2- Okunan Kur'ân'dan Etkilenmenin Ölçüsü:
3- Kalbin Yumuşadığı Zamanlarda Allah'a Dua Etmenin
Önemi:
1- Ölümleri Esnasında Canları Alan Allah:
2- Nefs ve Ruh Aynı Şeyler mi, Ayrı Şeyler mi?
4- Uyurken Ruhun
Alınması ve Ölme İhtimali Bulunması Dolayısıyla Yapılması Tavsiye Edilen Dua:
Rahman ve Rahim Allah'ın adı île
el-Ğuraf Sûresi adı da verilmektedir. Vehb b. Münebbih dedi ki: Aziz ve celil olan Allah'ın yarattıklarındaki kaza ve hükmünü bilmek isteyen kimse el-Ğuraf Sûresi'ni okusun.
el-Hasen, İkrime, Ata ve Cabir b. Zeyd'in görüşüne göre Mekke'de inmiştir.
İbn Abbas dedi ki: Medine'de inmiş iki âyet-i kerime bundan müstesnadır. Bu âyetlerin birisi: "Allah sözün en güzelini... indirmiştir." (39/23) âyeti, diğeri ise: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım..." (ez-Zümer, 39/53) âyetidir.
Başkaları ise şöyle demişlerdir: Bundan (Medine'de inmiş) yedi âyet müstesnadır. Bu yedi âyetin başlangıcı yüce Allah'ın: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım..." âyeti olup bundan itibaren yedinci âyetin sonuna kadar olan ayetler Medine'de indirilmiştir. İleride de geleceği üzere bunlar Vahşi ve arkadaşları hakkında inmiştir.
Tirmizî'nin rivayetine göre Âişe (r.anha) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) ez-Zümer ve Beni İsrail (İsra) sûrelerini okumadan uyumazdı. [1]Yetmişbeş âyet-i kerimedir, yetmiş iki âyet-i kerime olduğu da söylenmiştir. [2]
1. Kitabın indirilmesi mutlak galib, her işi hikmet dolu Allah tara-fındandır.
2. Muhakkak Biz sana kitabı hak ile indirdik. O halde Allah'a, dini yalnız O'na halis kılarak ibadet et.
3- Uyanık olun! Halis olan din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler: "Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (derler). Muhakkak Allah ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında aralarında hüküm verecektir. Şüphe yok ki Allah yalan söyleyen, kâfir olan hiçbir kimseye hidayet vermez.
4. Eğer Allah bir evlat edinmek istese idi, elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi. O, bundan münezzehtir. O, Allah'tır, birdir, her-şeye hükmünü geçirendir.
"Kitabın indirilmesi" anlamındaki buyruk, mübteda olarak merfudur, haberi ise: "Mutlak galib, her işi hikmet dolu Allah tarafındandır" buyruğudur. Bununla birlikte: "Bu, kitabın indirilmesidir" anlamında merfu olması da mümkündür. Bu açıklamayı el-Ferra yapmıştır.
el-Kisaî ve el-Ferra "indirilmesi" buyruğunun:şeklinde mefulün bih olmak üzere nasb ile gelmesini uygun görmüşlerdir. el-Kisaî: Bu "kitabın indirilmesini" okuyun ve ona uyun demektir. el-Ferra da şöyle demiştir: Bu iğra (teşvik) olmak üzere nasbedilmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın üzerinizde yazdığına" (en-Nisa, 4/24) bağlı kalınız, buyruğu gibidir.
"Kitab" Kur'ân-ı Kerîm'dir. Ona bu ismin verilmesi yazılı olmasından dolayıdır.
"Muhakkak Biz sana kitabı hak ile indirdik." Yani bu, kitabın Allah'tan indirilmesidir ve Biz bu kitabı hak ile yani doğruluk ile indirdik. Bu kitab batıl veya eğlence, şaka değildir.
"O halde Allah'a dini yalnız O'na halis kılarak ibadet et" buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [3]
"(Ulü): Halis kılarak" buyruğu hal olarak nasbedilmiştir. O'na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın tevhid edici olarak, demektir.
"Dini yanlız O'na" itaati yanlız O'na halis kıl, demektir. Buradaki dinin ibadet anlamında olduğu da söylenmiştir, mefulün bihdir.
"Uyanık olun, halis olan" hiçbir şaibenin karışmadığı "din yalnız Allah'ındır."
Hadis-i şerifte el-Hasen'in, Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre bir adam şöyle demiş: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben bir şeyler tasadduk ediyorum ve bir şeyler yapıyorum. Bununla hem Allah'ın rızasını arıyorum, hem de insanların beni övmesini arzu ediyorum. Rasûlullah (sav) da ona şu cevabı vermiş: "Muhammed'in nefsi elinde olana yemin ederim ki, Allah kendisine ortak koşulmuş hiçbir şeyi kabul etmez. "[4]Daha sonra Rasûlullah (sav) yüce Allah'ın: "Uyanık olun! Halis olan din yanlız Allah'ındır" âyetini okudu.
Bu anlamdaki yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/262. âyet, 2. başlıkta); en-Nisa Sûresi'nde (4/146. âyetin tefsirinde) ve Ke-hf Sûresi'nde (18/110. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [5]
İbnu'l-Arabî dedi ki: Bu âyet-i kerimede bütün amellerde niyetin vacib oluşuna delil vardır. Bunun en büyüğü ise imanın yarısı olan abdesttir. Bu hususta Ebu Hanife ve el-Velid b. Müslim'in, Malik'ten rivayetine muhalefet söz-konusudur. Çünkü bunların ikisi: Niyet olmaksızın abdest yeterlidir, derler. Halbuki abdestin imanın yarısı olması ve tırnaklar ile tüyler arasından günahları çıkartma özelliği niyetsiz olamaz.
"Ondan başka veliler edinenler" buyruğunda velilerden kasıt putlardır. Haber hazfedilmiştir, yani onlar derler ki: "Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."
Katade dedi ki: Müşriklere Rabbiniz ve yaratıcınız kimdir? Gökleri ve yeri kim yaratmıştır? Semadan su (yağmur) indiren kimdir? diye sorulduğunda, Allah diyorlardı. Bu sefer onlara: Peki putlara ibadetinizin anlamı nedir? denilince, şöyle cevab veriyorlardı: Bizi Allah'a yakınlaştıranlar, O'nun nezdin-de bize şefaat etsinler diye.
el-Kelbî dedi ki: Bu sözün cevabı el-Ahkaf Sûresi'ndedir: "Kendilerini yakınlaştırmak üzere Allah'tan başka ilâh diye edindikleri onlara yardım etmeli değil miydi?" (el-Ahkaf, 46/28)
"Yakınlık" demektir. Yani bizi yüce Allah'a iyice yakınlaştıranlar diye onlara ibadet ediyoruz. Buna göre bu lafız, mastar (meful-i mutlak) yerinde kullanılmış olmaktadır.
İbn Mesud, İbn Abbas ve Mücahid'in kıraatinde:
"Ondan başka veliler edinenler, biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz derler." şeklinde, Ubeyy'in kıraatinde ise:
"Ondan başka veli edinenler, biz sizlere ancak bizleri Allah'a yakınlaştırasınız diye ibadet ediyoruz (derler)" şeklindedir. Bunu en-Nehhas zikretmiş ve Buradaki hikaye (söyledikleri nakledilen sözler) açıkça anlaşılmaktadır, demiştir.
"Muhakkak Allah... aralarında hüküm verecektir." Kıyamet gününde çeşitli din sahipleri arasında hüküm verecek ve herkese hakettiği karşılığı verecektir.
"Şüphe yok ki Allah yalan söyleyen, kâfir olan hiçbir kimseye hidayet vermez." Yani ezelde küfre sapacağına dair hüküm verilmiş olan hidayet bulmaz. Yani yüce Allah'ın razı olduğu din olan İslâm dinine girmez. Nitekim yüce Allah: "Ve size din olarak İslâm'ı beğenip seçtim" (el-Maide, 5/3) diye buyurmuştur. Bu buyruk önceden de geçtiği üzere (mesela el-Fatiha, 1/6. âyet, 31. başlık; İbrahim, 14/4. âyetin tefsirinde) Kaderiye'nin ve diğerlerinin kanaatlerini reddetmektedir.
"Eğer Allah bir evlad edinmek isteseydi, elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi." Yani Allah yarattıklarından herhangi bir kimseye böyle bir ismi vermek isteseydi, bu işi onlara bırakmazdı.
"O bundan münezzehtir." Evlat sahibi olmaktan yücedir, mukaddestir. "O Allah'tır, birdir, herşeye hükmünü geçirendir." [6]
5- Göklerle yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüze dolar, gündüzü de geceye dolar. Güneşi ve ayı müsahhar kıldı. Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gitmektedir. Uyanık olun, o galib olandır, günahları çok çok bağışlayandır.
6. Sizi bir candan yarattı. Sonra ondan eşini yarattı ve sizin için davarlardan sekiz çift yarattı. Sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra, öbür yaratılışa geçirerek yaratıyor. İşte bunları yapan Rabbiniz Allah... Mülk yalnız O'nundur, O'ndan başka ilâh yoktur. Böyle iken nasıl döndürülüyorsunuz?
"Göklerle yeri hak ile yarattı." Yani herşeyi kemal derecesinde var etmeye kadir olan, eşe ve evlada ihtiyacı olmayan O'dur. Böyle olana yakışan, O'na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O'na ibadet etmektir.
Bununla yüce Allah, kullarına dilediği şekilde kendisine ibadet etmelerini istemek hakkına sahib olduğuna dikkatlerimizi çekmektedir. Nitekim de böyle yapmıştır.
Yüce Allah'ın: "Geceyi gündüze dolar, gündüzü de geceye dolar" buyruğu hakkında ed-Dahhak şöyle demiştir: Yani O, bunu ötekinin, ötekisini de bunun üzerine bırakır. Bu da "tekvin dolamak" kelimesinin sözlükteki anlamına göre yapılmış bir açıklamadır. Bu kelime bir şeyin, bir kısmını öbür kısmının üzerine atmak demektir. Mesela: "Eşyanın bir kısmını, bir kısmının üzerine bıraktı anlamında: denilir. "(Sarığı sardı, doladi" tabiri de buradan gelmektedir.
İbn Abbas'tan bu âyetin anlamına dair bu şekildeki açıklama rivayet edilmiş ve o şöyle demiştir: Geceden eksilen bölüm gündüze girer, gündüzden eksilen de geceye girer. İşte yüce Allah'ın: "Geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü de geceye bitiştirir" (Fatır, 35/13) buyruğunun anlamı da budur.
Bir başka açıklamaya göre gecenin gündüze dolanması, gecenin gündüzü karartması ve sonunda ışığını gidermesidir. Gündüzü de gecenin üzerine örter ve böylelikle onun karanlığını giderir. Bu, Katade'nin açıklamasıdır. Yüce Allah'ın: "Geceyi durmadan kovaladığı gündüze bürür o" (el-Araf, 7/54) buyruğunun anlamı da budur.
"Güneşi ve ayı" kullarının menfaatine doğup batmak suretiyle "müsah-har kıldı. Herbiri belirli bir süreye kadar" kendi yörüngesinde dünyanın sonunun geleceği kıyamet gününe kadar "akıp gitmektedir.1' İşte o vakit sema çatlayacak ve yıldızlar darmadağın olacaktır.
Belirli süre'nin (el-ecelu'1-müsemma) güneş ve ayın doğuş ve batışları için düzenlenmiş konak yerlerine gidişlerinin son bulacağı vakit olduğu da söylenmiştir. el-Kelbî dedi ki: Her ikisi de en uzak konaklarına doğru akıp giderler. Sonra tekrar en yakın oldukları konak yerlerine geri dönerler ve bunun sınırını aşmazlar. Buna dair açıklamalar da daha önceden Yasin Sûresi'nde (36/40. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Uyanık olun! O galib olandır, günahları çok çok bağışlayandır" buy-ruğundaki: " Uyanık olun" dikkat çekmek ve uyarmak içindir. Yani dikkat edin, şüphesiz ki ben herşeye galib olan "Aziz"im ve rahmeti ile kullarının günahlarını örten "Ğaffar"ım.
"Sizi bir candan" yani Âdem (a.s)'dan "yarattı. Sonra ondan" soyun devamının gerçekleşmesi için "eşini yarattı." Bu husus da daha önceden el-Araf Sûresi'nde (7/189-190. âyet, 1. başlık ve devamında) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
"Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi." Yüce Allah çiftlerin indirilmiş olduğunu bize haber vermektedir. Çünkü bu davarlar bitkiler sayesinde, bitkiler de indirilen su sayesinde var olur. İşte buna "tedriç" (bir işi tedricen yani aşama aşama gerçekleştirmek) adı verilir. Yüce Allah'ın: "Size... bir elbise indirdik" (el-Araf, 7/26) buyruğu da buna benzemektedir.
"İndirdi" lafzının inşa etti ve var etti anlamında olduğu da söylenmiştir. Said b. Cübeyr de: Yarattı, diye açıklamıştır.
Denildiğine göre yüce Allah bu davarları cennette yaratmış, sonra onları yere indirmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda belirtildiği gibi: "Ayrıca kendisinde hem çetin bir güç bulunan... demiri de indirdik." (el-Hadid, 57/25)
Çünkü Âdem (a.s) yeryüzüne indirilince, onunla birlikte demir de indirilmiştir.
"Sizin için davarlardan... indirdi" buyruğunun "verdi" anlamında olduğu da söylenmiştir. Burada "yaratma"nın indirmek olarak zikredildiği de söylenmiştir. Çünkü yaratmak semadan inen bir emir ile gerçekleşir. O halde mana: O size bunları inen emri ile yaratmıştır, demek olur.
Katade dedi ki: Deve türünden iki, inek türünden iki, koyun türünden iki ve keçi türünden iki, bunların herbirisi bir çifttir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'am, 6/143-144. âyetler, 1 ve 2. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.
"Sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışa geçirerek yaratıyor" buyruğu hakkında Katade ve es-Süd-dî şöyle demişlerdir: Nutfeden sonra alaka (sülük gibi bir kan) sonra bir çiğnemlik et, sonra kemik, sonra da et olarak yaratıyor.
İbn Zeyd dedi ki: "Bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışa geçirerek yaratıyor" buyruğu şu demektir: O Âdem'in belinde sizi yarattıktan sonra annelerinizin karnında yaratmaktadır.
Şöyle de açıklanmıştır: Önce babanın sırtında, sonra annenin karnında, sonra da doğumdan sonra yaratış ile yaratmaktadır. Bunu da el-Maverdî zikretmektedir.
"Üç karanlık içinde" karın karanlığı, rahim karanlığı ve meşime (eş) karanlığı. Bunu İbn Abbas, İkrime, Mücahid, Katade ve ed-Dahhak söylemişlerdir. İbn Cübeyr: Meşime (eş), rahim ve gece karanlıkları demiştir. Ancak birinci görüş daha sahihtir.
Erkeğin sulbünün karanlığı, kadının karnının karanlığı ve rahim karanlığı diye de açıklanmıştır. Ebu Ubeyde'nin görüşü budur. Yani karanlık -yaratılmışları engellediği gibi- onu engellemez.
"İşte bunları yapan" bunca şeyleri yaratan "Rabbiniz Allah... Mülk yalnız O'nundur, O'ndan başka ilâh yoktur. Böyle iken nasıl döndürülüyorsunuz?" Nasıl olur da O'na ibadeti bırakıyor, O'ndan başkasına ibadete döndürülüyor ve yönlendiriliyorsunuz?
Hamza "analarınızın" anlamındaki buyruğu hem "hemze"yi, hem "mim"i kesreli olarak diye okumuştur. el-Kisaî ise "hemze"yi kesreli, ~mim"i fethalı okumuştur.
Diğerleri ise "hemze"yi ötreli, "mim"i ise fethalı okumuşlardır. [7]
7. Eğer kâfir olursanız, şüphesiz Allah size muhtaç değildir. Bununla birlikte O, kullarının kâfir olmalarına razı olmaz. Eğer şükür ederseniz, faydanız için ondan razı olur. Yük (günah) yüklenici hiçbir kimse başkasının yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir, O, size neler yapmakta olduğunuzu haber verecektir. Çünkü O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir.
"Eğer kâfir olursanız, şüphesiz Allah size muhtaç değildir" buyruğunda şart ve cevab zikredilmiştir.
"Bununla birlikte, O kullarının kâfir olmalarına razı olmaz." Onların kâfir olmalarını sevmez. İbn Abbas ve es-Süddî dediler ki: Bunun anlamı mü'min kullarının kâfir olmalarına razı olmaz. Bunlar da yüce Allah'ın haklarında: "Benim gerçek kullarım üzerinde senin hakimiyetin yoktur" (el-İs-ra, 17/65) diye buyurduğu kimselerdir. Ayrıca yüce Allah'ın: "Allah'ın kullarının kendisinden içtikleri... bir pınardır" (el-İnsan, 76/6) buyruğu da bunun gibidir ki, Allah'ın kullarından kasıt, mü'minlerdir. Bu açıklama rıza ile irade arasında fark gözetmeyenlerin görüşüne uygun bir açıklamadır.
Bir başka açıklamaya göre de O küfre -O'nu irade etse dahi- razı olmaz. Çünkü yüce Allah kâfirin küfre girmesini irade eder ve onun iradesi ile kâfir olur, fakat bu işe razı olmaz ve bunu sevmez. Buna göre O, razı olmadığı şeyin olmasını murad edebilir. Yüce Allah İblisi yaratmayı murad etmiştir, fakat O'ndan razı değildir. Yani irade, rızadan başka bir şeydir. Ehl-i sünnetin kabul ettiği görüş de budur.
"Eğer şükür ederseniz, faydanız için ondan razı olur." Yani sizin şük-redici olmanızdan razı olur. Çünkü "şükür ederseniz" buyruğu buna delâlet etmektedir. Şükre dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/52. âyet, 3. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
"Razı olur" sevab ve mükâfat verir ve över anlamındadır. Bu açıklamaya göre rıza ya O'nun sevap vermesidir, bu durumda bu bir fiil sıfatı olur. (Şu buyrukta dile geritildiği gibi) "Andolsun ki şükrederseniz, elbette size daha çok veririm." (İbrahim, 14/7) Yahutta bu şükrün övülmesi olur, o takdirde bu bir zat sıfatıdır.
"Ondan razı olur" anlamındaki fiil Ebu Cafer, Ebu Amr, Şeybe ve Asım'dan rivayetle Hubeyre şeklinde "he" harfini sakin olarak okumuşlardır. İbn Zek-van, İbn Kesir, İbn Muhaysın, el-Kisaî ve Nafî'den, Verş ise dammeyi işba' ile (açık ve anlaşılır şekilde) okumuşlardır, diğerleri ise bunu ihtilas ile (çok hafif bir şekilde) çıkartmışlardır.
"Yük (günah) yüklenici hiçbir kimse başkasının yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz Rabbinizedir. O size neler yapmakta olduğunuzu haber verecektir. Çünkü O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir" buyruğu(na dair açıklamalar) da önceden birden çok yerde (mesela el-İsra, 17/15- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [8]
8. İnsana bir zarar isabet etse, Rabbine dönerek O'na dua eder. Sonra ona kendi lutfundan bir nimet verirse, evvelce O'na yalvardığını unutur ve yolundan saptırmak için Allah'a eşler koşar. De ki: "Küfrünle biraz eğlenedur. Muhakkak sen cehennemliklerdensin."
9. (O mu) yoksa âhiretten korkarak, Rabbinin rahmetini umarak, gece saatlerinde kıyamda durarak, secde ederek, itaatte bulunan kimse mi (hayırlıdır)? De ki: Hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu? Ancak özlü akıl sahihleri öğüt alır.
"İnsana" yani kâfire "bir zarar" fakirlik ya da bela türünden bir sıkıntı ve darlık "isabet etse Rabbine dönerek O'na dua eder." Yani üzerindeki bu darlık ve sıkıntının kaldırılması için yüce Allah'a sığınarak, itaat ederek, O'na yönelerek ve dönerek dua eder.
"Sonra ona kendi lutfundan bir nimet verirse" ona birtakım bağışlarda bulunur ve birtakım şeylere malik kılarsa... demektir.
(Aynı kökten olmak üzere): "Allah sana o şeyi mülk olarak verdi" denilir. Ebu Amr b. el-Ala şu beyiti zikrederdi:
"işte orada malı mülk olarak vermeleri istenirse onlardan verirler, Ve onlardan bir şey dilenirse bağışlarlar ve eğer meysire [9]
Adamın oldukça özel yakın kimseleri" demektir, tekili: diye gelir. Ebu'n-Necm dedi ki:
"Verdi, -cimrilik etmedi ve cimrilik ettiği de söylenmedi-Yüksek hörgüçlü develeri, bağış ve ihsanda bulunup mülk verdi."
"Evvelce O'na yalvardığını unutur." Yani üzerindeki sıkıntının açılmasından önce kendisine dua ettiği Rabbini unutur. Buna göre buradaki: yüce Allah'a ait olup anlamındadır. Bunun yüce Allah'ın: "Siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz" (el-Kafirun, 109/5) buyruğunda olduğu gibi anlamında olduğu da söylenmiştir. İkisinin de anlamı (kişi, kimse şeklinde olup) birdir.
Bir başka açıklamaya göre; o yüce Allah'a yalvarıp yakarırken yaptığı duayı unutur, demektir. Yani yüce Allah'a duayı terkeder. Bu durumda fiil ile birlikte mastar (yalvarmasını, ibadet etmesini...) anlamını ifade eder.
"Ve yolundan saptırmak için" yani cahiller kendisine uysun diye "Allah'a eşler koşar." O'nunla birlikte putlara, heykellere tapınır. es-Süddî dedi ki: Bu bütün işlerinde kendilerine güvenip dayandıkları insanlardan eşler ko-
."Küfrünle biraz eğlenedur." Yani sen bu durumda olan insana: "... eğ-lenedur" de. Bu ise tehdit ihtiva eden bir emirdir, çünkü dünya hayatının me-taı pek azdır.
"Muhakkak sen cehennemliklerdensin." Yani sonunda varacağın yer cehennem ateşi olacaktır.
"(O mu) yoksa... gece saatlerinde kıyamda durarak... kimse mi (hayırlıdır)?" Yüce Allah, mü'minin az önce sözü edilen kâfir gibi olmadığını açıklamaktadır.
el-Hasen, Ebu Amr, Asım ve el-Kisaî "yoksa" anlamındaki buyruğu "mim" harfini şeddeli olarak diye okumuşlardır. Nafî', İbn Kesir, Yahya b. Ves-sab, el-A'meş ve Hamza ise nida anlamını vermek üzere şeddesiz olarak Ey o kimse" diye okumuştur. Sanki: Ey itaatte bulunan kimse! denilmiş gibidir.
el-Ferra dedi ki: Elif "ya" konumundadır. Mesela "ya Zeyd" denildiği gibi "ya" yerine hemze getirilerek de nida yapılabilir. Bu Sibeveyh'den ve bütün nahivcilerden böylece nakledilmiştir. Nitekim Evs b. Hacer de şöyle demiştir:
"Ey Lubeynaoğulları, sizler bir el değilsiniz, Olsa olsa ancak pazusu olmayan bir elsiniz."
Bir başkası yani Zu'r-Rimme şöyle demektedir:
"Ey Hüzva'da bulunan o ev, gözüm yaşlarını harekete getirdin, 0 sevgi suyu (gözyaşı) ardı arkasına düşüyor yahutta parıldayarak aktığı görülüyor."
Buna göre âyet-i kerimenin takdiri şöyle olur: "De ki küfrünle biraz eğlenedur. Muhakkak sen cehennemliklerdensin." Ey itaatte bulunan kimse, şüphesiz sen de cennetliklerdensin.
Nitekim konuşma esnasında şöyle denilir: Filan kişi ne namaz kılar, ne oruç tutar. Ey namaz kılıp oruç tutan kimse müjdeler olsun sana. Burada ifadenin buna delâleti dolayısıyla hazfedilmiştir.
"Yoksa... kimse mi"deki "elifin istifham (soru elifi) olduğu da söylenmiştir. "Yoksa... gece saatlerinde... itaatte bulunan kimse mi" üstündür, hayırlıdır? Allah'a ortak koşan kimse mi? demek olur. İfadenin takdiri de: İtaatte bulunan kimse hayırlıdır, anlamındadır.
"Kimse mi" şeklinde "nun" harfini şeddeli okuyanların kıraatine göre de anlam şöyle olur: Az önce sözü geçen isyankârlar mı hayırlıdır? "Yoksa... itaatte bulunan kimse mi?" Buna göre: "Yoksa"nın karşılığında gelmesi gereken cümle hazfedilmiştir. Aslı da şeklinde olup "mirrTler id-gam edilmiştir.
en-Nehhas dedi ki: "Yoksa" burada "Bilakis, hayır" anlamındadır. "Kimse" de; anlamındadır, ifadenin takdiri de: Hayır itaatte bulunan kimse, sözü edilen kimseden daha üstündür, şeklindedir.
"Kanit: İtaat eden" dört türlü açıklanmıştır:
1- Bundan kasıt itaatkâr kimsedir. Bu açıklamayı İbn Mesud yapmıştır.
2- Namazında huşu duyan kimsedir. Bu açıklamayı İbn Şihab yapmıştır.
3- Namazında kıyamda duran kimse demektir. Bu açıklamayı Yahya b. Sel-lam yapmıştır.
4- Rabbine dua eden kimsedir.
İbn Mesud'un açıklaması bütün bunları toplamaktadır.
Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kur'ân'da geçen bütün "kunut" lafızları aziz ve celil olan Allah'a itaat anlamındadır.'[10]
Cabir'den rivayete göre Peygamber (sav)'a hangi namaz daha faziletlidir diye sorulmuş, o da: "Kunutu uzun olan" diye cevab vermiştir.[11]
İlim ehlinden bir takım kimseler bunu kıyamın uzun olması diye yorumlamışlardır.
Abdullah'ın, Nafî'den, onun İbn Ömer'den rivayetine göre İbn Ömer'e ku-nutun ne demek olduğu sorulmuş, o da: Benim bildiğim kunut namazda kıyamı uzun tutmak ve Kur'ân okumaktan başka bir şey değildir, demiştir.
Mücahid dedi ki: Rüku'un uzunca yapılması ve gözün başka yerlere bakmaktan alıkonulması kunutun kapsamı içerisindedir.
İlim adamları namaza durdular mı gözlerini sağa sola bakmaktan alıkoyar ve hu'du' ile hareket eder (boyun bükerek durur), namazlarında etrafa ba-kınmazlar. Bir yerleriyle oynamaz ve unutmaları hali dışında- dünya ile ilgili bir şeyi hatırlarına getirmezlerdi.
en-Nehhas dedi ki: Bunun asıl anlamı kunutun itaat demek olduğudur. Bu hususta yapılmış bütün açıklamaların hepsi de yüce Allah'a itaati anlatır. Bunların hepsi ve hatta bunlardan da fazlası itaatin kapsamı içerisine girer. Nitekim Nafî' şöyle demiştir: İbn Ömer bana: Kalk namaz kıl dedi. Ben de kalkıp namaz kıldım. Üzerimde de eski püskü bir elbise vardı. Beni çağırdı ve bana: Ben seni bir işi görmek üzere gönderecek olsam, bu şekilde mi giderdin diye sordu. Ben, hayır güzel elbiselerimi giyinir, süslenirdim, dedim. Bu sefer bana: Huzuruna güzelce giyinip çıkmak, başkalarından çok Allah'a yakışır.
Burada sözü geçen "kanit (itaat eden)"in muayyen olarak kim olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Yahya b. Sellam'ın naklettiğine göre bu Ra-sûlullah (sav)'dır. ed-Dahhak'ın kendisinden yaptığı rivayete göre de İbn Ab-bas bu Ebu Bekir ve Ömer -Allah ikisinden de razı olsun-dirler, demiştir.
İbn Ömer de: Bu Osman (r.a)'dır demiştir. Mukatil, Ammar b. Yasir'dir. el-Kelbî, Süheyb, Ebu Zerr ve İbn Mesud'dur demiştir. Yine el-Kelbî'den nakledildiğine göre bu, bu durumda olan herkes hakkında geçerli bir nitelemedir, demiştir.
"Gece saatlerinde" buyruğu ile ilgili olarak el-Hasen şöyle demiştir: Gecenin saatleri başı, ortası ve sonudur. İbn Abbas'tan ise "gece saatleri" gecenin ortası, yarısı demektir, dediği nakledilmiştir. İbn Abbas da şöyle demiştir: Kıyamet gününde mevkıfte beklemenin Allah tarafından kendisine hafifletilmesini, kolaylaştırılmasını isteyen kimseyi Allah gece karanlığında secde ederken, ayakta durup namaz kılarken, âhiretten korkarak ve Rabbi-nin rahmetini umarak görsün.
Gece saatlerinin akşam ile yatsı arası olduğu da söylenmiştir. Bununla birlikte el-Hasen'in açıklaması umumi bir açıklamadır.
"Âhiretten korkarak" buyruğunu Said b. Cübeyr âhiret azabından korkarak diye açıklamıştır.
"Rabbinin rahmetini umarak" cennet nimetlerini umarak... demektir.
el-Hasen'den rivayet edildiğine göre o masiyetleri işleyip duran ve bununla birlikte Rabbinin rahmetini uman kimse hakkında soru sorulmuş da, o da: Böylesi olmayacak temennilerde bulunan bir kimsedir, diye cevab vermiştir.
"Yoksa... itaatte bulunan kimse mi" anlamındaki buyruğun "mim" harfini şeddesiz olarak: "Ey itaatte bulunan kimse" anlamında nida ile okuyan bir kimse "Rabbinin rahmetini" buyruğu üzerinde vakıf
yapmaz, çünkü yüce Allah'ın: "De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" buyruğu ona bitişiktir. Ancak ifadede hazfedilmiş bir lafız takdir edilmesi müstesnadır. Bu ise daha önceden açıklandığı üzere daha kolay bir yoldur.
ez-Zeccac dedi ki: Yani nasıl bilenlerle bilmeyenler bir değil ise aynı şekilde itaat eden ile isyankâr kimse de eşit değildir.
Başkası ise şöyle demektedir: Bilenler, bildiklerinden istifade edenler ve gereğince amel edenlerdir. Bildiğinden faydalanmayan ve gereğince amel etmeyen bir kimse, bilmeyen kişi konumundadır.
"Ancak özlü akıl sahipleri" yani mü'minlerden akıl sahibi olan kimseler ",öğüt alır." [12]
10. De ki: "Ey iman eden kullarım! Rabbinizden korkun. Bu dünyada ihsanda bulunanlara bir güzellik vardır. Allah'ın arzı da geniştir. Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesapsız verilir.
"De ki: Ey iman eden kullarım" yani ey Muhammed, mü'min kullanma de ki: "Rabbinizden korkun" yani O'na karşı gelmekten, isyan etmekten sakının.
"Korkun" buyruğundaki "te"; "vav" harfinden bedel olarak gelmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/1-2. âyetler, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas dedi ki: Bununla Cafer b. Ebi Talib ile onunla birlikte Habeşistan'a hicret edenler kastedilmektedir.
Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu dünyada ihsanda bu-lunanlara bir güzellik vardır." Burada ilk olarak zikredilen "ihsanda bulunanların ihsanından kasıt itaattir. İkinci olarak zikredilen "hasene; güzellikken kasıt ise cennetteki mükâfattu.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Dünyada ihsanda bulunan kimselere dünyada da bir güzellik vardır ve bu, âhiretteki sevaptan ayrı olarak ve niecektir. Dünyada ayrıca verilen güzellik ise sıhhat, afiyet, zafer ve ganimetin. el-Kuşeyrî: Birincisi daha doğrudur, çünkü kâfir de dünya nimetlerine nail olur, demiştir.
Derim ki: Mü'min de onunla birlikte dünya nimetlerine nail olur. Ayrıca bu nimetlere şükrettiği takdirde cennette ona fazlası verilir. Dünyadaki iyilik (hasene)'den kasıt güzel övgü, âhirettekinden kasıt ise mükâfat da olabilir.
"Allah'ın arzı da geniştir." Orada siz de hicret edin ve vasiyetler işleyen kimselerle birlikte kalmayın. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi'nde (4/100. âyet, 4. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
Bundan kastın cennet arzı olduğu söylenmiştir. Yüce Allah onlara cennetin genişliğini ve nimetlerinin bolluğunu hatırlatarak teşvikte bulunmuştur. Yüce Allah'ın: "Eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun" (Al-i İmran, 3/73) buyruğunda olduğu gibi. Çünkü cennete de bazan "yer, arz" denilebilir. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Diyecekler ki: Bize olan vaadini yerine getiren, cennetten dilediğimiz yere konmak üzere arzı bize miras veren Allah'a hamdolsun." (ez-Zümer, 39/74)
Ancak birinci görüş daha açık ve güçlüdür. O halde bu hicret etmeye dair bir emirdir. Yani Mekke'den güvenlik duyacağınız yere hicret ediniz.
el-Maverdî de şöyle demiştir: Arzın genişliği ile rızık genişliğini kastetme ihtimali de vardır. Çünkü yüce Allah insanlara arzdan rızık verir. Yani Allah'ın rızkı geniştir demektir, daha uygun görülen anlam da budur. Çünkü yüce Allah burada arzın genişliğini, lütuflannı dile getirmek sadedinde zikretmiştir.
Derim ki: O takdirde âyet-i kerime pahalılığın olduğu bir yerden ucuzluğun olduğu bir yere taşınmaya delil olur. Süfyan es-Sevrî'nin dediği gibi: Sen torbanı bir dirheme ekmekle dolduracağın bir yerde ol.
"Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesapsız verilir." Yani herhangi bir miktara tabi olmaksızın verilir, mükâfata fazlası katılır, diye de açıklanmıştır. Çünkü işlediği amel kadarı ile ona mükâfat verilecek olursa bu hesaplı verilmiş olur. "Hesapsız"ın herhangi bir takib ve bir taleb olmaksızın -dünya nimetlerinin karşılığının istendiği gibi- olması demektir.
Burada "sabredenler"den kasıt oruç tutanlardır. Delili de Peygamber (sav)'ın yüce Allah'tan söylediğini haber verdiği: "Oruç Benimdir ve onun karşılığını Ben vereceğim [13] hadisidir.
İlim ehli derler ki: Herbir mükâfat ölçü ve tartı ile verilir. Oruç müstes-nâ. O kucak kucak, avuç avuç mükâfatlandırılır. Bu, Ali (r.a)'dan da nakledilmiştir.
Malik b. Enes'in de yüce Allah'ın: "Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesapsız verilir" buyruğu hakkında şöyle dediği nakledilmiştir: Bu, dünyadaki musibetlere ve kederlere sabretmektir. Şüphesiz başına gelen musibetlerde teslimiyeti elden bırakmayıp kendisine yasak kılınan şeyleri ter-keden kimsenin alacağı ecrin miktarı, hesabı yoktur.
Katade de şöyle demiştir: Allah'a yemin ederim, bu durumda ne kile, ne de terazi olacaktır. Enes'in bana anlattığına göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "(Kıyamet gününde) mizanlar konulur. Sadaka ehli getirilir. Ecirleri terazilerle tastamam verilir. Namaz ve hac da aynı şekilde. Sonra bela ve musibete uğramış kimseler getirilir. Onlar için terazi konulmaz. Herhangi bir amel defterleri açılmaz. Ecir üzerlerine hesabsız bir şekilde sağnak sağnak yağdırılır.
Yüce Allah da: "Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesabsız verilir"
diye buyurmuştur. Öyle ki dünyadaki afiyet ve esenlik içerisinde olanlar keşke cesetleri makaslarla kesilmiş olsaydı diye temenni edeceklerdir. Buna se-beb ise bela ve musibet ehlinin alıp gidecekleri fazilet ve lütuflardır."[14]
el-Huseyn b. Ali -Allah ikisinden de razı olsun-den dedi ki: Dedem Rasûlullah (sav)'ı şöyle buyururken dinledim: "Farzları eda et. İnsanların en çok ibadet edeni olursun. Kanaatkar olmaya bak, insanların en zengini olursun. Yavrucuğum, şüphesiz cennette bela ağacı diye bilinen bir ağaç vardır. Bela ehli getirilir ve onlar için ne mizan kurulur, ne de amel defterleri açılır. Ecir ve mükâfat üzerlerine sağnak sağnak yağdırılır."
Sonra Peygamber (sav): "Sabredenlere de ecirleri hiç şüphesiz hesabsız verilir" buyruğunu okudu. [15]
"Sabin Sabreden" lafzı övmek için kullanılır. Bu masiyetlere karşı sabreden kimse hakkındadır. Eğer musibete karşı sabreden bir kimseyi anlatmak istersek "şuna sabreden" denilir. Bu açıklamayı en-Nehhas yapmıştır.
Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/155. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [16]
11. De ki: "Ben Allah'a dini yalnız O'na halis kılarak ibadet etmekle emrolundum.
12. "Müslümanların ilki olmakla da emrolundum."
13. De ki: "Ben Rabbime isyan edersem, gerçekten büyük bir günün azabından korkarım."
14. De ki: "Ben dinimi kendisine ihlas ederek, ancak Allah'a ibadet ederim.
15. "Artık siz O'ndan başka dilediğiniz şeye ibadet edin." De ki: "Gerçekten zarar edenler kıyamet gününde hem kendilerini, hem de bağlılarını kaybedenlerdir. Uyanık olun! İşte bu apaçık hüsranın ta kendisidir."
16. Onların üzerlerinde de ateşten tabakalar ve altlarında da tabakalar vardır. İşte Allah bununla kullarını korkutuyor. Ey Benim kullarım, Benden korkun!
"De ki: Ben Allah'a dini yalnız O'na halis kılarak ibadet etmekle emrolundum." Buna dair açıklamalar sûrenin baş taraflarında geçmiş bulunmaktadır.
Bu ümmet arasında da "müslümanların ilki olmakla da emrolundum."
Nitekim öyle de olmuştur. Gerçekten o atalarının dinine muhalefet eden, putları terkedip onları paramparça eden, yüce Allah'a teslim olup O'na iman eden ve O'nun yoluna davet eden ilk kişi olmuştur.
"Olmakla" lafzındaki "lam" zaid bir sıladır. Bunu el-Cürcanî ve başkaları söylemiştir. Bunun lam-ı ecl (sebeblilik, için anlamında) olduğu da söylenmiştir. İfadede hazf de vardır. Ben "müslümanların ilki olmak için" ibadet etmekle emrolundum, demektir.
"De ki: Ben Rabbime isyan edersem, gerçekten büyük bir günün azabından korkarım." Maksat kıyamet günü azabıdır. Kavmi kendisini atalarının dinine çağırdığı vakit bu sözleri söylemişti. Tefsir ehlinin çoğunluğu böyle demiştir. Ebu Hamza es-Sümalî ile İbnu'l-Müseyyeb de şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Allah geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın..." (el-Feth, 48/2) buyruğu ile neshedilmiştir. Bu durumda bu âyet-i kerime Peygamber (sav)'ın günahları bağışlanacağı bildirilmeden önce inmiştir.
"De ki: Ben dinimi" itaat ve ibadetimi "kendisine ihlas ederek, ancak Allah'a ibadet ederim." Bu buyruktaki "Allah" lafzının mansub gelmesi; "İbadet ederim" fiili dolayısıyladır.
"Artık siz O'ndan başka dilediğiniz şeye ibadet edin." Bu tehdidi ihtiva eden, azabı hatırlatan ve azar anlamında bir tehdittir. Yüce Allah'ın: "Dilediğinizi yapın" (Fussilet, 41/40) buyruğu gibidir. Âyetin kılıç âyeti ile nesholduğu da söylenmiştir.
"De ki: Gerçekten zarar edenler kıyamet gününde hem kendilerini, hem de bağlılarını kaybedenlerdir" buyruğu ile ilgili olarak Meymun b. Mehran, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın kendisine cennette bir eş yaratmadığı hiçbir kimse yoktur. O kimse cehenneme girdi mi hem kendisini, hem de kendisine bağlı olanları (ehlini) kaybetmiş olur. İbn Abbas'tan gelen rivayete göre (şöyle demiştir): Kim yüce Allah'a itaat ile amel edecek olursa, bundan önce kendisinin olanlar müstesna, o konaklama yeri ve o eşler onun olacaktır. İşte yüce Allah'ın: "İşte bu kimseler mirasçılardır." (el-Mu:minun, 23/10) buyruğunda kastedilen budur.
"Onların üzerlerinde de ateşten tabakalar ve altlarında da tabakalar vardır" buyruğunda altlarında bulunanlara da "zulel: tabakalar" adının verilmesi, bunları altlarında bulunan kimseleri gölgelendirmeleri dolayısıyladır. Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Onlara cehennemden bir döşek vardır. [17]rinde de örtüler." (el-Araf, 7/41); "Ogünde azab onları hem üstlerinden, hem ayakları altından bürüyecek..." (el-Ankebut, 29/55) buyruklarına benzemektedir.
"İşte Allah bununla kullarını korkutuyor" buyruğu hakkında İbn Abbas: Velilerini (dostlarını) korkutuyor, diye açıklamıştır.
"Ey Benim kullarım" yani ey Benim dostlarım "Benden korkun." Bu buyruğun mü'min ve kâfir hakkında umumi olduğu söylendiği gibi, özellikle kâfirler hakkında olduğu da söylenmiştir. [18]
17. Tağuta ibadet etmekten sakınıp Allah'a dönenlere; işte onlara müjde vardır. O halde sen de müjde ver, o kullarıma ki;
18. Onlar sözü işitip en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir ve işte bunlar özlü akü sahibi olanların ta kendileridir.
"Tağuta ibadet etmekten sakınıp..." buyruğundaki "tağut" ile ilgili olarak el-Ahfeş şöyle demektedir: Bu kelime çoğuldur, tekil ve müennes olması da mümkündür. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/256. âyet, 2. başlıkta, 4/50-53- âyet, 3- başlıkta...) geçmiş bulunmaktadır. Siz ta-ğuttan uzak durunuz, demektir. Esasen onlar tağuttan uzak duruyorlar ve ona ibadet etmiyorlardı.
Mücahid ve İbn Zeyd dedi ki: Tağut şeytan demektir. ed-Dahhak ve es-Süddî ise tağuttan kasıt putlardır demişlerdir. Tağutun kahin olduğu da söylenmiştir.
Tağutun, Talut, Calut, Harut ve Marut gibi Arapça olmayan bir isim olduğu da söylenmiştir. Arapça bir isim olup "tuğyan"dan türemiş olduğu da söylenmiştir.
"...mek..." Tağuttan bedel olarak nasb mahallindedir. İfade: Tağuta ibadet etmekten sakınan kimseler... takdirindedir.
"Allah'a dönenlere" O'na ibadet ve itaate dönenlere "işte onlara müjde vardır." Dünya hayatında, âhirette cennete girecekleri müjdesi vardır.
Rivayete göre bu âyet-i kerime Osman, Abdurrahman b. Avf, Sa'd, Said, Talha ve ez-Zübeyir (Allah hepsinden razı olsun) hakkında inmiştir. Bunlar Ebu Bekir (r.a)'a sordular, o da onlara iman ettiğini haber verince, kendileri de iman ettiler.
Bu âyet-i kerimenin Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Ebu Zerr ve onların dışında Peygamber (sav)'ın peygamber olarak gönderilişinden önce Allah'ı tevhid eden kimseler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir.
"O halde sen de müjde ver; o kullarıma ki; onlar sözü işitip en güzeline uyarlar" buyruğu hakkında İbn Abbas şöyle demiştir: Bu güzeli de, kötüyü de işitip güzel olanı söyleyen, buna karşılık çirkin sözden yüz çevirip onu başkasına anlatmayan kimsedir.
Bir başka açıklamaya göre maksat Kur'ân-ı Kerîm'i de, başka sözleri de dinleyip Kur'ân-ı Kerîm'e tabi olan kimselerdir. Bir diğer açıklamaya göre Kur'ân-ı Kerîm'i ve Allah Rasûlünün sözlerini işitip onun en güzel olanına yani muhkemine tabi olarak gereğince amel eden kimselerdir.
Bir başka açıklama da şöyledir: Bunlar hem azimet, hem de ruhsat ihtiva eden buyrukları işitirler de ruhsatları değil de azimeti alır ve onu uygularlar.
Bir başka açıklama da şöyledir: Bunlar başkalarını cezalandırmak hakkına sahip olduklarını ve af da edebileceklerini işitmekle birlikte, affetmek yolunu seçen kimselerdir. Bir diğer açıklamaya göre; bu âyet-i kerimenin İslâm'dan önce Allah'ı tevhid eden kimseler hakkında olduğunu kabul edenlere göre, en güzel söz la ilahe illallah'tır.
Abdu'r-Rahman b. Zeyd dedi ki: Bu âyet-i kerime Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Ebu Zerr el-Ğıfarî ve Selman el-Farisî hakkında inmiştir. Bunlar cahiliye dönemlerinde de tağuta ibadet etmekten uzak kalmışlar ve kendilerine ulaşan sözün en güzeline tabi olmuşlardır.
"İşte
onlar Allah'ın kendilerini doğru yola" razı olduğu şeye "ilettiği kimselerdir
ve işte bunlar" akıllarından istifade eden, akıllarının faydasını gören
"özlü akıl sahibi olanların ta kendileridir."
[19]
19. Ya aleyhine azab sözü hak olmuş kimseyi, ateşte bulunan kimseyi sen mi kurtaracaksın?
"Ya aleyhine azab sözü hak olmuş kimseyi, ateşte bulunan kişiyi sen mi kurtaracaksın?" Peygamber (sav) birtakım kimselerin iman etmelerini çok arzu ediyordu. Oysa yüce Allah ezelden beri onların bedbaht olmalarını takdir etmişti. İşte bu âyet-i kerime bunun üzerine inmiştir.
İbn Abbas dedi ki: Bu buyrukla Ebu Leheb'i, onun çocuklarını ve Peygamber (sav)'ın aşiretinden olup iman etmekten geri kalan kimseleri kastetmektedir. Yüce Allah burada: "Sen mi" buyruğuyla soruyu ikinci defa tekrarlaması, ifadenin uzunluğundan dolayı olup te'kid olmak üzere tekrarlanmıştır. Sibeveyh daha önceden belirtildiği üzere yüce Allah'ın: "Acaba siz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra muhakkak çıkartılacaksınız diye sizi tehdit mi ediyor?" (el-Mu'minun, 23/35) buyruğu hakkında da böyle demiştir.
Buyruğun anlamı da şöyledir: "Aleyhine azab sözü hak olmuş kimseyi" sen mi kurtaracaksın? İfade şart ve cevabını ihtiva etmektedir. Soru edatının getirilmesi ise tevkife (durumu bildirmeye) ve takrire (gerçeği söyletmeye) delâlet etmesi içindir.
el-Ferra dedi ki: Anlamı şöyledir: Aleyhine azab sözü hak olmuş kimseyi sen mi kurtaracaksın? Anlam birdir.
Şöyle de denilmiştir: İfadede hazfedilmiş lafızlar da vardır. Takdiri şöyledir: Hiç aleyhine azab sözü hak olmuş kimse ondan kurtulabilir mi? Bundan sonrası ise yeni bir cümledir.
Burada yüce Allah: "Aleyhine... hak olmuş" diye buyururken, bir başka yerde: "Azab sözü hak olmuş" (ez-Zümer, 39/71) diye buyurmuştur. (Burada hak olmak fiilinin ilkinin sonunda "te" gelmediği halde, ikincisinin sonunda "te" gelmesinin sebebi) şudur: -Burada olduğu gibi- fiil başa gelip onun ile fiilin anlamı ile vasfedilen kelime arasına bir hail (başka lafız veya lafızlar) girecek olursa (burada kelime: "Söz" kelimesi girmiştir) fiilin müzekker gelmesi de, müennes gelmesi de caizdir. Üstelik burada (kelime lafzının) müennesliği hakiki değildir. Aksine burada kelime, kelam ve söz söylemek manasınadır. Yani: "Aleyhine azab sözü hak olmuş kimse mi?.." demektir. [20]
20. Fakat Rabblerinden korkanlar (için, evet) onlar için konaklar birbirleri üzere bina olunmuş, altlarından nehirler akan köşkler vardır. Allah'ın vaadidir (bu). Allah vaadinden dönmez.
Yüce Allah, kâfirler için üstlerinden de, altlarından da cehennem ateşinden tabaka halinde gölgeler bulunduğunu beyan ettikten sonra; "Fakat Rabblerinden korkanlar..." buyruğu ile takva sahihleri için de konaklar bulunduğunu, bu konakların üstlerinde daha başka konakların bulunduğunu açıklamaktadır. Çünkü cennet birbiri üstünde birtakım derecelerdir.
Buradaki: "Fakat" istidrak için değildir. "Çünkü Zeyd'i görmedim, lakin Amr'ı (gördüm)" sözünde olduğu gibi daha önceden nefy gelmiş değildir. Aksine bu bir kıssayı (bir durumu, ifadeyi) bitirip öncekinden farklı bir başka olayı anlatmaya geçiş dolayısıyladır. "Bana Zeyd geldi, lakin Amr gelmedi" demeye benzer.
"Bina olunmuş" İbn Abbas'ın dediğine göre zebercet ve yakuttan yapılmış "altlarından nehirler akan köşkler vardır." Yani bu köşkler hoş ve güzel vakit geçirmek için gerekli bütün sebepleri ihtiva etmektedir.
"Allah'ın vaadidir " buyruğunda "vaad" kelimesi mastar olarak nasbedilmiştir. Çünkü "onlar için... köşkler vardır" buyruğunun anlamı Allah bunları kendilerine kesin bir vaad olarak vaadetmiştir şeklindedir. "Bu Allah'ın vaadidir" anlamında merfu olması da mümkündür. (Mealde olduğu gibi) "Allah" her iki kesime de yaptığı "vaadinden dönmez." [21]
21. Görmez misin ki Allah gökten bir su indirip onu yeryüzünde kaynaklara yerleştirmekte, sonra onunla renkleri türlü türlü ekinler çıkarmakta, sonra o ekinler kurumaktadır. Sen de onu sararmış görürsün. Sonra onu ufalanmış çöplere döndürür. Muhakkak bunda özlü akıl sahipleri için bir ibret vardır.
"Görmez misin ki Allah gökten bir su indirip..." Yani O, yaratıkları tekrar diriltmek hususundaki sözünden mü'min ile kâfirleri birbirinden ayırde-deceğine dair vaadinden caymaz. O semadan su indirmeye kadir olduğu gibi, buna da kadirdir.
"Gökten" buluttan "bir su" yağmur "indirip onu yeryüzünde kaynaklara yerleştirmekte" yani yüce Allah bu suyu yeryüzüne sokup orada yerleştirmektedir. Nitekim bir başka yerde: "O suyu yerde durdurduk" (el-Mu mi-nun, 23/18) diye buyurmaktadır.
" Kaynaklar"; 'in çoğuludur. "Yef'ul" veznindedir.
"Kaynadı, kaynar" şeklinde muzari fiilimin ikinci harfi ref, nasb ve kesreli gelir. en-Nehhas dedi ki: İbn Keysan şairin:
"Oldukça sert ve hızlı giden dişi devenin, kulakları arkasındaki
iki kemikten kaynar."
Mısraında bu fiilin aslında: " Kaynar" anlamında olduğu, fethayı işba' ile (toklukla) çıkartınca "elif haline gelmiştir. Mastarı: " Çıkmak, kaynamak" demektir. "Su gözesi, su pınarı, su kaynağı" demektir, çoğulu da: diye gelir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-İsra Sû-resi'nde (17/90-93- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Sonra onunla" yani yerin kaynaklarından çıkan bu su ile "renkleri türlü türlü ekinler çıkarmakta."
Burada: "Ekin" cins isimdir. Yani çeşitli renkleri bulunan, çeşitli ekinler çıkarmaktadır. Kırmızı, sari, mavi, yeşil ve beyazımtrak.
eş-Şa'bî ve ed-Dahhak dedi ki: Yerde ne kadar su varsa hepsi semadan inmiştir. Su semadan kayaya iner, ondan sonra da pınarlara ve kaynaklara paylaştırılır.
"Sonra o ekinler kurumaktadır. Sen de onu" yeşilliğinden sonra "sararmış görürsün." el-Müberred dedi ki: el-Esmaî dedi ki: Yerin bitirdiği bitki gidip geriye bir şey kalmayınca: denilir, "Bitki kurudu, gitti" tabiri de böyledir. (el-Müberred) dedi ki: el-Esmaî de, başkaları da böyle demiştir.
el-Cevherî ise dedi ki: "Bitki kurudu, kurumak" demektir. "Yerin bitkisi kurudu ya da sarardı" demektir. "Rüzgar bitkiyi kuruttu"; "Yerin bitkisinin kurumuş olduğunu gördük"; "Oldukça kızıp köpürdü" anlamındadır, "Kızgınlığı dindi, geçti" demektir.
"Sonra onu ufalanmış çöplere döndürür." Yani parça parça olmuş kırıntılara dönüştürür. Bu tabir: "Kurumaktan ötürü sopa ufalandi" ifadesinden gelmektedir. Yani bütün bunlara güç yetiren öldükten sonra insanları tekrar yaratmaya kadir olandır.
Şöyle de açıklanmıştır: Bu, yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'e ve yeryüzünde bulunanların kalblerine dair verdiği bir örnektir. Yani yüce Allah semadan bir Kur'ân-ı Kerîm indirdi ve onu mü'minlerin kalplerine girdirdi.
"Sonra onunla renkleri türlü türlü ekinler çıkarmakta" yani biri diğerinden üstün, farklı din ve inanç çıkarmaktadır. Mü'minin bununla iman ve yakîni artar. Kalbinde hastalık bulunanın ise ekinin kuruması gibi (inancı) kurur, gider.
Yüce Allah'ın dünyaya dair verdiği bir misal olduğu da söylenmiştir. Yani yeşil bitki değişip sarardığı gibi, dünya da önceleri göz alıcı iken sonradan değişikliğe uğramaktadır. [22]
"Muhakkak bunda özlü akıl sahihleri için bir ibret vardır."
22. Acaba -kendisi Rabbinden gelmiş bir nur üzere bulunup da- Allah'ın göğsünü İslâm için genişlettiği bir kimse (sapıklıkta olan gibi) midir? Allah'ı anmaktan kalbleri kaskatı olanların vay haline! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
"Acaba kendisi Rabbinden gelmiş bir nur" Rabbinden gelmiş bir hidayet "üzere bulunup da Allah'ın göğsünü İslâm için genişlettiği" açıp genişlik verdiği; İbn Abbas: İslâm sağlamca yer edinceye kadar göğsüne genişlik verdiği, es-Süddî'nin açıklamasına göre; îslâm'ı sevinçle karşılayıp huzur ile kabul etmek üzere kalbine genişlik verdiği "bir kimse"; kalbini mühür-leyip katılaştırdığı kimse gibi "midir?" Buna göre göğse verilen bu genişlik ancak İslâm'dan sonra olur. Birinci açıklamaya göre ise genişliğin İslâm'dan önce olması da mümkündür.
İfadede (tefsirde açıklanan) bu hazfedilmiş lafızların varlığına delil yüce Allah'ın: "Kalbleri kaskatı olanların vay haline" buyruğudur.el-Müberred dedi ki: Kalb katılaşıp sertleştiği zaman: "Kalb katılaştı" denilir. Aynı şekilde de anlam itibariyle buna yakındır. " Katı, incel-meyen ve yumuşamayan kalp" demektir.
Burada Allah'ın kalbine genişlik verdiği kimselerden kasıt, müfessirlerin naklettiklerine göre Ali ile Hamza (r.anhuma)'dır. en-Nekkaş'ın naklettiğine göre de Ömer b. el-Hattab (r.a)'dır. Mukatil, Ammar b. Yasir'dir derken, yine ondan ve el-Kelbî'den nakledildiğine göre Rasûlullah (sav)'dır.
Bununla birlikte âyet-i kerime yüce Allah'ın kalbinde imanı halketmek suretiyle, kalbine genişlik verdiği herkes hakkında umumidir.
Murre, İbn Mesud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Ra-sûlü, dedik. Yüce Allah'ın: "Acaba kendisi Rabbinden gelmiş bir nur üzere bulunup da Allah'ın göğsünü İslâm için genişlettiği bir kimse" buyruğunda sözü edilen kimsenin kalbine nasıl genişlik verilir? Şöyle buyurdu: "Nur kalbe girdi mi açılır ve genişler." Ey Allah'ın Rasûlü bunun alameti nedir? diye sorduk, şöyle buyurdu: "Ebedilik yurduna dönüş, aldanış yurdundan uzak kalış, gelişinden önce ölüme hazırlanıştır." [23]
Bunu et-Tirmizî el-Hakim de "Nevadiru'l-Usul" adlı eserinde İbn Ömer yoluyla şöylece rivayet etmektedir: Bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü! Mü'minle-rin akıllısı kimdir? diye sordu, şöyle buyurdu: "Aralarında ölümü en çok hatırlayan, onun için en güzel hazırlanandır. Nur kalbe girdi mi kalb genişler ve açılır." Ey Allah'ın peygamberi bunun alameti nedir? diye sordular şöyle buyurdu: "Ebedilik yurduna dönüş, aldanış yurdundan uzaklaşış ve gelişinden önce ölüm için hazırlanıştır." [24]
Böylece Rasûlullah (sav) üç haslet zikretmiş bulunmaktadır. Şüphesiz bu hasletlerin kendisinde bulunduğu kimsenin imanı kamildir. Çünkü dönüş (ina-be) iyi amellerde bulunmaktır. Zira ebedilik yurdu ancak iyilik amellerinin mükâfatı içindir. Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde bu yurttan nasıl sözettiğine dikkat etmek gerekir. Bunun akabinde de: "Dünyada iken yaptıklarının karşılığı olmak üzere" (el-Vakıa, 56/24) diye buyurduğunu görüyoruz. O halde cennet amellerin karşılığıdır. Kul iyi amellerde bulunarak dünyadan geri çekilirse işte bu onun ebedilik yurduna dönüşü olur. Dünyaya karşı tutkusu dinip de dünya talebi ile uğraşamayacak kadar başka şeylerle uğraşıp dünyaya muhtaç olduğunu kendisine hissettirmeyecek şeylere yönelerek bunlarla yetinir ve kanaat getirirse o artık aldanış yurdundan uzak kalmış olur. Takva ile işlerini sağlamlaşürırsa her işe gereken dikkatle bakmış, edebli, sağlam, tetikte durur ve şüpheli şeylerden sakınarak şüphe bulunmayan işlere yönelirse, o vakitte ölüme hazırlanmış olur. İşte bu gibi kimselerin zahirdeki alametleri bunlardır. Böylesinin bu duruma gelmesi ölümü görmesi dolayısıyladır. Âhiretin dünyadan alıkoyucu olduğunu
görmesi dolayısıyladır. Dünyanın aldanış yurdu olduğunu görmesi dolayısıy-ladır. Onun bu gerçekleri bu şekilde görmesinin sebebi ise kalbine giren nurdur.
Şanı yüce Allah'ın: "Allah'ı anmaktan (yana) kalbleri kaskatı olanların
vay haline!" buyruğundan maksadın Ebu Leheb ve çocukları olduğu söylenmiştir.
"Allah'ı anmaktan" buyruğunun anlamı şudur: Onların kalbleri Allah'ın anıldığını duydukça daha da katılaşır. Buradaki "...tan"in anlamında olduğu söylenmiştir. Kalbleri Allah'ı zikretmeye karşı katılaşmış kimseler anlamındadır. Taberî'nin tercih ettiği açıklama da budur.
Ebu Said el-Hudrî'den rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah buyurdu ki siz ihtiyaçlarınızı cömert ve müsamahakar kimselerden isteyiniz. Çünkü Ben rahmetimi onlar arasında takdir ettim. Sakın ihtiyaçlarınızı kalbleri katılaşmış kimselerden istemeyiniz. Çünkü Ben gazabımı onlar arasında bıraktım."
Malik b. Dinar dedi ki: Hiçbir kul kalb katılığından daha büyük bir ceza ile cezalandırılmış değildir. Yüce Allah bir kavme gazab etti mi mutlaka kalb-lerinden rahmeti çekip alır. [25]
23) Allah,
sözün en güzelini, müteşabih, tekrar edilen (mesani) bir kitab halinde
indirmiştir. Ondan dolayı Rabblerine kalpten saygı duyanların derileri ürperir,
sonra Allah anıldığı için derileri ve kalbleri yumuşar. Bu Allah'ın
hidayetidir. Onunla dilediğine hidayet verir. Allah'ın saptırdığı kimseyi
doğru yola ileten olmaz.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
"Allah sözün en güzelini" yani Kur'ân'ı "...indirmiştir." Yüce Allah daha önce: "Onlar sözü işitip en güzeline uyarlar" (Zümer, 39/23) diye buyurduktan sonra burada da dinlenecek en güzel sözün Allah'ın indirdiği söz olduğunu beyan etmektedir. Bu söz de Kur'ân-ı Kerîm'dir.
Sa'd b. Ebi Vakkas dedi ki: Rasûlullah (sav)'ın ashabı: Bize bir şeyler an-latsan (lev haddestena) dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah sözün en güzelini... indirmiştir" buyruğunu indirdi. Daha sonra: Bize kıssa anlatsan, dediler, bunun üzerine de: "Biz sana... en güzel kıssayı sana anlatacağız." vYusuf, 12/3) buyruğunu indirdi. Sonra: Sen bize öğüt versen, dediler, bu sefer de yüce Allah'ın: "İman edenlerin kalblerinin Allah'ın zikrine... saygı ile boyun eğecekleri zaman... gelmedi mi?" (el-Hadid, 57/16) buyruğu indi. [26]
İbn Mesud (r.a)'dan rivayete göre Rasûlullah (sav)'ın ashabı, usanır gibi oldular, ona: Bize bir şeyler antlat, (haddisna), dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. [27]
Hadis (söz), söz söyleyenin söylediği şeydir. Kur'ân-ı Kerîm'e hadis (söz) adının verilmesi Rasûlullah (sav)'ın onu ashabına ve kavmine söz olarak aktarmasından dolayıdır. Bu yönüyle yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar?" (el-Murselat, 77/50); "Şimdi siz bu sözden dolayı mı hayret edersiniz?" (en-Necm, 53/59); "Bu söze iman etmezler diye... üzülerek kendini helak edeceksin nerdeyse" (el-Ke-hf, 18/6); "Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" (en-Nisa, 4/87); "Artık Beni ve bu sözü yalanlayanları başbaşa bırak?" (el-Kalem, 68/44)
el-Kuşeyrî dedi ki: Bazıları hadis (söz)ün hudus (meydana gelmek)den geldiği vehmine kapılmışlardır. Böylelikle onun kelamının muhdes (sonradan yaratılmış) olduğuna delâlet etsin istemişlerdir. Ancak bu bir yanılmadır. Çünkü yüce Allah'ın: "Kendilerine Rabblerinden yeni bir öğüt geldiği her seferinde..." (el-Enbiya, 21/2) buyruğunda geçtiği anlamıyla "hadis" lafzını kas-tetmemektedir. Bunlar şöyle demişlerdir: Hudus (sonradan meydana geliş) okunan şeye değil, tilavete racidir. Bu ise bir kimsenin yüce Rabbin isimlerinden birisini zikrettiği vakit mezkur (zikrolunan Allah'ın ismi) ile zikirin durumuna benzemektedir.
"Bir kitab halinde" anlamındaki buyruk "sözün en güzeli"nden bedeldir. Ondan hal olma ihtimali de vardır.
"Müteşabih" güzellik ve hikmet itibariyle birbirine benzeyen ve birbirini doğrulayan demektir. Onda herhangi bir çelişki ve bir tutarsızlık yoktur.
Katade dedi ki: Âyet ve harfleri bakımından birbirine benzer. Bir başka açıklamaya göre bu kitab da yüce Allah'ın diğer peygamberlerine indirilmiş kitabları gibidir. Çünkü bu kitab da emir, nehiy, teşvik ve korkutmaları ihtiva etmektedir. Üstelik öbür kitablardan daha genel ve daha mucizevidir.
Daha sonra yüce Allah bu kitabının niteliklerini belirterek şöyle buyurmaktadır: "Tekrar edilen (mesani)" yani yüce Allah bu kitabında kıssaları, öğütleri, ahkamı tekrar etmiştir. Ayrıca tekrar tekrar okunmakta ve ondan herhangi bir şekilde usanılmamaktadır.
"Ondan dolayı Rabblerine kalbten saygı duyanların derileri ürperir."
O kitaptaki tehditlerden ötürü kalbleri korku ile hareket eder, çırpının
"Sonra Allah anıldığı için" yani rahmet âyetleri okununca "derileri ve
kalbleri yumuşar." Bir başka açıklamaya göre Allah'ın kitabı gereğince amel etmek ve onu tasdik etmek için yumuşar. Buradaki "Allah anıldığı için" buyruğunun İslâm'a doğru yumuşar anlamına geldiği de söylenmiştir. [28]
Ebu Bekr es-Sıddîk'ın kızı Esma (Allah ikisinden de razı olsun)nın şöyle dediği nakledilmiştir: Peygamber (sav)'ın ashabı kendilerine Kur'ân-ı Kerîm okunduğu vakit yüce Allah'ın onları nitelendirdiği gibi idiler. Gözleri yaşa-rır, derileri ürperirdi. Ona: Bugün birtakım insanlara Kur'ân okunduğu vakit bazıları baygın olarak yere düşmektedir denilince, kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığınırım, dedi.
Said b. Abdurrahman el-Cumahî dedi ki: İbn Ömer Kur'ân ehli birisinin yanından geçerken yere düşmüş olduğunu gördü. Bu adamın hali nedir? diye sordu, yanındakiler: Bu adama Kur'ân okunup Allah'ın anıldığını duyduğu yerde düşer dediler. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle dedi: Şüphesiz biz de Allah'tan korkuyoruz ama yere bayılıp düşmüyoruz. Sonra da şöyle dedi: Şeytan bunlardan birisinin içine girer. Muhammed (sav)'ın ashabının davranışı bu değildi.
Ömer b. Abdu'1-Aziz de dedi ki: İbn Sîrîn'in yanında kendilerine Kur'ân okundu mu bayılıp yere düşen kimselerden sözedildi. O da şöyle dedi: Bizimle onlar arasında şu hakem olsun: Onlardan birisi bir evin damında ayaklarını sarkıtmış olarak otursun, sonra ona Kur'ân-ı Kerîm başından sonuna kadar okunsun. Eğer kendisini yere atarsa, o doğru bir kimsedir.
Ebu İmran el-Cevnî dedi ki: Musa (a.s) bir gün İsrailoğullarına öğüt verdi. Bir adam da gömleğini yırttı. Yüce Allah Musa'ya şunu vahyetti: O gömleğini yırtan kimseye gömleğini yırtmamasını söyle. Çünkü Ben savurganları sevmem. O Bana (zikrime) kalbini genişletsin. [29]
Zeyd b. Eşlem dedi ki: Ubeyy b. Ka'b, Peygamber (sav)'ın beraberinde ashabı da bulunduğu bir sırada peygamberin huzurunda Kur'ân-ı Kerîm okudu. Kalbleri oldukça incelip yumuşadı. Peygamber (sav) da: "Kalbinizin yumuşadığı sırada duayı ganimet biliniz, çünkü o bir rahmettir" diye buyurdu. [30]
el-Abbas'dan rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah korkusundan dolayı mü'minin derisi ürperecek olursa, çürümüş ağacın yapraklan nasıl dökülüyorsa, onun günahları da öylece dökülür. " [31]
İbn Abbas'tan rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah korkusundan dolayı bir kulun derisi ürperdi mi mutlaka yüce Allah da onu cehennem ateşine haram kılar. " [32]
Şehr b. Havşeb'den, o Umm ed-Derda'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Adamın kalbinde Allah korkusu kurumuş hurma yaprağının yanmasına benzer. Sen ancak bir ürperti hissedersin değil mi? Ben de: Evet dedim. Dedi ki: İşte o vakit Allah'a dua et. Çünkü o sırada yapılan dua kabul olunur[33]
Sabit el-Bünanî'den dedi ki: Filan kişi: Ben duamın ne zaman kabul olunacağını biliyorum, dedi. Ona bunu nerden biliyorsun? diye sordular. O şöyle dedi: Derim ürperip kalbim titreyip gözlerimden yaş boşandığı vakit, işte o zaman duamın kabul olunacağı zamandır.[34]
"Adamın derisi ürperdi, ürpermek" denilir. İsm-i faili: diye gelir, çoğulu şeklinde "mim" harfi hazfedilerek gelir, burada "mim" zaiddir. Çünkü: " Onu bir ürperme aldı" denilir. Şair İmruu'1-Kays da şöyle demiştir:
"Kışın o en uzun gecesinin sıkıntısını duya duya geçirdim geceyi, Kalb ise korkudan ürperti içindeydi."
Denildiğine göre Kur'ân-ı Kerîm son derece akıcı ve beliğ olduğundan dolayı kâfirler de ona karşı benzerini koyacak bir söz söylemekten aciz olduklarını görünce, onun büyüklüğünü görerek, güzel söz dizilişine hayret ederek, muhtevasının heybetine kapılarak, derileri ürperir, diken diken olurdu. Bu da yüce Allah'ın: "Şayet Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirse idik, muhakkak ki Allah'ın korkusundan onun başını eğerek dağılıp parça parça olduğunu görürdün" (el-Haşr, 59/22) buyruğunda dile getirimektedir. Buradaki "tasadduk (parça parça olmak)" derilerin ürpermesine yakındır. Huşu da yüce Allah'ın: "Sonra Allah anıldığı için derileri ve kalbleri yumuşar" buyruğunda anlatılanlara yakındır. Kalbin yumuşaması ise incelmesi, huzur ve sükun bulması demektir.
"Bu Allah'ın hidayetidir." Yani Kur'ân Allah'ın hidayetidir. Yüce Allah'ın bunlara bağışlamış olduğu kendi cezasından korkmak, mükâfatını ümid etmek hasletleri Allah'ın hidayetidir diye de açıklanmıştır.
"Allah'ın saptırdığı kimseyi doğru yola ileten olmaz." Yani Allah'ın yardımsız bıraktığı kimseye doğru yolu gösteren bulunmaz. Bu buyruk, Kaderiye ve diğerlerinin kanaatlerini reddetmektedir. Bütün bu hususlara dair yeterli açıklamalar daha önceden birkaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.
İbn Kesir ve İbn Muhaysın: " Doğru yola ileten" buyruğunu her iki yerde de (birisi bu âyet-i kerimede, diğeri 36. âyet-i kerimede) "ye"li okumuşlardır, diğerleri ise "ye"siz okumuşlardır. [35]
24. Kıyamet gününde azabın kötüsünden yüzünü korumaya çalışan kimse (azab görmeyecek kimse gibi) mi? Zalimlere de: "Kazandıklarınızı tadınız" denilir.
25. Onlardan öncekiler yalanlamıştı da bilmedikleri bir yerden azab onlara geliverdi.
26. Bu sebebten Allah dünyada onlara rüsvaylığı tattırdı. Âhiret azabı ise elbette daha büyüktür, eğer bilselerdi...
Zümer"Kıyamet gününde azabın kötüsünden yüzünü korumaya çalışan kimse mi?" buyruğu hakkında Ata ve İbn Zeyd şöyle demiştir: Böyle bir kimse elleri, kolları bağlanmış olarak cehennem ateşine atılır. Vücudundan ateşe değecek ilk bölüm onun yüzü olacaktır.
Mücahid de: Cehennem ateşinde yüzü üstü sürüklenecektir demiştir. Mukatil de şöyle demiştir: Kâfir cehennem ateşine elleri boynuna bağlanmış olarak, boynunda da kibritten oldukça büyük bir dağ gibi muazzam bir kaya parçası olduğu halde atılacak. O ateş, boynuna asılı bulunduğu halde o taş parçasını yakacak. Onun hararet ve alevi de onun yüzünü örtecek. Elleri boynuna bağlı bulunduğundan ötürü de bu alevi ve ateşi yüzünden uzak-laştıramayacak.
Âyet-i kerimede haber hazfedilmiştir. el-Ahfeş dedi ki: Yani: "Azabın kötüsünden yüzünü korumaya çalışan kimse mi" daha üstündür, yoksa mutlu olan kimse mi? Bu da yüce Allah'ın: "O halde ateşe atılacak kimse mi hayırlıdır. Yoksa kıyamet gününde emin olarak gelen kimse mi?" (Fussilet, 41/40) buyruğuna benzemektedir.
"Zalimlere de" yani cehennemin bekçileri kâfirlere: "Kazandıklarınızı" işlemiş olduğunuz masiyetlerin cezasını "tadınız, denilir." Bunun bir benzeri yüce Allah'ın: "İşte bu kendiniz için toplayıp sakladıklarınız. Öyleyse sakladığınız şeyleri tadın" (et-Tevbe, 9/35) buyruğudur.
"Onlardan öncekiler yalanlamıştı da bilmedikleri bir yerden azab onlara geliverdi. Bu sebebten Allah dünyada onlara rüsvaylığı tattırdı" buyruğunun anlamı daha önceden (el-Bakara, 2/114. âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
el-Müberred
dedi ki: Azaların nail olduğu herbir şey için: " Onu tattı" denilir.
Yani tatlılığın ve acılığın tadı tadana ulaştığı gibi, bu da o kimseye ulaştı
demektir. (Yine el-Müberred) dedi ki:
hoş olmayan şeylerde kullanılır, ise utanç verici şeyleri anlatmak için
kullanılır.
[36]
"Âhiret azabı ise" dünya hayatında onlara gelip çatan musibetlerden "daha büyüktür, eğer bilselerdi..."
27. Andolsun ki Biz insanlara bu Kur'ân'da -belki öğüt alırlar diye-her misalden getirdik.
28. Hiçbir eğriliği olmayan Arapça bir Kur'ân olarak (indirilmiştir). Olur ki sakınırlar.
"Andolsun ki Biz insanlara bu Kur'ân'da -belki öğüt alırlar diye-" öğüt kabul ederler diye gerek duyacakları "her misalden" örnekler "getirdik." Bu da yüce Allah'ın: "Biz o Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" (el-En'am, 6/38) buyruğu gibidir. Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Bizim geçmiş ümmetlerin helak edildiğine dair sözünü ettiğimiz hususlar bunlara bir örnektir.
"Hiçbir eğriliği olmayan Arapça bir Kur'ân olarak" buyruğundaki "Arapça bir Kur'ân olarak" buyruğu hal olarak nasbedilmiştir. el-Ahfeş dedi ki: Çünkü yüce Allah'ın: "Bu Kur'ân'da" buyruğu marifedir. Ali b. Süleyman da şöyle demiştir: "Arapça olarak" lafzı hal olarak nasbedilmiştir- "Kur'ân" lafzı ise hale bir tevtie (hazırlık)dır.
Nitekim: "Salih bir adam olarak Zeyd'e uğradım." dediğiniz zaman "salih olarak" anlamındaki lafız hal olarak mansub gelen kelimedir.
ez-Zeccac ise şöyle demektedir: "Arapça olarak" lafzı hal olarak nasbedilmiştir. "Bir Kur'ân" ise te'kiddir.
"Hiçbir eğriliği olmayan" ile ilgili olarak en-Nehhas şöyle demektedir: Bu hususta yapılmış en güzel açıklama ed-Dahhak'a aittir. O: Hiçbir ihtilaf ve tutarsızlığı olmayan, diye açıklamıştır. İbn Abbas'ın açıklaması da budur ve bu açıklamayı es-Salebî zikretmiştir. Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre mahluk değildir, diye açıklamıştır. Bunu da el-Mehdevî zikretmiş olup es-Salebî'nin belirttiğine göre es-Süddî de böyle demiştir.
Osman b. Affan da: Çelişkisizdir diye açıklamıştır. Mücahid: Karışıklığı bulunmayan bir kitap diye açıklamıştır. Bekr b. Abdullah el-Müzenî de: Lahni (yanlış anlatımı ve ifadesi) olmayan bir kitap, diye açıklamıştır. Herhangi bir şüphenin sözkonusu olmadığı diye de açıklanmıştır. el-Maverdî'nin naklettiğine göre bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Şair şöyle demiştir:
"Sana hiçbir eğriliği olmayan kesin (söz ve vahiy) gelmiştir, O yüce İlâhtan ve hiçbir şekilde yalanı olmayan bir sözdür o." [37]
"Olur ki" küfür ve yalandan "sakınırlar."
29- Allah kötü huylu, ortak birkaç efendisi olan bir adam ile yalnızca bir efendiye ait olan bir diğer adamı misal verir. Bu ikisi örnek olarak eşit olurlar mı? Hamd yalnız Allah'adır. Fakat onların çoğu bilmezler.
"Allah kötü huylu, ortak birkaç efendisi olan bir adam ile... misal verir" buyruğu ile ilgili olarak el-Kisaî şöyle demektedir: Buradaki: " Bir adam" lafzının nasb ile gelmesi: " Misal" açıklaması olduğundan dolayıdır. Arzu edilirse cer edatının hazfi ile nasbedildiği de söylenebilir. Bu da: Allah "kötü huylu, ortak birkaç efendisi
olan" bir adamı "misal verir" takdirindedir.
el-Ferra, "kötü huylu" lafzını birbiriyle anlaşmayan, anlaşmazlık içinde olan kimseler diye açıklamıştır. el-Müberred de şöyle demiştir: Birbirlerine zorluk çıkartan kimseler demektir. Bu da: " Zorluk çıkarttı, çıkarır, zorluk çıkarmak" demek olup vezin itibariyle; "Kilitledi, kafile yola koyuldu" veznindedir.[38]Böyle olan kimseye: denilir. Vezin itibariyle: "Zor oldu, zor olur, zor olmak" zor olan şeye de: denilmesi gibi. Yine zorluk çıkartan adam, huysuz adam anlamında olmak üzere: denilir. ile demektir (huysuz, zorluk çıkartan adam anlamına gelir). Bu açıklamaları el-Cev-herî yapmıştır.
ez-Zemahşerî de şöyle demektedir: " Ayrılık içinde olmak, ayrılığa düşmek" demektir. Mesela: "Halleri birbirinden ayrı ve farklı oldu" ile: "Dişleri birbirinden ayrı ve farklı oldu" denilir. Yine: "Hakkımı bana vermekte zorluk çıkardı, cimrilik etti" demektir. el-Cevherî dedi ki: Sükun ile: " Huyu, mizacı zor" demektir. Recez vezninde şöyle denilmiştir:
"Kötü huylu, asık suratlı, zelil düşmüş ve geçimsizdir."
Kötü huylu, geçimsiz kimseler" kullanım itibariyle: "Doğru sözlü adam ve doğru sözlü kimseler" lafzının kullanımına benzemektedir. kesreli olarak kullanılırsa, mastarı: diye gelir.
el-Ferra: "Kötü huylu adam" kullanımını nakletmektedir, kıyasa göre böyle olması gerekir.
Bu buyruk birçok uydurma ilâha tapınan kimselere dair verilmiş bir örnektir.
"Yalnızca bir efendiye ait olan bir diğer adamı misal verir." Yani sadece tek bir efendiye bağlı olan bir diğer adam. Bu da sadece Allah-u Teala'ya ibadet eden bir kimseye verilmiş bir örnektir.
"Bu ikisi örnek olarak eşit olurlar mı?" Şu bir ortaklar topluluğuna hizmet eden, farklı huylara sahib, niyetleri birbirinden ayrı, efendilerinden onu kim görürse, onu alır ve hizmetinde kullanır. O bakımdan efendilerinden zorluk, sıkıntı ve pek büyük yorgunluklarla karşılaşır. Bütün bunlarla birlikte yükümlü olduğu hakların çokluğu sebebiyle, yaptığı hizmetlerle bunların hiçbirisini razı etmeyen bir kimse ile başka kimsenin ortaklığının söz-konusu olmadığı tek bir efendiye hizmet eden, yalnızca ona itaat ettiği vakit efendisi tarafından hatırı sayılan, hata ettiği takdirde hatası affedilen iki kişiden hangisi daha az yorulur yahut hangisi dosdoğru yol üzerindedir?
Kufelilerle, Medineliler "yalnızca bir efendiye ait olan bir diğer adam"
anlamındaki buyruğu; diye okumuşlardır. İbn Abbas, Mücahid, el-Hasen, Asım el-Cahderî, Ebu Amr, İbn Kesir ve Yakub da: diye okumuşlardır. Bunu, bu husustaki açıklamanın sıhhati dolayısıyla Ebu Ubeyd tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü salim kişi ortak olunanın aksi olan halis (katıksız olarak tek kişinin mülkü) demektir. savaşın zıttıdır, burada ise savaşın herhangi bir yeri yoktur.
en-Nehhas da şöyle demektedir: Böyle bir delillendirme bağlayıcı değildir. Çünkü bir lafzın eğer iki anlamı var ise, mutlaka onların öncelikli olanına göre yorumlanması gerekir. Her ne kadar "(bir kişiye ait olmak anlamı verilen): selem" lafzı savaşın zıttı ise de, bunun bir başka yeri vardır. Nitekim: " Bu evde sana ortaklar vardır, artık yalnız senin olmuştur" denilmesi de böyledir. Ayrıca Ebu Ubeyd'in "salim"hakkında başkasının kabul etmesi gerektiğini söylediği şeyin bir benzerini kabul etmesi gerekir. Çünkü "salim bir şey" denildiği zaman, herhangi bir kusur ve musibeti olmayan şey anlamına da gelir. O halde her iki kıraatde güzeldir ve her iki kıraati de kıraat imamları okumuştur. Ebu Hatim, Medine-lilerin:şeklindeki kıraatini tercih etmiş ve şöyle demiştir: Bu, hakkında anlaşmazlık ve çekişmenin olmadığı kimse demektir.
Said b. Cübeyr, İkrime ve Ebu'l-Aliye, Nasr "sin" harfi esreli, "lam" harfi sakin olarak; diye okumuşlardır. Her iki şekil de mastardır. İfade ise: "Kimsenin ortak olmadığı bir adam" takdirindedir, muzaf haz-fedilmiştir.
"Misal" lafzı temyiz olarak sıfatlarına dikkat çekmektedir. Yani bu ikisinin sıfatı ve hali birbirine eşit olur mu? Burada yalnız bir kişi hakkında temyiz kullanılması cinsin beyanı için kullanıldığından dolayıdır. [39]
"Hamd, yalnız Allah'adır, fakat onların çoğu" hakkı "bilmezler" ve bu bakımdan ona uymazlar.
30. Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir.
31. Sonra muhakkak sizler kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız.
"Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir" anlamındaki buyruğu İbn Muhaysın, İbn Ebi Able, İsa b. Ömer ve İbn Ebi İs-hak: diye okumuşlardır. Bu da güzel bir kıraattir, (aynı anlamdadır). Abdullah b. ez-Zübeyr de böyle okumuştur.
en-Nehhas dedi ki: Bu kabilden olan elifler şaz kullanımlar da hazfedilir. Arap dilinde müstakbel (öleceksin) anlam(ın)da çokça kullanılır. Nitekim hasta olan kimseye: " Şüphesiz ki o bu yemekten hastalanmıştır" denilir.
el-Hasen, el-Ferra ve el-Kisaî şöyle demişlerdir: "Meyyit" şeddeli olarak henüz ölmemiş fakat gelecekte ölecek kimse için kullanılır. "Meyt" ise canı ayrılmış olan kimse demektir. Bundan dolayı burada hafif (şeddesiz) okunmaz.
Katade dedi ki: Peygamber (sav)'a öleceği belirtildiği gibi size de öleceğiniz bildirilmektedir.
Sabit el-Bünanî de şöyle demiştir: Bir adam Sıla b. Eşyem'e kardeşinin öldüğü haberini verirken, onun yemek yemekte olduğunu gördü. Sıla ona: Gel yemek ye, kardeşimin öleceği önceden beri zaten bana bildirilmişti. Adam: Nasıl olur? Bu hususta sana haber getiren kişi benim, deyince, o da şöyle demiştir: Yüce Allah bana onun öleceğini haber vermiş ve: "Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir" diye buyurmuştur.
Bu buyruk Peygamber (sav)'a hem kendisinin hem de onların öleceğini haber verdiği bir hitabıdır. Bunun beş anlama gelme ihtimali vardır:
1- Bu buyruk âhiretten sakındırma anlamında olabilir.
2- Amele teşvik olmak için bu hatırlatılmıştır.
3- Ölüme hazırlık olması için hatırlatmıştır.
4- Ümmetler başkası hakkında anlaşmazlığa düştükleri şekilde, onun
(Peygamberin) ölümü hususunda anlaşmazlığa düşmesinler diye öleceği haber
verilmiştir. Öyle ki Ömer (r.a) Hz. Peygamber'in ölümünü kabul etmeyince, Ebu
Bekir (r.a) ona karşı bu âyeti delil getirince vazgeçmiştir.
[40]
5- Yüce Allah başka noktalarda faziletleri farklı farklı olmakla birlikte ölüm hususunda bütün yarattıklarını birbirine eşit kılmıştır; ta ki ölüm noktasında teselli imkânı çokça bulunsun ve bu husustan dolayı duyulacak hasret az olsun.
"Sonra muhakkak sizler kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız" buyruğunda muhakemeden (yahutta karşılıklı davalaşma) kasıt kâfir ile mü'minin, zalim ile mazlumun davalaşmalarıdır. İbn Ab-bas ve başkaları bunu böyle açıklamıştır. Uzunca bir haberde de şöyle denilmektedir: Davalaşma kıyamet gününde o dereceye varacak ki ruh cesede karşı delil getirmeye kalkışacaktır.
ez-Zübeyr de dedi ki: Bu âyet-i kerime nazil olunca: Ey Allah'ın Rasûlü dedik. Özel birtakım günahlarla birlikte dünyada bizim aramızda meydana gelen şeyler bize karşı tekrar gösterilecek mi? O şöyle buyurdu: "Evet, an-dolsun ki her hak sahibine hakkı eksiksiz ödeninceye kadar size karşı tekrarlanacaktır." ez-Zübeyr dedi ki: Allah'a andolsun o zaman iş çok zor demektir.
İbn Ömer dedi ki: Biz bir süre yaşayıp bu âyet-i kerimenin bizim hakkı-mızda ve iki kitab ehli (yahudiler ve "Sonra muhakkak izler kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda muhakeme olacaksınız." Bunun üzerine biz: Bizler peygamberimiz bir, dinimiz bir iken nasıl olur birbirimizden davacı olacağız dedik. Nihayet ben birbirimize karşı kılıç kullandığımızı gördüm, o vakit bu âyetin bizim hakkımızda indiğini anladım.
Ebu Said el-Hudrî dedi ki: Rabbimiz bir, dinimiz bir, peygamberimiz bir peki bu davalaşma ne oluyor? diyorduk. Sıffin günü olup da birbirimize karşı kılıç kullanınca o vakit, evet işte o budur, dedik.
İbrahim en-Nehaî dedi ki: Bu âyet-i kerime inince Rasûlullah (sav)'ın ashabı: Bizim kendi aramızdaki davalarımız, davalaşmalarımız da ne oluyor? dediler. Osman (r.a) öldürülünce: İşte bizim aramızdaki davalaşmamız budur, dediler.
Davalaşmalarının yüce Allah huzurunda muhakeme olunmaları olduğu da söylenmiştir. Zalimin iyiliklerinden yaptığı zulüm kadar alınacak ve zulmettiği kimsenin iyiliklerine katılacaktır. Bu ise Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadiste belirttiği gibi bütün haksızlıklar hakkında umumidir. Buna göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Siz müflisin kim olduğunu biliyor musunuz?" Ashab: Aramızda müflis herhangi bir dirhemi ve malı bulunmayan kimseye denir. Şöyle buyurdu: "Ümmetimden müflis kişi kıyamet gününe namaz kılmış, oruç tutmuş, zekat vermiş olarak gelir. Bununla birlikte şuna sövmüş, buna iftirada bulunmuş, şunun malını almış, berikinin kanını akıtmış, öbürünü dövmüş olarak gelir. Buna iyiliklerinden, öbürüne de iyiliklerinden verilir. İyilikleri üzerindeki hakların karşılığı bitirilmeden bitip tükenecek olursa bu sefer onların günahlarından alınır, onun üzerine bırakılır, sonra da cehenneme atılır. " [41] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Bu anlamdaki güzel açıklamalar Ali İmran Sûresi'nde (3/169-170. âyetler, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Buhârî'de, Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: "Her kim bir başkasına namus, haysiyet ya da başka bir hususta haksızlık yapmış ise dinar ve dirhemin bulunmadığı bir gün gelmeden önce ondan helallik dilesin. (Aksi takdirde) o kimsenin eğer salih bir ameli varsa, yaptığı haksızlık kadariyle ondan alınır. Şayet hasenatı olmazsa bu sefer haksızlık yaptığı kimsenin günahlarından alınır, o kimsenin üzerine yükletilir. " [42]
Senedi muttasıl bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Dünya hayatındaki işlerden dolayı davalaşılacak ilk hususlar..." Biz bütün bu hususlara dair açıklamaları "et-Tezkire" adlı eserimizde yeteri kadarıyla zikretmiş bulunuyoruz.
32. Allah'a karşı yalan söyleyenden ve hak kendisine geldiğinde yalanlayandan daha zalim kimdir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok?
33- Doğruyu getiren ve onu doğrulayan ise, onlar sakınanların ta kendileridir.
34. Onlar için Rabblerinin yanında diledikleri herşey vardır. İşte bu ihsan edenlerin mükâfatıdır.
35- Ta ki Allah yaptıklarının en kötü olanlarını örtsün ve yapagel-diklerinin en güzeli ile onlara mükâfatlarını versin.
"Allah'a karşı" ortağının bulunduğunu, çocuğunun olduğunu iddia ederek "yalan söyleyenden ve hak" yani Kur'ân-ı Kerîm "kendisine geldiğinde yalanlayandan daha zalim kimdir?" Daha zalim kimse yok demektir.
"Kâfirler" inkarcılar "için cehennemde" kalacak "yer mi yok?" Buradaki: " (kalacak) yer" kelimesi: "O yerde ikamet etti" tabirin-den türetilmiştir. Muzari fiili: şeklinde, mastarı da; diye gelir. " Devam etti, gitti, gitmek" gibidir. Şayet burada 'den gelmiş olsaydı, diye olması gerekirdi. Bu ise fasih söyleyişin (<s'y ) şeklinin olduğunu göstermektedir. Ebu Ubeyd ise; diye kullanıldığını da nakletmekte ve el-A'şa'nın şu beyitini zikretmektedir:
'Kendisine azık verilsin diye, orada kaldı ve bir geceyi kısalttı (tamanjiyle geçirdi), Ve geçip gitti de Kuteyle'ye verdiği sözünde durmadı."
el-Esmaî; ancak şeklini bilmekte, beyiti soru olmak üzere: " Kaldı mı?" diye rivayet etmektedir.
"Benden başkasını bıraktım, barındırdım" fiili ise hem geçişli, hem geçişsiz kullanılır.
"Doğruyu getiren" buyruğu mübteda olarak ref konumundadır, haberi ise: "Onlar sakınanların ta kendileridir" buyruğudur. Doğruyu getirip onu tasdik edenin kimliği hususunda farklı görüşler vardır. Ali (r.a) şöyle demiştir: "Doğruyu getiren kişi" Peygamber (sav)'dır. "Onu doğrulayan" ise Ebu
Bekir (r.a)'dır.
Mücahid de şöyle demiştir: Kasıt Peygamber (sav) ile Ali (r.a)'dır.
es-Süddî der ki: Doğruyu getiren kişi Cebrail (a.s), onu tasdik eden kişi de Muhammed (sav)'dır.
İbn Zeyd, Mukatil ve Katade şöyle demişlerdir: "Doğruyu getiren" Peygamber (sav), "onu doğrulayan" ise mü'minlerdir. Buna da yüce Allah'ın: "Onlar sakınanların ta kendileridir" buyruğunu delil göstermişlerdir. Nitekim yüce Allah: "Takva sahihleri için bir hidayettir" (el-Bakara, 2/2) diye buyurmuştur.
en-Nehaî ve Mücahid de şöyle demişlerdir: "Doğruyu getiren ve onu doğrulayan" kıyamet gününde Kur'ân-ı Kerîm ile gelerek: İşte sizin bize verdiğiniz budur, biz de onun içindekilere tabi olduk, diyecek olan mü'minlerdir. Bu durumda: "...an" bu açıklamaya göre; çoğul anlamında olur. Tıpkı: "(»>*): Kimse(ler)" lafzının çoğul anlamında olması gibi. Şöyle de açıklanmıştır: Burada ism-i mevsulden ismin uzunluğu dolayısıyla "nun" hazfedil-miştir.
eş-Şa'bî bunu tekil olduğu şeklinde yorumlamış ve şöyle demiştir: "Doğruyu getiren" Muhammed (sav)'dır. Bu durumda onun haberi de çoğul olur. Nitekim tazim edilen kimse hakkında: "O yaptılar, Zeyd şunu şunu yaptılar" denilmesi gibi.
Bir başka açıklamaya göre: Bu yüce Allah'ı tevhide davet eden herkes hakkında umumidir. İbn Abbas ve başkaları böyle açıklamışlardır, Taberî de bunu tercih etmiştir.
İbn Mesud'un kıraatinde: "Doğruyu getirenler ve onu söyleyerek doğru söyleyenler" şeklindedir. Bu ise tefsiri bir kıraattir. Ebu Salih el-Kufî'nin kıraatinde ise "Doğruyu getiren ve o doğruyu söyleyerek doğru söyleyen" diye (dal harfini) şeddesiz olarak, onu getirdiğini söylemekle doğru söyleyen, anlamında okumuştur. Yüce Allah'a itaatte doğru söylemiş, demek olur.
Bakara Sûresi'nde (2/17. âyetin tefsirinde): mevsul ismi hakkında açıklamalar ve bunun hem tekil, hem çoğul için kullanılabileceğine dair ifadeler geçmiş bulunmaktadır.
"Onlar için Rabblerinin yanında diledikleri herşey vardır." Yani cennette diledikleri bütün nimetler onlara verilecektir. Nitekim bir kimseye: Senin benim nezdimde bir ikramın olacaktır, denilirken bu ikram benden sana ulaşacaktır, demek olur.
"İşte bu ihsan edicilerin mükâfatıdır." Dünya hayatında övgü, âhirette de mükâfat vardır onlar için.
"Ta ki Allah yaptıklarının en kötü olanlarını örtsün." Yani onlar "Allah yaptıklarının en kötüsünü örtsün diye" doğruyu tasdik etmişlerdir. Bu da şu demektir: Yüce Allah onlara ikramda bulunacaktır, İslâm'dan önce yaptıklarından dolayı onları sorgulamayacaktır.
"Ve yapageldiklerinin en güzeli ile" ki bu da cennettir "onlara mükâfatlarını versin." Dünya hayatında işledikleri itaatlerin, sevabını versin. [43]
36. Allah kuluna yetmez mi? Halbuki onlar seni ondan başkaları ile korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa, onu doğru yola ileten bulunmaz.
37. Allah kime hidayet verirse, onu da saptıracak olmaz. Allah muhakkak galib ve intikam alıcı değil midir?
"Allah kuluna yetmez mi?" buyruğunda "yeter" anlamındaki: («-»tf)'in sonundaki "ye" harfi sakin olduğundan ve ondan sonraki tenvin de sakin telaffuz edildiğinden dolayı hazfedilmiştir. Aslolan tenvinin ortadan kalkması dolayısıyla vakıf halinde bunun hazfedilmesidir. Şu kadar var ki burada "ye'nin hazfedilmesi vasi halinde de böyle okunacağının bilinmesi içindir. Araplardan vakıf halinde asla uygun olarak, "ye'yi tesbit ederek: diyenler vardır.
"Kuluna'' lafzı genel olarak tekil olarak okunmuştur. Yani müşriklerin tehdit ve tuzaklarına karşı Allah Muhammed (sav)'a yeterlidir. Ancak Hamza ve el-Kisaî: “Kullarına" diye okumuştur ki, bunlar da peygamberlerdir, yahut peygamberler ve onlara iman edenlerdir. Ebu Ubeyd cemaatin okuyuş şeklini yüce Allah'ın bundan sonraki: "Halbuki onlar seni ondan başkaları ile korkutuyorlar" buyruğu dolayısıyla tercih etmiştir. Bununla birlikte "kul" lafzının cins ifade etmesi ihtimali de vardır. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz insan ziyandadır." (el-Asr, 103/2) buyruğunda olduğu gibi. Buna göre birinci okuyuş da, ikinci okuyuş gibi olmaktadır.
Burada sözü geçen "yeterli gelmek ten putların kötülüklerine karşı korumak demektir. Çünkü onlar mü'minleri putlarla korkutuyorlardı. Öyle ki İbrahim (a.s) şöyle demiştir: "Siz Allah'a ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?" (el-En'am, 6/81)
el-Cürcanî şöyle demiştir: Allah mü'min kuluna da, kâfir kuluna da yeter. Buna sevab ve mükâfat verir, ötekini de cezalandırır.
"Halbuki onlar seni ondan başkalarıyla korkutuyorlar." Şöyle ki, onlar Peygamber (sav)'ı putlar kendisine zarar verirler diye korkutuyor ve: Bizim putlarımıza mı sövüyorsun? Eğer sen onlardan kötülükle sözetmekten vazgeçmeyecek olursan, bu putlar senin aklını başından alır yahutta başına kötü musibetler getirir, diyorlardı.
Katade dedi ki: Halid b. el-Velid Uzza'yı kırmak üzere elindeki balta ile üzerine yürüdü. Uzza'yı koruyan kişi ona şöyle dedi: Ey Halid! Onun sana zarar verebileceğini söylüyor ve seni sakındırıyorum. Çünkü bunun öyle sert bir tepkisi var ki, kimse onun karşısında duramaz. Bu sefer Halid Uzza'nın üzerine yürüdü ve balta ile burnunu kırdı. Onların Halid'i bu şekilde korkutmaları Peygamber (sav)'ı korkutmaları demekti. Çünkü Halid'i bu işi yapmak üzere görevlendiren Peygamber idi.
Âyet-i kerimenin kapsamına kendi çokluklarını ve güçlü olduklarını ileri sürerek Peygamber (sav)'ı korkutmaları da girmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Yoksa onlar: Biz birbirine yardım eden bir topluluğuz mu diyorlar?" (el-Kamer, 54/44)
"Allah kimi saptırırsa, onu doğru yola ileten bulunmaz" buyruğu daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Allah kime hidayet verirse, onu da saptıracak olmaz. Allah muhakkak galib ve" kendisine ve rasûllerine düşmanlık eden kimselerden "intikam alıcı değil midir?" [44]
38. Andolsun ki onlara: "Göklerle yeri kim yarattı?" diye sorsan, elbette: "Allah" diyeceklerdir. De ki: Bana haber verin, Allah'tan başka şu İbadet ettikleriniz eğer Allah bana bir zarar vermek di-Jese, onlar Onun zararını giderecekler mi? Veya bana bir rahmet dilerse, onlar o rahmetini tutabilirler mi?" De ki: "Bana Allah yeter. Tevekkül edecekler yalnız O'na güvenip dayanır."
39. De ki: "Ey kavmim! Haliniz üzere yapabileceğinizi yapın, doğrusu ben de yapacağım. Pek yakında bileceksiniz;
40. "Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve kalıcı azabın kimin üzerine ineceğini."
41. Şüphesiz ki Biz sana kitabı insanlar için hak ile indirdik. Artık kim hidayet bulursa kendi lehine, kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.
"Andolsun ki" ey Muhammed "onlara: Göklerle yeri kim yarattı, diye sorsan, elbette: "Allah" diyeceklerdir" buyruğu ile yüce Allah şunu açıklamaktadır: Bunlar putlara ibadet etmekle birlikte yaratıcının yüce Allah olduğunu kabul etmektedirler. Yaratıcı Allah olduğuna göre Allah'ın yaratılmış varlıkları olan kendi ilâhları ile seni nasıl olur da korkutabilirler? Halbuki sen onları, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın Rasûlüsün.
"De ki: Bana haber verin." Ey Muhammed! Sen onların bu gerçeği itiraf etmelerinden sonra onlara: Bana haber verin, de. "Allah'tan başka şu ibadet ettikleriniz" yani bu putlar "eğer Allah bana bir zarar" zorluk, sıkıntı ve bela "vermek dilese, onlar O'nun zararını giderecekler mi veya bana bir rahmet" nimet ve bolluk "dilerse, onlar o rahmetini tutabilirler mi?"
Mukatil dedi ki: Peygamber (sav) onlara bu soruları sordu, onlar ise cevab vermeyip sustular.
Başkası da şöyle demiştir: Allah'ın takdir ettiği hiçbir şeyi bu putlar geri çeviremezler. Ancak putlar şefaat edebilirler, diye cevab verdiler. Bunun üzerine: "De ki bana Allah yeter" buyruğu indi. İfadelerin delâleti dolayısıyla yani onlar: Hayır hiçbir zararı gideremezler, hiçbir rahmeti önleyemezler, diyeceklerdir şeklindeki cevabı ayrıca zikretmemiştir.
Sen "de ki: Allah bana yeter" yani ben O'na güvenip dayandım demektir. "Tevekkül edecekler yalnız O'na güvenip dayanır." Tevekküle dair açıklamalar daha önceden (Al-i İmran, 3/122. âyetin tefsirinde ve 159- âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Nafî', İbn Kesir ve Asım dışında Kufeliler: " Onlar O'nun zararını giderecekler..." şeklinde ("te" harfini) tenvinsiz okumuşlardır. Ebu Amr ve Şeybe ise -ki el-Hasen ve Asım'ın bilinen kıraati de budur. Onlar O'nun zararını giderecekler mi" diye ve Onlar o rahmetini tutabilirler" şeklinde aslına uygun olarak tenvinli okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim'in tercih ettiği okuma şek-li de budur. Çünkü bu gelecek zaman anlamını ihtiva eden bir ism-i faildir. Durum böyle olduğu takdirde tenvinli okumak daha güzeldir. Şair de şöyle demiştir:
"Evlerinden uzaklaştırmak için Umeyr'i geceleyin vuranlar, Ki o gün Umeyr zalim ve haksız birisi idi."
Şayet mazi anlamında kullanılmış ise sadece tenvinli okumak caiz olur. Tenvinin hazfedilmesi de tahkik için yapılır. Eğer tenvin hazfedilecek olursa, o takdirde iki isim arasında herhangi bir perde kalmaz ve bu durumda ikincisi izafet dolayısıyla mecrur gelir. Arapçada tenvinin hazfi çokça görülen ve güzel bir şeydir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: " Kabe'ye ulaştırılacak bir hediye kurbanı." (el-Maide, 5/95); "Gerçekten Biz o dişi deveyi göndericileriz..." (el-Kamer, 54/27) diye buyurmuştur. Sibeveyh de şöyle demektedir: Yüce Allah'ın: " Avlanmayı helal saymaksızın" (el-Maide, 5/1) buyruğu da bunun gibidir. Sibeveyh şu beyiti de zikretmektedir:
"Sen bizim ihtiyacımızı görmek için bir dinar gönderen misin? Yahut Avn b. Mihrak'ın kardeşi olan bir efendinin kölesi mi?"
Nabiğa da şöyle demiştir:
"O kabilenin hanımının verdiği hüküm gibi hükmet ki baktığında, Azıcık suya ge/en ve yo/cfan bükülen güvercinlere baktığında
(güzel hüküm vermişti)."
Burada anlam şeklinde olup tenvin hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın: “Onlar onun zararını giderecekler (mi)" buyruğu da bunun gibidir.
"De ki: Ey kavmim! Haliniz üzere yapabileceğinizi yapın. Doğrusu ben de" imkânım üzere yani bence mümkün olan şekliyle "yapacağım. Pek yakında bileceksiniz..."
Ebu Bekir "haliniz üzere" anlamındaki buyruğu: "İmkanlarınız " diye okumuştur. Daha önceden el-En'am Sûresi'nde (6/135- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Kendisini rezil edecek azabın" yani dünyada kendisini hakir ve zelil kı-irıcak azabın -ki bu açlık ve kılıç ile olacaktır- "kime geleceğini ve" âhiret-te "kalıcı azabın kimin üzerine ineceğini (pek yakında bileceksiniz)."
"Şüphesiz ki Biz sana kitabı insanlar için hak ile indirdik. Artık kim hidayet bulursa kendi lehine, kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin." Bu âyet-i kerimi, ile ilgili açıklamalar daha önceden yeteri kadarıyla birkaç yerde (mesela Yunus. 10 108. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [45]
42. Allah, ölümleri vaktinde ruhları alır. Ölmeyeninkini de uykusunda (alır). Hakkında ölüm hüküm ettiğini tutar, diğerini ise bir süreye kadar salıverir. Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için âyetler vardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
"Allah ölümleri vaktinde ruhları alır." Yani ecelleri bittiği sırada ruhları O alır.
"Ölmeyeninkini de uykusunda" buyruğu hakkında farklı görüşler vardır. Ruhları cesetlerinde kalmakla birlikte, tasarruftan onları alıkoyar diye açık-.anmıştır.
"Hakkında ölüm hüküm ettiğini tutar, diğerini ise belirli bir süreye kadar salıverir." Salıverdiği, uykuda olandır. Onu ölüm vakti gelinceye kadar tasarrufta bulunmak üzere serbest bırakır. Bu açıklamayı İbn İsa yapmıştır.
el-Ferra şöyle demiştir: Yani uykusunda ölmeyeninkini eceli bitliği vakil lır. Bazan uyuması onun ecelinin bitmesi yani vefatı olur. Bu açıklamaya iure ifadenin takdiri şöyle olur: Ölmeyenin vefalı (ölümü) ise onun uyumazdır.
İbn Abbas ve diğer müfessirler şöyle demişlerdir: Ölü ve dirilerin ruhla-n uykuda biraraya gelir, Allah'ın dilediği ruhlar birbirlerini tanırlar. Yüce Allaha hepsinin bedenlere dönmesini istediği vakit o zaman ölülerin canlarını vanında alıkoyar, dirilerin ruhlarını bedenlerine geri gönderir.
Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Yüce Allah ölümleri halinde ölenlerin ruhlarını alır. Hayatta olanların da uyumaları halinde ruhlarını alır. Allah dilediği kadar birbirleriyle tanışırlar. "Hakkında ölüm hükmettiğini tutar, diğerini ise... salıverir." Yani iade eder.
Ali (r.a) dedi ki: Uyuyan kimsenin ruhu geri gönderilmeden önce semada iken gördüğü şeyler sadık rüyadır. Geri bırakıldıktan ve henüz cesedine girip yerleşmeden önce gördüğü şeyler ise şeytanın telkinidir ve şeytan ona batıl şeyleri hayal olarak gösterir. İşte yalan çıkan rüya da budur.
İbn Zeyd dedi ki: Uyku da bir vefat (ölüm)dür, ölüm de bir vefattır. Peygamber (sav)'dan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Uyuduğunuz gibi öleceksiniz, uykudan uyandırıldığınız gibi de diriltileceksiniz.'[46]
Ömer (r.a): Uyku ölümün kardeşidir, demiştir. Ayrıca bu Cabir b. Abdullah yoluyla merfu bir hadis olarak da rivayet edilmiştir: Ey Allah'ın Rasûlü! Cennet ehli uyurlar mı? diye sormuşlar, o da: "Hayır, uyku ölümün kardeşidir. Cennette ise ölüm yoktur." diye buyurmuştur. Bu hadisi Darakutnî rivayet etmiştir. [47]
İbn Abbas dedi ki: Âdemoğlunda bir nefis, bir de ruh vardır. Her ikisi arasında güneş ışığı gibi bir şey vardır. Nefis, akıl ve ayırdetme gücünün kendisinde bulunduğu şeydir. Ruh ise nefsin ve harekete getirmenin bulunduğu şeydir. Kul uykuya daldı mı Allah onun nefsini kabzeder, fakat ruhunu kabzetmez.
İbnu'l-Enbarî ve ez-Zeccac'ın kabul ettiği görüş de budur. el-Kuşeyrî Ebu Nasr dedi ki: Ancak bu uzak bir ihtimaldir, çünkü âyet-i kerimeden anlaşılan her iki halde de alınan canın aynı şey olduğu şeklindedir. Bundan dolayı yüce Allah: "Hakkında ölüm hüküm ettiğini tutar, diğerini ise belirli bir süreye kadar salıverir" diye buyurmuştur. O halde yüce Allah hem uyku halinde, hem ölüm halinde ruhu kabzeder. Uyku halinde kabzettiği şeyin anlamı adeta alıkonulmuş bir şeymiş gibi, onu tasarruftan alıkoyan şeyler ile onun üstünü örtmesi demektir. Ölüm halinde alıp tuttuğunu ise yanında alıkor ve kıyamet gününe kadar serbest bırakmaz. Yüce Allah'ın: "Diğerini ise... salıverir" buyruğu ise onu alıkoyan engeli ortadan kaldırır ve eski haline döner, demektir. O halde uyku esnasında canların alınması, hissetmenin ortadan kaldırılması ve gaflet halinin yaratılması, idrak mahalli olan yerde de idraksizliğin var edilmesidir. Ölüm halinde canın alınması ise ölümün yaratılması ve duyuların tamamiyle ortadan kaldırılması ile olur.
"Hakkında ölüm hüküm ettiğini tutar" bu ise onda idraki yaratmaması suretiyle olur. Çünkü onda ölüm halini yaratmış bulunmaktadır. [48]
"Diğerini ise..." his ve duyuları ona geri iade etmek suretiyle "salıverir."
İnsanlar bu âyet-İ kerimeden hareketle -belirttiğimiz gibi- nefs ve ruh aynı şey midir, ayrı şeyler midir? hususunda farklı kanaatlere sahihtirler. Ancak daha kuvvetli görünen her ikisinin aynı şey olduklarıdır. Sahih eserlerin (rivayetlerin) bu hususta zikredeceğimiz üzere- delâlet edip gösterdiği de budur. Bunlardan birisi Um Seleme yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir. Dedi ki: Rasûlullah (sav) Ebu Seleme'nin yanına girdi. O sırada gözü açıktı, gözlerini kapattı, sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz ruh kabzedildiğinde göz arkasından ona bakar. " [49]
Ebu Hureyre'den de şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "İnsan öldüğünde gözünün kaydığını görmez misiniz?" Devamla buyurdu ki: "İşte bu, gözünün nefsine tabi olduğu (arkadan izlediği) bir zamandır. [50]Bu iki hadisi de Müslim rivayet etmiştir.
Yine Ebu Hureyre'den gelen rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Melekler (can çekişen kimsenin) yanında hazır bulunurlar. Eğer kişi salih birisi ise: Ey hoş ve güzel olan nefis, çık derler ki bu nefis hoş ve temiz bir bedende idi. Övülmüş olarak çık ve sana rahat ve hoş kokular ile ga-zab etmeyen, hoşnut olan bir Rabbin (huzuruna gideceğin) müjdesini veriyoruz. Bu sözler ona bedenden çıkıncaya kadar söylenir, durur. Sonra da o ruh semaya yükseltilir... [51]
Bu hadisi -ki isnadı da sahihtir- İbn Mace rivayet etmiştir. Biz de bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.
Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Mü'minin ruhu (bedeninden) çıktı mı iki melek onu karşılar ve onu (semaya) yükseltirler"[52] deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.
Bilal de "Vadi hadisi" diye bilinen hadiste şunları söylemektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! Senin nefsini alan benim nefsimi de aldı. Rasûlullah (sav) -Zeyd b. Hadî Eşlem yoluyla gelen hadiste- bu hususta ona şöyle cevab verdiği kaydedilmektedir: "Ey insanlar! Şüphesiz Allah bizim ruhlarımızı kabzetmiş bulunmaktadır. Eğer dileseydi, bu zamandan başka bir vakitte onları bize geri çevirirdi." [53] [54] [55]
Ruh hakkında sahih olan onun maddi cisimler ile iç içe girmiş, latif bir cisim olduğudur. Bu cisim (bedenden) çekilir, çıkartılır. Kefenlerine sarılır ve giydirilir. Onunla semaya çıkılır, ne ölür, ne yok olur. Ruh başlangıcı olup sonu olmayan şeylerdendir. Ruhun iki gözü, iki eli vardır. Kimisinin kokusu hoş, kimisininki kötüdür. Ebu Hureyre yolu ile gelen hadiste belirtildiği gibi.
Bütün bunlar ise arazların değil, cisimlerin sıfatıdır. Bizler bütün bu hususlara dair haberleri "et-Tezkira bi Ahvani'l-Mevta ve Umuri'l-Ahira" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Nitekim yüce Allah da: "Hele (o can) bir boğaza gelince" (el-Vakıa, 56/83) diye buyurmaktadır. Nefsin (canın) vücuttan çıkış noktasına geldiğinde demektir. Bu ise cismin bir sıfatıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [56]
Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiklerine göre Ebu Hureyre Rasûlullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Sizden herhangi bir kişi yatağına girecek oldu mu elbisesinin iç tarafı ile yatağını silkelesin, Allah'ın adını ansın (besmele çeksin). Çünkü o kendisinden sonra yatağına neler geldiğini bilemez. Yatmak istedi mi sağ yanı üzere yatsın ve: Rabbim seni eksikliklerden tenzih ederim. Rabbim senin (adın) ile yanımı (yatağa) koydum. Senin (adın) ile kaldıracağım. Eğer canımı (nefsimi) alıkoyarsan, ona (günahını) bağışla.” [57]
Buhârî, İbn Mace ve Tirmizî ise "ona (günahını) bağışla" yerine "ona merci) hamet buyur" diye rivayet etmişlerdir.
(Devamı da şöyledir): " Eğer salıverirsen salih kullarını ne ile koruyor isen, onu da onlarla koru." (der). [58]
Tirmizî ayrıca şunu ilave etmektedir: Uyandığı vakit de şöyle desin: "Bedenimde bana afiyet veren ve ruhumu bana geri verip kendisini zikretmem için bana izin veren Allah'a hamdolsun."[59]
Buharı de Huzeyfe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) gece uyumak üzere yatağına çekildi mi elini yanağının altına koyar, sonra da: "Allah'ım, Senin adınla ölüyor ve dinliyorum" derdi. Uyandı mı da: " Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamdolsun. Öldükten sonra diriliş de O'na olacaktır" derdi. [60]
"Hakkında ölüm hükmettiğini tutar" anlamındaki buyruk genel olarak: şeklinde faili (Allah) olup "ölüm" anlamındaki lafız da (meful olarak) nasb ile okunmuştur. "Allah'ın hakkında... hükmettiği" demek olur. Ebu Hatim ile Ebu Ubeyd'in tercih ettiği okuyuş şekli budur. Çünkü âyetin başında yüce Allah: "Allah... ruhları alır" diye buyurmaktadır. Onlar hakkında hüküm veren de O'dur.
el-A'meş, Yahya b. Vessab, Hamza ve el-Kisaî ise meçhul bir fiil olarak: " Hakkında ölüm hükmü verilen" diye okumuşlardır, en-Nehhas şöyle demiştir: Anlam birdir. Şu kadar var ki birinci kıraat daha açık ve anlaşılırdır, ifadenin akış ve insicamına da daha uygundur. Çünkü hepsi de icma ile: "Salıverir" diye okumuşlar ve; "Salıverilir" diye okumamışlardır.
Âyet-i kerimede yüce Allah'ın kudretinin büyüklüğüne ve uluhiyette tek ve eşsiz olduğuna, O'nun dilediğini yaptığına, hayat verip öldürdüğüne ve bütün bunlara O'ndan başka hiçbir kimsenin güç yetirmediğine dikkat çekilmektedir.
"Muhakkak bunda" yani yüce Allah'ın ölenin ve uyuyanın canını alıp uyuyanın canını salıverip ölenin canını alıkoymasında "iyice düşenen bir topluluk için âyetler (belgeler) vardır."
el-Esmaî dedi ki: Ben Mu'temir'i şöyle derken dinledim: İnsanın ruhu bir yün ipliği yumağına benzer. Ruh serbest bırakılır ve gider. Sonra tekrar serbest bırakılır, sonra sarılmaya başlanır, sonra gelir (bedene) girer. O halde âyetin anlamı uyku halinde ruhtan bir parça serbest bırakılır, fakat onun büyük bir bölümü yine beden ile bitişiktir ve ondan çıkan bölüm ile de ilişkisi gizli bir ilişkidir. Kişi uyandı mı ruhunun (bedende kalmış olan) büyük bölümü onun dışarı çıkan bölümünü geri çeker, o da geri döner demektir. Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmuştur: "Bir de sana ruhu soruyorlar. Deki: Ruh Rabbimin emrindendir." (el-İsra, 17/85) Yani onun gerçek mahiyetini Allah'tan başkası bilemez. Bu daha önce el-İsra Sûresi'nde (17/85. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [61]
43. Yoksa onlar Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Ya onlar bir şeye malik olmasalar ve akıl erdirmeseler de mi?"
44. De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerle yerin mülkü yalnız O'nundur. Sonra O'na döndürülürsünüz."
45. Allah bir olarak anılsa, âhirete inanmayanların kalbleri tiksinir. Ondan başkası anılsa, hemen yüzleri güler.
"Yoksa onlar Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler?" Aksine onlar Allah'tan başka putları şefaatçi edindiler, demektir. İfadede: olumsuzluk edatını ihtiva eden bir anlam da vardır. Yani: "Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için âyetler vardır." (42. ayet) Ancak onlar düşünmediler, bunun yerine kendi putlarını şefaatçiler edindiler.
"De ki: Ya onlar bir şeye malik olmasalar..." Yani ey Muhammed onlara de ki: Bunlar şefaat namına hiçbir şeye sahib olamasa;ar"ve" cansız oldukları için"akıl erdirmeseler de mi?" Yine onları şefaatçi edinecek misiniz? Bu, inkâr anlamını ihtiva eden bir sorudur.
"De ki: Bütün şefaat Allah'ındır." Bu buyruk, şefaatin yalnızca Allah'a ait olduğu hususunda açık bir nasstır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun izni olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir?" (el-Bakara, 2 255) O halde O, izin vermedikçe hiçbir kimse şefaatçi olamaz. "Onun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler." (el-Enbiya, 21/28)
"Bütün" hal olarak nasbedilmiştir. "Bütün" ancak iki ve daha fazlası hakkında kullanılır, şefaat ise bir tanedir diye sorulacak olursa, şöyle ce-vab verilir: Şefaat mastardır, mastar ise iki ve çoğul hakkında da kullanılır.
"Göklerle yerin mülkü yalnız O'nundur. Sonra O'na döndürülürsünüz."
"Allah bir olarak anılsa" buyruğundaki "bir olarak" anlamındaki: el-Halil ve Sibeveyh'e göre mastar olarak nasbedilmiştir. Yunus'a göre ise hal olarak nasbedilmiştir.
"Tiksinir" lafzını el-Müberred: Kalbleri sıkılır ve rahatsız olur diye açıklamıştır. İbn Abbas ve Mücahid'in görüşü de budur. Katade de şöyle açıklamıştır: Nefret eder, büyüklük taslar, kâfir olur, asileşir. el-Müerric de: İnkâra sapar diye açıklamıştır. "Tiksinme"nin asıl anlamı nefret etmek ve sapmak, uzaklaşmak demektir. Amr b. Külsunı dedi ki:
"Mızrakları düzeltmek için kullanılan tahta parçası ona değdi mi,
O nefret eder,
Ve onlara karşı büyük bir sertlik, şiddet ve itmek ile karşı koyar (kimse bizi düzeltmeye kalkışırsa başaramaz, karşı koyarız demek istemektedir)."
Ebu Zeyd de şöyle demiştir: " Adanı korkudan dehşete kapıldı" demektir. İşte müşriklere de "la ilahe ilallah: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur" denildi mi bundan nefretle uzaklaşır ve küfre saparlardı.
"O'ndan başkası anılsa" bununla putlar kastedilmektedir. Şeytan Peygamber (sav) en-Necm Sûresi'ni okuduğu esnada peygamberin okuması arasına: "Ve işte bunlar üstün putlardır ve şüphesiz onların şefaatleri umulur" sözlerini telkin etmişti. (Bk. el-Hac, 22/52. âyetin tefsiri) Müfessirler topluluğu bu açıklamayı yapmıştır.
"Hemen yüzleri güler." Sevinç ve neşe yüzlerinde belirir. [62]
46. De ki: Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen Allah'ım. Ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında Sen hüküm vereceksin.
47. Eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir o kadarı daha zulmedenlerin olsa kıyamet gününde azabın şiddetinden (kurtulmak için) onları muhakkak fidye vererek kurtulmak isteyeceklerdi. Halbuki Allah'tan ummadıkları şey kendilerine görünür.
48. Kazandıkları amellerin fenalıkları kendilerine görünecek ve alaya aldıkları şey onları çepeçevre sarıp kuşatacaktır.
"Deki: Ey gökleri ve yeri yaratan" buyruğıındaki: " Yaratan'" lafzının nasb ile gelmesi muzaf bir nida oluşundan dolayıdır. "Gizliyi ve açığı bilen" anlamındaki lafızlar da böyledir. Sibeveyh'e göre bunun sıfatı olması da caiz değildir.
"Allah'ım, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında Sen hüküm vereceksin." Müslim'in Sahih'inde yer alan rivayete göre Ebu Seleme b. Abdurrahman b. Avf şöyle demiştir: Âişe (r.anha)'ya Peygamber (sav) geceleyin namaza kalktı mı namazının başında ilk olarak ne okurdu? diye sordum, şöyle dedi: Geceleyin namaza kalktı mı namazına şu sözleri söyleyerek başlardı: "Cebrail'in, Mikail'in ve İsrafil'in Rabbi olan Allah'ım, ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında Sen hüküm vereceksin. Hakkında ihtilafa düşülmüş hususa iznin ile beni doğruya ilet. Şüphesiz ki Sen dilediğin kimseyi dosdoğru yola iletirsin." [63] er-Rabî b. Haysem, el-Huseyn b. Ali (r.anhum)'in şehid edildiği haberini alınca, yüce Allah'ın: "Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen Allah'ım! Ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında Sen hüküm vereceksin" âyetini okudu.
Said b. Cübeyr de şöyle demiştir: Ben öyle bir âyet biliyorum ki her kim o âyeti okur da Allah'tan bir şey isterse, mutlaka o istediğini ona verir. (Bu) yüce Allah'ın: "De ki: Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen Allah'ını. Ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kullarının arasında Sen hüküm vereceksin" buyruğudur.
"Eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir o kadarı daha zulmedenlerin" yani yalanlayıp şirk koşanların "olsa, kıyamet gününde azabın şiddetinden" yani o günün kötü azabından... Buna dair açıklamalar daha önce Al-i İmran Sûresi'nde (3/91. âyetin tefsirinde) ve Rad Sûresi'nde (13/18. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Halbuki Allah'tan ummadıkları şey kendilerine görünür." Bu hususta gelmiş rivayetlerin en değerlisi Mansur'un, Mücahid'den şöyle dediğine dair yaptığı rivayettir: Bunlar güzel ve hasenat olduğunu vehmettikleri birtakım ameller işlediler, onların hep günah ve seyyiat olduklarını gördüler, es-Süddî de böyle demiştir.
Bir başka açıklamaya göre onlar ölümden önce tevbe edeceklerini vehmettikleri birtakım ameller işlediler. Fakat tevbe etmeden önce ölüm gelip onlara yetişti. Onlar tevbe ile kurtulacaklarını zannediyorlardı.
Tevbesiz olarak günahlarının bağışlanacağı vehmine kapılmış olmaları da mümkündür. Fakat "Allah'tan ummadıkları şey kendilerine görünür." Bu ummadıkları şey ise cehennem ateşine girmektir.
Süfyan es-Sevrî bu âyet-i kerime hakkında şöyle demiştir: Vay riyakarların haline, vay riyakarların haline! Bu âyet onlar hakkındadır, burada anlatılan onların durumudur.
İkrime b. Ammar dedi ki: Muhammed b. el-Münkedir ölümü esnasında oldukça korktu, dehşete kapıldı. Ona: Bu korku ve dehşet neden? diye sorulunca şöyle dedi: Allah'ın kitabındaki şu âyetten dolayı korkuyorum: "Halbuki Allah'tan ummadıkları şey kendilerine görünür." Ben daha önce ummadığım şeylerin bana görüneceğinden korkuyorum.
"Kazandıkları amellerin fenalıkları" yani işledikleri küfür ve masiyet-lerin cezası "kendilerine görünecek." Karşılarına çıkacak "ve alaya aldıkları şey onları çepeçevre sarıp kuşatacaktır" üzerlerine inecektir. [64]
49. İnsana bir zarar dokunduğunda Bizi çağırır. Sonra Biz ona tarafımızdan bir nimet lütfedersek: "Bu bana ancak bilgi(m)den dolayı verilmiştir" der. Bilakis o bir imtihandır. Fakat onların çoğu bilmezler.
50. Gerçekten onlardan önce geçenler de bunu demişlerdi, ama onların kazandıkları şeyler kendilerine fayda vermedi.
51. Sonunda da kazandıkları o amellerin kötülükleri kendilerine gelip çattı. Bunlardan zulmedenleri de kazandıklarının kötülükleri yakında gelip bulacaktır.
52. Bilmezler mi ki muhakkak Allah rızkı dilediği kimseye yayar ve kısar. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için âyetler vardır.
"İnsana bir zarar dokunduğunda Bizi çağırır." Bu buyruğun Huzeyfe b. el-Muğire hakkında indiği söylenmiştir.
"Sonra Biz ona tarafımızdan bir nimet lütfedersek, bu bana ancak bil-gi(m)den dolayı verilmiştir, der." Katade dedi ki: Buradaki "bilgiden dolayı" benim çeşitli kazanç yollarını bilmemden ötürü diye açıklamıştır. Yine ondan gelen bir açıklamaya göre bendeki bir hayırdan ötürü (bana verilmiştir) diye açıklamıştır. Bir başka açıklamaya göre "bilgiden dolayı" yani Allah'ın benim üstünlük ve faziletimi bilmesinden ötürü demektir. el-Hasen de şöyle demiştir: "Bilgiden dolayı" Allah'ın bana öğretmiş olduğu bilgiden dolayı demektir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: O dedi ki: Artık ben şunu biliyorum ki; bu dünya hayatında bana verildiğine göre, Allah nezdinde benim önemli bir yerim var demektir.
Bunun üzerine yüce Allah: "Bilakis o bir imtihandır" diye buyurmaktadır. Yani aksine sana verilmiş bulunan bu nimetler kendisi vasıtasıyla sınandığın bir fitne (imtihan)dır.
el-Ferra dedi ki: Buradaki: "O" zamirinin müennes gelmesi "fitne (imtihan)" lafzının müennesliğinden dolayıdır. Eğer: "Hayır o bir imtihandır" şeklinde (müzekker zamir ile) gelmiş olsaydı, yine caiz olurdu. en-Nehhas dedi ki: İfade: Hayır, bu sana bir fitne (imtihan) olmak üzere verilmiştir, takdirindedir.
"Fakat onların çoğu bilmezler" yani yüce Allah kendilerine mal ve servet verdiği takdirde bunun bir sınama olduğunu bilmezler.
"Gerçekten onlardan önce geçenler" Karun ve daha başkaları arasından "bu ancak bana bendeki bir ilim dolayısıyla verilmiştir" (el-Kasas, 28/78) diye söyleyen onlardan önceki kâfirler "de bunu demişlerdi."
Bu buyruktaki: " Bunu demişlerdi" buyruğundaki zamirin müennes gelmesi (söylenen söz anlamındaki "kelime")nin müennesliğinden ötürüdür.
"Ama onların kazandıkları şeyler kendilerine fayda vermedi" buyruğundaki; " ...me" red ve inkâr içindir, yani onların mallarının, çoluk-ço-cuklarının Allah'ın azabına karşı hiçbir faydası olmadı. Bunun; "mallarının kendilerine faydası ne oldu?" anlamında olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu edat soru edatı olur.
"Sonunda da kazandıkları o amellerin kötülükleri" yani kötü amellerinin cezası -çünkü bazan kötülüğün cezası (seyyie)na da kötülük (seyyie) denilir- "kendilerine gelip çattı. Bunlardan" bu ümmetten "zulmedenleri" şirk koşanları"de kazandıklarının kötülükleri" açlık ve kılıç "yakında gelip bulacaktır. Onlar" Allah'ı "aciz bırakamazlar" azabından kurtulamazlar, önüne geçemezler. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-En'am, 6/134. âyetin tefsiri ile Yunus, 10/53- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Bilmezler mi ki muhakkak Allah rızkı dilediği kimseye yayar ve kısar. Şüphesiz bunda inanan bir topluluk için âyetler vardır." Özellikle mü'min-leri sözkonusu etmiştir. Çünkü âyetler üzerinde iyiden iyiye düşünen ve onlardan yararlananlar onlardır. Rızkın genişliğinin kimi zaman bir tuzak ve bir istidrâc olduğunu, kısılmasının da yükseklik ve ecri büyütmek için verildiğini yalnız onlar bilirler. [65]
53. De ki: "Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder." Muhakkak O, çok çok mağfiret edendir, rahmet edendir.
54. Size azab gelmezden önce Rabbinize dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım olunmaz.
55. Farkında olmadan ansızın azab size gelmezden önce Rabbi-nizden size indirilenin en güzeline uyun.
56. Ta ki kimse: "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vay benim halime ve gerçekten ben alay edenlerdendim" demesin.
57. Veya: "Eğer Allah bana hidayet etse idi. Elbette takvalılardan olurdum." demesin;
58. Ya da azabı gördüğünde: "Eğer benim için bir dönüş imkânı olsaydı, ihsan edicilerden olurdum" demesin.
59. "Hayır, sana âyetlerim gerçekten gelmiş idi. Sen ise onları yalanlamış, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuş idin."
"De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin!" buyruğunda yer alan: "Ey kullarım" buyruğunda arzu edilirse "ya" hazfedilebilir. Çünkü nida hazf yerlerindendir.
en-Nehhas dedi ki: Bu hususta gelmiş en değerli rivayetlerden birisi de Mu-hammed b. İshak'ın Nafî'den, onun İbn Ömer'den, onun Ömer'den şöyle dediğine dair yaptığı şu rivayettir: Biz hicret etmek üzere karar verince, ben ile Hişam b. el-As b. Vail es-Sehmî ile Ayyaş b. Ebi Rabia b. Utbe ile sözleştim ve buluşma yerimiz Ğıfaroğulları suyu olsun, dedik. Ayrıca şunu da söyledik: Bizden geciken olursa, onun alıkonulmuş olduğunu bileceğiz, diğerleri yollarına devam etsin. Sabah ben ile Ayyaş b. Utbe buluştuk, Hişam ise yanımıza gelemedi. Onun fitneye (azab ve işkenceye) maruz kaldığını öğrendik. O da bu fitneye boyun eğdi. Medine'de iken şöyle diyorduk: Bunlar aziz ve ce-lil olan Allah'ı tanıdılar, Rasûlü (salat ve selam ona)ne iman ettiler. Sonra da başlarına gelen bir bela dolayısıyla fitneye düştüler (dinlerinden döndüler). Onların tevbelerinin kabul edilebileceği görüşünde değiliz. Kendileri de kendi kendilerine böyle diyorlardı. Fakat yüce Allah Kitabında: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" buyruğundan "...büyüklük taslayanlara cehennemde yer mi yok?" buyruğuna kadar olan bölümleri indirdi. Ömer dedi ki: Ben bunları kendi ellerimle yazdıktan sonra Hişam'a gönderdim. Hişam dedi ki: Âyetler bana ulaşınca, onları alıp Zu Tuva'ya çıktım ve şöyle dedim: Allah'ım, Sen bu buyrukları anlamamı sağla. Anladım ki bu buyruklar bizim hakkımızda inmiştir. Sonra geri döndüm, deveme bindim, Rasûlullah (sav)'a kavuştum.
Said b. Cübeyr'den de İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müşriklerden bir topluluk çokça kişi öldürmüş, çokça zina etmişlerdi. Peygamber (sav)'a ya şöyle dediler, yahutta ona şöylece haber gönderdiler: Senin kendisine davet ettiğin şey, hiç şüphesiz güzel bir şeydir. Tevbe edersek, tevbemiz kabul olur mu dersin? Bunun üzerine aziz ve celil olan şu: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım..." âyetini indirdi. Bunu Bu-hârî bu manada rivayet etmiştir. [66]Bu el-Furkan Sûresi'nin sonlarında (25/68-69- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu âyet-i kerime Mekkeliler hakkında inmiştir. Onlar şöyle demişlerdi: Muhammed putlara tapan, Allah'ın haram kıldığı canı öldüren kimsenin günahının bağışlanmayacağını söylüyor. Peki nasıl hicret edelim? Nasıl müslüman olalım? Biz hem Allah ile birlikte başka ilâha ibadet ettik, hem Allah'ın haram kıldığı canı öldürdük. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. [67]
Bir başka açıklamaya göre bu âyet-i kerime ibadet hususunda kendi aleyhlerine aşırıya gitmiş ve cahiliye döneminde işlemiş oldukları birtakım günahlar dolayısıyla bu ibadetlerinin kabul olunmayacağından korkmuş birtakım müslümanlar hakkında inmiştir.
Yine İbn Abbas ve Ata şöyle demiştir: Âyet-i kerime Hamza (r.a)'ın katili Vahşi hakkında inmiştir. Çünkü Allah'ın onun müslüman olmasını kabul etmeyeceğini zannetmişti. İbn Cüreyc'in Ata'dan, onun İbn Abbas'tan rivayetine göre ise İbn Abbas şöyle demiştir: Vahşi Peygamber (sav)'a gelerek: Ey Muhammed, ben sana himaye istiyerek geldim. Allah'ın kelamını dinleyin-ceye kadar beni himayene al, dedi. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Ben seni himayesiz olarak görmek isterdim. Fakat madem benden himaye isteyerek geldin, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar seni himayeme alıyorum" dedi. Vahşi dedi ki: Ben Allah'a ortak koştum, Allah'ın haram kıldığı canı öldürdüm, zina ettim. Allah benim tevbemi kabul eder mi? Rasûlullah (sav); "Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler. Hak ile olması dışında Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de öldürmezler, zina da etmezler" (el-Furkan, 25/68) âyet-i kerimesi sonuna kadar nazil oluncaya kadar sustu. Sonra bu âyeti Vahşi'ye okudu. Vahşi ben burada bir şart koşul-duğunu görüyorum, belki ben salih bir amel işlemeyeceğim, Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar ben senin himayende kalmaya devam ediyorum. Bunun üzerine şu âyet-i kerime indi: "Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" (en-Nisa, 4/48 ve 116) âyeti indi. Onu çağırttırdı ve ona bu âyeti okudu. Bu sefer şöyle dedi: Belki ben mağfiret etmeyi dilemeyeceği kimselerdenim. Onun için Allah'ın kelamını dinleyinceye kadar senin himayende kalıyorum, dedi. Bu sefer: "Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin" âyeti nazil oldu. Bunun üzerine: Evet şimdi oldu, ayrıca herhangi bir şart koşulduğunu görmüyorum, dedi, sonra da müslüman oldu. [68]
Hammad b. Seleme, Sabit'ten, o Şehr b. Havşeb'den, o Esma'dan rivayet ettiğine göre Esma Peygamber (sav)'i: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder" ve bunlara aldırış etmez "Muhakkak o çok çok mağfiret edendir, rahmet edendir" buyruğunu ("ve aldırış etmez'" ilavesiyle birlikte) okurken dinledim.
İbn Mesud'un Mushafında ise "Allah dilediği kimseler için bütün günahları mağfiret eder" şeklindedir.
Ebu Cafer en-Nehhas dedi ki: Bu iki okuyuş da (Esma'nın naklettiğiokuyuş ile Abdullah b. Mesud'un mushafındaki okuyuş) tefsiri açıklamaya göredir. Yani Allah dilediğinin günahını bağışlar. Yüce Allah da kime bağışlamayı dileyeceğini bilmiştir. Bu ise tevbe eden veya küçük günah işlemekle birlikte büyük günahı bulunmayan kimsedir. Bununla tevbe eden kimseyi kastettiği de daha sonra gelen: "Size azab gelmezden önce Rabbinize dönün" buyruğu göstermektedir. O halde tevbe eden kimseye bütün günahları bağışlanacaktır. Buna da yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben tevbe eden... kimseye de çok çok mağfiret ediciyim" (Ta-Ha, 20/82) buyruğu delâlet etmektedir. Bunda açıklanamayacak bir taraf yoktur.
Ali b. Ebi Talib dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de şu: "De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." buyruğundan daha geniş bir âyet-i kerime yoktur. Bu husus daha önceden el-İs-ra Sûresi'nde (17/84. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Abdullah b. Ömer de dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de en çok ümit verici âyet-ı kerime bu âyet-i kerimedir. İbn Abbas ise onların bu sözlerine cevab vererek şöyle demektedir: Kur'ân-ı Kerîm'de en ümit verici âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Doğrusu Rabbin zulümlerine rağmen insanlara yine de mağfiret edendir" (er-Rad, 13/6) âyetidir. Bu husus daha önceden er-Rad Sûre-sinde (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Ümit kesmeyin" anlamındaki buyruk: şeklinde "nun" harfi esreli olarak okunduğu gibi, üstün olarak da okunmuştur. Buna dair açıklama daha önceden el-Hicr Sûresi'nde (15/55. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Size" dünya hayatında "azab gelmezden önce Rabbinize dönün" itaat :1e O'na yönelin. Yüce Allah şirkten tevbe eden kimselere mağfiret edeceğini açıkladıktan sonra tevbe etmeyi ve kendisine dönmeyi emretmektedir. [69]İnabe" ihlas ile yüce Allah'a dönmek demektir. "Ve O'na teslim olun" kaide boyun eğin, emirlerine uyun. "Sonra size yardım olunmaz." Yani Onun azabından kimse sizi kurtaramaz.
Cabir (r.a)'ın rivayet ettiği hadise göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuş-rur: "Şüphesiz ki Allah'ın kişinin itaatte ömrünü uzatması ve ona dönüşü na->ib etmesi mutluluktandır/1' Kişinin amelde bulunup amelini beğenmesi ise bedbahtlıktandır.'"
"Farkında olmadan ansızın azab size gelmezden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun" buyruğunda geçen "indirilenin en güzeli" Kur'ân-ı Kerîm'dir. Onun hepsi güzeldir. Anlamı el-Hasen'in dediğine göre şöyledir: Ona itaate bağlanın, isyan etmekten uzak durun.
es-Süddî de şöyle demiştir: En güzel olan Allah'ın Kitab-ı keriminde emrettikleridir. İbn Zeyd de şöyle demiştir: Bunlar muhkem buyruklardır. Mü-teşabihin bilgisini ise onu bilene havale ediniz. Yine İbn Zeyd şöyle demiştir: Yüce Allah, Tevrat, İncil ve Zebur gibi kitabları indirdikten sonra Kur'ân-ı Kerîm'i indirdi ve ona uymayı emretti. En güzel olan odur, mucize olan odur.
Şöyle de açıklanmıştır: Bu (kitab, Kur'ân-ı Kerîm) en güzel olandır. Çünkü o (önceki kitabları) neshedici, bütün kitablar hakkında hüküm vericidir. Onun dışındaki diğer bütün kitablar ise neshedilmiştir.
Bunun affetmek olduğu da söylenmiştir, çünkü yüce Allah peygamberini affetmek ile kısas uygulamak arasında serbest bırakmıştır. Bir başka açıklamaya göre yüce Allah'ın Peygamber (sav)'a öğrettiği Kur'ân'dan olmayan şeyler, güzel şeylerdir. Kur'ân olarak vahyettikleri ise en güzel olandır.
Bir diğer açıklamaya göre geçmiş ümmetlerin haberlerine dair size indirilenlerin en güzeline (uyun), demektir.
"Taki... demesin" buyruğundaki " ...me..." nasb mahallindedir. Yani böyle demesi hoşuna gitmeyeceğinden böyle de(yecek duruma düş)me-sin demektir. Kufelilere göre ise: " Demesin" şeklinde; Basralılara göre ise: "Söyler diye korksun" takdirindedir.
Şöyle de açıklanmıştır: "Ta ki kimse... de"mesinden önce... demektir. Çünkü bundan önce de: "Azab size gelmezden önce" diye buyurulmuştur.
ez-Zemahşerî dedi ki: Şayet "kimse" anlamındaki lafız niçin nekre (belirtisiz) gelmiştir diye soracak olursan, derim ki: Çünkü bundan maksat bazı kimselerdir, bu da kâfirin nefsi (kâfir)dir. Bununla birlikte diğer kimselerden ayrı bir kimsenin kastedilmesi de mümkündür. Bunun kastedilmesi ise ya aşırı derecedeki küfründen ötürüdür, veya göreceği büyük azabtan dolayıdır. Bununla çokluk ve fazlalığın kastedilmiş olma ihtimali de vardır. el-A'şa'nın şu beyitinde olduğu gibi:
"Nice ağaçlık yer var ki eğer içine doğru seslenecek olsam, Bana başını silkeleyen öfkeli ve şerefli (pekçok kimse) gelir."
O bu sözleriyle şerefli tek bir kimseyi değil, kendisine yardım edecek kalabalıklar halinde şerefli kimselerin geleceğini kastetmektedir. Bunun ben-zeri de: " Nice ülkeler katettim, nice kahramanla çarpıştım" ifadeleridir. Bununla anlatılmak istenen çokluktan başkası değildir.Vay benim halime" buyruğunun aslı şeklindedir, ye'nin yerine "elif gelmiştir. Çünkü hem daha hafiftir, hem de istiğasede (yardım istemek halinde) sesi uzatmak imkânını daha çok verir. Kimi zaman bundan sonra bir "he" harfi getirdikleri de olur. el-Ferra şu beyiti nakletmektedir:
"Çok hızlı koşan bir eşeğe merhaba,
O geldi mi hemen onu su taşımaya yaklaştırırım."
Bazan "eliften sonra izafete delâlet etmek üzere "ye" harfini kattıkları da olur. Nitekim Ebu Cafer: (diye okumuştur. Burada sözü edilen "hasret" pişmanlık demektir.
"Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı" buyruğu ile ilgili olarak el-Hasen: Allah'a itaat hususundaki (kusurlarımdan dolayı) diye açıklamıştır, ed-Dahhak yüce Allah'ı anmaktaki kusurlarımdan dolayı diye açıklamış ve şöyle demiştir: Bundan da maksat Kur'ân-ı Kerîm ve gereğince amel etmektir.
Ebu Ubeyde dedi ki: "Allah'a karşı" Allah'ın mükâfatı hususundaki "kusurlarımdan dolayı" demektir.
el-Ferra da dedi ki: "Cenb (mealde karşı): yakınlık ve civarında bulunmak" demektir. Mesela: " Filan kişi filanın civarında yaşar" demektir. " Yakın komşuya" (en-Nisa, 4/36) buyruğunda da bu kökten gelen lafız kullanılmıştır. Buyruk: Yüce Allah'ın yakınlığını ve komşuluğunu aramaktaki kusurlarından dolayı anlamındadır ki; bu da cenneti istemekteki kusurdur.
ez-Zeccac da şöyle demiştir: Yüce Allah'ın beni kendisine davet ettiği ve Allah'ın yolunun kendisi olan o yolu izlemekteki kusurlarımdan dolayı hasretler olsun bana (vay benim halime)! demektir. Çünkü Araplar da bir şeye götüren, ulaştıran yola ve sebebe de "cenb" adını verirler. Mesela: "Senin için, senin hoşnutluğun için ben hiç de yutulmayacak lokmaları sıkıntı ile yuttum" denilir.
"Allah'a karşı" buyruğunun, yüce Allah'ın rıza ve sevabına ulaştıran cihet ve tarafta, anlamına geldiği de söylenmiştir. Araplar: " Cihet ve tarafa" da bu ismi verirler. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Bundan ötürü kalb bitkin bir şekilde bölündü, İnsanlar bir tarafta, emir bir tarafta."
Bununla insanların ayrı bir cihette, emirin ayrı bir cihette bulunduğunu kastetmektedir. İbn Arafe dedi ki: Bununla Allah'ın emirlerini terkettiğinden dolayı... demek istemektedir. Nitekim: "Ben bu işi ihtiyacım yanında (ihtiyacımdan dolayı) yapmadım" denilir. Şair Küseyyir de şöyle demiştir:
"Senin için yanan, parça parça olan bir ciğeri bulunan, Bir aşık hakkında Allah'tan korkmaz mısın?"
Mücahid de böyle demiştir. Allah'ın emirlerinden zayi ettiklerimden (yerine getirmediğimden) ötürü... demektir, diye açıklamıştır. Peygamber (sav)'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Bir adam bir mecliste oturur, bir yerde yürür, bir yerde yatar uzanır da orada aziz ve celil olan Allah'ın adını anmayacak olursa, mutlaka bu onun aleyhine kıyamet gününde bir hasret (sebebi) olacaktır. [70]" Bu hadisi Ebu Dâvûd bu manada rivayet etmiştir.
İbrahim et-Teymî dedi ki: Kıyamet gününde duyulacak hasletlerden (vay halime, dedirtecek şeylerden) birisi de kişinin Allah'ın dünya hayatında kendisine vermiş olduğu malı, başkasının mizanında görmesidir. Başkası o malı ondan miras almış ve o malı hak ile kullanmıştır. O bakımdan o malın ecrini o kimse almış, diğeri de onun günahını yüklenmiş olacaktır.
Yine hasret duyma sebeplerinden birisi de kişinin dünyada iken Allah'ın kendi hizmetine vermiş olduğu kölesinin yüce Allah'a daha yakın bir konumda olduğunu görmesi veya dünyada iken kör diye bildiği bir adamın kıyamet gününde görüyor olduğunu görüp kendisinin ise kör kılınmış olmasıdır.
"Ve gerçekten ben alay edenlerdendim." Ben ancak dünyada iken Kur'ân ile Rasûl ile Allah'ın gerçek dostları ile alay eden kimselerden idim.
Katade dedi ki: Böyle bir kimse yüce Allah'a itaati elden kaçırmakla kalmayarak itaat ehli ile alay dahi eder.
" Gerçekten ben...dim" hal olarak nasb mahallindedir. Ben alay ediyorken kusurlu hareket ettim veya alay etme halinde kusurlu hareket etım. demiş gibidir.
Şöyle de açıklanmıştır: Ben ancak alay, oyun, eğlence ve batıl içinde idim. Yani benim bütün yaptıklarım ancak yüce Allah'tan başkasına ibadet yolunda idi.
"Veya" bu kişi "eğer Allah bana hidayet etse idi" dininin yolunu bana gösterse idi "elbette" şirk ve masiyetlerden sakınan "takvalılardan olurdum, demesin." Buradaki: Şayet Allah bana hidayet vermiş olsaydı, ben de hidayet bulurdum, sözü doğrudur. Şanı yüce Allah'ın şu buyruğunda bize haber verdiği müşriklerin şu şekildeki delil göstermelerine de yakındır: "Müşrikler: Allah dileseydi, biz de babalarımız da ortak koşmazdık... diyeceklerdir." (el-En'ara, 6/148) Ancak bu kendisi ile batıl kastedilen hak bir sözdür. Tıpkı Ali «xa)'ın Haricilerden: "Hüküm ancak Allah'ındır" diyen kimseye bu cevabı verdiği gibi.
"Ya da" bu kişi "azabı gördüğünde: Eğer benim için bir dönüş imkânı olsaydı, ihsan edicilerden olurdum, demesin" buyruğundaki: " Olurdum" lafzının nasb ile gelmesi temenninin cevabı oluşundan dolayıdır. Bununla birlikte "bir dönüş" lafzına atfedilmiş olarak da kabul edilebilir, çünkü: "Dönme imkânım..." anlamındadır. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Andolsun ki göz aydınlığı içinde giyineceğimTJîr aba, İncecik (ipekli) elbiseler giymekten daha çok hoşuma gider."
el-Ferra da şu beyiti zikretmektedir:
"Ondan sana geri kalan bir anı ve korkudan başkası değildir, Bir de onun süvari kafilesinin nereye doğru gittiklerini sorarsın."
Burada "sorarsın" anlamındaki fiili "anı" anlamındaki lafzın mahalline atıf ile nasb ile okumuştur. Çünkü ifade: "Ondan sana geriye kalan anmaktan başkası değildir" şeklindedir. "Aba giyinmek ve... aydın olması" ifadesi de bu kabildendir, yani: "Aba giymek ve gözümün aydın olması..." takdirindedir.
Ebu Salih dedi ki: İsrailoğullanndan arif bir kişi vardı. O bir yazı gördü: Kişi uzun bir süre Allah'a itaat ile amel etmekle birlikte onun ameli cehennemliklerin amelleri ile mühürlenir. Bu sebebten cehenneme girer ve bir adam da uzun bir süre Allah'a masiyet olan şeyleri işler, sonra ameli cennet ehlinden birisinin ameli ile mühürlenir, o da cennete girer. Bunun üzerine adam: O halde ben ne diye kendimi yoruyorum deyip yaptığı amellerini bıraktı, fa-sıklığa ve masiyete koyuldu. İblis ona dedi ki: Senin uzun bir ömrün var. Dünyadan faydalan, sonra tevbe edersin. Fasıklığa koyuldu, malını hayasızlıklara harcayıp tüketti. En lezzetli anında ölüm meleği ona gelince bu sefer: "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vay benim halime! Ömrüm şeytana itaatle geçti" dedi ve pişmanlığın fayda vermeyeceği bir zamanda pişman oldu İşte yüce Allah bu kimseye dair haberi Kur'ân-ı Kerîm'de indirdi.
Katade de şöyle demiştir: Bunlar çeşitli grublardır. Onlardan bir kesim: "Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı vay benim halime" demiş, bir diğer kesim: "Eğer Allah bana hidayet etse idi, elbette takvalılardan olurdum" demiş, bir öteki kesim: "Eğer benim için bir dönüş imkânı olsaydı, ihsan edicilerden olurdum" demiş olacaktır. Yüce Allah da onların hepsinin bu söylediklerini reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, sana âyetlerim gerçekten gelmiş idi." ez-Zeccac dedi ki: Buradaki: " Hayır" olumsuz bir sorunun cevabıdır. Halbuki ifadede olumsuz lafzı yoktur. Şu kadar var ki; "Eğer Allah bana hidayet etse idi" buyruğu Allah bana hidayet vermedi, anlamındadır. Sanki bu sözü söyleyen kimse: Bana hidayet verilmedi, demiş gibidir. Bunun üzerine ona: Hayır, sana hidayet yolu açıkça gösterilmiştir. Sen eğer iman etmek isteseydin, iman etmek imkânını bulurdun.
"Âyetlerim"den kasıt, Kur'ân-ı Kerîm'dir. "Âyetler" ile mucizelerin kastedildiği de söylenmiştir. Yani delil senin için açıklık kazanmış, fakat sen onu inkâr edip yalanlamıştın.
"Büyüklenmiş" yani imana karşı büyüklük taslamış "ve kâfirlerden olmuş idin." Yüce Allah burada müzekkere hitab kipi ile "büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuş idin" diye buyurmaktadır. Çünkü "nefs: kimse" hem erkek, hem dişi hakkında kullanılır. Mesela: “Üç kişi, kimse" denilir. el-Müberred dedi ki: Araplar "bir insan" anlamında: "Bir kimse" derler.
er-Rabî' b. Enes, Um
Seleme'den rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) bu buyruğu şöyle okumuştur:
"Sana (dişiye hitab kipi ile) âyetlerim gerçekten gelmiş idi. Sen ise
onları yalanlamış, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuş idin." el-A'meş de
"Hayır, sana âyetlerim... gelmiş idi" anlamındaki buyruğu: "Hayır,
ona âyetlerim gelmiş idi" diye okumuştur. Bu da (hi-tab kipinin) müzekker
oluşuna delil teşkil etmektedir. er-Rabî' b. Enes, Um Seleme'ye yetişmemiştir,
ancak bu kıraat de caizdir. Çünkü "nefs (kimse)" hem erkek, hem dişi
için kullanılabilir. Kimileri bu kıraati kabul etmeyerek şöyle demiştir: O
takdirde "te" harfi kesreli okunmalı ve ayrıca: " Ve sen kâfir
dişilerden idin" şeklinde olması gerekirdi.
en-Nehhas şöyle demektedir: Böyle olması gerekmemektedir. Çünkü ondan öncesinin: "Kimse... demesin" şeklinde olmakla birlikte daha sonradan: “ Ve gerçekten ben alay edenlerdendim" diye buyurmakta, bunun yerine (müennes çoğul olarak getirilmesi gereken de denilmemiştir. Arapçada "te" harfi esreli okunmak suretiyle: " Büyüklenmiş... ve olmuş idin" ifadesinin takdiri ise "Alay eden topluluktan yahut alay eden insanlardan yahut alay eden kimselerden (oldun)" şeklindedir. [71]
60.
Kıyamet
gününde Allah'a yalan söyleyenleri yüzleri kararmış görürsün. Büyüklük
taslayanlara cehennemde yer mi yok?
61. Allah
takva sahihlerini umduklarına erdirmek sureti ile kurtarır. Onlara hiçbir
fenalık dokunmaz ve onlar üzülmezler de.
62. Allah
herşeyin yaratıcısıdır, O herşeye vekildir.
63. Göklerle
yerin anahtarları yalnız O'nundur. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ise,
onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.
64. De ki:
"Artık ey cahiller, bana Allah'tan başkasına ibadet etmemi mi
emredeceksiniz?"
gazab ve intikamından ötürü olacaktır.
el-Ahfeş dedi ki:
"Görürsün" buyruğu yüce Allah'ın: "Yüzleri Tcarar-mış"
buyruğunda amel etmemiştir. Bu mübteda ve haber cümlesidir. ez-Ze-mahşerî dedi
ki: Eğer "görürsün" buyruğunda kastedilen gözle görmek ise, hal
konumunda bir cümledir. Eğer maksat kalbin görmesi ise ikinci meful-dür.
"Büyüklük
taslayanlara cehennemde yer mi yok?" buyruğunda geçen: "Büyüklenmenin,
kibrin" anlamını Rasûlullah (sav) açıklamış ve şöyle buyurmuştur:
"Hakkı kabul etmemek ve insanları küçük görmektir.
[72]
Bu hususa dair
açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/34. âyet, 7. başlıkta) ve
başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği hadise
göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde büyüklük
taslayanlar küçücük karıncalar şeklinde haşredileceklerdir. Onları küçülmüşlük
öyle bir yakalayacak ki sonunda cehennemdeki bir hapishaneye götürüleceklerdir.
"[73]
"Allah takva
sahihlerini umduklarına erdirmek suretiyle kurtarır"
buyruğundaki: "
Kurtarır" buyruğu diye de okunmuştur. Şirklerden ve masiyetlerden
kurtarır, demektir. "Umduklarına erdirmek suretiyle" lafzı da genel
olarak tekil okunmuştur, çünkü mastardır. Ku-feliler: şeklinde çoğul
okumuşlardır. Bu da: "Mutluluk-larıyla" demek gibi caizdir.
Ebu Hureyre yoluyla
gelen hadiste de Peygamber (sav)'dan bu âyetin tefsiri mahiyetinde şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yüce Allah her kişi ile birlikte amelini de
hasreder. Mü'minin ameli kişi ile birlikte en güzel bir surette ve en hoş bir
koku ile yer alır. Korku ya da dehşetli bir hal oldu mu ameli kendisine:
Korkma, bundan maksat sen değilsin. Bununla sen kastedilmiyorsun, der. Nihayet
bu sözleri ona çokça söyleyince kişi (ameline): Sen ne kadar iyisin, kimsin sen
diye sorar. Ameli ona: Beni tanımadın mı? Ben senin salih amelinim, ağırlığıma
rağmen sen beni taşıdın. Allah'a yemin ederim ki, ben de seni taşıyacağım ve
seni savunacağım, der. İşte yüce Allah'ın: "Allah takva sahiplerini
umduklarına erdirmek sureti ile kurtarır, onlara hiçbir fenalık dokunmaz ve
onlar üzülmezler de" diye buyurduğu budur.[74]
"Allah herşeyin
yaratıcısıdır. O, herşeye vekildir." Herşeyin koruyucusu, herşeyi görüp gözetendir.
Daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.
"Göklerle yerin
anahtarları yalnız O'nundur" buyruğundaki: "Anahtarlar" lafzının
tekili; dır. Tekilinin olduğu da söylenmiştir. Fakat çoğunlukla kullanılan;
şeklidir, 'in "anahtarlar" demek olduğu İbn Abbas ve başkalarından
rivayet edilmiştir.
es-Süddî: Göklerin ve
yerin hazineleridir derken, başkaları: Göklerin hazineleri yağmur, yerin
hazineleri bitkidir, demişlerdir.
"Anahtarların bir
başka çoğul şekli vardır ki; diye gelir. Bunun tekili ise; şeklindedir.
el-Cevherî dedi ki:
" Anahtar" demektir, da (vezin itibariyle) orak demek olan gibi olup
bazan yaş yoncanın, sarılıp bükülmesi halinde yapıldığı gibi, otların kendisi
ile büküldüğü bir anahtar çeşididir, çoğulu da; şeklinde gelir. "Deniz
pekçok kimsenin üzerine kilitlendi" yani onları suda boğdu. Sanki
üzerlerine kapanarak onları boğmuş olduğundan böyle denilmiş gibidir.
Beyhakînin, İbn
Ömer'den rivayet ettiğine göre Osman b. Afvan (r.a), Ra-sûlullah (sav)'a yüce
Allah'ın: "Göklerle yerin anahtarları yalnız O'nundur." buyruğunun
tefsirinin ne olduğunu sormuş, Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştur:
"Buna dair kimse bana soru sormadı. Bu:
"Allah'tan başka
hiçbir ilâh yoktur. Allah en büyüktür, O'na hamd ile Allah hertürlü
eksiklikten münezzehtir. Allah'tan günahlarımın bağışlanmasını dilerim. Pek
yüce ve pek büyük olan Allah'ın yardımı ile olmadıkça hiçbir şeye güç
yetirilemez, takat getirilemez. O ilktir, sondur, en üstün olandır, gizli
olandır, diriltir, öldürür, hayır yanlız O'nun elindedir, O herşeye güç
yetirendir."
[75]
es-Salebî
bunu Tefsir'inde zikretmiş ve ayrıca şunu da ilave etmiştir: "Sabahı ya
da akşamı ettiğinde bunları on defa söyleyen kimseye yüce Allah altı haslet
verir:
1- İblise
karşı korunur.
2- Onikibin
melek onun yanında bulunur.
3- Ona bir
kantar ecir verilir.
4- Onun bir
derecesi yükseltilir.
5- Yüce
Allah onu huru'1-în ile evlendirir.
6- Kur'ân'ı,
Tevrat'ı, İncil'i ve Zebur'u okuyan kimse gibi ona ecir verilir. Aynı zamanda
hacceden ve umre yapan, haccı ve umresi de kabul edilen kimse gibi ona ecir
verilir, o gece ölürse, şehid olarak ölür.
el-Haris, Ali
(r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Rasûlullah (sav)'a
"el-Makalid: anahtarların tefsirini sordum da şöyle buyurdu: "Ey Ali!
Gerçekten büyük bir şeye dair soru sordun. "Anahtarlar" sabah ettiğin
vakit on defa, akşamı ettiğin vakit on defa:
"Allah'tan başka
hiçbir ilâh yoktur, Allah en büyüktür, Allah hertürlü eksiklikten münezzehtir,
hamd Allah'ındır, Allah'tan mağfiret dilerim. Güç ve takat ancak Allah iledir,
O ilktir, sondur, zahirdir, batındır. Mülk yalnız O'nundur, hamd yalnız
O'nundur. Hayır, yalnız O'nun elindedir ve O her-şeye güç yetirendir."
Kim sabahı ettiği
vakit bunları on defa söyler, akşamı ettiği vakit de on defa söylerse, yüce
Allah ona altı özellik verir.
1- Onu
şeytana ve askerlerine karşı korur. Onların o kimse üzerinde hiçbir etkileri
olmaz.
2- Ona
cennette bir kantar verilir. Bu ise onun terazisinde Uhud dağından daha ağır
basar.
3- Ancak
ebrar (iyi kimseler)in ulaşabildiği bir dereceye yükseltilir.
4- Yüce
Allah onu huru'1-în ile evlendirir.
5- Onikibin
melek onun yanında tanık olurlar. Bu söylediği sözleri onun için apaçık bir
sahifede yazarlar ve kıyamet gününde bu hususta onun lehine şahitlik ederler.
6- Tevrat'ı,
İncil'i, Zebur'u ve Furkan'ı okuyup hac ve umre yapıp Allah'ın hac ve umresini
kabul ettiği kimse gibi ona ecir verilir, eğer o gün yahut o gece ya da o ay
ölürse, ona şehidlerin mührü vurulur.
Denildiğine göre "anahtarlar"
itaat demektir. "Filana anahtarlarını bıraktı" derken verdiği
emirlerde ona itaat etti, denilmek istenir. O halde âyet-i kerime: Göklerde ve
yerde olanlar ona itaat ederler, anlamındadır.
"Allah'ın
âyetlerini" Kur'ân'ı, ilâhi belge ve delilleri "inkâr edenler ise
onlar zarara uğrayanların ta kendileridir." Buna dair açıklamalar daha önceden
geçmiş bulunmaktadır.
"De ki: Artık ey
cahiller, bana Allah'tan başkasına ibadet etmemi mi emredeceksiniz?" Bu
Peygamber (sav)'ı izlemekte oldukları putlara ibadet etmeye çağırdıkları ve Bu
senin atalarının dinidir, dedikleri vakit (onlara ce-vab olarak gelmiştir).
" Başka"
buyruğu: " ibadet etmemi" anlamındaki fiil ile: Sizin emrettiğiniz
hususlarda Allah'tan başkasına (mı) ibadet edeyim?" takdiri ile nasb mahallindedir.
Bununla birlikte; " Bana... emredeceksiniz" ile harf-i cerrin
hazfine binaen mansub olması da caizdir. İfade-nin takdiri de şöyle olur:
"Siz bana Allah'tan başkasına, ona ibadet etmeyi mi emrediyorsunuz?"
Çünkü buradaki: mukadderdir ve bu harf, fiil ile birlikte geldiği vakit mastar
anlamındadır. "Başka" lafzından da bedeldir, ifade de "Siz bana
Allah'tan başkasına ibadet etmeyi mi emrediyorsunuz?" takdirindedir.
Naff "bana...
emredeceksiniz" anlamındaki lafzı: şeklinde şedde-siz bir tek
"nun" ile ve "ye" harfi üstün olarak okumuştur. İbn Amir
ise bunu: şeklinde aslına uygun olarak şeddesiz iki "nun" ile
okumuştur. Diğerleri ise idgam ile şeddeli tek bir "nun" ile
okumuşlardır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de bunu tercih etmiştir. Çünkü Osman
(r.a)'ın Mushaf ında bu kelime tek bir "nun" ile yazılmıştır. Nafî ise
ikinci "nun'u hazfederek okumuştur. Hazfedilenin ikinci nun olmasının
sebebi tekrarın ve şeddenin onunla gerçekleşmesinden dolayıdır. Ayrıca
birincisinin hazfi caiz değildir, çünkü o ref haline delâlet etmektedir. Buna
dair açıklamalar En'am Sûresi'nde yüce Allah'ın: "...Benimle... mücadele
mi ediyorsunuz" (el-En'am, 6/80) buyruğunu açıklarken geçmiş
bulunmaktadır.
"İbadet
ederim" buyruğu "İbadet etmemi" anlamındadır. hazfedilince fiil
ref ile gelmiştir. Bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. Şairin şu mısraında da
böyledir:
"Ey
savaşta hazır olmamdan dolayı beni azarlayan kişi..."
[76]
Bu şeklin doğruluğunun
delili, bunu nasb ile: diye okuyanların kıraatidir.
65. Andolsun
sana ve senden öncekilere vahyolundu ki: "Eğer şirk koşarsan, andolsun ki
amelin boşa çıkar ve muhakkak zarar edenlerden olursun.
66. "Hayır -işte bundan ötürü- yalnız
Allah'a ibadet et ve şükür edenlerden ol."
"Andolsun sana ve
senden öncekilere vahyolundu ki: Eğer şirk koşarsan..." buyruğu ile
ilgili olarak şöyle denilmiştir: İfadede bir takdim ve tehir vardır. İfadenin
takdiri şöyledir: Andolsun ki sana vahyolundu ki: Eğer şirk koşarsan... ve
senden öncekilere de böylece vahyolundu. Takdim, tehir olmadığı da
söylenmiştir.
Mukatil dedi ki: Yani
sana ve senden önceki peygamberlere tevhid vah-yolunmuştur. Burada
"tevhid" lafzı hazfedilmiştir. Sonra da: Ey Muhammedi "Eğer şirk
koşarsan, andolsun ki amelin boşa çıkar." Bu da özel olarak Peygamber
(sav)'a bir hitaptır. Hitabın ona olmakla birlikte maksadın onun ümmeti olduğu
da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah onun şirk koşmadığını ve koşmayacağını
bilmiştir.
" Boşa çıkarmak
ve bozulmak" demektir. el-Kuşeyrî dedi ki: Kim irtidad ederse, ondan
önceki itaatlerinin kendisine bir faydası olmaz. Fakat riddet dolayısıyla
amelin boşa çıkması küfür üzere ölmek şartına bağlıdır. Bundan ciolayı yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık içinizden her kim dininden irtidad eder
de kâfir olarak ölürse, işte böylelerinin bütün amelleri... heder olup
gider" (el-Bakara, 2/217) diye buyurmuştur. O halde burada mutlak olan
buyruk, kayıtlı olarak gelen buyruk ışığında anlaşılmalıdır. Bundan dolayı
şöyle diyoruz: Kim hacceder, sonra irtidad ederse, sonra tekrar İslama
dönerse, haccını tekrar yapması gerekmez.
Derim ki: Bu-Şafiî'nin
kabul ettiği görüştür. İmam Malik'e göre ise yeniden haccetmesi icab eder.
Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi'nde (2/217-218.
âyetler, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Hayır -işte
bundan ötürü- yalnız Allah'a ibadet et!" en-Nehhas dedi ki:
Benim Ebu İshak'tan
yazılı olarak kaydettiğime göre "Allah" lafza-i celali "ibadet
et" anlamındaki buyruğu ile nasbedilmiştir ve şöyle demiştir: Bu hususta
Basralılar ile Kufeliler arasında görüş ayrılığı yoktur.
en-Nehhas dedi ki:
el-Ferra da şöyle demiştir: Bu bir fiil takdiri ile nasbedilmiştir. Ayrıca
el-Mehdevî bunu el-Kisaî'den de nakletmiştir. " -işte bundan ötürü-
...ibadet et" lafzındaki "fe" harfi hakkında ez-Zeccac: Bu,
şartın cevabının başına gelen "fe'dir demiştir. el-Ahfeş ise bu fazladan
gelmiştir (zaiddir) demiştir.
İbn
Abbas da şöyle demiştir: "İbadet et" tevhid et demektir. Başkası ise;
"hayır, bundan ötürü yalnızca Allah'a" itaat et diye açıklamıştır.
[77]
"Ve"
müşriklerin aksine O'nun nimetlerine "şükür edenlerden ol."
67.
Onlar
Allah'ı gereği gibi takdir edemediler. Halbuki kıyamet gününde arz bütünü ile
O'nun kabzasındadır. Gökler ise O'nun sağ eli ile durulmuş olacaktır. O, şirk
koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir.
68. Sûra
üfürülmüş -Allah'ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde olanların hepsi
ölmüş (olacak )dır. Sonra ona ikinci bir defa üfürülür, o anda onlar ayağa
kalkar, bakınırlar.
"Onlar Allah'ı
gereği gibi takdir edemediler" buyruğunu el-Müberred: Allah'ı hakkettiği
şekilde ta'zim edemediler, diye açıklamıştır. Bu ifade: " Filanın kadri
büyüktür" tabirinden gelmektedir. en-Nehhus dedi ki: Buna göre anlam
şöyle olmaktadır: Bunlar Allah'ı layıkı şekliyle tazim edemediler. Çünkü
O'nunla birlikte başkasına ibadet ettiler. Halbuki O, herşeyin yaratıcısı ve
malikidir. Daha sonra yüce Allah kudret ve azameti hakkında haber verip şöyle
buyurmaktadır:
"Halbuki kıyamet
gününde arz bütünü ile O'nun kabzasındadır. Gökler ise O'nun sağ eliyle
durulmuş olacaktır." Daha sonra yüce Allah bunun herhangi bir organ ile
olacağından kendi zatını tenzih ederek:
"O, şirk
koştuklarından münezzehtir ve çok yücedir" diye buyurmaktadır.
Tirmizî'de Abdullah
(b. Mesud)'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Bir ya-hudi Peygamber (sav)'a
gelip şöyle dedi: Ey Muhammedi Allah semavatı bir parmak üzerinde diğer bütün
yaratıkları da bir parmak üzerinde tutar, sonra da: Ben el-Melik'im (mutlak
malik ve egemenim) der. Peygamber (sav) azı dişleri görülünceye kadar güldü,
sonra şöyle dedi: "Onlar Allah'ı gereği gibi takdir edemediler."
(Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.
[78]
Buhârî ve Müslim'de de
Ebu Hureyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
Allah kıyamet gününde yeri kabzasına alır, semayı da sağında dürer. Sonra da:
"Ben melik olanım, yeryüzünün melikleri (hükümdarları) nerede?" diye
buyurur.
[79]
Tirmizî'deki rivayete
göre, Âişe (r.anha) Rasûlullah (sav)'a yüce Allah'ın: "Halbuki kıyamet
gününde arz bütünü ile O'nun kabzasındadır. Gökler ise O'nun sağ eli ile
durulmuş olacaktır" buyruğu hakkında soru sormuş ve şöyle demiştir: Ogün
insanlar nerede olacaktır, Ey Allah'ın Rasûlü? dedim. Peygamber:
"Cehennem (üzerindeki) köprü üzerinde (olacaklardır)." diye buyurdu.
Bir rivayette de "sıratın üzerinde ey Âişe" diye buyurmuştur.
(Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir[80]
Yüce Allah'ın:
"Halbuki... arz bütünü ile O'nun kabzasındadır" buyruğu ile
"Allah yeri kabzasına alır" ifadeleri yüce Allah'ın kudretini ve
bütün mahlukatı kuşatıcılığını anlatan tabirlerdir. Mesela: Filan kişi ancak
benim kab-zamdadır, denilir. Bu filan kişi ancak benim güç ve kudretim
çerçevesindedir, anlamındadır. İnsanlar da: Herşey O'nun kabzasındadır derken,
O'nun mülk ve kudreti içerisindedir demek isterler. Bazan bir şeyin
kabzedilmesi ve katlanıp dürülmesi, o şeyin yok edilip giderilmesi anlamına da
gelebilir. Buna göre yüce Allah'ın: "Halbuki... arz bütünü ile O'nun
kabzasındadır" buyruğunda, kıyamet gününde arzın bütünüyle yok olup fani
olacağının anlatılmak istenmiş olması ihtimali de vardır. Arz (yer)den kasıt
ise yedi arzdır. Bunun da iki tanığı vardır. Birisi "halbuki... arz
bütünü ile" ifadesidir, çünkü burada ifade azametli bir hali anlatmanın
sözkonusu olduğu bir yerdir. Bu ise mübalağayı gerektirir. İkincisi de yüce
Allah'ın: "Gökler ise O'nun sağ eli ile durulmuş olacaktır"
buyruğudur. Bununla anlatılmak istenen, herhangi bir vasıta ile katlamak ve
ayakta dikilmek değildir. Bundan maksat yok olup gitmektir. Nitekim içinde
bulunduğumuz durum önümüzden katlanıp gitti, başkası geldi, denilir.
Üzerimizden bir süre katlanıp gitti, denilirken de bu sürenin geçip gittiği
kastedilir. Ayrıca Arap dilinde sağ (yemin) kudret ve mülkiyet anlamında da
kullanılabilir. Yüce Allah'ın: 'Yahut sağ ellerinizin malik olduğu"
(en-Nisa, 4/3) buyruğunda maksat, malik olmaktır. Yine bir başka yerde:
"Biz onu elbette sağımızla alırdık" (el-Hakka, 69/45) diye
buyurmaktadır ki, kuvvet ve kudretimizle alırdık demektir. Yani Biz onun güç
ve kudretini alırdık. el-Ferra ve el-Müberred de sağ (yemin) kuvvet ve kudret
demektir, derler ve şu beyiti zikrederler:
"Şayet bir sancak
şan ve şeref için yükseltilecek olursa, Arabe hemen onu sağı ile
alıverir."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Güneşin ışığının
parıldadığını gördüğümde, Ona ihtiyacımı sağımla (kudretimle) alıverdim. Önce
Şuneyfi, ondan sonra da Faran'ı öldürdüm, O belgeler üzerinde emin olmayan
birisi idi."
Yüce Allah'ın kudreti
herşeyi kapsayıcı olmakla birlikte, özellikle kıyamet gününün sözkonusu
edilmesi o günde ileri sürülecek bütün iddiaların ortadan kalkacağından
ötürüdür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve o günde emir yalnız
Allah'ındır." (el-İnfitar, 82/19); "Din gününün maliki"
(el-Fatiha, 1/4) Daha önce Fatiha Sûresi'nde (4. bölüm, 18. başlıkta) geçtiği
gibi. Bundan dolayı hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur: "Sonra yüce Allah:
Ben melik olanım, yeryüzünün melikleri nerede? diye buyurur."
[81]
Biz bu hususa dair
daha geniş açıklamaları "et- Tezkire" adlı eserimizde kaydettik ve
orada İbn Ömer'in rivayet ettiği hadiste geçen "sonra yeri soluna
dürer" ifadesindeki "sol (şimal)"in sözkonusu edilmesine dair
açıklamalarda da bulunduk.
"Sûra üfürülmüş
-Allah'ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş
(olacak)dır. Sonra ona ikinci bir defa üfürülür, o anda onlar ayağa kalkar,
bakınırlar" buyruğu ile yüce Allah yerin kabzasına alınmasından,
semaların da katlanıp dürülmesinden sonra neler olacağını açıklamaktadır.
Bundan sonra Sûr'a üfürülecektir.
Sûra iki defa
üfürülecektir. Bunların birincisinde bütün mahlukat ölecek, ikincisinde de
diriltileceklerdir. Buna dair açıklamalar daha önce en-Neml Sû-resi'nde
(27/87-90. âyetlerin tefsirinde) ve aynı şekilde el-En'am Sûresi'nde (6/73-
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Sûra üfürecek olan İsrafil (a.s)'dır.
Ebu Said el-Hudrî hadisi dolayısıyla onunla birlikte Cebrail'in olacağı da
söylenmiştir. Ebu Said el-Hudrî dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Sûrun sahipleri (ona üfürecek iki kişi) ellerine iki boynuz almışlar ve
ne zaman kendilerine emir verilecek, diye bakıyorlar." Bu hadisi İbn
Mace, Sü-nen'inde rivayet etmiştir.[82]
Ebu Davud'un Kitabında
(Simen'inde) ise Ebu Said el-Hudrî'den şöyle dediği kaydedilmektedir:
Rasûlullah (sav) Sûrun sahibini (ona üfleyecek olanı) sözkonusu etti ve dedi
ki: "Sağında Cebrail ve solunda da Mikail vardır."
[83]
(Âyet-i kerimede)
istisna edilenlerin kimler oldukları hususunda farklı görüşler vardır.
Bunların Arşın etrafında kılıçlarını kuşanmış bulunan şehidler oldukları
söylenmiştir. Bu, el-Kuşeyrî'nin zikrettiğine göre Ebu Hureyre yoluyla;
es-Sa'lebî'nin naklettiğine göre de Abdullah b. Ömer yoluyla gelen mer-fu
hadisler halinde rivayet edilmiştir.
Müstesna olanların
Cebrail, Mikail, İsrafil ve ölüm meleği (hepsine selam olsun) oldukları da
söylenmiştir.
Enes yoluyla rivayet
edilen hadise göre de Peygamber (sav) yüce Allah'ın: "Sûra üfürülmüş
-Allah'ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş
(olacak)dır" buyruğunu okudu, ashab: Ey Allah'ın peygamberi! Allah'ın
istisna ettiği kimseler kimlerdir? diye sordular. Peygamber şöyle buyurdu:
"Bunlar Cebrail, Mikail, İsrafil ve ölüm meleğidir. Yüce Allah ölüm
meleğine -daha iyi bilen o olduğu halde- ey ölüm meleği yarattıklanmdan geriye
kim kaldı? diye soracak, ölüm meleği: Rabbim diyecek Cebrail, Mikail, İsrafil
ve senin zayıf kulun ölüm meleği kaldı, diyecek. Yüce Allah: İsrafil ve
Mikail'in canını al, diyecek. Her ikisi de koca bir dağ gibi ölü olarak yere
yıkılacaklar. Yüce Allah bu sefer: Öl, ey ölüm meleği diye buyuracak, o da
ölecek. Yüce Allah Cebrail'e: Kim kaldı ey Cebrail? diye soracak, Cebrail: Ey
celal ve ikram sahibi senin şanın yüce ve mübarektir. Geriye sadece senin
ebedi kalıcı zatın bir de ölmeye ve yok olmaya mahkum Cibril kaldı. Bu sefer
yüce Allah: Ey Cebrail! Senin de ölmen kaçınılmaz bir şeydir, diye buyuracak.
Cebrail secdeye kapanacak, kanatlarını çırpacak ve: Seni tenzih ederim Rabbim,
şanın yüce ve mübarektir, ey celal ve ikram sahibi" diyecek. Peygamber
(sav) devamla buyurdu ki: "Onun hilkat itibariyle Mikail'in hilkatine
üstünlüğü büyükçe bir dağın küçük tepeciklerden birisine üstünlüğü gibidir."
[84] Bunu
es-Sa'lebî zikretmiştir.
Bunu en-Nehhas da
Muhammed b. İshak, Yezid er-Rukaşî'den, o Enes b. Malik'ten, o da Peygamber
(sav)'dan yoluyla rivayet etmiştir. Yüce Allah'ın: "Allah'ın dilediği
müstesna, göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş
(olacak)dır"
buyruğunu açıklarken Peygamber (sav) buyurdu ki: "Bunlar Cebrail, Mikail,
Arşın taşıyıcıları, ölüm meleği ve İsrafil'dir." Bu hadiste şunlar da
vardır: "Onlar arasından en son ölecek kişi Cebrail (a.s)'dır."
Ebu Hureyre'nin
şehidler hakkındaki hadisi ise en-Neml Sûresi'nde (27/87. âyetin tefsirinde)
belirtildiği gibi, az önce zikredilen hadislere göre daha sahihtir.
ed-Dahhak şöyle
demiştir: Burada istisna edilenler (cennetin bekçisi) Rıdvan, huriler, Mâlik ve
zebanilerdir.
Bunların
cehennemliklerin akrepleri ve yılanları olduğu da söylenmiştir.
el-Hasen de şöyle
demiştir: İstisna bir ve tek ve kahhar olan Allah'tır. Sema ve arz ehlinden
ölümü tattırmayacağı hiçbir kimse bırakmayacaktır.
Katade: Allah kimleri
müstesna kıldığını en iyi bilendir, demiştir.
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın diledikleri müstesna" buyruğundaki istisnanın, birinci
Nefha'dan önce ölmüş olanlara raci olduğu da söylenmiştir. Daha önce ölmüş
olanlar dışında (birinci üfürüş esnasında) göklerde ve yerde bulunan herkes
ölecektir, demektir. Öncekilerin istisna edilmeleri ise önceden ölmüş
olmalarıdır.
Buhârî, Müslim ve
-lafız kendisinin ait olmak üzere- İbn Mace'de Ebu Hu-reyre'den şöyle dediği
kaydedilmektedir: Yahudilerden bir adam Medine çarşısında: Musa'yı diğer
insanlardan üstün kılıp seçene yemin ederim ki.dedi.
[85]
Ensar'dan bir adam elini kaldırıp ona bir tokat indirdi ve: Rasûlullah (sav)
aramızda iken sen böyle bir söz mü söylüyorsun? dedi. Ben bunu Rasûlullah
(sav)'a naklettim de şöyle buyurdu: "Yüce Allah: "Sûra üfürülmüş -Allah'ın
diledikleri müstesna- göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş (olacak)dır.
Sonra ona ikinci bir defa üfürülür, o anda onlar ayağa kalkar, bakınırlar"
diye buyurmaktadır. Ben başını ilk kaldıracak kişi olacağım. Ancak Musa'nın
Arş'ın bacaklarından birisini yakalamış olduğunu göreceğim. Bilemiyorum, acaba
başını benden önce mi kaldırmış olacaktır, yoksa yüce Allah'ın istisna ettiği
kimselerden mi olacaktır? Her kim ben Metta'nın oğlu Yunus'tan hayırlıyım,
diyecek olursa, yalan söylemiş olur."
Bunu Tirmizî de
rivayet etmiş ve hakkında: Hasen, sahih bir hadistir demiştir.[86]
el-Kuşeyrî dedi ki:
İstisnayı Musa ve şehidler hakkında kabul eden kimselere gelince, bunlar ölmüş
bulunuyorlar. Şu kadar var ki, bunlar Allah nez-dinde diridirler. Bununla
birlikte baygınlığın hayatın sona ermeden sadece aklın zevali ile olması da
mümkündür, ölüm ile olması da mümkündür. Hem ölüm, hem hayatın olması da uzak
bir ihtimal değildir. Bütün bunlar aklen mümkün kabul edilebilen şeylerdir.
Bunların hangisinin gerçekleşeceği hususunu tesbit etmek bu konuda haber-i
sadıka bağlıdır.
Derim ki: Ebu Hureyre
(r.a)'ın rivayet ettiği hadisin rivayet yollarından birisinde Peygamber (sav)
şöyle buyurmuştur: "Benim Musa'dan daha hayırlı olduğumu söylemeyiniz.
Çünkü insanlar baygın düşecekler, ilk ayıkacak kişi ben olacağım ama bir de
Musa'nın Arş'ın bir tarafını eliyle yakalamış olduğunu göreceğim. Bilemiyorum
acaba o baygın düşüp benden önce ayılan kimselerden biri midir? yoksa yüce
Allah'ın istisna ettiği kimselerden midir?"
[87]
Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir. Buna yakın bir ifade de Ebu Said el-Hud-rî'den gelmiştir.
"Ayıkmak" ise ancak baygınlıktan ve aklın baştan gitmesinden sonra
sözkonusu olur. Ölüm dolayısıyla hayatın geri verilmesiyle değil. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
"O anda onlar
ayağa kalkar bakınırlar." Yani gerek yerdekilerden, gerek semadakilerden
olup ölmüş olanlar kabirlerinden diriltilerek hayat bulmuş olacaklar, beden ve
ruhları kendilerine geri verilmiş olacak ve kendilerine verilecek emri
gözetleyip bekleyecekler.
Ayakları üzerinde
dikilip kendilerine vaadolunan ba'sı gözetleyecekler, diye de açıklanmıştır.
Bir başka açıklamaya
göre buradaki bakınmak (nazar), intizar (beklemek, gözetlemek) anlamındadır.
Yani kendilerine neler yapılacağını gözetleyecek, bekleyeceklerdir.
el-Kisaî
"ayağa kalkar" anlamındaki buyruğun: ( uy ) şeklinde nasb ile
okunabileceğini de kabul etmiştir. Nitekim: "Dışarı çıktım, bir de ne
göreyim Zeyd oturuyor" demeye benzer.
[88]
69.
Yer, Rabbinin nuruyla aydınlanacak. Kitab konulacak,
peygamberlerle, şahidler getirilecek, aralarında hak ile hüküm edilecek.
Onlara zulmedilmez.
70. Ve her
nefse işlediğinin karşılığı eksiksiz ödenecek. O, yapmakta olduklarını en iyi
bilendir.
"Yer, Rabbinin
nuruyla aydınlanacak." Yerin "işrak"ı aydınlanması demektir.
Mesela: "Güneş aydınlattı" denilir, "güneşin doğduğu bildirilmek
istenirse, denilir.
"Rabbinin
nuru" Rabbinin adaleti demektir. Bu açıklamayı el-Hasen ve başkaları
yapmıştır. ed-Dahhak ise: Rabbinin hükmü diye açıklamıştır. Anlam birdir. Yani
yer Allah'ın adaleti, kullan arasında hakkıyla hüküm vermesi ile aydınlanmış
olacaktır. Çünkü zulüm, zulumat (karanlıklar), adalet ise bir nurdur.
Şöyle de
açıklanmıştır: Yüce Allah kıyamet gününde bir nur yaratacaktır ve bu nur
yeryüzünü kaplayacak, yeryüzü onunla aydınlanacaktır.
İbn Abbas da şöyle
demiştir: Burada sözü edilen nur, güneş ve ayın nuru türünden değildir. Bu,
yüce Allah'ın yaratacağı ve onunla yeryüzünü aydınlatacağı bir nurdur.
Rivayet edildiğine
göre o gün yeryüzü gümüşten olacaktır ve ayırdedici hükmünü vermek üzere
geleceği vakit, Allah'ın nuru ile aydınlanacaktır.
Buyruğun anlamı şudur:
Yer, yüce Allah'ın yaratacağı bir nur ile aydınlanmış olacaktır. Burada mülkün
malike izafe edilmesi kabilinden nuru kendisine izafe etmiş bulunmaktadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: Bugün, yüce Allah'ın yarattıkları arasında hüküm vereceği
gündür. Çünkü o gün, beraberinde gecenin olmayacağı bir gündüz olacaktır.
İbn Abbas ile Ubeyd b.
Umeyr "yer... aydınlanacak" buyruğunu: "Yer aydınlatılmış
olacak'" şeklinde meçhul bir fiil olarak okumuşlardır ki; bu tefsiri bir
okuyuştur.
Birtakım kimseler bu
noktada sapıklığa düşmüş, yüce Allah'ın hissedilen maddi nur ve ziya cinsinden
olduğu vehmine kapılmışlardır. Halbuki O, hissedilen maddi şeylere benzemekten
yüce ve münezzehtir. Aksine O, göklerin ve yerin nurlandırıcısıdır.
Yaratılması ve var edilmesi itibariyle her nur O'n-dandır.
Ebu Cafer en-Nehhas
dedi ki: Yüce Allah'ın: "Yer Rabbinin nuruyla aydınlanacak"
buyruğunun anlattığı bu manaya, sahih bir çok yoldan gelmiş bulunan merfu
(senedi peygambere ulaşan) şu hadis açıklık getirmektedir: "Aziz ve celil
olan Allah'a bakacaksınız ve onu görmek için biriniz ötekini
sıkıştırmayacak."
Bu hadis(te son
cümleye tekabül eden lafız), dört şekilde rivayet edilmektedir.
[89]
Bunlardan birisi şeklindedir. Yani dünyada hükümdarlara baktığınız esnada
herhangi bir sıkıntı çekmediğiniz gibi, bir sıkıntı ile karşılaşmayacaksınız.
Diğeri "Herhangi
bir zarar ile karşılaşmayacaksınız" demektir.
Üçüncüsü "Onu
kendisine göstermeyi istemek için biriniz diğerinize katılmayacaksınız"
demektir. Diğeri; şeklinde olup bu konuda birbirinize muhalefet etmeyeceksiniz,
demektir. Nitekim: "Ona muhalefet etti, muhalefet etmek" denilir.
"Kitab
konulacak" buyruğu hakkında İbn Abbas: Levh-i Mahfuz'u kastetmektedir
demiştir. Katade ise: Bununla Âdemoğullarının amellerinin yazılı olacağı kitab
ve sahifeleri kastetmektedir. Kimisi kitabını sağından, kimisi solundan
alacaktır, diye açıklamıştır.
"Peygamberlerle"
ümmetlerinin kendilerine ne şekilde cevab verdiklerini onlara sormak üzere
Muhammed (sav)'ın ümmetinden de diğer ümmetlere şahitlik edecek olan
"şahitler getirilecek." Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Böylece sizi vasat bir
ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahitler olasınız..." (el-Bakara,
2/143)
Şöyle de
açıklanmıştır: "Şahitler"den kasıt, Allah yolunda şehit düşenlerdir.
Bunlar kıyamet gününde Allah'ın dinini himaye eden, savunan kimseler lehine
şahitlik edeceklerdir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır.
İbn Zeyd de dedi ki:
Bunlar insanların amellerini tesbit eden Hafaza melekleridir. Yüce Allah:
"Herkes beraberinde bir sürücü ve bir şahit bulunduğu halde
gelecektir" (Kaf, 50/21) diye buyurmaktadır. Buradaki "Saik (sürücü)"
herkesi hesaba doğru sürükleyen "şahit" ise onun hakkında şahitlik
edecek olandır. Bu da ileride Kaf Sûresi'nde (belirtilen âyet-i kerimenin tefsirinde)
açıklaması geleceği üzere insan üzerinde görevli olan melektir.
"Aralarında hak
ile" doğruluk ve adalet ile "hüküm edilecek. Onlara zulmedilmez."
Said b. Cubeyr dedi ki: Ne onların hasenatından bir şey eksiltilir, ne de
kötülüklerine bir şey ilave edilir.
"Ve
her nefse" ister hayır, ister şer türünden olsun "işlediğinin karşılığı
eksiksiz ödenecek. O," dünyada iken "yapmakta olduklarını en iyi bilendir."
Yüce Allah'ın bu hususta herhangi bir kitaba ya da şahide ihtiyacı yoktur.
Bununla birlikte kitaplar (amel defterleri) ve şahitler delilin bağlayıcı
olması için şahidlik edeceklerdir.
[90]
71. Kâfirler
de cehenneme zümre zümre sürülecek. Nihayet onlar oraya geleceklerinde kapıları
açılacak ve bekçileri onlara şöyle diyecek: "Size aranızdan Rabbinizin
âyetlerini üzerinize oku-
yan ve bu gününüze
kavuşmakla sizi korkutan peygamberler gelmedi mi?" Onlar:
"Evet" diyecekler. "Fakat azab sözü kâfirler aleyhine hak
olmuştur."
72.
Denilecek ki: "Orada ebedi olduğunuz halde, cehennemin kapılarından
girin. Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!"
"Kâfirler de
cehenneme zümre zümre sürülecek" buyruğu herbir nefsin amelinin
karşılığının kendisine eksiksiz verileceğini açıklamaktadır. Kâfir cehenneme,
mü'min cennete doğru götürülecek.
"Zümreler,
cemaatler" demektir. Bunun tekili "zümre" şeklinde gelir.
(Vezin itibariyle) " Zulmet ve oda" kelimeleri gibidir. el-Ahfeş ve
Ebu Ubeyde şöyle demişlerdir: "Zümre zümre" biri diğerinin arkasından
giden, ayrı ayrı cemaatler demektir. Şair şöyle demiştir:
"Sen insanların
onun evine doğru gittiklerini görürsün, Zümreler halinde biri, diğerinin
ardından ona varır."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Nihayet
toplandıklarında,
Bir zümreden sonra
diğer zümre."
Zurna sesi gibi bir
sesle itilerek ve kakılarak götürülecekleri, şeklinde de açıklanmıştır.
"Nihayet onlar
oraya geleceklerinde kapıları açılacak." Bu ("kapıları açılacak"
anlamındaki ifadeler); 'in cevabıdır. Bu kapılar yedi tanedir. Daha önce
el-Hicr Sûresi'nde (15/43-44. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Ve
bekçileri" anlamındaki: 'in tekili: şeklindedir, " Put hizmetkarlard)"
lafzının tekilinin şeklinde gelmesi gibi.
"Onlara"
azarlamak üzere "şöyle diyecek: Size aranızdan Rabbinizin âyetlerini"
peygamberlere indirilen kitapları "üzerinize okuyan ve bu gününüze
kavuşmakla sizi" uyarıp "korkutan peygamberler gelmedi mi? Onlar:
Evet" bize geldi "diyecekler." Bu, onların kendilerine karşı
delilin ortaya konulmuş olduğuna dair bir itirafları olacaktır.
"Fakat azab sözü
kâfirler aleyhine hak olmuştur." Bu da yüce Allah'ın: "Cehennemi
bütünü ile cinlerden ve insanlardan elbette dolduracağım" (es-Secde,
32/13) buyruğudur.
"Denilecek ki:
Orada ebedi olduğunuz halde cehennemin kapılarından girin." Yani onlara:
...Cehennemin kapılarından girin, denilecektir. Cehennemin kapılarına dair
açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Vehb dedi ki: Zebaniler onları
ateşten kargılarla karşılayacak ve bu kargıla-rıyla onları iteceklerdir.
Cehenneme bir defa itmeleri ile düşecek kişiler, Ra-bia ve Mudar kabilesi
insanları sayısınca olacaktır.
"Büyüklük
taslayanların yeri ne kötüdür!" Buna dair açıklamalar daha önceden
(en-Nahl, 16/29. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
[91]
73.
Rabblerinden korkanlar da cennete zümre zümre götürülecek. Nihayet oraya gelip
kapıları açılacağında cennetin bekçileri onlara diyecek ki: "Selam olsun
üzerinize! Tertemiz geldiniz. Hemen oraya ebediler olarak girin."
74. Onlar da
diyecekler ki: "Bize olan vaadini yerine getiren, cennetten dilediğimiz
yere konmak üzere arzı bize miras veren Allah'a hamdolsun. (Güzel iş)
işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir!"
75-
Melekleri de Arşın etrafını kuşatmış görürsün. Rabblerini hamd ile teşbih
ederler. Aralarında hak ile hükmolunur ve: "Alemlerin Rabbi Allah'a
hamdolsun" denilir.
"Rabblerinden
korkanlar da cennete zümre zümre götürülecek." Şehid-ler, zahidler,
alimler, Kur'ân okuyup amel edenler ve diğerlerinden yüce Allah'tan korkup
takvalı hareket eden ve itaati gereğince amel eden kimseler kastedilmektedir.
Her iki kesim hakkında
da; "Sürülecek, götürülecek" şeklinde aynı lafız kullanılmıştır.
Cehennemliklerin sürülmesi esirlere ve sultana karşı çıkıp ayaklanan
kimselerin hapsedilmek yahut öldürülmek üzere sürüklenirken yapılan uygulama
gibi, horluk ve hakirlik ile kovalanmalarıdır. Cennet ehlinin götürülmeleri ise
onların bineklerinin ilâhi Iutuf ve rıza yurduna sürülmeleri şeklinde
olacaktır. Çünkü cennetliklere tıpkı teşrif edilen ve kendilerine ikram olunan
birtakım hükümdarlara giden değerli heyetler gibi muamelede bulunulacak ve
ancak binekleri üzerinde cennete götürüleceklerdir. İşte bu iki sevk (sürmek,
götürmek) arasında çok büyük fark vardır.
"Nihayet oraya
gelip kapıları açılacağında" buyruğundaki "açılacağında"
lafzının başında gelen "vav" harfinin burada atıf için olup cümlenin
cümieye atfedildiği, cevabının da mahzuf olduğu söylenmiştir. el-Müberred dedi
ki: Yani oraya geleceklerinde mutlu olacaklar ve kapıları açılacak demektir.
Arapçada cevabın hazfi bir belağattir. Daha sonra şu beyiti zikretmektedir:
"Keşke o topluca
(bir defada) ölen bir can olsaydı,
Fakat o canlar(mış
gibi parça parça) düşüp dökülen bir tek candır."
Burada: "
Keşke"nin cevabını hazfetmiştir. İfade; ...elbette daha rahat olurdu,
takdirindedir.
ez-Zeccac da şöyle
demiştir: "Nihayet oraya gelip kapıları açılacağında"
oraya girecekler,
takdirindedir. Bu da birinci açıklamaya yakın bir açıklamadır.
Buradaki
"vav"ın fazladan geldiği söylenmiştir. Bu açıklamayı Kufeliler yapmıştır,
ancak Basralılara göre bu bir hatadır.
Şöyle de
açıklanmıştır: "Vav"ın fazladan gelişi kapıların yüce Allah
nez-dindeki şeref ve değerleri dolayısıyla oraya gelmeden önce açılmış olacağına
delildir. İfadenin takdiri de şöyledir: Nihayet onlar oraya kapıları da açılmış
iken geleceklerinde... Buna yüce Allah'ın: "Kendileri için kapıları açılmış
haldeki Adn cennetleri" (Sad, 38/50) buyruğu delil teşkil etmektedir.
Cehennemliklerden söz
edilirken "vav" harfinin hazfedilmesine gelince; onların cehennemin
yakınında durdurulmalarından sonra kapılarının açılacağından dolayıdır. Bu ise
onları zelil kılmak ve onların kalblerini dehşete boğmak için böyle olacaktır.
Bunu el-Mehdevî zikretmiş olup ondan önce en-Nehhas da bu anlamda bir açıklama nakletmiş
bulunmaktadır.
en-Nehhas dedi ki:
İkincisinde "vav" harfinin zikredilmekle birlikte birincisinde
hazfedilmesinin hikmetiyle ilgili olarak ilim ehli bir kimse daha önce bu
konuda kimsenin açıklamada bulunduğunu bilmediğim bir açıklama yapmıştır. Yüce
Allah cehennemlikler hakkında: "Nihayet onlar oraya geleceklerinde
kapıları açılacak" diye buyurması, daha önceden kapıların kapalı ve
kilitli olduğunu göstermektedir. Cennetlikler hakkında ise: "Nihayet oraya
gelip kapıları açılacağında" diye buyurması da onların buraya gelmeden önce
kapılarının açılmış olduğuna delildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Buradaki
"vav"ın vavu's-semaniye (sekizinci şık veya maddeyi bildiren vav)
olduğu da söylenmiştir. Çünkü Kureyşliler birden itibaren saymaya başlayıp beş,
altı, yedi dedikten sonra; ve sekiz demeyi adet edinmişlerdir. Yediye vardıktan
sonra "ve sekiz" diye sayarlar. Bu açıklamayı da Ebu Bekr b. Ayyaş
yapmıştır. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "O rüzgarı onlara yedi
gece ve sekiz gün peşpeşe musallat kıldı." (el-Hakka, 69/7); "Tevbe
edenler, ibadet edenler..." diye buyurduktan sonra sekizincisinde...
"ve kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar." (et-Tevbe, 9/112) diye
buyurmaktadır. Yine bir başka yerde de: "Yedidir ve sekizincileri köpekleridir
diyecekler." (el-Kehf, 18/22); "Dullar ve bakireler olmak üzere"
(et-Tahrim, 66/5) diye buyurmaktadır. Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha
önceden et-Tevbe Sûresi (9/112. âyet, 3- başlıkta) ile Kehf Sûresi'nde (18/22.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Derim ki: Cennetin
kapılarının sekiz tane olduğunu söyleyenler
bunu delil gösterirler ve ayrıca Ömer b. el-Hattab'ın şu hadisini zikrederler:
Rasûlul-lah (sav) buyurdu ki:
"Sizden her kim abdestini iyice alır -abdest azalarını iyice yıkar-;
sonra da: "Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve
Muhammed onun kulu ve Rasûlüdür" diyecek olursa, mutlaka ona cennetin
sekiz kapısı açılır ve bunlardan hangisinden dilerse girer." Bu hadisi
Müslim ve başkaları rivayet etmiştir."
[92]
Tirmizî de Ömer
(r.a)'ın bu hadisini rivayet etmiş ve bu rivayetinde şöyle dediğini
kaydetmiştir: "Mutlaka ona kıyamet gününde cennet kapılarından sekiz kapı
açılır. "
[93]Burada: “...dan"
fazlalığı ile bu rivayeti kaydetmiştir. Bu da cennet kapılarının sekizden fazla
olduğuna delil teşkil etmektedir. Biz bu hususu "et-Tezkire" adlı
eserimizde zikretmiş ve orada cennet kapılarının sayısının onüçe kadar
ulaştığını göstermiştik. Yine oradan cennet kapılarının bu hususa dair varid
olmuş hadislerden hareketle büyüklük ve genişliklerini de zikretmiş
bulunuyoruz. Bu hususta bilgi sahibi olmak isteyenler oraya bakabilirler.
"Cennetin
bekçileri onlara diyecek ki" Yine bu buyruğun başındaki "vav"
ile ilgili olarak fazladan geldiği ve ifadenin takdirinin: Nihayet oraya gelip
kapıları açılacağında "cennetin bekçileri onlara diyecek ki"
takdirinde olduğu söylenmiştir.
"Selam olsun
size! Tertemiz geldiniz." Yani dünyada böyle idiniz. Mü-cahid de: Allah'a
itaat sayesinde... diye açıklamıştır. Salih amel ile geldiniz, diye de
açıklanmıştır. Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmiştir, anlam aynıdır.
Mukatil de şöyle
demiştir: Cennetlikler cehennem üzerindeki köprüyü geçtikten sonra cennet ile
cehennem arasındaki bir köprü üzerinde alıkonulacaklar, dünyada aralarındaki
haksızlıklar sebebiyle birinden diğeri lehine kısas yapılacak. Nihayet
tertemiz edilip kötülükleri giderileceği vakit onlara Rıdvan ve arkadaşları
"selam olsun üzerinize" diye onları selamlayacaklar. "Tertemiz
geldiniz, hemen oraya ebediler olarak girin" diyeceklerdir.
Derim ki: Burada sözü
geçen "köprü" hadisini Buhârî "Camî"inde Ebu Sa-id
el-Hudrî'den rivayet etmiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Mü'minler
ateşten geçip kurtulduktan sonra cennet ile cehennem arasındaki bir köprü
üzerinde alıkonacaklar. Dünya hayatında iken aralarındaki birtakım haksızlıklar
sebebiyle birinden diğeri lehine kısas uygulanacak. Nihayet tertemiz edilip
(kirlerinden) arındırılacaklarında cennete girmelerine izin verilecektir.
Muhammed'in canı elinde olana yemin ederim ki, onlardan herhangi birisinin
cennetteki yerini bilmesi dünyadaki yerini bilmesinden daha ileri derecede
olacaktır. "[94]
en-Nekkaş'ın
naklettiğine göre cennetin kapısı üzerinde dibinden iki pınarın fışkırdığı bir
ağaç vardır. Mü'minler bunlardan birisinden içecekler ve içlerindeki pislikler
gidecektir. İşte yüce Allah'ın: "Rabbleri onlara son derece temiz bir
şarap içirecektir" (el-İnsan, 76/21) buyruğunda anlatılan budur. Sonra
diğer pınardan yıkanacaklar, bununla da tenleri temizlenecek ve
güzelleşeceklerdir. İşte o vakit cennetin bekçileri onlara: "Selam olsun
üzerinize, tertemiz geldiniz (bu açıklamaya göre; "oldunuz" demek
daha uygundur) hemen oraya ebediler olarak girin" diyeceklerdir. Bu
anlamda bir rivayet Ali (r.a)'dan da nakledilmiştir.
"Onlar da"
cennete girecekleri vakit "diyecekler ki: Bize olan vaadini yerine
getiren, cennetten dilediğimiz yere konmak üzere arzı" cennet arzını
"bize miras veren Allah'a hamdolsun!"
Denildiğine göre
onlar, mü'min olmaları halinde cennete girmiş olsalardı, cehennem ehline
verilecek olan yerin mirasçısı olacaklardır. Bu açıklamayı Ebu'l-Aliye, Ebu
Salih, Katade, es-Süddî ve müfessirlerin çoğu yapmışlardır. Bir başka
açıklamaya göre buradan kasıt, -takdim ve tehir ile- dünya arzıdır.
Yüce Allah'ın:
"(Güzel iş) işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir!" buyruğunun onların
söyleyecekleri sözün devamı olduğu söylenmiştir. Yani bu mükâfat ne güzeldir!
diyeceklerdir. Bir başka görüşe göre bu, yüce Allah'ın söyleyeceği bir
buyruktur. Güzel ve iyi hareket eden kimselere vermiş olduğum bu mükâfat ne
güzeldir! demek olur.
"Melekleri
de" ey Muhammed "Arşın etrafını" o günde "kuşatmış" etrafında
toplanmış "görürsün."
"Rabblerini hamd
ile teşbih ederler." Onlar bu hamd ve teşbihlerini ibadet olsun diye
değil, bununla lezzet almak üzere yapacaklardır. Yani onlar Rabblerine
şükretmek üzere Arşın etrafında dua eder, namaz kılarlar.
"Kuşatıcılar"
lafzı bir şeyin etrafı ve çevresi, kenarları anlamında olan 'den alınmıştır.
el-Ahfeş bunların
(Arşın etrafını kuşatanların) tekilinin;olduğunu söylerken, el-Ferra bunun
tekili yoktur, zira isimleri bunlar hakkında ancak toplu oldukları takdirde
kullanılır demiştir.
"Etrafını"
lafzının başına: ( y. )'in gelmesi zarf oluşundan dolayıdır. Fiil ise harfli ve
harfsiz olarak zarfa teaddi (geçiş) eder. el-Ahfeş de buradaki bu edatın
fazladan geldiğini yani: "Arşın etrafını kuşatmış" şeklinde olduğunu
söylemiştir. Bu da "kimse bana gelmedi" derken; ı kullanmaya benzer
ki, burada te'kid için kullanılmıştır.
es-Salebî dedi ki:
Araplar "teşbih" lafzı ile birlikte "be" harfini kimi zaman
kullanırlar, kimi zaman hazfederler ve şöyle derler: "Rabbini hamd ile teşbih
et, Allah'a hamdederek teşbih et. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "En
yüce Rabbinin ismini teşbih et." (el-A'la, 87/1) Bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır: "O halde Rabbini o büyük ismi ile teşbih et"
(el-Vakıa, 56/74) diye buyurmaktadır.
"Aralarında"
cennetlikler ile cehennemlikler arasında "hak ile hükmo-lunur." Bir
başka açıklamaya göre şahidlerle (ya da şehidlerle) birlikte ge len peygamberler
ile, onların ümmetleri arasında hak ve adalet ile hükmo lunur, demektir.
"Ve âlemlerin
Rabbi Allah'a hamdolsun, denilir." Yani mü'minler şöyle diyeceklerdir:
Bize mükâfat olarak vermiş olduğu nimet ve ihsanları, bağışlan dolayısıyla,
bize zulmedenlere karşı yardım edip muzaffer kıldığı için Allah'a hamdolsun.
Katade bu âyet-i
kerime hakkında şöyle demektedir: Allah yaratmanın başlangıcını "hamd,
Allah'ındır" diye sözkonusu ederek şöyle buyurmuştur: "Hamd, gökleri
ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'ındır."
(el-En'am, 6/1)
Sonu da hamd ile
bitirerek: "Aralarında hak ile hükmolunur ve: Alemlerin Rabbi Allah'a
hamdolsun denilir" diye buyurmaktadır. O halde ona uymak ve yapılan herbir
işin başına ona hamd ile başlayıp sonunu hamd ile bitirmek gerekir.
"Alemlerin Rabbi
Allah'a hamdolsun" sözünün meleklerin söyleyeceği sözlerden olduğu
söylenmiştir. Buna göre onların yüce Allah'a hamdetme-leri adaleti ve hüküm
vermesi dolayısıyla olacaktır.
İbn
Ömer yoluyla rivayet edilen hadise göre Rasûlullah (sav) minberin üzerinde
ez-Zümer Sûresi'nin sonlarını okumuş ve minber iki defa hareket etmiştir
[95]
ez-Zümer Sûresi'nin
tefsiri burada sona ermektedir.
[1] Tirmizi, V, 475.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/137
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/138-139
[4] Bu kadarıyla: Muhammed b. İsmail es-San'ani,
Subulu's-Selam, IV, 186.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/139
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/139-140
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/141-143
[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/144-145
[9] Fakirlere dağıtılmak üzere deve üzerinde kumar
oynamaya kalkışırlarsa, semiz develeri seçerler.
şarlar, anlamındadır
[10] Taberani, Evsat, II, 224.
[11] Müslim, I, 520; Tirmizi, II, 229; Nesai, V, 58; İbn
Mace, I, 456; Müsned, III, 302, 314, 391, 411, IV, 385 (Cabir'den ve
başkalarından).
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/145-150
[13] Buhari,
V,
2215, VI,
2723; Müslim,
II,
807;
İbn Mace, I, 525; Müsned,
II,
232, 234,
477, 480, III, 5.
[14] Ebu Nııaym, Hilye, III, 91; Taberani, Kebir, XII, 182
(İkisi de İbn Abbas'tan); Deylemi, Firdevs, V, 482 (kısmen)
[15] Taberani, Kebir, III, 92 -ancak Hasan (r.a.)'dan-;
Heysemi, Mecrrıau'z-Zevaid, II, 305'te zikredildikten sonra; ravilerinden Sa'd
b. Tarifin oldukça zayıf olduğunu belirtmektedir
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/150-152
[17] Ancak burada nesh sözkonusu olmamalıdır. Çünkü bu
ayetin ele aldığı husus ameli hükümlerle değil, itikadi hükümler ile
ilgilidir. İtikadi hükümlerde ise nesh sözkünusu değildir. Diğer taraftan bu
iki ayetin birlikte ele alınıp analışılmaları da mümkündür. Şöyle ki;
ez-Zümer, 39/13- ayeti gerek surenin genel muhtevası göz önünde bulundurularak
ve gerekse de 39/65. ayetinin açıkça ortaya koyduğu gibi, -faraza- Peygamber tarafından
dahi işlenecek olsa affedilmeyecek günah "şirk"tir. Bu ayetin de söz
konusu ettiği ise bunun dışında kalan küçük günahlardır.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/153-155
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/155156
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/156-157
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/157158
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/157-160
[23] Hakim, Müstedrek,
IV,
346.
[24] Tirmizi el-Hakim, Nevadiru'l-Usul, I, 415.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/160-162
[26] İbn Hibban, Sahih, IV, 92; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid,
X, 219.
[27] Ebu Nuaym, Hilye, IV, 248 (Avn b. Abdullah'dan)
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/162-164
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/164
[30] Muhammed b. Selame el-Kuclai, Müsnedu'ş-Şihab, I, 402;
el-Mıınavi, Faydu'l-Kadir, II, 16, ravilerinden bazılarının tenkid edildiği
kaydıyla.
[31] Beyhaki, Şuabu'l-lman, I, 491; Bezzar, Müsned, IV,
148; Heysemi, Mecınau'z-Zevaid, X, 310; ravilerinden birisinin kendisince
meçhul olduğu kaydıyla
[32] Kaynağını tespit edemedik
[33] Taberi, Camiu'l-Beyan, IX 179.
[34] Tirmizî ei-Hakim, Nevadiru'l-Usul, I, 379.
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/165-166
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/166-167
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/167-168
[38] Elimizin altındaki sözlüklerde: "şekure"
vezninde "kafule" diye bir kullanım tespit edemedik. Arapça yayına
hazırlayanların "kafule" ile ilgili düştükleri nota göre, onlar da bu
ibareyi baskıyı hazırlarken esas aldıkları orijinal nüshalardan değil de; Cemel
Ha-.şiyesinin Kurtubi'den naklettiğini belirttiği açıklamasından hareketle
buraya almışlardır.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/169-171
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/171-174
[41] Müslim,
IV,
1997; Tirmizi,
IV,
613; Müsned,
II, 303, 334,
371.
[42] Buhari, II, 868, V, 2394
[43] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/174-176
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/176-178
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/178-181
[46] Hadis olarak herhangi bir kaynakta tespit edemedik.
[47] İbn Ebi Asım, Zühd, s. 9; İbn Ebi Hatim, îlel, II,
219'da, sahih olan rivayet .şeklinin: Cabir (r.a.) zikredilmeksizin
"İbnu'l-Menkedir Allah rasulü'ndan" diye mürsel rivayet olduğuna
dikkat çekerken; İbnu'l-Cevzi, el-llelu'l-Mütenahiye, II, 931'de asılsız
rivayetler naklettiğine dikkat çekmektedir.
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/181-183
[49] Müslim,
II,
634; İbn
Mace, I, 467; Müsned,
VI, 297
[50] Müslim, II, 635
[51] İbn Mace, II, 1423; Nesai, IV, 8; Müsned, VI, 297;
Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, III, 50; senedindeki ravilerinin sahih ricali
olduğunu kaydetmektedir. (Merhum müfessirimizin de aynı şeyi söylemiş olmasını
hadis ilmindeki yetkin kişiliğini ortaya koyan bir gösterge olarak
değerlendirebiliriz).
[52] Müslim, I, 471; Tirmizi,
V, 319; Ebu Davud, I, 11«; İbn Mace, I, 227; Muvatta, I,
13.
[53] Bu hadislerde görüldüğü gibi aynı olayı anlatmak üzere
hem nefis, hem de ruh lafızları kullanılmıştır. Tercümede de bu lafızlar aynen
hadisteki şekliyle muhafaza edilmiştir. Merhum müfessirimiz bunları burada
zikretmekle her ikisinin aynı şey olduğunu göstermek istemektedir.
[54] Müslim,
IV,
2084; Buhari,
VI,
2691; Müsned,
II.
2S3.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/183-184
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/184
[57] Müslim, IV, 2202.
[58] Buharı, V, 2329; Ebu Davud, IV, 311; Tirmizi, V, 472;
îbn Mace, II, 1275; Müsned, II, 246, 422...
[59] Tirmizi, V, 472.
[60] Buhari, V, 2327, V, 2692; Müslim, IV, 2083; Müsned, V,
1Î4, 399.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/184-186
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/186-187
[63] Müslim, I, 534.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/188-189
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/190-191
[66] Buhari,
IV,
1811; Müslim,
I, 113, Nesai, VII, 86
[67] Ebu Davud, IV, 104-105.
[70] Ebu Davud,
IV,
264;
Tirmizi, V,
461; Müsned,
II,
432, 446, 453, 481, 484.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/192-201
[72] İbn Hibban, Sahih, XII, 281; Müsned, II, 169, IV, 133,
134, 151.
[73] Tirmizi, IV, 655; Müsned, II, 179.
[74] İbnu'l-Mübarek, Zühd, s. 106
[75] Buhârî, Kıyamıfl-Leyl 9
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/201-205
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/206-207
[78] Buhari,
IV,
1812,
VI,
2692, 2712, 2729; Müslim,
IV,
2147, 2148; Tirmizi,
V, 371; ned, I, 378, 429, 457.
[79] Buhari,
IV,
1812,
V,
2389,
VI, 2688; Müslim,
IV,
2148; İbn Mace, I, 68; Müsned,
II,
374.
[80] Tirmizi, V, 372; Müsned, VI, 116.
[81] Bu hadis-i şerif az önce geçti. Kaynakları için oraya
bakını
[82] İbn Mace, II, 1428; Münavi, Feydu'l-Kadir, II, 456da
hadisi kaydettikten sonra şunları söylemektedir: "(Hadisin ravilerinden)
Abbad b. Avvam vardır. el-Kaşif te şöyle denilmektedir: Ahmed (b. Hanbel) dedi
ki: Onun İbn Ebi Arübeden hadis rivayeti muzda-ribdir."
[83] Ebu Davud,
IV,
36; Müsned, III,
9.
[84] Taberi, Câmiut-Beyan, XXIV, 29.
[85] Yunus (a.s.) ile ilgili son cümle hariç olmak üzere:
Buhari, II, 849, III, 1251, V, 2389; Müslim, IV, 1844; son cümleleri de dahil
olmak ) üzere: İbn Hibban, Sahih, XVI, 301; İbn Mace, II, 1428; Tirmizi, V,
373; ayrıca bk. Ebu Davud, IV, 217.
[86] Tirmizi, V, 373-
[87] Bk. Bundan önceki iki dipno
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/207-213
[89] Merhum müfessirin gösterdiği şekillere göre
rivayetlerin yer aldığı kaynakların bir kısmını sırasıyla şöylece gösterebiliriz:
a) Birinci ve
ikinci şekil: Buharı, I, 203, 209, IV, 1836, VI, 2703; Müslim, I, 439;
Tir-mizi, IV, 687, 688; Ebu Davud, IV, 233; İbn Mace, I, 63; Müsned, IV, 360,
362, 365.
b) Üçüncü ve
dördüncü şekil: Buharı, IV, 1672, V, 2403, VI, 2704, 2706; Müslim, I, 164, 167,
170, IV, 2279; Tirmizi, IV, 691; îbn Mace, I, 63; Müsned, II, 275, 293, 368,
389, 533, III, 16, IV, 13, 362
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/213-215
[91] İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 15/215-217
[92] Müslim, I, 209; İbn Huzeyme, Sahih, 110; Müsned, I,
19.
IV, 153.
[93] Tirmizi, I, 78; Nesai, I, 92; İbn Mace, I, 159.
[94] Buharı, V, 2394; Müsned, III, 13, 57, 74.
[95] Taberani, Evsat, VIII, 172; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid,
II, 190, (Cabir -r.a.-dan)
İmam Kurtubi, el-Camiu
li Ahkâmi’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 15/217-222