışmaktır.
[32]
Bu ayetlerden, aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Kâfir
ve suçluların azabı, haktır, adil bir karşılıktır ve mutlaka gerçekleşecektir.
2- Bu karşılık,
inkarcıların şirk ve isyandan ibaret amelleri sebebiyledir. Bu, "Rahîm,
Kerîm ve kendisine herhangi bir fayda veya zarar verilmekten yüce olana, kullarına
azap etmek nasıl yakışır?" diyenlere verilmiş bir karşılıktır.
3- İlâhi
emri yerine getirmek ve çirkin şeylerle masiyetten kaçınmak, sevap olan
amelleri işlemeye teşvike ve azaptan sakmdırmaya ihtiyaç gösterir. Bu sebeple
Yüce Allah, azaba ilişkin olarak verdiği haberde, Allah Tealâ'ya ihlâsla amel
eden kullarını istisna etmiştir. Zira onlar, kurtuluşa eren ve azap görmeyecek
olan kimselerdir.
4- Mümin
ve ihlâslı kulların göreceği karşılık cennettir. Orada özellikleri malûm olan
rızık vardır ki bu rızık, kesintisiz devam edecektir; muhtelif yaşlık ve
kuruluktaki meyvelerden oluşan en güzel yiyeceklere şamildir. Cennet ehli,
bahçelerde bunlarla nimetlenecektir ve onlar için Yüce Allah'ın bahşettiği bir
ikram daha vardır: Derecelerini yükseltmek ve onları, kelâmını işitip O'nunla
yüz yüze olma bahtiyarlığına eriştirmek.
Cennet ehli, tahtlarda kurulup yüzyüze karşılıklı
otururlar, birbirlerine arkalarını dönmezler.
Onlara verilen rızık, kendilerine dolu kadehlerde ikram
edilecek olan ve en güzel içeceklerdir. Onlar, bu içkinin bitmesinden ya da
kesilmesinden endişe etmezler. O içki, yeryüzünde ırmakların akması gibi akar.
Cennet içkisi, sütten daha beyazdır, tadı ve kokusu güzeldir. İçenlerin aklını
ve şuurunu gidermez. Onlara o içki sebebiyle ne bir hastalık, ne de başağrısı
musallat olur. Onlar o içki sebebiyle sarhoş da olmazlar.
Yine cennet ehli için bakışlarını sadece eşlerine
çevirmiş bulunan ve başkalarına bakmayan iffetli kadınlardan eşler de vardır.
Onlar güzel gözlü ve güzel görünüşlü, cennet ehli eşleri için korunmuş,
saklanmış kadınlardır ve rengine çok az bir sarılık karışmış bulunan, korunmuş
devekuşu yumurtası gibi güzel renkleri vardır.
5- Cennet
ehli, cennette aralarında bulunan ünsiyeti derinleştirerek, dünyadan
hatırladıkları teselli edici sözleri birbirlerinin ağzından alarak konuşurlar.
Onların konuştukları mevzulardan biri de mümin ile
kâfirin kıssasıdır. Cennet ehli olan mümin şöyle der: Benim dünyada samimi bir
dostum vardı. Bana şaşkınlık içinde şöyle sormuştu: Sen de öldükten sonra dirilmeyi
ve amellerin karşılığının verileceğini tasdik edenlerden misin? Bizler öldükten
sonra amellerimizin karşılığını görecek ve hesaba çekilecek miyiz? Ölüp de
toprak ve çürüyüp ufalanmış kemik haline geldikten sonra terar hayata
döndürülmemiz düşünülebilir mi?
Bu konunun devamında mümin, cennet ehline şöyle der:
O dostun durumunun ve akıbetinin nasıl olduğunu size göstermem için cehenneme
bakar mısınız? O müminin kendisi bakar ve dostunu, cehennemin ortasında azap
çekerken görür. Kendisini azarlayarak şöyle der: Allah'a yemin olsun ki, az
kalsın sen beni de ateşe düşürecek ve helak edecektin. Eğer Rabbi-min fazlı,
rahmeti, beni dalâletten ve batıl şeylerden koruması, lütfedip beni doğru yola
girmeye muvaffak kılması olmasaydı mutlaka ben de senin yanında tıpkı senin
gibi cehenneme getirilirdim.
6- Daha
sonra o mümin, birlikte oturduğu cennet ehli arkadaşlarıyla konuşmaya döner.
Onlar, cennete ilk girdiklerinde bilmedikleri halde sonradan, ölümün alaca koç
suretinde boğazlanmasıyla artık bir daha ölmeyeceklerini öğrendikten sonra
kendilerine gıpta ve sevinçle şöyle der: Bizler burada sonsuza kadar kalacak ve
nimetler içinde yüzecek miyiz? Bizler artık ölmeyecek ve azap da görmeyecek
miyiz?
7- Bu
kıssadan ve birkaç konuya temas eden sözlerden çıkan sonuç şudur: Cennet
bahçelerinin nimetlerine ulaşmak en büyük kurtuluştur ve amel edenlerin, bu en
büyük nimete ulaşmaya yol açan salih amelleri işlemesi ve böylesi bir ihsan ve
karşılıksız iyilik için çalışması gerekir.
Yüce Allah'ın "Muhakkak ki bu, büyük kurtuluşun ta
kendisidir. Çalışanlar, bunun için çalışmalıdır" kavlinin, Allah
tarafından cennette kendisine hazırlanan ve bahşedilen şeyleri gördükten sonra
müminlerin söyleyeceği bir söz olması ihtimali bulunduğu gibi, meleklerin, ya
da Yüce Allah'ın dünya ehline yönelik bir kelamı olması ihtimali de vardır. Bu
son ihtimale göre anlam şöyle olur: Cennetteki güzellikleri ve mükâfatı
duydunuz. O halde çalışanlar, böylesi bir hedef için çalışsınlar. Nitekim bu
anlam yukarıda da kısaca ifade edilmişti.
[33]
62- Ağırlanmak için böylesi mi hayırlı, yoksa Zakkum
ağacı mı?
63- Biz onu
zalimler için bir fitne yaptık.
64- O, çılgın
ateşin dibinde çıkan bir ağaçtır.
65- Tomurcukları şeytanların başları gibidir.
66- Onlar
bundan yiyecekler ve karınlarını bununla dolduracaklar.
67- Sonra üzerine de onlar için, çok sıcak bir su ile
karıştırılmış bir içecek vardır.
68- Sonra
dönüp gidecekleri yer, şüphesiz yine cehennemdir.
69- Çünkü onlar
atalarını sapık kimseler bulmuşlardı da,
70- kendileri
de onların izleri üzerinde koşturuyorlardı.
71- Andolsun
ki onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı.
72- Andolsun
ki biz onlar için de uyarıcılar göndermiştik.
73- Bak o
uyarılanların sonu nice oldu!
74- Ancak Allah'ın halis kulları o azabın dışında
kaldılar.
"Böylesi mi hayırlı, yoksa Zakkum ağacı
mı?" cümlesindeki "hayırlı" kelimesi, onlarla alay edileceğini
bildiren alaycı bir üslûp taşımaktadır.
Lafızları ayrı, anlamları farklı
"uyarıcılar" ve "uyarılanlar" kelimeleri arasında cinas-i
nakıs vardır. Bu kelimelerden ilkiyle rasuller, ikincisiyle de ümmetler
kastedilmektedir.
"tomurcukları şeytanların başları gibidir."
cümlesinde teşbih-i mürsel vardır. Tomurcukların, şeytanların başlarına ne
yönden benzediği hazfedilmiş, belirtilmemiştir. Bu benzeme, ürküntü verici,
şeni ve son derece çirkin oluşları itibariyledir.
[34]
"Ağırlanmak" ziyafet "için"
kendilerine zikredilen "böylesi" nimetler "mi hayırlı"
Buradaki "nuzül" kelimesi, misafiri ağırlamak için hazırlanan
yiyecek, içecek vb. gibi şeylerle verilen ziyafet anlamındadır, "yoksa
Zakkum ağacı mı?" Zakkum ağacı, cehennem ehli için hazırlanmış bir
ağaçtır. Tihâme bölgesinde biter ve yaprakları küçüktür. Pis kokulu ve acı bir
meyvesi vardır. Cehennem ehli bunun meyvesini yemeye zorlanırlar. Onlar da onu
tezakkum ederler. Tezakkum, bir şeyi zorlanarak ve ızdırap çekerek yutmak
demektir.
"Biz onu zalimler için bir fitne yaptık."
Yani biz onu, Mekke'li kâfirler için bir imtihan olsun diye cehennemin dibinde
bitirdik. Zira onlar şöyle diyorlardı: Bu nasıl olur? Ateş ağacı yakar.
Böyleyken bu ağaç orada nasıl bitebilir? Bilmezler ki ateşte yaşayan şeyleri
yaratmaya kadir olan, ateşin içinde ağaç yaratmaya ve onu yanmaktan korumaya
daha ziyade kadirdir. Zira bizler bugün yakılması mümkün olmayan pek çok madde
görmekteyiz.
"O çılgın ateşin dibinde çıkan bir
ağaçtır." Yani bu ağaç cehennemin dibinde biter ve dalları, cehennemin alt
tabakalarına kadar yükselir.
"Tomurcukları" yani meyveleri veya hurma
tomurcuğuna benzeyen yemişi "şeytanların başları gibidir." Burada
elle tutulup gözle görülen bir şeyin, -gözle görülmese de- aklın kabul edeceği
birşeye benzetilmesi sözko-nusudur. Bu teşbih, Zakkum ağacının meyvesinin son derece
kötü ve çirkin olduğunu göstermek içindir. Nitekim birisini güzellikte meleğe
benzetmek de böyledir. Buradaki "şeytanlar"ın, korkunç, çirkin
görünüşlü ve kıllı yılanlar olduğu da söylenmiştir.
"Onlar bundan yiyecekler" kâfirler,
şiddetli açlıklarından ötürü, çirkinliğine ve kötülüğüne rağmen bu ağacın
meyvelerinden yiyecekler "ve karınlarını bununla dolduracaklar."
"çok sıcak bir su ile" Buradaki
"hamim" kelimesi sıcaklığı şiddetli olan su demektir. Onlar bunu
içecekler ve bu su, Zakkum ağacından yenen şeyle karışacak. Bu suretle söz
konusu su, o ağaçtan yenen şey için bir karışım olacak, "karıştırılmış
bir içecek vardır."
"Sonra dönüp gidecekleri yer" varacakları
yer "şüphesiz yine cehennemdir. " cehennemin tabakaları veya bizzat
kendisidir. Bu, onların hamîm (kaynar su) şarabını içmeleri için ateşten
çıkarılacaklarının ve bu şarabın, cehennemin dışında olduğunun delilidir. Çünkü
Yüce Allah, "İşte bu, suçluların yalanladığı cehennemdir. Onunla hamîm
arasında dolaşıp dururlar." (Rahman, 55/43-44) buyurmaktadır. Buradaki
dolaşmaktan maksat, develerin suya götürüldüğü gibi onların da hamîme
götürülmeleri ve daha sonra yine cehenneme sokulmalarıdır.
"Çünkü onlar... koşturuyorlardı" onlara
tabi olmak için kovalamasına koşturuyorlar ve son derece hızlı hareket
ediyorlardı. Bu ifade, onların dalâlette atalarını taklit etmeleri sebebiyle o
şiddetli azabı hak etmelerinin gerekçesini anlatmaktadır.
"Andolsun ki onlardan" senin kavminden
"önce geçenlerin" onlardan önce yaşamış olan ümmetlerin "çoğu da
sapmıştı."
"Andolsun ki biz onlar için de uyarıcılar"
kendilerini kötü akıbetle uyaran nebiler "göndermiştik. Bak o
uyarılanların sonu nice oldu!" Yani geçmiş ümmetlerden olan kâfirlerin
vardığı yer, ki o azaptır.
"Ancak Allah 'm halis kulları o azabın dışında kaldılar."
Ancak o nebilerin uyarmalarını dikkate alan ve dinlerini yalnız Allah'a has
kılan kimseler o azabın dışında kaldılar ve azaptan kurtuldular. Buradaki
"muhla-sîn" kelimesi bu şekilde "lam" harfinin fethasıyla
olursa , Allah'ın ibadet ve taat için seçtiği kimseler, "lam"
harfinin kesresiyle ("muhlisin" şeklinde) olursa ibadette ihlâslı
davranan kimseler anlamına gelir.
[35]
Yüce Allah, iyiler için naîm cennetlerinde
hazırladığı yiyecek, içecek ve daha başka nimetleri beyan buyurduktan sonra,
kötüler için -Allah'a karşı kâfir olma hususunda atalarını taklit ettikleri ve
putlara taptıkları için- cehennem ateşinde hazırladığı yiyecek ve içecekleri
zikretmektedir.
[36]
"Ağırlanmak için böylesi mi hayırlı, yoksa
Zakkum ağacı mı?" Önceki ayetlerde zikredilen cennet nimetleri ve cennette
bulunan yiyecekler, içecekler ve türlü lezzetlerle diğer şeyler mi ikram ve
ziyafet olarak daha hayırlı, yoksa cehennemde bulunan kötü ve acı meyveli
Zakkum ağacı mı? Bu, onlarla bir çeşit eğlenme ve alay etmedir. Zakkum ağacı,
cehennem ehlinin yiyeceğidir ki onu zorlanarak ve yutkunarak yerler; onların
ziyafet ve ikramları budur.
"Biz onu zalimler için bir fitne yaptık"
Yani biz bu ağacı kâfirler için bir deneme vesilesi yaptık. Zira onlar onunla
imtihana çekilmiş ve onun varlığını yalanlamışlar ve "Ateş, içinde bulunan
şeyleri yaktığı halde onun içinde ağaç nasıl olurmuş?" demişlerdi.
Bu, onların, yakılması mümkün olmayan şeyler
bulunduğu konusundaki bilgisizliklerini göstermektedir ve onlar, ateşin içinde
yaşayan insan (cehennem ehli) yaratmaya kadir olanın, ateşin içinde yanmayan
ağaç yaratmaya ziyadesiyle kadir olduğunu düşünüp akıl edememektedirler.
Sözkonusu ağacın özelliklerini Yüce Allah şöyle anlatıyor:
1-
"O, çılgın ateşin dibinde çıkan bir ağaçtır." Yani o, ateşin dibinde
ve cehennemin en aşağı tabakasında yetişen bir ağaçtır. Dalları, cehennemin tabakalarına yükselir.
2-
"Tomurcukları şeytanların başları gibidir." Yani o ağacın tomurcukları
ve meyvesi son derece kötü ve çirkin görünüşlü olması bakımından şeytanların
başları gibidir. Bu benzetme, o ağacın meyvelerinin tiksindiri-ciliğini
anlatmak ve onu çirkin bir ifadeyle zikretmek içindir. Dolayısıyla burada elle
tutulup gözle görülen birşey, görünmeyen birşeye benzetilmiş olmaktadır.
Araplar, çirkin yüzü şeytana, güzel yüzü de meleğe benzetirler. Nitekim Hz.
Yusuf (a.s.) kıssasındaki kadınların dilinden Yüce Allah şöyle hikâye
etmektedir: "Bu insan değildir; bu ancak üstün bir melektir." (Yusuf,
12/31)
Daha sonra Yüce Allah bu ağacın, cehennem ehli olan
kâfirlerin yiyeceği olduğunu zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Onlar bundan yiyecekler ve karınlarını bununla
dolduracaklar." Yani onlar, kokusu, yiyeceği ve yaratılışı kötü olan bu
ağacın meyvesini yiyecekler ve karınlarını zorla ve istemeye istemeye onunla
dolduracaklar. Çünkü onlar bu ağaçtan ve buna benzer yiyeceklerden başka birşey
bulamayacaklar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Onlar için kuru
dikenden başka yiyecek yoktur. Ne semirtir o, ne de açlığı giderir."
(Gâşiye, 88/6-7) Cennet ehlinin rızkına mukabil, cehennem ehlinin yiyeceği ve
meyvesi de işte budur.
İbni Ebî Hatim, Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce, İbni
Abbas (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerir: "Rasulullah (s.a.) bu ayeti
okudu ve "Allah'tan hakkıyla sakının. Zira zakkumdan bir tek katre dünya
denizlerine damlayacak olsaydı, yeryüzünde yaşayanların dirlik ve düzeni
bozulurdu. Böyleyken yiyeceği sırf Zakkum'dan ibaret olanların durumu nasıl
olur?"[37]
Cehennem ehlinin yiyeceğini böylece vasfettikten
sonra Yüce Allah, onların içeceğini de daha çirkin bir surette şöyle tavsif
buyurmaktadır:
"Sonra üzerine de onlar için, çok sıcak bir su
ile karıştırılmış bir içecek vardır." Yani onlar için, o ağacın
meyvelerinden yedikten sonra, yediklerine karışan çok sıcak bir sudan bir
içecek vardır.
Burada "sümme (sonra)" kelimesinin
kullanılmasından maksat, onların içeceği şeyin, çirkinlik ve tiksindiricilikte
yediklerinden daha ileri olmasını anlatmaktır. Bu suyun bulunduğu yer,
cehennemin dışındadır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sonra dönüp gidecekleri yer, şüphesiz yine
cehennemdir." Yani Hamîm şarabını içtikten ve zakkumu yedikten sonra
onların döneceği yer yine cehennem yurdudur. Bu ayet, cehennem ehlinin, hamîm'i
içerken cehennemde bulunmadıklarına delâlet etmektedir. Bu da, hamîm'in
cehennem dışında bir yerde oduğunu gösterir. Şu halde onlar, içmeleri için
-tıpkı develerin suya sürüldüğü gibi- Hamîm'e, ardından da tekrar cehenneme
sürüleceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, suçluların
yalanladığı cehennemdir. Onunla Hamım arasında dolaşıp dururlar."
(Rahman, 55/43-44)
Cehennem ehlinin, yiyecek ve içeceklerinde nasıl bir
azaba duçar olduğu anlatıldıktan sonra Yüce Allah, bu azabın gerekçesini şöyle
açıklamaktadır:
"Çünkü onlar atalarını sapık kimseler
bulmuşlardı da, kendileri de onların izleri üzerinde koşturuyorlardı."
Yani onlar, atalarının dalâlet üzere yaşamış kimseler olduğunu gördükleri
halde düşünüp iyice değerlendirmeden ve delilsiz dayanaksız olarak onlara
uyarak kendilerini taklit etmişlerdi. Zira onlar atalarına -adeta teşvik
edilmişler gibi- hemen tabi olmuşlar ve onlara adeta kovalarcasına uymuşlardı.
Daha sonra Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.)'i,
kavminin küfrü ve kendisini yalanlaması üzerine teselli ederek, küfrün açık ve
çok öncelere dayanan birşey olduğunu ve küfre tabi olanların çokluğunu şöyle
beyan buyurmaktadır:
"Andolsun ki onlardan önce geçenlerin çoğu da
sapmıştı." Yani geçmiş ümmetlerin ekseriyetti dalâlet içindeydi, Allah'ın
yanında başka ilâhlara da inanırlardı.
Bununla birlikte Allah'ın rahmeti onları uyarmadan
bırakmamıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki biz onlar için de uyarıcılar
göndermiştik." Yani Allah, geçmiş ümmetlere de, kendilerini Allah'ın
azabıyla uyaran ve Ona karşı kâfir olup başkasına kullukta bulunanları mağlup
edip kendilerinden intikam almasıyla sakındıran peygamberler göndermiştir. Ne
ki onlar, peygamberlere muhalefete ve onları yalanlamaya devam etmişlerdir.
Allah da onları helak etmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Bak o uyarılanların sonu nice oldu." Ey
rasul ve muhatap! Yalanlayı-cı kâfirlerin sonu bak nasıl oldu! Allah
kendilerini helak etti ve onlar cehenneme gittiler. Hz. Nuh, Ad, Semûd
kavimleri ve daha başkalarının akıbeti böyle oldu.
Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurarak müminleri
bundan istisna etmektedir:
"Ancak Allah 'm halis kulları o azabın dışında
kaldılar." Yani bununla birlikte Allah, kendine itaat için seçtiği,
kendilerini imana, tevhide ve Allah'ın emirlerini yerine getirmeye muvaffak
kıldığı kullarını kurtarmıştır.
Dolayısıyla onlar ebedî cennetlere girmek suretiyle
kurtuluşa erdikleri gibi dünyada da Allah kendilerine yardım etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.)'in bu şekilde teselli
edilmesinden anlaşılmaktadır ki, daha önce gelen rasuller içinde Hz. Peygamber
(s.a.)'e örnek teşkil edecek kimselerin bulunması gerekir. Böylelikle O da
onların yaptığı gibi sabır gösterecek ve davetine devam edecektir. Kendilerine
elçi olarak gönderildiği kimseler azgınlıkta ısrar ve inat gösterseler de ona
düşen sadece tebliğ etmektir.
[38]
Bu ayetlerden, aşağıdaki neticeler çıkarılmaktadır:
1- Yüce
Allah'ın, iyi kulları için cennetlerde hazırladığı nimetlerle, kötü kulları
için ateş çukurlarında hazırladığı azap arasında herhangi bir mukayese yapmak
mümkün değildir.
2-
Cehennem ehlinin yiyeceği, meyveleri acı, tadı ve kokusu tiksinti verici olan
ve yutulması başlı başına bir işkence olan ve yiyene acı veren Zakkum ağıcıdır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zakkum ağacı günahkârların
yemeğidir. Pota gibi karınlarında kaynar; sıcak suyun kayn-ması gibi."
(Duhân, 44/43-46)
3-
Cehennemin dibinde zakkum ağacı bulunduğunun haber verilmesi, "Ateşte
nasıl ağaç olurmuş? Ateş onu yakar." diyen kâfirleri imtihan ve
kendilerine bunun gerçek olduğunu haber vermek içindir. Onlar, bilgisizlikleri sebebi ile böyle
derler. Zira bizler bugün yakılması kabil olmayan birtakım maddelerin varlığını
öğrenmiş bulunmaktayız. Kaldı ki Allah'ın cehennemde ateş cinsinden olan ve bu
sebeple ateşin yakmadığı bir ağaç yaratması akla aykırı değildir. Nitekim Allah
cehennemde bukağılar, kelepçeler, yılanlar, akrepler ve cehennem bekçileri de
yaratmıştır.
4- Yüce
Allah, bu ağacı iki sıfatla vasfetmektedir:
a) Bu,
cehennemin dibinde biten bir ağaçtır, yani onun bittiği yer cehennemin
zeminidir ve onun dalları cehennemin tabakalarına yükselir.
b) Onun
meyvesi ve yükü çirkinlik ve tiksindiricilikte şeytanların başları gibidir. Bu
benzetme, -her ne kadar görünmeyen bir şeye yapılmışsa da- Arapların anlayacağı
bir benzetmedir. Arapların, her çirkin şeye şeytan suratlı, ve her güzel
çehreliye de melek yüzlü demeleri bundandır.
Yüce Allah'ın Hz. Yusuf (a.s.) kıssasmdaki kadınların
diliyle buyurduğu, "Su insan değildir; bu ancak üstün bir melektir"
(Yusuf, 12/31) sözü de böyledir. Bu, hayalî bir benzetmedir.
Zeccâc ve Ferrâ şöyle demişlerdir: "Buradaki
"şeytanlar"dan'maksat, başları ve kılları olan yılanlardır. Bunlar,
yılanlar içinde en çirkin, pis ve tiksindirici olanlarıdır.
5-
Cehennem ehli, zakkumdan az bir miktar yemekle yetinmezler. Ondan, zorla
yerler ve karınlarını onunla doldururlar. Cennet ehlinin rızkına mukabil
onların yemek ve meyvesi de budur.
O ağaçtan yedikten sonra cehennem ehli, zakkum yemeğine karışan
çok sıcak, kaynamış su içerler. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "...
bağırsaklarını parça parça eden kaynar sudan içirilen..." (Muhammed,
47/15)
Cehennem ehlinin azabını artırmak ve sıkıntısını
yenilemek için ha-mîm'in sıcaklığıyla zakkumun acılığı birleşsin diye bu
ikisinin kanştırıla-cağı da söylenmiştir.
6-
Cehennem ehli, zakkumu ve hamîm suyunu, cehennem dışında bulunan bir yerde
yiyip içerler. Çünkü ayette "Sonra dönüp gidecekleri yer, şüphesiz yine
cehennemdir." buyurulmaktadır. Bu da onların, ateşten başka bir azap için
de zakkumu yiyeceklerini ve daha sonra tekrar cehenneme sürüleceklerini
göstermektedir. Mukatil'in de belirttiği gibi hamîm de cehennem dışındadır. Şu
halde onlar kendisinden içmeleri için hamîme götürülecek, daha sonra da tekrar
cehenneme iade edileceklerdir. Çünkü Yüce Allah "İşte bu, suçluların
yalanladığı cehennemdir. Onunla hamîm arasında dolaşıp dururlar" (Rahman,
55/43-44) buyurmaktadır.
7- Onların
hak ettiği azabın sebebi, Allah'ı inkârda, peygamberleri yalanlamada ve putlara
tapmada atalarını taklit etmeleridir. Onlar arkalarından kovalanırcasına
süratli bir şekilde ve itilircesine atalarını taklide koşmaktadırlar.
8- Geçmiş
ümmetlerden pek çoğu Allah'ı inkâr etmiş, peygamberleri yalanlamış ve dalâlete
düşmüştür. Ancak Allah yine da onlara, kendilerini azapla uyaran peygamberler
göndermiştir. Ne ki onlar küfürlerinde devam etmişlerdir. Dolayısıyla onların
varacağı yer helak, mahv ve cehennem kapılarıdır.
9-
Allah'ın, küfürden koruduğu, niyet ve ameli Allah'a has kılan mümin kullarını
Allah daima kurtuluşa erdirir ve onları cennet bahçelerinin nimetlerine
kavuşturur; dünyada da kendilerine yardım eder.[39]
75- Andolsun Nuh bize niyaz etmişti de ne güzel kabul
buyurmuştuk.
76- Onu ve ehlini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık.
77- Yalnızca onun soyunu kalıcı kıldık.
78- Sonradan gelenler arasında on bir bıraktık.
79- Alemler içinde Nuh'a selâm ol sun
80- İşte biz iyileri böyle mükâfatlandınnz.
81- Çünkü o
bizim mümin kullarımızdandı.
82- Sonra ötekileri suda boğduk.
"Sonradan gelenler arasında ona iyi bir ün
bıraktık." cümlesinde Hz. Nuh (a.s.) hakkında daha sonra gelenlere
bırakılan zikr-i cemil ve güzel övgü kinaye tarzında ifade edilmektedir.
[40]
"Nuh bize niyaz etmişti de" Yani kavminden
ümit kestiği zaman bize dua etmişti. Buradaki "nida" kelimesinden
maksat imdada çağırma, yardım istemedir. Bu anlam, "Ben yenik düştüm,
yardım et" (Kamer, 54/10) ayetinden anlaşılmaktadır. Onun duasını "ne
güzel kabul buyurmuştuk" Yani biz de ona en güzel şekilde icabet etmiştik.
Buna göre takdirî anlam şöyle olur: Andolsun ki biz ne güzel icabet edeniz. Şu
halde bu cümlede, sadece anlama delâlet eden lafızlar kalmış, diğerleri
hazfedilmiştir. Bu dileğin cevabı şöyle olabilir: Biz onları suda boğmak
suretiyle helak ettik.
"Onu ve ehlini büyük bir sıkıntıdan" Yani
suda boğulmaktan veya kavminin eziyetlerinden "kurtarmıştık."
Buradaki "kerb" kelimesi "şiddetli gam" demektir.
"Yalnızca onun soyunu kalıcı kıldık" Yani
onun soyunu, kıyamet gününe kadar üreyip çoğalmak üzere kalıcı kıldık. Zira
insanların tümü Hz. Nuh (a.s.)'un neslinden gelmektedir.
Rivayet edildiğine göre çocukları ve eşleri dışında
Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte bulunan herkes gemide ölmüştür.
"Sonradan gelenler arasında ona iyi bir ün
bıraktık" Kıyamete kadar gelecek olan peygamber ve ümmetler arasında onun
için güzel bir övgü bıraktık. Buradaki "bıraktık" kelimesinin mef
ulü -tıpkı "güzel kabul buyurmuştuk" ayetinde olduğu gibi-
hazfedilmiştir.
"Alemler içinde Nuh'a selâm olsun." Bu söz,
hikâye tarzında gelmiştir. Anlam "Onlar Nuh üzerine selâm ederler, yani
ona güzelce övgüde bulunurlar, ona dua eder ve rahmet okurlar"
şeklindedir. Bu cümlenin, Hz. Nuh (a.s.)'a Allah'ın selâmı olduğu da
söylenmiştir.
"İşte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız."
Yani iyilere de ona verdiğimiz mükâfat gibi mükâfat veririz.
"Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı." Bu
cümle, Hz. Nuh (a.s.)'un kadrinin yüceliğini ve asaletini vurgulamak içindir.
"Sonra ötekileri" yani kavminin kâfirlerini
"suda boğduk."
[41]
Bu ayetler, daha önce kısaca verilen kıssaların
ayrıntılı olarak zikredilmeye başlandığı ayetlerdir. "Andolsun ki
onlardan önce geçenlerin çoğu da sapmıştı" ve "Bak o uyarılanların
sonu nice oldu." ayetlerinde pek çok geçmiş ümmetin dalâlette olduğu ifade
edildikten sonra, bunu peygamberlerin kıssaları izlemektedir.
Bu, ilk kıssadır ve Hz. Nuh (a.s.) ile kavminin
durumunu noksansız ve özlü bir şekilde beyan etmektedir.
[42]
"Andolsun Nuh bize niyaz etmişti de ne güzel
kabul buyurmuştuk." Yani yemin olsun ki Nuh (a.s.), kavmini uzun süre
imana davet ettikten sonra şöyle diyerek bize dua etmiş, bizden yardım
istemiş, kavmine de helak olmaları için beddua etmişti: "Rabbim!
Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan tek kişi bırakma." (Nuh, 71/26) Zira
onlar kendisini yalanlamış, türlü eziyetlere maruz bırakmış ve öldürmeye
azmetmişlerdi. İçlerinde uzun bir süre -950 yıl- kaldığı halde ona az sayıdaki
insan dışında kimse iman etmemişti. Hz. Nuh (a.s.)'un çağrısı onların sadece
daha çok reddedip davete icabete yanaşmamalarına yol açıyordu.
Bunun üzerine Yüce Allah Hz. Nuh (a.s.)'un duasına en
güzel şekilde icabet buyurdu ve kavmini tufan ile helak etti.
İbni Merdüvey Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle rivayet
etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) benim hücremde namaz kıldığında
"Andolsun Nuh bize niyaz etmisti de ne güzel kabul buyurmuştuk."
ayetine geldiği zaman "Rabbimiz doğru buyurdun. Sen, kendisine dilekte
bulunulanların en yakınısın. Ne güzel dua edilensin, ne güzel ihsan edensin, ne
güzel istenensin, ne güzel mevlâsın ya Rabbi, ve ne güzel yardım edensin!"
buyurdu."
Yüce Allah'ın, duayı ne güzel kabul buyurduğu
icmalen, kısaca açıklandıktan sonra, duaya icabetten hasıl olan yardımın,
nimet ve ihsanın şu üç noktada olduğu beyan edilmektedir:
1-
"Onu ve ehlini büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştık." Yani Nuh'u ve onun
dinine inananları -ki bunlar onunla birlikte iman etmiş olan 80 kişidir- büyük
bir sıkıntıdan, yani suda boğulmaktan kurtardık.
2-
"Yalnızca onun soyunu kalıcı kıldık." Yani başkalarını değil sadece
onun zürriyetini yaşar halde bıraktık ve kâfirleri onun duasıyla helak ettik.
Kâfirlerden geriye hiçkimse bırakmadık.
Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte gemide bulunan müminler
de -rivayet edildiği gibi- ölmüşlerdir. Geriye Hz. Nuh (a.s.)'un çocuklarından
ve soyundan başka kimse kalmamıştır.
Bu ayet hasr ifade etmekte ve soyu hariç Hz. Nuh
(a.s.) dışındakilerin hepsinin yok olduğunu göstermektedir. İbni Abbas (r.a.)
şöyle demiştir: "Hz. Nuh (a.s.)'un soyu, üç evlâdıdır ki onlar Sâm, Hâm ve
Yâfes'dir. Sâm Arap, Fars ve Rumların, Hâm zencilerin, Yâfes de Türklerin
atasıdır."
3- "Sonradan
gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık." Yani kendisinden sonra
kıyamete kadar gelecek olan peygamber ve ümmetler arasında kendisi için güzel
bir övgü bıraktık.
"Alemler içinde Nuh'a selâm olsun" Yani ve
dedik ki: Ey Nuh! Melekler ve insanlar ile cinler arasında bizden sana selâm
vardır.
Yahut bu ayetin anlamı şöyledir: Yüce Allah'ın, daha sonra
gelenler arasında Hz. Nuh (a.s.) için bıraktığı güzel övgü, kendisine bütün
ümmetler içinde selâm edilmesidir.
Yukarıdaki ilk tefsir şeklini "Ey Nuh denildi,
sana ve seninle beraber olanlardan türeyecek ümmetlere bizden selâm ve
bereketlerle gemiden in." (Hûd, 11/48) ayeti teyit etmektedir.
Yukarıda zikredilen üç ihsan ve nimetin sebebini Yüce
Allah şöyle ifade buyurmaktadır:
"İşte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız"
Yani biz, Allah'a itaati güzelce yerine getiren kulları böyle
mükâfatlandırırız. Yahut bütün alemlerin dilinde güzel bir şekilde ünlenmesi
de dahil olmak üzere o nimet ve ihsanları, iyi bir kul olduğu için Nuh
(a.s.)'a mahsus kıldık.
Bu ihsanın gerekçesini de Yüce Allah şöyle beyan
buyuruyor:
"Çünkü o bizim mümin kullanmızdandı" Yani
Hz. Nuh (a.s.)'un iyi bir
insan olmasının sebebi, onun Allah'a kul ve mümin
olmasıdır. Bu da, Allah Tealâ'ya iman ve itaatin en büyük derece ve en şerefli
makam olduğunu gösterir.
"Sonra ötekileri suda boğduk." Yani onun
kavminin kâfir olanlarını tufan ile suda boğduk ve helak ettik; onlardan
geriye hiç kimseyi bırakmadık. Bu da bir nasihat ve ibrettir: "Muhakkak
ki bunda kalbi olan, yahut şahit olarak kulak veren kimse için bir öğüt
vardır." (Kaf, 50/37)
[43]
Hz. Nuh (a.s.)
kıssası aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Yüce
Allah, Hz. Nuh (a.s.)'un duasına, kavmini helak etmek suretiyle icabet
buyurmuştur. Zira dua eden kişi darda kalandır, dua edilen ise Allah Tealâ'dır
ki O ne güzel maksuddur ve ne güzel icabet edendir!
2- En
büyük nimet, duaya icabet olmuştur. Hz. Nûh (a.s.)'a verilen nimet ve ihsan üç
türlü idi:
a) Kendisinin ve kendisiyle birlikte iman edenlerin
kurtarılması.
b) Soyunun
insanlığın, ırk ve cinslerin aslı kılınışı.
c) Kendisi
için güzel bir ün ve övgü bırakılması.
Müfessirlerden bir grup, Hz. Nuh (a.s.)'un
çocuklarından başkasının da soyunun bulunduğunu söylemişlerdir. Bunun delili de
"Ey Nuh ile birlikte gemide taşıdıklarımızın çocukları..." (İsrâ,
17/3) ayetidir.
Hz. Nuh (a.s.) için bırakılan şeylerden birisi de
peygamberler ve ümmetler arasında daimi bir selâmdır. Yahut da Allah Tealâ
onu, kıyamete kadar gelecek ümmetler içinde söylenen ve kendi katından onun
üzerine olan bir selâmla da mükafatlandırmıştır.
3- Allah,
Hz. Nuh (a.s.)'un kavmini suda boğmak suretiyle helak etmiş ve onların soylarından
hiçbir iz bırakmamıştır.
4- Hz. Nuh (a.s.)'a mezkûr nimetlerin ve ihsanın
verilmesinin sebebi onun iyi (muhsin) olması ve Allah'ın mümin, musaddık
(tasdik eden, doğrulayan), muvahhid (Allah'ı birleyen) ve O'na inanmada kesin
inanç sahibi bir kulu olmasıdır.
[44]
83- Şüphesiz İbrahim de onun fırka-sındandı.
84- Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalp getirmişti.
85- O zaman babasına ve kavmine "Siz neye
tapıyorsunuz?" demişti.
86- Yalancılık için mi Allah'ı bırakıp uydurma tanrılar
ediniyorsunuz?
87- Alemlerin Rabbi hakkında zan-nınız nedir?
88- Derken yıldızlara bir nazar atfetti de,
89- Ben hastay dedi.
90-Bunun üzerine arkalarını dönüP ondan uzaklaştılar.
91- Siz ce
onların tanrılarına sokuldu, 'Yemez
misiniz?' dedi.
92- Ne oluyor size konuşmuyorsunuz
93- Ve gizlice
üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi.
94- Derken
kavmi koşarak ona geldiler.
95- İbrahim dedi ki: "Kendi elinizle yontmakta
olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?
96- Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de Allah
yaratmıştır."
97- "Onun için bir bina yapın da onu ateşe
atın." dediler.
98- Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları
alçak düşürdük.
99- İbrahim dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim. O
beni doğru yola iletecek."
100- "Rabbim bana iyilerden bir çocuk
lütfet!"
101- Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik.
"İbrahim", "selîm",
"sakîm", "cahîm" ve "halım" kelimeleri arasında
murâ'âtu'l-fevâsıl denen özellik (ayet sonlarında yer alan kelimeler arasında
ahenk ve ses uyumu bulunması) vardır ki bedii güzelliklerdendir. Bu özellik,
Kur'an'ın harikulade beyan tarzını daha da çarpıcı hale getirmektedir.
"Ubnû lehû bunyânen (onun için bir bina
yapın)" cümlesindeki "ubnû" ve "bunyân" kelimeleri
arasında iştikak cinası vardır.
[45]
"Şüphesiz İbrahim de onun fırkasındandı."
Onun dini üzere yürüyen, iman ve şeriatın temelleri konusunda onun metodu üzere
hareket eden kimselerdendi. Beydâvî şöyle demiştir: "Hz. Nuh (a.s.) ile
Hz. ibrahim (a.s.)'in şeriatlerinin, fer'î konuların tümünde, ya da
çoğunluğunda müttefik olması uzak bir ihtimal değildir. Bu iki peygamber
arasında 2640 yıl ve Hz. Hûd (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.) olmak üzere iki de
peygamber vardı."
Buradaki "şî'a" (fırka) kelimesinin asli
manası, "bir kimseye uyanlar ve yardım edenler"dir. Bir konu üzerinde
toplanan her fırka, o konu için te-şeyyü' (yardım) etmiş demektir. Hz. Ali b.
Ebî Tâlib (r.a)'in vefatından sonra bu kelime, Ehl-i Sünnet karşıtı belli bir
gruba ad olmuştur.
"Rabbine tertemiz bir kalp getirmişti."
Yani Rabbini tertemiz bir kalple anmıştı. Bu cümle, hazfedilmiş bir ifadeye
mütealliktir. Zira gerçekte bir-şeyi "getirmek", onu olduğu yerden
başka bir yere nakletmektir. Burada kastedilen ise, Allah'a selim bir kalp ile
ve ihlâslı bir şekilde yönelmektir.
"tertemiz bir kalp" şüphe ve her türlü
kötü, olumsuz düşünceden arınmış, yaratılışında Allah'a halisane kulluk etme
hasleti bulunan, riya gibi kalbî hastalıkların ve kötü niyetlerin tümünden
arınmış bir şekilde.
"O zaman" yukarıda anlatılan durumdayken
"babasına ve kavmine" onları azarlayarak. "Siz neye
tapıyorsunuz?" hiç düşündünüz mü, demişti.
"Yalancılık için mi?" Buradaki
"ifk" kelimesi "yalanın en kötüsü" demektir. "Allah'ı
bırakıp uydurma tanrılar ediniyorsunuz" Yalancılık için Allah'ı bırakıp
başka tanrılar edinmek mi istiyorsunuz. Yani Allah'tan başkasına mı ibadet
ediyorsunuz?
Başka şeylere ibadet ettiğiniz halde "Âlemlerin
Rabbı'nin huzuruna vardığınız zaman O'nun "hakkındaki zannınız nedir"
Allah'ın size ne yapacağını düşünüyorsunuz? Buradaki mana, Allah'a ibadetten
yüz çevirme konusunda kesin -yakîn- ifade eden bir tavır şöyle dursun, bu
konuda zan gerektiren şeyin bile inkâr ve reddidir. Bu ifade, bir önceki ayette
anlatılan durum konusunda bir hüccet ve delil gibidir.
"Derken yıldızlara bir nazar atfetti de"
Kavmi, sahte tanrılara kendileriyle birlikte ibadet etmesini istedikleri zaman
onları kendisinin yıldızlara itimat ettiği vehmine düşürdü de "ben
hastayım" rahatsız ve keyifsizim "dedi." Hz. İbrahim bu sözüyle,
bayram olan ertesi gün kendileriyle birlikte ibadete çıkmayıp onlardan geri
kalmak istemişti. Bu sebeple hasta olduğunu ileri sürdü.
"Bunun üzerine arkalarını dönüp ondan
uzaklaştılar." Yani onu bırakıp, bayramlarına gittiler.
"O da gizlice onların tanrılarına sokuldu"
onların putlarına gizlice gitti. Putların yanında yemek vardı. Bu anlamda
"reveğânu's-sa'leb" denir ki "tilki gibi öteye-beriye saklana
saklana çömelerek ilerledi, gizlice yanlayıp saptı" demektir.
"Yemez misiniz?" dedi" Onlarla alay
edip eğlenerek, "Onların sizin için yaptığı yemeklerden yemez
misiniz?" dedi. Zira onlar konuşamayan varlıklardır.
"Ne oluyor size, konuşmuyorsunuz?" Bana
cevap vermiyorsunuz. Hz. İbrahim (a.s.) onların konuşamayan cansız varlıklar
olduğunun farkındaydı.
"Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara
kuvvetli bir darbe indirdi." ve onları kırdı.
"Derken kavmi koşarak ona geldiler" Yani o
putlara kulluk edenler, Hz. İbrahim'in putlara ne yaptığını öğrenince süratle
ona gelip "Biz onlara ibadet ederken sen onları kırıyorsun!" dediler.
Onları azarlayarak "İbrahim dedi ki: "Kendi
elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?"
"Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de
Allah yaratmıştır" Yani hem sizi, hem de yaptığınız bu şeyleri yaratan
O'dur. Öyleyse sadece O'na kulluk edin.
"Onun için bir bina yapın da onu ateşe
atın." dediler" Yani konuyu aralarında görüşerek Hz. İbrahim (a.s.)
için bir bina yapıp içini odunla doldurmayı ve ateşi tutuşturduktan sonra Hz.
İbrahim'i oraya atmayı planladılar.
Buradaki "cehîm", "şiddetli ateş"
demektir.
Kendisini ateşe atmak suretiyle ortadan kaldırmak
şeklinde "Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları alçak" mağlup
"düşürdük" ve İbrahim (a.s.) içine atıldıktan sonra ateş ona serin ve
selâmet oldu, İbrahim (a.s.) ateşten etkilenmedi.
"İbrahim dedi ki: Ben Rabbime gideceğim. O beni
doğru yola iletecek." Kavmimin bulunduğu, daru'1-küfr olan memleketten,
bana hicret etmemi emir buyuracağı yere -ki orası Şam'dır- gideceğim. Bu ayetin
anlamı, "Rabbime ibadet etme imkânı bulabileceğim bir yere gideceğim"
şeklinde de olabilir.
"Bana iyilerden bir çocuk lütfet." Yani
bana, sana taatte yardımcım olacak ve yabancı diyarda garip kalmamam için
yoldaşlık edecek iyi bir çocuk ver.
"Biz de ona halim bir oğul müjdeledik."
Yani büyüyünce halîm -çok akıllı, ağırbaşlı, sabırlı ve uysal- bir erkek çocuk.
[46]
Bu, peygamberler arasında elçilikleri konusunda nasıl
derin bir bağ ve köklü bir irtibat bulunduğunu açıkça gösteren bir kıssadır ve
kıssalar silsilesinin ikincisidir.
Kıssaya Hz. İbrahim (a.s.)'ın, Hz. Nûh (a.s.)'ın
fırkasından, yani ehl-i beytinden olduğu, yahut onun dini ve yolu üzere
bulunduğu ifade edilerek başlanmaktadır. Bu iki peygamber, insanlık için hayır
ve mutluluğun kaynağıdır. Bu sebeple "peygamberlerin babası" olan
Hz. İbrahim (a.s.) kıssası, "insanlığın ikinci babası" olan Hz. Nuh
(a.s.) kıssasından hemen sonra gelmiştir. Allah Tealâ bu peygamberlerden
ilkini suda boğulmaktan, ikincisini de ateşten korumuştur.
[47]
"Şüphesiz İbrahim de onun fırkasındandı"
Yani şüphesiz İbrahim (a.s.) de, Nuh'un (a.s.) dini ve yolu üzere bulunanlardan
ve insanları Allah'ı birlemeye, O'na ve öldükten sonra dirilmeye imana ve dinin
temel esasları olan diğer hususlara inanmaya çağırmada onun yolunda yürüyen kimselerdendi.
Bu iki peygamberin tebliğ ettiği din kurallarının ihtiva ettiği fer'î konular
arasında farklılıklar bulunsa da onlar, temel esaslar noktasında birbirlerini
doğrulamaktaydı.
"Çünkü o, Rabbine tertemiz bir kalp
getirmişti." Yani Rabbine yöneldiği zaman Onu imanda sadık ve ihlâslı;
şirk, şüphe ve riya şaibelerinden arınmış, hilkatinde Rabbine ihlâsla bağlı bir
kalple anmıştı. Yani sanki kalbini, kendisinden Rabbine bir hediye olarak
sunmuş ve böylelikle kurtuluşu ve Rabbinin rızasını hak etmişti.
Onun hasletlerinden ve övgüye değer amellerinden
birkaçı şunlardır:
"O zaman babasına ve kavmine "Siz neye
tapıyorsunuz?" demişti" Yani kavmine, "Allah'ı bırakıp da
kendilerine kulluk ettiğiniz bu putlar nedir?" dediği zamanki tavrı, onun
Rabbine olan ihlâsının göstergelerinden biriydi. Bu, onların putlara kulluğunu
protesto edip eleştirmek, tuttukları yol ve hareket tarzları sebebiyle onları
azarlamak ve putlara kulluğu açık bir dille kınamaktır. Bunun için Hz. İbrahim
(a.s.) onlara şöyle demiştir:
"Yalancılık için mi Allah'ı bırakıp uydurma
tanrılar ediniyorsunuz? Alemlerin Rabbi hakkında zannınız nedir?" Yani
yalana saparak Allah'ı bırakip da, herhangi bir delil ve hüccetiniz bulunmadan
başka ilâhlar edinmek mi istiyorsunuz? Rabbinize kavuştuğunuz zaman O'nun size
ne yapacağım zannediyorsunuz? Bu bir azarlama, sakındırma ve tehdit sorusudur.
Yani kendisine ibadet etmenize müstehak olan zata -ki O alemlerin Rabbi-dir-
karşı nasıl bir kanaat besliyorsunuz ki Ona kulluğu terkedip, Onu putlarla
değiştiriyorsunuz?
"Derken yıldızlara bir nazar atfetti de"
Yani İbrahim (a.s.), kavminin yaptığı gibi yıldızları tazim ve takdis
maksadıyla onlara bakmadı; yıldız ilimlerine ve yıldızların anlamlarına baktı.
Maksadı kavmini, onların bildiğini kendisinin de bildiği düşüncesine
sevketmekti.
Bu ayetten murat, Hz. İbrahim (a.s.)'in, evren ve gök
hakkında düşünceye daldığını ve uzun süre tefekkür ettiğini ifade etmek de
olabilir. Katâ-de şöyle demiştir: "Araplar, tefekküre dalıp da bu hali
uzun süre devam ettiren kimseye "yıldızlara baktı" derler ki,
"bulunduğu hal içinde uzun süre düşündü" demektir."
"Ben hastayım." dedi" Yani keyifsiz ve
rahatsızım dedi. Hz. İbrahim (a.s.) bu sözüyle kavminin küfründen, şirkinden ve
putlara kulluk etmesinden dolayı kalben rahatsızlık duyduğunu söylemek
istemiştir.
Kısacası Hz. İbrahim (a.s.)'in yıldızlara bakması ve
"Ben hastayım" demesi tevriye (gizleme) kabilinden bir sözdür.[48] Zira
o bu sözüyle başka bir-şey kastetmişken kavmi onun sözünden daha farklı bir
anlam çıkarmıştır. Maksadı o gece bir plan yapmak ve ertesi gün kavmi
kendisinden ayrılıp bayram kutlamaya gidecekleri zaman onların putlarına karşı
bir hile düşünme fırsatı elde etmekti. Bu da ancak -gece plan kuracağını
onlara hissettirmeden- onlarla birlikte bayram yerine gitmeyip geri kalmakla
olacaktı. Bu da gösteriyor ki Hz. İbrahim (a.s.) yıldızlara, onlara kulluk
edenlerin yaptığı gibi, bir şeyi neticelendirmek ve atacağı adımı belirlemek
niyetiyle bakmamıştır. Zira bu bir peygamber için caiz değildir.
Bu sebeple Hz. İbrahim (a.s.), "Ben
hastayım" demekle yalan söylememiştir.
"Bunun üzerine arkalarını dönüp ondan
uzaklaştılar." Yani onu terkederek bayramlarına ve ibadet yerlerine
gittiler.
"O da gizlice onların tanrılarına sokuldu, yemez
misiniz, dedi" Yani gizlice, öteye beriye saklanarak ve çömelerek süratle
kavminin taptığı putların yanma gitti. Kavmi, bereketlensin diye bayram günü
putların yanına yemek koymuştu. Hz. İbrahim (a.s.), putlarla alay edip
eğlenerek "Size takdim edilen bu yemekten yemez misiniz?" dedi.
"Ne oluyor size, konuşmuyorsunuz?" Yani
konuşmaktan ve soruma cevap vermekten sizi alıkoyan nedir? Hz. İbrahim
(a.s.)'in kastı, putlarla eğlenip onları tahkir etmekti. Çünkü o, putların
konuşması sözkonusu olmayan cansız varlıklar olduğunun bilincindeydi.
"Ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara
kuvvetli bir darbe indirdi." Gizlice onlara doğru ilerledi ve onlara
kuvvet ve şiddetle vurarark -Enbiyâ suresinde de zikredildiği gibi- büyükleri
hariç hepsini kırdı.
"Derken kavmi koşarak ona geldiler." Yani
bayram kutlamalarından döndükten sonra kavmi süratle ona geldi ve putları kimin
kırdığını sordu. Onları kıranın İbrahim (a.s.) olduğu söylenmişti ve onlar,
bunu yapanın o olduğunu öğrenmişlerdi. Ona şöyle dediler: "Biz onlara
ibadet ediyoruz. Sense onları kırıyorsun?!"
Kavmi Hz. İbrahim (a.s.)'e eziyet etmek üzere geldiği
zaman onları azarlamaya ve paylamaya başladı ve şöyle dedi:
"Kendi elinizle yontmakta olduğunuz şeylere mi
tapıyorsunuz?" Yani Allah'ı bırakıp da kendi ellerinizle yonttuğunuz ve
yaptığınız putlara mı kulluk ediyorsunuz?
"Halbuki sizi de, yapageldiğiniz şeyleri de
Allah yaratmıştır" Yani ibadete lâyık olan yalnızca Allah'tır. Çünkü
yaratan O'dur ve gerek sizi, gerekse ellerinizle yaptığınız o putları O
yaratmıştır. Bu ifadede, hem insanı, hem de insanın fiillerini yaratanın Allah
olduğuna delâlet vardır. Buhari, Hz. Huzeyfe (r.a.)'den merfu olarak şöyle
rivayet etmiştir: "Muhakkak ki Allah her sanatkârı (faili) ve sanatını
(fiilini) yaratmıştır."
Kavmi, Hz. İbrahim (a.s.)'in getirdiği hüccet
karşısında, ona eziyet etmeye ve kaba kuvvete başvurarak kendisinden intikam
almaya sığındılar ve şöyle dediler:
"Onun için bir bina yapın da onu ateşe
atın" Yani onun için geniş bir bina yapıp içini çok miktarda odunla
doldurun. Sonra da o odunları tutuşturup yakın ve İbrahim (a.s.)'i o alevli
ateşe atın.
"Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları
alçak düşürdük." Yani onu hile ve kötülükle tuzağa düşürmek ve ateşte
yakmak istediler. Biz de onu ateşten kurtardık ve ateşi ona serin ve esenlikli
bir ortam yaptık. Bu sayede ateş ona en küçük bir etki bile yapmadı. İbrahim
(a.s.)'e yardım ve galibiyet nasip ederken onları da -tuzaklarını bozmak
suretiyle- mağlup, hezimete uğramış ve zelil olmuş kimseler yaptık.
Allah Tealâ kendisini ateşten kurtarıp, kavmine karşı
kendisine yardım ettiği ve kavminin iman etmeyi kabullenmesinden ümit kestiği
zaman Hz. İbrahim (a.s.), hicret etmeye ve onlardan ayrılmaya karar verdi. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İbrahim dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim. O
beni doğru yola iletecek." Yani ben, putlara taassupla bağlanıp Allah'ı
inkâr ederek ve peygamberlerini yalanlayarak bana eziyet eden kavmimin yaşadığı
yerden, Rabbimin hicret etmemi emir buyurduğu, kendisine ibadet imkânı
bulacağım yere hicret ediyorum. Rabbim bana, dinim ve dünyam konusunda salâh ve
selâmet bulacağım yeri gösterecektir. Burası Şam'daki "arz-ı
mukaddese"dir.
Bu ayet, müminin, dininin emirlerini yaşama, İslâm'ın
şiarlarını ikame etme imkânı bulamadığı bir yerden başka bir yere hicret
etmesinin vacip olduğunun delilidir.
Hz. İbrahim (a.s.), hicret esnasında kendisine bir
çocuk ihsan etmesi için Rabbine duada bulunmuş ve şöyle demişti:
"Rabbim bana iyilerden bir çocuk lütfet!"
Yani Rabbim! Sana taatimde bana yardım edecek ve gurbette yoldaşım olacak salih
bir erkek çocuk ver.
"Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik" Yani
ona, büyüyüp çok hilm sahibi olacak bir erkek çocuk müjdeledik. Bu çocuk,
-İbni Kesîr'in de dediği gibi- Hz. İsmail (a.s.)'dir. Zira o, Hz. İbrahim'e
müjdelenen oğuldur ve hem müslümanlarm, hem de Ehl-i Kitabın ittifakıyla İsmail
(a.s.), İshak (a.s.)'dan büyüktür. Hatta Ehl-i Kitab'ın kitaplarında Hz. İsmail
doğduğu zaman Hz. İbrahim'in 86 yaşında olduğu, İshak (a.s.) doğduğu zaman ise
Hz. İbrahim'in yaşının 99 olduğu belirtilmektedir.
[49]
Bu ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Yaşadıkları
dönemler arasında uzun zaman bulunsa da, nebi ve ra-sullerin görevi tektir. O
da insanları, Allah'ı birlemeye, peygamberlere, öldükten sonra dirilmeye,
ahlâk ve fazilet esaslarına inanmaya davettir.
2- Hz.
İbrahim (a.s.) şirk ve şüpheden arınmış bir kalp sahibi, yaratılışında Allah'a
halisane kulluk etme hasleti bulunan, Allah'ın hak ve kıyametin mevcut
olduğunu ve Allah'ın, insanları öldükten sonra kabirlerinden diriltip
kaldıracağını bilen birisi idi.
3- İbrahim
(a.s.)'in selim kalp sahibi olduğunun göstergelerinden biri, babasını ve
kavmini tevhide davet etmesi ve onlara "Neye tapıyorsunuz?"
demesidir. O bu sözüyle onların tuttuğu yolun yanlış ve çirkin olduğunu
söylemeyi ve yaptıklarını kınamayı amaçlamıştır.
4- Kavminin
putlara taptığını ilân etmiş, bu hareketin en kötü yalan olduğunu açıklamış ve
onları, başka ilâhlara kulluk etmeleri sebebiyle karşılaşacakları ilâhi
azaptan sakmdırmıştır.
5- Hz.
İbrahim (a.s.), iki noktada gerçek niyetini gizleme ve başka bir niyet taşıdığı
intibaını verecek şeyler söyleme yoluna gitmiştir. Bunlardan birincisi
yıldızlara bakması, ikincisi de "Ben hastayım." demesidir.
Hz. İbrahim (a.s.) yıldızlara bakmakla, kavmi
kendisiyle birlikte bayram kutlamaya çıkmasını istediği zaman kendisinin
yıldız ilimlerini bildiğini ve yapacağı işler konusunda yıldızlara bakarak
düşündüğünü anlatmak istemiştir.
"Ben hastayım." demesine gelince, böyle
demekle kendisinin ölüm hastalığına yakalanacağını anlatmak istemiştir. Zira
ölümü yakın olan kimseler genellikle hastalanır ve ardından ölürler. Hz.
İbrahim'in böyle demesi üzerine onlar kendisinin o anda hasta olduğunu
zannetmişlerdir. Bu, tevriye ve kinayeli konuşmadır. Nitekim kral, eşi Hz.
Sâre'nin kim olduğunu sorduğu zaman da "O kızkardeşimdir." demiştir.
Bu sözüyle o, Hz. Sâre'nin, kendisinin din kardeşi olduğunu kastetmiştir.
İmam Ahmed, Buhari ve Müslim Ebû Hureyre (ra)'den
tahriç ettiği sahih bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İbrahim peygamber (a.s.), üç yalandan başka yalan söylememiştir."
Tevriye ve kinaye yollu yalan söylemek, caiz ve mubahtır.
Hz. İbrahim (a.s.)'in, "Ben hastayım." demekle,
onların puta tapmaları ve küfürleri sebebiyle duyduğu rahatsızlığı kastettiği
de söylenmiştir.
6- Hz.
İbrahim, putları kırmak için başarılı bir plan yapmıştır. Kavmi, yemekleri
bereketlensin diye -veya hizmet etmek amacıyla- putlara yemek takdim ettikten
sonra bayram kutlamak ve ibadet için
şehir dışına çıktığı zaman o şehirde kalıp beklemiş, daha sonra putların yanına
gelerek onlarla akıllı varlıklar gibi konuşmuş ve alay-eğlenme yollu
"Yemez misiniz?", "Ne oluyor size, konuşmuyorsunuz?"
demiş, ancak putlar kendisine bir cevap vermemiştir. Şüphesiz Hz. İbrahim
putların kendisine niçin cevap vermediğinin bilincinde idi.
Daha sonra putlara kuvvet ve şiddetle vurmuş ve
-Enbiyâ suresinde de belirtildiği gibi- içlerinden büyük olan put dışında
hepsini devirip kırmıştır. Bunu yapmasının sebebi, kavmini sağlam bir delille
ilzam etmek ve hatalarını ve taptıkları şeylerin, kendilerini bile korumaktan
aciz şeyler olduğunu kendilerine öğretmekti.
7- Bu işi
yapanın Hz. İbrahim olduğunu öğrendikten sonra kavmi süratle kendisine gelerek
"İlâhlarımıza bunu kim yaptı" demişler, o da onlara karşı delilli
konuşarak şöyle mukabele etmişti: "Kendi elinizle yontmakta olduğunuz
şeylere mi tapıyorsunuz?" Yani kendi ellerinizle yontarak yaptığınız
putlara mı kulluk ediyorsunuz? Buradaki "naht", yontmak ve düzeltmek
anlamındadır.
Daha sonra Hz. İbrahim şöyle demiştir: "Halbuki
sizi de, yapageldiği-niz şeyleri de Allah yaratmıştır." Yani gerek sizi,
gerekse ağaç, taş vs.'den yaptığınız putları yaratan Allah'tır. Kısacası hem
sizi, hem de fiilinizi yaratan Odur.
Ehl-i Sünnet, bu ayetle delil kabul ederek kulların
fiillerini Allah'ın yarattığını, kullarınsa ancak o fiilleri iktisap ettiğini
söylemiştir. Bu ayette Kaderiye ve Cebriye'nin görüşleri geçersiz
kılınmaktadır. Yukarıda da geçtiği gibi Buhari, Ebu Hureyre (r.a.)'den
[50]
merfu olarak şöyle rivayet etmiştir: "Muhakkak ki Allah her sanatkârı
(faili) ve sanatını (fiilini) yaratmıştır." Bu rivayeti Beyhakî de Hz.
Huzeyfe (r.a.) tarikiyle şu şekilde'rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber
(s.a.) şöyle buyurdu: "Muhakkak ki Allah her sanatkârı (faili) ve
sanatını (fiilini) yaratmıştır. Dolayısıyla yaratıcı da O'dur, yapan (fail) da.
O bütün noksanlıklardan beridir."
8- Kavmi,
getirdiği hüccetlerle kendilerine üstünlük sağlayan Hz. İbrahim'e ne
yapacakları konusunda müşavere etmişler ve şöyle demişlerdir: "Onun için
bir bina yapın ve içini odunla doldurun. Sonra da ateşi yakıp, kızgın
durumdayken onu içine atın." Abdullah b. Amr b. Âs (r.a.) şöyle demiştir:
"Hz. İbrahim binanın içine getirildiği zaman "Allah bana yeter. O ne
güzel vekildir." demişti."
Kavmi Hz. İbrahim (a.s.)'e bir tuzak kurmak, yani onu
öldürmek için bir hile ve desiseye başvurmak istemişti. Bunun üzerine Allah
Tealâ'nın, hücceti onların savuşturamayacakları şekilde hükmünü yürüttü ve bu
suretle onları zelil, mağlup ve perişan eyledi, böylece onların hile ve
tuzakları Hz. İbrahim hakkında yürümedi.
9- Müslümanm,
dininin emirlerini yaşama, İslâm'ın şiarlarını ikame etme imkânı bulamadığı
zaman bulunduğu yerden hicret edip ayrılması vaciptir. Bunu ilk yapan da Hz.
İbrahim (a.s.)'dir. Hz. İbrahim, Allah kendisini ateşten kurtardığı zaman
hicret etmiştir: "İbrahim dedi ki: "Ben Rabbime gideceğim" Yani
kavmimin memleketinden ve doğduğum yerden, Rabbime ibadet etme imkânı bulacağım
bir yere hicret edeceğim. Zira "O", niyet ettiğim bu konuda
"beni doğru yola" doğruya "iletecek." Mukatil şöyle
demiştir: "Hz. Lût ve Hz. Sâre ile birlikte insanlar içinde ilk hicret
eden Hz. İbrahim'dir. Arz-ı mukaddese -ki orası Şam toprağıdır- hicret
etmiştir."
10- Çocuk
istemek için dua etmek meşrudur. Hz. İbrahim, Allah tarafından seçilmiş bir
kul olduğunu öğrendiği zaman kendisini -yabancı diyarda kendisine yoldaş ve
arkadaş olacak- bir oğul ile destekleyip kuvvetlendirmesi konusunda Allah'a
dua etmiş ve "Rabbim! Bana salihlerden bir salih oğul ihsan eyle."
demişti. Yüce Allah da -Hûd suresinde de geçtiği gibi- Melek vasıtasıyla
kendisine, büyüdüğü zaman hilm sahibi olacak bir erkek çocuk müjdelemiştir. Hz.
İbrahim, doğacak çocuğunun hilm sahibi olacağı belirtilmek suretiyle, onun
yaşayacağı müjdesine nail olmuş gibidir. Çünkü küçük çocuk hilm sahibi olmakla
tavsif edilmez.
[51]
102- Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına erişince
babası ona "Yavrum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak,
ne dersin." dedi. Çocuk: "Babacığım! Sana emredileni yap. İnşaallah
beni sabredenlerden bulacaksın." dedi.
103- İkisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim
olunca İbrahim onu alnının üzerine yıktı.
104- Biz ona: 'Ya İbrahim!" diye nida ettik,
105- "Rüyana sadakat gösterdin. Şüphesiz ki biz,
iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız."
106- Gerçekten bu, apaçık ve kesin bir imtihandı.
107- Ve fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.
108- Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.
109- İbrahim'e selâm olsun!
110- Biz, iyi hareket edenleri işte böyle
mükâfatlandırırız.
111- Gerçekten o, bizim mümin kul-larımızdandı.
112- Ona iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı
müjdeledik.
113- Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik. Her
ikisinin neslinden, iyi hareket eden de var, açıkça kendisine zulmeden de.
"Felemmâ eslemâ ve tellehû li'1-cebîn: İkisi de
bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca İbrahim onu alnının üzerine
yıktı" ayetindeki "lem-mâ'nın cevabı şu üç şekilden biri olabilir:
a) Bu
cevap hazfedilmiştir. Takdiri anlam "İkisi de bu suretle Allah'ın
emrine teslim olunca kendilerine merhamet edildi ve mesut
oldular."
b)
"Biz ona nida edince emrimize teslim oldular." Bu anlam kabul edildiği
takdirde "ve tellehû' kelimesinin başındaki "vav" harfi zait
olur.
c) "Onu
alnının üzerine yıkınca biz ona... nida ettik." Bu anlam kabul edildiği
takdirde de bir önceki şıkta olduğu gibi "vav" harfi zait olur.
Bu şıklar içinde ilki daha kuvvetlidir.
[52]
"iyi hareket eden" ve "zulmeden"
kelimeleri arasında tezat vardır.
[53]
"Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına
erişince" Yani onunla birlikte onun işlerinde çalışabilme ve ona yardımcı
olabilme imkânı bulacak yaşa geldiği zaman. Çocuğun o zaman 9 yaşına ulaştığı
söylendiği gibi, 13 yaşına vardığı da söylenmiştir. "Ben... görüyorum'
Yani gördüm. Peygamberlerin rüyası haktır ve fiilleri Allah Tealâ'nm
emriyledir. Rivayet edildiğine göre Hz. İbrahim (a.s.), Terviye: (Zilhicce
ayının 8. günü) gecesi rüyasında birisinin kendisine, "Allah sana oğlunu kurban
etmeni emir buyuruyor." dediğini görmüştür. Sabah olduğu zaman bu rüyanın
Allah'tan mı, yoksa şeytandan mı olduğu konusunda enine boyuna düşünmüş, ertesi
gece aynı rüyayı tekrar görünce bunun Allah'tan olduğunu anlamıştır. Daha sonra
aynı rüyayı üçüncü gece de görmüş, bunun üzerine oğlunu kurban etmeye kesin bir
şekilde niyetlenmiştir. Bu üç güne "Terviye", "Arefe" ve
"Nahr" denmesinin sebebi budur.[54]
Beyzâvî şöyle demiştir: En zahir olan görüş, Hz.
İbrahim'in "Yavrum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak, ne
dersin." şeklindeki hitabının muhatabının Hz. İsmail (a.s.) olduğudur.
Çünkü;
a)
Hicretinin hemen arkasından Hz. İbrahim'e ihsan edilen çocuk odur ve Hz. İshak
(a.s.)'m doğumunun müjdelenmesi, bu çocuğun müjdelenmesi-fie mâtüftUf.
b) Ayrıca
Hâkim'in Menâkıb'da rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) "Ben iki
kurbanlığın oğluyum." buyurmuştur. Bu kurbanlıkların ilki, atası Hz.
İsmail, ikincisi de babası Abdullah'dır. Zira Abdulmuttalib, Allah'ın
kendisine Zemzem kuyusunun kazılmasını kolaylaştırması veya oğullarının
sayısının lQ'u bulması halinde bir erkek çocuk kurban etmeyi adamıştı. Allah
ona bu isteğine nail olmayı kolaylaştırmca kur'a çekmiş, kur'a Abdullah'a
çıkmış, o da Abdullah'ın diyeti olarak 100 deve kurban etmişti. Diyet bu
sebeple 100 deve olarak yerleşmiştir.
c) Bu olay
Mekke'de meydana gelmiştir. Hz. İsmail'in yerine kurban edilen koçun boynuzları
Kabe'de asılı idi. İbnu'z-Zübeyr (r.a) döneminde Kabe'yle birlikte yanıncaya
kadar bu boynuzlar orada durmaktaydı. Hz. İs-hak (a.s.) ise Mekke'ye
gelmemişti.
d) Hz.
İshak (a.s.)'ın dünyaya geleceğinin müjdelenmesi, ondan olacak Hz. Yakub
(a.s.)'un müjdelenmesiyle birliktedir. Şu halde Hz. İshak (a.s.)'ın henüz buluğ
çağına gelmeden kurban edilmesinin emir buyurulması bu müjdelemeye uygun
değildir.
"Hz. Peygamber (s.a.)'e hangi nesebin daha üstün
olduğu sorulduğunda "Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu, Allah'a kurban
olarak adanmış İshak'm oğlu, Allah'ın İsrail'i[55]
Yakub'un oğlu, Allah'ın sıddîkı Yusuf un oğlu..." şeklinde cevap verdiği
yolunda rivayet edilen habere gelince, sahih rivayete göre Hz. Peygamber bu
soruya şöyle cevap vermiştir: "İbrahim'in oğlu İshak'm oğlu Yakub'un oğlu
Yusuf..." Yukarıda yer alan rivayetteki fazlalıklar ise ravi tarafından
eklenmiştir. Hz. Yakub'un Hz. Yusuf a bu şekilde yazdığını bildiren rivayet ise
sübut bulmamıştır.[56]
İbni Kesîr de şöyle der: "İlim ehlinden bir
grup, buradaki kurbanlığın Hz. İshak (a.s.) olduğu görüşünü benimsemiştir. Bu
görüş, seleften bir cemaatten de hikâye edilmiştir. Hatta sahabenin bazısından
da bu görüşü benimsediği nakledilmiştir. Oysa bu, ne Kitab'ta, ne de Sünnette
vardır. Bu doğrultudaki rivayetlerin, Ehl-i Kitabın bilginlerinden başkasından
alındığını zannetmiyorum. Bu rivayetler, herhangi bir delile dayanmaksızın
kabul edilerek alınmıştır. İşte Allah'ın Kitabı, onun -yani kurbanlığın-Hz.
İsmail olduğuna şahitlik etmekte ve bizi bu görüşe götürmektedir. Zira Kur'an,
Hz. İbrahim'e hilm sahibi bir çocuk müjdelendiğini ve kurbanlığın da bu çocuk
olduğunu zikretmekte, ardından da şöyle demektedir: "Ona iyilerden bir
peygamber olacak İshak 'ı müjdeledik.[57]
"Düşün bak, ne dersin" Görüşün ne olur. Hz.
İbrahim, boğazlanmaya hazırlansın, bu konudaki emre boyun eğsin ve Allah
tarafından bir imtihan olarak ona indirilen vahyi bilsin diye kendisiyle
müşavere etmiştir. O da bu konuda sebat göstermiş ve Allah'ın emrini kabul
etmiştir.
"Babacığım! Sana emredileni yap!" Sana
emredilen şeyi yap. Buradaki "tu'meru" (sana emredileni) fiilinin
muzari kalıbıyla gelmesinin sebebi, Hz. İbrahim'in gördüğü rüyanın birkaç kez
tekrarlandığını gösteriyor.
"ikisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim
olunca" Allah'ın emrine boyun eğince ve itaat edip teslimiyet gösterince
"İbrahim onu alnının üzerine yıktı" Onda meydana gelecek bir
değişikliği görüp de babalık hisleri ağır bastığı için kesmezlik etmemek için
yüzünün üstüne yere yıktı veya yan üstü yatırmca yüzünün bir tarafı yere geldi.
Bu hadise, Mina'daki kayanın yanında meydana
gelmiştir.
Bu ayette geçen "cebîn" kelimesi, alnın iki
tarafından herbirisidir. Alın, iki "cebîn" arasıdır,
"li'1-cebîn" kelimesinin başındaki "lam" harfi, üzerine
yıkıldığı uzvu beyan etmek için kullanılmıştır.
"Rüyana sadakat gösterdin." Senden istenen
azmi gösterdin ve oğlunu kurban etmek için gerekli bütün hazırlıkları yaptın.
"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle
mükâfatlandırırız." Yani seni nasıl mükâfatlandırdıysak, emrimize uymak
suretiyle nefislerine iyilik edenleri de öylece mükâfatlandırırız. Bu ifade, o
ikisinin yaşadığı sıkıntının üzerlerinden kaldırılmasının gerekçesini
açıklamaktadır ki bu gerekçe, onların "iyi hareket etmesi"dir.
"Gerçekten bu" kendilerine emredilen
boğazlama işi, "apaçık ve kesin bir imtihandı." samimi olanı, samimi
olmayandan ayıran açık bir denemeydi.
"Ve fidye olarak ona" Yani boğazlanması
emredilen kişiye ki o, tercihe daha lâyık olan görüş uyarınca Hz. İsmail
(a.s.)'dir. Onun Hz. İshak (a.s.) olduğu da söylenmiştir. "Büyük bir
kurbanlık verdik." Onun yerine boğazlanması için semiz, iri yapılı bir
koç verdik. Hanefîler bu ayeti delil göstererek, oğlunu kurban etmeyi adayan
kimsenin, bir koyun kesmesi gerektiğini söylemişlerdir.
"Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün
bıraktık." Daha sonra gelen nesiller içinde ona gözel bir övgü bıraktık.
"İbrahim'e selâm olsun!" Yani bizden ona
selâm olsun. "Biz, iyi hareket edenleri işte böyle
mükâfatlandırırız" Yani Allah Tealâ'ya itaat etmek suretiyle kendi
nefislerine iyilik edenleri işte böyle mükâfatlandırırız. "Gerçekten o,
bizim mümin kullarımızdandı!" Bu cümle, Hz. İbrahim'in niçin "iyi
hareket eden" birisi olarak tavsif edildiğini anlatmaktadır.
"Ona ... İshak'ı müjdeledik." İshak
(a.s.)'ın dünyaya geleceğini haber vermek suretiyle ona bir diğer çocuk daha
müjdeledik. Bu ayet, kurban olarak boğazlanacak çocuğun Hz. İshak (a.s.) değil,
Hz. İsmail (a.s.) olduğunun delilidir, "...iyilerden bir peygamber
olacak..." Onun nübüvvetini ve iyilerden olacağını takdir etmiş olarak.
"Hem ona" evlâtları "konusunda İbrahim
(a.s.)'e "hem" de oğlu "Is-hak'a" İsrailoğullarının peygamberlerini
onun soyundan göndermek suretiyle "bereketler verdik." Yani -Eyyûb
(a.s.) ve Şu'ayb (a.s.) gibi- peygamberlerin ekserisi onun neslindendir.
"Her ikisinin neslinden iyi hareket eden"
müminler "açıkça kendisine zulmeden" Küfrü açık, zulmü ortada olan
isyancı kâfirler de "var."
Beyzavi şöyle demiştir: "Bu ifadede, kişinin
hidayete ermesinde veya dalâlete
düşmesinde soyun hiçbir etkisi olmadığı ve Hz. İbrahim ile Hz. İs-hak'ın
soyundan gelenlerin bir kısmının işlediği zulmün, bu ikisi için bir noksanlık
ve ayıp teşkil etmeyeceği konusunda uyarı bulunmaktadır.
[58]
Bu, ikinci kıssa olan Hz. İbrahim (a.s.) kıssasının
son bölümüdür. Allah Tealâ, "Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik"
buyurduktan sonra, bu müjdenin gerçekleştiğine ve müjdelenen çocuğun, iş
görebilme çağına eriştiğine delâlet eden ayete yer vermekte, ardından da
İsmail (a.s.)'in boğazlanması ve onun yerine fidye gönderilmesi hadisesini
zikretmektedir. Bundan sonra da Yüce Allah, Hz. İbrahim (a.s.)'e, iyilerden bir
peygamber olacak Hz. İshak (a.s.)'ı müjdelemekte ve hem ona, hem de Hz. İshak
(a.s.)'a bereketler verdiğini, peygamberlerin ekserisini de bu ikisinin
neslinden kıldığını ve bu ikisinin neslinden gelenler içinde hayırlı işler
yapan iyi kimseler bulunduğu gibi, türlü günahlar işlemek suretiyle nefsine
zulmeden kimseler de bulunacağını beyan buyurmaktadır.
[59]
"Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına erişince
babası ona "Yavrum! Ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum. Düşün bak,
ne dersin." dedi." Yani İsmail (a.s.) büyüyüp delikanlı olduğu ve
çalışıp iş görebilme çağına geldiği zaman -ki Ferrâ Hz. İsmail (a.s.)'in o
zaman 13 yaşında olduğunu söylemiştir- İbrahim (a.s.), boğazlanması emir
buyurulan oğlu İsmail (a.s.)'e -zira Hz. İbrahim (a.s.)'e halîm bir çocuk
müjdelendiği ve onun, boğazlanacak çocuk olduğu zikredildikten sonra
"Ona, iyilerden bir peygamber olacak İshak'ı müjdeledik."
buyurulmaktadır- "Yavrum! Rüyada seni boğazladığımı gördüm. Ne
dersin?" dedi. Hz. İbrahim'in çocuğa böyle bir haber vermesi, onu,
Allah'ın emrinin yerine getirilmesine hazırlamak, Allah'ın emrine boyun eğmek
suretiyle ecir ve sevap kazanmasını temin ve Allah'ın emri karşısındaki sabrını
öğrenmek içindi. Yoksa peygamberlerin rüyası vahiydir ve vahiyle bildirilenlerin
yerine getirilmesi lâzımdır.
Tevrat'ta zikredilen, "İlk ve tek oğlun olan
İshak'ı boğazla" şeklindeki ifadeye gelince, burada Hz. İshak'ın isminin
zikredilmesi, onların Allah'ın kitabına yaptığı ilâve ve tahrifler
cümlesindendir. Yoksa Hz. İshak (a.s.) Hz. İbrahim (a.s.)'in ilk çocuğu
olmadığı gibi tek çocuğu da değildir. Bu özellikler Hz. İsmail (a.s.)'e aittir.
Daha sonra Hz. İbrahim (a.s.) oğlunu kurban etme konusunda elinden gelen
gayreti gösterip böylece Allah'ın emrine itaat edince Yüce Allah da ona diğer
bir çocuk ihsan etmiştir ki işte bu çocuk Hz. İshak (a.s.)'dır!
"Çocuk: "Babacığım! Sana emredileni yap.
İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın." dedi." Yani Hz. İsmail
(a.s.) şöyle dedi: "Allah'ın beni bogazlaman konusundaki buyruğunu yerine
getir ve sana vahyedileni yap. Ben ilâhi kaza ve takdire sabredecek ve bunun
sevap ve karşılığını Allah'tan bekleyeceğim. Bu ifade, Hz. İsmail hakkında
daha önce zikredilen "halîm" sıfatını ve Allah Tealâ'nm onun hakkında
"Kitab'da İsmail'i de an. Çünkü o vadinde sadıktı, rasul bir peygamberdi.
Kavmine namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi. Rabbi nezdinde rızaya
ermişti." (Meryem, 19/25-26) şeklinde verdiği haberi doğrulamaktadır.
Bunun üzerine Hz. İbrahim, Allah'ın enirini yerine
getirmeye koyuldu. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"İkisi de bu suretle Allah'ın emrine teslim
olunca İbrahim onu alnının üzerine yıktı." Yani ikisi de Allah'ın emrine
karşı teslimiyet gösterip boyun eğdiği, Allah'a itaat edip işlerini Allah'a
havale ettiği ve İbrahim (a.s.), kendisini merhamet ve acıma hissi kaplayıp da
boğazlamada tereddüt göstermesin diye oğlunu yüz üstü yere yıktığı veya onu
bir yanı üzerine yere attığı ve böylece Hz. İsmail'in "cebin"i
(yüzünün bir yanı) yere geldiği zaman... Hz. İbrahim'in oğlunu kesmek istediği
yer, Mina'da şeytan taşlama işleminin yapıldığı mevkinin yanında bulunan
"kurban kesme yeri"dir.
Mücâhid şöyle demiştir: "Hz. İsmail babasına
şöyle demişti: "Beni, yüzüme bakar vaziyette boğazlama. Böyle yaparsan
belki seni bana karşı merhamet hisleri kaplar da beni hemen öldüremezsin.
Ellerimi boynuma bağla, sonra da yüzümü yere koy ve yapman gerekeni yap!"
İmam Ahmed, İbn Abbas (r.a.)'m şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Hz. İbrahim (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun)
hac menasi-kiyle emrolunduğu zaman say esnasında şeytan ona geldi ve onunla
yarıştı. Hz. İbrahim onu geçti. Sonra Cebrail (a.s.) Hz. İbrahim'i Akabe
Cemre-si'ne götürdü. Şeytan burada da ona musallat oldu. Hz. İbrahim de ona, gidene
kadar yedi çakıl taşı attı. Sonra Orta Cemre'de şeytan yine ona musallat oldu.
O da şeytana yedi çakıl taşı daha attı. Sonra Hz. İsmail'i alnı üzere yere
yıktı. Hz. İsmail'in (bizim peygamberimize ve ona salât ve selâm olsun)
üzerinde beyaz bir gömlek vardı. Babasına "Babacığım. Beni kefenleyeceğin
bundan başka bir elbisem yok. Bunu çıkarayım da beni onunla kefenle."
dedi. Hz. İbrahim de gömleği çıkarması için ona yardım ederken arkasından
"Ya İbrahim! Rüyana sadakat gösterdin." diye nida edildi. Hz. İbrahim
döndü ve bir de baktı ki beyaz, boynuzlu ve iri gözlü bir koç!" İbni Abbas
(r.a.) şöyle demiştir: "Bizler, bu çeşit koçları kurban etmek suretiyle
ona uymaktayız."
"Biz ona: "Ya İbrahim!'" diye nida
ettik, "Rüyana sadakat gösterdin." Boğazlamak için oğlunu yatırınca
arkasındaki dağdan bir melek kendisine, "Gördüğün rüyadan maksat hasıl
olmuş ve senden beklenen şey tahakkuk etmiştir. Sen, oğlunu boğazlamasan dahi
sadece bu işe azmetmekle bile rüyayı doğrulayıcı oldun ve yapabileceğini
yaptın." dedi...
Daha sonra Allah Tealâ, Hz. İbrahim (a.s.)'e ihsan
ettiği nimetleri saymakta ve şöyle buyurmaktadır:
1- "Şüphesiz
ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız." Yani oğlunu
boğazlamaktan affedilmen ve sıkıntı ve imtihandan kurtulman gibi sana karşılık
olarak verdiğimiz mükâfatın benzerini, Allah'a itaat etmek suretiyle iyi
davranan herkese verir ve ona, yaptığı işin karşılığı olan sevabı bahşederiz.
Bu ifade, Allah Tealâ'nın Hz. İbrahim'e ve oğluna, sıkıntı ve imtihandan
kurtuluştan sonra ihsan ettiği nimetlerin veriliş sebebini anlatmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah, bunun sıradan bir hadise
olmayıp, büyük bir imtihan olduğunu belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten bu, apaçık ve kesin bir imtihandı."
Yani bu deneme, zorluğu açık bir deneme ve daha zoru bulunmayan bir imtihandır.
Zira Allah onu, oğlunu kurban etme konusunda ne denli itaatkâr olduğu
noktasında denemiş, o da ecrini Allah'tan bekleyerek buna sabretmiştir.
Bu ayetin anlamının, "Gerçekten bu, apaçık bir
nimettir" anlamında olduğu, zira burada kullanılan "belâ" kelimesinin
nimet anlamına geldiği de söylenmiştir. Buna göre Allah'ın bir kimseye nimet
verdiği anlatılmak istendiği zaman "Eblâhullâhu" denir.
2- "Ve
fidye olarak ona büyük bir kurbanlık verdik." Yani onun için oğlunun
fidyesi olarak cüsseli ve semiz veya kadrü kıymeti büyük bir koç verdik.
Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Hz. İsmail'e fidye olarak verilen hayvan,
erkek bir dağ keçisinden başka birşey değildir. Bu keçi Hz. İbrahim'e,
Se-bîr'den inmiş, Hz. İbrahim de onu oğlunun fidyesi olarak boğazlamıştır. Bu,
Hz. Ali (r.a.)'nin görüşüdür."
Bu ayette, kurban olarak koyun kesmenin, deve ve
sığır kesmekten daha efdal olduğuna delâlet vardır. Mâlikîlerin görüşü de bu
doğrultudadır. Çünkü koyunun eti daha lezzetli ve güzeldir.
3-
"Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık. İbrahim'e selâm olsun!"
Yani gelecek ümmetler arasında İbrahim (a.s.) için güzel bir övgü ve iyi bir
anılma bıraktık. Bu itibarla bütün semavi din mensupları -Yahudiler,
Hristiyanlar ve Müslümanlar- ve keza müşrikler onu sevmektedirler. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Benden sonrakiler içinde benim için bir
lisan-ı sıdk ver. Beni naim cennetinin varislerinden kıl." (Şu'arâ,
26/84-85)
Bizden, meleklerden, insanlardan ve cinlerden İbrahim
üzerine selâm olsun. Buradaki "selâm"ın, güzel övgü olduğu da
söylenmiştir.
"Biz, iyi hareket edenleri işte böyle
mükâfatlandırırız." Yani bütün iyi (muhsin) insanları, sıkıntı ve
şiddetten sonra feraha kavuşturmak suretiyle işte böyle mükâfatlandırırız.
Burada ayetin başında -diğer emsallerinde
olduğu gibi- "İnnâ (Muhakkak biz)" ifadesi,
birinci kez (105. ayette) zikre-dilmesiyle yetinildiği için burada ikinci kez
zikredilmemiştir.
4- "Ona
iyilerden bir peygamber olacak İshak 'ı müjdeledik." Yani ona bir diğer
çocuk daha ihsan ettik -ki o İshak (a.s.)'dır- ve onu salihler zümresinden
olan salih bir peygamber kıldık. Bu, Hz. İbrahim'e verilen dördüncü nimettir.
5-
"Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik." Yani o ikisine, çeşitli dünya
ve ahiret bereketi ve nimetleri ihsan etmek suretiyle yardım ve imdat eyledik.
Soy ve evlât çokluğu ile peygamberlerin ekserisinin o ikisinin ve Hz. İsmail'in
neslinden kılınması da bu nimetler cümlesindendir.
"Her ikisinin neslinden, iyi hareket eden de
var, açıkça kendisine zulmeden de" Yani o ikisinin soyundan gelenlerin
kimisi, hayırlı ameller işleyen muhsin kimseler iken, kimisi de küfür ve
çeşitli masiyetler işlemek suretiyle nefsine zulmeden kimselerdir.
Bu ayet, hidayet ve dalâlette soyun herhangi bir
etkisi bulunmadığının ve kişi için yararın, veraset ve nesep yahut aidiyete
bağlı olmadığının delilidir. Kişiye fayda verecek olan şey ancak onun kendi
amelleridir.
Yine bu ayet, zürriyetlerinden gelenlerin kötülüğü
sebebiyle geçmiş nesillerin kınanmayacağını da göstermektedir. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Günahkâr hiçbir nefis, diğerinin günah yükünü
taşımaz." (Enam, 6/164)
[60]
Bu ayetlerden, aşağıdaki hükümler çıkarılır:
1- Yüce
Allah, -uyanıkken değil de- birbirini izleyen üç gece uykusunda Hz. İbrahim
(a.s.)'e, oğlunu boğazlamasını emir buyurmuştur. Çünkü Allah Tealâ,
peygamberlerin rüyasını -sadık kimseler oldukları gerçeğini takviye etmek için-
hak kılmıştır. Allah Tealâ, Hz. İbrahim hakkında şöyle buyurmuştur: "Ben
uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum." Hz. Yusuf (a.s.) hakkında da şöyle
buyurmuştur: "Muhakkak ben rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm.
Gördüm ki onlar bana secde edicilerdir." (Yusuf, 12/4) Peygamberlerin
sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.) hakkında da şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki
Allah, rasulünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir. İnşaallah
hepiniz emniyet içinde -kiminiz başlarınızı tıraş ettirerek, kiminiz
saçlarınızı kısaltarak korkusuzca mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz."
(Feth, 48/27)
2- Ehl-i
Sünnet, bu ayeti delil göstererek Allah Tealâ'nın kimi zaman vukuunu murat
etmediği şeyleri emir buyurabileceğini söylemiştir. Zira Yüce Allah, Hz.
İbrahim (a.s.)'e oğlunu boğazlamasını emir buyurduğu halde bunun vukuunu murat
etmemiştir.
3- Yine
Ehl-i Sünnet bu ayeti, emre imtisal vuku bulmadan önce nas-sm
neshedüebileceğine delil getirmişlerdir.
4- Yukarıdaki
ayetlerin delâlet ve tertibi bakımından boğazlanacak olan çocuk Hz. İsmail
(a.s.)'dir. Çünkü Hz. İbrahim'e ilk olarak müjdelenen çocuk odur. Hz. İshak
(a.s.)'a gelince, Hz. İbrahim, Hz. İsmail'den sonra onunla müjdelenmiştir. Bu
da Hz. İsmail'in daha büyük olduğunu gösterir. Ekseriyetin ittifakıyla
boğazlanacak olan da odur. Şayet boğazlanacak olan kişi Hz. İshak olsaydı,
boğazlama hadisesi Mina'daki kurban kesme yerinde değil, Beyt-i Makdis'te
gerçekleşirdi. Oysa boğazlama hadisesinin Mi-na'da vuku bulduğu üzerinde görüş
birliği bulunmaktadır.
Boğazlanacak kişinin Hz. İsmail olduğunu başka
deliller de desteklemektedir. Bu cümleden olarak:
a) Hâkim'in
Menâkıb'da rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) "Ben iki kurbanlığın
oğluyum." buyurmuştur. Yani biri Hz. İsmail, diğeri de Hz. Peygamber
(s.a.)'in babası olan ve dedesi Abdülmuttalib tarafından, kendisine on erkek
çocuk verilmesi halinde veya Allah'ın, kendisine Zemzem kuyusunu kazma işini
müyesser kılması durumunda kurban etmeyi adadığı Abdullah. Abdülmuttalib'in her
iki isteği de yerine gelmiş, o da hangi oğlunu kurban edeceği konusunda kur'a
çekmiş, kur'a Abdullah'a çıkmıştı. Bunun üzerine Abdullah'ın dayıları kurban
edilmesine mani olmuş ve Abdülmuttalib'e oğluna karşılık olarak 100 deve
kurban etmesini söylemişler, o da 100 deve kurban etmişti.
b) Asma'î'den rivayet edildiğine göre o şöyle
demiştir: "Ebu Amr b. Âlâya kurbanlığın kim olduğunu sordum, şu karşılığı verdi:
"Ey Asma'î! Aklın nerede? Hz. İshak Mekke'ye ne zaman geldi? Mekke'deki
ancak Hz. İsmail (a.s.)'dir ve babasıyla birlikte Kabe'yi bina eden odur;
kurban kesme yeri de Mekke'dedir.
c) Yüce
Allah "İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de an. Bunların herbiri
sabredenlerdendi." (Enbiyâ, 21/85) ayetinde Hz. İshak'ı değil, Hz.
İsmail'i sabırlı olmakla vasfetmiştir ki bu sabır, Hz. İsmail'in boğazlanma
hadisesi karşısında gösterdiği sabırdır. Yine Yüce Allah onu,"Kitab'da
İsmail'i de an. Çünkü o vaadinde sadıktı." (Meryem, 19/54) buyurmak
suretiyle vaadine sadık olmakla nitelemişti. Çünkü o, babasına, boğazlanma
hadisesi karşısında sabredeceğini vaad etmiş ve bu vaadine de bağlı kalmıştır.
d) Sıhhati
kesin olan sahih rivayetler, boğazlanacak olan kişinin Hz. İsmail (a.s.)
olduğunu bildirmektedir. Bu rivayetler sahabeden İbni Abbas, İbni Ömer, Hz.
Ali, Ebu Hureyre, Ebu't-Tufeyl Âmir b. Vasile; tabiinden Sa'îd b. Müseyyeb,
Sa'îd b. Cübeyr, Hasan'i-Basrî, Mücâhid, Şa'bî, Yusuf b. Mihrân, Rebî' b. Enes,
Muhammed b. Ka'b Kurazî, Kelbî, Alkame, Ebu Ca'fer Muhammed b. Ali ve Ebu
Salih'ten (Allah hepsinden razı olsun) nakledilmiştir. Bunların hepsi
boğazlanacak olan kişinin Hz. İsmail olduğunu
söylemişlerdir.[61]
Kurtubî de şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.)'den, sahabeden ve
tabiinden nakledilenler içinde en sağlam görüş budur."
Ne ki Yahudiler, boğazlanacak olan Hz. İsmail'in
Arapların atası olması dolayısıyla Arapların sahip olduğu bu üstünlüğü
çekemedikleri için ve Tevrat'a kimi ilâvelerde bulunarak onu tahrif etmişler ve
bazı hadis ve eserlerin rivayetlerine hile ve desise ile boğazlanacak olan
kişinin Hz. İshak olduğu hususunu sokmuşlardır. Bu da şu iki delille istidlal
eden kimi sahabe ve müslüman alimler arasında farkında olmadan devam
ettirilmiştir:
a) Allah Tealâ,
bu ayetten önce Hz. İbrahim'in şöyle dediğini hikâye etmektedir: "İbrahim
dedi ki: Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek." Bu ayette
kastedilen şeyin, Hz. İbrahim'in Şam'a hicret ettiği dair görüş birliği
bulunmaktadır. Daha sonra Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "Biz de ona halim
bir oğul müjdeledik." Dolayısıyla ona müjdelenen bu oğulun Hz. İshak'tan
başkası olmaması gerekir. Bundan sonra da Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
"Çocuk İbrahim'in yanında koşma çağına erişince..." Hz. İbrahim'in
yanında koşma çağma erişen çocuk ise Şam'da doğan çocuktur. Şu halde bu ayetin
baş tarafının, boğazlanacak olan kişinin Hz. İshak olduğuna delâlet ettiği
sabit olmaktadır. Ayetin son kısmı da buna delâlet etmektedir. Çünkü Allah
Tealâ, boğazlanma ile ilgili kıssayı bitirdikten sonra "Ona iyilerden bir
peygamber olacak İshak'ı müjdeledik" buyurmaktadır. Ona bu peygamberliği
müjdelemesinin sebebi ise, boğazlanma olayında anlatılan o sıkıntılara
tahammül etmesidir. Şu halde bu ayetin hem baş hem de son kısmı, boğazlanacak
olan kişinin Hz. İshak (a.s.) olduğuna delâlet etmektedir.
b) Hz.
Yakub (a.s.)'un meşhur mektubunda şöyle bir ifade bulunmaktadır:
"Allah'ın dostu İbrahim'in oğlu, Allah'a kurban olarak adanmış olan
İshak'in oğlu, Allah'ın peygamberi ve İsraili Yakub'dan..."
Bu, Abdullah b. Mesud (r.a.)'dan gelen sahih bir
rivayettir ki şöyledir: "Bir adam ona, "Ey şerefli dedelerin
torunu!" diye hitap etmiş, o da bunun üzerine, "Bu dedeler, Allah'ın
dostu İbrahim'in oğlu, Allah'a kurban adanan İshak'm oğlu Yakub'un oğlu Yusuf
tur."
Bu görüş, sahabeden Hz. Ömer, Câbir, Abbâs'tan ve
Katâde, Mesrûk, İkrime, Atâ, Mukâtil, Zührî ve Süddî gibi tabiine mensup bazı
kimselerden, bir de Mâlik b. Enes'ten de rivayet edilmiştir. Bunların hepsi
boğazlanacak olan kişinin Hz. İshak olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu haberlerde
açıkça Ka'bu'l-Ahbâr'ın parmağının bulunduğu görülmektedir ki, bunların
kaynağı, güvenilirliğini yitirmiş bulunan eskiden kalma kitaplarda yer alan
birtakım haberlerdir. Bazı müslümanlar bu haberleri ondan almış ve böylece bu
haberler müslümanlar arasında dolaşır olmuştur. Yukarıda İbni Kesîr ve
Beydâvî'den bu haberlerin çürütüldüğüne dair nakiller yapmıştık.
Bu konuda Zeccâc da, "Hangisinin boğazlanacak
kişi olduğunu en iyi Allah bilir." derdi ki bu da bu konudaki üçüncü
görüştür.
5- Hz.
İbrahim (a.s.)'in, "Düşün bak, ne dersin!" diyerek oğluyla istişare
etmesindeki hikmet, Allah'a itaat konusundaki sabrının ortaya çıkması için
oğlunu hadiseye muttali kılmasıdır. Zira onun göstereceği sabır İbrahim (a.s.)
için bir mutluluk kaynağı olacaktır. Çünkü sabır yüksek bir derecedir.
Bu istişaredeki bir diğer hikmet de ahirette oğlu
için büyük bir karşılık, dünyada da güzel bir övgü hasıl olmasıdır. Zira
İsmail (a.s.) de "İnşaal-lah beni sabredenlerden bulacaksın."
demişti.
Hz. İsmail (a.s.)'in "inşaallah" diyerek bu
konudaki tavrını Allah'ın dilemesine bağlaması, teberrük maksadıyladır. Zira
Allah'a isyan etmekten uzaklaşmak ve Ona itaat etmek ancak Onun tevfikiyle
mümkündür. Ehl-i işaretten bazıları, bu kelimeyi kullandığı için Allah'ın onu
sabra muvaffak kıldığını söylemiştir.
6- "İkisi
de bu suretle Allah'ın emrine teslim olunca" Yani Allah'ın emrine boyun
eğince kavli, Allah'ın emrine teslim olmada ve işleri Ona havale etmede hem
baba, hem de oğulun aynı derecede olduğunun delilidir.
7- Yüce
Allah -yukarıda da geçtiği üzere- bu kıssa münasebetiyle Hz. İbrahim (a.s.)'e
verilen beş nimet saymaktadır. Bu nimetler şunlardır:
a) Ona verilen iyi karşılık: "Biz, iyi
hareket edenleri işte böyle mükâfatlandırırız."
Yani onları gerek dünyada ve gerekse ahirette sıkıntılardan kurtarırız.
b) Oğlunun
yerine kurban edilmek üzere iri bir koç gönderilmesi,
c)
Ümmetler arasına kendisi hakkında güzel bir övgü bırakılması,
d)
Kendisine Allah'tan bir selâm gönderilmesi,
e)
Kendisine bir diğer çocuk daha müjdelenmesi ve gerek İsrailoğulla-rı'ndan,
gerekse diğerlerinden gelen peygamberlerin ekserisinin onun, Hz. İshak ve Hz.
İsmail'in soyundan kılınması.
8- Hz.
İsmail yerine koçun fidye gönderilmesi -daha önce de zikredil-diği gibi-
kurbanlık olarak koyunun deve ve sığırdan daha efdal olduğunun delilidir.
İmam Mâlik ve arkadaşları, Mina'da kesilen kurban
hariç olmak üzere kurbanın daha efdal olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Mina
kurban kesme yeri değildir. Re'y ehli kurban kesmenin efdal olduğunu söylemiş,
keza İmam Ahmed b. Hanbel de kurban kesmenin sadakadan efdal olduğu görüşünü
benimsemiştir. Çünkü kurban kesmek, tıpkı Bayram namazı gibi sünnet-i
müekkededir. Bayram namazının diğer nafile namazlardan efdal olduğu ise
malumdur. Aynı şekilde sünnet namazlar da bütün tatavvu namazlardan efdaldir.
Kurbanın fazileti konusunda birçok hasen hadis
rivayet edilmiştir.
Bunlardan biri Tirmizînin Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet
ettiği şu hadistir: "Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ademoğlu
Kurban bayramı günü işlenen amellerden olarak kurban kanı akıtmaktan Allah
katında daha sevimli bir amel işlememiştir. Muhakkak ki kurban edilen hayvan
kıyamet günü boynuzları, kılları ve çatal tırnaklarıyla gelecektir ve muhakkak
ki kan, yere dökülmeden önce Allah katında yüce bir mevkiye ulaşır. Dolayısıyla
kurbanla nefislerinizi temizleyin."
Cumhur ulemaya göre kurban kesmek vacip değildir;
ancak sünnet ve maruf bir ameldir.
Ebu Hanîfe ise şöyle demiştir: "Kurban kesmek,
şehirde oturan mukim ve varlıklı kimseler üzerine vaciptir, yolcuya vacip
değildir." Ebu Yusuf ile Muhammed b. Hasan ise ona muhalefet ederek
kurbanın vacip değil, kurban kesebilecek durumda olanlar için terkine ruhsat
bulunmayan bir sünnet olduğunu söylemişlerdir.
Müslümanların icmaıyla kurban olarak kesilebilecek
hayvanlar —dişi-li-erkekli olarak sayıldığında 8 tür eden- şu hayvanlardır:
Koyun, keçi, deve ve sığır. Bu son ikisinden kesilen tek bir hayvan yedi kişi
için kifayet eder (yedi kişi birleşerek bir deve veya bir sığır kesebilir).
İmam Ahmed ve dört Sünen sahibi Berâ b. Âzib
(r.a.)'den rivayet ettiği gibi, şu dört özellikten birini taşıyan hayvanları
kurban olarak kesmekten kaçınmalıdır: Aksadığı açıkça belli olan topal, gözünün
biri açıkça görmeyen kör, rahatsızlığı açıkça belli olan hasta ve zafiyetten
yağsız düşmüş olan zayıf hayvan.
Yukarıdaki (107.) ayet, oğlunu boğazlamayı veya
kurban etmeyi adayan kimsenin, -tıpkı Hz. İbrahim'in oğlunun fidyesi olarak
kurban ettiği gibi- fidye olarak bir koç kurban edeceğine delâlet etmektedir.
İbni Abbas (r.a.) böyle demiştir. Ondan gelen bir diğer rivayet ise bu kimsenin
-tıpkı Abdulmuttalib'in yaptığı gibi- 100 deve kurban edeceği doğrultusundadır.
Bu iki rivayeti İbni Abbas (r.a.)'dan Şa'bî nakletmiştir. Bunlardan ilki daha
sahihtir.
İmam Şafiî, bu kişinin yaptığının masiyet olduğunu ve
bu hareketinden dolayı tevbe-istiğfar etmesi gerektiğini söylemiştir.
İmam Ebu Hanîfe ise bu kimsenin ağzından çıkan adak
sözünün, kendi çocuğu hakkında bir koyun kesmesini gerektiren, kendi oğlu
dışındakiler için ise birşey gerektirmeyen bir söz olduğunu söylemiştir.
İbnu'l-Arabî de bu görüşü benimsemiştir. Çünkü Allah Tealâ, çocuğun
boğazlanmasını, şer'an koyunun boğazlanmasından ibaret saymıştır. Zira Allah,
Hz. İbrahim'i erkek çocuk boğazlamakla ilzam buyurmuş ve bu ilzamı bir koyun
boğazlamakla kaldırmıştır. Allah Tealâ "Babanız İbrahim'in
milleti..."
(Hacc, 22/78)
buyuruyor. İman aslî bir iltizam iken adak da fer'î bir iltizamdır.
Dolayısıyla adağın imana hamledilmesi gerekir.
10- Yüce
Allah Hz. İshak'ı salih peygamberlerden olarak müjdelemiştir. Bu müjdeleme,
kurbanlık kıssasından sonra yer almaktadır ki bu da boğazlanacak kişinin Hz.
İsmail olduğuna delâlet eden noktalardandır.
Mufaddal şöyle demiştir: "Kur'an'm delâlet
ettiği doğru görüş, boğazlanacak kişinin Hz. İsmail olduğudur. Zira Allah
Tealâ, kurbanlık kıssasını zikrederken, mezkûr kıssanın sonunda "Ve fidye
olarak ona büyük bir kurbanlık verdik." buyurmakta, ardından da şöyle
buyurmaktadır: 'İbrahim'e selâm olsun. Biz, iyi hareket edenleri işte böyle
mükâfatlandırırız.", " Ona salihlerden bir peygamber olmak üzere de
İshak 'ı müjdeledik. Hem ona, hem İshak'a bereketler verdik." Yani hem Hz.
İsmail'e, hem de Hz. İshak'a. Burada Hz. İsmail üstü kapalı olarak geçmiştir.
Çünkü kendisi daha önce zikredilmiştir. Daha sonra da Yüce Allah "...Her
ikisinin neslinden..." buyurmaktadır ki bu da bahsi geçenlerin, hem Hz.
İsmail'in, hem de Hz. İshak'm neslinden olacağına delâlet etmektedir. Hz.
İsmail'in, Hz. İshak'tan 13 yaş büyük olduğu konusunda raviler arasında
herhangi bir ihtilaf yoktur.
Bununla birlikte yukarıdaki son ayetin anlamının
"İbrahim'e oğulları konusunda bereketler verdik.' şeklinde olduğunu
söylemek, daha ince hareket etmek olacaktır.
11- Allah
Tealâ Hz. İbrahim'e verilen bereketin, soy ve çokluk (soyun çokluğu) noktasında
olduğunu zikrettiği ayette, onun
soyundan gelecekler arasında iyilerin de kötülerin de bulunacağını ve peygamber
soyundan gelmenin kötülere bir faydasının dokunmayacağını belirtmektedir. Bu itibarla
her ne kadar Yahudi ve Hristiyanlar Hz. İshak'ın ve Araplar Hz. İsmail'in
soyundan gelmiş olsalar da iyi ile kötü ve mümin ile kâfir arasında bir fark
bulunması kaçınılmazdır. Kur'an onları şöyle diyerek reddetmektedir: "Yahudiler
ve Hristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz."
dediler..." (Mâide, 5/18) Buradaki "Biz Allah 'in oğullarıyız."
ifadesinden maksat "Biz, Allah'ın peygamberlerinin çocuklarıyız."
demektir. Onlar böyle demekle peygamber soyundan gelmeyi kendileri için bir
üstünlük vesilesi saymışlardır.
[62]
114- Andolsun
biz Musa'ya da, Harun'a da nimetler verdik.
115- Hem onları, hem de kavimlerini o büyük
sıkıntıdan kurtardık.
116- Kendilerine yardım ettik de üstün gelenler
onlar oldular.
117-
Onlara açık ifadeli kitabı verdik.
118-
Onlara doğru yolu gösterdik.
119- Ve sonra gelenler arasında onlara ait iyi bir
ün bıraktık.
120- Musa'ya da Harun'a da selâm olsun.
121- Şüphesiz
ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.
122- Çünkü
onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı.
"Biz Musa'ya da Harun'a da nimetler
verdik." Onlara peygamberlik ve daha başka dinî ve dünyevî nimetler
bahşettik.
"Hem onları, hem de kavimlerini o büyük
sıkıntıdan kurtardık." Onları Firavun'un zorbalığından, o ikisinin kavmi
olan İsrailoğullan'nı da kendisine kul yapma emelinden ve suda boğulmaktan
kurtardık.
"Kendilerine yardım ettik de" Buradaki
"Nasarnâhum" kelimesindeki "hum" zamiri ile hem Hz. Musa
(a.s.) ile Hz. Harun (a.s.), hem de kavimleri kastedilmektedir. Buradaki
"yardım"dan maksat da onlara, Kıptîler'e galip gelmeleri için yapılan
yardımdır, "üstün gelenler onlar oldular." Yani Firavun ve kavmine
karşı üstün gelenler.
"Onlara açık ifadeli kitabı verdik."
açıklamalarında ve getirdiği -hadler, diğer hükümler vb.- hususlarda beliğ
olan kitabı; ki o Tevrat'tır.
"Onlara doğru yolu" hakka ve doğruya
götüren yolu "gösterdik."
"Musa'ya da Harun'a da selâm olsun." Bizden
o ikisi üzerine selâm olsun.
"Şüphesiz biz iyi hareket edenleri böyle
mükâfatlandırırız." Allah Tealâ'ya itaat eden muhsin kulları, bu mükâfata
benzer şekilde mükâfatlandırırız.
"Çünkü onların ikisi de bizim mümin
kullarımızdandı." Bu ayetin ifadesi, o iki peygamberin imanına şahitlik
etmektedir. O ikisine ihsanda bulunulmasının sebebi de budur.
[63]
Bu, Sâffât suresinde zikredilen kıssaların
üçüncüsüdür. Allah Tealâ Hz. İsmail'in boğazlanmaktan, Hz. İbrahim'in de
ateşten kurtarılmasını zikrettikten sonra burada da Hz. Musa ve Hz. Harun'a
bahşettiği çeşitli nimetleri şu iki hususa hasrederek ifade buyurmaktadır:
a) Bu iki
peygambere çeşitli menfaatler ulaştırılması ki, "Andolsun biz Musa 'ya da
Harun 'a da nimetler verdik." ayetinde ifadesini bulmaktadır,
b)
Kendilerinden çeşitli zarar ve sıkıntıların savuşturulması ki bu da "Hem
onları, hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık." ayetiyle ifade
buyurulmaktadır.
[64]
"Andolsun biz Musa'ya da Harun'a da nimetler
verdik." Yani Allah'a yemin olsun ki biz o ikisine peygamberlik ve daha başka
dinî ve dünyevî nimetler bahşettik.
Onlara bahşedilen dünya menfaatleri -Razi'nin de
zikrettiği gibi- var edilmeleri, hayat sahnesine çıkarılmaları, kendilerine
akıl, terbiye ve sıhhat verilmesi ve her ikisinde de kemal sıfatlarının
toplanması; dinî menfaatlere gelince, o ikisinin ilim ve itaat sahibi
kılınmalarıdır. Bu derecelerin en üstünde de, görenleri hayretlere düşüren,
düşmanları kahr ve mağlup eden mucizelerle desteklenmiş yüce peygamberlik
mevkii gelir.
Bu nimetlerin ayrıntılı zikri ise şu ayetlerde
geçmektedir:
1-
"Hem onları, hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık." Yani
hem o ikisini, hem de kavimleri olan İsrailoğulları'm, Firavun'un -babalan
öldürmek, kadınları hayatta bırakmak, kendilerini hakir iş ve mesleklerde
çalıştırmak suretiyle- kendisine kul edinme emelinden kurtardık. Aynı şekilde o
iki peygamberi de kavimleri ile birlikte Firavun ve Mısır Kıptîlerinin helak
olduğu suda boğulmaktan kurtardık.
2- "Kendilerine
yardım ettik de üstün gelenler onlar oldular." Yani onlara düşmanları
karşısında yardım ettik. Böylece onlar düşmanlarına galip geldiler,
düşmanlarının topraklarını ve bütün hayatları boyunca uğraşarak biriktirdikleri
mallarını ele geçirdiler. Bu suretle onlar, zelil tebaa durumunda iken devlet
sahibi oldular.
3- "Onlara
açık ifadeli kitabı verdik." Yani o iki peygambere yüce, açık ve anlaşılır
olan, hem dünyaya, hem de ahirete ilişkin hususlar ihtiva eden kitabı indirdik,
ki o Tevrat'tır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki
Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir yol gösterme ve nur vardır. Kendilerini
Allah'a vermiş peygamberler Yahudilere onunla hükmederlerdi." (Mâide,
5/44), "Andolsun biz Musa'ya ve Harun'a, bir ışık ve takva sahipleri için
de bir öğüt olan Furkan'ı verdik." (Enbiyâ, 21/48).
4-
"Onlara doğru yolu gösterdik." Onları gerek fiillerinde, gerekse sözlerinde
hak ve doğru yola, İslâm'a ve Allah'ın hükümlerine irşad ettik.
5- "Ve
sonra gelenler arasında onlara ait iyi bir ün bıraktık." O iki peygamber
için kendilerinden sonra gelen ümmetler içinde güzel bir övgü ve tatlı bir
anılma bıraktık.
İbni Kesîr, Şevkânî ve daha başkaları şöyle
demişlerdir: "Bu ayet, Yüce Allah tarafından, daha sonra gelen
"...selâm olsun" ayetiyle tefsir olunmuştur." Diğer müfessirler
ise "...selâm olsun" ayetinin müstakil bir söz olduğunu
söylemişlerdir ki, birçok sebepten ötürü benim tercih ettiğim görüş de budur.
6-
"Musa'ya da Harun'a da selâm olsun." Yani Musa'ya da Harun'a da dünya
durdukça bizden, meleklerden, insanlardan ve cinlerden selâm olsun.
Bu iki peygambere bütün bu nimetlerin verilmesinin
sebebini ise Yüce Allah şöyle beyan buyuruyor:
"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle
mükâfatlandırırız. Çünkü onların ikisi de bizim mümin kullarımızdandı."
Yani Allah'a itaat edip Onun emirlerine boyun eğerek iyi amel işleyen herkesi
sıkıntı ve zorluklardan kurtarmak suretiyle bu şekilde mükâfatlandırırız.
Buradaki ihsanın sebebi o iki peygamberin, Allah'a sahih ve kâmil bir şekilde
iman etmiş mümin kullar zümresinden olmasıdır.
[65]
Bu ayetlerden, aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Yüce
Allah Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.)'a, dinî ve dünyevi pekçok nimet
vermiştir ki bunların derece olarak en yükseği nübüvvet nimetidir. Daha sonra
Allah Tealâ bu nimetleri zikretmektedir ki, sözkonusu nimetler şunlardır:
a) Gerek o
ikisini, gerekse kavimleri olan İsrailoğulları'nı, İsrailoğul-ları'na ulaşan
suda boğulmaktan ve Firavun'un bu kavmi kendisine kul edinme emelinden
kurtarması. Buradaki boğulma hadisesini "İsrailoğulla-rı'na ulaşan suda
boğulmaktan" yerine Firavuna ulaşan suda boğulmaktan" şeklinde ifade
edenler de vardır.
b) Gerek o
iki peygambere, gerekse kavimlerine, düşmanları olan Mısır Kıptîleri
karşısında yardım etmesi.
c) O
ikisine, açıklamalarında açık ve beliğ olan ve hem dünya, hem de ahiret
menfaatlerine şamil bulunan nurlu kitap Tevrat'ı indirmesi.
d) O
ikisini, hiçbir eğriliğin sözkonusu olmadığı dosdoğru dine hidayet buyurması
-ki o, umumi manada, Tevhid esası üzere kaim olan İslâm dinidir-, kendilerini
hak ve doğru yola irşad etmesi ve kendilerine başarı verip korumak (ismet)
suretiyle de onlara yardımcı olması.
e)
Ümmetler arasında o ikisi için güzel bir övgü ve anılma bırakması ki bu büyük
bir nimettir.
f) Dünya durdukça Allah'ın, meleklerin, insanların
ve cinlerin selâmı ile nasipdar kılınmaları.
2-
Sünnetullah, işledikleri güzel amellerden ötürü muhsin kulların daima güzel
karşılıklarla mükâfatlandırılması, sıkıntı ve zorluklardan kurtarılıp selâmete
çıkarılması şeklinde tecelli eder. Bu, Hz. Musa (a.s.), Hz. Harun (a.s.) ve
emsali kimseler için de böyledir.
3- Bu
faziletlerin sebebi imandır ki o, her faziletten daha şerefli, daha yüce ve
daha mükemmeldir.
[66]
123- İlyas da şüphe yok ki gönderilmiş
peygamberlerdendi.
124- O zaman kavmine şöyle demişti: "Siz
Allah'tan korkmaz mısınız?
125- Yaratıcıların en güzelini bıra-
kıp Ba’le mi tapıvorsunuz?
126- Sizin de evvelki atalarınızın da rabbi olan Mlah'a kullu terk mi ediyorsunuz?'
127- Fakat onu
yalanladılar. Bundan dolayı onlar azaba
128-Yalnız Allah'ın halis kulları azap dışındadır.
129- Biz,
sonra gelenler arasında onada
iyibirünbıraktık.
130- İlyas'a selâm olsun.
131- Şüphesiz
ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız.
132- Çünkü o
bizim mümin kullarımızdandı.
"Selâmun ala ilyâsîn: İlyas'a selâm olsun!"
ayetindeki "İlyâsîn" kelimesi ya aynı ismin "Mîkâl" ve
"Mîkâîl" şekillerinde okunması gibi "İlyâs" isminin farklı
bir lehçeyle söylenmiş şeklidir, ya da A'cemiyyîn ve Eş'ariy-yîn kelimelerinde
olduğu gibi "İlyâsî" kelimesinin çoğuludur ve "nisbet
yâ'sı" düşürülmüştür. Bu harfin burada hazfedilmesinin sebebi telaffuzda
dile ağır gelmesidir.
[67]
"İlyâs" İsrailoğulları'nm peygamberlerinden
birisidir. Hz. Musa'nın kardeşi olan Hz. Harun'un torunu Yasinin oğludur. Hz.
Musa'dan sora peygamber olarak görevlendirilmiş, Ba'lebek ve civarına
gönderilmiştir.
"Kavmine şöyle demişti: "Allah'tan korkmaz
mısınız?" Yani Allah'tan sakınıp da Ona kulluk etmez ve Allah'ın
yasakladığı şirk, isyan gibi şeyleri terketmez misiniz ve böylece Allah'ın
azabından emin olmaz mısınız?
"Yaratıcıların en güzelini bırakıp da"
yaratıcıların ve şekil verenlerin en güzeli olan Allah Tealâ'ya kulluğu
terkedip de "Ba'l'e mi tapıyorsunuz?" Ba'l'e mi kulluk ediyorsunuz?
Bal, altından yapılmış bir putun adıdır. Ba'lebek halkının putudur. Lübnan'da
bulunan "Bek "e izafeten bu yöre Ba'lebek adını almıştır.
"Sizin de evvelki atalarınızın da rabbi olan
Allah'a kulluğu terk mi ediyorsunuz?" O Allah ki, sizi yokluktan varlık
sahnesine çıkardıktan sonra nimetleriyle besleyip gıdalandırır. Bu hem sizin
için, hem de atalarınız için böyledir. Dolayısıyla, ibadete müstehak olan Odur.
"Yalnız Allah'ın halis kulları azap
dışındadır." Allah onları taat için seçmiştir ve onlar kulluğu sadece
Allah'a yaparlar. Dolayısıyla azaptan kurtulmuş olanlar da onlardır.
"Biz, sonra gelenler arasında ona da iyi bir ün
bıraktık." Onun için güzel bir övgü bıraktık.
"İlyas'a selâm olsun" Yani bizden İlyas
üzerine selâm olsun. Bu ayetin anlamı, "İlyas üzerine ve onunla birlikte
iman etmiş olan kavmi üzerine bizden selâm olsun" şeklinde de olabilir. Bu
durumda çoğul bir ifadeyle top-yekün hepsi kastedilmiş olur.
Bu kelime, baş harfi uzatılarak "Âl Yâsîn"
şeklinde de okunmuştur. Bu durumda bu ifadeyle Hz. İlyas'ın ailesi kastedilmiş
olur.
"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle
mükâfatlandırırız." Yani amelini Allah için güzel yapan herkesi bu
mükâfata benzer şekilde mükâfatlandırırız.
[68]
Bu kıssa, bu surede zikredilen kıssaların
dördüncüsüdür. Bu kıssanın zikredilmesinden maksat, -tıpkı kendisinden önce
gelmiş olan Hz. Nuh ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerin olduğu gibi-
İsrailoğulları peygamberlerinden biri olan Hz. İlyas'ın da Allah'ı birlemeye
davet konusundaki gayretlerini, şirke ve putlara kulluğa mukavemetini beyan
etmektir.
[69]
"İlyas da şüphe yok ki gönderilmiş
peygamberlerdendi." Hz. İlyas (a.s.), Yâsîn b. Finhâs b. Ayzâr b. Harun b.
İmran'ın oğludur. Harun b. İm-ran, Hz. Musa'nın kardeşidir. Yüce Allah Hz.
İlyas (a.s.)'ı, Hızkîl (a.s.)'den sonra İsrailoğulları'na peygamber olarak
göndermiştir. O zaman İsrailoğulları, "Bal" denen bir puta
tapıyorlardı. Hz. İlyas onları, Allah'ı birlemeye davet etti ve kendilerini,
başkasına kulluk etmekten sakındırdı.
"O zaman kavmine şöyle demişti: "Siz
Allah'tan korkmaz mısınız?" Yani hatırla ki İlyas (a.s.) kavmine,
"Başkasına kulluk ederken Allah Te-alâ'dan korkup, sizi sakındırdığı şirk
ve isyanı terketseniz ya!" demişti.
"Yaratıcıların en güzelini bırakıp BaTe mi
tapıyorsunuz? Sizin de evvelki atalarınızın da rabbi olan Allah'a kulluğu terk
mi ediyorsunuz?" Yani kendi yaptığınız bir puta mı tapıyor, sadece
kendisi ibadete lâyık olan ve eşi bulunmayan Allah'a kulluğu terk mi
ediyorsunuz? Size şekil veren ve sizi var eden O'dur ve O, yaratıcıların ve
şekil vericilerin en güzelidir. Ondan başka yaratıcı yoktur. Sizi yokluktan
varlık alemine çıkardıktan sonra nimetleriyle gıdalandırıp besleyen Odur. Bu,
hem siz, hem de atalarınız için böyledir.
Bu ifadelerden yola çıkılarak, Hz. İlyas'm, kavmini
Allah'tan başkasına kulluk ettikleri için ayıpladığı zaman tevhidi de
açıkladığı ve koştukları ortakları nefyettiği -bu tertibe uygun hareket ettiği-
düşünülebilir.
"Fakat onu yalanladılar. Bundan dolayı onlar
azaba getirileceklerdir. Yalnız Allah'ın halis kulları azap dışındadır."
Yani Hz. İlyas'm davetini ve peygamberliğini yalanladılar. Onu yalanladıkları
için de kıyamet günü azaba getirilecekler ve dünyada yaptıkları kötü işlerin
karşılığı kendilerine verilecektir.
Daha sonra Yüce Allah, onun kavminden Allah'ı samimi
olarak birleyen, Ona kulluk eden ve ameli yalnızca Allah'a has kılan mümin
kimseleri istisna tutmaktadır. Dolayısıyla bu kimseler azaptan kurtulmuşlar ve
salih amelleri dolayısıyla güzel bir karşılıkla ödüllendirilmişlerdir. Bunlar,
müşrikler için hazırlanmış olan azaba getirilmeyecek, duçar edilmeyeceklerdir.
Ardından Allah Tealâ, Hz. İlyas (a.s.)'a bahşettiği
nimeti zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Biz, sonra gelenler arasında ona da iyi bir ün
bıraktık." Yani daha sonra gelen ümmetler içinde ona güzel bir övgü
bıraktık.
"İlyas'a selâm olsun." Yani Allah'ın, O'nun
meleklerinin insanlarının ve cinlerinin selâmı, Allah'ın kitabına iman etmiş
olan, şirke ve putperestliğe direnen İlyas üzerine olsun.
Buradaki "İlyâsîn" kelimesi, bir kıraate
göre de "Al Yâsîn" şeklinde okunur ki bu takdirde anlam, "Selâm
onun ve peygamberliğine inanan ve hakka tabi olanların üzerine olsun."
şeklinde olur.
"Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle
mükâfatlandırırız. Çünkü o bizim mümin kullarımızdandı." Yani tıpkı onu
sıkıntı ve zorluklardan kurtardığımız gibi, Amelini Allah'a has kılan ve
halisane bir şekilde yapan herkesi de mükâfatlandırırız.
Buradaki güzel karşılığın ve mükâfatın sebebi, Hz.
İlyas (a.s.)'ın, Allah'ın varlığını, birliğini ve en güzel sıfatlarla muttasıf
olduğunu kabul ve tasdik edenlerden olmasıdır.
[70]
Bu ayetler, aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Hz.
İlyas (a.s.), putlara tapan ve Allah Tealâ'ya kulluğu terkeden bir kavme
gönderilmiş peygamberlerden birisidir.
2- İlyas
(a.s.) onları Allah'ın azabından sakındırmış ve putlara taptıkları için
kendilerini ayıplamıştır. Onlara, teşvik ve akletmeye sevkedici bir tarzda
yaratıcı, rızık verici ve nimetlendirici olan ve hem kendilerini, hem daha önce
gelip geçmiş olan atalarını ve hem de kıyamete kadar gelecek olan nesilleri
nimetleriyle gıdalandınp besleyen Allah'a kulluk etmelerini emretmiştir.
3- Allah
Tealâ, Hz. İlyas'ın kavminin kendisini yalanladığını ve bu sebeple ahirette
cehennem azabına müstehak olduklarını haber vermektedir.
4- Hz.
İlyas'ın kavminden Allah Tealâ'ya iman edenleri Yüce Allah azaptan korumuştur.
5- Allah
Tealâ, daha sonra gelen ümmet ve nesiller arasında Hz. İl-yas'a güzel bir övgü
bırakmıştır.
6-
Allah'ın, meleklerinin, insanlarının ve cinlerinin selâmı, dünya durdukça Hz.
İlyas üzerine olacaktır.
7- Allah
Tealâ, amelini Allah'a has kılarak güzelce yerine getiren herkesi, amelinin
tam karşılığıyla mükâfatlandıracaktır. Hz. İlyas ile onunla birlikte iman etmiş
olanların mükâfatlandırılmasınm sebebi ise onun, Allah'a her türlü şüphe ve
şaibeden uzak halis ve sadık bir şekilde iman etmiş olmasıdır.
[71]
133- Lût da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş
peygamberlerdendi.
134- Hani biz hem onu, hem de ehlini toptan
kurtarmıştık.
135- Azapta kalanlar içinde ihtiyar bir kadın hariç.
136- Sonra biz diğerlerini kökünden helâk ettik.
137- Siz
onların yanlarından geçip gidiyorsunuz; sabahleyin
138- ve geceleyin. Düşünmüyor musunuz?
"Lût" Lût b. Hârân (a.s.) Târah b. İbrahim
(a.s.)'in kardeşi olan Hâ-rân'ın oğludur. Kendisi Hz. İbrahim (a.s.)'e iman
etmişti. Yüce Allah da onu inkarcı ve isyankâr olan ve türlü fuhşiyat işleyen
Sedum'lulara peygamber olarak göndermiştir.
"Siz onların yanlarından geçip
gidiyorsunuz" Ey Mekke halkı! Ticaret için Şam'a yaptığınız
yolculuklarınızda ve diğer seferlerinizde onların konaklarından ve onlardan
geriye kalan kalıntılardan geçip gidiyorsunuz. Zira Sedum, Şam yolu üzerindedir.
"Düşünmüyor musunuz?" Sizde, kendisiyle
düşünüp ibret alacağınız akıl yok mu ey Mekke'liler?!
[72]
Bu kıssa, bu surede anlatılan kıssaların
beşincisidir. Allah Tealâ bu kıssayı, Kureyşli müşrik Araplar ibret alsın diye
zikretmektedir. Zira Hz. Lût (a.s.)'un kavminden küfre dalıp isyan edenler
helâk olmuş, iman edenlerse kurtulmuştur.
[73]
"Lût da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş
peygamberlerdendi" Yani şüphesiz Lût (a.s.) da Allah'ın, kavmi olan
Sedumlular'a gönderdiği peygamberlerdendi. Çünkü onlar türlü fuhşiyat
işliyorlardı. Hz. Lût onlara nasihat etti. Ancak onun nasihatlerine karşı
direttiler. Bunun üzerine Allah Tealâ onları zelzelelerle veya korkunç bir
sayha ve yakıcı taşlarla helak etti; memleketlerinin altını üstüne çevirdi.
Hz. Lût'u ve hanımı dışında kendisine iman eden ehlini de kurtardı. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hani biz hem onu, hem de ehlini toptan
kurtarmıştık. Azapta kalanlar içinde ihtiyar bir kadın hariç." Yani Lût'u
ve kendisine inanan ehlini topyekün kurtardık. Yalnız hanımı hariç. Zira o, Lût
kavminin yaptıklarına rıza gösterdiği ve Hz. Lût'a gelenler aleyhine onlarla
anlaşıp, onların fiillerine muvafakat ettiği için helak oldu ve azapta kaldı.
"Sonra biz diğerlerini kökünden helak
ettik." Yani sonra onun peygamberliğini yalanlayan kavmini -ki onlar
fuhuş işleyen (homoseksüel) kimselerdi- helak ettik. Sadece kurtardığımız
kimseler hariç kaldı. -
Burada Yüce Allah, müşrik Arapları, o isyankâr
yalanlayıcıların sonunu göstererek uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Siz onların yanlarından geçip gidiyorsunuz;
sabahleyin ve geceleyin. Düşünmüyor musunuz?" Yani siz ey Mekke'liler!
Onların, başlarına gelen azabın izlerini taşıyan konaklarına sabahleyin -yani
sabah vakti Şam'a giderken- ve geceleyin -Şam'dan dönerken- uğruyorsunuz da
diri bir akılla düşünmüyor musunuz ve Allah'ın kendilerine gönderdiği helak ve
azabın izlerini onların ülkelerinde müşahede ettiğiniz halde ibret almıyor musunuz?
Aynı azabın size de gelmesinden ve sonunuzun onlar gibi olmasından korkmuyor
musunuz? Çünkü onlar da peygamberlerine muhalefet etmişlerdi.
Burada Yüce Allah'ın sabah ve gece vakitlerine işaret
buyurmasının sebebi, çöl hayatında yolcuların çoğunlukla gece ve sabah erken
vakitte yürümeleridir.
[74]
Allah Tealâ geçmiş peygamberlerin kıssalarını, ders
çıkarılması ve ibret alınması için zikretmiştir. Hz. Lût (a.s.) kıssası ve
onun, Sedumlular ile aralarında geçen konuşma da bu kıssalardan birisidir. Hz.
Lût onları, putlara kulluğu terdedip Allah'a kulluk etmeye, türlü
ahlâksızlıklar işlemekten -ve bu meyanda erkeklerle cinsî ilişkide
bulunmaktan- uzak durmaya çağırmış; onlarsa onu yalanlayarak Rabb'lerinin
emrine isyan etmişlerdir. Yüce Allah da onları, zelzelelerle cezalandırmış,
memleketlerinin altını üstüne çevirerek onları helak etmiştir. Hz. Lût'u ve
onun peygamberliğine iman eden ehlini ise bu helâktan kurtarmıştır. Ancak Hz.
Lût'un, kavminin fiillerinden hoşnutluk duyan ve onları Hz. Lût'un
misafirlerinden haberdar edip yerlerini söyleyen hanımı da kavmi ile birlikte
helak olmuştur.
Bu, çok büyük bir ibret tablosudur. Bunun içindir ki
Yüce Allah, yolculukları ve ticaret için Şam'a yaptıkları seferleri esnasında
Lût kavminin uğradığı bu helaki gören Mekke'lileri uyarmakta ve peygamberlerini
yalanlayan bu kavmin sonunu görerek bundan ders ve ibret almalarının bir
zaruret olduğunu tenbih buyurmaktadır ki, başkalarının başına gelen, onların
da başına gelmesin!
[75]
139- Yunus da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş
peygamberlerdendi.
140- Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.
141- Derken kur'a çekmişlerdi de, kaybedenlerden
olmuştu.
142- Kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu.
143- Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı,
144-
insanların tekrar diriltileceği güne kadar onun karnında kalırdı.
145. jşte biz onu hasta bir halde ağaçsız çıplak bir
yere çıkarıp bıraktık.
146- Üzerine gölge yapması için kabak türünden bir
ağaç bitirdik.
147- Onu yüz
bin insana peygamber olarak gönderdik. Hatta artıyorlar-dı da.
148- Nihayet
ona iman ettiler de kendilerini bir zamana kadar geçindirdik.
"ev yezîdûn (hatta artıyorlardı da)"
ifadesindeki "ev" tabiri ya tahyîr ifade eder, ya da bir şek
ifadesidir. Birinci ihtimal doğrultusunda anlam şöyle olur: Yani onları gören
kimse yüzbin kişi olarak sayabileceği gibi, daha arttıklarını da düşünebilir.
İkinci ihtimale göre ise anlam şöyle olur: Onları gören kimse, sayılarının
çokluğu sebebiyle kaç kişi olduklarında şüpheye düşer, kesin birşey söyleyemez.
Yahut da bu harf ya, "bilakis, hatta"
anlamında, ya da "ve" anlamındadır.
Yukarıdaki ilk iki anlam Basralı'larm, son iki anlam
da Kûfeli'lerin tercih ettiği şekildir.
[76]
"Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı."
Buradaki "kaçmak" kelimesinde
açık istiare vardır. Hz. Yunus (a.s.)'un, Rabbinin
izni olmadan çıkması, kölenin kaçmasına benzetilmiştir. Buradaki "ebeka:
kaçtı." kelimesi, kölenin efendisinden kaçması hakkında kullanılır.
[77]
"Yunus" Bu, Allah'ın peygamberi Yunus b.
Metta (a.s.)'dır. Zahire göre o da Yahudi İsrailoğulları'nm
peygamberlerindendir. Yüce Allah onu, kendisine nübüvvet verdikten sonra büyük
bir şehre —Ninava (Ninova)'ya—, halkı Allah'ı birlemeye ve puta tapmayı
terketmeye davet etmesi için peygamber olarak göndermiştir.
"Hani o dolu bir gemiye" Yani insanlarla
dopdolu gemi. Hz. Yunus (a.s.)'un kaçarak bu gemiye binmesi her ne kadar
Rabb'ine darılmasının bir sonucu olarak görünse de gerçekte onun bu hareketi,
kavmine öfkelenmesinin bir sonucuydu. Çünkü kendilerini tehdit ettiği azap
onlara indiril-memişti. O da bunun üzerine gemiye bindi, "kaçtı"
Buradaki "ibâk: kaçmak" kelimesinin aslı, kölenin efendisinden
kaçması, firar etmesidir. Burada bu kelimenin kullanılmasından maksat, Yunus
(a.s.)'un, Rabbi'nin izni olmaksızın memleketi terketmesini anlatmaktır. Gemi
denizin ortasında durdu. Gemiciler "Burada, efendisinden firar etmiş bir
köle var. Kur'a onu ortaya çıkarır." dediler.
"Derken kur'a çekmişlerdi de" Gemide
bulunanlar kur'a çekmişlerdi de "kaybedenlerden" kur'ada yenik
düşenlerden olmuştu. Bunun üzerine "Firari kişi benim." dedi. Onlar
da onu denize attılar.
"Kendini kınayıp dururken" Yani Rabbi'nin
izni olmaksızın denize gidip gemiye binmesinden dolayı kendisini kınayan
tarzda şeyler söylerken. "onu balık yuttu."
"Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı."
Yani ömrü boyunca Allah Te-alâ'yı, yüceliğine lâyık olmayan şeylerden tenzih
ile çokça zikredenlerden olmasaydı ve balığın karnındayken "Lâ ilahe illâ
ente sübhâneke innî küntü mine 'z-zâlimîn: Ya Rabbi! Senden başka ilâh yoktur.
Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimlerden
oldum." demeseydi.
"insanların tekrar diriltileceği güne kadar
balığın karnında kalırdı." Yani insanların tekrar canlı olarak
diriltileceği kıyamet gününe kadar balığın karnı onun için bir mezar olurdu.
"İşte biz onu hasta bir halde" Çektiği
sıkıntılardan ötürü sıhhati bozulmuş bir halde. Hz. Yunus (a.s.)'un bedeninin
o sırada yeni doğmuş bir çocuk bedeni haline geldiği söylenmiştir,
"ağaçsız çıplak bir yere" Yani sahilde, ağaç ve sair bitki
örtüsünden yoksun bir yere "çıkarıp bıraktık" Yani o gün veya birkaç
gün sonra -en doğrusunu Allah bilir- onu balığın karnından -balığa onu
ağzından atmasını emir buyurmak suretiyle- attık. Rivayete göre balık, başını
kaldırmış bir halde gemiyle birlikte yüzmüş ve Hz. Yunus (a.s.) böylece balığın
karnındayken nefes alma ve Allah'a teşbih etme imkânı bulmuştur. Gemidekiler
karaya ulaşana kadar bu hâl böylece devam etmiştir.
"Üzerine" gölge yapması için gövdesi
olmayan bodur bir nebat bitirdik. " Yani bildiğimiz kabak ağacı. Bu ağaç
yapraklarıyla onu örterek sineklerden korumuş, gövdesiyle de onu
gölgelendirmiştir. Kabak gövdesiz olarak yerin üzerinde bittiği halde
sözkonusu ağacın alışılmışın dışında gövde üzerinde yükselmesi Hz. Yunus
(a.s.)'un bir mucizesidir.
Bunun bir muz ağacı olduğu da söylenmiştir. Hz. Yunus
(a.s.) bu ağacın yapraklarıyla örtünmüş, dallarıyla gölgelenmiş, meyveleriyle
de beslenmiştir. Yine bu ağacın incir ağacı olduğu da söylenmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.)'e "Kabağı
seviyorsunuz?!" denmiş, O da "Evet. O, kardeşim Yunusun
ağacıdır." buyurmuştur.
Hz. Yunus (a.s.) bu haldeyken sabah akşam bir yaban
keçisinin kendisine geldiği, onun da bu keçinin sütünü içtiği, bu durumun,
gücüne kavuşana kadar böyle devam ettiği söylenmiştir.
"Onu peygamber olarak gönderdik." Bundan
sonra onu bir kavme peygamber olarak gönderdik. Bu kavim, Mavsıl (Musul)
bölgesinde bulunan Ninava (Ninova) halkıdır.
"yüzbin insana... Hatta artıyorlardı da"
Yani onları gören kimsenin nazarında. Bir kimse onlara baktığı zaman
"Bunlar yüzbin kişidir, yahut daha fazladır." derdi. Burada bu
ifadenin kullanılmasından maksat, onların sayısının çokluğunu anlatmaktır.
"Nihayet" tehdit edildikleri azabın
işaretlerini gözleriyle görünce "O'na iman ettiler de kendilerini bir
zamana kadar" belirlenmiş ecellerine ve ömürlerinin sonuna kadar
"geçindirdik." dünyada kendilerine verilen nimetlerinden
faydalanmalarına izin verdik.
[78]
Bu kıssa, bu surenin altıncı ve son kıssasıdır. Bu
kıssanın, bu suredeki kıssaların sonuncusu olarak zikredilmesinin sebebi şudur:
Yunus (a.s.), kavminin eza cefasına karşı sabır göstermeyip de gemiye kaçınca o
şiddetli sıkıntılara duçar olmuştur. Bu olayda Hz. Peygamber (s.a.) için
-kavminin eziyetlerine karşı- ibretler, dersler vardır.
Buhari ve Müslim'de Hz. Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hiçbir kulun "Ben Yunus b. Metta'dan
daha hayırlıyım." demesi yakışık almaz." Bu rivayette Hz. Peygamber
(s.a.), Hz. Yunus (a.s.)'u annesine nisbet ederek anmıştır. Bir diğer
rivayette de Mettâ'nm, onun babası olduğu, dolayısıyla Hz. Peygamber
(s.a.)'in, böyle buyurm akla onu babasına
nispet ettiği zikredilmiştir.
[79]
Yüce Allah Kur'an'da Hz. Yunus'u (a.s.) dört kere
ismiyle[80], iki
kere de vasfıyla anmıştır. Bunlardan ilki Enbiya suresinin, "Zünnun'u da
an. Zira o, kavmine kızarak gitmişti." mealindeki ayeti, ikincisi de Kalem
suresinin, "Balık sahibi gibi olma. Hatırla ki o, gamla dolu olarak
Rabbine dua etmişti." mealindeki 48. ayetidir.
"Yunus da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş
peygamerlerdendi." Yunus b. Metta -ki o Zünnun'dur- Mavsıl (Musul)
civarındaki kavmi Ninava (Nino-va)'lılara gönderilmiş nebilerden birisidir.
Müfessirler şöyle demişlerdir: Yunus (a.s.), kavmine
azap vaad etmişti. Azap onlara gelmekte geç kalınca aralarından ayrılıp denize
gitti ve gemiye bindi. Bu tutumuyla o, efendisinden firar eden köle gibi
hareket etmişti. Bu sebeple "ibâk: efendisinden kaçmak"la
vasfedilmiştir.
"Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı. Derken kur'a
çekmişlerdi de kaybedenlerden olmuştu." Yani hatırla ki Hz. Yunus (a.s.)
kavmine kızarak, Rab-b'inin izni olmadan onlardan ayrılıp dolu bir gemiye
kaçtığı zaman gemide-kiler kur'a çekmişlerdi de, gemidekilerin, yükü ağır olan
o geminin batmasından korktukları için aralarından bazılarını denize atmak
maksadıyla çektikleri kur'ada yenik düşenlerden olmuştu. Üç kere kur'a
kendisine isabet edince de onu denize atmışlardı.
"Kendini kınayıp dururken onu bir balık
yuttu." Yunus'u (a.s.) midesine indirdi. O sırada'Yunus (a.s.) elinden
kaçırdığı şeylerden ötürü kendi kendisini kınar haldeydi veya Rabb'inin izni
olmaksızın kavmini terket-mek gibi kınanacak şeyler yapmış birisi durumundaydı.
Allah Tealâ'nın izni olmadan kavminin arasından ayrılıp çıkmak, peygamberler
için büyük bir sorumluluktur. Çünkü iyi kulların (ebrâr) iyilik ve sevapları,
Allah'a daha yakın olan mukarrebûn için kusur ve seyyiedir.
"Eğer çok teşbih edenlerden olmasaydı,
insanların tekrar diriltileceği güne kadar onun karnında kalırdı." Yani o
hayatında Allah'ı çokça zikredenlerden, O'nu hamd ile teşbih edenlerden ve
namaz kılanlardan olmasaydı, balığın karnında ölü olarak kalırdı ve balığın
karnı onun için kıyamet gününe kadar mezar olurdu. Çünkü normal şartlar
altında onun da diğer gıdalar gibi balık tarafından midesinde sindirilmesi
gerekirdi.
Nevevî'nin el-Erba'în en-Neveviyye'de Tirmizî'den
başkasından naklen[81]
zikrettiği İbni Abbas (r.a.)'dan gelen sahih bir hadiste zikredüdiğine göre Hz.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'a, genişlikte ve rahatlıkta
ibadete devam et ki Allah da sıkıntılı ve zorda olduğun zaman senin sıkıntı ve
ihtiyacını gidersin."
Hz. Yunus (a.s.), normal hayatında Rabbi'ni teşbih
ettiği gibi, balığın karnında da Allah'ı teşbih etmiştir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Derken o, karanlıklar içinde kalıp, "Lâ ilahe illâ
ente sübhâneke innî kün-tü mine'z-zâlimln: Ya Rabbi! Senden başka ilâh yoktur.
Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimlerden oldum."
diye niyaz etmişti. Bunun üzerine "Biz de onun duasını kabul ettik,
kendisini tasadan kurtardık. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız"
(Enbiyâ, 21/87-88).
"İşte biz onu hasta bir halde ağaçsız çıplak bir
yere çıkarıp bıraktık." Biz onu, balığın kendisini ağzından atması
şeklinde Dicle kıyısında ağaçsız, bitkisiz ve binasız olan bomboş bir yere
attık. Bu sırada o yaralı ve zayıf düşmüş bir haldeydi ve yeni doğmuş bir
çocuk görünümündeydi.
"Üzerine (gölge yapması için) gövdesi olmayan
bir ağaç bitirdik." Yani onun üzerine, gölgesinden istifade edeceği bir
ağaç bitirdik. Bu ağaç kabak ağacıdır ki çok çabuk yetişip gelişir. Allah
Tealâ'nın kudreti bir şeye "Ol" buyurmasıyladır. O şey de hemen
oluverir.
Bazı müfessirler kabak ağacının birtakım faydalarını
zikretmişlerdir. Süratli büyüyüp gelişmesi, yapraklarının büyük ve yumuşak
olması, sineklerin yaklaşmadığı bir bitki olması, meyvesinin güzel bir gıda
olması, hem çiğ olarak hem de pişirilerek yenebilmesi ve hem içinin hem de
kabuğunun yenebilir olması bu faydalardandır. Hz. Peygamber (s.a.)'in kabağı
sevdiği ve tabağın kenarlarında kalmış kırıntılarını bile yediği sabittir.
Yunus (a.s.), kasları gelişip saçı bitene kadar orada
bu halde kalmıştır. Daha sonra kendisine ilâhi emir geldi:
"Onu yüzbin insana peygamber olarak gönderdik.
Hatta artıyorlardı da. Nihayet Ona iman ettiler de kendilerini bir zamana kadar
geçindirdik. " Yani onu, kendilerinden kaçıp denize gittiği kavme tekrar
gönderdik. Bu kavim, Mavsıl (Musul) civarındaki Ninava (Ninova)'lılardı ki
sayıları yüzbin veya daha fazlaydı. Hatta onların adedi artarak bu sayının da
üzerine çıkıyordu.
Yunus (a.s.) onları tekrar Rabb'inin hükümlerini
kabul etmeye çağırdı. Onlar da, onun peygamberliğinin alâmetlerini ve
kendilerine gelecek azabın belirtilerini gördükten sonra toptan kendisini
tasdik ettiler ve ona inandılar. Yüce Allah da, tıpkı "Keşke bir kasaba
olsaydı da inansaydı ve inanması kendisine fayda verseydi. Ancak Yunus'un kavmi
müstesnadır ki, bunlar iman edince kendilerinden dünya hayatındaki rüsvalık azabını
uzaklaştırıp giderdik ve onları daha bir zamana kadar yaşatıp faydalandırdık."
(Yunus, 10/98) ayetinde belirtildiği gibi onları, ecelleri gelene ve ömürleri
tükenene kadar bu dünyada nimetlendirip geçindirdi.
[82]
Hz. Yunus (a.s.) kıssası bize şu hususları
göstermektedir:
1- Balığın
Yunus'u (a.s.) yutması olayı, Yunus (a.s.) peygamber olduktan sonra vuku
bulmuştur. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yunus da gerçek ve
şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi. Hani o dolu bir gemiye
kaçmıştı..." Yani o, gemiye kaçtığı sırada da gönderilmiş peygamberlerdendi.
2- Hiçbir
peygamberin, gönderildiği kavimin memleketinden hicret etmesi doğru değildir.
Ancak Rabbinin izni ile hicret etmesi bundan müstesnadır. Zira Yunus (a.s.),
Rabbinin izni olmaksızın kavminin yurdundan ayrılıp gidince, onun bu fiili
"ibâk: kölenin efendisinden firarı" olarak tavsif buyurulmuştur.
Ulema şöyle demiştir: "Hz. Yunus (a.s.)
hakkında, "Kulluktan firar etti." denmesinin sebebi, onun, Yüce Allah'ın
izni olmaksızın ve insanlardan saklanarak kavminin yurdundan çıkmasıdır.
Kulluk, kişinin heva ve heveslerini terketmesi ve nefsini Allah'ın emirlerine
ram etmesi demektir. Bu itibarla Hz. Yunus (a.s.) da nefsinin nevasını tercih
edince, yaptığı fiilin "ibâk" olarak adlandırılması kaçınılmaz
olmuştur."
Kur'an-ı Kerim bize Hz. Yunus (a.s.)'un firar
edişinin sebebini açıklamaktadır. Onun bu tutumunun sebebi, birtakım
emarelerden anlaşılmaktadır.
3- Kur'a
çekmek şer'an caizdir ve tıpkı taksimatta olduğu gibi kur'anın sonuçları da
bağlayıcıdır. Çünkü Yüce Allah "Derken kur'a çekmişlerdi de
kaybedenlerden olmuştu." buyurmaktadır. Ancak bizim şeriati-mizde insanı
denize atmak gibi hayati hususlarda kur'a çekmenin caiz olmadığı kesinleşmiş
bir husustur. İnsana, işlediği bir suçtan ötürü verilecek ceza, -suçunun
niteliğine göre- had tatbik etmek veya ta'zir uygulamak şeklinde olur. Yunus
(a.s.)'a, ayette zikredilen karşılığın verilmesi, ona ve onun dönemine
mahsustur. Buradaki amaç da onun davetinin hak olduğunu ispatlamak için bir ön
hazırlık temin etmek ve imanını artırmaktır.
4- Yunus
(a.s.), kınanacak şeyler yapmıştı. Bu sebeple kur'a üç kere ona isabet etti.
Bunun üzerine gemidekiler, geminin yükünü azaltmak için onu denize attılar. Bu
durumdayken denize atılınca balık Yunus (a.s.)'u yuttu.
5- Kur'an-ı
Kerim, Yunus (a.s.)'un balığın karnında kalış süresini beyan etmemektedir. Bu
sebeple ulema bu sürenin tayini hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu
sürenin; günün bir kısmı veya bir saat, üç gün, yedi gün, yirmi gün veya kırk
gün olduğunu söyleyenler vardır.
Burada itimat edilecek görüş şudur: Yüce Allah, Hz.
Yunus (a.s.)'u balığın karnında diri olarak bekletmiştir. Zira bir mucize
olarak az veya çok bir süre onu balık için sindirilmesi zor bir hale getirmiştir.
6- Allah
Tealâ Yunus (.a.s)'u şu iki noktadan dolayı kurtarmıştır:
a) Yunus
(a.s.), ömrü boyunca Yüce Allah'ı çokça teşbih ve zikredenlerden olmuştur. Kim
rahatlık ve genişlik vakitlerinde Allah'a ibadete devam ederse, Allah Tealâ da,
sıkıntılı ve zorda olduğu zaman onun sıkıntı ve ihtiyacını giderir.
b) Yunus
(a.s.), Allah Tealâ tarafından balığın karnında sindirilmekten muhafaza
buyurulduğu zaman tevbe istiğfar etmiş ve "Lâ ilahe illâ en-te sübhâneke
inrii küntü mine'z-zâlimîn: Ya Rabbi! Senden başka ilâh yoktur. Sen bütün
noksan sıfatlardan münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimlerden oldum."
demiştir.
Hasan'i-Basrî şöyle demiştir: "Yunus (a.s.) balığın
karnındayken namaz kılmamıştır. Ancak o, genişlik zamanlarında salih amel
işlemişti, bu sebeple Allah Tealâ da onu belaya uğradığı zaman sıkıntıdan
kurtardı. Salih amel, sahibinin derecesini yükseltir. Kişi, ayağı kaydığı
zaman kendisini, salih ameli sayesinde düşmekten korunmuş olarak bulur."
Ziyâ'nın Zübeyr (r.a.)'den naklettiği şu hadis de bu
manaya delâlet etmektedir: "Sizden kim, gizli-saklı bir şekilde bir
amel-i salih işleyebilirse onu hemen işlesin." Yani kul çokça gayret
göstersin, salih amel işlemeyi bir haslet haline getirmek için hırslı olsun, bu
amelini, başkasının bilmeyeceği ve sadece kendisi ile Rabbi arasında olacak
şekilde halisane bir niyetle işlesin; bu türlü amellerini, ihtiyaç duyacağı ve
amel işlemenin mümkün olmadığı o gün için biriktirsin ve başkalarından
saklasın ki o amellerin faydası, en fazla muhtaç olduğu bir zamanda kendisine
ulaşsın.
Yunus (a.s.)'un tesbihatına gelince, bu konuda
Kurtubî şöyle demiştir: "En zahir olan görüşe göre söz konusu tesbihat,
dilin söylediği ve kalbin de iştirak ettiği bir tarzda yapılmıştır. Ebû
Davud'un, Sa'd b. Ebî Vakkâs (r.a.) kanalıyla Hz. Peygamber (s.a.)'den
naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zünnûn'un
(Yunus (a.s.)'un balığın karnındaki duası şudur: "Lâ ilahe illâ ente
sübhâneke innî küntü mine'z-zâlimîn: Ya Rabbi! Senden başka ilâh yoktur. Sen
bütün noksan sıfatlardan münezzehsin. Muhakkak ki ben zalimlerden oldum."
Bir müslüman bu duayı herhangi bir konuda hiç terketmeksizin söylerse ona
mutlak surette icabet edilir."
7- Balığın
Hz. Yunus'u Mavsıl (Musul)'a bağlı bir köyün sahiline atması da Yüce Allah'ın
ona bahşettiği nimetler arasındadır. O sırada Hz. Yunus zayıf ve bitkin bir
halde bulunuyordu. Burada onun üzerine, kendisini korumak ve gölgelendirmek
için bir kabak ağacı bitirmiştir. İbni Ebî Hatim, Ebu Hureyre (r.a.)'den şöyle
rivayet etmiştir: "Balık, Yunus (a.s.)'u boş ve çıplak bir araziye
bıraktı. Yüce Allah onun üzerine "yaktîne" türünden bir ağaç bitirdi.
(Rivayeti Ebu Hureyre (r.a.)'den nakleden ravi diyor ki:) "Ey Ebu Hureyre,
"yaktîne" nedir?" diye sorduk, şöyle dedi: "Kabak ağacıdır.
(Ebu Hureyre (r.a.) şöyle devam etti:) Yüce Allah orada Hz. Yunus'a bir dağ
keçisi gönderdi. O dağ keçisi yer haşereleri (veya yaprak) yer, sonra da Yunus
(a.s.)'a gelir ve ayaklarını açarak onu emzirirdi. Yunus (a.s.) iyileşinceye
kadar sabah-akşam bu olay devam etti."
8- Vücudun
tekrar eski haline dönüp kuvvet bulduğunda Allah Tealâ Yunus (a.s.)'u, sayıları
yüzbini aşan kavmine tekrar gönderdi. O da onları Rabbine iman etmeye çağırdı.
Onlar da onun peygamberliğinin alâmetlerini görünce kendisine iman ettiler.
Çünkü Allah Tealâ, iman konusundaki irade ve kudretini ona izhar etmişti. Kavmi
iman edince Allah Tealâ onlardan korkuyu kaldırdı, kendilerini azaptan emin
kıldı ve onları, ömürlerinin sonuna kadar dünya menfaatlerinden faydalandırdı.
[83]
149- (Ya Muhammed!) Şimdi sor onlara: Rabbine kızlar,
onlara da oğul-
150- Yoksa biz
melekleri dişi yarattık da onlar buna şahit mi oldular?
151- İyi bilin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar
ki:
152-
"Allah doğurdu." Onlar elbette yalancıdırlar.
153- Allah kızları seçip oğullara tercih mi etmiş?
154- Ne oluyor size? Buna nasıl hükmediyorsunuz?
155- Hiç mi düşünmüyorsunuz?
156- Yoksa elinizde açık bir hüccetiniz mi var?
157- Eğer
doğru söyleyenlerseniz, getirin kitabınızı. bir hısımlık uydurdular. Halbuki
158-Cİnler de onla"n yakaianıp getirile-
çeklerini bilmiştir.
159- Allah, onların isnad edegeldiklerinden yücedir,
münezzehtir.
160- Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları bunlar gibi
değil.
161- Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız
162- Kimseyi O'na karşı kandırıp yoldan
çıkaramazsınız.
163- Ancak cehenneme girecek olanı kandırabilirsiniz.
164- Bizim içimizden (meleklerden) herkesin belli bir
makamı vardır.
165- Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz.
166- Biziz o teşbih edenler, mutlak biz.
167- Hakikat müşrikler önceden şöyle diyorlardı:
168- "Eğer yanımızda evvelki ümmetlere
inenlerden bir kitap olsaydı
169- Elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş
kullarından olurduk."
170- Şimdi ise ona inanmayıp kâfir oldular. Yakında
bileceklerdir.
"oğullar" ve "kızlar" kelimeleri
arasında tezat vardır.
"Rabbine kızlar, onlara da oğullar mı?",
"Yoksa biz melekleri dişi yarattık da onlar buna şahit mi oldular?",
"Ne oluyor size? Buna nasıl hükmediyorsunuz?" ve "Yoksa
elinizde açık bir hüccetiniz mi var?" ayetleri, müşrikleri kınama ve
azarlama maksadıyla soru tarzında gelmiştir.
"Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık
uydurdular." ayetinde, daha önceki ayetlerden farklı bir durum yer almış,
önceki ayetlerde hitap ifadesi kullanılırken burada gayb sigası
kullanılmıştır. İfadenin aslı "uyduruyorsunuz" tarzındadır. Bu
ifadede müşriklerin muhatap olma seviyesinde bulunmadıklarına ve Allah'ın
rahmetinden uzak olduklarına işaret vardır.
[84]
"(Ya Muhammedi) Sor onlara" Bu ifade,
surenin başında yer alan benzer bir ifadeye matuftur ki orada da Yüce Allah,
peygamberine Kureyş'in, öldükten sonra dirilmeyi inkârının gerekçesini
sormasını emir buyurmaktadır. Burada ise müşriklerin yaptığı bu taksimatın
dayanağını sormasını emir buyurmaktadır. Zira müşrikler, "Melekler
Allah'ın kızlarıdır" demek suretiyle kızları Allah'a, oğulları ise
kendilerine ayırmaktaydılar. Onların, "Melekler Allah'ın kızlarıdır"
tarzındaki iddialarına göre "Rabbine kızlar, onlara da oğullar mı?"
Onlar böyle bir taksimat yapmakla kendilerine daha üstün olanı, Allah için ise
onların nazarında daha aşağıda olanı ayırmaktadırlar. "Onlar buna"
meleklerin nasıl yaratıldığına "şahit mi oldu-larr?" Çünkü böyle
birşey, olaya şahit olmak veya orada hazır bulunmaktan başka bir yolla
bilinemez!
"İftiraları" İftira yalanın en kötüsüdür.
"Onlar" melekler Allah'ın kızlarıdır,
demekle "Allah doğurdu." diyorlar. Onlar bu iddialarında ve
inançlarında "elbette yalancıdırlar."
"Ne oluyor size? Buna nasıl hükmediyorsunuz?"
Bu, aklın kabul etmeyeceği geçersiz bir hükümdür.
"Hiç mi düşünmüyorsunuz" ki Allah Tealâ,
oğul, ortak, eş ve benzeri bulunmaktan yüce ve münezzehtir?
"Sultânun mubîn" açık hüccet demektir. Yani
meleklerin Allah'ın kızları olduğuna veya Allah'ın oğlu bulunduğuna dair
gökten size açık bir hüccet mi indi?
"Eğer" bu iddianızda veya söylediklerinizde
"doğru söyleyenlerseniz getirin" size indirilmiş olan
"kitabınızı."
"Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık
uydurdular." Yani müşrikler, melekler Allah'ın kızlarıdır, demekle Allah
Tealâ ile melekler arasında bir bağ veya irtibat kurdular ve onlara -gözle
görülmemeleri sebebiyle- "cin" adını verdiler. "Halbuki cinler
de onların" yani bunu söyleyen kâfirlerin "yakalanıp" cehennem
için, orada azap görmek üzere "getirileceklerini bilmiştir. Allah
onların" çocuk ve nesep sahibi olduğu yolunda "isnad ede
geldiklerinden yücedir, münezzehtir."
"Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları bunlar gibi
değil." Yani Rabblerinin seçmiş olduğu kulları, Allah Tealâ'yı o
müşriklerin isnad ettiği şeylerden tenzih ederler. Bu cümle münkatı bir istisna
cümlesidir.
"Ne siz, ne de" putlardan "tapmakta
olduklarınız" Bu cümlede, müşriklere tekrar ikinci şahıs kipiyle hitaba
dönülmektedir. "Kimseyi O'na" Allah'a "karşı kandırıp yoldan
çıkaramazsınız." Kimseyi aldatmak suretiyle ifsad edemez, dalâlete ve
fitneye sürükleyemezsiniz. "Ancak cehenneme girecek olanı
kandırabilirsiniz." Ancak sonsuz ilim sahibi olan Allah'ın, cehenneme
gireceğini bildiği kimseleri kandırabilirsiniz. Buradaki "şaliye"
fiili hakkında ileri sürülen bir görüşe göre "saliye'n-nâre", ateşe
girdi demektir.
"Bizim içimizden herkesin belli bir makamı
vardır." Yani Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber (s.a.)'e şöyle demiştir:
"Biz melekler topluluğundan hiç kimse yoktur ki, onun göklerde, Allah'a
ibadet ettiği ve sınırlarını geçmediği malum bir makamı olmasın." Bu,
kendilerinin de Allah'a kulluk ettikleri konusunda meleklerin bir itirafıdır ve
bu ifadede meleklere tapanları red vardır. "Biziz o saf saf dizilenler,
mutlak biz." Allah Tealâ'ya taatimizi eda etmek için ve hizmet menzilleri
olarak saf saf dizilenleriz. "Biziz o teşbih edenler, mutlak biz."
Allah Tealâ'yı, şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih edenleriz.
"Eğer yanımızda evvelki ümmetlere inenlerden bir
kitap olsaydı" Evvelki ümmetlere inen kitaplardan bir kitap olsaydı.
"Elbet biz de Allah 'm ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk."
İbadeti Allah Tealâ'ya has kılardık ve onlar gibi muhalefet etmezdik.
"Şimdi ise ona inanmayıp kâfir oldular" Yani kendilerine zikirlerin
(münzel kitapların) en şereflisi olan ve onları hükmü altına alıp onların
yerine geçen Kur'an geldiği zaman ise ona inanmayıp kâfir oldular.
[85]
"Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık
uydurdular." (158. ayet) ayetinin nüzul sebebiyle ilgili olarak Cüveybir,
İbni Abbâs'm şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir de Allah ile cinler
arasında bir hısımlık uydurdular..." ayetleri, Kureyş'in şu üç kabilesi
hakkında nazil oldu: Süleym, Hu-zâ'a ve Cüheyne." Vahidî de müfessirlerin
şöyle dediklerini nakletmektedir: "Kureyş ve Cüheyne, Benû Seleme,
Huzâ'a, Benû Müleyh gibi Arap kabileleri "Melekler Allah'ın
kızlarıdır." derlerdi."
Beyhakî de Şu'abu'l-îmân'da Mücâhidin şöyle dediğini
tahriç etmiş: "Kureyş'in ileri gelenleri şöyle dediler: "Melekler
Allah'ın kızlarıdır." Ebu Bekir Sıddık da onlara "Peki öyleyse
onların anneleri kimdir?" diye sordu, "Cinlerin ileri gelenlerinin
kızlarıdır" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah Tealâ "Halbuki cinler
de onların yakalanıp getirileceklerini bilmiştir" ayetini indirdi."
"Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz."
(165. ayet) ayetinin nüzul sebebiyle ilgili olarak:
İbni Ebî Hatim, Yezîd b. Ebî Mâlik'in şöyle dediğini
tahriç etmiştir: "Sahabe başlangıçta dağınık ve düzensiz bir halde namaz
kılardı. Allah Tealâ " Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz."
ayetini indirdi ve onlara saf bağlamalarını emir buyurdu.
[86]
Öldükten sonra dirilmeyi inkârlarından ötürü bu
surenin baş tarafından müşrikler azarlanıp tehdit edildikten ve büyük ölçüde
müşrikler için beliğ bir ders niteliği taşıyan peygamber kıssaları beyan
buyurulduktan sonra Yüce Allah, bu ayetlerde müşriklerin inançlarını açıklamaya
başlamaktadır. Allah Tealâ'nm evlâdı bulunduğunu ispata kalkışmak ve
"Melekler Allah'ın kızlarıdır." demek suretiyle O'na kız evlât
nispet etmek, oğulları ise kendilerine tahsis etmek onların bu inançlarmdandır.
Aynı şekilde meleklerin erkek değil dişi olduğu şeklindeki iftiraları da
böyledir. Daha sonra Yüce Allah müşriklere şiddetli bir darbe tarzında
hitabederek onların, zaten kendisi Allah'ın ilminde dalâlet ve cehennem ehli
olan kimse dışında herhangi bir kişiyi dalâlete sürüklemekten aciz
bulunduklarını beyan etmektedir. Ardından da bu konuyla bağlantılı ve uyumlu
olarak meleklerin, Allah'ın kulları oldukları yolundaki açıklamalara yer
verilmektedir ki burada, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia eden
müşriklere red vardır.
[87]
Yüce Allah bu ayetleri, bu surenin başındaki,
"Şimdi onlara sor: Yara-. tılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa
bizim diğer yarattıklarımız mı?" ayetine atfetmekte ve şöyle
buyurmaktadır: "Şimdi sor onlara: Rabbi-ne kızlar, onlara da oğullar
mı?" Yani ey Muhammedi Bu taksimatı yapan müşriklere, başlarına kakarak ve
yaptıklarını kınayarak oğulları kendilerine, kötü ve tiksindirici gördükleri
kız evlâtları ise Allah'a taksim etmelerinin sebebini sor. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Onlardan birine kız çocuğu olduğu müjdelendiği
zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir." (Nahl, 16/58).Yani kız
evlâdı kötüler ve kendisi için erkek evlâttan başkasını lâyık görmez. Hâl
böyleyken onlar nasıl bu iki cinsin (kendilerine göre) daha değersiz olanını
Allah için taksim ederken daha iyi olanını, yani erkek evlâtları kendilerine
alıyorlar?
Bu ayette söz konusu taksimatın haksızlığı açıklanmak
ve bunun son derece büyük bir garabet olduğu ortaya konmak istenmektedir.
Onlar, kendileri için tercih etmedikleri cinsi Allah Tealâ'ya nasıl nispet
etmektedirler? Nitekim şu ayette de bu durum zikredilmektedir: "Demek
erkek size, dişi Allah'a mı? O halde bu insafsızca bir taksim." (Necm,
53/21-22).
"Yoksa biz melekleri dişi yarattık da onlar buna
şahit midirler?" Bilakis onlar, meleklerin nasıl yaratıldığını şahit
olmadıkları halde meleklerin dişi olduğuna nasıl hükmediyorlar? Burada, önceki
sözden, daha şiddetlisine intikal vardır. Onlar, meleklerin yaratılışı
esnasında hazır değilken, onları nasıl dişi varlıklar yapıyorlar? Bu, bizzat
müşahede dışında bilinmesi mümkün olmayan birşeydir ve onlar da bunu müşahede
etmiş değildirler. Onların sözlerinin doğruluğunu gösteren ne doğru bir
rivayet, haber hakle-dilmiş ne de akıl bunu gerekli görmüştür.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu kavl-i
ilâhisidir: "Rahman'ın kulları olan melekleri dişi saydılar. Onların
yaratılışlarına mı şahit oldular ki böyle hüküm veriyorlar? Şahitlikleri
yazılacak ve sorulacaklardır." (Zuhruf, 43/19). Yani kıyamet günü bu
iddialarından sorulacaklardır.
"iyi bilin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar
ki: "Allah doğurdu." Onlar elbette yalancılardır." Yani onların
bu sözü, ne bir delili, ne de delile benzer bir şeyi olan bir yalan ve
iftiradır. Durum böyle olduğu halde nasıl oluyor da "Ondan çocuk
oldu." diyebiliyorlar! Bu söylediklerinde onlar yalancıların en
yalancısıdırlar!
Bu ayetler göstermektedir ki müşrikler, melekler
hakkında küfür ve yalanın en koyusu içinde üç özellik ileri sürmektedirler:
Onlar, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia etmekte, Allah'a çocuk isnad
etmekte ve bu çocuğu da kız olarak kabul etmekte, sonra da Allah'tan gayri
rabbler olarak meleklere ibadet etmektedirler.
Daha sonra Yüce Allah onların bu haksız hükümlerini
kınamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"Allah kızları seçip oğullara tercih mi etmiş?
Ne oluyor size? Buna nasıl hükmediyorsunuz? Hiç mi düşünmüyorsunuz?" Bunun
anlamı şudur: Yüce Allah'ı, kızları seçip oğullara tercih etmeye sevkeden ne
olabilir? Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: "Yoksa Rabbiniz size
oğulları beğenip seçti de kendisine meleklerden dişiler mi edindi? Hakikaten
siz büyük söz söylüyorsunuz." (İsrâ, 17/40) Yani sizin anlayışınıza göre
erkekler daha üstün olduğu halde Yüce Allah'ın, dişileri erkeklere tercih
ettiği nasıl düşünülebilir?
Sizin, ne söylediğinizi düşünecek aklınız yok mu? Bu
durumdan ibret alıp, sözünüzün butlanını düşünmez ve tefekkür etmez misiniz?
"Yoksa elinizde açık bir hüccetiniz mi var? Eğer
doğru söyleyenlerseniz getirin kitabınızı." Bunun anlamı şudur: Yoksa
sizin bu söylediğinizi destekleyecek açık bir hüccetiniz mi var? Eğer bir
burhan ve deliliniz varsa, gökten, Yüce Allah tarafından indirilmiş bir kitaba
dayanarak sizin iddia ettiğiniz gibi Ona meleklerle ilgili olarak isnad
ettiğiniz şeyin doğruluğu konusuna delil olarak getirin! Tabii eğer iddianızda
doğru söyleyenler iseniz!
Bu ayetlerin soru cümleleri tarzında ardarda tekrar
edilmesi, onların bu sözlerinin nasıl bir azarlama, kahredici delillerle
susturup sindirme ve şiddetli kınama ile karşılandığını ve aynı zamanda onların
ahlâklarının nasıl çürümüş olduğunu, yozlaştığını göstermektedir. Zira onların
bu söylediklerinin akıl sahibi birisinden sadır olması mümkün değildir;
bilakis akıl bunu kesinlikle kabul etmez.
Daha sonra Yüce Allah müşriklerin, melekler ile Allah
Tealâ arasında bir nesep ilişkisi uydurma tarzındaki iddialarının iftiradan
ibaret olduğunu tekid etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Bir de Allah ile cinler arasında bir hısımlık
uydurdular." Yani müşrikler, Allah Tealâ ile cinler -burada cinlerden
kasıt meleklerdir- arasında bir nesep ilişkisi uydurdular ve "Melekler
Allah'ın kızlarıdır." dediler. Meleklerin gözle görülmeyen gizli
varlıklar olması sebebiyle müşrikler burada onlardan cinler olarak
bahsetmişlerdir.
Bu iddiayı ileri sürenler, Kinâne ve Huzâ'a
kabileleridir ki şöyle demişlerdir: "Allah cinlerin ileri gelenlerine
evlilik teklifinde bulunmuş, onlar da Onu asil kızlarıyla
evlendirmişlerdir." Allah Tealâ onların söylediklerinden çok yüce, büyük
ve münezzehtir. Bu, onların kıssacılarının uydurması ve vehminden başka birşey
değildir.
Yüce Allah hakkında bu iftirada bulunan kabilelerin
Yahudiler olduğu da söylenmiştir. Allah Tealâ'nın laneti üzerlerine olsun,
onlar şöyle demişlerdir: "Allah
cinlere yaklaştı, onlardan melekler oldu."
Bütün bunlar yaratıcının beşere benzetilmesinden ve
O'nun, maddî-bedensel özelliklerle vasfedilmesinden ileri gelmektedir ki bu
küfürdür.
Bundan sonra Yüce Allah onların azaplarından haber
vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Halbuki cinler de onların yakalanıp
getirileceklerini bilmiştir." Yani yemin olsun ki müşriklerin, Allah Tealâ
ile aralarında bir nesep ilişkisi olduğunu iddia ettikleri melekler mutlaka
bilmişlerdir ki o müşrikler hesaba çekilmek, yukarıda geçen yalan sözleri ve
iftiraları sebebiyle cehennem azabına çarptırılmak için yakalanıp
getirileceklerdir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurarak kendi zatını,
kendisine lâyık olmayan noksan beşer sıfatlarından tenzih etmektedir:
"Allah onların isnad edegeldiklerinden yücedir,
münezzehtir." Yani Allah Tealâ oğul sahibi olmaktan ve zalim mülhidlerin
kendisini tavsif ettiği eksikliklerden çok yüce, büyük ve münezzehtir.
"Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kulları bunlar gibi
değil." Fakat Allah'ın muhlis kulları -ki onlar, gönderilmiş her
peygambere indirilen hakka iman etmiş kimselerdir- kurtulmuşlardır. Dolayısıyla
onlar cehennem azabına atılmayacaklardır. Bu ayetteki ifade, münkatı bir
istisnadır.
Bundan sonra Yüce Allah müşriklere meydan okumakta ve
onların, hiç kimseyi dalâlete düşüremeyeceklerini veya yoldan
çıkaramayacaklarını ispat etmektedir. Allah Tealâ bu meyanda müşriklere şöyle
hitap etmektedir:
"Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız, kimseyi
O'na karşı kandırıp yoldan çıkaramazsınız. Ancak cehenneme girecek olanı[88]
kandırabilirsiniz." Yani ne siz, ne de Allah'ı bırakıp taptığınız
tanrılarınız, hiçkimseyi dininden ayırıp fitneye düşürmeye ve dalâlete
saptırmaya kadir değilsiniz. Ancak cehennem ehli olan ve dalâlete sizden daha
çok sapmış bulunan kimseleri bu şekilde kandırabilirsiniz. Onlar ki, Allah
Tealâ'nm, sonsuz ve sınırsız ilmiyle kötü amel işleyeceklerini ve cehenneme
girip yaslanacaklarını bildiği kimselerdir. Onlar, küfürde ısrar edenlerdir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların kalpleri vardır,
anlamazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, duymazlar. Onlar
hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin ta
kendileridirler." (A'râf, 7/179). Şu halde insanların bu sınıfı şirk ve
dalâlete boyun eğmiş kimselerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
"Şüphesiz siz ihtilaflı bir söz içindesiniz. Ondan döndürülen kimseler
döndürülür." (Zâriyât, 51/8-9). Yani ancak imandan döndürülen ve batıla
saptırılan kimse bu ihtilaflı söz ile dalâlete sevkedilir.
Daha sonra Allah Tealâ melekleri de kendilerine küfür
isnadından ve kendilerinin Allah'ın kızları olduğu yolunda uydurulan yalanlara
nisbetten tenzih etmektedir:
"Bizim içimizden herkesin belli bir makamı
vardır." Bu, Allah Te-alâ'nın, meleklerin söylediği bir sözü hikâye etmesi
tarzında gelmiş bir ayettir. Buna göre melekler şöyle demişlerdir: "Bizden
hiçbir melek yoktur ki onun marifet, ibadet ve mekân olarak malum olan ve
sınırlarını aşamadığı bir makamı bulunmasın." Bu ifadeden murad,
meleklerin, Allah Tealâ'ya nasıl son derece büyük bir itaat ile kulluk
ettiklerine ve ibadet ve ta-atteki derecelerine işarette bulunmaktır. Hz. Aişe
(r.a.) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Dünya
semasında hiçbir yer yoktur ki, orada secdede veya kıyamda bir melek
bulunmasın."[89]
"Biziz o saf saf dizilenler, mutlak biz. Biziz o
teşbih edenler, mutlak biz." Yani yine melekler şöyle dediler: İbadet
yerlerinde saflar halinde dizilenler elbette biziz; Yüce Allah'ı, şanına lâyık
olmayan şeylerden tenzih edenler olarak gerek dil ile, gerekse namaz kılmak
suretiyle teşbih edenler elbette biziz. Dolayısıyla biz, Allah Tealâ'ya, O'na
muhtaç olan kullarıyız. Burada meleklerin bu ifadeleri ile kastedilen,
meleklerin sıfatlarının boyun eğiş, itaat Allah Tealâ'ya ibadet olduğunu beyan
etmek ve onların, kâfirlerin ileri sürdükleri gibi Allah Tealâ'nın kızları
olmadığını açıklamaktır. Nasıl önceki ayetin ifadesi meleklerin taatteki
derecelerine işaret ise, bu ayetlerin ifadesi de onların bilgi sahibi olmadaki
derecelerine işarettir.
Sahih-i Müslim'de Câbir b. Semure (r.a.)'den şöyle
bir hadis bulunmaktadır: "(Birgün) bizler mescitteyken Hz. Peygamber
(s.a.) (hücresinden) yanımıza çıktı ve "Meleklerin Rabblerinin huzurunda
saflar bağlaması gibi saf bağlasanız ya!" buyurdu. Biz "Ey Allah'ın
Resulü! Melekler Rabblerinin huzurunda nasıl saf bağlarlar?" diye sorduk;
"İlk safları tamamlarlar ve safta sıkışık dururlar." buyurdu."
Yine Sahih-i Müslim'de Hz. Huzeyfe (r.a.)'den rivayet
edilen şöyle bir hadis mevcuttur: "Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu:
"Bizler (şu) üç şeyle insanlardan üstün kılındık: Bizim saflarımız
meleklerin safları gibi kılındı, yeryüzü bize mescid ve toprağı da temizleyici
kılındı."
Hz. Ömer (r.a.) namaz kıldırmaya kalktığı zaman
"Saflarınızı sağlam ve düzgün tutun. Zira Allah Tealâ sizin ancak
meleklerin sünnetine uymanızı istiyor." der, "Biziz o saf saf
dizilenler, mutlak biz." ayetini okur ve "Ey filan, geriye çık; ey
filan, ilerle" der, sonra da öne geçip namaz için tekbir alırdı."
Daha sonra Yüce Allah, peygamberlik gelmeden önce
müşriklerin söylediklerini zikrediyor: "Hakikat müşrikler önceden şöyle
diyorlardı: "Eğer yanımızda evvelki ümmetlere inenlerden bir kitap
olsaydı, elbet biz de Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullarından olurduk. Şimdi
ise ona inanmayıp kâfir oldular. Yakında bileceklerdir." Yani müşrikler
Hz. Peygamber (s.a.) gönderilmeden önce cehaletle ayıplandıkları zaman
"Şayet bizim yanımızda da evvelkilerin kitaplarından Tevrat, İncil gibi
bir kitap olsaydı elbette biz de kulluğumuzu Allah Tealâ'ya has kılar ve Onu
inkâr etmezdik" derlerdi. Hz. Muhammed (s.a.) onlara apaçık bir zikir olan
Kur'an'ı getirdiği zaman ise onu inkâr ettiler. Onlar yakında küfürlerinin
akıbetini bileceklerdir. Bu, o müşriklerin Rabblerini, Kur'an'ı ve Hz.
Peygamber (s.a.)'i yalanlamalarının karşılığı olarak zikredilen oldukça
şiddetli ve vurgulu bir tehdittir.
Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimesinde de aynı durum söz
konusudur: "Yeminlerinin bütün gücüyle "Andolsun eğer kendilerine bir
uyarıcı gelirse herhangi bir milletten daha çok doğru yolda olacaklar."
diye Allah 'a yemin ettiler. Fakat kendilerine uyarıcı gelince bunun onlara,
haktan uzaklaşmak-
tan başka bir katkısı olmadı." (Fâtır, 35/42). Oysa
şu ayetlerde de aynı şey bahis konusudur: "Onu size indirdik ki
"Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa (Yahudilere ve Hristiyanlara)
indirildi, biz ise onların okumasından habersizdik (o kitapları okuyamıyor,
dillerini anlayamıyor) demeyesiniz. Yahut "Eğer bize kitap indirilseydi
biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk. " demeyesiniz. İşte size
Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın ayetlerini yalanlayıp
onlardan yüz çevirenlerden daha zalim kim olabilir? Ayetlerimizden yüz
çevirenleri, yüz çevirmeleri yüzünden azabın en kötüsüyle
cezalandıracağız." (En'âm, 6/156-157).
[90]
Bu ayetlerden, aşağıdaku hususlar çıkarılmaktadır:
1-
Müşriklerin ve puta tapanların yalan ve iftiralarından biri de onların,
"Kızlar Allah'adır, melekler Allah'ın kızlarıdır, melekler dişidir"
demeleridir. Bütün bunlar batıl sözlerdir. Çünkü onlar Allah'a oğul da isnad
etmişlerdir. Oysa Yüce Allah doğmamış ve doğurulmamıştır. Müşrikler kız
çocuktan hoşlanmazlardı. Mahlukların hoşlanmadığı bir şeyin Yaratıcıya isnad
edilmesi nasıl mümkün olabilir! Ayrıca onlar Yüce Allah'ın melekleri nasıl
yarattığına da şahit olmadıkları halde onların dişi varlıklar olduğunu nasıl
iddia edebilirler?!
2- Bütün
bunlar sebebiyle Yüce Allah, ayetlerde ardarda tekrarlanan soru cümleleriyle
müşrikleri azarlamıştır. Onların bu iddiaları his, akıl, mantık ve muhakeme ile
çelişen, güvenilir naklî delil ile desteklenmekten yoksun hüccetsiz ve
bürhansız şeylerdir.
3- Kureyş'in
kâfirleri Yüce Allah ile melekler arasında bir nesep ilişkisi uydurarak,
"Melekler Allah'ın kızlarıdır." demişlerdir. Oysa melekler bu
iddiadan uzaktırlar ve sözkonusu kâfirlerin yakalanarak cehennem azabına
atılacaklarını bilmektedirler.
4- Allah
Tealâ, zatını onların yalanlarından ve kendisini tavsif eden iddialarından
tenzih etmiştir. Bu, kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan vacip ve vaki bir
tenzihtir. Rabbimizin bize, zatını lâyıkı veçhile takdis etme konusunda
öğrettikleri dolayısıyla hamd ve şükrün tamamı Ona mahsustur.
5- Kurtuluşa
erenler, ibadeti Yüce Allah'a has kılan ve Rabblerinin emirlerine ittiba eden
muhlis kullardır.
6- Ne o
kâfirler, ne de onların Allah'ı bırakarak taptıkları tanrıları herhangi bir
kimseyi dalâlete düşürmeye kadir değildirler. Ancak Yüce Allah'ın sonsuz
ilmiyle, küfürde ısrarlı oluşu ve iman etmeye istidadı bulunmayışı sebebiyle
cehennemlik olduğunu bildiği kimseler bunun istisnasıdır.
Razi şöyle demiştir: "Bu, Ehl-i Sünnetin, şeytanın
aldatma ve vesvesesinin hiçbir tesiri olmadığı konusundaki görüşünün
delilidir. Buradaki müessir ancak Yüce Allah'ın kaza ve takdiridir. Çünkü Yüce
Allah'ın "Ne siz, ne de tapmakta olduklarınız hiç kimseyi O'na karşı
kandırıp yoldan çıkaramazsınız." ayeti, onların ne sözlerinin, ne de
taptıkları tanrıların durumlarının, fitne ve dalâlet meydana getirmede hiçbir
tesiri olmadığını açıkça ifade etmektedir. "Ancak cehenneme girecek olanı
kandırabilirsiniz." ayetinin anlamı ise "Ancak Allah'ın hüküm ve
takdirinde durumu böyle olan kimseyi kandırabilirsiniz." tarzındadır.[91] Bu
ayet Kaderiyye'nin iddialarını da reddetmektedir. Zira Yüce Allah'ın hüküm ve
kudretinin kullar için ne cebir, ne de zorlaması söz konusudur.
7- Melekler,
Yüce Allah'ı ta'zim, kendilerinin O'nun kulları olduklarını itiraf ve
kendilerine kulluk edenlerin kulluğunu inkâr ederek kendilerini şu üç özellikle
tavsif etmişlerdir: Onlardan herbirinin, sınırlarını aşamayacağı ve ötesine
geçemeyeceği bir mertebesi vardır; melekler, ibadet ve taat-larmı eda ederken,
hizmet ve kulluk menzillerinde saf bağlamış bir haldedirler; onlar sürekli
olarak Allah Tealâ'yı teşbih ederler. Teşbih, Yüce Allah'ı şanına lâyık
olmayan sıfatlardan tenzih etmektir.
Meleklerin bu özelliklerinden son ikisi sadece onlara
mahsus olduğunu ifade eder bir tarzda zikredilmiştir. Bunun anlamı şudur:
Kulluk makamında olan başkaları değil, onlardır, yine Yüce Allah'ı teşbih
edenler de başkaları değil onlardır. Bu da göstermektedir ki beşerin taat ve
marifeti, meleklerin taat ve marifetine oranla yok ve hiç mesabesindedir.
Razi'nin de zikrettiği gibi ancak böyle bir açıklama ile söz konusu
özelliklerin sadece meleklere mahsus olduğunun belirtilmesi doğru bir anlatım
olabilir. Razi daha sonra şöyle der: "Bu özelliklerin sadece meleklere
mahsus olduğunu belirten bu hasr ifadesi dururken beşerin -melekten üstün olup
olmadığını tartışmak şöyle dursun- melek derecesine yaklaştığı nasıl
söylenebilir?"
8- Kureyş'in
gerek peygamberlikten önceki, gerekse sonraki durumu garip ve acaiptir. Hz.
Peygamber (s.a.)'in gönderilmesinden önce onlar kendilerine Allah Tealâ'nm
emirlerini zikreden birisinin bulunmasını ve önceki asırlarda yaşayanların
durumunda olmayı ve bir elçinin kendilerine Allah'ın kitabını getirmesini
temenni ederken, kendilerine zikirlerin en üstünü ve diğer bütün kitapları
hükmü altına alıp onları ihtiva eden bir kitap olan Kur'an geldikten sonra ona
karşı gelip Hz. Peygamber (s.a.)'i yalanlamışlar ve sözlerinde durmamışlardır.
Bundan dolayı onlar azap ve tehdide müstehak olmuşlardır ki bu tehdit onların
küfür ve yalanlamalarının akıbetini yakında bileceklerini ifade etmektedir.
[92]
171- Andolsun
ki gönderilen elçi kullarımıza şu sözümüz geçmişti:
172- "Muhakkak onlar, mansurdurlar
173- ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim
ordumuzdur."
174- Onun için bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
175- Gözetle onları. Kendileri de yakında
görecektir.
176- Şimdi
onlar çarçabuk bizim azabımızı mı istiyorlar?
177- Fakat o
azap yurtlarına indiği zaman uyarılmış olanların sabahı ne kötü olur!
178- Bir süreye kadar onlardan yüzçevir
179- Onların
halini gör. Kendileri de yakında görecektir.
180- İzzet sahibi Rabbin, onların is-nad etmekte
oldukları sıfatlardan yücedir, münezzehtir.
181- Selâm gönderilen elçilere!
182- Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a!
"yurtlarına indiği zaman" ifadesinde
istiare-i temsiliye vardır. Burada onlara inen azap, üzerlerine ansızın
saldıran bir düşmana benzetilmiştir. Böyle bir halde iken onlar hiçbir
nasihatçinin sözünden öğüt alamazlar, kendilerini savunmaya da fırsat
bulamazlar. Ta ki bu haldeyken sözkonusu azap onları hezimete uğratır ve yok
eder.
[93]
"Andolsun ki gönderilen elçi kullarımıza şu
sözümüz geçmişti." Yani onlara yardım ve zafer vaad etmiştik. Bu vaad, şu
ayet-i kerimede de ifade edilmektedir: "Elbette ben ve elçilerim galip
geleceğiz." (Mücadile, 58/21).
"Muhakkak onlar mansurdurlar." Yani savaş
vd. konularda galiptirler. Bu durum genel itibariyle ve Allah Tealâ'nın dinine
yardım etmek şartıyla böyledir. "Ve galip gelecek olanlar mutlaka bizim
ordumuzdur." Yani bizim mümin, peygamberin etbaı olan ordumuz dünyada
kâfirlere hüccet ve ilâhî yardımla galip gelecektir. Şayet onlara dünyada galip
gelemezlerse, ahiret-te galip geleceklerdir.
"Bir süreye kadar" yani sana verilen zafer
ve galibiyet sözünün zamanı gelene kadar ki bu zaman Bedir savaşı veya
Mekke'nin fethi günüdür. "onlardan yüz çevir." Yani onlara aldırma,
onları kendi hallerine bırak. "Gözetle onları" Onlara bak da azap
kendilerine indiği zaman dünyada kendilerini bekleyen esir edilmek ve
öldürülmek, ahirette de azaba duçar edilmek gibi sonuçlara nasıl ulaştıklarını
kendi gözlerinle gör! "Kendileri de yakında" küfürlerinin akıbetinin
ne olacağını ve senin de hükmümüzü, dünyada desteklenmek ve zafere
ulaştırılmak, ahirette de mükâfata nail kılınmak şeklinde nasıl yürüttüğümüzü
"göreceklerdir."
"Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı
istiyorlar?" Bu, Yüce Allah'ın, onlar hakkında tehdit ifade eden sözüdür.
Rivayet edildiğine göre "yakında göreceklerdir" ayeti nazil olduğu
zaman müşrikler "Bu ne zaman olacak?" demişlerdi. Bunun üzerine
"Fakat o azap yurtlarına indiği zaman..." ayeti indi. Yani azap
onların bölgesine -ki orası geniş bir yerdir-indiği zaman. Ferrâ, "Araplar
bir kavimden söz edecekleri zaman, onların bölgelerini ve yurtlarını
zikretmekle yetinirler." demiştir, "uyarılmış olanların sabahı ne
kötü olur!" Yani azapla uyarılmış olanların sabahı ne kötü bir sabahtır!
"Onların halini gör. Kendileri de yakında
göreceklerdir." Bu ifade, onlar hakkındaki tehdidin kuvvetlendirilmesi ve
Hz. Peygamber (s.a.)'i teselli maksadıyla tekrar edilmiştir.
"İzzet sahibi Rabbin" Yani galebe ve kuvvet
sahibi Rabbin. "Onların is-nad etmekte oldukları" çocuk sahibi olmak
gibi "sıfatlardan yücedir, münezzehtir. Selâm gönderilen elçilere."
Tevhid ve şeriatleri Yüce Allah'tan tebliğ eden mübelliğlere. Kendilerine
yardım ve zafer nasip ettiği, kâfirleri de helak ettiği için "Hamd,
alemlerin Rabbi Allah'a."
[94]
"Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı
istiyorlar?" (176. ayet) ayetinin nüzul sebebi hakkında Cüveybir, İbni
Abbas (r.a.)'dan şöyle dediğini tahriç etmiştir: "Müşrikler, "Ey
Muhammedi Bizi kendisiyle korkuttuğun azabı bize göster; onu bize hemen getir."
dediler. Bunun üzerine "Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı
istiyorlar?" ayeti nazil oldu." Bu rivayet Buhari ve Müslim
şartlarını taşıyan sahih bir rivayettir.
[95]
"Andolsun ki gönderilen elçi kullarımıza şu
sözümüz geçmişti: "Muhakkak onlar mansurdurlar ve galip gelecek olanlar
mutlaka bizim ordumuzdur." Yani andolsun ki kendilerini, kâfirleri
korkutmak, müminleri de müjdelemek üzere gönderdiğimiz elçi kullarımıza, dünya
ve ahirette yardım ve zafer verileceğine dair vaadimiz şu olmuştur. Dünyaya
ilişkin vaad şudur: Dünyada onlara, kâfirleri esir almak ve öldürmek yahut
kovup sürmek veya yerlerinden yurtlarından sürüp çıkarmak şeklindeki veyahut
da hüccet, burhan ve saireyle sağlayacakları galebe ve üstünlük olacaktır.
Ahirete ilişkin vaad ise cennete kavuşmak suretiyle elde edilecek zafer ve
cehennem azabından kurtuluş kendilerinin olacaktır. Bu husus, genel itibariyle
böyle olacaktır. Buradaki "cündullah" tabiri Allah'ın hizbi anlamındadır
ki bunlar peygamberler ve onların tabileridir.
Şu ayet-i kerimeler de bu kavl-i ilâhinin
benzerleridir: "Allah, "Elbette ben ve elçilerim galip
geleceğiz." diye yazmıştır." (Mücadile, 58/21), "Elbette biz
elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında, hem şahitlerin şahitliğe
duracakları günde yardım ederiz." (Gâfir, 40/51).
Yardımın şartı malûmdur ki, Allah Tealâ'ya sahih bir
şekilde iman, Kur'an ve Nebevi Sünnetle amel, bir de ölçü ve hayat metodu
olarak Allah'ın dinini kabul etme. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"müminlere yardım etmek üzerimize borç idi." (Rûm, 30/47),
"Eğer siz Allah 'm dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder,
ayaklarınızı sabit kılar." (Mu-hammed, Alil), "Sonuç, fenalıklardan
sakınanlarındır." (A'râf, 7/127).
"Onun için bir süreye kadar onlardan yüz
çevir." Yani onlara aldırış etme ve onların sana yaptıkları eziyete,
Allah Tealâ indinde malum olan bir süreye kadar sabret. Zira biz güzel akıbeti,
yardım ve zaferi sana nasip edeceğiz.
"Gözetle onları. Kendileri de yakında
görecektir." Yani onlara bak ve sana muhalefet edip seni yalanladıkları
için başlarına gelecek olan esir alınmak, öldürülmek gibi azap ve ibret dolu
felâketi gözetle. Onlar, yakında senin kendilerine kötü akıbet ve azap
türünden vaad ettiğin şeylerin hepsini ve de bizim sana vaad ettiğimiz yardımı
ve dininin dörtbir tarafa yayılmasını göreceklerdir. Bu, onları görmenin
kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı bir zamanda olacaktır. Yüce Allah bu
ifadeyi te'kid maksadıyla tekrarlamaktadır.
Burada onları beklenen ve vadedilen hal içinde
gözetleme emrinden murad, onlara vadedilen şeylerin şüphesiz bir şekilde mevcut
ve vaki, meydana gelmesinin de yakın olduğunu anlatmak içindir. Bu ifadelerle
Hz. Peygamber (s.a.)'i, kavmi olan Kureyş kâfirlerinin kendisine yaptıkları eziyetlere
karşı teselli edilmekte ve rahatlatılmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah kâfirleri azarlamakta ve şöyle
buyurarak azabın hemen gelmesi yolundaki talepleri üzerine kendilerini tehdit
etmektedir:
"Şimdi onlar çarçabuk bizim azabımızı mı
istiyorlar?" Yani onlar bizim şiddetli azabımızın hemen gelmesini
istemeye nasıl cür'et ediyorlar? Vakıa onlar, "Bu azap ne zaman
gelecek?" diyerek azabın hemen gelmesini, seni yalanlamaları ve inkâr
etmeleri sebebiyle istiyorlar. Oysa azap, herhangi bir şüpheye mahal
bulunmayacak biçimde kesin olarak onların üzerine inecektir.
"Fakat o azap yurtlarına indiği zaman uyarılmış
olanların sabahı ne kötü olur!" Yani azap kendilerine veya bulundukları
mahalle indiği zaman bu onlar için ne kötü bir gündür! Çünkü onlar o günde
helak ve mahvedilirler. "Sahîhân"-da Enes b. Mâlik (r.a.)'den gelen
şöyle bir rivayet bulunmaktadır: " Hz. Peygamber (s.a.) Hayber'e
sabahleyin baskın yaptı. Hayber ehli baltaları ve ziraat aletleriyle şehir
dışına çıktılar da orduyu görünce "Mu-hammed vallahi! Muhammed ve
ordusu!" diye bağırarak geri döndüler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.), "Allâhu Ekber! Hayber harap oldu! Biz bir kavmin yurduna indiğimiz
zaman korkutulan kimselerin sabahı ne kötü olur!" buyurdu." Bunu İmam
Ahmed de değişik bir lafızla rivayet etmiştir. Bu rivayet Buhari ve Müslim
şartları doğrultusunda sahih bir rivayettir.
"Bir süreye kadar onlardan yüz çevir. Onların
halini gör. Kendileri de yakında görecektir." Yani ey peygamber! Helak
olacakları bir başka vakte kadar o müşriklere aldırma! Onlara ve işledikleri
günahlara bak ki onlar kendilerine gelecek olan azabı yakında göreceklerdir.
Bu, yukarıda geçen ve Hz. Peygamber (s.a.)'in
müşriklerden yüz çevirmesinin ve onların eziyetlerine sabretmesinin istendiği
ayetteki emrin te'kididir.
Bundan sonra bu sure, azametli bir hatime, sonuç ile
tamamlanmaktadır. Bu hatime kısmında Yüce Allah'ın, şanına lâyık olmayan
şeylerden tenzihi ve peygamberlerin methi yer almaktadır. Burada Allah Tealâ
şöyle buyurmaktadır:
"İzzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte
oldukları sıfatlardan yücedir, münezzehtir. Selâm gönderilen elçilere! Hamd
alemlerin Rabbi Allah'a!" Yani ey rasul! İzzet sahibi Rabbin, haddi aşan
müfteri ve yalancı zalimlerin söylediklerinden bütünüyle son derece uzaktır.
Zira O Rabb, za-tıyla kaim olan kuvvet, galebe ve izzet sahibidir. Dünyada ve
ahirette Allah'ın selâmı, kendilerini kavimlerine gönderdiği yüce
peygamberlere olsun. Çünkü onların Rabbleri hakkında söyledikleri sağlıklı,
doğru ve hakikattir. Hamd ve şükür, dünyada ve ahirette, her halükârda Allah
Tealâ'ya mahsustur. Zira başkası değil, sadece O sakaleyn'in, yani insanların
ve cinlerin Rabbidir. Bu ifadeler, Yüce Allah'ın, söylemeleri için müminlere
öğrettiği bir sözdür.
İbni Ebî Hâtim'in -Şa'bî kanalıyla- ve Bağavî'nin Hz.
Ali (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Kıyamet günü ecrinin en bol ölçekle ölçülüp verilmesi kimi
sevindirirse, meclisinin sonunda kalkmak istediği zaman, "Sübhâne Rabbike
Rabbi'l-izzeti amma yesıfûn ve selâmun ale'l-mürselin ve'l-hamdu lillâhi
Rabbi'l-âlemîn: izzet sahibi Rabbin onların isnad etmekte olduklarından
yücedir, münezzehtir. Selâm gönderilen elçilere. Hamd alemlerin Rabbi
Allah'a" desin." Mecliste işlenmiş olan günahların keffareti için
tavsiye edilen şu dua da birçok hadiste varid olmuştur: "Sübhâneke
'llâhumme ve bi hamdike lâ ilahe illâ en-te estağfiruke ve etûbu ileyk:
Allah'ım! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hamd sana mahsustur.
Günahlarımdan dolayı senden bağışlanma diler, sana tevbe ederim."
[96]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara işaret etmektedir:
1-
Peygamberlere hüccet ve galibiyet ile yardım edileceğine ve Allah'ın ordusunun
-ki onlar peygamberler ve onların tabileridir- düşmanlarına karşı yardım
göreceğine dair ilâhî vaad bulunmaktadır. Bu vaad, genel itibariyledir. Burada
vaad edilen yardım ya hüccetin kuvvetli olması veya devlet ve hakimiyet veyahut
da Allah'ın emirleri üzere devam ve sebat verilmesi şeklindedir.
2- Hz.
Peygamber (s.a.) ve müminler, hicret öncesi Mekke'deyken müşriklere
saldırmamak, onlardan yüz çevirmek, onların eziyetlerine sabretmek ve
kendileriyle mücadeleyi terketmekle emrolunmuşlardı.
3- Yüce
Allah müşrikleri kendilerine ulaşacak olan dünya ve ahiret azabıyla tehdit
etmiştir. Görmenin hiçbir fayda vermeyeceği o gün onlar başlarına geleni
göreceklerdir.
4- Kâfirlerin,
Allah Tealâ'nın azabının hemen gelmesini istemeleri derin bir ahmaklık
örneğidir. Zira sözkonusu azabın hemen gelmesi için bir sebep yoktur. Çünkü
azabın onlar hakkında vaki olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Bu, şiddetli ve
mahvedici bir azaptır. Onlara veya memleketlerine geldiği zaman azapla
korkutulan o kimselerin sabahı ne kötüdür!
5- Namaz
ve meclislerin, "Sübhâne Rabbike Rabbi'l-izzeti amma yesıfûn ve selâmun
ale'l-mürselîn ve'l-hamdu lillâhi Rabbi'l-âlemîn." ayetiyle bitirilmesi
sünnettir. Bu ayette Allah Tealâ'nın sıfatlarının üç çeşidi zikredilmektedir:
a) Yüce
Allah'ın, ulûhiyyet sıfatlarına lâyık olmayan her şeyden takdis ve tenzihi ki
bu, "Sübhâne" kelimesidir.
b) Cenab-ı
Hakk'm ulhuhiyyet sıfatlarına lâyık olan her şeyle vasfedil-mesi ki bu da
"Rabbu'l-izzeti" sözüdür.
c) Allah
Tealâ'nın herhangi bir eşi ve benzeri bulunmaktan münezzeh olması.
Buradaki "Rabbu'l-izzeti" kavl-i ilâhisi Yüce
Allah'ın, yarattığı her türlü hadiseye kadir olduğuna delâlet etmektedir.
"Sübhâne Rabbike Rabbi'l-izzeti amma
yesıfûn" kavl-i ilâhisi, bu alemin İlâhının marifeti konusunda en yüksek
dereceleri ve en mükemmel sonuçları ihtiva eden bir sözdür. Önemli olan,
akıllı kimsenin, dünyada kendisine ve insanlara karşı nasıl muamele edeceğini
bilmesidir.
[97]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/59.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/59.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/59-61.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/61.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/62.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/62-63.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/63.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/63-64.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/65.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/65.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/66.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/66.
[13] Kurtubî, XV/66.
[14] Razî, XXVI/121.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 12/67-68.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/68-69.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/70.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/70-72.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/72.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/72-74.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/74-75.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/77.
[22] Buradaki "vav" harfi tertip gerektirmez.
Dolayısıyla bahse konu durdurma ve hapsin "durak yeri"nde olması caiz
olduğu gibi, Sırat'm yanında olması da caizdir.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/77-78.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/78-79.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/79-82.
[26] Bunun mukabili de sol taraftan gelen
"Bârih"tir. Araplar bunu uğursuz sayarlardı, (çev.)
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/82-84.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/86.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/86-88.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/88.
[31] Buradaki "lezzet" kelimesi mübalağa tarzında
masdar olarak gelmiş bir sıfattır, yahut "zâte lezzetin (lezzetli)"
anlamındadır; ancak "zâte" kelimesi hazfedildiği için böyle
gelmiştir. Ya da "leziz" anlamındaki "lezzun" kelimesinin
dişil halidir.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/88-92.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/92-94.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/95-96.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/96-97.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/97.
[37] Tirmizî bu hadis hakkında "Hasen-sahih'tir."
demiştir
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/97-100.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/100-101.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/102.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/102-103.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/103.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/103-105.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/105.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/107.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/107-109.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/109.
[48] Edebî bir sanat olarak tevriye, birkaç anlamı olan bir
sözün uzak anlamını kasdetmektir. (çev.)
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/109-112.
[50] Müellifin burada bir zühulü vardır. Buhari, bu hadisi
Halku Efâli'l-İbâd isimli eserinde Ebu Hureyre'den (r.a.) rivayet etmiştir,
(çev.)
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/112-114.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/115-116.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/116.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/116.
[55] Taberi ve İbnu'l-Esir'in bildirdiğine göre kardeşi Ays
tarafından öldürülmek korkusuyla dayısının yanına gitmek üzere gündüzleri
saklanıp geceleri yürüdüğü için Hz. Yakub (a.s.)'a İsrail denmiştir, (çev.)
[56] Beyzavi, s. 595.
[57] İbni Kesir, IV/14.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/116-119.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/119.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/119-122.
[61] İbni Kesir, IV/17-19; Razî, XXVT/153 vd. Kurtubî,
XV7100; Hazin, VI/22.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/122-127.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/128-129.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/129.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/129-130.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/130-131.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/132.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/132-133.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/133.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/133-134.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/135.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/136.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/136.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/136-137.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/137-138.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/139.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/139-140.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/140-141.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/141.
[80] Nisa; 163; Enam, 86; Yunus, 98; Saffat 139.
[81] Burada Nevevi bu hadisi önce Tirmizi'den naklen farkh
lafızlarla vermiş, ardından da "Tirmizi'den başkasının rivayetinde de
şöyle gelmiştir.... " diyerek müellifin verdiği lafızları zikretmiştir.
Burada kastedilen İmam Ahmed'dir. Bkz. Müsned (Ahmed Muhammed Şakir şerhiyle
Daru'l-Hadis, Kahire 1416/1996, III/244 vd. Hadis no: 2804 (çev.)
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/142-143.
[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/144-146.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/148.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/148-149.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/149-150.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/150.
[88] Kurtubî, XV/123.
[89] Bu ifade "cehenneme girecek olan k'Tise"
anlamına yorulur. Kastedilen ise cehenneme girecek olan topluluktur.
Dolayısıyla buradaki "sal" kelimesi takdiri olarak "Salun"
şeklindedir. Kelimenin aslı böyleyken kendisinden sonra gelen kelimeyle izafet
terkibi oluşturduğu için salun kelimesinde "nun'harfi ve keza iki sakin
harekeli harf bir araya geldiği için de "vav" harfi hazfedilmiş ve
sonuçta bu kelime "sal" olarak kalmıştır.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/150-155.
[91] Bu hadisi İbni Merdüveyh, Enes (r.a.)'den şu
lafızlarla rivayet etmiştir: "Gök inledi; inlemekte da haklıdır. Muhammed
(s.a.)'in nefsini kudret elinde bulundurana yemin ederim ki, gökte bir karışlık
yer bile yoktur ki orada Allah'ı hamd ile teşbih eden secde halindeki bir
meleğin alnı bulunmasın."
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/155-156.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/157.
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/157-158.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/158.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/159-161.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
12/161-162.