ZÜMER    SÛRESİ 4

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular; 4

Meali: 4

İlgili Hadîs. 4

Eserin Mükemmelliği, Sahibinin Kudretinin Üstünlüğüne Delâlet Eder. 4

Kitap Hak İle İndirilmiştir. 5

Allah'a Kulluk Ve İbâdet 1hlâsla Amacına Ulaşır. 5

Putları Allah'a Yaklaşt1rıcı Vasita Sayanlar. 5

Âyetler Arasında Bağlanti 5

Meali: 6

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden   Yedi Belge. 6

Gökler Ve Yer Hak ile Yaratılmıştır. 6

Gecenin Gündüze Dolanması 6

Güneş'le Ay'ın Buyruk Altına Alınması 6

İnsan Cinsinin Bir Tek Candan Yaratılması 7

«Sizi Bir Tek Candan Yarattı..». 7

Havva'nın Âdem'den (A.S.)  Meydana Getirilmesi 7

Dört Çift Hayvanın İnsanın Yararına Verilmesi 7

Ana Rahminin Üç Önemli Tabakadan Oluşması 7

Âyetler Arasında Bağlanti 8

Meali; 8

İlâhî Müdahale Söz Konusu Değildir. 8

Kıyamet Gününde Kimse Kimsenin Günahını Yüklenmez. 8

İnsanoğlunun Nankörlüğü. 9

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali: 9

İlgili Hadîs. 9

Geceleyin İbâdet 9

Korku İle Umut 9

Bilenlerle Bilmeyenler Hiç Bir Olur Mu?. 10

Âyetler Arasinda Bağlantı 10

Meali; 10

İyilikte Bulunanlara İyilik Vardır. 10

Mü'minin Dindarlık Ölçüsü. 11

Cenab-I Hak Kullarını Korkutur. 11

Âyetler Arasında Bağlantı 12

Meali: 12

İlgili Hadîsler. 12

Aleyhlerine Azap Hükmü Gerçekleşenler. 13

Hayatını Takva İle Düzene Sokanlar. 13

Akıl Sahiplerine Yönlendirici Belgeleri Göstermek. 13

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meâli : 14

İlgili Hadîs. 14

Göğsü İslâm'a Açılanlar. 14

Kur'ân'ın Bir Diğer Özelliği 14

Uyumlu, Ahenkli Bir Kitap. 15

İlâhî Marifete Erenler. 15

Allah Kimi Sapıklığıyla Başbaşa Bırakırsa, Onun Doğru Yolu Görmesi Mümkün Değildir. 15

Zâlimler Kazand1klarıyla Cezalandırılırlar. 15

Kur'ân'da İzlenen Bir Diğer İlâhî Metot 16

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meali: 16

Hakkı Bırakıp Bâtıla Kul Olanlar. 16

Hakk'ı Temsil Edenin Varlığı, Bâtılı Temsil Edenlerin Hazımsızlığını Artırır  17

Âyetler Arasında Bağlantı 17

Meali: 17

İniş Sebebi 18

İlgili Hadîsler. 18

İki Büyük Zulüm.. 18

Doğruyu Getiren Kimdir?. 18

Mü'mine Hiç Kimse Değer Vermese Bile Allah Ona Yeter. 19

Allah Kimi Sapıklığıyla Başbaşa Bırakırsa. 19

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 19

Allah'a Ortak Koşanların Yanılgısı 20

Güvenip Dayanmak İsteyenler Ancak Allah'a Güvenip Dayansınlar. 20

Müşriklere Yapılan Son Uyarılar. 20

Kitabin Hak Üzere İndirilmesi 21

Âyetler Arasında Bağlantı 21

Meali: 21

İlgili Hadîsler. 22

İlâhî Kudreti Yansıtan Uyku Olayi 22

Nefis Ve Ruh. 22

Uyku Ve Ölüm.. 23

Ecel-İ Müsemmâ. 23

Düşünen İnsan. 23

Kimler Şefaatçi Olabilir?. 24

Oysa Dönüş Mutlaka Allah'adır. 24

Nefis Dağınıktır, Kontrolden Hoşlanmaz. 24

Göklerin Ve Yerin Örneksiz Ve Misalsiz Yaratanı 24

İnsanlar Arasında En Doğru Hükmü Kim Verir?. 25

Gerçekler Ortaya Çıkınca. 25

Âyetler Arasında Bağlanti 25

Meali: 25

Hayat Yolu, Deneme Ve Sinav Gecitleriyle Doludur. 26

Takdîr Ve Tesbit Allah'a Aittir. 26

Rızık Taksimi 27

Âyetler Arasında Bağlantı 27

Meali; 27

İniş Sebebi 28

İlgili Hadîsler. 28

İsrafın Her Çeşidinin Zararı, Onu İşleyene Râci'dir. 29

Umutsuzluk Küfrün Alâmetlerinden Biridir. 29

İnâbet Ve Teslimiyet 30

Kur'ân, Kâinat Kitabının Fihristi Veya Özetidir. 30

Ferahlatıcı Âyetlerden Biri 31

Âyetler Arasında Bağlantı 31

Meali: 31

İniş Sebebi 31

İlgili Hadîsler. 31

Allah, Her Şeyin Yaratanıdır. 31

Cenab-I Hak Her Şey Üzerine Vekildir. 32

Göklerin Ve Yerin Hazineleri 32

Allah'ı Hakkıyla Takdir Edemiyenler. 32

Sağ El, Kudretin Sembolüdür. 33

Âyetler Arasında Bağlantı 33

Meali: 33

İlgili Hadîsler. 33

Sûr'a İki Defa Üfürülmesi 33

Sâîka Fiilinin Delâlet Ettiği Mana. 34

Sûr Sesinin Tesiri Dışında Tutulanlar. 34

Yerkürenin Değişmesi 34

O Gün Rabbınin Nuru Yeri Aydınlatır. 34

Kıyamet Gününde Kitabın Getirilmesi 35

Peygamberlerle Şahitlerin Getirilmesi 35

Âyetler Arasında Bağlantı 35

Meali: 35

İlgili Hadîsler. 36

Âhirette İki Ayrı Zümrenin Durumu. 36

Mü'minlerin Hamd Etmesi 37


ZÜMER    SÛRESİ

 

Cennet'e gönderilecek mü'min zümreler ile Cehennem'e sevkedilecek kâfir zümrelerden söz edildiği için sûreye «Zümer» ismi verilmiştir.

el-Hasan, İkrime, Atâ' ve Câbir b. Zeyd'e göre, sûrenin tamamı Mek­ke'de inmiştir. îbn Abbas'a (R.A.) göre, onuncu ve yirmi üçüncü âyetleri dı­şında tamamı Mekke'de inmiştir. Diğer ilim adamlarına göre, onuncu âye­tinden on yedinci âyetine kadar olan kısmı Medine'de, geriye kalan kısmı Mekke'de inmiştir. Sözü edilen yedi âyetin, Hz. Hamza'yı (R.A.) öldüren Vahşî ve arkadaşları hakkında indiği söylenir. [1]

Hz. Aişe (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Zümer ve Benî İsrail (İsrâ) sûrelerini oku­madan uyumazdı.» [2]                                                             

Ayet sayısı    :     75             

Kelime »       : 1170-1172   

Harf      »        : 4708     [3]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular;                      

 

1—  Kur'ân'ın bazı vasıf ve özellikleri anlatılıyor.

2—  Allah'ın birliğine delâlet eden deliller getirilerek akla ışık tutulu­yor.

3—  Genişlik ve darlık günlerinde inkarcı sapıkların karakterinin ren­gi üzerinde duruluyor.

4— Kur'ân'da, ilâhî hükümlerin daha iyi anlaşılması için verilen misal­lere dikkatler çekiliyor.

5—  Kendilerine haksızlık ve yazık edenlerin tevbe ettikleri takdirde bağışlanacağı haber veriliyor.

6—  Cehennemliklerin yüzlerinde belirecek umutsuzluk ve iç sıkıntısı yansıtılıyor.

7—  Kıyamet gününün bazı yönlendirici safhaları anlatılıyor.

8—  Mahşerden düşündürücü bir iki tablo veriliyor.

9—  Cennetliklerin erişecekleri sayısız nimetlerden söz ediliyor.

10— Hesap ve verilecek ceza faslı sona erince, mü'minlerin rahat bir nefes alıp Allah'a hamd edecekleri çok duyarlı bir anlatımla açıklanıyor. [4]

 

Meali:

 

1—  Bu Kitab'ın indirilişi, O çok güçlü, çok üstün hikmet sahibi Allah'­tandır.

2—  Şüphesiz biz sana bu Kitab'ı hak ile indirdik. O halde dini (ve din­darlığı) Allah'a hâlis kılıp samimiyetle ibâdete devam et.

3—  Haberiniz olsun ki, hâlis din (katıksız dindarlık) Allah'ındır; Allah'ı bırakıp (putları) yakın dost ve sahip edinenler, «bunlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz»  (derler). Allah, elbette onların görüş ayrılığına düştükleri şey hakkında aralarında hükmedecektir. Şüp­hesiz ki Allah, yalancı nankör İnkarcı kimseyi doğru yola çıkarmaz.

4— Eğer Allah (bilfarz) oğul edinmeyi dileseydi, herhalde yarattığı şey­lerden istediğini seçebilirdi. Ama O, (evlâd edinmekten) yücedir, münez­zehtir; O, her şeye boyun eğdirip tasarrufu altında tutan, Bir olan Allah'tır.

 

İlgili Hadîs

 

Bir adam, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e dedi ki: «Ya Resûlellah! Doğru­su ben bir şeyi sadaka olarak verirken ve bir iş yaparken hem Allah rıza­sını, hem de halkın övgüsünü arzuluyorum.» Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona: «Muhammed'in canını kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, Allah kendisine ortak koşulan hiçbir şeyi kabul etmez» buyurdu ve «O halde dini (ve dindarlığı) Allah'a hâlis kılıp samimiyetle ibâdete de­vam et» mealindeki âyeti okudu. [5]

 

Eserin Mükemmelliği, Sahibinin Kudretinin Üstünlüğüne Delâlet Eder

 

«Bu Kitab'ın îndirîlişi, O çok güçlü, çok üstün hikmet sahibi Allah'tandır.»

Her iş ve eser, sahibinin bilgi, beceri, maharet ve uzmanlığının dam­gasını taşır veya yansıtır. İnsan ne kadar kusurlu ise, eseri de o nisbette kusurlu çıkar. Allah cok mükemmeldir, eseri de öylece mükemmeldir. Birinci âyet bu gerçeğe ışık tutmakta; inanan, inanmayan her akıl sahibi­nin, Kur'ân'ın taşıdığı insan üstü mükemmelliğini iyice araştırmasını ilham etmektedir.

Âyette Cenâb-ı Hakk'ın iki sıfatından Söz edilmektedir: Azîz, Hakîm.. Özetle, birincisi, çok üstün, çok güçlü; ikincisi, her şeyi sınırsız yüksek bil­gi marifetiyle düzenleyip uyum ve dengede tutan yüce kudrete delâlet edi­yor. İşte Kur'ân, bu iki sıfata kemal mertebesinde sahip olan Allah'tan in­dirilmedir. Böylece kitabın gücü, hikmeti ve kusursuzluğu o kudretten kay­naklanmakta ve benzer kabul etmemektedir. [6]

 

Kitap Hak İle İndirilmiştir

 

«Şüphesiz biz sana Kitab'ı hak ile indirdik.,»

Kur'ân'ın çok üstün kudretten indirildiği açıklandıktan sonra, onun hak ile indirildiği belirtiliyor. Hak kavramı, birçok yerde açıkladığımız gibi, uyum, denge, düzen, kusursuzluk, gerçeğe tıpatıp uygunluk, tam doğruluk gibi manaları içermektedir. Bununla, Kur'ân'ın her türlü bâtıldan, hatâdan, uyumsuzluktan, dengesizlikten, kusur ve düzensizlikten uzak bir kitap ol­duğu belirtiliyor ve ilim sahiplerinin Kur'ân'ı bu açıdan incelemeleri isteni­liyor.

Buna bir misal vermek gerekirse, ondaki bilimsel anlamdaki temel bil­gileri ve kendine has hukukî sistemi gösterebiliriz. [7]

 

Allah'a Kulluk Ve İbâdet 1hlâsla Amacına Ulaşır

 

«O halde dinî (dindarlığı) Al­lah'a hâlis kılıp samimiyetle ibâdete devam et. Haberiniz olsun ki, hâlis din (katıksız dindarlık) Allah'ındır,.»

Dindarlık ve kulluk birbirini tamamlayan kavramlardır; imân doğrul­tusunda samimiyet, ciddiyet ve ıhlâs ister. İlgili âyetle bu ölçü ve anlam­da kulluk ve ibâdet Hz. Peygamber'in şahsında bütün mü'minlere emredil-mektedir. Çünkü Allah ancak kendisi için, rızasına uygun yapılanı kabul edip mükâfatlandırır. Bu bakımdan «ıhlâs» mertebesi, ubudiyetin özünü teşkil eder. Aynı zamanda Allah'ın insanlardan, onların mutluluk ve kur­tuluşundan yana indirdiği din de her türlü şüpheden, ıhlâssızlıktan uzaktır. [8]

 

Putları Allah'a Yaklaşt1rıcı Vasita Sayanlar

 

«Allah'ı b.rakıp (putları) yakın dost ve sahip edinenler, «bunlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz» (derler)..»

Özellikle Arap Yanmadası'nda oturan Arapların çoğu tek tanrı inancı­nın iyice zayıflayıp unutulmaya bırakıldığı fetret devrinde, çok ilâhh bir inanca yönelmişlerdi. Ne var ki tek tanrı inancının bıraktığı izler bütünüyle silinmemişti. O bakımdan Araplar hem göklerin ve yerin yaratanı kabul edilen Allah'ı tanır, hem de putlarını O'na ortak sayıp yaklaştırıcı ve şe­faatçi olduklarına inanırlardı. Nitekim onlar haccederken şu anlamda tel-biye getirirlerdi: «Buyur Allahım buyur. Senin hiçbir ortağın yoktur, ancak bir ortağın vardır ki senin sahip olduğun mülk-ü saltanata oda sahiptir.» [9] Şüphesiz onlar bu «ortak» sözüyle putları kasdediyorlardı.

Katade diyor ki:

— Putperest Araplara, «Rabbınız ve Yaratanınız kimdir?» diye sorul­duğunda veya «gökleri ve yeri kim yarattı?» denildiğinde, «Allah...» diye cevap verirlerdi. Bunun üzerine onlara: «O halde putlara tapmanızın an­lam ve hikmeti nedir?» denilince, «onlara, Allah yanında bize şefaatçi ol­sunlar diye tapıyoruz» derlerdi.

Böylece ilgili âyetlerle, önce Kur'ân'ın yeri ve önemi, sonra da Allah'ın varlığı ve birliği belirtildi; arkasından putların anlamsızlığı üzerinde duru­larak hem Araplar ve diğer putperest kavimler uyarıldı, hem de İsa Pey­gamber'! Allah'ın biricik oğlu (!) sayan Hıristiyanların çok yanlış ve sakın­calı bir inanç taşıdıkları hatırlatıldı ve Allah'ın eş, ortak, denk ve benzer­den; evlât edinmekten pâk ve münezzeh bulunduğuna değinilerek «Tevhîd İnancı»na dikkatler çekildi. Aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın iki sıfatına yer verilerek akıl sahiplerinin çok iyi düşünmelerinin gereğine atıfta bulunul­du. O iki sıfat: «Vâhid» ve «Kahhar» olarak bize şu inceliği öğretmektedir: Birincisi, her türlü ortağı, denk ve benzeri; ikincisi her türlü evlât, yardımcı ve eş edinmeyi reddetmekte ve bu gibi arızî vasıfların sonradan yaratılan­lara has olduğuna işaret etmektedir. Zira varlık âlemi bütünüyle Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudretinin eseridir ve her şey o kudret önünde baş eğip yaratıldığı amaç ve hikmete yönelik hizmet vermekte ve hepsi de ilâhî kud­retin eseri olduğunu yansıtmaktadır, [10]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, insanların kafa ve kalplerini, yol ve izlerini ay­dınlatan Kur'ân'ın Allah'tan indirilme bir kitap olduğu, aynı zamanda hak ile indirildiği belirtilerek onu bu açıdan değerlendirmemiz istenildi. Sonra da kulluk ve ibâdetimizi ıhlâs üzere yapmamız emredilerek, ilâhî rızaya dik­katimiz çekildi. Putları Allah'a ortak koşanlar uyarılarak yönlendirici bil­giler verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin sınırsızlığı­na delâlet eden yedi kadar belgeye yer verilmekte ve araştırıcılar için te­mel bilgiler açıklanmaktadır. [11]

 

Meali:

 

5—  Gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Geceyi gündüze doluyor, gün­düzü de geceye doluyor. Güneş ve Ay'ı buyruk altına almıştır. Herbiri be­lirlenmiş bir vakte kadar hareketini sürdürmektedir. Haberiniz olsun ki, O, çok üstün, çok güçlü, çok bağışlayandır.

6— Sizi bir tek canlıdan yarattı, sonra ondan da eşini meydana getirdi. Sizin için davarlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karınlarında üç ayrı karanlıklar içinde yaratılıştan yaratılışa sevkederek yaratır. İşte bu Allah, sizin Rabbınız (yegane terbiye edip yetiştiriciniz)dir. Mülk O'nundur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde nereye dönüyor, neye yüz çevi­riyorsunuz?

 

Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden   Yedi Belge

 

1—  Göklerle yerin hak üzere yaratılması,

2—  Gece ile gündüzün birbirine dolanıp sarılması,

3—  Güneş ile ayın ilâhî kanuna baş eğip belirlenmiş süreye kadar hareket halinde bulunması.

4—  İnsanların bir tek can (Adem)den yaratılması,   

5—  Havva'nın Âdem'den yaratılması,

6— Etinden, sütünden, yününden ve derisinden istifade edilen dört çift davarın indirilmesi,

7— Ana rahminin üç önemli muhkem tabakadan oluşturulması..

Böylece Cenâb-ı Hak, inkarcıyı inkârından, münafıkı nifak ve şüphe­sinden, kararsızı tereddütlerinden kurtarmak için kendi varlığına ve birli­ğine delâlet eden yedi belgeyi beşer aklına seslenerek sergilemekte ve dü­şünce ufkumuzu genişleterek ilmî araştırma yapanlara bu konularda ha­reket noktası belirlemektedir. Şöyle ki: [12]

 

Gökler Ve Yer Hak ile Yaratılmıştır

 

«Gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır.»

Bu, göklerin ve yerin tam uyum ve denge üzere yaratıldığını; hiçbir sistem ve parçasında düzensizliğin ve dengesizliğin söz konusu olamıya-cağını yansıtmaktadır.

Yeryüzünde insan hayatına yönelik bulunan orman, dağ, deniz, kay­nak, toprak ve canlılara baktığımızda, bunların birbirini tamamladığı ve ha­yatımızın denge ve düzenini sağlamaya yardımcı olduğunu görürüz. Me­selâ kömürü meydana getiren bitkiler, kömürün çökeldiği ve oluştuğu göl alanını sınırlayan ve çevreleyen dağlık yükseltilerde gelişir. Ayrıca dağlık alanların yükselmesi -tektonik (yerbilim) hareketler ile- beraberinde çö­küntüleri de getirir. Yükselen dağların yanisıra çöken ova ve ara çukurlar magmaya yaklaşır. Böylece bu havzalardaki yeraltı su sirkülasyonu mag­manın etkisiyle termal özellik kazanır.

Görüldüğü gibi, dağların bizatihi varlığı, beraberinde sayılmayacak ka­dar faydalar taşımaktadır. Biz sadece o faydalardan ikisini misal olarak vermiş bulunuyoruz. Denge unsuru olan diğer birimlerinde böylece her bi­rinin insandan yana düzenli yararları vardır.

O bakımdan Cenâb-ı Hak, göklerin ve yerin hak ile yaratıldığını bildi­rirken, bunlarda yer alan her ünite üzerinde ciddi şekilde durmamızı öğüt­lemektedir. [13]

 

Gecenin Gündüze Dolanması

 

«Geceyi gündüze doluyor, gün­düzü de geceye doluyor.,»

Bu, dünyanın aynı anda iki ayrı hareket halinde bulunduğunu ve böy­lece gece ile gündüzün meydana geldiğini yansıtmakta ve «tekvîr» kavra­mıyla araştırıcılara ip ucu vermektedir. Zira bu kavram, bir şeyi başka bir şeye sarmak, dolamak, yuvarlak bir şekil meydana getirmek anlamında, yerkürenin yuvarlak olduğunu da ifade etmektedir.

Önce gecenin gündüzü sarıp örtmesi belirtilmekte, sonra da gündü­zün geceyi sarıp örtmesi ona atfedilmektedir. Şüphesiz ki bu, dünyanın ba­tıdan doğuya dönmesiyle akşamlayın gecenin gündüzü sarıp örttüğünü; sabahleyin de gündüzün geceyi sarıp örttüğünü belirtir mânada bilimsel araştırmaya malzeme olacak bir anlatım tarzıdır. [14]

 

Güneş'le Ay'ın Buyruk Altına Alınması

 

ve ay'ı buyruk altına almıştır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar hareketini sürdürmektedir. Haberiniz olsun ki, O, çok üstün, çok güçlü, çok bağışla­yandır.»

Güneş ile ayın baş eğmesi, buyruk altına alınması, bağlı bulundukları yerçekim ve merkezkaç kanunlarına göre kendilerine has yörüngelerini ko­rumalarıyla yorumlanabilir. Ayrıca her birinin belirlenmiş süreye kadar ha­reketini sürdürmesi, her birinin kendi yörüngesinde belirlenmiş ölçü ve mesafede ve hızda seyrettiğine ve kıyamete kadar bunun kusursuz şekilde devam edeceğine delil sayılır.

Beşinci âyetin son kısmını dikkatle incelediğimizde, karşımızda Allah'­ın iki sıfatının yer aldığını görürüz: Azîz ve Gaffar.. Birinci sıfat, güneş ve ay'ı böylesine mükemmel ve faydalı düzeyde tutup belli kanunlara bağla­yan Cenâb-i Hakk'ın çok üstün, çok güçlü bulunduğunu; ikinci sıfat, bun­ca güzel nimetlere, insanların hayatını devam ettirmek için baş eğdiren Ce-nâb-ı Hakk'ın insanlardan yana çok bağışlayan olduğunu ifade etmektedir. [15]

 

İnsan Cinsinin Bir Tek Candan Yaratılması

 

«Sizi Bir Tek Candan Yarattı..»

İlk insan Âdem'in yapışkan balçıktan yaratıldığı; tek hücrenin çoğal­masıyla veya maymun ve benzen bir canlının tekâmülüyle vücut bulmadığı kesindir. Nitekim son yıllarda Fransa Tabiat Tarihi Müzesi tarafından or­ganize edilen bir seri oşinografik araştırma programı çerçevesinde Yeni Kaledonya Adası (Pasifik Okyanusunda bir Fransız sömürgesi) açıkların­da yapılan çalışmalar sırasında «deniz zambağı» olarak da isimlendirilen ve kökleri özellikle çok eski devirlere dayanan bir Krinoid (Crinoide) fauna­sı [16]nın varlığı ortaya konulmuş bulunuyor. Krinoidler deniz kestaneleri ve deniz yıldızları gibi, Ekinoderm (Echinodermata)lerin [17]bir koluna aittirler. Keşfedilen bu «Yaşayan Fosiller» arasında 300 milyon yıldan beri kayıp ol­duğu, yani türünün tükenerek başka bir türe geçiş yapmış olduğu sanılan bir krinoid alt-sınıfının bugünkü tek temsilcisi de bulunuyor. [18]

Bu, zaman içerisinde türden türe evrimsel geçiş olduğunu ve eski tür­lerin ortadan kalktığını iddia eden, fakat bunu isbatlayabilecek hiçbir geçiş aşaması fosilini getiremiyen evrim teorisyenlerinin «bilim» etiketli ideoloji­lerine vurulan yeni bir darbe oluyor. [19]

 

Havva'nın Âdem'den (A.S.)  Meydana Getirilmesi

 

«Sonra ondan da eşini meydana getirdi.»

Havva anamızın, yani ilk kadının balçıktan değil, Âdem'in kaburgasın­dan, yine fizikötesi «kün ernrbyle vücut bulduğunu ve Âdem'e zevce kılın­dığını ilgili âyet ve sahîh hadîslerden öğrenmekteyiz. Böylece ilk erkek ve kadının birleşmesiyle bizim bildiğimiz üreme kanunu işler duruma getiril­miş ve nesil çoğalmaya başlamıştır.

Fütuhat-i Mekkiye müellifi Muhyiddin Arabi'nin de belirttiği gibi, Ce-nâb-ı Hak her canlı tür hakkında bir defa tecellide bulunmuştur. Aynı tür 'Cin ikinci bir tecelli söz konusu değildir. O bakımdan Havva anamızı böy­le bir tecelliyle değil, Âdem'in kaburgasından meydana getirmek suretiyle Yaratmıştır.

Bu da her yönüyle türden türe geçiş olmadığını belgelemekte ve araş­tırıcılar için hareket noktası belirlemektedir. [20]

 

Dört Çift Hayvanın İnsanın Yararına Verilmesi

 

 ((Sîzin icîn davarlardan sekiz çift indirdi.»

Sekiz çiftten maksat, dişili erkekii dört ayrı cinsin yaratılmasıdır. Her erkeğin yanında bir dişinin ve her dişinin yanında bir erkeğin söz konusu olduğu belirtilmekte ve bununla erkekle dişinin birbirini tamamladığına işa­rette bulunulmaktadır.

Ayrıca âyetin açık anlatımından şu hususu anlıyoruz: Deve, koyun, ke­çi ve sığır evcil olmaya çok yatkın bir uysallıkta ve karakterde yaratıl­mış; aynı zamanda bunların çeşitli ürünlerinden yararlanma imkânları çok elverişli ölçüde vücuda getirilmiştir.

Hemen belirtelim ki: Hiçbir sun'î iplik yünün yerini tutmamakta ve onun sağladığı faydayı sağlamamaktadır. Ayrıca sözü edilen davarlardan elde edilen süt de öyle.. [21]

 

Ana Rahminin Üç Önemli Tabakadan Oluşması

 

«Sizi analarınızın kar­nında üç ayrı karanlıklar İçinde yaratılıştan yaratılışa sevkederek yaratır»

Cenâb-ı Hak bu âyetle ana rahminin üç ayrı tabakadan oluştuğunu haber vererek anatomik bir konuya dikkatleri çekmekte ve bilimsel araş­tırma yapanlara ip ucu vermektedir.

Döl yatağının ilk bakışta tek tabaka halinde olduğu sanılırsa da, ana­tomik yönden incelendiğinde üç ayrı muhkem tabakadan oluştuğu görülür. Şöyle ki:

1—  Kaslı bölüm,

2—  Dış aminyon zarı,

3—  Koruyucu zar, koryon zar ve aminyon sıvısı..

Kur'ân-ı Kerîm böylece hem her âyetiyle ve hükmüyle ilâhî olduğunu, hem de her çağda gelişen ilme ışık tuttuğunu isbatlamaktadır. On dört asır önce astronomi ve anatomi ile ilgili verdiği ana fikirler, temel bilgiler.

yirminci asırda gelişen ilmî tesbitlere ters düşmemekte ve ancak tasdik edilmektedir.

O halde gerçek bu olunca, ilim adamları gerçekçi olup Kur'ân'ı bilim­sel bir gözle okudukları takdirde onun Allah tarafından indirildiğini anla­makta gecikmezler. Yeter ki insaf ve imân doğrultusunda ilmî nazarla yö­nelmiş olsunlar.

«Yaratılıştan yaratılışa» sözüne gelince: Bu, döllenmiş yumurtanın kan pıhtısı, şekilsiz et parçası ve az şekillenme ve sonra da tam şekillenme dö­nemlerine işarettir. Böylece ana rahminde oluşup yavaş yavaş tekâmül eden dölütün çeşitli safhalarına değinilerek konu üzerinde araştırma ya­panlara ana fikir veriliyor. [22]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin sınırsız­lığına delâlet eden, aynı zamanda akla ışık tutup malzeme olan yedi kadar belge sıralandı.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın mutlak ganî olduğu, o bakımdan kimsenin imân ve ibâdetine muhtaç bulunmadığı belirtilerek, dosdoğru imân edenin kendi lehine, inkâr edenin de kendi aleyhine bir sonuç hazırladığı konu edi­liyor ve ancak Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti gereği olarak kullarının inkâra sap­masına rıza göstermediğine değinilerek aydınlatıcı bilgi veriliyor. [23]

 

Meali;

 

7—  Eğer inkâr edip nankörlükte bulunursanız, şüphesiz ki Allah'ın si­ze ihtiyacı yoktur; ne var ki O, kullarının inkâr ve nankörlüğüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden razı olur. Hiçbir günahkâr, diğer bir günahkârın günahını yüklenmez. Sonra da dönüşünüz Rabbınızadır. Yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir. Şüphesiz ki O, gönüllerde olanı bilir.

8—  İnsana bir sıkıntı ve zarar dokunduğu zaman, Rabbma içten yö­nelerek duâ eder. Sonra kendi katından ona bîr nîmet verince, daha önce Allah'a ettiği duayı unutur. Yolundan saptırmak için de Allah'a eşler, ortak­lar ve benzerler koşar. De ki: az bir süre küfrünle yararlanıp geçin. Çünkü gerçekten sen ateşliklerdensin.

 

İlâhî Müdahale Söz Konusu Değildir

 

«Eğer inkâr edip nankörlükte bulunur­sanız, şüphesiz ki Allah'ın size ihtiyacı yoktur.,»

Cenâb-ı Hak, insana doğruyu, iyiyi, güzeli ve gerçek mutluluk ve hu­zuru gösteren yolları açıp akla malzeme verdikten sonra, doğru yolu seçe­nin ancak kendi lehine, eğri yolda inatla yürüyenin de kendi aleyhine bir sonuç hazırlayacağını belirtmektedir. Zira kendisinin değil, kullarının her an, her nefes alıp vermede Allah'a muhtaç bulunduklarını; o nedenle mut­lak ganî olan O Yüce Kudretin hiç kimsenin kulluk ve ibâdetine muhtaç olmadığını açıklamakta ve yönlendirici uyanda bulunmaktadır. Ne var ki kullarının inkâra sapıp azgınlık ve ahlâksızlıkta bulunmalarına asla razı de­ğildir.

Bu konudan çıkaracağımız temel inançla ilgili sonuç şudur:

İrâde ile rızanın mertebeleri farklıdır: İrâde, bir şeyin olmasını, ya da olmamasını dileyip ona göre tecellide bulunmak ve gerekli emri vermek­tir. Rıza ise, sadece bir şeyin olmasını veya olmamasını benimsemek, olma­sından hoşnutluk duymaktır. Bunun ötesinde bir emir tecelli ettirmek veya müdahalede bulunmak düşünülemez. O halde insanlar, akıl ve idrâklerine yardımcı olan, yönlendirici anlam ve hikmet taşıyan kitap indirilip peygam­ber gönderildikten sonra, doğru ya da eğri yolu seçmekte serbest bırakıl­makta ve böylece bütün sorumluluk ve neticeleri ona yükletilmektedir. İlâ­hî müdahale, zorlama, itme söz konusu değildir. Ancak insan bu hususta akıl, irâde ve imkânlarını iyi ve doğru yolda kullanır da beşer irâdesinin erişebildiği sınıra gelirse, Cenâb-ı Hak o takdirde ona hidâyet kapısını açar, yani onu doğru yola eriştirir.

Bunun için ilgili âyette «Ne var ki O, kullarının inkâr ve nankörlüğüne razı olmaz» buyurulmakta; müdahale ve zorlamada bulunmayacağına işa­ret etmektedir. [24]

 

Kıyamet Gününde Kimse Kimsenin Günahını Yüklenmez

 

«Hiçbir günahkâr, diğer bir günahkârın gü­nahını yüklenmez..»

Bu cümle, Kur'ân-ı Kerîm'in tam on yerinde çok az farkla anılmıştır. Bundan amaç, inkarcı sapıkların, inanmak isteyen veya inanmış bulunan yakınlarına, «siz imân ve ibâdeti bırakın, bundan dolayı bir günah ve vebal varsa bize olsun» veya «siz keyfinizce yaşamaya bakın, dünyaya bir defa gelinir. Eğer bir günah varsa onu biz yükleniriz» diyenleri ve kendisini mür­şit gösterip gerek ölüm anında, gerekse âhiret gününde, kendisine bağlı bulunan müritlerini şeytanın vesvesesinden, günah yükünden kurtaracağını, dünyada da, âhirette de önlerine düşüp kendilerini kurtaracağını id­dia eden bilgisizleri susturmak; hakları ve yetkileri bulunmadığı hususlar­da çok dikkatli konuşmalarını hatırlatmaktır.

Bilindiği gibi, peygamberlere ve sâlih kişilere, başkalarının günahları­nı yüklenmek değil, şefaatte bulunma yetkisi verilecektir. O halde peygam­bere verilmeyen bir yetkinin inkarcı sapığa, şüpheci şaşkına veya ümme­tinden herhangi bir kişiye verildiği elbette ki düşünülemez. Zaten gerçek anlamda sâlih mürşitler böyle bir iddiada bulunmazlar ve bulunmaktan Al­lah'a sığınırlar.

Her kişi kendi iyilik ve kötülüğünü yüklendiği halde Allah'a döner. O da kimin neler işlediğini, ne gibi amellerde bulunduğunu, söz ve davranış­larının nasıl bir niyetten kaynaklandığını bilir ve ona göre karşılık verir. Her­kesin yaptıklarını bir bir açıklayıp iyilik ve günahlardan haber verir. [25]

 

İnsanoğlunun Nankörlüğü

 

«İnsana bir sıkıntı ve zarar dokunduğu zaman Rabbına içten yönelerek duâ eder. Sonra kendi katından ona bir nîmet verince, daha önce Allah'a ettiği duayı unutur..»

Darlık ve genişlik; bolluk ve sıkıntı, insanın karakterini ve içinde gizli tuttuğu rengini açığa vuran mihenktir. Aynı zamanda hayatın toz pembe olmadığının ve doğumla ölüm noktalan arasındaki yolun dümdüz, dikensiz, arızasız bulunmadığının bir başka delilidir.

Darlık, sıkıntı ve üzüntü; tehlikeli günlerde ve anlarda, insan ruhuna enjekte edilen Allah ve din duygusunun kabuğunu çatlatıp dışarı çıkarır. Refah ve bolluk günlerinde ise, insanların çoğu onu gizler ve ona yeni ye­ni kabuklar, kılıflar arar. Şüphesiz ki bu, genel bir ölçü ve kural sayılmaz; her zaman istisnaları vardır.

Kur'ân-ı Kerîm, ilgili âyetlerle insana bu zikzaklı günleri ve dönemleri hatırlatarak her iki durumda da çetin sınavlardan geçirilmekte olduğunu öğütlemekte ve aynı zamanda onu eğiterek yönlendirmeye çalışmaktadır. [26]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın mutlak ganî olduğu, kimsenin imân ve ibâdetine muhtaç bulunmadığı belirtildi. Böylece imân edenlerin kendi lehlerine, inkâr ve tuğyan edenlerin kendi aleyhlerine  bir sonuç ha­zırladıkları konu edilerek aydınlatıcı ve yönlendirici bilgiler verildi.

Aşağıdaki âyetle, kendini gece-gündüz ibâdete, sâlih işlere veren mü'-minlerle, hayatını inkâr ve ahlâksızlık, zulüm ve azgınlık içinde geçiren sa­pıkların eşit olmadıkları konu ediliyor. Sonra da bilenlerle bilmeyenlerin, âlimlerle câhillerin aynı çizgi üzerinde olmadıklarına değinilerek ilme ve ilim adamına iltifatta bulunuluyor. [27]

 

Meali:

 

9— Yoksa böylesi, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibâdetini yapıp Âhiret'ten çekinen, Rabbımn rahmetini uman kimse gibi mi­dir? De kî : hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bunu ancak akıl sahip­leri düşünüp öğüt alır.

 

İlgili Hadîs

 

Hz, Peygamber (A.S.), ölmek üzere olan bir adamın yanına gelip, «ken­dini nasıl buluyorsun?» diye sordu. O da : «Hem ümit besliyorum, hem de korkuyorum» diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Böyle bir durumda bu iki duygu (ve inanç) kimin kalbinde biraraya gelirse, mutlaka Azız ve Celîl olan Allah ona umduğunu verir ve onu korktuğundan kurtarıp güvene kavuşturur.» [28]

 

Geceleyin İbâdet

 

<<Yoksa böylesiı gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibâdetini yapıp Âhiret'ten çekinen, Rabbmin rahmetini uman kimse gibi midir?..»

Varlık âleminde bunca nimetlere ve açık belgelere; indirilen âyetlere rağmen hâlâ inkâr ve nankörlük içinde ömrünü harcayıp tüketmeye çalı­şan gafillerin karakteri üzerinde durulduktan sonra, kendini imân ve amel-i sâlih düzeyinde Hakk'a verip teslimiyet içinde gece kalkarak ümit ve kor­ku duygusuyla ibâdet eden mü'minler övülüyor ve bunlarla o inkarcı nan­körlerin hiçbir zaman bir tutulmayacağı açıklanıyor. Zira birinciler, yaratıl­dıkları amaca yönelik, bağlı bulundukları fıtrat ve hilkat kanunları doğrul­tusunda Allah'a kulluk etmenin derin zevkine erişenlerdir. İkinciler ise, fıt­rat ve hilkat kanununa ters düşüp kâinatta kendilerine ayrılan çizgiden sa­panlar, yaratılışının hikmet ve amacını bilmeyenler ve o sebeple de Hakk'a baş kaldıranlardır. [29]

 

Korku İle Umut

 

«Âhiret'ten çekinen, Rabbının rahmetini uman kimse gibi midir?.»

Kur'ân-ı Kerîm'de gerek konumuzu oluşturan âyette, gerekse diğer bir­kaç sûrede, mü'minlerin ruhunda, düşüncesinde ve günlük hayatında den­ge sağlayacak korku ile umudun yer etmesi telkîn edilmekte ve günlük ha­yatın bu iki duygu ile ölçülü ve düzenli tutulması istenmektedir. Öyle ki, âhi-retteki hesap ve cezadan korkmak; aynı zamanda ilâhî rahmetin genişliği­ni düşünüp O'na umut bağlamak kadar iyiye, doğruya, fazilete yönlendirici başka bir âmil düşünülemez. Tasavvufta buna «beyne'l-havfi ve'r-recâ», yani «korku ile umut arasında bir yol» denir ki, oldukça önemlidir ve üze­rinde durulması gereken bir konudur.

Elbette Yüce Yaratan'ı bilip O'na ibâdet ederek kulluğun derin mana ve hikmetini bilenle, cehalet havası içinde kalıp bu gerçeği bilmeyen ve idrâk edemiyen sapıklar hiç bir zaman bir tutulmazlar ve eşit sayılmazlar. Birinciler hayır ve faziletin üst derecesinde; ikinciler inkâr, kötülük ve nan­körlüğün aşağı derecesinde yer almaktadır. Dünya'da bu fark idrâk edil­mese bile, âhirette mutlaka bu iki ayrı grup birbirinden ayırt edilecek ve herbirine lâyık olduğu karşılık verilecektir. Zira Allah'ın ilim ve tesbiti, ya-nılmaz; meleklerin yazdıkları gerçeğe aykırı olmaz. [30]

 

Bilenlerle Bilmeyenler Hiç Bir Olur Mu?

 

«De ki: hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp

öğüt alır.»

Bu anlatım tarzıyla, ilme ve ilim adamına takdîr sunulmakta; akıl sa­hibi övülmekte ve aklını gerçeği bulmak için kullananların ilâhî iltifat ve rahmete mazhar kılınacaklarına işaret edilmektedir.

Böylece Cenâb-ı Hakk'ın varlığı ve birliği, kâinatta hükümrân olan yüksek kudreti ve indirdiği kitap, gönderdiği peygamber ancak ilimle bilinip anlaşılır. O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ilmi ve ilim adamını över, teşvik eder mahiyette 13Û'a yakın hadîs buyurmuştur. Biz onlardan sade­ce üç tanesini teberrüken buraya nakletmekle yetiniyoruz.

«İlim tahsil etmek her müslümana farzdır.» [31]

«Kim ilim tahsiline çalışırken eceli gelirse, onunla peygamberler ara­sında, peygamberlik derecesinden başka bir derece olmadığı halde Allah'a kavuşur.» [32]

«Sadakanın en üstünü, müslüman kişinin ilim öğrenmesi ve öğrendik­ten sonra onu müslüman kardeşine öğretmesidir.» [33]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle, kendini gece gündüz, ibâdete ve hayırlı işlere veren mü'minle, inkâr, nankörlük ve azgınlık doğrultusunda hayatını berbat eden inkarcı sapığın eşit tutulmayacağı belirtildi ve arkasından ilme ve ilim ada­mına; sonra da aklını, gerçeği bulmak için kullanan kimseye takdîr sunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, dünyada iyilik edip Allah'tan korkan ve imanından dolayı eziyete mâruz kalıp sabreden mü'minler hem teselli edilmekte, hem de gerektiğinde bu uğurda başka bir ülkeye hicret edebileceklerine işâre>

te bulunulmaktadır. Ancak ilâhî emir gelinceye kadar sabredip dayanma gücünü ortaya koyanların eksiksiz mükâfatlandınlacağı müjdelenerek sı­kıntıların geçici olduğu dolaylı şekilde anlatılmaktadır. Sonra da Allah'a ıhlâs üzere ibâdetin önemi üzerinde durularak geniş bilgi verilmekte ve kimlerin hüsrana uğrayacağı belirtilmektedir. [34]

 

Meali;

 

10—  De ki: «Ey imân eden kullar! Rabbınızdan korkup (kötülüklerden, nankörlüklerden) sakının. Bu dünyada iyilikte bulunanlara iyilik vardır. Al­lah'ın arazisi geniştir. Ve elbette sabredenlere mükâfatlan hesapsız verilir.»

11—  Deki: «Ben elbette dini Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdetle emro-lundum.

12—  Ve Hakk'a teslim olan Müslümanların ilki olmamla da emrolun-dum.»

13—  De ki: «Eğer Rabbıma karşı gelecek olursam, o büyük günün azabından korkarım.»

14—  De ki: «Dinimi (dindarlığımı) Allah'a hâlis kılarak ancak O'na ibâdet ederim.

15—  (Ey putperestler!) Siz de Allah'tan başka dilediğinize ibâdet edin.» De ki: «Gerçek anlamda hüsrana uğrayanlar, Kıyamet günü hem kendi­lerini, hem de ailelerini zarara uğratanlardır. Dikkat edin ki, en açık zarar da budur!»

16—  Onların üstlerinde ateşten kat kat tabakalar, altlarında da kat kat tabakalar vardır. Bu böyledir. Allah, bununla kullarını korkutur. Ey kulla­rım! Benden korkup (ateşe itici yollardan ve kimselerden) sakının.

17—  Azgın şeytana ve putlara tapmaktan kaçınıp Allah'a yönelerek gönül verenler için müjde vardır. O halde (Ey Peygamber!) kullarıma müj­de ver,

18—  Onlar ki, sözü dinlerler, onun en güzeline uyarlar. İşte Allah'ın doğru yola eriştirdiği bunlardır. Ve işte akıl sahipleri de bunlardır.

 

İyilikte Bulunanlara İyilik Vardır

 

«Bu dünyada iyilikte bulunanlara iyi­lik vardır.»

Cenâb-ı Hak mü'min için üc mertebe ortaya koymaktadır:

1—  Her hâl-ü kârda Allah'tan korkmak,

2—  Elinden geldiğince iyilikte bulunmak,

3— İmanından, dindarlığından, ahlâk ve faziletinden dolayı saldırıları göğüsleyip, Cenâb-i Hak kurtuluş yolunu açıncaya kadar sabretmek ve gerekirse bu uğurda başka bir yere göç etmek..

Bilindiği gibi, hikmetin başı, Allah korkusudur. Kalbini bu korkuyla ve ilâhî rahmete beslediği umutla doldurmayan kimselerin dindarlığı çok sığ kalır ve her an silinmeye mahkûm sayılır. Çünkü Allah korkusu hayatı di­siplinli, düzenli ve dengeli tutan en tesirli âmildir. Bu korkudan mahrum bulunan kimseden her türlü fenalık beklenebilir.

Dünyada hep iyilik düşünüp, imkânlar nisbetinde iyilikte bulunmak ve hiç değilse düşünceyi bu hususta berraklaştırıp insanlara güler yüz gös­termek, tatlı dille hitap etmek vaciptir. Peygamberlerin hepsi bu çizgiden ayrılmamış ve hayatları boyunca iyilikten, haktan ve faziletten yana olmuş­lardır. Cenab-i Hak da yarattığı varlık âlemini bütünüyle insanın hizmeti­ne sevketmekle en büyük iyilikte ve rahmette bulunmuştur ve O, bu iyilik ve rahmetini devam ettirmektedir. O bakımdan kullarına da sadece iyiliği telkîn ve tavsiye etmektedir.

İmân, pahası biçilmeyen bir cevherdir. Dünyada da, âhirette de ondan azız bir nesne yoktur. O bakımdan imân cevherine erişme bahtiyarlığıyla taltif edilen kulun yolunda birçok tehlikeler bulunmaktadır. Zira nîmet kül­fet karşılığıdır. Bizi Allahımıza selîm bir kalple ulaştıran hakikî imânı ve gereğini koruyabilmek öyle kolay değildir. Birçok fedakârlıklar, mücade­leler ve sabır ister. O bakımdan imân ve dindarlığını korumada dayanma gücünü ortaya koyup ağır külfetlere ve mihnetlere katlanan mü'minlere hesapsız mükâfat verileceği müjdelenmektedir. [35]

 

Mü'minin Dindarlık Ölçüsü

 

«De ki: Ben elbette dini Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdetle emrolundum..»

Kur'ân-ı Kerîm'de çoğu kere Hz. Peygamber'in (A.S.) şahsında mü'min­lere emir verilmekte ve tavsiyelerde bulunulmaktadır. O bakımdan sözü edilen şekildeki hitap özellik taşısa bile, emir genellik arzeder.

Peygamber'e (A.S.) şu beş hususu açık seçik olarak söylemesi ve böy-leee inkarcıları susturup, mü'minlere en sağlam ve feyizli dindarlığı öğret­mesi emrediliyor:

1— Dini, dindarlığı Allah için hâlis kılarak yalnız O'na ibâdet etmek,

2—  Kendini her zaman İslâm Ümmeti'nden bir fert kabul etmek,

3—  Allah'ın buyruklarına karşı gelmenin büyük bir günün azabını ge­rekli kılacağını bilerek korkmak ve sakınmak,

4—  Ciddiyet ve samimiyet duygu ve düşüncesiyle yalnız Allah'a kul­luk etmek ve bu hususta niyeti hâlis kılmak,

5—  Gerçek anlamda hüsrana uğrayanların,   kıyamet   gününde   hem kendilerini, hem aile fertlerini zarara uğratanlar olacağını unutmamak..

Birinci emir, gerçek dindarlığın ölçü ve mayasını vermekte; Allah'tan başka hiçbir varlığın ibâdet edilmeye lâyık olmadığını öğretmektedir. Böy-lece İslâm Dini'nin ıhlâs mayasından başka bir maya kabul etmiyeceği en duyarlı anlatımla işlenmekte ve mü'minlerin din ve dünya işlerinde riya­dan, gösterişten, şöhret budalalığından uzak kalmaları öğütlenmektedir.

İkinci emir, imân eden her müslümanın kendini ümmet-İ Muhammed'-den (A.S.) biri saymasının; dine hizmet edenlere gıpta edip daha verimli ve samimi hizmetlerde bulunma yollarını araştırmasının gereğini hatırlat­maktadır.

Üçüncü emir, din ve dindarlığın mutlak itaat istediğini; Allah'a, Pey­gamberine imânla âhiret gününe imânı birleştirip bütünlük içinde kalp ve kafalara işlemeyi; böylece günlük hayatı bu imân ve sorumluluk duygusu içinde düzene koymayı telkîn etmektedir.

Dördüncü emir, Allah'a kulluğun ne açık, ne de gizli ortak kabul et-miyeceğini; amel ve ibâdetin mutlak surette gösterişten, ciddiyetsizlikten, lâubalîlikten uzak tutulmasını açıklamakta; aynı zamanda bununla birin­ci emir hem te'kîd edilmekte, hem de Allah'ın her türlü gizli-açık ortaktan tenzîh edilmesinin lüzumunu belirtmektedir.

Beşinci emir, aile reisinin ve toplumda söz sahibi olanın sapıtıp ahlâk ve fazîleti çiğnediği takdirde yalnız kendini değil, aynı zamanda aile ve çevresini de saptırıp ifsad edeceğine, hem kendisinin, hem de uydularının hüsrana uğrayacağına dikkat çekmekte; dolayısıyla Mekkeli'lerin, azgın sapık ileri gelen putperestlere uymamaları, kendi akıllarını kullanarak ha­kikati bulup seçmeleri öğütlenmektedir.

Tabii bu emir, aynı zamanda yaşamakta olan her toplum ve millete ses­lenmekte ve yol göstermektedir. [36]

 

Cenab-I Hak Kullarını Korkutur

 

Onla"rın üstlerinde ateşten kat kat tabakalar, altlarında da kat kat tabakalar vardır. Bu böyledir. Allah, bununla kullarını korkutur. Ey Kullarım! Ben­den korkup (ateşe itici yollardan ve kimselerden) sakının.»

Ani korku iyi düşünceyi felce uğrattığı veya şaşkınlığa itip dengesizlik doğurduğu gibi, seviyeli, şuurlu, ölçülü ve gerçeklere yönelik korku daha etraflı düşünmeyi, daha isabetli karar vermeyi ve daha düzenli, temkinli hareket etmeyi ilham eder. Konumuzu oluşturan 16, âyet bu inceliği yan­sıtmakta ve o sebeple biri diğerini kuvvetlendiren iki cümle kullanılmak­tadır: «Allah bununla kullarını korkutur» ve «Ey kullarım, benden korkup sakının.»

Böylece Cenâb-ı Hak, önce âhiretteki çepeçevre kuşatacak azap ile korkutmakta ve sonra da bunun zihinlerde bırakacağı izi derinleştirip id­râkleri uyanık tutmak ve daha etraflı düşünüp tedbirli olmak için, kendi adaletinden korkmamızı ve o sebeple Cehennem'e kapı açacak kötülük ve azgınlıklardan sakınmamızı, kaçınmamızı emretmektedir.

Bu birbirini te'kîd eden korkutma ve sakındırma kalplerde ve dimağ­larda yer ettiği takdirde, artık saptırıcı putlara ve aldatan şeytanlara ta­pınma dönemi kapanır, hayat dizginini eline geçiren nefsin azgınlıkları son bulur veya asgariye iner. İnsan bütün samimiyetiyle Allah'a yönelmekten derin zevk duymaya başlar. Böylece kulluğun gönül yatişkanlığı dönemi başlar.

İşte böyle bir duygu ve teslimiyet havasında Hakk'a yönelen kulların şayan-i dikkat iki özellikleri söz konusudur. 18. âyetle bu özellikler şöyle açıklanmaktadır:

a)  Onlar ki sözü dinlerler,

b)  Fakat dinlediklerini Kur'ân ve akıl süzgecinden geçirip en iyisine, en yararlı ve güzel olanına uyarlar. Dalkavukluk yapmazlar; körü körüne tasdik etmezler.

İşte doğru yola eritşirilenler ve akıllarını imânla, ilimle birleştirip en iyi şekilde kullananlar bunlardır.

Kendini aydınlığın bu düzeyine getiren mutlu kişiler, imânlarını akılla-rıyla, akıllarını vicdanlarıyla; bunların hepsini sağlam bilgilerle birleştirip nefis ve İblîs'in saltanatına son verirler. Cenâb-ı Hak bunları sonsuz saadet­le müjdelemekte; Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz bunların dostu olduğunu bildirmektedir.

Nitekim 18. âyetin sonunda sözü edilen mü'min kulların iki özelliğine daha değinilerek bütün insanlara en sağlam basamak gösterilip belirlen­mektedir :

a)  İşte Allah'ın doğru yola eriştirdiği bunlardır,

b)  Ve işte akıl sahipleri de bunlardır.

Böylece insanın kendi hayatında elde edeceği en yüksek devlet ve nîmet tasvir edilirken onun «ilâhî hidâyet» olduğu belirtilmekte ve gerçeği aramaya yöneltilen aklın payının da bunda önemli rol oynadığına işaret edilmektedir. [37]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, imân temeli üzerinde gelişen ibâdetin önemi üze­rinde duruldu. O sebeple birçok külfetlere karşı sabretmenin yararına dik­kat çekildi. Arkasından ıhlâs üzere amel etmenin faydaları özetlenerek mü'-minlere yönlendirici ve aydınlatıcı bilgiler ve ölçüler verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, cehennemlik olduğu ilâhî ilimle tesbit edilen inkar­cıları azaptan kurtarmaya kimsenin gücünün yetmiyeceği konu edilerek. Peygamber (A.S.) Efendimizin ve dolayısıyla mürşitlerin görev ve yetkile­rinin sının çiziliyor. Aklını kullanıp ilâhî davete gönül kapısını açık tutan mü'minler için hazırlanan uhrevî mutluluktan bir kaç safha açıklanıyor. Sonra da Allah'ın kudretinin yüceliğine delâlet eden belgeler üzerinde du­rularak akla ışık tutuluyor. [38]

 

Meali:

 

19—  (Ey Peygamber!) Aleyhine azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi, (yani) ateşte olan kimseyi sen mi kurtaracaksın?!

20—  Ama Rablarından korkup (fenalıklardan) sakınanlar için yüksek manzaralı yerler yapılmıştır ki altlarından ırmaklar akar, Allah'ın va'di (bu)! Allah va'dinden asla dönmez.

21—  Görmedin mi ki, Allah gökten su indirir, onu yerdeki kaynaklara akıtıp yerleştirir. Sonra onunla renk renk ekin (bitki) çıkarır; sonra kuru­maya yüztutar derken onu sararmış görürsün. Sonra da onu kurutup ufa­lanmış çer-çöp haline sokar. Şüphesiz ki bunda akıl sahipleri için öğüt ve uyan var.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz Cennet'te öyle yüksek çardaklar var ki dışı içinden, içi de dışından gözükür. Allah onları, (muhtaçlara) yediren, yumuşak nezih söz söyleyen; sık sık oruç tutup insanlar uyurken (gece kalkıp) namaz kılan kimseler için hazırlamıştır.» [39]

«Şüphesiz ki Cennet ehli Cennet'te yüksekçe çardaklarda oturanları, batıp doğan parlak yıldızları gördükleri gibi görürler. Bu, derecelere ehil olanların birbirlerine olan üstünlüğüdür.»

Bunun üzerine Ashab-ı Kiram dediler ki:

  Ya Resûlellah! Sözünü ettiğiniz çardaklarda oturanlar peygamber­lerdir (değil mi?).

Peygamber (A.S.) onlara şu cevabı verdi:

  Hayır, çanımı kudret elinde bulunduran Allah'a and olsun ki, Ce-nâb-ı Hakk'a imân edip Peygamberi tasdik eden bazı kavimlerdir. [40]

 

Aleyhlerine Azap Hükmü Gerçekleşenler

 

«(Ey Peygamber!) Aleyhlerine azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi, (yani) ateşte olan kimseyi sen mi kur­taracaksın?!»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, amcası Ebû Leheb ve benzeri önemli ki­şilerin İslâm'a girmelerini çok arzu ediyor ve bunu sık sık hatırından ge­çiriyordu. Oysa Cenâb-i Hak, çok önceden yanılmayan ilmiyle sözü edilen kimselerin her şeye rağmen imân etmiyeceklerini tesbit etmiş bulunuyor­du. O halde Hz. Peygamber'in (A.S.) bu husustaki ısrarlı arzusunun bir ya­rarı olmayacaktı. Zira gerek Ebû Leheb, gerekse aynı paralelde olan ileri gelenler kendi kaderlerini kendi elleriyle çizmiş bulunuyorlardı. İlâhî ilmin yanılması, hatâ yapması söz konusu olamazdı. O bakımdan ilgili âyetle Ce-nâb-ı Hak, Peygamber'e (A.S.) tebliğ ve irşad görevini hatırlatmakta ve doğru yola eriştirmenin Allah'a ait olduğunu bildirmektedir.

Aklını, idrâkini, hakkı arayıp bulma doğrultusunda kullanmayıp onu nefsinin, bencilliğinin emrine terkeden sapıklar ölmeden önce cehennem­deki yerlerini hazırlamış ve orayı hakketmişlerdi. Ölünceye kadar dönüş yapmayacakları kesinlik kazanmıştı. O takdirde ateşte olan (olacak) kim­seyi kurtarmak mümkün müdür?

Böylece kaderin önemli bir yanı açıklanarak mü'minlere bilgi verilmek­te ve şüpheler giderilmektedir. [41]

 

Hayatını Takva İle Düzene Sokanlar

 

«Ama Rablarından korkup (fenalıklardan) sakınanlar için yüksek manzaralı yerler yapılmıştır..»

Kur'ân-ı Kerîm, inatçı azgınların dönüş yapmayacaklarını açıkladık­tan sonra, hayatını «takva» düzeyinde düzene sokan mü'minleri övmekte ve oniar için hazırlanan yüksek nimetlere değinerek ferahlatıcı müjdeler vermektedir. Zira takva, hayatı belli bir disiplin altında tutan; nefsin aşırı­lıklarını ve gayr-i meşru' isteklerini durduran öyle ilâhî bir korkudur ki, ki­şinin kalbinde kök salınca onu bir bakıma melekleştirir. Birçok kimseler nefis otlağında günlerini gün ederken, takva sahibi olan mü'min ilâhî hoş­nutluğu elde etmenin yollarını araştırır ve feyizli hizmetlerde, güzel amel­lerde bulunur. O bakımdan takva sahiplerine âhirette verilecek mükâfat, onların sabırlarına, fedakârlıklarına ve Allah'tan saygı ile korkup kötülük­lerden sakınmalarına karşılık büyük olacaktır. [42]

 

Akıl Sahiplerine Yönlendirici Belgeleri Göstermek

 

«Görmedin mi ki, Allah gökten su indirir de onu yerdeki kaynaklara akıtıp yerleştirir..»

Kur'ân'da uygulanan ilâhî metotlardan biri de şudur: İnkâr ve azgın­lığı kınadıktan, imân ve sâlih amelleri övüp takva sahiplerini büyük mükâ­fatlarla müjdeledikten sonra, inkarcılarla şüphecilerin aklını harekete ge­çirmeye ağırlık verilir; bilimsel araştırmaya kapı açıp temel bilgiler sırala­nır. İlgili âyette de aynı metod uygulanmakta ve belirtilen hususlar açık­landıktan sonra insan aklına seslenilerek malzeme verilmektedir.

Yeryüzünde mevcut suyun devridaim yapması ve belli ölçüde kaynak­ları beslemesi, şüphesiz ki kör tesadüfün sonucu değildir. Yeryüzünün on­da yedisinin denizlerle kaplı olması, ihtiyaç nisbetinde yağmur oluştur­maktadır. Yeraltı kaynaklarını belli bir plâna göre önceden hazırlayan Yü­ce Kudretin insanlardan yana yönelen bu rahmetini anlayabilmek için yer­yüzünde sözü edilen kaynakların nasıl bir plâna göre düzenlendiğini bil­meye gerek vardır. Ancak bu konuda yerküreyi bir bütün olarak ele alıp kara parçalarının altlarında ne ölçüde ve neresinde kaynak bulunduğunu tesbit ise, ilgili ilim adamlarının görevidir.

Renk renk bitkilerin yağan yağmurla yeşerip insan hayatına huzur, neşe, şifâ ve gıda vermesi de rastgele bir olay değildir; hepsi de insanların

yararlanması için önceden belirlenen bir programa göre devam etmekte­dir. İlmî araştırmalar yavaş yavaş bunların yararlarını tesbit etmekte ve insan hayatından yana ne kadar lüzumlu bulunduğunu ortaya koymak su­retiyle Kur'ân'ı doğrulamaktadır.

Sonra da bu bitkilerin hayat süresi dolup kumyarak çer-çöp haline gelmesi ve toprağa karışıp kaybolması; arkasından ortam ve şartların ha­rekete geçmesiyle bıraktıkları kökler, tohumlar, sporlar marifetiyle yeşe­rip benzerlerinin çıkması, bize öldükten sonra diriltileceğimize misal teşkil etmekte ve böylece ilâhî kudretin kusursuz biçimde işleyişi hakkında hem İnsanları aydınlatmakta, hem de anlayışlarını kolaylaştırmaktadır.

Bütün bu belge ve delil anlamındaki misalleri ancak selîm akıl sahip­lerinin inceleyip anlayabileceğine, ibret ve öğüt alabileceklerine değinilme­si ise, son derece dikkat çekicidir. Kur'ân hemen her konuda ilimden ve akıldan yana yolları açmakta; dünyayı da, âhireti de, kutsal kitapları da, peygamberleri de anlayıp hikmetini kavramanın bu iki unsurla mümkün olacağını bildirmekte ve böylece hem aklımızı iyi kullanmamızı, hem de il­me sarılmamızı ilham etmektedir. [43]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkârda ısrar edip kalbini bütünüyle hakka kapa­lı tutan sapıkların, ilâhî ilimle cehennemlik oldukları belli olunca, artık on­ları doğru yola eriştirmeye hiç kimsenin gücünün yetmiyeceği açıklanarak peygamber ve mürşitlerin yetki sınırlarına işarette bulunuldu. Aklını kulla­nıp doğru yolu seçen takva sahibi mü'minler için âhirette yüksek nimetle­rin hazırlandığı haber verildikten sonra, inkarcı ve şüphecilerin aklına ışık tutar anlamda birtakım belgelere yer verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, göğsünü İslâm'a açan bahtiyarlar konu ediliyor ve bunun aksine haktan yana kalbini kapalı tutup tam katılık içinde olan inkarcılar uyarılıyor. Sonra da hakkı yalanlayanların dünyada da azap ile cezalandırıldıkları hatırlatılarak tarihin tekerrür edeceğine işarette bulunu­luyor. Aynı zamanda insanların kalplerini açmak ve akıllarını harekete ge­çirmek için Kur'ân'da birçok misaller verildiğine değinilerek, ilâhî rahme­tin hep önde yürüdüğü dolaylı şekilde anlatılıyor. [44]

 

Meâli :

 

22— Allah kimin göğsünü İslama açmışsa elbette ki o, Rabbından  bir nur değimli? Bunun icin A"ah>ı maktan yana kalp-lerr kat.laşanların vay hâline! İşte onfar Qçık bir sapıklık içindedirler

23—  Allah,   sözün en güzelini   indirmiştir,   birbirine   benzer   uyumlu ahenkli ikişer ikişer (tekrar ede ede) bir kitap ki, Rabbındcın saygı ile kor­kanların ondan derileri ürperir; sonra da hem derileri, hem de kalpleri Al­lah'ın zikrine yumuşar. Bu, Allah'ın doğru yolu gösteren rehberidir; dilediği­ni onunla doğru yola iletir. Allah kimi sapıklık içinde bırakırsa, onun için doğru yolu gösteren ve onu doğru yola ileten yoktur.

24—  Artık Kıyamet günü yüzünü o kötü azaptan korumaya çalışan kimse mi (bir yardımcı bulur)? Zâlimlere: «Kazandıklarınızı tadın» denilir.

25—  Onlardan öncekiler de (Hakk'ı) yalanladılar. Bu yüzden fark ede­medikleri yandan azap kendilerine geliverdi.

26—  Böylece Allah, onlara dünya hayatında rezillik ve rüsvaylığı tat­tırdı; şüphesiz Âhiret azabı daha büyüktür. Keşke bunu bir bilselerdi!

27—  And olsun ki, biz bu Kur'ân'da her misali getirdik; ola ki düşü­nürler de öğüt alırlar.

28—  Bir Kur'ân ki içinde eğrilik olmayan, pürüzsüz bir Arapça ile (in­dirilmişidir. Ola ki, Allah'tan sakınırlar.

 

İlgili Hadîs

 

İbn Mes'ûd (R.A.) diyor ki:

— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz EFEMEN ŞEREHALLAHU SADREHU Lİ'L-İSLÂMİ.. âyetini okuyunca, kendisine, «göğsün açılıp genişlemesi na­sıl oluyor?» diye sorduk. Buyurdu ki: «Nur kalbe girince, kalp (manen) açı­lıp genişler.» «Bunun alâmeti nedir?» diye sorduğumuzda ise, şöyle cevap verdi: «Ebediyet yurduna yönelmek, aldatıcı yurttan uzaklaşmak; ölüm gel­meden önce ona hazırlanmaktır.» [45]

 

Göğsü İslâm'a Açılanlar

 

<<AlIah kimin lâm'a açmışsa, elbette ki o, Rabbmdan bir nur (aydınlık) üzeredir, değil mi?»

Kur'an-ı Kerîm, ilâhî üslubuyla Hakk'a giden doğru yol ile bâtılın uçu­rumuna uzanan eğri yolların bazı özelliklerini ve vasıflarını belirttikten sonra, doğru yolu seçebilmenin hidâyet nuru; kötü yolu seçmenin ise kalp ka­tılığı doğrultusunda gerçekleşebileceğini açıklamaktadır.

Kişi gönül toprağını çoraklıktan kurtarırsa, hidâyet güneşi orayı aydın­latıp geliştirir. Çoraklık devam ettiği sürece, sözü edilen güneşin ona ya­rarı olmaz. Allah'ın hidâyet, yani doğru yola eriştirme anlamında olan rah­met güneşi her tarafı aydınlatmakta kusursuzdur. Ancak kalbini ve kafa­sını inkâr ve azgınlığın isiyle karartanlar bu güneşten nasibini alamazlar.

İlgili âyetle zarif bir mukayese yapılarak sözü edilen hikmete işaret edilmektedir. [46]

 

Kur'ân'ın Bir Diğer Özelliği

 

«Allah sözün en güzelini indirmiştir» mealindeki âyetle, Kur'ân'ın hem kelime dizisine, hem bu kelimelerin delâlet ettiği mânaya dikkatler çekili­yor.

Kur'ân-ı Kerîm kelime konumu ve dizisi itibariyle fesahat ve belâğatin; edebî uslûb da benzer kabul etmez mükemmelliğin doruğuna yükselmiş bir kudret arzetmektedir. Ne tam nesir (manzum olmayan söz), ne de na­zım (vezinli kafiyeli söz)dür. Bu ikisi arasında eşsiz bir anlatım tarzıdır. O bakımdan insan sözünden kesinlikle ayrılır. Her âyet ve cümlesi bulunduğu yerde, bütün parlaklığıyla «ben Allah sözüyüm» demekte ve sadece o hü­viyeti taşımaktadır.

Manâsına gelince: Bugüne kadar yazılan kitaplardan yine kesinlikle ayrılır; her yönüyle başkalık arzeder. Çok yönlü konular ve hükümler taşır; fakat aralarında bir kopukluk, uyumsuzluk, zıdlık tesbit etmek mümkün değildir. Hukukun her bölümünün ana kural ve hükümlerine yer verir. Bu­nunla diğer hukukî sistemlerden ayrılır ve kendi orijinalitesi düzeyinde baş­lı başına müstesna bir sistem oluşturur. İlmin birçok dallarında ana fikir­ler, temel bilgiler getirir. En küçük bir yanlışlık ve şüpheye mahal bırakmaz.

Kur'ân bu özelliğiyle de çağın ve ilmin önünde yürür. Allah'ın varlığı­nı, kudretinin yüceliğini, âhiret kavramını en yüksek manada zarif bir tül gibi kusursuz ölçü ve anlamda işleyerek kalpleri ve kafaları yönlendirir. Ba-zan ilme, bazan akla, bazan sağ duyuya seslenir ve malzeme verir; ışık tu­tar, hareket noktasını belirler. Bir sonraki konu bir veya iki önceki konu­nun ya hikmet ve felsefesini, ya amaç ve maksadını, ya da mücmelliğini açıklar. Az söz ile çok mana ve hüküm verir. Kıssaları, farklı hîkmetleriyle, öğüt ve ibretli yanlarıyla tekrar tekrar anlatır ve bütün bunları işlerken çok hassas bir ressamın fırçasını kullanmakta gösterdiği dikkatin çok üstünde bir dikkat göstererek konuları birbirine tam ahenk ve uyum içinde bağlar. Bu bakımdan da Kur'ân mutlak anlamda sözün en güzelidir. [47]

 

Uyumlu, Ahenkli Bir Kitap

 

«BIribirine   benzer uyumlu, ahenkli ikişer ikişer (tekrar ede ede) bir kitap ki, Rabbindan saygı ile korkanların ondan derileri ürperir..»

İnsan zekâsının ürünü olan her kitap ve her söz en çok yarım asır ta­zeliğini koruyabilir; ondan sonra gelişen ilim ve düşünce ve aynı zamanda kültür ve sosyal yapı karşısında sahneden alınıp rafa kaldırılır. Ama Allah'­ın kudret kaleminin eseri olan Kur'ân bu kayıttan azadedir. O, bütünüyle ilâhîdir ve sadece O'nun damgasını taşır ve o kadar mükemmeldir ki kıyas ölçüsüne sığmaz.

Kur'ân 1400 şu kadar yıldır durmadan kalplerde ve kafalarda cilalanıp tazelenmekte ve her geçen gün tazeliğini daha tesirli biçimde yansıtmak­tadır.

İkizli, ahenkli, uyumlu, birbirine benzer fakat her biri ayrı bir hüküm ve hikmeti yansıtan bir metotla işlenmiştir. Vaad, vaîd; emir ve nehiy, ha­ber ve hüküm gibi ikizler manzumesidir. [48]

 

İlâhî Marifete Erenler

 

Allah (c.c.) hakkında bilgi ve marifete erip O'ndan saygı ile korkan­lar, O'nun kalplere nur ve şifâ olan sözünü dinleyince, yansıttığı ilâhî hik­metin azameti karşısında derileri ürperir, sonra da vaîdin (azap ile tehdid) arkasından vaade (mükâfat ile müjdeleme); azap âyetinden rahmet âye­tine, tehditten müjdeye geçilince gönülleri Allah'ın ismine ve kitabına yu­muşar, derileri yatışıp gönülleri huzur ve güvenle dolup taşar.

Bütün bu safhalarda arınıp durulma, kalbe ilâhî marifeti yerleştirip O'nun azametini ve kudretinin sınırsızlığını anlayanlar içindir. Kalpleri ka-tılaşıp mârifet-i ilâhiyeden yoksun bulunanların, diğerlerinin aksine küfür ve inatları, azgınlık ve sapıklıkları artar. [49]

 

Allah Kimi Sapıklığıyla Başbaşa Bırakırsa, Onun Doğru Yolu Görmesi Mümkün Değildir

 

«Allah kimi sapıklık içinde bırakırsa, onun için doğru yolu gösteren ve onu doğru yola ileten yoktur.»

Allah ile kullan arasındaki imkân ve irâde sınırı söz konusudur. Kullar için varabilecekleri noktaya bir sınır konulmuştur. Aklını, idrâkini peygam­ber haberiyle yönlendirip hür iradesiyle o sınıra gelebilen bir kimseye hidâ­yet yolu açılır. Cenâb-ı Hak sünnetullah gereği, dilerse, o kimseyi doğru yola eriştirir. Sözü edilen sınıra kendini getirmeyenlere gelince: Cenâb-ı Hak onları sapıklıklarıyla başbaşa bırakır. 23. âyetin son kısmıyla itikadı anlamda bu hikmete işaret edilmektedir. Cenâb-ı Hakk'in bir kulunu sap­tırmasının anlamı budur. Yoksa ilâhî müdahale söz konusu değildir. [50]

 

Zâlimler Kazand1klarıyla Cezalandırılırlar

 

«Zâlimlere: «Kazandıklarınızı tadın»

Buradaki zulüm kavramı üç ayrı mana taşımaktadır:

1—  Ruhun gıdasını, hayatın amacını, insan olmanın hikmetini ancak Allah'a dosdoğru imân oluşturur. Kendini bu yüce feyizden mahrum bıra­kan kimse, önce kendine haksızlık etmiş ve gereken cezayı hazırlamış olur.

2—  Kendi dinsizlik ve inançsızlığıyla yetinmeyip başkalarının din, ibâ­det ve inanç hürriyetini kısan veya temelinden kaldıran kimse, hem kendi­ne, hem de başkalarına büyük haksızlıkta bulunmuş olur. Birinciye nisbetle bu daha zâlim sayılır.

3—  Başkalarının hakkına tecavüz edip devletin veya bulunduğu ma­kamın, ya da sosyal çevrenin verdiği yetkiyi zulüm aracı haline getirip kul­lanan kimse de hem kendine, hem devletine, hem de ülkesine zulmetmiş olur.

Birinci şekildeki zulüm, kişinin nefsiyle ilgilidir. İkinci şekildeki zulüm hem kendi nefsiyle, hem mü'minle, hem de din ve ibâdetle ilgilidir. Üçüncü şekildeki zulüm, maddî haklar yönünden hem kendisiyle, hem de toplum­la ilgilidir.

Kur'ân-ı Kerîm bu bapta ilgili âyetle daha çok birinci ve ikinci kısma giren zâlimleri tehdit etmekte ve dolayısıyla zulmün her çeşidini lanetle-mektedir.

Ayrıca Kur'ân, gelip geçen toplum ve milletlerden pek çoğunun bu üç çeşit zulüm sebebiyle ilâhî azabın inmesine neden olduklarını, bu yüzden yıkılıp yok edildiklerini birer ibretli misal olarak vermektedir.

Âhiret'te verilecek azabın daha büyük ve elîm olacağı kesindir. [51]

 

Kur'ân'da İzlenen Bir Diğer İlâhî Metot

 

Kur'ân müstesna bir metodla, insan üstü bir üslûpla hazırlanmıştır. Tehdîtler, uyarıcı anlamdaki haberler ve arkasından ilâhî rahmet ve gufran havasını estiren müjdeler; akla ışık tutan belgeler, vicdanları geliştiren de­liller ardarda getirilmekte; bir konu diğerinin hikmet ve hükmünü açıkla­makta ve sonra da murad-ı ilâhînin iyi kavranabilmesi için de İbret ve öğüt alınacak misaller verilmektedir.

Kur'ân, çok zengin, aynı zamanda pürüzsüz bir Arapça ile indirilmiştir. Kelime ve cümlelerin konumu ve dizimi, âyetler arasındaki bağ ve ses uyu­mu beşer gücünü cok gerilerde bırakmaktadır. O kadar ki, bir kelimenin yerinin değiştirilmesiyle ilâhî ahenk ve uyum bozulmakta ve fahiş bir hatâ yapıldığı derhal anlaşılmaktadır.

Âyet ve cümlelerin delâlet ettiği mâna, her çeşit fazlalık, lüzumsuzluk, bıkkınlık ve hikmetsizlikten uzaktır.

Kur'ân bu yönleriyle de akıl ve idrâk; ilim ve edebiyat sahiplerine ses­lenmekte ve «şüphe edenler bir benzerini hazırlayıp getirsinler» demekte­dir. Çünkü ilâhî kelâmın mükemmelliği anlaşılınca, kişinin kalbinde ve ka­fasında ilâhî kudret ve azamet duygusunu oluşturur ve bu duygu, Allah'tan korkup sapıklıktan, zulüm ve azgınlıktan sakınmaya yol açar. 28. âyetin son bölümü bu inceliği yansıtmaktadır. [52]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kalbini İslârniyete açan mü'minler konu edildi. Bu irfandan kendini mahrum bırakanlar uyarıldı. Sonra da Kur'ân'ın bazı özel­likleri üzerinde durularak düşündürücü bilgiler verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, birçok kimsenin kölesi olan bir adamla, bir kişi­nin kölesi olan bir adam misal veriliyor. Sonra da Peygamber (A.S.) dahil her kişinin öleceği bildirilerek asıl hesaplaşmanın yarın Allah yanında ger­çekleşeceği hatırlatılıyor. Allah'ı ve doğru olanı yalanlayan kimseden daha zâlimin bulunmayacağına değinilerek zâlimler tehdit ediliyor. [53]

 

Meali:

 

29—  Allah, birbirleriyle geçînemiyen birkaç ortak kişinin kölesi olan bir adam ile, tek bir kişinin uyum ve esenlik içinde kölesi olan adamı mi­sal veriyor; bunlar bir olur mu? Hamd Allah'a mahsustur. Ama onların ço­ğu bilmezler.

30—  (Ey Peygamber!) Sen de elbette öleceksin, onlar da öleceklerdir.

31—  Sonra da (siz insanlar) Kıyamet günü Rabbınizın huzurunda dâ-vâcılar (dâvâlılar) olarak duruşacaksınız.

 

Hakkı Bırakıp Bâtıla Kul Olanlar

 

«Allah, birbirleriyle geçinemiyen birkaç ortak kişinin kölesi olan bir adam ile, tek bir kişinin, uyum ve esenlik içinde kölesi olan adamı misal veriyor; bunlar bîr olur mu?.»

Bu misal o kadar açık, o kadar net ve o kadar düşünce ufkumuzu ge­nişleticidir ki, fazla bir yoruma biie gerek bırakmamaktadır. Haktan yana olanla, bâtıldan yana olanların durumunu tasvir ve teşhis için bundan da­ha güzel bir misal bulup vermek mümkün müdür?

Unutmamak gerekir ki, Kur'ân bu misalle, «hakkın» bir olduğunu, bir­kaç olmadığını; bâtılın ise, birbiriyle uyuşmayan, uyum sağlamayan birden fazla olduğunu haber vermekte ve tarihin her çağ ve devrinde bu iki zıd

inanç ve güçlerin sahnede bulunabileceğini hatırlatmaktadır.

Kur'ân böylece, «Tevhîd İnancı»na bağlı olup yalnız Cenâb-ı Hakk'a kulluk eden mü'minin eriştiği güven ve iç huzuru tasvir ederken, onunla, birbirleriyle uyuşup anlaşamayan birçok ortağın kölesi bulunan bir kişinin eşit durumda olamıyacağını misal vererek insanı imân ve irfan burcuna yükseltmeyi telkin etmekte ve yalnız Allah'a kul olmanın vereceği huzur, güven ve ümide özendirmektedir.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm, hemen her çağ ve devirde her ülkede birçok farklı inançlara ve iddialara sahip grupların bulunabileceğine ve her grubun kendi inancı ve iddiası doğrultusunda faaliyet gösterip adam kazanma politikası güdeceğine işarette bulunmaktadır. Öyle ki, grup ve hiziplerin sürtüştüğü, yarıştığı bir ülkede, kendini bu bâtıl hiziplerin tesir alanı dışın­da tutamıyan herkesin tedirgin, bezgin, yılgın, huzursuz ve güvensiz ola­cağı; aynı zamanda kendi benliğini o grupların benliğinde kaybedeceği ke­sindir. Onlardan birine yaranırken diğerinin hışmını üzerine çekmesi mu­kadderdir. Önünde yolunu aydınlatan, sonsuz mutluluğu va'dedilen bir ışık bulunmadığı için de kararsızdır.

Bunun aksine, bâtılı temsil eden mevcut grupların tesir alanının dışın­da kalmasını bilen ve bir olan «Hakk»a kendini verip hayatın gaye ve mak­sadını anlayan ve böylece yolunu aydınlatan, sonsuz yaşama ümidini tel-kîn eden ışığa kavuşan kimse son derece iç güvenine kavuşmuş olur; aynı zamanda huzurlu, kararlı ve ümitli bir havaya erişir; tek kaynaktan emir alır ve yalnız en yüce kudretin buyruğuna baş eğer. Bıkkınlık, yılgınlık, tedir­ginlik, huzursuzluk ve kararsızlık onun için söz konusu olmaz. İnanıp bağ­landığı Cenâb-ı Hakk'a aşk derecesinde bağlanır ve ibâdet ettikçe güven, huzur ve itmi'nan duyar. Fânilere köle olmaktan kurtulur da benliğini ko­rur.

Bâtılı savunanlara Kur'ân'ın tasvir ettiği bu güzel ve yönlendirici, dü­şündürücü ve tatmin edici misâlin doğruluğu sorulduğunda, ona cevap ver­mektense susmayı tercih edecekleri hatıra gelebilir de o zaman Allah'a hamd etmek gerekli olur. [54]

 

Hakk'ı Temsil Edenin Varlığı, Bâtılı Temsil Edenlerin Hazımsızlığını Artırır

 

«(Ey Peygamber!) Sende elbette öleceksin, on­lar da öleceklerdir.»

Hak ile bâtıl yıllar yılı sürtüşerek, tartışarak, vuruşarak mücadele et­mektedir. Peygamberlere karşı olanlar, onların bir an önce vücutlarının or­tadan kalkmasını isterler. Oysa her insan gibi onlar da ölmeye mahkûm­durlar. Ne var ki, bâtıldan yana olanlar, hakkı temsil edenlerin sahnede bu­lunmasına asla tahammül edemezler ve bir an önce onların vücutlarının ortadan kaldırılmasını, hiç değilse meflûc hale sokulmasını yürekten ister­ler ve sadece istemekle de kalmazlar, birtakım tertiplere girişirler. Nitekim Mekkeli müşrikler Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile Ona inanan mü'minlerin varlığından son derece tedirgin idiler. Son çare olarak da Resûlüllah'ın (A.S.) aziz vücudunu ortadan kaldırmaya karar verecek kadar kinleri ka­barmış bulunuyordu. Günümüzde de aynı manzara birçok ülkelerde cere­yan etmekte, gerçek mü'minlerin vücudunu ortadan kaldırmak için şer kuv­vetleri akla gelmedik çareler düşünmektedirler.

Haklıyı haksızdan, hakkı bâtıldan ayıran Allah'tır. Dünyada haklı ol­duklarını iddia eden bâtılın temsilcileri ve sapık inkarcılar, Âhiret'te Rab-larının adalet huzurunda duruşacaklar ve her grup boyunun ölçüsünü o gün almak suretiyle ne meta' olduğunu öğrenmiş olacak. Ama önemli olan, o gün gelmeden ve ölüm olayı gelip kapıya dayanmadan hakkı görüp ger­çeği anlamak ve öylece yüz seksen derece dönüş yapmak fazilet ve basi­retini göstermektir.

Şüphesiz ki bu fazilet ve basireti ortaya koyanlar pek azdır. O bakım­dan insanların çoğu hakkı red ve inkâr ettiği, kitap ve peygamberi yalan saydığı için büyük bir haksızlık yapmakta ve kendilerine çok yazık etmek­tedirler. Zira gerçeği araştırıp bulmak; öğrenip kabul etmek adalettir, fa­zilettir ve rahmettir. Bâtılın peşine takılıp körü körüne uydu olmak zulüm­dür ve azaptır.

Cenâb-ı Hak bu acıklı durumu, dramatik tabloyu tasvir ederken, dü­şünceleri yönlendirmek için şöyle uyanda bulunmaktadır: «Allah'a karşı yalan söyleyen ve kendisine gelen doğruyu (son peygamber ve Kur'ân'ı) yalanlıyandan daha zâlim kim vardır? Cehennem'de kâfirler için bîr konak yok mudur?» [55]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Hakk'a kul olan ile, birbiriyle anlaşamayan bir­çok ortağa köle olan kimsenin eşit durumda olamıyacağı nefis bir misal olarak verildi. Hakk'ı yalanlayandan daha zâlim bir kimsenin olmadığı açık­lanarak, bâtılı savunmanın rahmet ve huzur, güven ve istikrar getirmiye-ceğine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, hakkı, doğruyu tasdik ve kabul eden mü'minler için hazırlanan uhrevi mükâfatlar vazedilmekte ve sâlih amellerine kar-şıhk en güzeliyle mukabele edileceği müjdelenmektedir. Sonra da Cenab-ı Hakk'ın kurduğu düzene uyanların doğru yola eriştirileceği, uymayanların sapıklıklarıyla başbaşa bırakılacağı hatırlatılarak, sünnetullahın şaşmazlı-ğına dikkatler çekilmektedir. [56]

 

Meali:

 

32— Allah'a karşı yalan söyleyen ve kendisine gelen doğruyu (son peygamber ve Kur'ân'ı) yalanlıyandan daha zâlim kim vardır? Cehennem'­de kâfirler için bir konak yok mudur?

33—  Doğruyu getiren ve onu getireni tasdik eden (var ya) işte (Al­lah'tan) korkup (inkâr ve azgınlıktan) sakınanlar onlardır!

34—  Onlar için Rabları   yanında  arzu ettikleri vardır. Buf iyiliği, gü­zelliği, yararlı olmayı huy edinenlerin mükâfatıdır.

35—  Çünkü Allah, onların işlediklerinin en kötüsünü de bağışlayıp te­mizleyecek, yapageldikleri iyiliklerin karşılığını en güzeliyle mükcıfatlcındı-racaktır.

36—  Allah, kuluna kâfi değil midir? Seni (Ey Peygamber!) Allah'tan başkasıyla korkutmaya çalışıyorlar. Allah, kimi sapıklığıyla başbaşa bıra­kırsa, onu doğru yola ileten bulunmaz.

37—  Allah kimi doğru yola eriştirirse, onu da saptıracak yoktur. Al­lah, çok üstün, çok güçlü, intikam sahibi değil midir?

 

İniş Sebebi

 

Mekke'nin ileri gelen putperestleri, yakında Hz. Muhammed'in {A.S.) putların hışmına uğrayacağını iddia ederek, Onu ve arkadaşlarını korkut­mak istemişlerdi. O sebeple 36. âyet inmiştir. [57]

 

İlgili Hadîsler

 

«İslâm'a yöneltilip doğru yolu bulan ve işi kendisine yetecek nisbette olup ona kanaat eden kimse kurtuluşa erişmiştir.» [58]

«Kim insanların en güçlüsü olmayı arzuluyorsa, Şanı Yüce Allah'a gü­venip dayansın. Kim insanların en zengini olmak istiyorsa, Allah'ın kudret elindeki rızkı, kendi elindekinden daha güven verici kabul etsin. Kim de in­sanların en saygını ve şereflisi olmayı diliyorsa, Aziz ve Celîl olan Allah'tan

korksun.» [59]

 

İki Büyük Zulüm            

 

«Allah'a karşı yalan söyleyen ve kendisine gelen doğruyu (son peygamber ve Kur'ân'ı) ya­lanlayandan daha zâlim kim vardır?.»

Allah'a karşı, O'nun adına bir şeyler uydurup yalan söyleyen, aynı za­manda Allah adına yemin edip iftirada bulunan ve Allah'ın indirdiği kitabı, gönderdiği peygamberi yalanlayan kimse suçların en büyüğünü, haksızlı­ğın en tehlikelisini işlemiş; cehennem ateşine karşı cesaretin en ileri adı­mını atmış kabul edilir.

Zira doğru olanı kabul etmek, adalet ve hak severliktir. Allah adına doğruyu söylemek dindarlıktır ve haddini bilmekliktir. İndirilen Kur'ân'ı hak kabul etmek, hidâyettir ve fazilettir. Hz. Muhammedi (A.S.) tasdîk etmek, imânın ve insan olmanın gereğidir. Bunun aksine bir tutum içinde olmak, zulümdür, haksızlıktır, cehalettir ve dalâlettir.

Putperest müşrikler bu iki büyük suçu, aynı zamanda zulmü durmadan işlemekteydiler. Kur'ân onları böylesine sakıncalı bir tutumdan vazgeçir­mek ve doğru olanı kabul etmelerini telkin etmek için, işledikleri suçun bü­yük zulüm olduğunu hatırlatarak konu üzerinde daha akıllıca düşünmele­rini istiyor. Zira hakkı red ve inkâr etmek büyük bir haksızlık sayılırken, bâ­tılı savunup hakkın karşısına çıkmak da öylesine bir zulüm ve tuğyan ka­bul edilir. Şüphesiz böylesine katı bir tutumda, yalan ve iftirada bulunma­da, aklın, sağlam idrâkin, gelişmiş vicdanın ve gerçekçi olan ilmin payı yoktur. Onun sermayesinin tamamı cehalet, inat, gurur ve geçmişe körü körüne bağlılıktır. [60]

 

Doğruyu Getiren Kimdir?

 

«Doğruyu getiren ve onu getireni tasdîk eden (var ya), işte (Allah'tan) korkup (inkâr ve azgınlıktan) sakınanlar onlardır.»

Cenâb-i Hak, ilâhî iltifat ve inayete mazhar olan iki sınıf insanı övmek­te ve onların «takva» düzeyinde bulunduklarını haber vermektedir: Doğru­yu getiren ve doğruyu getireni tasdîk eden.

Müfessirlerin ve bazı ilim adamlarının bu konuyla ilgili yorum ve tes-bitleri az farklıdır. Şöyle ki :

a) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Doğruyu getiren Hz. Muhammed (A.S.)dır. Zira O, sözün en doğrusunu, hayatın tek amacı olan «Lâ ilahe illallah»! ge­tirip hem tasdîk, hem teblîğ etmiştir. Şüphesiz bu kelimeden daha doğru bir söz düşünülemez.

b)  Melek Cebrail'dir. Çünkü O, hem Kur'ân'ı getirip Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbine ilka etti, hem O'nu doğruladı.

c)  Doğruyu, Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz getirdi ve Ebû Bekir Sıd-dîk (R.A.) O'nu tasdik etti.

d)  Doğruyu, bütün peygamberler getirdi de gerçek mü'minler de on­ları tasdîk ettiler.

Böylece genel anlamda doğru, «Kelime-i Tevhîd» ve «Kur'ân-ı Kerîm» dır. Onu tasdîk edenler ise, Hz. Muhammed'in (A.S.) dosdoğru imân eden ümmetidir.

Doğruyu getirene ve doğruyu tasdîk edene İki büyük feyiz ve rahmet hazırlanmıştır:

Birincisi, Rabları yanında diledikleri sonsuz nimetler, ardı-arkası kesil­meyen iltifatlardır. İkincisi, işledikleri kötü amellerinin temizlenmesi ve iş­ledikleri iyi amellerine daha güzeiiyle karşılık verilmesidir. [61]

 

Mü'mine Hiç Kimse Değer Vermese Bile Allah Ona Yeter

 

«Allah kuluna kâfi değil midir?.»

Şüphesiz ki imân, dünya ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür. O ba­kımdan hem elde edilmesi büyük bir basiret ve marifet ister; hem de ko­runması ve ürün vermesi üstün gayretlere ve aralıksız fedakârlıklara bağ­lıdır. İmân'a bu açıdan baktığımızda, ona karşılık verilecek mükâfat da o nisbette kıymetlidir ve devamlıdır.

İşte bu üstün nîmet ve devlete erişen bahtiyarlara, hiç kimse değer vermese bile Allah'ın onlara değer vermesi ve onları övüp iltifatına Jâyık görmesi, yeter de artar.

Nitekim Mekke'de çok zor günler geçiren ve başta hısımları olmak üzere kavim ve kabilesiyle arası iyice açılan, Allah'tan başka desteği ve yardımcısı bulunmayan Hz. Muhammed (A.S.) böyle bir atmosfer içinde bulunduğu yıllarda bile, Cenâb-ı Hakk'ı tek ümit kaynağı bilmiş, O'nun rah­met ve iltifatıyla içini doldurup gönül yatışkanlığına kavuşmuş bulunuyor­du. Onun bu cephe.sini bilmeyen, anlamayan cahiller, hep Onu yalnızlık içinde görüyor ve desteKsiz kaldığı için de yakın gelecekte sahneden si­lineceğine inanıyorlardı. İlgili 36. âyetin son kısmıyla Allah'ın Hz. Muham­med (A.S.) için kâfi olduğu belirtilerek, Ondan sonra İslâm uğrunda hizmet verirken yalnızlığa itilen mü'min kulları aydınlatılmakta ve destek olarak Allah'ın yeterli olduğu mü[delenmektedir. [62]

 

Allah Kimi Sapıklığıyla Başbaşa Bırakırsa

 

«Seni (ey peygam­ber!) Allah'tan başkasıyla korkutmaya çalışıyorlar. Allah kimi sapıklığıyla başbaşa bırakırsa, onu doğru yola ileten bulunmaz.»

Cenâb-ı Hak ezelî plânı gereği doğru ve eğri yolu belirleyip tarif et­tikten ve yol gösterici peygamber ve kitap gönderdikten sonra, insanı hür irâdesi, aklı ve idrâkiyle başbaşa bırakır. Sünnet-i ilâhiyesi gereği, doğru yolu seçenlere hidâyet nasip eder; seçmeyip inkâr ve azgınlığında ısrar edenleri, bulundukları hal üzere bırakır. İşte Allah'ın doğru yola eriştirme­sinin ve saptırmasının anlamı budur. Yoksa bir zorlama, itme, müdahale söz konusu değildir.

Allah hem Azîz'dir, hem de intikam sahibidir:

Azîz sıfatı, çok üstün, çok güçlü anlamına gelir. O, her fiilinde mut­lak anlamda üstündür ve her tasarrufunda mutlak anlamda güçlüdür. Hiç kimse O'nunla yanşamaz ve O'nu âciz bırakamaz. Aynı zamanda O, inti­kam sahibidir, yani gerektiğinde öç alma kudret ve hikmetine sahiptir. An­cak O'nun öç alması, birçok kimsenin anladığı basit anlamda değildir; ha­zırladığı kâinat plân ve programıyla ilgili olup yüksek hikmeti yansıtır. Şöy­le ki: Cenâb-ı Hak, insanlar için mükemmel bir hayat sistemi programlayıp sahneye koymuş ve onların ebediyen mutlu olmclan için gereken düzen­lemeleri yapmış ve bunları tanıtıp tarif eden kitap indirmiş ve peygamber göndermiştir. Artık kim kitaba uyup peygamberin yolunu izlerse, ilâhî dü­zene uyduğu için mutlu ve bahtiyar olur; kim de uymazsa, o sistem ve dü­zenlemeye ters düşer ve ebediyen mutsuz ve bedbaht olur. Bu, ilâhî inti­kam olarak hiç şaşmadan kıyamete kadar sürüp gider. [63]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, doğruyu getiren ve onu tasdîk eden bahtiyarlar övüldü; ilâhî iltifata ancak onların lâyık bulunduğuna işaretle, sapıklığı ve yalanı seçenler uyarıldı Sonra da Allah'ın kurduğu hayat sistemine ve yap­tığı düzenlemeye uyanların hidâyete eriştirileceği, uymayanların sapıklık-larıyla başbaşa bırakılacağı bildirilerek, Allah'ın mutlak anlamda âdil oldu­ğuna işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, Mekkeli müşriklerden çoğunun Allah hakkında az da olsa bilgilerinin bulunduğuna değinilmekte ve «gökleri ve yeri kim yaratt,?» sorusuna «Allah...» diye cevap vereceklerine dikkatler çekilmekte­dir Sonra da tapmd.klan putlar.n böyle bir kudrete sahip olmad,kları ha­tırlatılarak iyi düşünmeleri tavsiye edilmekte ve her hal-ü kârda Allah'ın mu mmier için yeterli olduğu vurgulanmaktadır. Arkas.ndan mü'minlere muide, kafirlere tehdit havas, estirilerek yakın gelecekte büyük bir inkı­labın meydana geleceği kapalı şekilde anlatılmaktadır. [64]

 

Meali:

 

38— And olsun ki, onlara : «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sora­cak olsan, şüphen olmasın kî, «Allah...» diyecekler. De kî: «Gördünüz ya, Allah'ı bırakarak taptıklarınız, Allah bana bir zarar ve sıkıntı vermeyi diler­se, onlar o sıkıntıyı kaldırabilirler mi? Veya bana bir rahmet (kapısı açma­yı) dilerse, onlar O'nun rahmetini tutup engel olabilirler mi?» De ki: «Allah bana yeter. Güvenip dayananlar ancak O'ncı güvenip dayansınlar.»

39-40— De ki: Ey milletim! bulunduğunuz hal, kurduğunuz düzen, baş vurduğunuz çare üzere yapacağınızı yapın; şüpheniz olmasın ki, ben de gerekeni yapmaya çalışıyorum. Kime rüsvay edici azabın geleceğini ve üzerine devamlı azabın ineceğini ileride bilip anlayacaksınız.

41— Şüphesiz ki biz, insanlar için sana, Kitab'i hak ile indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi lehine gelmiş olur; kim de sapıtırsa, kendi aleyhine sapıtmış olur. Sen onlar üzerinde (koruyucu) bir vekil değilsin.

 

Allah'a Ortak Koşanların Yanılgısı

 

<<And olsun kî> on|ara: <tGök"leri ve yeri kim yarattı?» diye soracak olsan, şüphen olmasın ki, «Allah...» diyecekler.»

Daha önce Hz. İbrahim'in (A.S.) Allah'ın varlığını ve birliğini bütün sa­deliğiyle yansıtan «Hanîf Dinbnin Arap Yarımadası'nda da kalıntı ve izleri bulunuyordu; tamamıyla silinip unutulmamıştı. Ancak daha çok fetret dev­rinde putperestlikle karıştırılıp iyice zedelenmiş bulunuyordu. O bakımdan Arapların çoğu Allah'ı kemal sıfatlarıyla birlikte olmasa bile, az-çok bili­yor ve O'nu göklerin, yerin yaratıcısı olarak kabul ediyorlardı. Ne var ki taştan, ağaçtan şekillendirilen putlarına da üstün ta'zîm gösteriyor ve on­ların Allah yanında şefaatçi olduklarını sanıyor; böylece putların birtakım tasarruflara sahip bulunduklarına inanıyorlardı. Böyle bir inanç, en açık yanıyla, Allah'a ortak koşmaktı. İslâm'ın, «Tevhîd İnancı»nı bütün tazeliğiy­le ve berraklığıyla koruyup yansıtmayı amaç seçen son din olma hüviye­tiyle, bu gibi sakat, yanlış inançlara müsamaha etmesi elbette ki düşünü­lemezdi. Bunun için Müslümanlarla putperestler arasında amansız bir sür­tüşme ve tartışma, hattâ vuruşma baş göstermiş ve mü'minler başarı sağ-layıncaya, putperestliği temelinden yıkıp Tevhîd İnancı'nı sağlam temellere oturtuncaya kadar bu mücadele sürmüştür.

İlgili âyetle Arapların o günkü «ilâh» anlayışı özetleniyor; putların hiç­bir tasarrufu ve kudreti bulunmadığı çok mantıkî bir anlatımla işleniyor.

Putperestler, bilhassa o çağda bütün güçleriyle Allah'ın insanlara son mesajı olan İslâm Dini'nin ve o dini tebliğ ile görevli bulunan Hz. Muham-med'in (A.S.) karşısına dikilip çok zalimane tavırlar takınırken, putlarının hiçbir mücadele vermediğini, karşı çıkanlara bir zarar, tapınanlara bir ya­rar ortaya koyamadığını, aleyhlerindeki faaliyetlere engel olmadığını; hep hareketsiz, şuursuz, idraksiz birer cisim olarak kaldığını haber veren Kur1-ân-ı Kerîm, çok ciddi bir uyarmada bulunmakta ve müşriklerin düşünce uf­kunu genişletmeyi, akıllarını daha iyi kullanmalarını amaçlamaktadır. [65]

 

Güvenip Dayanmak İsteyenler Ancak Allah'a Güvenip Dayansınlar

 

((De k': A!'ah bana yeter. Gü­venip dayananlar ancak O'na güvenip dayansınlar.»

Kim Allah içinse, Allah da onun içindir. Bütün kaynakları insanlardan yana hazırlayıp kusursuz bir düzen kuran Cenâb-i Hak, elbette ki tapınıl-maya, ibâdet edilmeye çok daha lâyıktır. O'nun dinini yaymak hizmetlerin en büyüğü, şereflerin en üstünüdür. O'na kulluk etmek en büyük bahti­yarlık ve bütünüyle azizliktir. O halde ilâhî buyrukları insanlara teblîğ eder­ken hem sabırlı olmak, hem temkinli hareket etmek, hem de Cenâb-ı Hakk'ın mutlaka yardımda bulunacağına inanmak şarttır. Çünkü O'nun bu hususta verdiği söz vardır ve O hiçbir zaman sözünden dönmez. Mü'min-ler bu kutsal hizmeti sürdürürken, hiç kimse onlara yardımcı ve destek ol­masa bile, Allah'a güvenip dayanmaları yeter. Zira Allah mü'min kullan için yeterli destektir. O halde iman, ahlâk ve fazilet mücadelesini sürdür­meye çalışan mü'minler her hâl-ü kârda Allah'a güvenip dayanmalıdırlar. Aksi halde başarıya erişmeleri düşünülemez. Nitekim 38. âyetin son bölü­mü bu irfan ve kültürü işlemekte ve mü'minleri aydınlatmaktadır. [66]

 

Müşriklere Yapılan Son Uyarılar

 

«D& kh Ey mille­tim, bulunduğunuz hal, kurduğunuz düzen, baş vurduğunuz çare üzere ya­pacağınızı yapın; şüpheniz olmasın ki, ben de gerekeni yapmaya çalışıyo­rum. Kime rüsvay edici azabın geleceğini ileride bilip anlayacaksınız.»

Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz Hakk'ın varlığını, birliğini ve yalnız O'nun ibâdet edilmeye lâyık bulunduğunu cihana duyurmak ve aklı eren­lere bu gerçeği kabul ettirmek için aralıksız mücadele vermekle emrolun-muştu. Ancak bu mücadele ve izlenilen eğitim, günün sosyal ve ekonomik şartlarına, kuvvetler arasındaki denge ve dengesizliğe göre çok mükemmel bir metodla uygulanmıştır. Denilebilir ki, Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz bu kadar ağır bir yükü omuzlarında taşırken, ortam ve şartların Onun aley­hine olmasına rağmen bıkkınlık duymamış, ümitsizliğe düşmemiş ve hiçbir zaman teblîğ, irşat görevini yerine getirirken yılmamış; aksine İslâm'ın bi­zatihi hep aksiyon halinde bulunduğunu, özünde büyük bir dinamizm taşı­dığını isbatlamıştır. O kadar ki, Cenâb-ı Hak'tan aldığı emir gereği, en az­gın müşriklere son olarak şöyle seslenmek suretiyle islâm'ın hiçbir zaman mücadele alanından çekilmiyeceğini kesinkes ortaya koymuştur: «Bulun­duğunuz hal, kurduğunuz düzen, baş vurduğunuz çare üzere yapacağınızı yapın..»

Böylece Hz. Muhammed (A.S.), hakkın, eninde-sonunda bâtılın beyni­ni parçalayacağını, inkarcı maddecilerin ve azgın putperestlerin hezime­te uğrayacağını, Allah'ın dininin mutlaka üstün geleceğini ve tazeliğini kı­yamete kadar sürdüreceğini bütün dünyaya ilân etmiş bulunuyordu.

Nitekim kırkıncı âyetin son bölümüyle bu mücadelenin mü'minler le­hine gelişip zaferle sonuçlanacağı çok anlamlı bir ifadeyle haber verilmek­tedir. Öyle ki, bu haberin gerçekleşmesi için ilk adım hicret olayıyla atıl­mış ve zaferin ilk meşalesi Bedir meydanında kendini göstermişti. [67]

 

Kitabin Hak Üzere İndirilmesi

 

«Şüphesiz ki biz, insanlar için sa­na kitabı hak ile indirdik..»

Bu şekil bir anlatım tarzı Kur'ân'da sık sık geçmektedir. Amaç, insan aklını hissin tesirinden uzaklaştırıp ciddi düşünmeye, sağlıklı araştırmaya heveslendirmek ve aynı zamanda kâinatın kurulup düzenlenmesinde bir uyumsuzluk, dengesizlik, plansızlık söz konusu olamayacağı gibi, Kur'ân'ın indirilmesinde, Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbine ilka edilmesinde ve bu ki­tabın taşıdığı sûre ve âyetlerinin tertiplenmesinde, konuları arasındaki irti­batta, cümlelerin mana ve maksada delaletinde bir uyumsuzluğun, düzen­sizliğin ve çelişkinin yer almadığı kesindir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın kudret kaleminden çıkan hef şey düzenli, plânlı ve programlıdır.

Öyle ki, «hak» kavramı, sözlük olarak : Denge, uyum, düzen, hatasız­lık, tıpatıp uygunluk, gerçeği olduğu gibi yansıtma gibi manalara delâlet eder. O bakımdan da Kur'ân bütünüyle haktır. Getirdiği yüksek aile siste­miyle, hukukî yapısıyla, Allah ve âhiret kavramlarıyla, ilmî esaslarıyla hep hakkı ve doğruyu söyler; uygun olanı emreder.

Bilindiği gibi, ilmî araştırmalar ilerledikçe hep Kur'ân'ı doğrulamakta; Onun kusursuz bilgi verdiğini ortaya koymaktadır.

Özetliyeaek olursak, diyebiliriz ki : Kur'ân-ı Kerîm münhasıran insan­dan yana indirilmiş ve onun her iki hayatıyla alâkalı bütün hüküm, prensip ve tavsiyeleri beraberinde getirmiştir. Onu kısaca tarîf etmemiz gerekirse, şu sözü kullanabiliriz: Kur'ân insanın ruhî, bedenî yapılarına uygun düşeni, yararlı olanı emretmekte; onun bu iki yapısının özelliğine ters düşen şey­leri yasaklamakta ve insan hayatının her bölüm ve safhasıyla içice bulun­maktadır.

Nitekim ilgili 41. âyetle müşriklerin Allah hakkındaki noksan bilgileri kasdedilerek Kur'ân'ın «hak» özelliği üzerinde durulmakta ve onun bu özel­liğiyle Allah'ın varlığına, birliğine; eşi, ortağı bulunmadığına; putların bâtıl, anlamsız, cisimler olduğuna sıhhatli bir delil ve belge gösteriliyor. Zira bir benzerini vücuda getirmenin beşer kudretini aştığını aklı eren insaflı ve araştırıcı bütün ilim adamları belirtmişlerdir. Bin dört yüz yıl önce ge­tirdiği ana fikirler, temel bilgiler onun bu kudretini isbatlamakta ve insan kafasının ürünü olmadığını en kesin çizgileriyle ortaya koymaktadır, [68]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, putları Cenâb-ı Hakk'a ortak koşan Mekkeli müş­riklerin çoğunun Allah hakkında az da olsa bilgilerinin bulunduğuna deği­nildi ve arkasından düşüncelerini yönlendirme metodu uygulandı. Başa­rıya erişip İslâm meşalesini yakmanın çok yakın olduğuna işaretle, müş­riklere son uyarılar yapıldı ve Kur'ân'ın bütünüyle hak üzere indirildiği açıklanarak Onun insanın maddî ve manevî yapısına şifa verecek, denge sağlayacak hükümleri getirdiğine dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, uyku ve ölümle ilgili düzenleme konu edilmekte; bu iki olay üzerinde durmamız istenmektedir. Sonra da Allah'a ortak ko-şaniar ve putları şefaatçi kabul edenler uyarılmakta; her şeyin dönüşünün ancak Allah'a olacağı hatırlatılmaktadır. Arkasından İslâm'a karşı çıkıp bâ­tılı savunanlara seslenilmekte ve dönüş yapmadıkları takdirde âhiret günün­de gereken hükmün verileceği bildirilmektedir. [69]

 

Meali:

 

42—  Allah, ölüm anında canlan alır. Ölmeyenin de uykuda canını alır. Üzerine ölüm hükmettiğini alıkor, diğerini ise belirlenmiş bir vakte kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünebilen bir millet için belgeler, öğütler ve ibretler vardır.

43—  Yoksa Allah'ı bırakıp da şefaatçiler mi edindiler?! De ki: «Ya on­lar hiçbir şeye sahip değillerse ve akıl da erdîremiyorlarsa?...»

44—  De ki: «Şefaatin tamamı Allah'a aittir (O'nun iznine bağlıdır). Göklerin ve yerin mülkü (ve tasarrufu münhasıran) O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz.»

45—  Ne zaman Allah,  bir olarak  anılırsa, Âhiret'e  inanmayanların kalpleri nefretle tiksinir. Allah'tan başka ilâhlar anıldığında ise, için için sevinip yüzleri güler.

46—  De ki: «Ey gökleri ve yeri örneksîz, misalsiz yaratan, ortada ola­nı ve olmayanı, görüneni, görünmeyeni bilen Allahım! Farklı görüş ve id­dialarda bulundukları hususlar hakkında kulların arasında sen hüküm ve­receksin.»

47—  Eğer yeryüzünde olan (kıymetlerin) hepsi ve bir misli de beraber o zâlimlerin olsaydı, kıyamet günündeki azabın kötülüğünden kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi. Onların hesaplayamadıkları şeyler Allah'­tan kendilerine beliriverecek.

48—  Kazandıkları amellerin kötülükleri ortaya çıkar, alay ettikleri şey­ler kendilerini her taraftan sarar.

 

İlgili Hadîsler

 

«Sizden biriniz yatağına gelip uzanacağı zaman geceliğinin iç kısmıy­la yataği(nın çarşafını) iyice silkip (temizlesin). Çünkü o, yatacağı yere nelerin gelip yerleştiğini bilemez. Sonra da şöyle duâ etsin: «Ey Rabbıın, ancak senin isminle yanımı yatağıma (döşeğime) koydum ve senin isminle kaldırırım. Eğer canımı çekip alacaksan, bana rahmet eyle; eğer bırakıp almayacaksan, sâlih kullarını koruduğun şeyle onu (beni) koru.» [70]

Ebû Seleme b. Abdîrrahmân (R.A.) anlatıyor:

  Hz. Aişe (R.A.) validemize, «Resûiüllah (A.S.) Efendimiz gece kalkıp namaz kılmak isterken, namazına ne ile başlardı?» diye sorduğumda şu­nu söyledi. «Gece kalkıp namaz kılmak isterken şöyle başlardı: «Ey Ceb­rail'in, Mîkâil'in, İsrafil'in Rabbı, gökleri ve yeri yokluk karanlığını yarıp var kılan, gaybi ve hazırı bilen Allahım! Sen kulların arasında ihtilâf ettikleri konular hakkında hükmedersin. İhtilâf edilen hususta beni izninle hakka, doğruya eriştir. Şüphesiz ki sen dilediğini doğru yola eriştirirsin,» [71]

Câbir b. Abdillah (R.A.)den merfu'ân yapılan rivayette, Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'den şöyle sorduğunu belirtmektedir:

  Ya Resûieliah! Cennetlikler Cennet'te uyurlar mı? Resûiüllah (A.S.) ona şu cevabı vermiştir:

  Hayır, uyku ölümün kardeşidir. Cennet'te ölüm yoktur, [72]

 

İlâhî Kudreti Yansıtan Uyku Olayi

 

«Allah, ölüm anında canları alır. Ölmeyenin de uykuda canını alır. Üzerine ölüm hükmettiğini alıkor, diğerini ise belir­lenmiş bir vakte kadar salıverir..»

Hayatımızın üçte birini kapsayan uykunun sırrı henüz tam anlamıyla çözülmüş değildir. Bilimsel araştırmalar bize bu konuda yararlı birtakım bilgiler toplayıp vermekteyse de bu sim bütünüyle çözmüş sayılamaz.

Uykunun beyinden idare edildiği bilinmektedir. O bakımdan vücudun hemen birçok organı bu olaya katılır. Aynı zamanda yorulan beynimiz uy­ku ile dinlenmiş olur. Ancak uykunun sırf beyni dinlendirmekle ilgili bulun­duğunu söyleyemeyiz.

Resûiüllah (A.S.) Efendimiz, hadîs-i şerîfte ifadesini bulduğu gibi, uy­kuyu ölümün kardeşi olarak vasıflandırmış ve İslâm ilim adamlarından bir kısmı bu hadîsin ışığı altında uykuyu «küçük ölüm» diye tanımlamışlardır.

Bu konuda tefsîrcilerimiz ve diğer ilim adamlarımız farklı birtakım yo­rumlarda bulunmuşlardır. Onları özetleyip şöyle sıraya sokabiliriz:

a)  İbn İsa ve el-Ferra'a göre ; Ölmeyenin vefatı bir bakıma uykusudur.

b)  İbn Abbas'a (R.A.) göre : Uyku halinde dirilerle ölülerin ruhları buluşurlar ve onlardan Allah'ın dilediği kadarı tanışırlar, görüşürler. Ruhlar bedenlerine dönmek istedikleri zaman, Cenâb-i Hak ölülerin ruhlarını ah-koyar, diğerlerini bedenlerine salıverir.

c)  Hz. Aişe {R.A.) Vâlidemiz'e göre: Uykuya dalanların ruhları henüz bedenlerine dönmeden gökte gördükleri rüyalar doğru rüyalardır. Beden­lerine dönüp henüz tam yerleşmeden, o arada gördükleri rüyalar şeytan­ların fısıltılarıdır ki onlar gerçek olmayan rüyalardır.

d)  İbn Zeyd'e göre : Uyku da bir bakıma ölümdür.

e)  Hz. Ömer'e (R.A.) göre : Uyku ölümün kardeşidir.  (Hadîste belir-:ildiği gibi).

f)  Tasavvufçulara göre : Uyku halinde ruhun ibreleri misal ve melekût âlemlerine intikal eder ve misal âleminde, Âdem'den kıyamete kadar olup biten şeylerin birer misaliyle karşılaşır, onlardan tesbit edebildiklerini veya temas kurmaya izin verildiklerini karmaşık şekilde görür ve beyne intikal ettirir. O bakımdan rüyanın yoruma ihtiyacı vardır. [73]

 

Nefis Ve Ruh

 

«Nefis» kavramı çok yönlüdür. Bulunduğu konu ve yer aldığı cümleye göre birtakım farklı mânalara delâlet eder: Hayvanı ruh, nefs-i natıka (in­sanî ruh), teneffüs edilen hava, ferahlatıcı hava, şuur altındaki itici duygu bunlardan bir kısmıdır.

«Ruh» kavramı ise daha çok şu manalara delâlet etmektedir: Nefis, hareket sağlayan, yararlı şeyleri kendine doğru çeken, zararlı şeyleri sa­van iç kuvvet, hayat ve enerji, insanî ruh ve hayvanî ruh.

Ayrıca insanlara ilhamda bulunup manevî hayat havası veren melek­lere; ölüleri dirilttiği, hastalara şifa verdiği için İsa Peygamber'e (A.S.); uh-revî hayat verip nefis ve duygulan yönlendirdiği için Kur'ân'a da «ruh» de­nilmiştir.

Bütün bu açıklamalardan, insanda iki ayrı ruhun var olduğu anlaşılı­yor: Hayvanî ruh ve insanî ruh. Birincisi, menide canlı varlık olarak oluşan spermada ve ana rahmine intikal ettikten sonra, -insanî ruh gelip yerleşin-ceye kadar- alâka ve mudğa dönemlerinde mevcut olan ruhtur. Bu, sadece hayat ve canlılık belirtisi taşır. İkincisi, sperma, ana rahminde yumurtay­la birleşip çoğaldıktan ve insan şekline girip düzenini aldıktan sonra yüoe âlemden gelip yerleşen ruhtur. İnsanî ruhun bedenle ve hayvanî ruhla üç ayrı ilgisi söz konusudur. İkisi ölmeden önce, birisi ise ölüm olayından son­ra varlığını sürdürür. Ölmeden önceki iki ilgisinden biri açık, diğeri kapalı diye bir ayrım yapabiliriz. Uyku olayı meydana gelince, ruhun açık ilgisi ke­silir, sadece kapalı ilgisi kalır. Ölüm olayı meydana gelince, ruhun hem açık, hem de kapalı ilgisi kesilir ve böylece «hayvanî ruh» da bedenle bir­likte ölüp hayatiyetini kaybeder.

Uyku durumunda eceli gelenlerin ruhlarının acık ilgisiyle birlikte ka­palı ilgisi de kesilir ve artık kıyamete kadar bir daha o bedene dönüşü mümkün olmaz. Eceli gelmeyenin ise, ruh, açık ilgisiyle de dönüp ilgisini sürdürür.

Âyette «ruhsun bu iki özelliğine ve iki ayrı ilgisine işaret edilmektedir. Ruhun bedenle olan bir üçüncü ilgisi daha vardır ki, bu, ölüm olayı gerçek­leştikten sonra da devam eder. Beden ister yanıp kül olsun, ister balık ta­rafından yutulup hazmedilsin, ister toprak altında çürüyüp belirsiz hale gel­sin ruhun onunla olan üçüncü ilgisi kesilmez. Ancak bu ilgi ve irtibatın ma­hiyetini bilmemiz veya tarîf etmemiz mümkün değildir. Zira bütünüyle fi-zikötesi bir olaydır. [74]

 

Uyku Ve Ölüm

 

Bu iki kavram arasında delâlet ve sonuç bakımından açık fark olmak­la beraber, birini diğerine yaktaştınct münasebet de vardır. Şöyle ki:

Uyku, kas çalışmalarının durması, beyin çalışmasının önemli şekilde azalması; solunum ve dolaşım sistemlerinin yavaşlaması, tansiyonun düş­mesi, vüeut ısısının azalması şeklinde tezahür eder.

Ölüm, bütün bunların tatile uğrayıp hareket ve faaliyetlerinin kesilme­si olayıdır.

Bu tarife göre; Uyku ile ölüm arasında bir yaklaşım söz konusudur. Zira uyku halinde «nefs-i natıka» denilen «insanî ruh» bir bakıma beden­deki faaliyetlerini durdurur; onlardan ayrılmış gibi olur. «Nefis» denilen «hayvanî ruh» ise, bedende kalır. Ölüm anında her iki ruh birden bedeni terkeder.

Buna yakın bir diğer yorumda İbn Abbas'ın (R.A.) bulunduğunu görü­yoruz. Adı geçen diyor ki: «İnsanda biri «nefis» (insanî ruh)   [75]diğeri de  (hayvanî) ruh olmak üzere iki hayat kaynağı vardır. Aralarındaki fark ise, güneş ile ışın gibidir. Nefis, kendisiyle akledilen ve temyiz yapılabilen şey­dir. Ruh (hayvanî ruh} ise, kendisiyle hareket ve teneffüs sağlanılan şeydir. Ölüm olayında bu ikisi de bedeni terkeder. Uyku olayında ise yalnız nefis, yani insanî ruh (açık ilgisini kesip) terkeder.

Böylece 42. âyetin delâlet ettiği mana ve hüküm kısmen anlaşılmış olu­yor. Allah daha iyisini bilir. [76]

 

Ecel-İ Müsemmâ

 

Ecel: Sözlükte, bir şey için belirlenen süre anlamına gelir. Bu manayla, malın bir süreye kadar ödünç verilmesine, müşteriye vaade tanınmasına «deyn-i müeccel» denilir. Böylece insan için belirlenen ömür süresinin son bulacağı sınıra da «ecel» denilmiştir ki, ilgili âyette bu, «ecel-i müsemmâ» diye adlandırılmaktadır.

İlim adamlarından bir kısmı, ister bir kaza sebebiyle, ister tabii ölümle ömrün son bulmasının bu kavramın kapsamına girdiğini ve hepsine birden «ecel-i müsemmâ» denildiğini belirtmişlerdir. Çünkü onlara göre, Allah'ın ilmi, kimin nasıl öleceğini önceden tesbit edip ona göre herkesin ecelini takdîr etmiştir.

Diğer bazı ilim adamlarına göre, biri «ecel-i müsemmâ», diğeri «ecel-i kaza» olmak üzere iki ayrı ecel vardır. Tabii ölümle ömür süresini kazasız doldurup ölen kimse, «ecel-i müsemmâ» ile ömrünü tamamlamıştır. Bir ka­za neticesi ölen kimse, henüz belirlenip takdîr edilen ömür süresini tamam­lamadan ölmüş ve «ecel-i kaza» ile hayata veda etmiştir. Bu, lambadaki gazın henüz bitmeden bir kaza sebebiyle ışığının sönmesine benzetilmiş ve buna benzer birtakım yorumlar yapılmıştır.

Ehl-i Sünnet'e göre : Ecel birdir. Böylece bu konuda Ehl-i Sünnet âlim­leri hem Mu'tezile'nin, hem felsefecilerin görüşünden farklı bir görüş ve yorum getirmişlerdir,[77]

 

Düşünen İnsan

 

«Şüphesiz ki bunda düşünebilen bir millet için belgeler, öğütler ve ibretler vardır.»

Kur'ân-ı Kerîm'in özelliklerinden biri de, insan aklına ve düşüncesine geniş yer vermesi ve münasebet düştükçe bu iki açıdan insana seslenmesi-dir.

İnsanı yaratan Cenâb-ı Hak, onu birçok yeteneklerle donatmış ve bun­ları, kâinat plânını anlayacak, ilâhî düzeni bilecek, hayat kanunlarını tes­bit edecek ölçüde ve özellikte yaratmıştır.

Ruh, nefis, uyku ve ölüm hakkında iyice düşünüp bazı olumlu sonuç­lar elde etmemiz için bunların ayrı tezahürlerine dikkatimizi çekmektedir. Böylece Hz. Ali'nin (R.A.) anlatımıyla, güneş ışınlarının eşyayla olan ilgi ve irtibatı ne ise, ruhun da uyuduğumuz zaman nefis ve bedenle ilgisi odur.

Bunu, günümüzde gelişen elektrik akımıyla elektronik cihaz arasında­ki ilgi ve irtibata benzetebiliriz. Akımın cihazla iki değişik irtibatı söz ko­nusudur: Biri, akımın mevcudiyetini gösteren sinyal göstergesi; diğeri, ci­hazı çalıştıran fonksiyonu..

Ruhun bedende varlığını gösteren canlılık ve hayat belirtileri ve be­deni faal duruma getiren fonksiyonel irtibatı..

Cihazla elektrik akımı belli bir plân ve programla geliştirilip meydana getirildiği gibi, ruhla beden de belli bir plân ve program eseridir. İşte Kur'-ân, insanla ruh, uyku ile ölüm hakkında bu ve benzeri açılardan düşünme­mizi; Cenâb-ı Hakk'ın bu varlıklar üzerinde kendini gösteren yüksek kud­retinin tezahürünü görüp anlamamızı ve böyleee taklîdî imân çemberini kı­rıp tahkikî imân düzeyine çıkmamızı emretmektedir. [78]

 

Kimler Şefaatçi Olabilir?

 

«Yoksa Allah'ı bırakıp da şefaatçiler mi edinirler?! De ki: Ya onlar hiçbir şeye sahip değillerse ve akıl da erdiremiyorlarsa?..»

Akıl nimetini doğru yolda kullanıp eserden müessire geçiş sağlayan ve bu doğrultuda Allah hakkında şüpheden uzak imân cevherine erişen ol­gun mü'minler, Allah'ın izniyle şefaatçi olabilirler. Buna karşın, her türlü akıl ve düşünce nimetinden yoksun olup, insanlar tarafından yontularak şekillendirilen putlar şefaatçi olabilir mi? İnsanın bu derece alçalması ve aklını ters yönde kullanması şaşılacak şey değil midir?

Kendi ruh ve nefsi, uyku ve ölümü hakkında ilâhî düzenleme ve proğramı görüp anlayamiyacak kadar körleşenler; düşünemiyecek kadar şaş-kınlaşanlar, Allah'ı inkâr etmekle önce kendilerini inkâr etmiş olmuyorlar mı? Çünkü sanatkârın ortaya koyduğu sanat eserini küçümseme, sanat­kârı küçümsemeye; eserin değer ölçüsünü ve mükemmelliğini görmemek, onu meydana getireni tanımamaya veya reddetmeye delâlet eder. [79]

 

Oysa Dönüş Mutlaka Allah'adır

 

<De kî: ?efaatin tamamı Allah'a aittir (O'nun iznine bağlıdır). Göklerin ve yerin mülkü (ve tasarrufu münhasıran) O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Allah'a dönüş veya O'na döndürülme, her iki hayatta reddi mümkün olmayan gerçeklerden bindir. Dünya'da ne yana dönersek dönelim, nere­ye gidersek gidelim Cenâb-ı Hakk'ın mülkünden dışarı çıkamayız ve O'nun eserinin ötesinde bir eser göremeyiz. Ruhumuz da O'ndan gelmiştir; ken­disine ait bedeni terkedince yine O'na dönmek zorundadır. Âhiret'teki dö­nüşümüz de aneak O'na olacaktır. Zira Dünya da, Âhiret de O'nundur, biz de O'nun kudretinin eseri olarak bulunuyoruz. [80]

 

Nefis Dağınıktır, Kontrolden Hoşlanmaz

 

«Ne zaman Allah, bir olarak anıhrsa, Âhiret'e inanmayanların kalpleri nefretle tiksinir..»

İnsan nefsi, aklın ve imânın kontrolünün dışında kalır da kendi başına buyruk olursa, onun arzu ve heves dağınıklığı hiçbir sınır tanımadan faali­yetini sürdürmek ister. Bu yüzden karşısına çıkan din, ahlâk ve örften nef­ret eder. Çünkü bu üç kavram da kontrol, disiplin ve doğruya yönlendirmey­le içiçedir. Nefsin aşırılıklarının önüne sed çekip onun duygu ve düşünce­lerimiz üzerindeki saltanatını alaşağı edip ruhumuzu imân ve irfanla yü­celtip kuvvetlendirme, her bakımdan şehveti meşru sınırlar içine almayı, imânla aklı hükümran kılmayı sonuçlandırır.

Nefislerini bu düzeye getiremiyen inkarcı sapıklara, maddeci müşrik­lere, Allah'tan başka ilâh olmadığı, canlı-cansız putların bâtıl ilâhlar olduğu söylendiğinde, bu sözü hiç duymak istemezler ve nefretle yüzlerini başka tarafa çevirirler.

Böyleee Cenâb-ı Hak, beyni inkârla şartlanmışların psikolojik durumlarını tasvir ederken, nefsin kötülüklere iten bir iç kuvvet olduğuna dikkat­lerimizi çekiyor ve bu konuda bir olan, ortağı bulunmayan Yüee Kudrete imânın iyiye, doğruya, fazilete ve meşru yola yönlendirici tesirine işarette bulunuyor. [81]

 

Göklerin Ve Yerin Örneksiz Ve Misalsiz Yaratanı

 

«De ki: EY 9ökIeri ve yeri örneksiz, misalsiz yaratan, ortada olanı ve olmayanı; görüneni ve görünmeyeni bilen Allahim..»

Allah göklerin ve yerin «fâtır»ıdır. «fetr» kökünden türetilen bu sıfat, Kur'ân'ın altı yerinde Cenâb-ı Hakk'a nisbet edilerek kullanılmakta ve se­kiz yerinde de yine Cenâb-ı Hakk'a izafe edilerek fiil şeklinde geçmektedir.

Fetr: Sözlük olarak bir şeyi yarmak, koyunu iki parmakla sağmak, bir işe önce başlayıp açmak manalarına gelen üç harfli bir masdardır. Sıfat olarak Allah hakkında, kök manadan bütünüyle kopmamak suretiyle daha değişik manalara delâlet eder: «Yokluk karanlığını yarıp kudretini izhar ederek gökleri ve yeri örneksiz ve benzersiz yaratan» manası onlardan bi­ridir ve en yaygın olanıdır.

Sıfatın bu açık delâletinden, göklerin ve yerin daha önce yaratılmış bir benzeri olmadığı; Cenâb-ı Hakk'ın Âdem'i yaratmayı murad edince bu düzeni ondan yana var kıldığı anlaşılmakta ve başka bir yaratıcının söz konusu olamıyacağına işaret edilmektedir.

O halde Âdem'den önce başka Âdem yoktur. Şeyh Muhyiddin Arabi'­nin, «Âdem'den önce birçok âdemler gelip geçmiştir» sözü ise, yorum is­teyen bir kapalılık arzetmektedir. İmam Rabbânî (K.S.)nın buyurduğu gibi, bu, misal âleminde Âdem Peygamber'in (A.S.) birçok misallerinin sıralan­dığına, yani Âdem Peygamber dünyaya getirilmeden önce ve getirildikten sonra geçirdiği ve geçireceği safhaları yansıtan misallerinin bir film şeridi gibi tesbit edildiğine işarettir.

O bakımdan madde âlemi bir defada örneksiz ve misalsiz yaratılmıştır. Yaratılışının hikmeti ise, Âdem (A.S.)ın yaratılmasıyla belirginleşip anlaşıl­maktadır. [82]

 

İnsanlar Arasında En Doğru Hükmü Kim Verir?

 

«Allahım, farklı görüş ve iddialarda bulundukları hususlar hakkında kulların arasında sen hüküm vereceksin.»

Bilindiği gibi, insanların hepsi aynı görüş ve inançta birleşmezler. Pey­gamberlerin gönderilmesi, hakkı, doğruyu, iyiyi ve güzeli bildirmek ve öğ­retmek içindir. Bununla beraber inançta birlik sağlamak mümkün olmamış­tır. Çünkü o takdirde sürtüşme, tartışma, inceleme ve bilimsel araştırma olmazdı.

O halde farklı inanç, düşünce ve görüşlerin hemen her devirde ve çağ­da sahnede boy ölçüşmesi bir tez ve antitez karşılaşmasından başkası de­ğildir. Bu da toplumları sürükleyip götürür ve farklı zümrelerin gelişmesine hız verir.

Oysa «hak» denilen gerçek birdir, birkaç değildir. Farklı görüş, inanç ve iddiaların ortaya çıkması, sonu gelmeyen mücadelelere sebep olmakta ve «hak» denilen doğrunun kimin kalbinde ve dilinde bulunduğu, zaman zaman belirsiz hale gelmekte, çoğu insanlar tarafından tefriki âdeta müm­kün olmamaktadır. Öyle ki, her grup kendi görüş ve inancının haklılığını savunmakta veya iddia etmekte, diğerlerini bâtıl ve zararlı saymaktadır.

Şüphesiz böylesine bir iddia aklın, sağduyunun sınırını aşıp hissin, ön yargının kapsamına girince kişi iyice şartlanır. Böyle olunca da uzlaşma, anlaşma ve birleşme, sonra da hep birden hakka yönelme yolları çoğuna tıkanır.

Kur'ân-i Kerîm bu inceliğe değinerek, dünyada çözülmeyen bu ihtilâf ve iddiaların Âhiret'te Allah'ın adaletine bırakılacağını; haklıyı haksızdan ancak O'nun ayırt edeceğini ve gereken âdil hükmü ancak O'nun verece­ğini bildirmektedir.

Böylece bâtıldan yana şartlanıp saplandığı inanç ve ideali ön yargı haline getiren inkarcılarla tartışmanın bir yaran olmayacağına, aksine za­rar doğuracağına işaret edilerek, hakkı savunanların kendi tezlerinin gü­cünü ortaya koyarken aklî ve bilimsel delil getirmeleri hususunda ilhamda bulunuluyor; kırıcı, bozucu, dağıtıcı tartışmalara girmemeleri dolaylı şekil­de tavsiye ediliyor. [83]

 

Gerçekler Ortaya Çıkınca

 

«Eğer yeryüzünde olan (kıymetlerin) hepsi ve bir misli de beraber o zalim­lerin olsaydı, kıyamet günündeki azabın kötülüğünden kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi..»

Kıyamet gününde gerçekler ortaya çıkıp «hak» bütün parlaklığıyla be-lirginleşince, hisler sönecek, şuurlar işlemeye başlayacak, akıllar hareke­te geçecek, ama neden sonra.. Teklîf dönemi bitmiş, hesap ve karşılık gör­me dönemi başlamıştır. Artık ne tevbenin, ne pişmanlığın, ne de teslimiyet göstermenin bir anlamı vardır. İşlenen kötülükler, inkarcı suçluları çepe­çevre kuşatacak ve o zaman hepsi de dünya hayatını nasıl berbat ettiğini anlayacak.. [84]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, ilâhî kudretin kusursuz düzenleme ve plânına de­lâlet eden uyku ve ölüm olayları üzerinde duruldu. Tapınmak için şekillen­dirilmiş basit cisimlerden, ilâhlaşttrılan canlılardan şefaat ummanın ilâhî azaba yol açacağı hatırlatıldı ve her olayda Allah'ın yaratma kudretinin iz­lerini görmemize işaretle dönüşümüzün mutlaka Allah'a olacağı haber ve­rildi.

Aşağıdaki âyetlerle, insanlardan çoğunun nankör ve dönek olduğu ko­nu ediliyor. Gereken bütün kaynaklan hazırlayıp insanoğlunun hizmetine ve istifadesine veren Cenâb-i Hakk'ın rızık hususunda koyduğu kanunların tam denge ve düzende olduğu belirtiliyor. [85]

Meali:

 

49—  İnsana bir sıkıntı dokununca bize duâ edip yalvarır. Sonra ken­disine katımızdan bir nîmet bağışlanıp verildiğinde, «bu bana ancak (ka­zanma yolunu) bildiğim için verilmiştir.» der. Hayır o, bir deneme ve sı­navdır. Ama çoğu bilmezler.

50—  Onlardan öncekiler de böyle demişti, ama elde ettikleri şeyler kendilerine yarar sağlamadı, (kurtarıcı da olmadı).

51—  Bu yüzden de elde ettikleri şeylerin kötülükleri başlarına geldi. Bunlardan zulmedenlerin ise kazandıkları fenalıkları başlarına gelecektir ve onlar (Allah'ı) âciz bırakacak (güce sahip) değillerdir.

52—  Bilmezler mi ki, Allah elbette rızkı dilediğine genişletir ve kısıp daraltır. Şüphesiz ki bunda, imân eden bir millet için belgeler, öğütler ve ibretler vardır.

 

Hayat Yolu, Deneme Ve Sinav Gecitleriyle Doludur

 

«İnsana bir sıkıntı dokununca bize duâ edip yalvarır,»

İçinde bulunduğumuz şartların elverdiği nisbette yükselmek istiyor­sak, önce az bilginin verdiği gururdan sıyrılmasını ve düşüncemizin her şe­yi kendi başına kavramaya yeterli olmadığını bilmeliyiz. Bunun için Önümüz­de uzanan hayat yolunun rastgele hazırlanmadığını, olgunlaşmamız ve gerçekleri kavrayabilmemiz için çok ince hesaplarla düzenlendiğini unut­mamamız gerekir. O halde bu yolda hiç huzuru, güvenle ve ümitle yürüyebil­memiz için, önce ruhumuzun gelişmesine, olgunlaşmasına engel sayılan birtakım kötü alışkanlıkları, fena huyları terketmek zorundayız.

Böyleoe sözü edilen yolda insana dokunan dert, başına gelen kaza, eline geçen nîmet, yükseldiği bir makam, eriştiği geniş servet gibi deneme ve sınav geçitlerini, Kur'ân-ı Kerîm'de belirlenen ölçülere göre bir bir aş-mamız ve her geçiti geride bırakırken biraz daha olgunlaşmamız söz ko­nusudur.

Bu inanç ve düşüncenin dışında nefsin ölçü tanımaz arzu ve istekleri doğrultusunda elde edilen nimetlere ve erişilen servetlere gelince; Bunlar kişinin rengini, karakterini ve imân ölçüsünü belirleyen birer mihenk sayı­lır. İnsan bunların altında yatan sır ve hikmetleri idrâk edemiyerek her biri­ni hayatın gayesi sanıp, başlangıç noktasıyla bitiş noktası arasını böyle bir anlayış ve düşünceyle bitirirse, bütün sınav ve denemeleri kaybetmiş olur.

Ama başına gelen dert ve musibete; önüne çıkan kaza ve belâya, sıkın­tı ve şiddete; elde ettiği mal ve makama, Kur'ân-ı Kerîm adesesiyle baka­rak imân güeünden kaynaklanan irâdesini, dayanma gücünü ortaya koyar, nefsinin aşırılıklarını meşru sınırlar içine alırsa, gerçekte hepsini birer lü­tuf ve rahmet olarak kendi lehine çevirmiş olur.

O halde şükrü yerine getirilmeyen ve aynı zamanda meşru sınırlar gö­zetilmeden elde edilen her nimetin dış yüzü rahmet gibi görünürse de, iç yüzü sıkıntı ve azaptır. Bunun aksine insanın olgunlaşmasından yana orta­ya çıkan her sıkıntı ve belâ, hikmetiyle değerlendirilip imân kuvvetiyle go-ğüslendiği takdirde, dış yüzü birer azap görünümünde olsa bile, iç yüzü rahmet ve lûtuftur.

İnsanhğındaki kemal ölçü ve mayasını idrâk etmeyip temeli zayıf, ren­gi şüpheli bir imanla hayat yolunda yürüyen kimselere gelince: Onlar bu yolda ve geçitlerde hep aldanır ve olayları ters değerlendirirler. Bu yüzden ilâhî sünnet gereği bir nîmete eriştiklerinde, bunu ilâhî takdirin ötesinde kendi bilgi ve becerilerine bağlarlar; tıpkı Karun'un eriştiği geniş serveti kendi bilgi ve becerisine bağlaması gibi..

Başlarına bir dert ve sıkıntı gelince de kusuru kendi bilgi, niyet ve an­layışlarında aramazlar ve bir anda nankörlüğe yönelip Allah'ı suçlarlar. Dert ve sıkıntı peşpeşe gelip zahirî yardım ve destekten mahrum kalınca da, ruhlarında mayalanan fıtrat harekete geçip Allah'a yönelme ve O'na yalvarıp yakarma ihtiyacını duyarlar. Sıkıntıyı atlatıncaya kadar bu yöne­liş devam eder. Sonra tekrar Allah'ı unutup eski şımarıklıklarını devam et­tirmeye başlarlar.

İşte konumuzu oluşturan 49 ve 50. âyetlerle bu gibilerin limanlarındaki sarsıntı ve zaafa atıf yapılarak uyanda bulunuluyor ve gerçek mü'minlere de kaderin bir safhasıyla ilgili sağlam bilgi veriliyor.

Mekkeli zengin şımarık müşriklerle münafıkların karakteri hakkında bilgi verildikten sonra, 51. âyetle daha önce kıssası anlatılan Karun'un tu­tumunun ve sonunun ne olduğu kapalı bir misal şeklinde hatırlatılıyor. [86]

 

Takdîr Ve Tesbit Allah'a Aittir

 

«B"n'ardan zul­medenlerin ise, kazandıkları fenalıkları başlarına gelecektir ve onlar (Al­lah'ı) âciz bırakacak (güce sahip) değillerdir.»

Âyetin açık anlatımından, hayatta karşımıza çıkan her olayın ilâhî ilim­le tesbit ve takdir edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ancak unutmamak ge­rekir ki, ilâhî tesbît, kulun mevcut imkânları ve yetenekleri değerlendirme­sine ve elde edeeeği sonuçlara bağlıdır. Zira Cenâb-ı Hak ruhları yarattıktan sonra insanların yeryüzüne gelince kendi cüz'i iradeleriyle neler işleyecek­lerini, bulundukları şart ve ortamı ne ölçüde veya istikamette değerlendire­ceklerini yine ezelî ilmiyle tesbit edip bilmiş ve bildiği üzere takdir etmiştir. Artık tesbit edilen ne ise, onun değişmesi söz konusu değildir. Çünkü Ce­nâb-ı Hakk'in ilmi yanılmaz. Bununla beraber şu inceliği hiçbir zaman aklı­mızdan çıkarmamalıyız: Hayat yolunda birbirini izleyen olaylarda hakikî müessir Allah'tır. Zira her olay, ilâhî plân ve programa göre oereyan eder; sünnetuilah doğrultusunda ortaya çıkar. Meselâ ilâç, hastalıktan kurtul­mak, şifa bulmak için bir sebeptir; ama asıl şifâyı veren ve bunda müessir olan Allah'tır. Bitkilerde ve diğer kimyasal maddelerde şifâ özelliğini yara­tıp hazırlayan O'dur. Kimyacı, varlıkta mevcut olmayan bir şeyi icad edemez. Edison'un dediği gibi, «en büyük dâhi Cenâb-ı Hak'tır. O, fizik âleme mevcut kanunları koymasaydi, tesbit edilebilen elementleri yerleştirmesey-di, ilim adamları ne yapabilirler veya olmayanı icad edebilirler miydi?»

O halde Tabip, «ben hastamı şifâya kavuşturdum», hasta da «tabip beni hastalıktan kurtarıp sağlığıma kavuşturdu» dememelidir. Bu, hem nan­körlüktür, hem de Allah'ın eşyada câri kanunlarını inkârdır. Doktor da, ilâç da sadea© birer vasıtadır; gerçek müessir ancak Allah'tır.

Onun için Cenâb-ı Hak, kendi ölçü ve sınırlarını belirlemeyip ilâhî sı­nıra geçmeye özenen ve bu açıdan büyük bir haksızlık işleyen zalimlere seslenerek «onlar (Allah'ı) âciz bırakacak (güce sahip) değillerdir» buyur­makta, kudretinin her şeyi hazırlayıp düzene soktuğuna işaret etmektedir. [87]

 

Rızık Taksimi

 

«Bilmezler mi ki, Allah elbette rızkı dilediğine genişletir ve kısıp daraltır. Şüphesiz ki bunda» imân eden bir millet için belgeler, öğütler ve ibretler vardır.»

Kâinatın hem her parçasında, hem bütününde mutlak bir denge ka­nunu hâkimdir. Öyle ki canlı-cansız her varlığın bu dengede yeri ve anlamı söz konusudur. Bunun aksini iddia etmek mümkün değildir. Canlılar âle­minden hayvanlar daha çok birbirlerini yemek suretiyle hern yaşamlarını sürdürmekteler, hem de dengeyi korumaktalar. Gerçi ilk bakışta onların birbirini parçalayıp yemesi insanı üzmekte ve neden böyle saldırgan ve acı­masız yaratıldıkları bir soru şeklinde kafamızda oluşmaktadır. Ama ciddi şekilde bilimsel araştırma ve incelemeye yöneldiğimiz takdirde, bunun böy­le olmasının, -yukarıda da belirttiğimiz gibi- hem canlıların türlerinin de­vamını sağlamaya, hem de aralarında denge kurmaya yönelik bir uygula­ma olduğunu anlarız.

İşte rızık taksimi de böyle.. Fakir kalmak veya zengin olmak sadece bir akıl, zekâ, beceri ve irâde işi değil, kişinin içinde bulunduğu şart ve or­tama göre bir denge kanununun açık tezahürüdür de.. Toplumun zengin­lere olan ihtiyacı nisbetinde, geçimini el emeği, göz nuru ile kıt kanaat sağ­layan dar gelirlilere de ihtiyacı vardır. En zengin ülkelerde bile bu iki sını­fın mevcut olduğu bir gerçektir. Şüphesiz bu, toplumun hayat ve geçim dengesini, işlerin düzenli ve sağlıklı yürümesini sağlamaktadır.

Ancak sözü edilen denge kanunu bir diğer yönüyle de, kişilerin gör­gü, bilgi, beceri ve yetenekleriyle, aynı zamanda içinde bulundukları şart ve ortamla ilgilidir. Çünkü sünnetullah sebepler zincirini oluşturur, sebep­ler de onları doğurur ve bu düzenlemede de yine denge kanununun maya­sı bulunur.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm, ilâhî hükümleri, kanun ve sünnetleri kısaca ana fikir ve temel bilgi mahiyetinde verir. Sonra da insan aklını, düşünce ve zekâsını harekete geçirip gerçeği bulmasına yardımcı olur.

Âyetin son cümlesiyle, «şüphesiz ki bunda inanan bir millet ipin bel­geler, öğütler ve ibretler vardır» buyurularak, asıl amaç belirtilmekte; ilâhî denge kanununu ve sünnetullahı anlayabilmek için imânın ne kadar ge­rekli olduğu açıklanmaktadır. Zira inanmayan kimsenin Kur'ân'ı tarafsız bir gözle okuyup araştırma ihtiyacı duyması pek nadir olaylardan biridir. [88]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insanların nankörlüğü ve kadir bilmezliği üzerin­de durularak yönlendirici bir misâl verildi. Gelip geçen ümmetlerden böy­lesine nankörlük yapıp inkâr ve azgınlıkta ısrar edenlerin hak ettikleri ce­zaya çarpıldıklarına işaretle hem Mekkeli putperestler, hem de yaşamakta olan maddeciler uyarıldı. Rızık konusunda ise, mutlak bir denge kanunu­nun hükümran olduğu dolaylı şekilde haber verilerek, kâinatın her parça­sında kendini gösteren dengeye bakmamız ilham edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kendilerine yazık edip günah işleyen kullara, dö­nüş yapıp pişmanlık duydukları takdirde ilâhî rahmet ve gufranın yönele­ceği açıklanıyor. Kıyamet olayı meydana gelip dönüşü mümkün olmayan gün gerçekleşmeden, o günü düşünüp hayatımızı ilâhî program düzeyinde tanzim etmemiz isteniliyor. Dünyada kötülüklerden sakınanlar için mutlu gelecek hazırlandığı müjdeleniyor ve ilâhî âyetleri, belge ve kanunları in­kâr edenlerin mutlak zarar içinde bulunduklarına dikkatler çekiliyor. [89]

 

Meali;

 

53—  De ki: «Ey kendilerine haksızlık edip ölçüyü aşan kullarım! Al­lah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah elbette bütün günah­ları bağışlar ve gerçekten O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

54—  Sİze henüz azap gelmeden önce Rabbınıza yönelip tevbe şuuru içinde O'na gönül verin ve O'na teslim olun. Aksi halde yardım göremezsiniz.

55—  Farkında olmadığınız halde ansızın size azap gelmeden önce, Rabbınızdan size İndirilen en güzel söze (Kur'ân'a) uyun.»

56—  Kişinin, «Allah'ın huzurunda yaptığım eksikliklerden, kusurlardan dolayı yazıklar olsun bana; cidden ben alaya alanlar arasında idim!» Diye­ceği,

57—  Veya «eğer Allah beni doğru yola eriştirseydi, herhalde (O'ndan) korkup (fenalıklardan) sakınanlardan olurdum » diyeceği,

58—  Veya azabı gördüğünde, «benim için dönüş olsaydı da iyiler ara­sında bulunsaydım » diyeceği (gün gelmeden, Kur'ön'a uyun!).

59—  «Hayır, sana âyetlerim geldi, sen onları yalan saydın, büyüklük tasladın da kâfirlerden oldun» (denilecek).

60—  Kıyamet günü, Allah'a karşı yalan uyduranları, yüzleri kararmış bir halde görürsün. Cehennem'de, böbürlenip büyüklük taslayanlar için bir konak yok mudur?

61—  Allah (kötülüklerden) sakınanları, kurtuluşları sebebi (olan imân­ları ve iyi amelleri) ile kurtarır. Kötülük onlara dokunmaz ve onlar üzülmez­ler de.

 

İniş Sebebi

 

İlgili âyetlerin iniş sebebi hakkında dört ayrı rivayete yer verilmiştir:

1— İnkarcı nankörlerden bir topluluk yıllar yılı küfür, sapıklık, zina ve diğer günahları kat kat işledikten sonra, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gel­diler ve dediler ki: «Bizi çağırdığın şey cidden güzeldir. Ancak Cenâb-ı Hak, «onlar ki Allah'la birlikte başka ilâha tapmazlar, haklı bir sebep dı­şında Allah'ın haram kıldığı canı öldürmezler, zina etmezler. Kim bunları işlerse cezaya çarptırılır» buyurmaktadır. Biz ise bu günahların hepsini tek­rar tekrar işledik, ne buyurursunuz?»

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [90]

2—  Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in amcası Hz. Hamza'yı (R.A.) öldüren Vahşi, İslâm'a girmek istiyordu. Furkan Sûresi'nin 68, 69. âyetlerini duy­duğu için bağışlanmıyacağini düşünerek durumunu Hz. Peygamber'e (A.S.) arzetmişti. Bunun üzerine Furkan Sûresi'nin 70. âyeti inmiştir ki, orada şöy­le buyurulmaktadır: «Ancak tevbe edenler, dosdoğru imân edip iyi yararlı amellerde bulunanlar müstesna. İşte Allah bunların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.»

Vahşi bu âyeti öğrenince içinde ağır şartların bulunduğunu söyleyerek ümitsizlikten kurtulamadığını belirtmiş ve o sebeple Nisa Sûresi 48. âyet in­dirilmiştir: «Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bun­dan başka (günahları) dilediği kimseler için bağışlar.»

Buna rağmen Vahşi'nin yine ümitsizliği zail olmamıştı. Çünkü âyette, «Allah dilediği kimseler için bağışlar» buyurulmaktadır. Kesin bir bağışla­madan söz edilmiyordu. Bunun üzerine konumuzu oluşturan 53. âyet in­miştir. Böylece Vahşi'nin şüpheleri giderilmiş ve İslâmiyeti din olarak seç­mesine engel bir şey kalmamıştı. O da gönül huzuruyla gelip son dini seç­miş oldu. [91]

3—  lyaş b. Ebî Rebi'â, Velîd b. Velîd ve Müslümanlardan birkaç kişi hakkında inmiştir. Bunlar İslâmiyeti din olarak seçtikten sonra, birtakım fitnelere bulaştılar, bazı yolsuzluklarda bulundular, kirli işlere girdiler. Son­ra da bir daha bağışlanmıyacaklannı sanarak İslâmiyeti büsbütün terket-tiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi ve Hz. Ömer (R.A.), Resûlül-lah'ın (A.S.) emrine uyarak bu âyetleri yazıp onlara gönderdi. Tatmin oldu­lar ve hepsi de gelip yeniden İslâm'ı din seçerek derin bir pişmanlık duy­dular. [92]

4— İbn Ömer (R.A.) diyor ki: «Biz daha önee işlediğimiz her iyiliğin makbul olduğunu söylerdik. Sonra, «Allah'a itaat ediniz, Peygamber'e itaat ediniz de amellerinizi boşa çıkarmayınız» âyeti indi. Biz kendi kendimize, amelleri boşa çıkaran tek şeyin, büyük günahlar ve birtakım hayasızca fiil­ler olduğunu düşünüyorduk ve böyleoe bir arkadaşımızın günah işlediğini duyunca, «Eyvah! Helak oldu» diye üzülmeye başlıyorduk. Bunun üzerine ilgili âyet indi. [93]

 

İlgili Hadîsler

 

«Canımı kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, günah işler ve gü­nahınız gökle yer arasını dolduracak duruma gelir, sonra da Allah'tan ba­ğışlanmanızı dilerseniz, elbette O sizi bağışlar.

Muhammed'in canını kudret elinde bulunduran zata and olsun ki, siz­ler günah ve hatâ işlememiş olsaydınız, elbette Allah, günah ve hatâ işle­yecek bir kavim yaratıp getirirdi de onlar günah işledikten sonra Allah'tan bağışlanmalarını dilerlerdi ve Allah onları bağışlardı.» [94]

Açıklama :

Hadîs-i Şerifle, insanlar günah işlemeye teşvik ve tahrik edilmiyor; pey­gamberler hâriç, günahsız insan bulunmayacağına işaret edilerek, hılkatı-mızdaki özelliğe dikkat çekiliyor ve günaha iten nefis kuvvetiyle İblîs'in sin­yallerinin tesirinde kalınabileceği hatırlatılıyor.

Ashab-ı Kirâm'dan Ebû Eyyûb el-Ansarî (R.A.) vefat edeceği sırada şöyle demiştir: «Bugüne kadar Peygamber (A.S.) Efendimiz'den duyduğum hadîsi gizli tutup size açıklamadım. Efendimiz şöyle buyurdu: «Eğer siz günah işlememiş olsanız, Allah günah işleyen bir kavim getirirdi de (onlar günahlarından dolayı bağışlanmalarını dilerlerdi, O da) onları bağışlar­dı.» [95]

«Günahın keffareti (bağışlanıp temizlenmesi), pişmanlık duymaktır.»[96]

 

Allah'ın Rahmetinden Ümit Kesmemek

 

«De ki: EY in­dilerine haksızlık edip ölçüyü aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin..»

Yukarıdaki âyet ve hadîslerin açık delâletinden, bütün günahların ba­ğışlanacağı anlaşılmaktadır. Ayrıca Cenâb-ı Hak, Kur'ân'm neresinde «ibâ-dî» yani «kullarım» diye bir söze yer vermişse, mutlaka ondan mü'min kul­larını kasdetmiştir. Bu durumda âyetin zahirî delâleti, dinde ümitsizliğe yer verilmediğini ve «çünkü Allah elbette bütün günahları bağışlar» cümlesiyle de küçük-büyük bütün günahların affedileceğini göstermektedir. Ancak her konuda olduğu gibi, bu konuda da diğer âyet ve hadîsleri biraraya getirip asıl çıkarılacak hükmü konunun bütünlüğü içinde değerlendirmemiz gere­kir, aksi halde yanlış bir sonuç ortaya çıkar ve murad-i ilâhî hakkıyla kav­ranmış olmaz.

Önce «israf»ın delâlet ettiği manaya bakalım-. Kişinin haddi aşar öl­çüde işlediği her iş; kazandığı malı lüzumundan fazla, ihtiyaç fazlası har­caması; durmadan günahlara dalması israf kapsamına girer.

Bütün bu günahlar ve aşırılıklar iki grupta toplanır:

a)  Cenâb-ı Hakk'ın hakkına tecavüz,

b)  Kulların haklarına tecavüz.

Her ikisi de bazı şartlarla bağışlanabilir: Birincisi, ciddi pişmanlık du­yup tevbe ve istiğfarla; ikincisi ise, yine ciddi pişmanlıkla beraber tecavüz edilen haklan asıl sahiplerine ödeyip helâllaşmak ve hemen arkasından tevbe ve istiğfarda bulunup bir daha o gibi günahları işletnemeye azmet­mekle..

Aksine bir yol tutup ilâhî rahmet ve mağfiretten ümit kesmek sure­tiyle, aynı günahlara devam etmek son derece sakıncalı ve tehlikeli sonuç­lar doğurur. Her şeyden önce imân sınırından uzaklaşması söz konusudur. Zira ümitsizlik devam ettiği takdirde insanı küfre kadar sürükleyebilir. Bu­nunla beraber imânını koruyup günahkâr bir insan olarak ölen kimsenin âhirette cezasız bırakılacağı düşünülemez. Özellikle üzerinde kul hakları varsa, onların affedilmesi mümkün değildir. Zira davacı Allah değil, hak sahibi olan kullardır. Allah ise, ancak adaletle hükmeder. [97]

Kur'ân-i Kerîm, insanın yaratılışındaki özelliğini dikkate alarak, mü'­min de olsa kişinin günah işleyebileceğine işarette bulunmakta ve peygam­ber dışında hiç kimsenin bütünüyle günahtan korunup uzak kalmasının söz konusu olamıyacağıni dolaylı şekilde bildirmektedir. Buna karşılık Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve mağfiret kapısının, tevbekâr kullarına bazı istisnalarla her zaman açık tutulduğunu ilham etmektedir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin «Siz günah işlemeseydiniz, Cenâb-ı Hak günah işleyen bir kavim getirirdi de onları bağışlardı» mealindeki hadîsi, ta­mamıyla insanın hayvanî ve melekî iki zıd duygularla donatıldığına, yani insanın manevî yapısında bu iki ayrı sıfatın bulunduğuna; o bakımdan gü­nahlardan tamamıyla kurtulmanın bir bakıma imkânsızlığına; nefsanî duy­gunun her vesileyle günahlara yönelikliğine işarettir.

O halde günahla sevap arasında mekik dokuyan mü'minlerden, imkân nisbetinde günahlardan kaçınmaları, hiç değilse asgariye düşürmeleri; ona nisbetle iyiliklerini, sevap ve faziletlerini artırmaları istenmekte ve günah­tan sonra pişmanlık duyup dönüş yapanların bağışlanacağı müjdelenmek-tedir. [98]

 

İsrafın Her Çeşidinin Zararı, Onu İşleyene Râci'dir

 

Âyet-i Kerîmede «kendilerine haksızlık edip ölçüyü aşan kullarım!» şek­linde bir anlatıma yer verilmiştir. Bu, kişilerin işledikleri günah ve aşırı­lıktan dolayı Allah'a bir zarar veremiyeceklerîne; ancak kendilerine zulme­dip geleceklerini karanlığa çevireceklerine işarettir.

O halde Allah'ın emir ve yasaklan, her yönüyle insanın iki hayatının huzurlu, mutlu ve güvenli olmasına yöneliktir. Zira O'nun hiç kimsenin ibâ­det ve tevbesine ihtiyacı yoktur. [99]

 

Umutsuzluk Küfrün Alâmetlerinden Biridir

 

Âyette, «Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin» şeklinde bir emir yer almaktadır. Tavsiyeyi gerektiren bir kayıtla bağlı olmadığı takdirde «emir» vücubu gerektirir; yani Allah'a, O'nun rahmet ve gufranına ümit bağlamak farzdır; bunun aksine bir inanç ve tutum hem günah, hem de küfre yakınlıktır. O çok yüce kerem sahibi, kullarını ümitsizlikten men'eder-ken, mutlaka kerem ve gufranda bulunacağını va'dediyor demektir. Nite­kim âyetin son kısmında «O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir» şek­linde çevirisini yaptığımız, «înnehu huve'l-ğafûrü'r-rahîm» cümlesiyle Ce­nâb-ı Hak, gufran ve rahmeti kendine hasretmektedir. O, bununla başka-' sının Gafur ve Rahîm olmadığını, yani Allah'tan başka hiç kimsenin gü­nahları bağışlama yetkisi bulunmadığını hatırlatmakta; papazların günah-lan affetmesinin bâtıl bir inanca dayandığına işarette bulunmaktadır. [100]

 

İnâbet Ve Teslimiyet

 

(<Sîze henüz azap gelmeden önce Rabbınıza yönelip tevbe şuuru içinde O'na gönül verin ve O'na teslim olun.»

Allah'ın kudretinin yüceliğine delâlet eden belgelerden bir kısmı sıra­lanıp kendine ve çevresine inkâr ve azgınlıklarıyla haksızlık edenlerin elîm bir azaba nasıl sürüklenecekleri anlatıldıktan ve insanın nîmet ile.müsîbet karşısında nasıl ters dönüşler yaptığı belirtildikten sonra, ilâhî rahmet ve mağfirete davet yapılmakta ve arkasından insana yakışan üç vasıf sırala­narak yaratılışın amacı üzerinde durulmaktadır.

Üç emir, üç sıfat:

1—  İnâbet,

2—  Teslimiyet,

3—  En güzel söze uymak.

İmân temeli üzerine kurulan bu üç emrin delâlet ettiği sıfatlar, insa­nın yaratılış hikmetini ve insan olmanın anlamını öğretmektedir. Zira ger­çek imân : İbâdet, itaat, zikir ve fikirle Allah'a dönüp yönelmeyi; her yerde ve her zaman olaylar karşısında ilâhî sünnetin şaşmazlığını düşünerek O'na teslimiyette bulunmayı ve insanlığın mutluluğundan yana indirdiği o en güzel söz olan kitaba kayıtsız, şartsız uymayı ister.

Birbirini tamamlayan bu üç vasıftan tecrit edilen imân, baştıbaşma bir değer olmakla beraber, kıyamet gününde kulun azapsız, cezasız kurtul­ması için yeterli değildir.

O sebeple Cenâb-ı Hak, mü'min kullarına, ölmeden önce sözü edilen üç emrin gereğini yerine getirmelerini bildirmekte ve ilâhî rahmetinin böy­le bir sonuea varmalarını gerekli gördüğüne işarette bulunmaktadır.

Belirtilen üç emir yerine getirilmeden ansızın bir kaza karşımıza çıka­bilir ki, o takdirde her şey bitmiş olur. Zira biz insanlar hayata, tabir caizse pamuk ipliğiyle bağlı bulunuyoruz, onun ne zaman, nerede kopacağını ön­ceden bilmemiz söz konusu değildir. Böyle bir durumda artık ne pişman­lığın anlamı kalır, ne de yardım görebiliriz. O halde insan önce kendine yar­dım etmeli, hilkatinin amaç ve hikmeti doğrultusunda kendini düzene sok­malıdır ki, ilâhî yardıma lâyık görülebilsin. Kendine yardım etmeyenlere ge­lince: Onlar âhirette üç ayrı hasret ve nedamet ateşinde yanmaya mâruz kalırlar:

1—  Allah'a karşı işledikleri kusurlarından dolayı pişmanlık duyup ken­dini durmadan kınar.

2—  «Kendime yardım etseydim de Allah o sebeple beni doğru yola eriştirseydi; O'ndan korkup kötülüklerden kaçınsaydım da O bana rahmet ve gufran kapısını açsaydı» diyerek durmadan hayıflanır.

3—  Azabı görünce, dünyaya dönüşün mümkün olmasını temenni ede­rek; iyi yararlı ve Allah'tan korkan kişiler arasında bulunup onlardan biri olmayı arzular ve bu fırsatı kaçırdığına durmadan üzülür. [101]

 

Kur'ân, Kâinat Kitabının Fihristi Veya Özetidir

 

«Hayır, sana âyetlerim geldi, sen onları yalan saydın, büyüklük tasladın da kâfir­lerden oldun (denilecek),»

Kur'ân her âyet ve cümlesiyle ilâhî kudretten kaynaklanıp gelen bir belgedir. Onu ancak, imân gözüyle bakanlar, insaf eleğiyle eleyenler an­layabilir.

Varlık âlemi her yönüyle Hakk'ın varlığına, birliğine, benzersizliğine de­lâlet etmekte ve her parçasıyla O'nun kudret fırçasının rengini taşımakta­dır. Böylece her şey ilâhî emre uyarak yaratıldığı gayeye yönelmiştir. Gü­neş kendinden istenileni; hava kendinden beklenileni; denizler kendilerin­den arzulananı vermektedir. Evet her şey bu hikmet düzeyinde hizmetini sürdürmektedir. Canlılardan her tür, genetik kodda kayıtlı bulunan kalıtı­ma bağlı kalmakta, her biri kendi benzerini vücuda getirmektedir.

Yüce ve sonsuz kudretin yarattığı eşyada uyumsuzluk, dengesizlik ol­madığı gibi, türlerin birbirine karışması veya türden türe geçilmesi de söz konusu değildir. O bakımdan hiçbir sistem ve türde düzensizlik düşünüle-mez, Bunlardan birinde bir düzensizlik meydana gelmişse, mutlaka insan­ların bilgisizce müdahalesinden kaynaklanmıştır. Böylece varlık âleminde ilâhî denge ve düzeni yer yer bozan, insanların bilgisizliği ve inançsızlığıdır. Örneğin son yıllarda «ozon gazı»nın birtakım bilgisizce müdahalelerden dolayı her yıl biraz daha azalması, güneşten gelen kısa dalga boylu ve do­layısıyla yüksek enerjili morötesi (ultraviolet) ışığın büyük bölümünü süze­rek dengeyi sağlamakta iken, buaün o dengeyi tam sağlayacak oranda ol­madığını ortaya çıkarmıştır. Öyle ki önlem alınmadığı takdirde çok tehli­keli olan morötesi ışınlar doğrudan, yani filitre görevi yapan ozon taba­kasının yokluğundan veya tesirinin azalmasından dünyaya ulaşır ve başta cilt kanseri olmak üzere birtakım tehlikeli sonuçlar doğurur. [102]

Böylece Kur'ân, kâinatı plân ve programıyla kendinde taşımakta, on­daki kusursuz düzen ve dengeyi bütünüyle formüle edip yansıtmaktadır. Her âyeti, mükemmelliğin ve doğruluğun anahtarıdır. Onu yalanlamak, ger­çeği, doğruyu, mükemmelliği reddetmek olur. İdraki örten kibir ve gururun tabii ürünü sayılır. O bakımdan 59. âyetle Kur'ân'ın bu özelliği belirtilerek inkarcılara ve şüphecilere söylenecek sözün ne olacağı bildiriliyor. [103]

 

Ferahlatıcı Âyetlerden Biri

 

<kotülüklerden) sakınanları, kurtuluşları sebebi (olan imân ve iyi amelleri) İle kurtarır. Kötülük onlara dokunmaz ve onlar üzülmezler de.»

Ashab-ı Kirâm'dan İbn Mes'ûd (R.A.)ın şöyle dediği rivayet edilmek­tedir:

— Allah'ın kitabında en azametli âyet, «Allahu lâ ilahe illâ huve'1-Hay-yü'l-Kayyûm»dur. Hayır ve şer yollarını en çok kendinde toplayıp yansıtan âyet, «İnne'llahe ye'müru bi'l-âdli ve'I-ihsan» âyetidir. En ferahlatıcı âyet, «Kul ya ibâdiyye'llezîne esrefû alâ enfüsihim lâ taknetû min rahmetillah» âyetidir. Aynı zamanda «ve nünecciye'llahu..» âyetidir. En çok Allah'a tes­limiyeti, güvenmeyi ve dayanmayı yansıtan ise, «vemen yettakillahe yec'âl lehü mahracan.,» âyetidir. [104]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, akla ve sağlam idrâke seslenilerek gereken bel­ge ve malzeme verildi. İnkarcılar kınandı; inkârın doğuracağı zararlar ve getireceği azaplar çok duyarlı bir anlatımla işlendi. İmanın ise mutlak an­lamda mutluluk olduğu belirtilerek mü'minler parlak bir gelecekle, sonsuz saadetle müjdelendi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın yüksek kudretine, mutlak tasarrufuna de­ğinilmekte ve insanların mutluluğundan yana bütün kaynakların anahtar­larının Allah'a ait olduğu bildirilmektedir. Sonra da Allah'tan başkasının ibâdet edilmeğe lâyık olmadığı konu edilerek, O'na ortak koşmanın elîm bir zarara yol açacağı hatırlatılmaktadır. [105]

 

Meali:

 

62—  Allah her şeyin yaratanıdır. O, her şey üzerinde vekildir.

63—  Göklerin ve yerin (hazinelerinin) anahtarları O'nundur. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ise, asıl zarara uğrayanlar onlardır.

64—  De ki: «Ey Câhiller! Siz bana Allah'tan başkasına ibâdet etmemi mi emrediyorsunuz?!»

65—  And olsun ki, sana da, senden önceki (peygamber)(ere de şöyle vahyolundu: «Eğer Allah'a ortak koşarsan, şüphen olmasın ki, amelin boşa gider ve zarara uğrayanlardan olursun.»

66—  Hayır, ancak Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol..

67—  Onlar, Allah'ı (O'nun kudret ve yüceliğini, denge ve düzenini) hakkıyla takdir edemediler. Oysa yeryüzü kıyamet günü O'nun kudret avu-cundadır. Gökler de O'nun (kudretini temsil eden) sağ elinde katlanmış olacak. O, (inkarcı nankörlerin) ortak koştuklarından yücedir, münezzehtir.

 

İniş Sebebi

 

Allah'a ortak koşan inkarcılardan bir grup, ResûtüNah (A.S.) Efendi-miz'e gelerek şöyle öneride bulundular: «Ya Muhammedi Sen bizim tanrı­larımıza ibâdet et, biz de senin ilâhına ibâdet edelim.» Bunun üzerine yu­karıdaki âyetler inmiştir. [106]

Buharî'nin tesbit ve rivayetine göre : Kitap ehlinden birkaç ilim adamı, Hz. Muhammed'e (A.S.) gelerek dediler ki: «Ya Muhammedi Biz (kendi ki­tabımızda) şunu görüyoruz: Allah gökleri bir parmak üstünde, yeri bir par­mak üstünde, ağaçları bir parmak üstünde, suyu ve toprağı bir parmak üs­tünde, diğer yaratıkları da bir parmak üstünde bulundurmakta ve «gerçek hükümdar benim» demektedir.

Onların bu sözünü doğrular anlamda Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ön dişleri görünecek şekilde güldü ve sonra 67. âyeti okudu. [107]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah kıyamet gününde gökleri katladıktan sonra onları sağ elinde tu­tar; sonra da şöyle buyurur: «Hükümdar olan ancak benim. Zorbalar, bü­yüklük taslayanlar nerede?» Sonra yerleri katlayıp sol eline alır ve «hüküm­dar olan ancak benim. Zorbalar ve büyüklük taslayanlar nerede?» buyu­rur.» [108]

«Cenâb-ı Hak yeri elinde tutar, göğü de sağ elinde katlayıp tutar. Sonra da şöyle buyurur: «Hükümdar olan ancak benim. Yeryüzünün hükümdar­ları nerede?» [109]

 

Allah, Her Şeyin Yaratanıdır

 

«Allah her şeyin yaratanıdır..»

Aynı sûrede Allah'ın gökleri ve yeri yokluk karanlığını yarıp varlık ala­nına getiren olduğu «fâtır» sıfatı ile kısaca bildirilirken, konumuzu oluştu­ran 62, 63. âyetlerle bu sıfat biraz daha açıklanıyor. Kur'ân'da sık sık rast­lanan gökle yer kavramı, eşyanın iki tarafını anıp tümünü kasdetmeye yö­nelik bir mecaz-i mürseldir.

Allah (c.c.) öncesiz olup her şeyin evveli olduğuna göre, var kılınan eşya münhasıran O'nun kudretinin eseridir, Hilkat kanunu O'ndan başka­sına nisbet edilemez. Çocuk ister ana rahminde, ister ilâhî düzenlemeye aykırı olarak tüpte oluşsun, hilkat kanununun dışında düşünülemez. Çün­kü erkekte spermanın, kadında yumurtanın oluşması, bu kanunun gereği­dir. Ne var ki ceninin ana rahminde normal nikâhla oluşması meşrûilik ar-zetmekte; başkasının spermi alınıp ana rahminde aşılanma yapılması ise bu meşrûilik dışındadır.

Olayları sebep ve illetlere; sebep ve illetleri ezelî plân ve programa bağlayan Cenâb-ı Hak'tır. O halde her şey O'nun eseridir; her olay O'nun ilmine ve plânına uygun meydana gelir ve denge korunur. Bazan insanların ya kasıtlı, ya da bilgisizce elinin uzanmasıyla birtakım dengesizlikler mey­dana gelir ve bunun doğuracağı sıkıntıya da elbette ki insanların katlan­ması gerekir. [110]

 

Cenab-I Hak Her Şey Üzerine Vekildir

 

«O, her şey üzerinde vekildir.»

Cenâb-ı Hak kâinatı ezelde takdir buyurduğu düzende yaratıp tam dengede tuttuktan sonra, onu kendi haline terketmemiştir. Öyle ki, ezelî plânın sağlıklı yürümesi için şaşmayan kanunlar koyup her şey üzerinde mutlak koruyucu, gözetici ve devam ettirici bulunduğunu açıklamakta ve ona göre mevcut düzen üzerinde düşünmemizi ilham etmektedir. Böylece başkasının müdahale hakkı ve yetkisi bulunmadığına, kendi tasarrufunu insanlara bırakmadığına işarette bulunarak, bu konudaki yanlış inançları reddetmekte ve en sıhhatli bilgiyi vermektedir.

O halde, «O her şey üzerinde vekildir» cümlesiyle, Allah'ın kâinat üzerinde koruyucu, düzenleyici, yürütücü ve yegâne tasarruf sahibi bulundu­ğu şüpheden uzak bir anlatımla bize öğretilmektedir.

Bu durumda «sâhib-i zaman», «vekîl-i mutasarrıf» diye yetkili bir kim­senin bulunmadığı kesinlik kazanır; yani fanilere böyle bir kudret ve­rildiği söylenemez. Hz. Muhammed'e (A.S.), Büyük Ruh Melek Cebrail'e verilmeyen bir yetkinin başka bir fâniye verilmesi elbette ki düşünülemez.

Kudrette eşi, hılkatta benzeri, tasarrufta ortağı, vekillikte yardımcısı olmayan Allah her türlü noksanlıktan, acizlikten pak ve münezzehtir. [111]

 

Göklerin Ve Yerin Hazineleri

 

«Göklerin ve yerin (hazinelerinin) anahtarları O'nundur.»

«Anahtarlar» diye çevirisini yaptığımız «makalîd» kelimesine yer ve­rilmiştir. Farsçadan Arapcaya geçtiği söylenir. «ıklid» ismi Türkceye geçip «kilit» şeklîni almıştır Bu tesbite göre, âyetteki «mekalîd», kilitler, anah­tarlar anlamına geldiği gibi, «hazineler» manasına da geldiği lûgatcılarca belirtilmiştir,

Göklerde ve yerde insanoğlu için hazırlanan madenler, petroller, bit­kiler, yağmurlar, atmosfer, güneş ışını hep belli ölçülere göre birer hazine mahiyetinde hazırlanmıştır. Her birinin yararlı olmasında mutlak surette hesap söz konusudur. İnsanlara düşen, bu hazinelerden yeterince yarar­lanmasını bilmektir.

Bunca acık delil ve belge ortada dururken, müşriklerin, Hazreti Pey-gamber'i (A.S.) putlara ibâdete davetleri, şüphesiz ki koyu cehaletten kaynaklanmaktaydı. Nitekim Kur'ân, küfrün de, sapıklığın da, her çeşit öl­çüsüzlüğün de temelinde bilgisizliğin yattığını bildirerek, Peygamber (A.S.) Efendimizin diliyle şöyle sesleniyor: «De ki: Ey câhiller, siz bana Allah'tan başkasına ibâdet etmemi mi emrediyorsunuz?!»

Böylece «Tevhîd İnancı»nın esasları gelip geçen bütün peygamberlere bildirilmiş ve hepsi de bu esasları tebliğ ile görevlendirilmişlerdir. Artık hiç­bir peygambere bunun aksine bir yol izlemek asla yakışmaz. İlgili âyetle Tevhîd'in asıl değer ölçüsü bildirilerek, yanlış bir inanca sapanlar tehdît edilmekte ve Tevhîd nuruna erişenlerin ise, şükretmelerinin gereği hatır­latılmaktadır. İbâdet ve taât ise, şükrün başı; iyi yararlı mü'min olup sâlih amellerde bulunmak bunun acık belirtisidir. [112]

 

Allah'ı Hakkıyla Takdir Edemiyenler

 

«Onlar, Allah'ı (O'nun kudret ve yüceliği­ni, denge ve düzenini} hakkıyla takdir edemediler.. »

Kâinatta her sistem ve parça, Allah'ın varlığını, birliğini, kudret ve aza­metinin sınırsızlığını yansıtırken, inkarcı şaşkınların Allah'ı bırakıp basit cisimlere tapmaları çok hayret edilecek bir olay olarak vasıflandırılıyor. İn­sanoğlu bütün üstünlük ve yeteneklerine rağmen kendini böylesine koyu cehalete kurban edebiliyor mu?!

Varlık âleminde yer alan hangi şeyde düzensizlik, plansızlık vardır? Han­gi sistem bir kanun ve hesaba bağlı bulunmuyor? Akıl bunları tesbit ede­cek güçte, duygular anlayacak kudrette yaratılmamış mıdır?

Ne yazık ki inkarcı sapıklar Allah'ı ne hakkıyla tanıyabildiler, ne de hakkıyla O'nun azamet ve kudretini anlayabildiler. Bu yüzden kimi putları Allah'a ortak koşacak kadar aptallaştı; kimi de O'nu büsbütün inkâr ede­cek kadar körleşip sağirlaştı.

Düzeni kuran ancak O'dur. Her kuruluşun bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Aynı zamanda her kuruluşun bir kurucusu söz konusudur. Kıyamet, dünya ve kâinat düzeninin sonu, yeni bir düzenin başlangıcıdır. Kurduğu düzeni devam ettirip ettirmeme bütünüyle Cenâb-ı Hakk'ın irâdesine bağlı­dır. Kulların bu konuda hiçbir tasarruf yetkisi yoktur. Âhiret düzenini son­suzluğa çevirip devam ettireceğini de va'deden O'dur, Şüphesiz O, va'dîn-den caymaz; söz O'nun yanında değişmez ve değişikliğe uğratılmaz. [113]

 

Sağ El, Kudretin Sembolüdür

 

«Oysa yeryü­zü kıyamet günü O'nun kudret avucundadır. Gökler de O'nun (kudretini temsil eden) sağ elinde katlanmış olacak..»

Sağ el, yüce kudretin sembolüdür. Allah'a hiçbir zaman beşerî sıfatlar nisbet edilemez; sadece anlayışımızı kolaylaştırmak için birtakım sembo­lik sözler kullanılmıştır, O bakımdan Kur'ân ve Hadîslerde geçen ve beşe­rî sıfatlara yönelik bulunan tâbirler sembolik mahiyettedir. Cenâb-ı Hakk'ın üstün ve sınırsız kudretinin bütün kâinatı kapsayıp kuşattığı ifade edilirken, «gökler de O'nun sağ elinde katlanmıştır» buyurularak her şeyin O sonsuz kudretin tasarufu altında bulunduğuna işaret ediliyor ve böylece mecazî bir anlatımla düşüncemiz yönlendiriliyor.

Şüphesiz O'nun kudretinin dengi yok ki, eşi ve yardımcısı olsun; sal­tanatının benzeri yok ki, ortağı bulunsun. Mülkünden başka bir mülk yok ki, karşısına rakip çıksın.. Onun için «O, (inkarcı nankörlerin) ortak koştuk­larından yücedir, münezzehtir.» [114]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın yüksek kudretine değinilerek, mutlak tasarruf sahibi olduğu belirtildi. Sonra da varlıkta yer alan bütün hazînelerin, kaynakların O'na ait bulunduğu konu edilerek, mülkünde or­tağı olmadığı açıklandı. Böylece O'ndan başkasının tapılmaya, ibâdet edil­meye lâyık olmadığı üzerinde durularak yönlendirici bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kıyamet olayı üzerinde duruluyor, Sûr'a üfürülün-ce meydana gelecek safhalardan bir kısmına dikkatler çekiliyor. Öyle bir günde amel defterlerinin ortaya konulacağı, peygamberle şahitlerin geti­rileceği ve öylece adalet terazisinin kurulacağı haber verilerek o güne ha­zırlanmamız isteniliyor. [115]

 

Meali:

 

68—  Sûr'a üfürülünce, Allah'ın dilediğinin dışında, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi çarpılıp cansız yere düşer. Sonra ona bir daha üfürü-lür, derken (ölenlerin tamamı) kalkıp bakışırlar.

69—  Yeryüzü, Rabbının nuruyla parıldar, kitap konur, peygamberler ve şahitler getirilir ve insanlar arasında hak ile hükmedilir ve onlar haksız­lığa uğramazlar.

70—  Herkese yaptığı amelin karşılığı noksansız ödenir. Allah, onların yaptıklarını çok daha iyi bilir.

 

İlgili Hadîsler

 

«İki Üfürme Arası Kırk..Dır.»

Bunun üzerine Ebû Hüreyre (R.A.)den soruldu :

  Kırk gün müdür?

  Bilmiyorum, dedi.

  Kırk yıl mıdır?

  Bilmiyorum, dedi.

  Kırk ay mıdır?

  Bilmiyorum, dedi.

«Artık insanın her yanı çürüyüp ufalanacak, ancak kuyruk sokumun-daki (küçücük bilyamsı) kemik çürümeyecektir. İnsanlar o kemikten olu­şup meydana gelecek.» [116]

Yine Ebû Hüreyre (R.A.)ın rivayetine göre, Resûlüllah (A.S.) şöyle bu­yurmuştur :

«Melek Cebrail'e, 68. âyette «Allah'ın dilediğinden başka» sözünden maksat kimlerdir? diye sorduğumda, «onlar şehitlerdir......» diye cevap ver­di.» [117]

 

Sûr'a İki Defa Üfürülmesi

 

 «Sûr'a üfürülünce, Allah'ın dilediğinin dışında, göklerde ne var, yer­de ne varsa hepsi çarpılıp cansız yere düşer. Sonra ona bir daha üfürülür, derken (ölenlerin tamamı) kalkıp bakışırlar.»

Sûr konusunda hem Nemi, hem En'âm sûrelerinde gerekli açıklama ya­pılmıştır. Burada tekrar aynı konuya dönülmesi, ilâhî tasarrufun mutlak mânada ezelde belirlenmiş düzenlemeye göre sürdürüldüğüne işarettir.

Ayni zamanda her olayın birtakım sebep ve illetlere bağlı bulunduğu dolaylı şekilde anlatılmakta ve «kün emrbnin kıyamet olayını doğuracak sebepleri kusursuz meydana getireceği ilham edilmektedir.

Şüphesiz kıyametin kopması büyük bir olaydır. Böyle bir olayın mey­dana gelmesi, Sûr denilen ve mahiyeti bizce bilinmeyen aletin üfürülmesine bağlanmıştır.

Sûr, sözlükte: «boynuz» demektir. Böyle bir ismin kullanılması, konu­yu anlamamızı kolaylaştırmak içindir. Hem onu, hem de kıyamet olayını kâinatın bütünlüğü içinde ele aldığımızda, şu sonucu çıkarabiliriz: Kâinat denilen varlık âlemi, kusursuz şekilde ayakta tutulmaktadır. İlâhî kudret bir çember misali kâinatı kucaklamakta ve düzenli kalmasını sağlamakta­dır. Görevli Melek İsrafil, ilâhî emirle kâinatı o kudretin koyduğu denge kanununun çemberinden çekip alınca, tarifi mümkün olmayan bir ses ve gürültü kopacak da mevcut sistemler alt-üst olup bozulacak; hayat şartla­rı bir anda yok olup canlı nesne diye bir şey kalmayacak. Sonra ölenlerin dirilip kalkması için Melek İsrafil bu defa ruhlar âlemine, diğer bir anla­tımla «Berzah ÂlemUne yönelerek, hazırlanan bedenlerine gelip girmeleri için yine ilâhî emir uyarınca ikinci üflemeyi gerçekleştirecek, yani ilâhî emri ruhlara eriştirecektir.

Âyetin zahirine göre, boynuza benzer bir alete üfürülecek, ilâhî emir ve hüküm neye yönelikse ona seslenilecek ve böylece kıyamet olayları bir zincirin halkaları gibi birbirine eklenerek ikinci düzen kurulacak. [118]

 

Sâîka Fiilinin Delâlet Ettiği Mana

 

«Saâk» ansızın gelen ses ve onun dehşetinden dengenin kaybolmasıy­la canlıların düşüp ölmesi anlamında kullanılmıştır. Bu anlatım bize, kıyametin kopuş anında Sûr'dan çıkan sesin bütün varlık âlemini inleteceğini, sistemleri dağıtıp, denge ve düzeni bozacağını ve o sebeple canlı varlık­ların bir anda kendilerinden geçip öleceklerini haber vermektedir. Kâinatı temel planıyla sarsıp yıkacak olan bu müthiş sesin bırakacağı tesiri keli­meyle anlatmak elbette ki mümkün değildir. Cenâb-ı Hak bize bu hususta kısa bir bilgi vererek iyice düşünüp kıyamet olayının azamet ve dehşetini anlamamızı ilham ediyor. [119]

 

Sûr Sesinin Tesiri Dışında Tutulanlar

 

Müfessir Kurtubî'nin naklettiği, fakat kaynağını bildirmediği bir hadîs­te, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, konumuzu oluşturan âyeti okuyunca, as­habından birkaç kişi Ona sordu:

  Ya Resûleliah! Düşüp yok olmayanlar kimlerdir? Cevap verdi:

  Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail'dir.

Diğer bazı müfessirlere göre, bu istisna edilenler, dört büyük melek ve Arş'ı taşıyan meleklerdir. Bazı ilim adamları bunlarla beraber, cennet-lerdeki hurileri, Ridvan'ı ve cehennem Zebanî'sini, birde Ebû.Ya'lâ hadîsin­de belirtilen şehidleri istisna edilenler arasında anmışlardır.

Konuyla alâkalı hadîsler arasında mâna ve delâlet birliği sağlayacak olursak, birinci üfürmede, insan, hayvan, cin ve melek ne varsa düşüp öle­cek veya dengesini kaybedip kendinden geçecek; ancak dört büyük melek ve bir de Allah yolunda şehit düşenler bu genellemenin dışında kalacak. Zira şehitler de bir bakıma hayattadırlar, bizim bilmediğimiz bir hüküm ve kanunla diridirler.

«Saâk olayı», kıyametin dehşetini, kopacak müthiş gürültünün her şe­yi mahvedeceğini ifade içindir. İkinci üfürülme iie, mahvedilen canlılar di-rilip kalkar da şaşkın bir halde birbirlerine bakışıp kalırlar. Çoğu ne oldu­ğunu hemen anlayamaz. Nitekim Yâsîn Sûresi'nde bu husus acık bir şekil­de belirtilmektedir. [120]

 

Yerkürenin Değişmesi

 

Kıyamet kopunca yerküre dümdüz pürüzsüz bir görünüm arzedecek ve yörüngesinden çıkıp «Mahşer Alanı» nerede kurulacaksa, oraya gidip da­yanacak. Nitekim İbrahim Sûresi'nin 48. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:

«O gündeki yer başka bir yere, gökler de başka göklere çevirilir.»

Böylece yerküre, Cennet ve Cehennemin, aynı zamanda Mahşer Ala-nı'nın bulunduğu sisteme kadar gider de yeni düzendeki yerini almış olur. [121]

 

O Gün Rabbınin Nuru Yeri Aydınlatır

 

«Yeryüzü, Rabbının nuruyla parıldar.»

Sistemlerin hepsi bozulacağına, güneşin paramparça olacağına ve ye­ni sistemlerin kurulacağına göre, Mahşer Alanı ve ilgili yerler ne ile aydın­latılacaktır? Kur'ân-ı Kerîm yarı kapalı bir anlatımla bilgi vermektedir. Ta­biatıyla âyet mücmel olduğu için de yorum yapmamızı kolaylaştırıyor. O bakımdan o âlemi aydınlatacak ilâhî nurdan neyin kasdedildiği üze­rinde farklı yorum ve görüşler ortaya çıkmıştır. Onları şöyle sıralayabiliriz:

a)  O gün mahşer ve çevresi ilâhî adaletin tecellisiyle aydınlanacak ve karanlık bir cihet kalmayacaktır. Haklı haksızdan kesinlikle ayırt edilecek; iyilerle kötüler tesbit edilirken en küçük bir hatâ ve yanılma payı olmaya­caktır.

b)  Allah'ın inen hükmüyle yer aydınlanacaktır.

Böylece Cenâb-ı Hakk'ın tecellisi aydınlatıcı bir nura benzetiimiştir.

c)  Cenâb-ı Hak, kıyamet gününde bir nur yaratacak ve Mahşer Alanı onunla ışıl ışı! işıldayacaktır.

d)  İbn Abbas'a (R.A.) göre : Güneş ve ay'ın ışığı değil, Allah'ın yara­tacağı başka bir ışık kaynağıdır ki her tarafı en kusursuz şekilde aydınla­tacaktır.

Çünkü kıyamet ve âhiret, gecesi olmayan gündüzdür; hep aydınlık ve uykusuzluktur.

Bütün bu yorumlardan şu neticeyi çıkarabiliriz: Yeni kurulacak siste­min, diğer bir anlatımla, yeni âlemin bir daha değişmiyeceğini dikkate al­dığımızda, ışık ve enerji ebediyen bitmeyecek güneş misali yeni bir aydın­latıcı sistem kurulacaktır. Ancak onun keyfiyet ve kemmiyetini bilmemiz bugün için mümkün değildir.

Böylece Cenâb-ı Hak ilgili âyetlerle yeniden kurulacak âlemle ilgili kı­sa bilgi vermek suretiyle daha iyi düşünmemize İmkân vermekte ve Kur'ân'-ın bütünlüğü içinde birtakım olumlu yorumlar yapmamızı ilham etmektedir. [122]

 

Kıyamet Gününde Kitabın Getirilmesi

 

«Kitap konur.»

Burada, ya her şeyin yazılı bulunduğu «Levh-i Mahfuzsun ortaya ko­nacağına, ya da her kişiye ait amel defterinin getirilip sahiplerinin eline ve­rileceğine işaret edilmektedir. Nitekim bu ikinci yorum, İsrâ Sûresi'nde çok açık bir anlatımla belirtilmekte ve her çeşit şüpheyi giderecek bir netlik arzetmektedir.

Kitabın konulması, ilâhî adaletin delil ve şahitleriyle tecellisini hatır­latır. Böylece itiraz kapılan kapanır; yalnız hak ve adalet konuşur. [123]

 

Peygamberlerle Şahitlerin Getirilmesi                

 

«Peygamberler ve şahit­ler getirilir ve insanlar arasında hak ile hükmedilir ve onlar haksızlığa uğra­mazlar.»

Âhiret gününde hesap alanında, dünyada iken ümmetlerine tebligatta bulunduklarına dair sorulacak hususlara cevap vermeleri için peygamber­lerin hepsi hazır bulundurulacak ve diğer ümmetlere karşı şehadette bu­lunmaları için de Muhammed (A.S.) ümmeti getirilip o alanda yerlerini al­maları sağlanacak ve sorulanlara cevap vermeleri istenecek. Nitekim Ba­kara Sûresi 143. âyette bu konu açıklanmakta ve biraz daha geniş bilgi ve­rilmektedir.

Buradaki «şühedâ» kelimesine gelince, az farklı yorumlarla açıklan­mıştır. Onları şöyle özetliyebiliriz :

a)  Allah yolunda şehit düşenlerdir. Kıyamet gününde kimlerin Allah'ın dininden alıkonduğu hakkında şahitlikte bulunmaları sağlanacaktır.

b)  Amelleri yazan «Hafeza Melekleredir. Bunlar yazdıkları şeylerle il­gili şehadette bulunacaklar. Bu yorum, Kaf Sûresi 21. âyetle açıklanmak­tadır.

Bu durumda kimse haksızlığa uğratılmayacak; hiçbir iyilik ve kötülük gizli kalmayacak; herkes amelinin ve niyetinin karşılığını noksansız göre­cektir. Cenâb-i Hak, insanların neler işlediğini çok iyi bilir; bununla bera­ber adaletinin parlaklığı gereği bütün belgeleri, delilleri ve şahitleri de ko­nuşturur.

Kur'ân'da adaletin tecellisi anlatılırken, bir yandan da yeryüzünde in­sanlar arasında hükmedenlere, ilâhî adaletin azameti hatırlatılmakta ve âdil davranmayanların eninde sonunda o yüce adalet karşısında hesap vermek zorunda kalacağı bildirilmektedir. [124]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kıyamet olayı üzerinde durularak aydınlatıcı an­lamda bir iki safhası konu edinildi. Amel defterlerinin ortaya konulacağı hatırlatılarak, o defterlere yalnız iyilikler, sevaplar ve doğruluklar yazdır­mamız istenildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kâinatta ilâhî adalet terazisini göremiyen şaşkın­ların, âhirette zümre zümre Cehennem'e sevkedileceği; bu teraziyi görüp kendini Hakk'a veren mü'minlerin ise Cennet'e grup grup gireceği haber veriliyor ve kalpleri hakka çevirecek açıklamalar yapılıyor. O gün melekle­rin de Arş'ın çevresini çevirmiş halde Allah'a hamd edecekleri belirtilerek, dünyada iken namaz, tevaf ve benzeri ibâdetlerin önemine işarette bulu­nuluyor. [125]

 

Meali:

 

71—  Kâfirler bölük bölük Cehennem'e sevkedilir, nihayet oraya var­dıklarında Cehennem kapıları açılır. Cehennem bekçileri onlara derler ki: «Size,  içinizden  Rabbınızın âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınız hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?» Onlar da : «Evet, geldi, derler.» Ama azap hükmü kâfirlere hak olmuştur.

72—  Onlara, içinde devamlı kalacakları «Cehennemin kapılarından gi­rin» (denilir). Büyüklük taslayanların kaldıkları yer ne kötü!.

73—  Rablarından korkup (küfür ve böbürlenmekten) sakınanlar, bö­lük bölük Cennet'e götürülürler; sonunda oraya geldiklerinde Cennet kapı­ları açılır, oranın bekçileri onlara derler ki: «Selâm size olsun! Gönül hu­zuru buldunuz. Ebedî kalıcıları olarak girin Cennetlere..»

74—  Onlar da: «Hamd O Allah'a ki verdiği sözü bize gerçekleştirdi; bizi bu yere vâris kıldı ki Cennet'te istediğimiz yerde eyleşip oturabiliyoruz. İyi-yararlı amellerde bulunanların mükâfatı ne güzeldir!» derler.

75—  Meleklerin, Arş'ın etrafını çevirmiş bir halde Rablarını hamd ile tesbîh ettiklerini görürsün. İnsanlar arasında ise hak ile hükmolunmuştur. «Âlemlerin Rabbına hamd olsun!» denilir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Cennet'te ilk şefaatçi benim.» [126]

«Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim.» [127]

«Kıyamet günü Cennet'in kapısına gelirim de onun açılmasını isterim. Hâzin, «sen kimsin?» diye sorar. Ben de, «Muhamnıed'im» diye cevap ve­ririm. Bunun üzerine o şöyle der; «Senden önce hiçbir kimseye açmamakla emrolundum.» [128]

«Cennet'e girecek ilk zümrenin suretleri, bedir gecesindeki dolunaya benzer. Onlar Cennet'te ne tükürürler, ne sümkürürler, ne de abdest bo­zarlar. Kapları ve tarakları altın ve gümüştendir. Buhurdanlıkları ûd ağacın' dandır. Terleri misktir. Onlardan her birinin iki zevcesi vardır ki, bacak­larının ilikleri, güzellikleri sebebiyle etlerinin ardından görünür. Aralarında hiçbir ihtilâf olmaz. Kalplerinde de kin bulunmaz. Kalpleri bir tek kimsenin kalbi üzeredir (aralarında mutlak anlaşma ve uyum vardır). Sabah-akşam Cenâb-ı Hakk'a teşbihte bulunurlar.» [129]

«Ümmetimden Cennet'e öyle bir zümre girer ki, sayıları yetmiş bindir. Yüzleri bedir gecesindeki dolunay gibi ışıl ısıldır.» [130]

«Sizden kim abdest alır, abdest ini tastamam yerine getirir ve sonra da Eşhedü ellâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammed'en abdühü ve resu­lünü derse, mutlaka ona Cennetin sekiz kapısı açılır da dilediğinden içeri girer.» [131]

 

Âhirette İki Ayrı Zümrenin Durumu

 

 «Kâfirler bölük bölük Cehennem'e Âhiret gününde herkesin amel ve niyetine göre noksansız karşılık gö­receği kısaca belirtildikten sonra, mü'minlerle inkarcı sapıkların lâyık ol­dukları yere sevk edilecekleri açıklanarak, inananlara müjde verilmekte; inanmayanlara uyanda bulunulmaktadır.

Kâfirler o gün zümreler halinde Cehennem'e itilip kakılarak sevk edi­lecekler. Cehennem bekçilerinin onlara: «Size, içinizden Rabbınızin âyetle­rini okuyan ve bugüne kavuşacağınız hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?» diye sormalarının konu edilmesi, çok önemli bir hususu ay­dınlatmaya yöneliktir. Öyle ki: İlâhî âyetleri bilmenin, Cenâb-ı Hakk'ı ke­mal sıfatlarıyla tanımanın ve âhiret alemiyle ilgili sağlıklı bilgi edinmenin tek yolu, peygamberlerin irşat ve tebliğine dayanır. Zira fizikötesi konuları yalnız akıl ve düşünce yoluyla bilip çözmek mümkün değildir. O nedenle her kavme ve millete uyarıcı, yol gösterici, madde ötesinden haber getirici peygamber gönderilmiştir ve bu hikmete dayalı olarak Cenâb-ı Hak : «Ve biz peygamber göndermedikçe azap ediciler de değiliz» buyurarak, sözü edilen konularda mutlaka peygamber tebliğine ihtiyaç bulunduğuna işaret­te bulunmuştur.

Cehennem bekçilerinin sorusu da bu gerçeği yansıtmakta ve bize tamamlayıcı bilgi vermektedir.

Kâfirlerin bu soruya olumlu cevap vermesi ise, her millet ve kavme Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'den önce peygamber gönderildiğinin bir başka delili sayılır.

«İçinde devamlı kalacağınız Cehennem'in kapılarından girin!» cümlesi, kâfirlerin ümitlerini silip kaldırmaya yönelik bir başka tehdittir,

Cennet ehline gelince : Onların derecelerine göre zümreler halinde Cennet'e götürülmesi ve Cennet kapılarının kendilerine açık tutulması, ön­ceden bu ebedî saadet yurdunun onlar için hazırlandığını gösterir. Böylece onlar Cennet'e yaklaştıkça oranın nefis kokusunu için için duyarlar ve her nefes alıp vermede ümitleri bir kat daha artıp kuvvetlenir. Kâfirler ise, Ce­hennem'in önüne getirildikleri zaman, oranın kapıları açılacak ve aldıkları kerih kokunun ötesinde müşahede edecekleri manzara' onlara dehşet ve ümitsizlik verecek, mahvolduklarını anlayarak yüzbin pişmanlık içinde yer­lerini alacaklar.

Cennet bekçileri nezaket dolu bir ifadeyle gelenlere selâm verecekler. «Gönül huzuruna kavuştunuz» diyerek o saadet yurdunda ebedî kaJacak-larını, her türlü dünyevî kirlerden arınmış olarak sonsuza dek mutlu ola­caklarını müjdeliyecekier.

Bu manzara ve haber, ümit üstüne ümit verecek; hiçbir şüphe ve endi­şeye yer bırakmıyacaktır. Zira Cennetlikler, dünyada iken takva, yani Al­lah'tan korkup kötülüklerden sakınma doğrultusunda bulunmuşlar ve di­nin esaslarına bağlı kalıp her çeşit fenalıktan sakınmayı kendilerine huy edinmişlerdi. Böylece dünyada Allah'tan, O'nun âdilâne azabından korkan­lar için âhiret âleminde korku olmayacağı neticesi ortaya çıkıyor.

Cennet ehli dünyada eriştikleri imân ve amel-i sâlih nimetine hamd ve şükürde bulunduklarından dolayı, Cennet'e girdikleri zaman aynı terbiye ve nezaketi, şuur ve irfanı dile getirerek mahviyet ve teslimiyetlerini arz eder­ler.

Cennet'e vâris kılınan bu bahtiyarlar, istedikleri gibi oturup eğlenirler. Çünkü müdahale edecek başka vârisler yoktur. Verilen mülk, göz ve gönül dolduracak kadar geniş ve boldur. Bitip tükenmiyecek nimetler her yan­dan köpürüp taşmaktadır. Geçim kaygısı diye bir düşünce ve duygunun ye­ri ve anlamı yoktur. [132]

 

Mü'miimlerin Hamd Etmesi

 

«Onlar da : Hamd O Al­lah'a ki verdiği sözü bize gerçekleştirdi; bizi bu yere vâris kıldı..»

Âhiret âleminde mü'minler lâyık oldukları mükâfata erişinee, bütün kuvvet ve kudreti elinde bulunduran Cenâb-ı Hakk'ın her an övülmeğe lâ­yık olduğunu düşünerek derin bir sevgi ve saygı havası içinde hamd ede­cekler ve Cennet'i de Allah'ı sık sık anmak suretiyle şenlendirecekler. Sadece onlar değil, Cennet'in bir bakıma tavanı sayılan Arş'ın etrafını çe­viren melekler de durmadan teşbih ve tahmîdde bulunacaklar.

Böylece «hamd» ve «tesbîh» hem mü'minlerin gönül gıdası, hem de meleklerin değişmeyen ibâdeti olarak devam edecektir. Allah ile mutlu kul­ları arasındaki ilgi ve irtibat hep bu anlamda sürüp gidecektir.

İnananlarla inanmayanların eriştikleri sonuca bakınca, inananların ge­niş iltifata; inanmayanların sonsuz azaba lâyık görülmeleri bir haksızlık de­ğildir. Amel ve niyetlerine denk âdilâne bir hükümdür. Zira hak kavramı, her şeyi en uygun, en makul ve en yaraşır ölçü ve düzende, uygunluk ve dengede tutmaya delâlet eder. Bu gerçeği bilen melekler, «İnsanlar arasın­da hak ile hükmedilmiştir» diyerek ilâhî adaletin şaşmazlığını bir defa da­ha dile getirip ilân ederler.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm, başlanılan her meşru işin sonunda Allah'a hamd etmemizi tavsiye etmekte, Cennet'teki durumu buna misal vermek suretiyle konuyu iyi anlamamızı ilhamda bulunmaktadır.

Zümer Sûresi'ne hamd ile başlandı ve yine hamd ile bitirildi.

Bizi bu sûrenin de tefsirine muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-u senalar; sünnetiyle kalp ve kafamızı aydınlatan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-u selâmlar olsun. [133]

 



[1] Tefsîr-i Kurtubî :  15/232

[2] Tirmizî/tefsîr - Tefsîr-i Kurtubî: 15/232

[3] Tefsîr-i Nisâbûrî/Garâibü'l-Kur*ân : 23/119

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5200.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5200-5201.

[5] el-Câmi'u Li-Ahkâmi'l-Kur'ân : 15/233

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5203.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5203.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5203-5204.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5204.

[9] Tefsîr-i îbn Kesîr : 4/45

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5204-5205.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5205.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5206-5207.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5207.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5208.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5208.

[16] Fauna, hayvan topluluğu demektir.

[17] Bunlar derisi dikenli hayvanlardır.

[18] La Recherche /Nisan 1987, sayı 187, sayfa : 491

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5209.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5209-5210.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5210.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5210-5211.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5211.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5212-5213.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5213-5214.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5214.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5214-5215.

[28] Müsnt-M Abd b. Hümeyd

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5215.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5216.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5216-5217.

[31] îbn Mâc e /mukaddeme : 17

[32] Taberâni/el-Evsat'ta : İbn Abbas (R.A.)dan

[33] İbn Mâce/mukaddeme : 20

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5217.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5217-5218.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5119-5220.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5220-5221.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5222-5223.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5223.

[39] Ahmed:  2/173-5/343

[40] Tirmizî/eennet: 19

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5224-5225.

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5225.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5226.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5226-5227.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5227.

[45] Beğavî, Sa'lebe'nin işhadiyle rivayet etmiştir - Tefsîr-i Kurtubî : 15/247

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5229.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5229-5230.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5230-5231.

[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5231.

[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5231.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5232.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5232-5233.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5233.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5233.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5234-5235.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5235-5236.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5236-5237.

[57] Lübabü't-te'vîl :  4/56

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5238.

[58] Müslim/zekât:  125- Tirmizî/zühd: 35- İbn Mâce/zühd: 9- Ahmed: 2/168, 173

[59] İbn Ebî Hatim: İbn Abbas  (R.A.)dan- Tefsîr-i İbn Kesîr: 4/54

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5238.

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5238-5239.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5239-5240.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5240.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5241.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5241-5242.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5243-5244.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5244.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5244-5245.

[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5245-5246.

[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5246.

[70] Buharî/daavat:   12- Müslim/zühd:   62- Ebû Dâvud/edeb:   98- Tirmizî/ duâ:   20

[71] Sahîh-i Müslim : Ebû Seleme b. Abdirrahman (R.A.)dan

[72] Dâre-Kutnî - Tefsîr-i Kurtubî :   15/261

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5248-5249.

[73] Bilgi için bak : el-İbriz/Celâl Yıldırım tercümesi

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5249-5250.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5250-5251.

[75] «Nefis» kavramı hem «insanî ruh», hem de «hayvanî ruh» hakkında kul­lanılmıştır. İbn Abbas onu «insanî ruh» manasına alıp «nefs-i natıka»yı kasdet-miştir.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5251-5252.

[77] Fazla bilgi için bak : Ömer en-Nesefî'nin Akâid'nin şerhi «Şerhü'l-Akâid» adlı kitabın: 170. sahifesi

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5252.

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5252-5253.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5253-5254.

[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5254.

[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5254-5255.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5255.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5256.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5257.

[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5257.

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5259-5260.

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5260-5261.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5261-5262.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5262.

[90] Esbab-i Nüzûl/Nisabûrî: 248- Lübabu't-te'vîl: 4/59- Tefsîr-i Kurtubî: 15/ 268, 269

[91] Esbab-i Nüzûl/Nisabûrî: 248- Lübabu't-te'vîl: 4/59- Tefsîr-i Kurtubî: 15/ 268, 269

[92] Esbab-i Nüzûl/Nisabûri: 248- Lübabu't-te'vîl: 4/59- Tefsîr-i Kurtubî: 15/ 268, 269

[93] Esbab-ı Nüzûl/Nisâbûrî: 248- Lübabu't-te'vil:   4/59- Tefsîr-i Kurtubî: 15/ 268,  269

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5264-5266.

[94] İbn Mâce/Zühd: 30- Ahmed: 3/238

[95] Müslim/tevbe: 9, 11- Tirmizî/cennet: 2, daâvat: 98- Ahmed: 1/289, 2/305, 309, 5/414

[96] Müsned-i Ahmed:   1/289

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5266.

[97] Ancak denizde şehid edilen mü'minlerin kul hakkıyla ilgili günahlarının bağışlanacağı bir istisna teşkil eder.

[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5266-5268.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5268.

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5268.

[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5269-5270.

[102] Bu konuda geniş bilgi için bak : Müzemmil Sûresi 17. âyetin tefsiri

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5270-5271.

[104] Taberânî: Şa'bî tarikıyla rivayet etmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5271.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5271.

[106] tbn Ebî Hatim - İbn Kesîr: 4/62- Lübabu't-te'vîl: 4/62

[107] Buharî - îbn Kesîr:  4/62

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5273.

[108] Buharî/tefsîr:  2/39, rikak :  44, tevhîd:  6- Müslim/münafikun:  23- îbn Mâce/mukaddeme:   13- Dâremi/rikak:  8- Ahmed:  2/348

[109] Müslim/münafıkun :  24- Ebû Dâvud/sünnet:  19

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5273.

[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5274.

[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5274-5275.

[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5275.

[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5276.

[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5276-5277.

[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5277.

[116] Euharî/tefsîr:  3/39, 1/78- Müslim/fiten:  141

[117] Ebû Ya'lâ/hadîs zayıftır.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5278.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5279.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5279-5280.

[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5280.

[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5280-5281.

[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5281.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5282.

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5282-5283.

[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5283.

[126] Müslim/imân : 332 - Müsned-I Ahmed : 3/140

[127] Müslim/imân  331

[128] Müslim/imân  333- Ahmed :  3/136

[129] Buharî/bed-i halk : 8, enbiyâ : 1- Tirmizî/kiyâmet: 60, cennet: 7- İbn Mâce/zühd : 30- Ahmed: 2/230, 232- 3/16- 6/355

[130] Buharî/rİkak :  50, 51- Müslim/imân :  369, 373- Müsned-i Ahmed :   1/6-3/135, 257, 345, 383

[131] Nesâî/tatblyk: 77- Dâremî/salât: 78- Ahmed : 4/146, 153- 5/508

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5285.

[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5285-5287.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 10/5287-5288.