Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular;
Eserin Mükemmelliği, Sahibinin Kudretinin Üstünlüğüne Delâlet Eder
Allah'a Kulluk Ve İbâdet 1hlâsla Amacına Ulaşır
Putları Allah'a Yaklaşt1rıcı Vasita Sayanlar
Allah'ın Varlığına Ve Birliğine Delâlet Eden Yedi Belge
Gökler Ve Yer Hak ile Yaratılmıştır
Güneş'le Ay'ın Buyruk Altına Alınması
İnsan Cinsinin Bir Tek Candan Yaratılması
«Sizi Bir Tek Candan Yarattı..»
Havva'nın Âdem'den (A.S.) Meydana
Getirilmesi
Dört Çift Hayvanın İnsanın Yararına Verilmesi
Ana Rahminin Üç Önemli Tabakadan Oluşması
İlâhî Müdahale Söz Konusu Değildir
Kıyamet Gününde Kimse Kimsenin Günahını Yüklenmez
Bilenlerle Bilmeyenler Hiç Bir Olur Mu?
İyilikte Bulunanlara İyilik Vardır
Cenab-I Hak Kullarını Korkutur
Aleyhlerine Azap Hükmü Gerçekleşenler
Hayatını Takva İle Düzene Sokanlar
Akıl Sahiplerine Yönlendirici Belgeleri Göstermek
Allah Kimi Sapıklığıyla Başbaşa Bırakırsa, Onun Doğru Yolu Görmesi Mümkün
Değildir
Zâlimler Kazand1klarıyla Cezalandırılırlar
Kur'ân'da İzlenen Bir Diğer İlâhî Metot
Hakkı Bırakıp Bâtıla Kul Olanlar
Hakk'ı Temsil Edenin Varlığı, Bâtılı Temsil Edenlerin Hazımsızlığını
Artırır
Mü'mine Hiç Kimse Değer Vermese Bile Allah Ona Yeter
Allah Kimi Sapıklığıyla Başbaşa Bırakırsa
Allah'a Ortak Koşanların Yanılgısı
Güvenip Dayanmak İsteyenler Ancak Allah'a Güvenip Dayansınlar
Müşriklere Yapılan Son Uyarılar
İlâhî Kudreti Yansıtan Uyku Olayi
Nefis Dağınıktır, Kontrolden Hoşlanmaz
Göklerin Ve Yerin Örneksiz Ve Misalsiz Yaratanı
İnsanlar Arasında En Doğru Hükmü Kim Verir?
Hayat Yolu, Deneme Ve Sinav Gecitleriyle Doludur
Takdîr Ve Tesbit Allah'a Aittir
İsrafın Her Çeşidinin Zararı, Onu İşleyene Râci'dir
Umutsuzluk Küfrün Alâmetlerinden Biridir
Kur'ân, Kâinat Kitabının Fihristi Veya Özetidir
Cenab-I Hak Her Şey Üzerine Vekildir
Allah'ı Hakkıyla Takdir Edemiyenler
Sâîka Fiilinin Delâlet Ettiği Mana
Sûr Sesinin Tesiri Dışında Tutulanlar
O Gün Rabbınin Nuru Yeri Aydınlatır
Kıyamet Gününde Kitabın Getirilmesi
Peygamberlerle Şahitlerin Getirilmesi
Âhirette İki Ayrı Zümrenin Durumu
Cennet'e gönderilecek
mü'min zümreler ile Cehennem'e sevkedilecek kâfir zümrelerden söz edildiği için
sûreye «Zümer» ismi verilmiştir.
el-Hasan, İkrime, Atâ'
ve Câbir b. Zeyd'e göre, sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. îbn Abbas'a (R.A.)
göre, onuncu ve yirmi üçüncü âyetleri dışında tamamı Mekke'de inmiştir. Diğer
ilim adamlarına göre, onuncu âyetinden on yedinci âyetine kadar olan kısmı
Medine'de, geriye kalan kısmı Mekke'de inmiştir. Sözü edilen yedi âyetin, Hz.
Hamza'yı (R.A.) öldüren Vahşî ve arkadaşları hakkında indiği söylenir. [1]
Hz. Aişe (R.A.) diyor
ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Zümer ve Benî İsrail (İsrâ) sûrelerini okumadan uyumazdı.» [2]
Ayet sayısı :
75
Kelime » : 1170-1172
Harf »
: 4708 [3]
1— Kur'ân'ın bazı vasıf ve özellikleri
anlatılıyor.
2— Allah'ın birliğine delâlet eden deliller
getirilerek akla ışık tutuluyor.
3— Genişlik ve darlık günlerinde inkarcı
sapıkların karakterinin rengi üzerinde duruluyor.
4—
Kur'ân'da, ilâhî hükümlerin daha iyi anlaşılması için verilen misallere
dikkatler çekiliyor.
5— Kendilerine haksızlık ve yazık edenlerin
tevbe ettikleri takdirde bağışlanacağı haber veriliyor.
6— Cehennemliklerin yüzlerinde belirecek
umutsuzluk ve iç sıkıntısı yansıtılıyor.
7— Kıyamet gününün bazı yönlendirici safhaları
anlatılıyor.
8— Mahşerden düşündürücü bir iki tablo
veriliyor.
9— Cennetliklerin erişecekleri sayısız
nimetlerden söz ediliyor.
10— Hesap ve
verilecek ceza faslı sona erince, mü'minlerin rahat bir nefes alıp Allah'a hamd
edecekleri çok duyarlı bir anlatımla açıklanıyor. [4]
1— Bu Kitab'ın indirilişi, O çok güçlü, çok
üstün hikmet sahibi Allah'tandır.
2— Şüphesiz biz sana bu Kitab'ı hak ile
indirdik. O halde dini (ve dindarlığı) Allah'a hâlis kılıp samimiyetle ibâdete
devam et.
3— Haberiniz olsun ki, hâlis din (katıksız
dindarlık) Allah'ındır; Allah'ı bırakıp (putları) yakın dost ve sahip edinenler,
«bunlara ancak bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz» (derler). Allah, elbette onların görüş
ayrılığına düştükleri şey hakkında aralarında hükmedecektir. Şüphesiz ki
Allah, yalancı nankör İnkarcı kimseyi doğru yola çıkarmaz.
4— Eğer
Allah (bilfarz) oğul edinmeyi dileseydi, herhalde yarattığı şeylerden
istediğini seçebilirdi. Ama O, (evlâd edinmekten) yücedir, münezzehtir; O, her
şeye boyun eğdirip tasarrufu altında tutan, Bir olan Allah'tır.
Bir adam, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'e dedi ki: «Ya Resûlellah! Doğrusu ben bir şeyi sadaka olarak
verirken ve bir iş yaparken hem Allah rızasını, hem de halkın övgüsünü
arzuluyorum.» Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona: «Muhammed'in
canını kudret elinde tutan zata yemin ederim ki, Allah kendisine ortak koşulan
hiçbir şeyi kabul etmez» buyurdu ve «O halde dini (ve dindarlığı) Allah'a hâlis
kılıp samimiyetle ibâdete devam et» mealindeki âyeti okudu. [5]
«Bu Kitab'ın
îndirîlişi, O çok güçlü, çok üstün hikmet sahibi Allah'tandır.»
Her iş ve eser,
sahibinin bilgi, beceri, maharet ve uzmanlığının damgasını taşır veya
yansıtır. İnsan ne kadar kusurlu ise, eseri de o nisbette kusurlu çıkar. Allah
cok mükemmeldir, eseri de öylece mükemmeldir. Birinci âyet bu gerçeğe ışık
tutmakta; inanan, inanmayan her akıl sahibinin, Kur'ân'ın taşıdığı insan üstü
mükemmelliğini iyice araştırmasını ilham etmektedir.
Âyette Cenâb-ı Hakk'ın iki
sıfatından Söz edilmektedir: Azîz, Hakîm.. Özetle, birincisi, çok üstün, çok
güçlü; ikincisi, her şeyi sınırsız yüksek bilgi marifetiyle düzenleyip uyum ve
dengede tutan yüce kudrete delâlet ediyor. İşte Kur'ân, bu iki sıfata kemal
mertebesinde sahip olan Allah'tan indirilmedir. Böylece kitabın gücü, hikmeti
ve kusursuzluğu o kudretten kaynaklanmakta ve benzer kabul etmemektedir. [6]
«Şüphesiz biz sana
Kitab'ı hak ile indirdik.,»
Kur'ân'ın çok üstün
kudretten indirildiği açıklandıktan sonra, onun hak ile indirildiği
belirtiliyor. Hak kavramı, birçok yerde açıkladığımız gibi, uyum, denge, düzen,
kusursuzluk, gerçeğe tıpatıp uygunluk, tam doğruluk gibi manaları içermektedir.
Bununla, Kur'ân'ın her türlü bâtıldan, hatâdan, uyumsuzluktan, dengesizlikten,
kusur ve düzensizlikten uzak bir kitap olduğu belirtiliyor ve ilim
sahiplerinin Kur'ân'ı bu açıdan incelemeleri isteniliyor.
Buna bir misal vermek
gerekirse, ondaki bilimsel anlamdaki temel bilgileri ve kendine has hukukî
sistemi gösterebiliriz. [7]
«O halde dinî
(dindarlığı) Allah'a hâlis kılıp samimiyetle ibâdete devam et. Haberiniz olsun
ki, hâlis din (katıksız dindarlık) Allah'ındır,.»
Dindarlık ve kulluk birbirini
tamamlayan kavramlardır; imân doğrultusunda samimiyet, ciddiyet ve ıhlâs
ister. İlgili âyetle bu ölçü ve anlamda kulluk ve ibâdet Hz. Peygamber'in
şahsında bütün mü'minlere emredil-mektedir. Çünkü Allah ancak kendisi için,
rızasına uygun yapılanı kabul edip mükâfatlandırır. Bu bakımdan «ıhlâs»
mertebesi, ubudiyetin özünü teşkil eder. Aynı zamanda Allah'ın insanlardan,
onların mutluluk ve kurtuluşundan yana indirdiği din de her türlü şüpheden,
ıhlâssızlıktan uzaktır. [8]
«Allah'ı b.rakıp (putları)
yakın dost ve sahip edinenler, «bunlara ancak bizi Allah'a daha çok
yaklaştırsınlar diye tapıyoruz» (derler)..»
Özellikle Arap
Yanmadası'nda oturan Arapların çoğu tek tanrı inancının iyice zayıflayıp
unutulmaya bırakıldığı fetret devrinde, çok ilâhh bir inanca yönelmişlerdi. Ne
var ki tek tanrı inancının bıraktığı izler bütünüyle silinmemişti. O bakımdan
Araplar hem göklerin ve yerin yaratanı kabul edilen Allah'ı tanır, hem de
putlarını O'na ortak sayıp yaklaştırıcı ve şefaatçi olduklarına inanırlardı.
Nitekim onlar haccederken şu anlamda tel-biye getirirlerdi: «Buyur Allahım
buyur. Senin hiçbir ortağın yoktur, ancak bir ortağın vardır ki senin sahip
olduğun mülk-ü saltanata oda sahiptir.» [9]
Şüphesiz onlar bu «ortak» sözüyle putları kasdediyorlardı.
Katade diyor ki:
— Putperest Araplara,
«Rabbınız ve Yaratanınız kimdir?» diye sorulduğunda veya «gökleri ve yeri kim
yarattı?» denildiğinde, «Allah...» diye cevap verirlerdi. Bunun üzerine onlara:
«O halde putlara tapmanızın anlam ve hikmeti nedir?» denilince, «onlara, Allah
yanında bize şefaatçi olsunlar diye tapıyoruz» derlerdi.
Böylece ilgili âyetlerle,
önce Kur'ân'ın yeri ve önemi, sonra da Allah'ın varlığı ve birliği belirtildi;
arkasından putların anlamsızlığı üzerinde durularak hem Araplar ve diğer putperest
kavimler uyarıldı, hem de İsa Peygamber'! Allah'ın biricik oğlu (!) sayan
Hıristiyanların çok yanlış ve sakıncalı bir inanç taşıdıkları hatırlatıldı ve
Allah'ın eş, ortak, denk ve benzerden; evlât edinmekten pâk ve münezzeh
bulunduğuna değinilerek «Tevhîd İnancı»na dikkatler çekildi. Aynı zamanda
Cenâb-ı Hakk'ın iki sıfatına yer verilerek akıl sahiplerinin çok iyi
düşünmelerinin gereğine atıfta bulunuldu. O iki sıfat: «Vâhid» ve «Kahhar»
olarak bize şu inceliği öğretmektedir: Birincisi, her türlü ortağı, denk ve
benzeri; ikincisi her türlü evlât, yardımcı ve eş edinmeyi reddetmekte ve bu
gibi arızî vasıfların sonradan yaratılanlara has olduğuna işaret etmektedir.
Zira varlık âlemi bütünüyle Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudretinin eseridir ve her
şey o kudret önünde baş eğip yaratıldığı amaç ve hikmete yönelik hizmet
vermekte ve hepsi de ilâhî kudretin eseri olduğunu yansıtmaktadır, [10]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanların kafa ve kalplerini, yol ve izlerini aydınlatan Kur'ân'ın Allah'tan
indirilme bir kitap olduğu, aynı zamanda hak ile indirildiği belirtilerek onu
bu açıdan değerlendirmemiz istenildi. Sonra da kulluk ve ibâdetimizi ıhlâs
üzere yapmamız emredilerek, ilâhî rızaya dikkatimiz çekildi. Putları Allah'a
ortak koşanlar uyarılarak yönlendirici bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin sınırsızlığına delâlet eden yedi
kadar belgeye yer verilmekte ve araştırıcılar için temel bilgiler
açıklanmaktadır. [11]
5— Gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Geceyi
gündüze doluyor, gündüzü de geceye doluyor. Güneş ve Ay'ı buyruk altına
almıştır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar hareketini sürdürmektedir.
Haberiniz olsun ki, O, çok üstün, çok güçlü, çok bağışlayandır.
6— Sizi bir
tek canlıdan yarattı, sonra ondan da eşini meydana getirdi. Sizin için
davarlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karınlarında üç ayrı
karanlıklar içinde yaratılıştan yaratılışa sevkederek yaratır. İşte bu Allah,
sizin Rabbınız (yegane terbiye edip yetiştiriciniz)dir. Mülk O'nundur. O'ndan
başka hiçbir ilâh yoktur. O halde nereye dönüyor, neye yüz çeviriyorsunuz?
1— Göklerle yerin hak üzere yaratılması,
2— Gece ile gündüzün birbirine dolanıp sarılması,
3— Güneş ile ayın ilâhî kanuna baş eğip belirlenmiş
süreye kadar hareket halinde bulunması.
4— İnsanların bir tek can (Adem)den yaratılması,
5— Havva'nın Âdem'den yaratılması,
6— Etinden,
sütünden, yününden ve derisinden istifade edilen dört çift davarın indirilmesi,
7— Ana
rahminin üç önemli muhkem tabakadan oluşturulması..
Böylece Cenâb-ı Hak,
inkarcıyı inkârından, münafıkı nifak ve şüphesinden, kararsızı
tereddütlerinden kurtarmak için kendi varlığına ve birliğine delâlet eden yedi
belgeyi beşer aklına seslenerek sergilemekte ve düşünce ufkumuzu genişleterek
ilmî araştırma yapanlara bu konularda hareket noktası belirlemektedir. Şöyle
ki: [12]
«Gökleri ve yeri hak
ile yaratmıştır.»
Bu, göklerin ve yerin
tam uyum ve denge üzere yaratıldığını; hiçbir sistem ve parçasında
düzensizliğin ve dengesizliğin söz konusu olamıya-cağını yansıtmaktadır.
Yeryüzünde insan
hayatına yönelik bulunan orman, dağ, deniz, kaynak, toprak ve canlılara
baktığımızda, bunların birbirini tamamladığı ve hayatımızın denge ve düzenini
sağlamaya yardımcı olduğunu görürüz. Meselâ kömürü meydana getiren bitkiler,
kömürün çökeldiği ve oluştuğu göl alanını sınırlayan ve çevreleyen dağlık
yükseltilerde gelişir. Ayrıca dağlık alanların yükselmesi -tektonik (yerbilim)
hareketler ile- beraberinde çöküntüleri de getirir. Yükselen dağların yanisıra
çöken ova ve ara çukurlar magmaya yaklaşır. Böylece bu havzalardaki yeraltı su
sirkülasyonu magmanın etkisiyle termal özellik kazanır.
Görüldüğü gibi,
dağların bizatihi varlığı, beraberinde sayılmayacak kadar faydalar
taşımaktadır. Biz sadece o faydalardan ikisini misal olarak vermiş bulunuyoruz.
Denge unsuru olan diğer birimlerinde böylece her birinin insandan yana düzenli
yararları vardır.
O bakımdan Cenâb-ı
Hak, göklerin ve yerin hak ile yaratıldığını bildirirken, bunlarda yer alan
her ünite üzerinde ciddi şekilde durmamızı öğütlemektedir. [13]
«Geceyi gündüze
doluyor, gündüzü de geceye doluyor.,»
Bu, dünyanın aynı anda
iki ayrı hareket halinde bulunduğunu ve böylece gece ile gündüzün meydana
geldiğini yansıtmakta ve «tekvîr» kavramıyla araştırıcılara ip ucu
vermektedir. Zira bu kavram, bir şeyi başka bir şeye sarmak, dolamak, yuvarlak
bir şekil meydana getirmek anlamında, yerkürenin yuvarlak olduğunu da ifade
etmektedir.
Önce gecenin gündüzü
sarıp örtmesi belirtilmekte, sonra da gündüzün geceyi sarıp örtmesi ona
atfedilmektedir. Şüphesiz ki bu, dünyanın batıdan doğuya dönmesiyle akşamlayın
gecenin gündüzü sarıp örttüğünü; sabahleyin de gündüzün geceyi sarıp örttüğünü
belirtir mânada bilimsel araştırmaya malzeme olacak bir anlatım tarzıdır. [14]
ve ay'ı buyruk altına
almıştır. Herbiri belirlenmiş bir vakte kadar hareketini sürdürmektedir.
Haberiniz olsun ki, O, çok üstün, çok güçlü, çok bağışlayandır.»
Güneş ile ayın baş
eğmesi, buyruk altına alınması, bağlı bulundukları yerçekim ve merkezkaç
kanunlarına göre kendilerine has yörüngelerini korumalarıyla yorumlanabilir.
Ayrıca her birinin belirlenmiş süreye kadar hareketini sürdürmesi, her birinin
kendi yörüngesinde belirlenmiş ölçü ve mesafede ve hızda seyrettiğine ve
kıyamete kadar bunun kusursuz şekilde devam edeceğine delil sayılır.
Beşinci âyetin son
kısmını dikkatle incelediğimizde, karşımızda Allah'ın iki sıfatının yer
aldığını görürüz: Azîz ve Gaffar.. Birinci sıfat, güneş ve ay'ı böylesine
mükemmel ve faydalı düzeyde tutup belli kanunlara bağlayan Cenâb-i Hakk'ın çok
üstün, çok güçlü bulunduğunu; ikinci sıfat, bunca güzel nimetlere, insanların
hayatını devam ettirmek için baş eğdiren Ce-nâb-ı Hakk'ın insanlardan yana çok
bağışlayan olduğunu ifade etmektedir. [15]
İlk insan Âdem'in
yapışkan balçıktan yaratıldığı; tek hücrenin çoğalmasıyla veya maymun ve
benzen bir canlının tekâmülüyle vücut bulmadığı kesindir. Nitekim son yıllarda
Fransa Tabiat Tarihi Müzesi tarafından organize edilen bir seri oşinografik
araştırma programı çerçevesinde Yeni Kaledonya Adası (Pasifik Okyanusunda bir
Fransız sömürgesi) açıklarında yapılan çalışmalar sırasında «deniz zambağı»
olarak da isimlendirilen ve kökleri özellikle çok eski devirlere dayanan bir
Krinoid (Crinoide) faunası [16]nın
varlığı ortaya konulmuş bulunuyor. Krinoidler deniz kestaneleri ve deniz
yıldızları gibi, Ekinoderm (Echinodermata)lerin [17]bir
koluna aittirler. Keşfedilen bu «Yaşayan Fosiller» arasında 300 milyon yıldan
beri kayıp olduğu, yani türünün tükenerek başka bir türe geçiş yapmış olduğu
sanılan bir krinoid alt-sınıfının bugünkü tek temsilcisi de bulunuyor. [18]
Bu, zaman içerisinde
türden türe evrimsel geçiş olduğunu ve eski türlerin ortadan kalktığını iddia
eden, fakat bunu isbatlayabilecek hiçbir geçiş aşaması fosilini getiremiyen
evrim teorisyenlerinin «bilim» etiketli ideolojilerine vurulan yeni bir darbe
oluyor. [19]
«Sonra ondan da eşini
meydana getirdi.»
Havva anamızın, yani
ilk kadının balçıktan değil, Âdem'in kaburgasından, yine fizikötesi «kün
ernrbyle vücut bulduğunu ve Âdem'e zevce kılındığını ilgili âyet ve sahîh
hadîslerden öğrenmekteyiz. Böylece ilk erkek ve kadının birleşmesiyle bizim
bildiğimiz üreme kanunu işler duruma getirilmiş ve nesil çoğalmaya
başlamıştır.
Fütuhat-i Mekkiye müellifi
Muhyiddin Arabi'nin de belirttiği gibi, Ce-nâb-ı Hak her canlı tür hakkında bir
defa tecellide bulunmuştur. Aynı tür 'Cin ikinci bir tecelli söz konusu
değildir. O bakımdan Havva anamızı böyle bir tecelliyle değil, Âdem'in
kaburgasından meydana getirmek suretiyle Yaratmıştır.
Bu da her yönüyle
türden türe geçiş olmadığını belgelemekte ve araştırıcılar için hareket
noktası belirlemektedir. [20]
((Sîzin icîn davarlardan sekiz çift indirdi.»
Sekiz çiftten maksat,
dişili erkekii dört ayrı cinsin yaratılmasıdır. Her erkeğin yanında bir dişinin
ve her dişinin yanında bir erkeğin söz konusu olduğu belirtilmekte ve bununla
erkekle dişinin birbirini tamamladığına işarette bulunulmaktadır.
Ayrıca âyetin açık
anlatımından şu hususu anlıyoruz: Deve, koyun, keçi ve sığır evcil olmaya çok
yatkın bir uysallıkta ve karakterde yaratılmış; aynı zamanda bunların çeşitli
ürünlerinden yararlanma imkânları çok elverişli ölçüde vücuda getirilmiştir.
Hemen belirtelim ki:
Hiçbir sun'î iplik yünün yerini tutmamakta ve onun sağladığı faydayı
sağlamamaktadır. Ayrıca sözü edilen davarlardan elde edilen süt de öyle.. [21]
«Sizi analarınızın karnında
üç ayrı karanlıklar İçinde yaratılıştan yaratılışa sevkederek yaratır»
Cenâb-ı Hak bu âyetle
ana rahminin üç ayrı tabakadan oluştuğunu haber vererek anatomik bir konuya
dikkatleri çekmekte ve bilimsel araştırma yapanlara ip ucu vermektedir.
Döl yatağının ilk
bakışta tek tabaka halinde olduğu sanılırsa da, anatomik yönden incelendiğinde
üç ayrı muhkem tabakadan oluştuğu görülür. Şöyle ki:
1— Kaslı bölüm,
2— Dış aminyon zarı,
3— Koruyucu zar, koryon zar ve aminyon sıvısı..
Kur'ân-ı Kerîm böylece
hem her âyetiyle ve hükmüyle ilâhî olduğunu, hem de her çağda gelişen ilme ışık
tuttuğunu isbatlamaktadır. On dört asır önce astronomi ve anatomi ile ilgili
verdiği ana fikirler, temel bilgiler.
yirminci asırda
gelişen ilmî tesbitlere ters düşmemekte ve ancak tasdik edilmektedir.
O halde gerçek bu
olunca, ilim adamları gerçekçi olup Kur'ân'ı bilimsel bir gözle okudukları
takdirde onun Allah tarafından indirildiğini anlamakta gecikmezler. Yeter ki
insaf ve imân doğrultusunda ilmî nazarla yönelmiş olsunlar.
«Yaratılıştan
yaratılışa» sözüne gelince: Bu, döllenmiş yumurtanın kan pıhtısı, şekilsiz et
parçası ve az şekillenme ve sonra da tam şekillenme dönemlerine işarettir.
Böylece ana rahminde oluşup yavaş yavaş tekâmül eden dölütün çeşitli
safhalarına değinilerek konu üzerinde araştırma yapanlara ana fikir veriliyor. [22]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin sınırsızlığına delâlet eden, aynı
zamanda akla ışık tutup malzeme olan yedi kadar belge sıralandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın mutlak ganî olduğu, o bakımdan kimsenin imân ve ibâdetine muhtaç
bulunmadığı belirtilerek, dosdoğru imân edenin kendi lehine, inkâr edenin de
kendi aleyhine bir sonuç hazırladığı konu ediliyor ve ancak Cenâb-ı Hakk'ın
rahmeti gereği olarak kullarının inkâra sapmasına rıza göstermediğine
değinilerek aydınlatıcı bilgi veriliyor. [23]
7— Eğer inkâr edip nankörlükte bulunursanız,
şüphesiz ki Allah'ın size ihtiyacı yoktur; ne var ki O, kullarının inkâr ve
nankörlüğüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden razı olur. Hiçbir günahkâr,
diğer bir günahkârın günahını yüklenmez. Sonra da dönüşünüz Rabbınızadır.
Yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir. Şüphesiz ki O, gönüllerde olanı
bilir.
8— İnsana bir sıkıntı ve zarar dokunduğu zaman,
Rabbma içten yönelerek duâ eder. Sonra kendi katından ona bîr nîmet verince,
daha önce Allah'a ettiği duayı unutur. Yolundan saptırmak için de Allah'a
eşler, ortaklar ve benzerler koşar. De ki: az bir süre küfrünle yararlanıp
geçin. Çünkü gerçekten sen ateşliklerdensin.
«Eğer inkâr edip
nankörlükte bulunursanız, şüphesiz ki Allah'ın size ihtiyacı yoktur.,»
Cenâb-ı Hak, insana
doğruyu, iyiyi, güzeli ve gerçek mutluluk ve huzuru gösteren yolları açıp akla
malzeme verdikten sonra, doğru yolu seçenin ancak kendi lehine, eğri yolda
inatla yürüyenin de kendi aleyhine bir sonuç hazırlayacağını belirtmektedir.
Zira kendisinin değil, kullarının her an, her nefes alıp vermede Allah'a muhtaç
bulunduklarını; o nedenle mutlak ganî olan O Yüce Kudretin hiç kimsenin kulluk
ve ibâdetine muhtaç olmadığını açıklamakta ve yönlendirici uyanda
bulunmaktadır. Ne var ki kullarının inkâra sapıp azgınlık ve ahlâksızlıkta
bulunmalarına asla razı değildir.
Bu konudan
çıkaracağımız temel inançla ilgili sonuç şudur:
İrâde ile rızanın
mertebeleri farklıdır: İrâde, bir şeyin olmasını, ya da olmamasını dileyip ona
göre tecellide bulunmak ve gerekli emri vermektir. Rıza ise, sadece bir şeyin
olmasını veya olmamasını benimsemek, olmasından hoşnutluk duymaktır. Bunun
ötesinde bir emir tecelli ettirmek veya müdahalede bulunmak düşünülemez. O
halde insanlar, akıl ve idrâklerine yardımcı olan, yönlendirici anlam ve hikmet
taşıyan kitap indirilip peygamber gönderildikten sonra, doğru ya da eğri yolu
seçmekte serbest bırakılmakta ve böylece bütün sorumluluk ve neticeleri ona
yükletilmektedir. İlâhî müdahale, zorlama, itme söz konusu değildir. Ancak
insan bu hususta akıl, irâde ve imkânlarını iyi ve doğru yolda kullanır da
beşer irâdesinin erişebildiği sınıra gelirse, Cenâb-ı Hak o takdirde ona
hidâyet kapısını açar, yani onu doğru yola eriştirir.
Bunun için ilgili
âyette «Ne var ki O, kullarının inkâr ve nankörlüğüne razı olmaz» buyurulmakta;
müdahale ve zorlamada bulunmayacağına işaret etmektedir. [24]
«Hiçbir günahkâr,
diğer bir günahkârın günahını yüklenmez..»
Bu cümle, Kur'ân-ı
Kerîm'in tam on yerinde çok az farkla anılmıştır. Bundan amaç, inkarcı
sapıkların, inanmak isteyen veya inanmış bulunan yakınlarına, «siz imân ve
ibâdeti bırakın, bundan dolayı bir günah ve vebal varsa bize olsun» veya «siz
keyfinizce yaşamaya bakın, dünyaya bir defa gelinir. Eğer bir günah varsa onu
biz yükleniriz» diyenleri ve kendisini mürşit gösterip gerek ölüm anında,
gerekse âhiret gününde, kendisine bağlı bulunan müritlerini şeytanın
vesvesesinden, günah yükünden kurtaracağını, dünyada da, âhirette de önlerine
düşüp kendilerini kurtaracağını iddia eden bilgisizleri susturmak; hakları ve
yetkileri bulunmadığı hususlarda çok dikkatli konuşmalarını hatırlatmaktır.
Bilindiği gibi,
peygamberlere ve sâlih kişilere, başkalarının günahlarını yüklenmek değil,
şefaatte bulunma yetkisi verilecektir. O halde peygambere verilmeyen bir
yetkinin inkarcı sapığa, şüpheci şaşkına veya ümmetinden herhangi bir kişiye
verildiği elbette ki düşünülemez. Zaten gerçek anlamda sâlih mürşitler böyle
bir iddiada bulunmazlar ve bulunmaktan Allah'a sığınırlar.
Her kişi kendi iyilik
ve kötülüğünü yüklendiği halde Allah'a döner. O da kimin neler işlediğini, ne
gibi amellerde bulunduğunu, söz ve davranışlarının nasıl bir niyetten
kaynaklandığını bilir ve ona göre karşılık verir. Herkesin yaptıklarını bir
bir açıklayıp iyilik ve günahlardan haber verir. [25]
«İnsana bir sıkıntı ve
zarar dokunduğu zaman Rabbına içten yönelerek duâ eder. Sonra kendi katından
ona bir nîmet verince, daha önce Allah'a ettiği duayı unutur..»
Darlık ve genişlik;
bolluk ve sıkıntı, insanın karakterini ve içinde gizli tuttuğu rengini açığa
vuran mihenktir. Aynı zamanda hayatın toz pembe olmadığının ve doğumla ölüm
noktalan arasındaki yolun dümdüz, dikensiz, arızasız bulunmadığının bir başka
delilidir.
Darlık, sıkıntı ve
üzüntü; tehlikeli günlerde ve anlarda, insan ruhuna enjekte edilen Allah ve din
duygusunun kabuğunu çatlatıp dışarı çıkarır. Refah ve bolluk günlerinde ise,
insanların çoğu onu gizler ve ona yeni yeni kabuklar, kılıflar arar. Şüphesiz
ki bu, genel bir ölçü ve kural sayılmaz; her zaman istisnaları vardır.
Kur'ân-ı Kerîm, ilgili
âyetlerle insana bu zikzaklı günleri ve dönemleri hatırlatarak her iki durumda
da çetin sınavlardan geçirilmekte olduğunu öğütlemekte ve aynı zamanda onu
eğiterek yönlendirmeye çalışmaktadır. [26]
Yukarıdaki âyetlerle,
Cenâb-ı Hakk'ın mutlak ganî olduğu, kimsenin imân ve ibâdetine muhtaç
bulunmadığı belirtildi. Böylece imân edenlerin kendi lehlerine, inkâr ve tuğyan
edenlerin kendi aleyhlerine bir sonuç hazırladıkları
konu edilerek aydınlatıcı ve yönlendirici bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetle,
kendini gece-gündüz ibâdete, sâlih işlere veren mü'-minlerle, hayatını inkâr ve
ahlâksızlık, zulüm ve azgınlık içinde geçiren sapıkların eşit olmadıkları konu
ediliyor. Sonra da bilenlerle bilmeyenlerin, âlimlerle câhillerin aynı çizgi
üzerinde olmadıklarına değinilerek ilme ve ilim adamına iltifatta bulunuluyor. [27]
9— Yoksa
böylesi, gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibâdetini yapıp
Âhiret'ten çekinen, Rabbımn rahmetini uman kimse gibi midir? De kî : hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt
alır.
Hz, Peygamber (A.S.),
ölmek üzere olan bir adamın yanına gelip, «kendini nasıl buluyorsun?» diye
sordu. O da : «Hem ümit besliyorum, hem de korkuyorum» diye cevap verdi. Bunun
üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Böyle bir durumda bu iki
duygu (ve inanç) kimin kalbinde biraraya gelirse, mutlaka Azız ve Celîl olan
Allah ona umduğunu verir ve onu korktuğundan kurtarıp güvene kavuşturur.» [28]
<<Yoksa böylesiı
gece saatlerinde secde ederek, ayakta durarak ibâdetini yapıp Âhiret'ten
çekinen, Rabbmin rahmetini uman kimse gibi midir?..»
Varlık âleminde bunca
nimetlere ve açık belgelere; indirilen âyetlere rağmen hâlâ inkâr ve nankörlük
içinde ömrünü harcayıp tüketmeye çalışan gafillerin karakteri üzerinde
durulduktan sonra, kendini imân ve amel-i sâlih düzeyinde Hakk'a verip
teslimiyet içinde gece kalkarak ümit ve korku duygusuyla ibâdet eden mü'minler
övülüyor ve bunlarla o inkarcı nankörlerin hiçbir zaman bir tutulmayacağı
açıklanıyor. Zira birinciler, yaratıldıkları amaca yönelik, bağlı bulundukları
fıtrat ve hilkat kanunları doğrultusunda Allah'a kulluk etmenin derin zevkine
erişenlerdir. İkinciler ise, fıtrat ve hilkat kanununa ters düşüp kâinatta
kendilerine ayrılan çizgiden sapanlar, yaratılışının hikmet ve amacını
bilmeyenler ve o sebeple de Hakk'a baş kaldıranlardır. [29]
«Âhiret'ten çekinen,
Rabbının rahmetini uman kimse gibi midir?.»
Kur'ân-ı Kerîm'de
gerek konumuzu oluşturan âyette, gerekse diğer birkaç sûrede, mü'minlerin
ruhunda, düşüncesinde ve günlük hayatında denge sağlayacak korku ile umudun
yer etmesi telkîn edilmekte ve günlük hayatın bu iki duygu ile ölçülü ve
düzenli tutulması istenmektedir. Öyle ki, âhi-retteki hesap ve cezadan korkmak;
aynı zamanda ilâhî rahmetin genişliğini düşünüp O'na umut bağlamak kadar
iyiye, doğruya, fazilete yönlendirici başka bir âmil düşünülemez. Tasavvufta
buna «beyne'l-havfi ve'r-recâ», yani «korku ile umut arasında bir yol» denir
ki, oldukça önemlidir ve üzerinde durulması gereken bir konudur.
Elbette Yüce Yaratan'ı
bilip O'na ibâdet ederek kulluğun derin mana ve hikmetini bilenle, cehalet
havası içinde kalıp bu gerçeği bilmeyen ve idrâk edemiyen sapıklar hiç bir
zaman bir tutulmazlar ve eşit sayılmazlar. Birinciler hayır ve faziletin üst
derecesinde; ikinciler inkâr, kötülük ve nankörlüğün aşağı derecesinde yer
almaktadır. Dünya'da bu fark idrâk edilmese bile, âhirette mutlaka bu iki ayrı
grup birbirinden ayırt edilecek ve herbirine lâyık olduğu karşılık
verilecektir. Zira Allah'ın ilim ve tesbiti, ya-nılmaz; meleklerin yazdıkları
gerçeğe aykırı olmaz. [30]
«De ki: hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp
öğüt alır.»
Bu anlatım tarzıyla,
ilme ve ilim adamına takdîr sunulmakta; akıl sahibi övülmekte ve aklını
gerçeği bulmak için kullananların ilâhî iltifat ve rahmete mazhar
kılınacaklarına işaret edilmektedir.
Böylece Cenâb-ı
Hakk'ın varlığı ve birliği, kâinatta hükümrân olan yüksek kudreti ve indirdiği
kitap, gönderdiği peygamber ancak ilimle bilinip anlaşılır. O bakımdan
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ilmi ve ilim adamını över, teşvik eder mahiyette
13Û'a yakın hadîs buyurmuştur. Biz onlardan sadece üç tanesini teberrüken
buraya nakletmekle yetiniyoruz.
«İlim tahsil etmek her
müslümana farzdır.» [31]
«Kim ilim tahsiline
çalışırken eceli gelirse, onunla peygamberler arasında, peygamberlik
derecesinden başka bir derece olmadığı halde Allah'a kavuşur.» [32]
«Sadakanın en üstünü,
müslüman kişinin ilim öğrenmesi ve öğrendikten sonra onu müslüman kardeşine
öğretmesidir.» [33]
Yukarıdaki âyetle,
kendini gece gündüz, ibâdete ve hayırlı işlere veren mü'minle, inkâr, nankörlük
ve azgınlık doğrultusunda hayatını berbat eden inkarcı sapığın eşit tutulmayacağı
belirtildi ve arkasından ilme ve ilim adamına; sonra da aklını, gerçeği bulmak
için kullanan kimseye takdîr sunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
dünyada iyilik edip Allah'tan korkan ve imanından dolayı eziyete mâruz kalıp
sabreden mü'minler hem teselli edilmekte, hem de gerektiğinde bu uğurda başka
bir ülkeye hicret edebileceklerine işâre>
te bulunulmaktadır.
Ancak ilâhî emir gelinceye kadar sabredip dayanma gücünü ortaya koyanların
eksiksiz mükâfatlandınlacağı müjdelenerek sıkıntıların geçici olduğu dolaylı
şekilde anlatılmaktadır. Sonra da Allah'a ıhlâs üzere ibâdetin önemi üzerinde
durularak geniş bilgi verilmekte ve kimlerin hüsrana uğrayacağı
belirtilmektedir. [34]
10— De ki: «Ey imân eden kullar! Rabbınızdan
korkup (kötülüklerden, nankörlüklerden) sakının. Bu dünyada iyilikte
bulunanlara iyilik vardır. Allah'ın arazisi geniştir. Ve elbette sabredenlere
mükâfatlan hesapsız verilir.»
11— Deki: «Ben elbette dini Allah'a hâlis kılarak
O'na ibâdetle emro-lundum.
12— Ve Hakk'a teslim olan Müslümanların ilki
olmamla da emrolun-dum.»
13— De ki: «Eğer Rabbıma karşı gelecek olursam, o
büyük günün azabından korkarım.»
14— De ki: «Dinimi (dindarlığımı) Allah'a hâlis
kılarak ancak O'na ibâdet ederim.
15— (Ey putperestler!) Siz de Allah'tan başka dilediğinize
ibâdet edin.» De ki: «Gerçek anlamda hüsrana uğrayanlar, Kıyamet günü hem kendilerini,
hem de ailelerini zarara uğratanlardır. Dikkat edin ki, en açık zarar da
budur!»
16— Onların üstlerinde ateşten kat kat tabakalar,
altlarında da kat kat tabakalar vardır. Bu böyledir. Allah, bununla kullarını
korkutur. Ey kullarım! Benden korkup (ateşe itici yollardan ve kimselerden)
sakının.
17— Azgın şeytana ve putlara tapmaktan kaçınıp
Allah'a yönelerek gönül verenler için müjde vardır. O halde (Ey Peygamber!)
kullarıma müjde ver,
18— Onlar ki, sözü dinlerler, onun en güzeline
uyarlar. İşte Allah'ın doğru yola eriştirdiği bunlardır. Ve işte akıl sahipleri
de bunlardır.
«Bu dünyada iyilikte
bulunanlara iyilik vardır.»
Cenâb-ı Hak mü'min
için üc mertebe ortaya koymaktadır:
1— Her hâl-ü kârda Allah'tan korkmak,
2— Elinden geldiğince iyilikte bulunmak,
3—
İmanından, dindarlığından, ahlâk ve faziletinden dolayı saldırıları göğüsleyip,
Cenâb-i Hak kurtuluş yolunu açıncaya kadar sabretmek ve gerekirse bu uğurda
başka bir yere göç etmek..
Bilindiği gibi,
hikmetin başı, Allah korkusudur. Kalbini bu korkuyla ve ilâhî rahmete beslediği
umutla doldurmayan kimselerin dindarlığı çok sığ kalır ve her an silinmeye
mahkûm sayılır. Çünkü Allah korkusu hayatı disiplinli, düzenli ve dengeli
tutan en tesirli âmildir. Bu korkudan mahrum bulunan kimseden her türlü fenalık
beklenebilir.
Dünyada hep iyilik
düşünüp, imkânlar nisbetinde iyilikte bulunmak ve hiç değilse düşünceyi bu
hususta berraklaştırıp insanlara güler yüz göstermek, tatlı dille hitap etmek
vaciptir. Peygamberlerin hepsi bu çizgiden ayrılmamış ve hayatları boyunca
iyilikten, haktan ve faziletten yana olmuşlardır. Cenab-i Hak da yarattığı
varlık âlemini bütünüyle insanın hizmetine sevketmekle en büyük iyilikte ve
rahmette bulunmuştur ve O, bu iyilik ve rahmetini devam ettirmektedir. O
bakımdan kullarına da sadece iyiliği telkîn ve tavsiye etmektedir.
İmân, pahası
biçilmeyen bir cevherdir. Dünyada da, âhirette de ondan azız bir nesne yoktur.
O bakımdan imân cevherine erişme bahtiyarlığıyla taltif edilen kulun yolunda
birçok tehlikeler bulunmaktadır. Zira nîmet külfet karşılığıdır. Bizi
Allahımıza selîm bir kalple ulaştıran hakikî imânı ve gereğini koruyabilmek
öyle kolay değildir. Birçok fedakârlıklar, mücadeleler ve sabır ister. O
bakımdan imân ve dindarlığını korumada dayanma gücünü ortaya koyup ağır
külfetlere ve mihnetlere katlanan mü'minlere hesapsız mükâfat verileceği
müjdelenmektedir. [35]
«De ki: Ben elbette
dini Allah'a hâlis kılarak O'na ibâdetle emrolundum..»
Kur'ân-ı Kerîm'de çoğu
kere Hz. Peygamber'in (A.S.) şahsında mü'minlere emir verilmekte ve
tavsiyelerde bulunulmaktadır. O bakımdan sözü edilen şekildeki hitap özellik
taşısa bile, emir genellik arzeder.
Peygamber'e (A.S.) şu
beş hususu açık seçik olarak söylemesi ve böy-leee inkarcıları susturup,
mü'minlere en sağlam ve feyizli dindarlığı öğretmesi emrediliyor:
1— Dini,
dindarlığı Allah için hâlis kılarak yalnız O'na ibâdet etmek,
2— Kendini her zaman İslâm Ümmeti'nden bir fert
kabul etmek,
3— Allah'ın buyruklarına karşı gelmenin büyük
bir günün azabını gerekli kılacağını bilerek korkmak ve sakınmak,
4— Ciddiyet ve samimiyet duygu ve düşüncesiyle
yalnız Allah'a kulluk etmek ve bu hususta niyeti hâlis kılmak,
5— Gerçek anlamda hüsrana uğrayanların, kıyamet
gününde hem kendilerini, hem
aile fertlerini zarara uğratanlar olacağını unutmamak..
Birinci emir, gerçek
dindarlığın ölçü ve mayasını vermekte; Allah'tan başka hiçbir varlığın ibâdet
edilmeye lâyık olmadığını öğretmektedir. Böy-lece İslâm Dini'nin ıhlâs
mayasından başka bir maya kabul etmiyeceği en duyarlı anlatımla işlenmekte ve
mü'minlerin din ve dünya işlerinde riyadan, gösterişten, şöhret budalalığından
uzak kalmaları öğütlenmektedir.
İkinci emir, imân eden
her müslümanın kendini ümmet-İ Muhammed'-den (A.S.) biri saymasının; dine
hizmet edenlere gıpta edip daha verimli ve samimi hizmetlerde bulunma yollarını
araştırmasının gereğini hatırlatmaktadır.
Üçüncü emir, din ve dindarlığın
mutlak itaat istediğini; Allah'a, Peygamberine imânla âhiret gününe imânı
birleştirip bütünlük içinde kalp ve kafalara işlemeyi; böylece günlük hayatı bu
imân ve sorumluluk duygusu içinde düzene koymayı telkîn etmektedir.
Dördüncü emir, Allah'a
kulluğun ne açık, ne de gizli ortak kabul et-miyeceğini; amel ve ibâdetin
mutlak surette gösterişten, ciddiyetsizlikten, lâubalîlikten uzak tutulmasını
açıklamakta; aynı zamanda bununla birinci emir hem te'kîd edilmekte, hem de
Allah'ın her türlü gizli-açık ortaktan tenzîh edilmesinin lüzumunu
belirtmektedir.
Beşinci emir, aile
reisinin ve toplumda söz sahibi olanın sapıtıp ahlâk ve fazîleti çiğnediği
takdirde yalnız kendini değil, aynı zamanda aile ve çevresini de saptırıp ifsad
edeceğine, hem kendisinin, hem de uydularının hüsrana uğrayacağına dikkat
çekmekte; dolayısıyla Mekkeli'lerin, azgın sapık ileri gelen putperestlere
uymamaları, kendi akıllarını kullanarak hakikati bulup seçmeleri
öğütlenmektedir.
Tabii bu emir, aynı
zamanda yaşamakta olan her toplum ve millete seslenmekte ve yol
göstermektedir. [36]
Onla"rın
üstlerinde ateşten kat kat tabakalar, altlarında da kat kat tabakalar vardır.
Bu böyledir. Allah, bununla kullarını korkutur. Ey Kullarım! Benden korkup
(ateşe itici yollardan ve kimselerden) sakının.»
Ani korku iyi
düşünceyi felce uğrattığı veya şaşkınlığa itip dengesizlik doğurduğu gibi,
seviyeli, şuurlu, ölçülü ve gerçeklere yönelik korku daha etraflı düşünmeyi,
daha isabetli karar vermeyi ve daha düzenli, temkinli hareket etmeyi ilham
eder. Konumuzu oluşturan 16, âyet bu inceliği yansıtmakta ve o sebeple biri
diğerini kuvvetlendiren iki cümle kullanılmaktadır: «Allah bununla kullarını
korkutur» ve «Ey kullarım, benden korkup sakının.»
Böylece Cenâb-ı Hak, önce
âhiretteki çepeçevre kuşatacak azap ile korkutmakta ve sonra da bunun
zihinlerde bırakacağı izi derinleştirip idrâkleri uyanık tutmak ve daha
etraflı düşünüp tedbirli olmak için, kendi adaletinden korkmamızı ve o sebeple
Cehennem'e kapı açacak kötülük ve azgınlıklardan sakınmamızı, kaçınmamızı
emretmektedir.
Bu birbirini te'kîd
eden korkutma ve sakındırma kalplerde ve dimağlarda yer ettiği takdirde, artık
saptırıcı putlara ve aldatan şeytanlara tapınma dönemi kapanır, hayat
dizginini eline geçiren nefsin azgınlıkları son bulur veya asgariye iner. İnsan
bütün samimiyetiyle Allah'a yönelmekten derin zevk duymaya başlar. Böylece
kulluğun gönül yatişkanlığı dönemi başlar.
İşte böyle bir duygu
ve teslimiyet havasında Hakk'a yönelen kulların şayan-i dikkat iki özellikleri
söz konusudur. 18. âyetle bu özellikler şöyle açıklanmaktadır:
a) Onlar ki sözü dinlerler,
b) Fakat dinlediklerini Kur'ân ve akıl
süzgecinden geçirip en iyisine, en yararlı ve güzel olanına uyarlar.
Dalkavukluk yapmazlar; körü körüne tasdik etmezler.
İşte doğru yola
eritşirilenler ve akıllarını imânla, ilimle birleştirip en iyi şekilde
kullananlar bunlardır.
Kendini aydınlığın bu
düzeyine getiren mutlu kişiler, imânlarını akılla-rıyla, akıllarını
vicdanlarıyla; bunların hepsini sağlam bilgilerle birleştirip nefis ve İblîs'in
saltanatına son verirler. Cenâb-ı Hak bunları sonsuz saadetle müjdelemekte;
Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz bunların dostu olduğunu bildirmektedir.
Nitekim 18. âyetin
sonunda sözü edilen mü'min kulların iki özelliğine daha değinilerek bütün
insanlara en sağlam basamak gösterilip belirlenmektedir :
a) İşte Allah'ın doğru yola eriştirdiği
bunlardır,
b) Ve işte akıl sahipleri de bunlardır.
Böylece insanın kendi
hayatında elde edeceği en yüksek devlet ve nîmet tasvir edilirken onun «ilâhî
hidâyet» olduğu belirtilmekte ve gerçeği aramaya yöneltilen aklın payının da
bunda önemli rol oynadığına işaret edilmektedir. [37]
Yukarıdaki âyetlerle,
imân temeli üzerinde gelişen ibâdetin önemi üzerinde duruldu. O sebeple birçok
külfetlere karşı sabretmenin yararına dikkat çekildi. Arkasından ıhlâs üzere
amel etmenin faydaları özetlenerek mü'-minlere yönlendirici ve aydınlatıcı
bilgiler ve ölçüler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
cehennemlik olduğu ilâhî ilimle tesbit edilen inkarcıları azaptan kurtarmaya
kimsenin gücünün yetmiyeceği konu edilerek. Peygamber (A.S.) Efendimizin ve
dolayısıyla mürşitlerin görev ve yetkilerinin sının çiziliyor. Aklını kullanıp
ilâhî davete gönül kapısını açık tutan mü'minler için hazırlanan uhrevî
mutluluktan bir kaç safha açıklanıyor. Sonra da Allah'ın kudretinin yüceliğine
delâlet eden belgeler üzerinde durularak akla ışık tutuluyor. [38]
19— (Ey Peygamber!) Aleyhine azap hükmü
gerçekleşmiş kimseyi, (yani) ateşte olan kimseyi sen mi kurtaracaksın?!
20— Ama Rablarından korkup (fenalıklardan)
sakınanlar için yüksek manzaralı yerler yapılmıştır ki altlarından ırmaklar
akar, Allah'ın va'di (bu)! Allah va'dinden asla dönmez.
21— Görmedin mi ki, Allah gökten su indirir, onu
yerdeki kaynaklara akıtıp yerleştirir. Sonra onunla renk renk ekin (bitki)
çıkarır; sonra kurumaya yüztutar derken onu sararmış görürsün. Sonra da onu
kurutup ufalanmış çer-çöp haline sokar. Şüphesiz ki bunda akıl sahipleri için
öğüt ve uyan var.
«Şüphesiz Cennet'te
öyle yüksek çardaklar var ki dışı içinden, içi de dışından gözükür. Allah
onları, (muhtaçlara) yediren, yumuşak nezih söz söyleyen; sık sık oruç tutup
insanlar uyurken (gece kalkıp) namaz kılan kimseler için hazırlamıştır.» [39]
«Şüphesiz ki Cennet
ehli Cennet'te yüksekçe çardaklarda oturanları, batıp doğan parlak yıldızları
gördükleri gibi görürler. Bu, derecelere ehil olanların birbirlerine olan
üstünlüğüdür.»
Bunun üzerine Ashab-ı
Kiram dediler ki:
— Ya Resûlellah! Sözünü ettiğiniz çardaklarda
oturanlar peygamberlerdir (değil mi?).
Peygamber (A.S.)
onlara şu cevabı verdi:
— Hayır, çanımı kudret elinde bulunduran
Allah'a and olsun ki, Ce-nâb-ı Hakk'a imân edip Peygamberi tasdik eden bazı
kavimlerdir. [40]
«(Ey Peygamber!)
Aleyhlerine azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi, (yani) ateşte olan kimseyi sen mi
kurtaracaksın?!»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, amcası Ebû Leheb ve benzeri önemli kişilerin İslâm'a girmelerini
çok arzu ediyor ve bunu sık sık hatırından geçiriyordu. Oysa Cenâb-i Hak, çok
önceden yanılmayan ilmiyle sözü edilen kimselerin her şeye rağmen imân
etmiyeceklerini tesbit etmiş bulunuyordu. O halde Hz. Peygamber'in (A.S.) bu
husustaki ısrarlı arzusunun bir yararı olmayacaktı. Zira gerek Ebû Leheb,
gerekse aynı paralelde olan ileri gelenler kendi kaderlerini kendi elleriyle
çizmiş bulunuyorlardı. İlâhî ilmin yanılması, hatâ yapması söz konusu olamazdı.
O bakımdan ilgili âyetle Ce-nâb-ı Hak, Peygamber'e (A.S.) tebliğ ve irşad
görevini hatırlatmakta ve doğru yola eriştirmenin Allah'a ait olduğunu
bildirmektedir.
Aklını, idrâkini,
hakkı arayıp bulma doğrultusunda kullanmayıp onu nefsinin, bencilliğinin emrine
terkeden sapıklar ölmeden önce cehennemdeki yerlerini hazırlamış ve orayı
hakketmişlerdi. Ölünceye kadar dönüş yapmayacakları kesinlik kazanmıştı. O
takdirde ateşte olan (olacak) kimseyi kurtarmak mümkün müdür?
Böylece kaderin önemli
bir yanı açıklanarak mü'minlere bilgi verilmekte ve şüpheler giderilmektedir. [41]
«Ama Rablarından
korkup (fenalıklardan) sakınanlar için yüksek manzaralı yerler yapılmıştır..»
Kur'ân-ı Kerîm, inatçı
azgınların dönüş yapmayacaklarını açıkladıktan sonra, hayatını «takva»
düzeyinde düzene sokan mü'minleri övmekte ve oniar için hazırlanan yüksek
nimetlere değinerek ferahlatıcı müjdeler vermektedir. Zira takva, hayatı belli
bir disiplin altında tutan; nefsin aşırılıklarını ve gayr-i meşru' isteklerini
durduran öyle ilâhî bir korkudur ki, kişinin kalbinde kök salınca onu bir
bakıma melekleştirir. Birçok kimseler nefis otlağında günlerini gün ederken,
takva sahibi olan mü'min ilâhî hoşnutluğu elde etmenin yollarını araştırır ve
feyizli hizmetlerde, güzel amellerde bulunur. O bakımdan takva sahiplerine
âhirette verilecek mükâfat, onların sabırlarına, fedakârlıklarına ve Allah'tan
saygı ile korkup kötülüklerden sakınmalarına karşılık büyük olacaktır. [42]
«Görmedin mi ki, Allah
gökten su indirir de onu yerdeki kaynaklara akıtıp yerleştirir..»
Kur'ân'da uygulanan
ilâhî metotlardan biri de şudur: İnkâr ve azgınlığı kınadıktan, imân ve sâlih
amelleri övüp takva sahiplerini büyük mükâfatlarla müjdeledikten sonra,
inkarcılarla şüphecilerin aklını harekete geçirmeye ağırlık verilir; bilimsel
araştırmaya kapı açıp temel bilgiler sıralanır. İlgili âyette de aynı metod
uygulanmakta ve belirtilen hususlar açıklandıktan sonra insan aklına
seslenilerek malzeme verilmektedir.
Yeryüzünde mevcut
suyun devridaim yapması ve belli ölçüde kaynakları beslemesi, şüphesiz ki kör
tesadüfün sonucu değildir. Yeryüzünün onda yedisinin denizlerle kaplı olması,
ihtiyaç nisbetinde yağmur oluşturmaktadır. Yeraltı kaynaklarını belli bir
plâna göre önceden hazırlayan Yüce Kudretin insanlardan yana yönelen bu
rahmetini anlayabilmek için yeryüzünde sözü edilen kaynakların nasıl bir plâna
göre düzenlendiğini bilmeye gerek vardır. Ancak bu konuda yerküreyi bir bütün
olarak ele alıp kara parçalarının altlarında ne ölçüde ve neresinde kaynak
bulunduğunu tesbit ise, ilgili ilim adamlarının görevidir.
Renk renk bitkilerin
yağan yağmurla yeşerip insan hayatına huzur, neşe, şifâ ve gıda vermesi de
rastgele bir olay değildir; hepsi de insanların
yararlanması için
önceden belirlenen bir programa göre devam etmektedir. İlmî araştırmalar yavaş
yavaş bunların yararlarını tesbit etmekte ve insan hayatından yana ne kadar
lüzumlu bulunduğunu ortaya koymak suretiyle Kur'ân'ı doğrulamaktadır.
Sonra da bu bitkilerin
hayat süresi dolup kumyarak çer-çöp haline gelmesi ve toprağa karışıp
kaybolması; arkasından ortam ve şartların harekete geçmesiyle bıraktıkları
kökler, tohumlar, sporlar marifetiyle yeşerip benzerlerinin çıkması, bize
öldükten sonra diriltileceğimize misal teşkil etmekte ve böylece ilâhî kudretin
kusursuz biçimde işleyişi hakkında hem İnsanları aydınlatmakta, hem de
anlayışlarını kolaylaştırmaktadır.
Bütün bu belge ve
delil anlamındaki misalleri ancak selîm akıl sahiplerinin inceleyip
anlayabileceğine, ibret ve öğüt alabileceklerine değinilmesi ise, son derece
dikkat çekicidir. Kur'ân hemen her konuda ilimden ve akıldan yana yolları
açmakta; dünyayı da, âhireti de, kutsal kitapları da, peygamberleri de anlayıp
hikmetini kavramanın bu iki unsurla mümkün olacağını bildirmekte ve böylece hem
aklımızı iyi kullanmamızı, hem de ilme sarılmamızı ilham etmektedir. [43]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkârda ısrar edip kalbini bütünüyle hakka kapalı tutan sapıkların, ilâhî
ilimle cehennemlik oldukları belli olunca, artık onları doğru yola eriştirmeye
hiç kimsenin gücünün yetmiyeceği açıklanarak peygamber ve mürşitlerin yetki
sınırlarına işarette bulunuldu. Aklını kullanıp doğru yolu seçen takva sahibi
mü'minler için âhirette yüksek nimetlerin hazırlandığı haber verildikten
sonra, inkarcı ve şüphecilerin aklına ışık tutar anlamda birtakım belgelere yer
verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
göğsünü İslâm'a açan bahtiyarlar konu ediliyor ve bunun aksine haktan yana
kalbini kapalı tutup tam katılık içinde olan inkarcılar uyarılıyor. Sonra da
hakkı yalanlayanların dünyada da azap ile cezalandırıldıkları hatırlatılarak
tarihin tekerrür edeceğine işarette bulunuluyor. Aynı zamanda insanların
kalplerini açmak ve akıllarını harekete geçirmek için Kur'ân'da birçok
misaller verildiğine değinilerek, ilâhî rahmetin hep önde yürüdüğü dolaylı
şekilde anlatılıyor. [44]
22— Allah
kimin göğsünü İslama açmışsa elbette ki o, Rabbından bir nur değimli? Bunun icin A"ah>ı
maktan yana kalp-lerr kat.laşanların vay hâline! İşte onfar Qçık bir sapıklık
içindedirler
23— Allah,
sözün en güzelini
indirmiştir, birbirine benzer
uyumlu ahenkli ikişer ikişer (tekrar ede ede) bir kitap ki, Rabbındcın
saygı ile korkanların ondan derileri ürperir; sonra da hem derileri, hem de
kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar. Bu, Allah'ın doğru yolu gösteren
rehberidir; dilediğini onunla doğru yola iletir. Allah kimi sapıklık içinde
bırakırsa, onun için doğru yolu gösteren ve onu doğru yola ileten yoktur.
24— Artık Kıyamet günü yüzünü o kötü azaptan
korumaya çalışan kimse mi (bir yardımcı bulur)? Zâlimlere: «Kazandıklarınızı
tadın» denilir.
25— Onlardan öncekiler de (Hakk'ı) yalanladılar.
Bu yüzden fark edemedikleri yandan azap kendilerine geliverdi.
26— Böylece Allah, onlara dünya hayatında
rezillik ve rüsvaylığı tattırdı; şüphesiz Âhiret azabı daha büyüktür. Keşke
bunu bir bilselerdi!
27— And olsun ki, biz bu Kur'ân'da her misali
getirdik; ola ki düşünürler de öğüt alırlar.
28— Bir Kur'ân ki içinde eğrilik olmayan,
pürüzsüz bir Arapça ile (indirilmişidir. Ola ki, Allah'tan sakınırlar.
İbn Mes'ûd (R.A.)
diyor ki:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz EFEMEN ŞEREHALLAHU SADREHU Lİ'L-İSLÂMİ.. âyetini okuyunca, kendisine,
«göğsün açılıp genişlemesi nasıl oluyor?» diye sorduk. Buyurdu ki: «Nur kalbe
girince, kalp (manen) açılıp genişler.» «Bunun alâmeti nedir?» diye
sorduğumuzda ise, şöyle cevap verdi: «Ebediyet yurduna yönelmek, aldatıcı
yurttan uzaklaşmak; ölüm gelmeden önce ona hazırlanmaktır.» [45]
<<AlIah kimin
lâm'a açmışsa, elbette ki o, Rabbmdan bir nur (aydınlık) üzeredir, değil mi?»
Kur'an-ı Kerîm, ilâhî
üslubuyla Hakk'a giden doğru yol ile bâtılın uçurumuna uzanan eğri yolların
bazı özelliklerini ve vasıflarını belirttikten sonra, doğru yolu seçebilmenin
hidâyet nuru; kötü yolu seçmenin ise kalp katılığı doğrultusunda
gerçekleşebileceğini açıklamaktadır.
Kişi gönül toprağını
çoraklıktan kurtarırsa, hidâyet güneşi orayı aydınlatıp geliştirir. Çoraklık
devam ettiği sürece, sözü edilen güneşin ona yararı olmaz. Allah'ın hidâyet,
yani doğru yola eriştirme anlamında olan rahmet güneşi her tarafı
aydınlatmakta kusursuzdur. Ancak kalbini ve kafasını inkâr ve azgınlığın
isiyle karartanlar bu güneşten nasibini alamazlar.
İlgili âyetle zarif
bir mukayese yapılarak sözü edilen hikmete işaret edilmektedir. [46]
«Allah sözün en
güzelini indirmiştir» mealindeki âyetle, Kur'ân'ın hem kelime dizisine, hem bu
kelimelerin delâlet ettiği mânaya dikkatler çekiliyor.
Kur'ân-ı Kerîm kelime
konumu ve dizisi itibariyle fesahat ve belâğatin; edebî uslûb da benzer kabul
etmez mükemmelliğin doruğuna yükselmiş bir kudret arzetmektedir. Ne tam nesir
(manzum olmayan söz), ne de nazım (vezinli kafiyeli söz)dür. Bu ikisi arasında
eşsiz bir anlatım tarzıdır. O bakımdan insan sözünden kesinlikle ayrılır. Her
âyet ve cümlesi bulunduğu yerde, bütün parlaklığıyla «ben Allah sözüyüm»
demekte ve sadece o hüviyeti taşımaktadır.
Manâsına gelince:
Bugüne kadar yazılan kitaplardan yine kesinlikle ayrılır; her yönüyle başkalık
arzeder. Çok yönlü konular ve hükümler taşır; fakat aralarında bir kopukluk,
uyumsuzluk, zıdlık tesbit etmek mümkün değildir. Hukukun her bölümünün ana
kural ve hükümlerine yer verir. Bununla diğer hukukî sistemlerden ayrılır ve
kendi orijinalitesi düzeyinde başlı başına müstesna bir sistem oluşturur.
İlmin birçok dallarında ana fikirler, temel bilgiler getirir. En küçük bir
yanlışlık ve şüpheye mahal bırakmaz.
Kur'ân bu özelliğiyle
de çağın ve ilmin önünde yürür. Allah'ın varlığını, kudretinin yüceliğini,
âhiret kavramını en yüksek manada zarif bir tül gibi kusursuz ölçü ve anlamda
işleyerek kalpleri ve kafaları yönlendirir. Ba-zan ilme, bazan akla, bazan sağ
duyuya seslenir ve malzeme verir; ışık tutar, hareket noktasını belirler. Bir
sonraki konu bir veya iki önceki konunun ya hikmet ve felsefesini, ya amaç ve
maksadını, ya da mücmelliğini açıklar. Az söz ile çok mana ve hüküm verir.
Kıssaları, farklı hîkmetleriyle, öğüt ve ibretli yanlarıyla tekrar tekrar
anlatır ve bütün bunları işlerken çok hassas bir ressamın fırçasını kullanmakta
gösterdiği dikkatin çok üstünde bir dikkat göstererek konuları birbirine tam
ahenk ve uyum içinde bağlar. Bu bakımdan da Kur'ân mutlak anlamda sözün en
güzelidir. [47]
«BIribirine benzer uyumlu, ahenkli ikişer ikişer (tekrar
ede ede) bir kitap ki, Rabbindan saygı ile korkanların ondan derileri
ürperir..»
İnsan zekâsının ürünü
olan her kitap ve her söz en çok yarım asır tazeliğini koruyabilir; ondan
sonra gelişen ilim ve düşünce ve aynı zamanda kültür ve sosyal yapı karşısında
sahneden alınıp rafa kaldırılır. Ama Allah'ın kudret kaleminin eseri olan
Kur'ân bu kayıttan azadedir. O, bütünüyle ilâhîdir ve sadece O'nun damgasını
taşır ve o kadar mükemmeldir ki kıyas ölçüsüne sığmaz.
Kur'ân 1400 şu kadar
yıldır durmadan kalplerde ve kafalarda cilalanıp tazelenmekte ve her geçen gün
tazeliğini daha tesirli biçimde yansıtmaktadır.
İkizli, ahenkli,
uyumlu, birbirine benzer fakat her biri ayrı bir hüküm ve hikmeti yansıtan bir
metotla işlenmiştir. Vaad, vaîd; emir ve nehiy, haber ve hüküm gibi ikizler
manzumesidir. [48]
Allah (c.c.) hakkında
bilgi ve marifete erip O'ndan saygı ile korkanlar, O'nun kalplere nur ve şifâ
olan sözünü dinleyince, yansıttığı ilâhî hikmetin azameti karşısında derileri
ürperir, sonra da vaîdin (azap ile tehdid) arkasından vaade (mükâfat ile
müjdeleme); azap âyetinden rahmet âyetine, tehditten müjdeye geçilince
gönülleri Allah'ın ismine ve kitabına yumuşar, derileri yatışıp gönülleri
huzur ve güvenle dolup taşar.
Bütün bu safhalarda
arınıp durulma, kalbe ilâhî marifeti yerleştirip O'nun azametini ve kudretinin
sınırsızlığını anlayanlar içindir. Kalpleri ka-tılaşıp mârifet-i ilâhiyeden
yoksun bulunanların, diğerlerinin aksine küfür ve inatları, azgınlık ve
sapıklıkları artar. [49]
«Allah kimi sapıklık
içinde bırakırsa, onun için doğru yolu gösteren ve onu doğru yola ileten
yoktur.»
Allah ile kullan
arasındaki imkân ve irâde sınırı söz konusudur. Kullar için varabilecekleri
noktaya bir sınır konulmuştur. Aklını, idrâkini peygamber haberiyle
yönlendirip hür iradesiyle o sınıra gelebilen bir kimseye hidâyet yolu açılır.
Cenâb-ı Hak sünnetullah gereği, dilerse, o kimseyi doğru yola eriştirir. Sözü
edilen sınıra kendini getirmeyenlere gelince: Cenâb-ı Hak onları
sapıklıklarıyla başbaşa bırakır. 23. âyetin son kısmıyla itikadı anlamda bu
hikmete işaret edilmektedir. Cenâb-ı Hakk'in bir kulunu saptırmasının anlamı
budur. Yoksa ilâhî müdahale söz konusu değildir. [50]
«Zâlimlere:
«Kazandıklarınızı tadın»
Buradaki zulüm kavramı
üç ayrı mana taşımaktadır:
1— Ruhun gıdasını, hayatın amacını, insan
olmanın hikmetini ancak Allah'a dosdoğru imân oluşturur. Kendini bu yüce feyizden
mahrum bırakan kimse, önce kendine haksızlık etmiş ve gereken cezayı
hazırlamış olur.
2— Kendi dinsizlik ve inançsızlığıyla yetinmeyip
başkalarının din, ibâdet ve inanç hürriyetini kısan veya temelinden kaldıran
kimse, hem kendine, hem de başkalarına büyük haksızlıkta bulunmuş olur.
Birinciye nisbetle bu daha zâlim sayılır.
3— Başkalarının hakkına tecavüz edip devletin
veya bulunduğu makamın, ya da sosyal çevrenin verdiği yetkiyi zulüm aracı
haline getirip kullanan kimse de hem kendine, hem devletine, hem de ülkesine
zulmetmiş olur.
Birinci şekildeki
zulüm, kişinin nefsiyle ilgilidir. İkinci şekildeki zulüm hem kendi nefsiyle,
hem mü'minle, hem de din ve ibâdetle ilgilidir. Üçüncü şekildeki zulüm, maddî
haklar yönünden hem kendisiyle, hem de toplumla ilgilidir.
Kur'ân-ı Kerîm bu
bapta ilgili âyetle daha çok birinci ve ikinci kısma giren zâlimleri tehdit
etmekte ve dolayısıyla zulmün her çeşidini lanetle-mektedir.
Ayrıca Kur'ân, gelip
geçen toplum ve milletlerden pek çoğunun bu üç çeşit zulüm sebebiyle ilâhî
azabın inmesine neden olduklarını, bu yüzden yıkılıp yok edildiklerini birer
ibretli misal olarak vermektedir.
Âhiret'te verilecek
azabın daha büyük ve elîm olacağı kesindir. [51]
Kur'ân müstesna bir
metodla, insan üstü bir üslûpla hazırlanmıştır. Tehdîtler, uyarıcı anlamdaki
haberler ve arkasından ilâhî rahmet ve gufran havasını estiren müjdeler; akla
ışık tutan belgeler, vicdanları geliştiren deliller ardarda getirilmekte; bir
konu diğerinin hikmet ve hükmünü açıklamakta ve sonra da murad-ı ilâhînin iyi
kavranabilmesi için de İbret ve öğüt alınacak misaller verilmektedir.
Kur'ân, çok zengin,
aynı zamanda pürüzsüz bir Arapça ile indirilmiştir. Kelime ve cümlelerin konumu
ve dizimi, âyetler arasındaki bağ ve ses uyumu beşer gücünü cok gerilerde
bırakmaktadır. O kadar ki, bir kelimenin yerinin değiştirilmesiyle ilâhî ahenk
ve uyum bozulmakta ve fahiş bir hatâ yapıldığı derhal anlaşılmaktadır.
Âyet ve cümlelerin
delâlet ettiği mâna, her çeşit fazlalık, lüzumsuzluk, bıkkınlık ve
hikmetsizlikten uzaktır.
Kur'ân bu yönleriyle
de akıl ve idrâk; ilim ve edebiyat sahiplerine seslenmekte ve «şüphe edenler
bir benzerini hazırlayıp getirsinler» demektedir. Çünkü ilâhî kelâmın
mükemmelliği anlaşılınca, kişinin kalbinde ve kafasında ilâhî kudret ve azamet
duygusunu oluşturur ve bu duygu, Allah'tan korkup sapıklıktan, zulüm ve
azgınlıktan sakınmaya yol açar. 28. âyetin son bölümü bu inceliği
yansıtmaktadır. [52]
Yukarıdaki âyetlerle,
kalbini İslârniyete açan mü'minler konu edildi. Bu irfandan kendini mahrum
bırakanlar uyarıldı. Sonra da Kur'ân'ın bazı özellikleri üzerinde durularak
düşündürücü bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
birçok kimsenin kölesi olan bir adamla, bir kişinin kölesi olan bir adam misal
veriliyor. Sonra da Peygamber (A.S.) dahil her kişinin öleceği bildirilerek
asıl hesaplaşmanın yarın Allah yanında gerçekleşeceği hatırlatılıyor. Allah'ı
ve doğru olanı yalanlayan kimseden daha zâlimin bulunmayacağına değinilerek
zâlimler tehdit ediliyor. [53]
29— Allah, birbirleriyle geçînemiyen birkaç ortak
kişinin kölesi olan bir adam ile, tek bir kişinin uyum ve esenlik içinde kölesi
olan adamı misal veriyor; bunlar bir olur mu? Hamd Allah'a mahsustur. Ama
onların çoğu bilmezler.
30— (Ey Peygamber!) Sen de elbette öleceksin,
onlar da öleceklerdir.
31— Sonra da (siz insanlar) Kıyamet günü
Rabbınizın huzurunda dâ-vâcılar (dâvâlılar) olarak duruşacaksınız.
«Allah, birbirleriyle
geçinemiyen birkaç ortak kişinin kölesi olan bir adam ile, tek bir kişinin,
uyum ve esenlik içinde kölesi olan adamı misal veriyor; bunlar bîr olur mu?.»
Bu misal o kadar açık,
o kadar net ve o kadar düşünce ufkumuzu genişleticidir ki, fazla bir yoruma
biie gerek bırakmamaktadır. Haktan yana olanla, bâtıldan yana olanların
durumunu tasvir ve teşhis için bundan daha güzel bir misal bulup vermek mümkün
müdür?
Unutmamak gerekir ki,
Kur'ân bu misalle, «hakkın» bir olduğunu, birkaç olmadığını; bâtılın ise,
birbiriyle uyuşmayan, uyum sağlamayan birden fazla olduğunu haber vermekte ve
tarihin her çağ ve devrinde bu iki zıd
inanç ve güçlerin
sahnede bulunabileceğini hatırlatmaktadır.
Kur'ân böylece,
«Tevhîd İnancı»na bağlı olup yalnız Cenâb-ı Hakk'a kulluk eden mü'minin
eriştiği güven ve iç huzuru tasvir ederken, onunla, birbirleriyle uyuşup
anlaşamayan birçok ortağın kölesi bulunan bir kişinin eşit durumda
olamıyacağını misal vererek insanı imân ve irfan burcuna yükseltmeyi telkin
etmekte ve yalnız Allah'a kul olmanın vereceği huzur, güven ve ümide
özendirmektedir.
Böylece Kur'ân-ı
Kerîm, hemen her çağ ve devirde her ülkede birçok farklı inançlara ve iddialara
sahip grupların bulunabileceğine ve her grubun kendi inancı ve iddiası
doğrultusunda faaliyet gösterip adam kazanma politikası güdeceğine işarette
bulunmaktadır. Öyle ki, grup ve hiziplerin sürtüştüğü, yarıştığı bir ülkede,
kendini bu bâtıl hiziplerin tesir alanı dışında tutamıyan herkesin tedirgin,
bezgin, yılgın, huzursuz ve güvensiz olacağı; aynı zamanda kendi benliğini o
grupların benliğinde kaybedeceği kesindir. Onlardan birine yaranırken
diğerinin hışmını üzerine çekmesi mukadderdir. Önünde yolunu aydınlatan,
sonsuz mutluluğu va'dedilen bir ışık bulunmadığı için de kararsızdır.
Bunun aksine, bâtılı
temsil eden mevcut grupların tesir alanının dışında kalmasını bilen ve bir
olan «Hakk»a kendini verip hayatın gaye ve maksadını anlayan ve böylece yolunu
aydınlatan, sonsuz yaşama ümidini tel-kîn eden ışığa kavuşan kimse son derece
iç güvenine kavuşmuş olur; aynı zamanda huzurlu, kararlı ve ümitli bir havaya
erişir; tek kaynaktan emir alır ve yalnız en yüce kudretin buyruğuna baş eğer.
Bıkkınlık, yılgınlık, tedirginlik, huzursuzluk ve kararsızlık onun için söz
konusu olmaz. İnanıp bağlandığı Cenâb-ı Hakk'a aşk derecesinde bağlanır ve
ibâdet ettikçe güven, huzur ve itmi'nan duyar. Fânilere köle olmaktan kurtulur
da benliğini korur.
Bâtılı savunanlara
Kur'ân'ın tasvir ettiği bu güzel ve yönlendirici, düşündürücü ve tatmin edici
misâlin doğruluğu sorulduğunda, ona cevap vermektense susmayı tercih
edecekleri hatıra gelebilir de o zaman Allah'a hamd etmek gerekli olur. [54]
«(Ey Peygamber!) Sende
elbette öleceksin, onlar da öleceklerdir.»
Hak ile bâtıl yıllar
yılı sürtüşerek, tartışarak, vuruşarak mücadele etmektedir. Peygamberlere
karşı olanlar, onların bir an önce vücutlarının ortadan kalkmasını isterler.
Oysa her insan gibi onlar da ölmeye mahkûmdurlar. Ne var ki, bâtıldan yana
olanlar, hakkı temsil edenlerin sahnede bulunmasına asla tahammül edemezler ve
bir an önce onların vücutlarının ortadan kaldırılmasını, hiç değilse meflûc
hale sokulmasını yürekten isterler ve sadece istemekle de kalmazlar, birtakım
tertiplere girişirler. Nitekim Mekkeli müşrikler Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
ile Ona inanan mü'minlerin varlığından son derece tedirgin idiler. Son çare
olarak da Resûlüllah'ın (A.S.) aziz vücudunu ortadan kaldırmaya karar verecek
kadar kinleri kabarmış bulunuyordu. Günümüzde de aynı manzara birçok ülkelerde
cereyan etmekte, gerçek mü'minlerin vücudunu ortadan kaldırmak için şer kuvvetleri
akla gelmedik çareler düşünmektedirler.
Haklıyı haksızdan,
hakkı bâtıldan ayıran Allah'tır. Dünyada haklı olduklarını iddia eden bâtılın
temsilcileri ve sapık inkarcılar, Âhiret'te Rab-larının adalet huzurunda
duruşacaklar ve her grup boyunun ölçüsünü o gün almak suretiyle ne meta'
olduğunu öğrenmiş olacak. Ama önemli olan, o gün gelmeden ve ölüm olayı gelip
kapıya dayanmadan hakkı görüp gerçeği anlamak ve öylece yüz seksen derece
dönüş yapmak fazilet ve basiretini göstermektir.
Şüphesiz ki bu fazilet
ve basireti ortaya koyanlar pek azdır. O bakımdan insanların çoğu hakkı red ve
inkâr ettiği, kitap ve peygamberi yalan saydığı için büyük bir haksızlık yapmakta
ve kendilerine çok yazık etmektedirler. Zira gerçeği araştırıp bulmak; öğrenip
kabul etmek adalettir, fazilettir ve rahmettir. Bâtılın peşine takılıp körü
körüne uydu olmak zulümdür ve azaptır.
Cenâb-ı Hak bu acıklı
durumu, dramatik tabloyu tasvir ederken, düşünceleri yönlendirmek için şöyle
uyanda bulunmaktadır: «Allah'a karşı yalan söyleyen ve kendisine gelen doğruyu
(son peygamber ve Kur'ân'ı) yalanlıyandan daha zâlim kim vardır? Cehennem'de
kâfirler için bîr konak yok mudur?» [55]
Yukarıdaki âyetlerle,
Hakk'a kul olan ile, birbiriyle anlaşamayan birçok ortağa köle olan kimsenin
eşit durumda olamıyacağı nefis bir misal olarak verildi. Hakk'ı yalanlayandan
daha zâlim bir kimsenin olmadığı açıklanarak, bâtılı savunmanın rahmet ve
huzur, güven ve istikrar getirmiye-ceğine işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
hakkı, doğruyu tasdik ve kabul eden mü'minler için hazırlanan uhrevi mükâfatlar
vazedilmekte ve sâlih amellerine kar-şıhk en güzeliyle mukabele edileceği
müjdelenmektedir. Sonra da Cenab-ı Hakk'ın kurduğu düzene uyanların doğru yola
eriştirileceği, uymayanların sapıklıklarıyla başbaşa bırakılacağı
hatırlatılarak, sünnetullahın şaşmazlı-ğına dikkatler çekilmektedir. [56]
32— Allah'a
karşı yalan söyleyen ve kendisine gelen doğruyu (son peygamber ve Kur'ân'ı)
yalanlıyandan daha zâlim kim vardır? Cehennem'de kâfirler için bir konak yok
mudur?
33— Doğruyu getiren ve onu getireni tasdik eden
(var ya) işte (Allah'tan) korkup (inkâr ve azgınlıktan) sakınanlar onlardır!
34— Onlar için Rabları yanında
arzu ettikleri vardır. Buf iyiliği, güzelliği, yararlı olmayı huy
edinenlerin mükâfatıdır.
35— Çünkü Allah, onların işlediklerinin en
kötüsünü de bağışlayıp temizleyecek, yapageldikleri iyiliklerin karşılığını en
güzeliyle mükcıfatlcındı-racaktır.
36— Allah, kuluna kâfi değil midir? Seni (Ey
Peygamber!) Allah'tan başkasıyla korkutmaya çalışıyorlar. Allah, kimi
sapıklığıyla başbaşa bırakırsa, onu doğru yola ileten bulunmaz.
37— Allah kimi doğru yola eriştirirse, onu da
saptıracak yoktur. Allah, çok üstün, çok güçlü, intikam sahibi değil midir?
Mekke'nin ileri gelen
putperestleri, yakında Hz. Muhammed'in {A.S.) putların hışmına uğrayacağını
iddia ederek, Onu ve arkadaşlarını korkutmak istemişlerdi. O sebeple 36. âyet
inmiştir. [57]
«İslâm'a yöneltilip
doğru yolu bulan ve işi kendisine yetecek nisbette olup ona kanaat eden kimse
kurtuluşa erişmiştir.» [58]
«Kim insanların en
güçlüsü olmayı arzuluyorsa, Şanı Yüce Allah'a güvenip dayansın. Kim insanların
en zengini olmak istiyorsa, Allah'ın kudret elindeki rızkı, kendi elindekinden
daha güven verici kabul etsin. Kim de insanların en saygını ve şereflisi
olmayı diliyorsa, Aziz ve Celîl olan Allah'tan
korksun.» [59]
«Allah'a karşı yalan
söyleyen ve kendisine gelen doğruyu (son peygamber ve Kur'ân'ı) yalanlayandan
daha zâlim kim vardır?.»
Allah'a karşı, O'nun
adına bir şeyler uydurup yalan söyleyen, aynı zamanda Allah adına yemin edip
iftirada bulunan ve Allah'ın indirdiği kitabı, gönderdiği peygamberi yalanlayan
kimse suçların en büyüğünü, haksızlığın en tehlikelisini işlemiş; cehennem
ateşine karşı cesaretin en ileri adımını atmış kabul edilir.
Zira doğru olanı kabul
etmek, adalet ve hak severliktir. Allah adına doğruyu söylemek dindarlıktır ve
haddini bilmekliktir. İndirilen Kur'ân'ı hak kabul etmek, hidâyettir ve
fazilettir. Hz. Muhammedi (A.S.) tasdîk etmek, imânın ve insan olmanın
gereğidir. Bunun aksine bir tutum içinde olmak, zulümdür, haksızlıktır,
cehalettir ve dalâlettir.
Putperest müşrikler bu
iki büyük suçu, aynı zamanda zulmü durmadan işlemekteydiler. Kur'ân onları
böylesine sakıncalı bir tutumdan vazgeçirmek ve doğru olanı kabul etmelerini
telkin etmek için, işledikleri suçun büyük zulüm olduğunu hatırlatarak konu
üzerinde daha akıllıca düşünmelerini istiyor. Zira hakkı red ve inkâr etmek
büyük bir haksızlık sayılırken, bâtılı savunup hakkın karşısına çıkmak da
öylesine bir zulüm ve tuğyan kabul edilir. Şüphesiz böylesine katı bir
tutumda, yalan ve iftirada bulunmada, aklın, sağlam idrâkin, gelişmiş vicdanın
ve gerçekçi olan ilmin payı yoktur. Onun sermayesinin tamamı cehalet, inat,
gurur ve geçmişe körü körüne bağlılıktır. [60]
«Doğruyu getiren ve
onu getireni tasdîk eden (var ya), işte (Allah'tan) korkup (inkâr ve
azgınlıktan) sakınanlar onlardır.»
Cenâb-i Hak, ilâhî
iltifat ve inayete mazhar olan iki sınıf insanı övmekte ve onların «takva»
düzeyinde bulunduklarını haber vermektedir: Doğruyu getiren ve doğruyu
getireni tasdîk eden.
Müfessirlerin ve bazı
ilim adamlarının bu konuyla ilgili yorum ve tes-bitleri az farklıdır. Şöyle ki
:
a) İbn
Abbas'a (R.A.) göre : Doğruyu getiren Hz. Muhammed (A.S.)dır. Zira O, sözün en
doğrusunu, hayatın tek amacı olan «Lâ ilahe illallah»! getirip hem tasdîk, hem
teblîğ etmiştir. Şüphesiz bu kelimeden daha doğru bir söz düşünülemez.
b) Melek Cebrail'dir. Çünkü O, hem Kur'ân'ı
getirip Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbine ilka etti, hem O'nu doğruladı.
c) Doğruyu, Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz
getirdi ve Ebû Bekir Sıd-dîk (R.A.) O'nu tasdik etti.
d) Doğruyu, bütün peygamberler getirdi de gerçek
mü'minler de onları tasdîk ettiler.
Böylece genel anlamda
doğru, «Kelime-i Tevhîd» ve «Kur'ân-ı Kerîm» dır. Onu tasdîk edenler ise, Hz.
Muhammed'in (A.S.) dosdoğru imân eden ümmetidir.
Doğruyu getirene ve
doğruyu tasdîk edene İki büyük feyiz ve rahmet hazırlanmıştır:
Birincisi, Rabları
yanında diledikleri sonsuz nimetler, ardı-arkası kesilmeyen iltifatlardır.
İkincisi, işledikleri kötü amellerinin temizlenmesi ve işledikleri iyi
amellerine daha güzeiiyle karşılık verilmesidir. [61]
«Allah kuluna kâfi
değil midir?.»
Şüphesiz ki imân,
dünya ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür. O bakımdan hem elde edilmesi büyük
bir basiret ve marifet ister; hem de korunması ve ürün vermesi üstün
gayretlere ve aralıksız fedakârlıklara bağlıdır. İmân'a bu açıdan
baktığımızda, ona karşılık verilecek mükâfat da o nisbette kıymetlidir ve
devamlıdır.
İşte bu üstün nîmet ve
devlete erişen bahtiyarlara, hiç kimse değer vermese bile Allah'ın onlara değer
vermesi ve onları övüp iltifatına Jâyık görmesi, yeter de artar.
Nitekim Mekke'de çok
zor günler geçiren ve başta hısımları olmak üzere kavim ve kabilesiyle arası
iyice açılan, Allah'tan başka desteği ve yardımcısı bulunmayan Hz. Muhammed
(A.S.) böyle bir atmosfer içinde bulunduğu yıllarda bile, Cenâb-ı Hakk'ı tek
ümit kaynağı bilmiş, O'nun rahmet ve iltifatıyla içini doldurup gönül
yatışkanlığına kavuşmuş bulunuyordu. Onun bu cephe.sini bilmeyen, anlamayan
cahiller, hep Onu yalnızlık içinde görüyor ve desteKsiz kaldığı için de yakın
gelecekte sahneden silineceğine inanıyorlardı. İlgili 36. âyetin son kısmıyla
Allah'ın Hz. Muhammed (A.S.) için kâfi olduğu belirtilerek, Ondan sonra İslâm
uğrunda hizmet verirken yalnızlığa itilen mü'min kulları aydınlatılmakta ve
destek olarak Allah'ın yeterli olduğu mü[delenmektedir. [62]
«Seni (ey peygamber!)
Allah'tan başkasıyla korkutmaya çalışıyorlar. Allah kimi sapıklığıyla başbaşa
bırakırsa, onu doğru yola ileten bulunmaz.»
Cenâb-ı Hak ezelî
plânı gereği doğru ve eğri yolu belirleyip tarif ettikten ve yol gösterici
peygamber ve kitap gönderdikten sonra, insanı hür irâdesi, aklı ve idrâkiyle
başbaşa bırakır. Sünnet-i ilâhiyesi gereği, doğru yolu seçenlere hidâyet nasip
eder; seçmeyip inkâr ve azgınlığında ısrar edenleri, bulundukları hal üzere
bırakır. İşte Allah'ın doğru yola eriştirmesinin ve saptırmasının anlamı
budur. Yoksa bir zorlama, itme, müdahale söz konusu değildir.
Allah hem Azîz'dir,
hem de intikam sahibidir:
Azîz sıfatı, çok
üstün, çok güçlü anlamına gelir. O, her fiilinde mutlak anlamda üstündür ve
her tasarrufunda mutlak anlamda güçlüdür. Hiç kimse O'nunla yanşamaz ve O'nu
âciz bırakamaz. Aynı zamanda O, intikam sahibidir, yani gerektiğinde öç alma
kudret ve hikmetine sahiptir. Ancak O'nun öç alması, birçok kimsenin anladığı
basit anlamda değildir; hazırladığı kâinat plân ve programıyla ilgili olup
yüksek hikmeti yansıtır. Şöyle ki: Cenâb-ı Hak, insanlar için mükemmel bir
hayat sistemi programlayıp sahneye koymuş ve onların ebediyen mutlu olmclan
için gereken düzenlemeleri yapmış ve bunları tanıtıp tarif eden kitap indirmiş
ve peygamber göndermiştir. Artık kim kitaba uyup peygamberin yolunu izlerse,
ilâhî düzene uyduğu için mutlu ve bahtiyar olur; kim de uymazsa, o sistem ve
düzenlemeye ters düşer ve ebediyen mutsuz ve bedbaht olur. Bu, ilâhî intikam
olarak hiç şaşmadan kıyamete kadar sürüp gider. [63]
Yukarıdaki âyetlerle,
doğruyu getiren ve onu tasdîk eden bahtiyarlar övüldü; ilâhî iltifata ancak
onların lâyık bulunduğuna işaretle, sapıklığı ve yalanı seçenler uyarıldı Sonra
da Allah'ın kurduğu hayat sistemine ve yaptığı düzenlemeye uyanların hidâyete
eriştirileceği, uymayanların sapıklık-larıyla başbaşa bırakılacağı
bildirilerek, Allah'ın mutlak anlamda âdil olduğuna işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
Mekkeli müşriklerden çoğunun Allah hakkında az da olsa bilgilerinin bulunduğuna
değinilmekte ve «gökleri ve yeri kim yaratt,?» sorusuna «Allah...» diye cevap
vereceklerine dikkatler çekilmektedir Sonra da tapmd.klan putlar.n böyle bir
kudrete sahip olmad,kları hatırlatılarak iyi düşünmeleri tavsiye edilmekte ve
her hal-ü kârda Allah'ın mu mmier için yeterli olduğu vurgulanmaktadır.
Arkas.ndan mü'minlere muide, kafirlere tehdit havas, estirilerek yakın
gelecekte büyük bir inkılabın meydana geleceği kapalı şekilde anlatılmaktadır. [64]
38— And
olsun ki, onlara : «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye soracak olsan, şüphen
olmasın kî, «Allah...» diyecekler. De kî: «Gördünüz ya, Allah'ı bırakarak
taptıklarınız, Allah bana bir zarar ve sıkıntı vermeyi dilerse, onlar o
sıkıntıyı kaldırabilirler mi? Veya bana bir rahmet (kapısı açmayı) dilerse,
onlar O'nun rahmetini tutup engel olabilirler mi?» De ki: «Allah bana yeter.
Güvenip dayananlar ancak O'ncı güvenip dayansınlar.»
39-40— De
ki: Ey milletim! bulunduğunuz hal, kurduğunuz düzen, baş vurduğunuz çare üzere
yapacağınızı yapın; şüpheniz olmasın ki, ben de gerekeni yapmaya çalışıyorum.
Kime rüsvay edici azabın geleceğini ve üzerine devamlı azabın ineceğini ileride
bilip anlayacaksınız.
41— Şüphesiz
ki biz, insanlar için sana, Kitab'i hak ile indirdik. Artık kim doğru yola
gelirse kendi lehine gelmiş olur; kim de sapıtırsa, kendi aleyhine sapıtmış
olur. Sen onlar üzerinde (koruyucu) bir vekil değilsin.
<<And olsun
kî> on|ara: <tGök"leri ve yeri kim yarattı?» diye soracak olsan,
şüphen olmasın ki, «Allah...» diyecekler.»
Daha önce Hz.
İbrahim'in (A.S.) Allah'ın varlığını ve birliğini bütün sadeliğiyle yansıtan
«Hanîf Dinbnin Arap Yarımadası'nda da kalıntı ve izleri bulunuyordu; tamamıyla
silinip unutulmamıştı. Ancak daha çok fetret devrinde putperestlikle
karıştırılıp iyice zedelenmiş bulunuyordu. O bakımdan Arapların çoğu Allah'ı
kemal sıfatlarıyla birlikte olmasa bile, az-çok biliyor ve O'nu göklerin,
yerin yaratıcısı olarak kabul ediyorlardı. Ne var ki taştan, ağaçtan
şekillendirilen putlarına da üstün ta'zîm gösteriyor ve onların Allah yanında
şefaatçi olduklarını sanıyor; böylece putların birtakım tasarruflara sahip
bulunduklarına inanıyorlardı. Böyle bir inanç, en açık yanıyla, Allah'a ortak
koşmaktı. İslâm'ın, «Tevhîd İnancı»nı bütün tazeliğiyle ve berraklığıyla koruyup
yansıtmayı amaç seçen son din olma hüviyetiyle, bu gibi sakat, yanlış
inançlara müsamaha etmesi elbette ki düşünülemezdi. Bunun için Müslümanlarla
putperestler arasında amansız bir sürtüşme ve tartışma, hattâ vuruşma baş
göstermiş ve mü'minler başarı sağ-layıncaya, putperestliği temelinden yıkıp
Tevhîd İnancı'nı sağlam temellere oturtuncaya kadar bu mücadele sürmüştür.
İlgili âyetle
Arapların o günkü «ilâh» anlayışı özetleniyor; putların hiçbir tasarrufu ve
kudreti bulunmadığı çok mantıkî bir anlatımla işleniyor.
Putperestler, bilhassa
o çağda bütün güçleriyle Allah'ın insanlara son mesajı olan İslâm Dini'nin ve o
dini tebliğ ile görevli bulunan Hz. Muham-med'in (A.S.) karşısına dikilip çok
zalimane tavırlar takınırken, putlarının hiçbir mücadele vermediğini, karşı
çıkanlara bir zarar, tapınanlara bir yarar ortaya koyamadığını, aleyhlerindeki
faaliyetlere engel olmadığını; hep hareketsiz, şuursuz, idraksiz birer cisim
olarak kaldığını haber veren Kur1-ân-ı Kerîm, çok ciddi bir uyarmada bulunmakta
ve müşriklerin düşünce ufkunu genişletmeyi, akıllarını daha iyi kullanmalarını
amaçlamaktadır. [65]
((De k': A!'ah bana
yeter. Güvenip dayananlar ancak O'na güvenip dayansınlar.»
Kim Allah içinse,
Allah da onun içindir. Bütün kaynakları insanlardan yana hazırlayıp kusursuz
bir düzen kuran Cenâb-i Hak, elbette ki tapınıl-maya, ibâdet edilmeye çok daha
lâyıktır. O'nun dinini yaymak hizmetlerin en büyüğü, şereflerin en üstünüdür.
O'na kulluk etmek en büyük bahtiyarlık ve bütünüyle azizliktir. O halde ilâhî
buyrukları insanlara teblîğ ederken hem sabırlı olmak, hem temkinli hareket
etmek, hem de Cenâb-ı Hakk'ın mutlaka yardımda bulunacağına inanmak şarttır.
Çünkü O'nun bu hususta verdiği söz vardır ve O hiçbir zaman sözünden dönmez.
Mü'min-ler bu kutsal hizmeti sürdürürken, hiç kimse onlara yardımcı ve destek
olmasa bile, Allah'a güvenip dayanmaları yeter. Zira Allah mü'min kullan için
yeterli destektir. O halde iman, ahlâk ve fazilet mücadelesini sürdürmeye
çalışan mü'minler her hâl-ü kârda Allah'a güvenip dayanmalıdırlar. Aksi halde
başarıya erişmeleri düşünülemez. Nitekim 38. âyetin son bölümü bu irfan ve
kültürü işlemekte ve mü'minleri aydınlatmaktadır. [66]
«D& kh Ey milletim,
bulunduğunuz hal, kurduğunuz düzen, baş vurduğunuz çare üzere yapacağınızı
yapın; şüpheniz olmasın ki, ben de gerekeni yapmaya çalışıyorum. Kime rüsvay
edici azabın geleceğini ileride bilip anlayacaksınız.»
Hz. Muhammed (A.S.)
Efendimiz Hakk'ın varlığını, birliğini ve yalnız O'nun ibâdet edilmeye lâyık
bulunduğunu cihana duyurmak ve aklı erenlere bu gerçeği kabul ettirmek için
aralıksız mücadele vermekle emrolun-muştu. Ancak bu mücadele ve izlenilen
eğitim, günün sosyal ve ekonomik şartlarına, kuvvetler arasındaki denge ve
dengesizliğe göre çok mükemmel bir metodla uygulanmıştır. Denilebilir ki, Hz.
Muhammed (A.S.) Efendimiz bu kadar ağır bir yükü omuzlarında taşırken, ortam ve
şartların Onun aleyhine olmasına rağmen bıkkınlık duymamış, ümitsizliğe
düşmemiş ve hiçbir zaman teblîğ, irşat görevini yerine getirirken yılmamış;
aksine İslâm'ın bizatihi hep aksiyon halinde bulunduğunu, özünde büyük bir
dinamizm taşıdığını isbatlamıştır. O kadar ki, Cenâb-ı Hak'tan aldığı emir
gereği, en azgın müşriklere son olarak şöyle seslenmek suretiyle islâm'ın
hiçbir zaman mücadele alanından çekilmiyeceğini kesinkes ortaya koymuştur:
«Bulunduğunuz hal, kurduğunuz düzen, baş vurduğunuz çare üzere yapacağınızı
yapın..»
Böylece Hz. Muhammed
(A.S.), hakkın, eninde-sonunda bâtılın beynini parçalayacağını, inkarcı
maddecilerin ve azgın putperestlerin hezimete uğrayacağını, Allah'ın dininin
mutlaka üstün geleceğini ve tazeliğini kıyamete kadar sürdüreceğini bütün
dünyaya ilân etmiş bulunuyordu.
Nitekim kırkıncı
âyetin son bölümüyle bu mücadelenin mü'minler lehine gelişip zaferle
sonuçlanacağı çok anlamlı bir ifadeyle haber verilmektedir. Öyle ki, bu
haberin gerçekleşmesi için ilk adım hicret olayıyla atılmış ve zaferin ilk
meşalesi Bedir meydanında kendini göstermişti.
[67]
«Şüphesiz ki biz,
insanlar için sana kitabı hak ile indirdik..»
Bu şekil bir anlatım
tarzı Kur'ân'da sık sık geçmektedir. Amaç, insan aklını hissin tesirinden
uzaklaştırıp ciddi düşünmeye, sağlıklı araştırmaya heveslendirmek ve aynı
zamanda kâinatın kurulup düzenlenmesinde bir uyumsuzluk, dengesizlik,
plansızlık söz konusu olamayacağı gibi, Kur'ân'ın indirilmesinde, Hz.
Muhammed'in (A.S.) kalbine ilka edilmesinde ve bu kitabın taşıdığı sûre ve âyetlerinin
tertiplenmesinde, konuları arasındaki irtibatta, cümlelerin mana ve maksada
delaletinde bir uyumsuzluğun, düzensizliğin ve çelişkinin yer almadığı
kesindir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın kudret kaleminden çıkan hef şey düzenli, plânlı
ve programlıdır.
Öyle ki, «hak»
kavramı, sözlük olarak : Denge, uyum, düzen, hatasızlık, tıpatıp uygunluk,
gerçeği olduğu gibi yansıtma gibi manalara delâlet eder. O bakımdan da Kur'ân
bütünüyle haktır. Getirdiği yüksek aile sistemiyle, hukukî yapısıyla, Allah ve
âhiret kavramlarıyla, ilmî esaslarıyla hep hakkı ve doğruyu söyler; uygun olanı
emreder.
Bilindiği gibi, ilmî
araştırmalar ilerledikçe hep Kur'ân'ı doğrulamakta; Onun kusursuz bilgi
verdiğini ortaya koymaktadır.
Özetliyeaek olursak,
diyebiliriz ki : Kur'ân-ı Kerîm münhasıran insandan yana indirilmiş ve onun
her iki hayatıyla alâkalı bütün hüküm, prensip ve tavsiyeleri beraberinde
getirmiştir. Onu kısaca tarîf etmemiz gerekirse, şu sözü kullanabiliriz: Kur'ân
insanın ruhî, bedenî yapılarına uygun düşeni, yararlı olanı emretmekte; onun bu
iki yapısının özelliğine ters düşen şeyleri yasaklamakta ve insan hayatının
her bölüm ve safhasıyla içice bulunmaktadır.
Nitekim ilgili 41.
âyetle müşriklerin Allah hakkındaki noksan bilgileri kasdedilerek Kur'ân'ın
«hak» özelliği üzerinde durulmakta ve onun bu özelliğiyle Allah'ın varlığına,
birliğine; eşi, ortağı bulunmadığına; putların bâtıl, anlamsız, cisimler
olduğuna sıhhatli bir delil ve belge gösteriliyor. Zira bir benzerini vücuda
getirmenin beşer kudretini aştığını aklı eren insaflı ve araştırıcı bütün ilim
adamları belirtmişlerdir. Bin dört yüz yıl önce getirdiği ana fikirler, temel
bilgiler onun bu kudretini isbatlamakta ve insan kafasının ürünü olmadığını en
kesin çizgileriyle ortaya koymaktadır, [68]
Yukarıdaki âyetlerle,
putları Cenâb-ı Hakk'a ortak koşan Mekkeli müşriklerin çoğunun Allah hakkında
az da olsa bilgilerinin bulunduğuna değinildi ve arkasından düşüncelerini
yönlendirme metodu uygulandı. Başarıya erişip İslâm meşalesini yakmanın çok
yakın olduğuna işaretle, müşriklere son uyarılar yapıldı ve Kur'ân'ın
bütünüyle hak üzere indirildiği açıklanarak Onun insanın maddî ve manevî
yapısına şifa verecek, denge sağlayacak hükümleri getirdiğine dikkatler
çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
uyku ve ölümle ilgili düzenleme konu edilmekte; bu iki olay üzerinde durmamız
istenmektedir. Sonra da Allah'a ortak ko-şaniar ve putları şefaatçi kabul
edenler uyarılmakta; her şeyin dönüşünün ancak Allah'a olacağı
hatırlatılmaktadır. Arkasından İslâm'a karşı çıkıp bâtılı savunanlara
seslenilmekte ve dönüş yapmadıkları takdirde âhiret gününde gereken hükmün
verileceği bildirilmektedir. [69]
42— Allah, ölüm anında canlan alır. Ölmeyenin de
uykuda canını alır. Üzerine ölüm hükmettiğini alıkor, diğerini ise belirlenmiş
bir vakte kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünebilen bir millet için
belgeler, öğütler ve ibretler vardır.
43— Yoksa Allah'ı bırakıp da şefaatçiler mi
edindiler?! De ki: «Ya onlar hiçbir şeye sahip değillerse ve akıl da
erdîremiyorlarsa?...»
44— De ki: «Şefaatin tamamı Allah'a aittir (O'nun
iznine bağlıdır). Göklerin ve yerin mülkü (ve tasarrufu münhasıran) O'nundur.
Sonra O'na döndürüleceksiniz.»
45— Ne zaman Allah, bir olarak
anılırsa, Âhiret'e inanmayanların
kalpleri nefretle tiksinir. Allah'tan başka ilâhlar anıldığında ise, için için
sevinip yüzleri güler.
46— De ki: «Ey gökleri ve yeri örneksîz, misalsiz
yaratan, ortada olanı ve olmayanı, görüneni, görünmeyeni bilen Allahım! Farklı
görüş ve iddialarda bulundukları hususlar hakkında kulların arasında sen hüküm
vereceksin.»
47— Eğer yeryüzünde olan (kıymetlerin) hepsi ve
bir misli de beraber o zâlimlerin olsaydı, kıyamet günündeki azabın
kötülüğünden kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi. Onların
hesaplayamadıkları şeyler Allah'tan kendilerine beliriverecek.
48— Kazandıkları amellerin kötülükleri ortaya
çıkar, alay ettikleri şeyler kendilerini her taraftan sarar.
«Sizden biriniz
yatağına gelip uzanacağı zaman geceliğinin iç kısmıyla yataği(nın çarşafını)
iyice silkip (temizlesin). Çünkü o, yatacağı yere nelerin gelip yerleştiğini
bilemez. Sonra da şöyle duâ etsin: «Ey Rabbıın, ancak senin isminle yanımı
yatağıma (döşeğime) koydum ve senin isminle kaldırırım. Eğer canımı çekip
alacaksan, bana rahmet eyle; eğer bırakıp almayacaksan, sâlih kullarını
koruduğun şeyle onu (beni) koru.» [70]
Ebû Seleme b.
Abdîrrahmân (R.A.) anlatıyor:
— Hz. Aişe (R.A.) validemize, «Resûiüllah
(A.S.) Efendimiz gece kalkıp namaz kılmak isterken, namazına ne ile başlardı?»
diye sorduğumda şunu söyledi. «Gece kalkıp namaz kılmak isterken şöyle
başlardı: «Ey Cebrail'in, Mîkâil'in, İsrafil'in Rabbı, gökleri ve yeri yokluk
karanlığını yarıp var kılan, gaybi ve hazırı bilen Allahım! Sen kulların
arasında ihtilâf ettikleri konular hakkında hükmedersin. İhtilâf edilen hususta
beni izninle hakka, doğruya eriştir. Şüphesiz ki sen dilediğini doğru yola
eriştirirsin,» [71]
Câbir b. Abdillah
(R.A.)den merfu'ân yapılan rivayette, Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'den şöyle
sorduğunu belirtmektedir:
— Ya Resûieliah! Cennetlikler Cennet'te uyurlar
mı? Resûiüllah (A.S.) ona şu cevabı vermiştir:
— Hayır, uyku ölümün kardeşidir. Cennet'te ölüm
yoktur, [72]
«Allah, ölüm anında
canları alır. Ölmeyenin de uykuda canını alır. Üzerine ölüm hükmettiğini
alıkor, diğerini ise belirlenmiş bir vakte kadar salıverir..»
Hayatımızın üçte
birini kapsayan uykunun sırrı henüz tam anlamıyla çözülmüş değildir. Bilimsel
araştırmalar bize bu konuda yararlı birtakım bilgiler toplayıp vermekteyse de
bu sim bütünüyle çözmüş sayılamaz.
Uykunun beyinden idare
edildiği bilinmektedir. O bakımdan vücudun hemen birçok organı bu olaya
katılır. Aynı zamanda yorulan beynimiz uyku ile dinlenmiş olur. Ancak uykunun
sırf beyni dinlendirmekle ilgili bulunduğunu söyleyemeyiz.
Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz, hadîs-i şerîfte ifadesini bulduğu gibi, uykuyu ölümün kardeşi
olarak vasıflandırmış ve İslâm ilim adamlarından bir kısmı bu hadîsin ışığı
altında uykuyu «küçük ölüm» diye tanımlamışlardır.
Bu konuda tefsîrcilerimiz
ve diğer ilim adamlarımız farklı birtakım yorumlarda bulunmuşlardır. Onları
özetleyip şöyle sıraya sokabiliriz:
a) İbn İsa ve el-Ferra'a göre ; Ölmeyenin vefatı
bir bakıma uykusudur.
b) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Uyku halinde
dirilerle ölülerin ruhları buluşurlar ve onlardan Allah'ın dilediği kadarı
tanışırlar, görüşürler. Ruhlar bedenlerine dönmek istedikleri zaman, Cenâb-i
Hak ölülerin ruhlarını ah-koyar, diğerlerini bedenlerine salıverir.
c) Hz. Aişe {R.A.) Vâlidemiz'e göre: Uykuya
dalanların ruhları henüz bedenlerine dönmeden gökte gördükleri rüyalar doğru
rüyalardır. Bedenlerine dönüp henüz tam yerleşmeden, o arada gördükleri
rüyalar şeytanların fısıltılarıdır ki onlar gerçek olmayan rüyalardır.
d) İbn Zeyd'e göre : Uyku da bir bakıma ölümdür.
e) Hz. Ömer'e (R.A.) göre : Uyku ölümün
kardeşidir. (Hadîste belir-:ildiği
gibi).
f) Tasavvufçulara göre : Uyku halinde ruhun
ibreleri misal ve melekût âlemlerine intikal eder ve misal âleminde, Âdem'den
kıyamete kadar olup biten şeylerin birer misaliyle karşılaşır, onlardan tesbit
edebildiklerini veya temas kurmaya izin verildiklerini karmaşık şekilde görür
ve beyne intikal ettirir. O bakımdan rüyanın yoruma ihtiyacı vardır. [73]
«Nefis» kavramı çok
yönlüdür. Bulunduğu konu ve yer aldığı cümleye göre birtakım farklı mânalara
delâlet eder: Hayvanı ruh, nefs-i natıka (insanî ruh), teneffüs edilen hava,
ferahlatıcı hava, şuur altındaki itici duygu bunlardan bir kısmıdır.
«Ruh» kavramı ise daha
çok şu manalara delâlet etmektedir: Nefis, hareket sağlayan, yararlı şeyleri
kendine doğru çeken, zararlı şeyleri savan iç kuvvet, hayat ve enerji, insanî
ruh ve hayvanî ruh.
Ayrıca insanlara
ilhamda bulunup manevî hayat havası veren meleklere; ölüleri dirilttiği,
hastalara şifa verdiği için İsa Peygamber'e (A.S.); uh-revî hayat verip nefis
ve duygulan yönlendirdiği için Kur'ân'a da «ruh» denilmiştir.
Bütün bu
açıklamalardan, insanda iki ayrı ruhun var olduğu anlaşılıyor: Hayvanî ruh ve
insanî ruh. Birincisi, menide canlı varlık olarak oluşan spermada ve ana
rahmine intikal ettikten sonra, -insanî ruh gelip yerleşin-ceye kadar- alâka ve
mudğa dönemlerinde mevcut olan ruhtur. Bu, sadece hayat ve canlılık belirtisi
taşır. İkincisi, sperma, ana rahminde yumurtayla birleşip çoğaldıktan ve insan
şekline girip düzenini aldıktan sonra yüoe âlemden gelip yerleşen ruhtur.
İnsanî ruhun bedenle ve hayvanî ruhla üç ayrı ilgisi söz konusudur. İkisi
ölmeden önce, birisi ise ölüm olayından sonra varlığını sürdürür. Ölmeden
önceki iki ilgisinden biri açık, diğeri kapalı diye bir ayrım yapabiliriz. Uyku
olayı meydana gelince, ruhun açık ilgisi kesilir, sadece kapalı ilgisi kalır.
Ölüm olayı meydana gelince, ruhun hem açık, hem de kapalı ilgisi kesilir ve
böylece «hayvanî ruh» da bedenle birlikte ölüp hayatiyetini kaybeder.
Uyku durumunda eceli
gelenlerin ruhlarının acık ilgisiyle birlikte kapalı ilgisi de kesilir ve
artık kıyamete kadar bir daha o bedene dönüşü mümkün olmaz. Eceli gelmeyenin
ise, ruh, açık ilgisiyle de dönüp ilgisini sürdürür.
Âyette «ruhsun bu iki
özelliğine ve iki ayrı ilgisine işaret edilmektedir. Ruhun bedenle olan bir
üçüncü ilgisi daha vardır ki, bu, ölüm olayı gerçekleştikten sonra da devam
eder. Beden ister yanıp kül olsun, ister balık tarafından yutulup hazmedilsin,
ister toprak altında çürüyüp belirsiz hale gelsin ruhun onunla olan üçüncü
ilgisi kesilmez. Ancak bu ilgi ve irtibatın mahiyetini bilmemiz veya tarîf
etmemiz mümkün değildir. Zira bütünüyle fi-zikötesi bir olaydır. [74]
Bu iki kavram arasında
delâlet ve sonuç bakımından açık fark olmakla beraber, birini diğerine
yaktaştınct münasebet de vardır. Şöyle ki:
Uyku, kas
çalışmalarının durması, beyin çalışmasının önemli şekilde azalması; solunum ve
dolaşım sistemlerinin yavaşlaması, tansiyonun düşmesi, vüeut ısısının azalması
şeklinde tezahür eder.
Ölüm, bütün bunların
tatile uğrayıp hareket ve faaliyetlerinin kesilmesi olayıdır.
Bu tarife göre; Uyku
ile ölüm arasında bir yaklaşım söz konusudur. Zira uyku halinde «nefs-i natıka»
denilen «insanî ruh» bir bakıma bedendeki faaliyetlerini durdurur; onlardan
ayrılmış gibi olur. «Nefis» denilen «hayvanî ruh» ise, bedende kalır. Ölüm
anında her iki ruh birden bedeni terkeder.
Buna yakın bir diğer
yorumda İbn Abbas'ın (R.A.) bulunduğunu görüyoruz. Adı geçen diyor ki: «İnsanda
biri «nefis» (insanî ruh) [75]diğeri
de (hayvanî) ruh olmak üzere iki hayat
kaynağı vardır. Aralarındaki fark ise, güneş ile ışın gibidir. Nefis,
kendisiyle akledilen ve temyiz yapılabilen şeydir. Ruh (hayvanî ruh} ise,
kendisiyle hareket ve teneffüs sağlanılan şeydir. Ölüm olayında bu ikisi de
bedeni terkeder. Uyku olayında ise yalnız nefis, yani insanî ruh (açık ilgisini
kesip) terkeder.
Böylece 42. âyetin
delâlet ettiği mana ve hüküm kısmen anlaşılmış oluyor. Allah daha iyisini
bilir. [76]
Ecel: Sözlükte, bir
şey için belirlenen süre anlamına gelir. Bu manayla, malın bir süreye kadar
ödünç verilmesine, müşteriye vaade tanınmasına «deyn-i müeccel» denilir.
Böylece insan için belirlenen ömür süresinin son bulacağı sınıra da «ecel»
denilmiştir ki, ilgili âyette bu, «ecel-i müsemmâ» diye adlandırılmaktadır.
İlim adamlarından bir
kısmı, ister bir kaza sebebiyle, ister tabii ölümle ömrün son bulmasının bu
kavramın kapsamına girdiğini ve hepsine birden «ecel-i müsemmâ» denildiğini
belirtmişlerdir. Çünkü onlara göre, Allah'ın ilmi, kimin nasıl öleceğini
önceden tesbit edip ona göre herkesin ecelini takdîr etmiştir.
Diğer bazı ilim
adamlarına göre, biri «ecel-i müsemmâ», diğeri «ecel-i kaza» olmak üzere iki
ayrı ecel vardır. Tabii ölümle ömür süresini kazasız doldurup ölen kimse,
«ecel-i müsemmâ» ile ömrünü tamamlamıştır. Bir kaza neticesi ölen kimse, henüz
belirlenip takdîr edilen ömür süresini tamamlamadan ölmüş ve «ecel-i kaza» ile
hayata veda etmiştir. Bu, lambadaki gazın henüz bitmeden bir kaza sebebiyle
ışığının sönmesine benzetilmiş ve buna benzer birtakım yorumlar yapılmıştır.
Ehl-i Sünnet'e göre :
Ecel birdir. Böylece bu konuda Ehl-i Sünnet âlimleri hem Mu'tezile'nin, hem
felsefecilerin görüşünden farklı bir görüş ve yorum getirmişlerdir,[77]
«Şüphesiz ki bunda
düşünebilen bir millet için belgeler, öğütler ve ibretler vardır.»
Kur'ân-ı Kerîm'in
özelliklerinden biri de, insan aklına ve düşüncesine geniş yer vermesi ve
münasebet düştükçe bu iki açıdan insana seslenmesi-dir.
İnsanı yaratan Cenâb-ı
Hak, onu birçok yeteneklerle donatmış ve bunları, kâinat plânını anlayacak,
ilâhî düzeni bilecek, hayat kanunlarını tesbit edecek ölçüde ve özellikte
yaratmıştır.
Ruh, nefis, uyku ve
ölüm hakkında iyice düşünüp bazı olumlu sonuçlar elde etmemiz için bunların
ayrı tezahürlerine dikkatimizi çekmektedir. Böylece Hz. Ali'nin (R.A.)
anlatımıyla, güneş ışınlarının eşyayla olan ilgi ve irtibatı ne ise, ruhun da
uyuduğumuz zaman nefis ve bedenle ilgisi odur.
Bunu, günümüzde
gelişen elektrik akımıyla elektronik cihaz arasındaki ilgi ve irtibata
benzetebiliriz. Akımın cihazla iki değişik irtibatı söz konusudur: Biri,
akımın mevcudiyetini gösteren sinyal göstergesi; diğeri, cihazı çalıştıran
fonksiyonu..
Ruhun bedende
varlığını gösteren canlılık ve hayat belirtileri ve bedeni faal duruma getiren
fonksiyonel irtibatı..
Cihazla elektrik akımı
belli bir plân ve programla geliştirilip meydana getirildiği gibi, ruhla beden
de belli bir plân ve program eseridir. İşte Kur'-ân, insanla ruh, uyku ile ölüm
hakkında bu ve benzeri açılardan düşünmemizi; Cenâb-ı Hakk'ın bu varlıklar
üzerinde kendini gösteren yüksek kudretinin tezahürünü görüp anlamamızı ve
böyleee taklîdî imân çemberini kırıp tahkikî imân düzeyine çıkmamızı
emretmektedir. [78]
«Yoksa Allah'ı bırakıp
da şefaatçiler mi edinirler?! De ki: Ya onlar hiçbir şeye sahip değillerse ve
akıl da erdiremiyorlarsa?..»
Akıl nimetini doğru
yolda kullanıp eserden müessire geçiş sağlayan ve bu doğrultuda Allah hakkında
şüpheden uzak imân cevherine erişen olgun mü'minler, Allah'ın izniyle şefaatçi
olabilirler. Buna karşın, her türlü akıl ve düşünce nimetinden yoksun olup,
insanlar tarafından yontularak şekillendirilen putlar şefaatçi olabilir mi?
İnsanın bu derece alçalması ve aklını ters yönde kullanması şaşılacak şey değil
midir?
Kendi ruh ve nefsi,
uyku ve ölümü hakkında ilâhî düzenleme ve proğramı görüp anlayamiyacak kadar
körleşenler; düşünemiyecek kadar şaş-kınlaşanlar, Allah'ı inkâr etmekle önce
kendilerini inkâr etmiş olmuyorlar mı? Çünkü sanatkârın ortaya koyduğu sanat
eserini küçümseme, sanatkârı küçümsemeye; eserin değer ölçüsünü ve
mükemmelliğini görmemek, onu meydana getireni tanımamaya veya reddetmeye
delâlet eder. [79]
<De kî: ?efaatin tamamı
Allah'a aittir (O'nun iznine bağlıdır). Göklerin ve yerin mülkü (ve tasarrufu
münhasıran) O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»
Allah'a dönüş veya
O'na döndürülme, her iki hayatta reddi mümkün olmayan gerçeklerden bindir.
Dünya'da ne yana dönersek dönelim, nereye gidersek gidelim Cenâb-ı Hakk'ın
mülkünden dışarı çıkamayız ve O'nun eserinin ötesinde bir eser göremeyiz.
Ruhumuz da O'ndan gelmiştir; kendisine ait bedeni terkedince yine O'na dönmek
zorundadır. Âhiret'teki dönüşümüz de aneak O'na olacaktır. Zira Dünya da,
Âhiret de O'nundur, biz de O'nun kudretinin eseri olarak bulunuyoruz. [80]
«Ne zaman Allah, bir
olarak anıhrsa, Âhiret'e inanmayanların kalpleri nefretle tiksinir..»
İnsan nefsi, aklın ve
imânın kontrolünün dışında kalır da kendi başına buyruk olursa, onun arzu ve
heves dağınıklığı hiçbir sınır tanımadan faaliyetini sürdürmek ister. Bu
yüzden karşısına çıkan din, ahlâk ve örften nefret eder. Çünkü bu üç kavram da
kontrol, disiplin ve doğruya yönlendirmeyle içiçedir. Nefsin aşırılıklarının
önüne sed çekip onun duygu ve düşüncelerimiz üzerindeki saltanatını alaşağı
edip ruhumuzu imân ve irfanla yüceltip kuvvetlendirme, her bakımdan şehveti
meşru sınırlar içine almayı, imânla aklı hükümran kılmayı sonuçlandırır.
Nefislerini bu düzeye
getiremiyen inkarcı sapıklara, maddeci müşriklere, Allah'tan başka ilâh
olmadığı, canlı-cansız putların bâtıl ilâhlar olduğu söylendiğinde, bu sözü hiç
duymak istemezler ve nefretle yüzlerini başka tarafa çevirirler.
Böyleee Cenâb-ı Hak,
beyni inkârla şartlanmışların psikolojik durumlarını tasvir ederken, nefsin
kötülüklere iten bir iç kuvvet olduğuna dikkatlerimizi çekiyor ve bu konuda
bir olan, ortağı bulunmayan Yüee Kudrete imânın iyiye, doğruya, fazilete ve
meşru yola yönlendirici tesirine işarette bulunuyor. [81]
«De ki: EY 9ökIeri ve
yeri örneksiz, misalsiz yaratan, ortada olanı ve olmayanı; görüneni ve
görünmeyeni bilen Allahim..»
Allah göklerin ve
yerin «fâtır»ıdır. «fetr» kökünden türetilen bu sıfat, Kur'ân'ın altı yerinde
Cenâb-ı Hakk'a nisbet edilerek kullanılmakta ve sekiz yerinde de yine Cenâb-ı
Hakk'a izafe edilerek fiil şeklinde geçmektedir.
Fetr: Sözlük olarak
bir şeyi yarmak, koyunu iki parmakla sağmak, bir işe önce başlayıp açmak
manalarına gelen üç harfli bir masdardır. Sıfat olarak Allah hakkında, kök
manadan bütünüyle kopmamak suretiyle daha değişik manalara delâlet eder:
«Yokluk karanlığını yarıp kudretini izhar ederek gökleri ve yeri örneksiz ve benzersiz
yaratan» manası onlardan biridir ve en yaygın olanıdır.
Sıfatın bu açık
delâletinden, göklerin ve yerin daha önce yaratılmış bir benzeri olmadığı;
Cenâb-ı Hakk'ın Âdem'i yaratmayı murad edince bu düzeni ondan yana var kıldığı
anlaşılmakta ve başka bir yaratıcının söz konusu olamıyacağına işaret
edilmektedir.
O halde Âdem'den önce
başka Âdem yoktur. Şeyh Muhyiddin Arabi'nin, «Âdem'den önce birçok âdemler
gelip geçmiştir» sözü ise, yorum isteyen bir kapalılık arzetmektedir. İmam
Rabbânî (K.S.)nın buyurduğu gibi, bu, misal âleminde Âdem Peygamber'in (A.S.)
birçok misallerinin sıralandığına, yani Âdem Peygamber dünyaya getirilmeden
önce ve getirildikten sonra geçirdiği ve geçireceği safhaları yansıtan
misallerinin bir film şeridi gibi tesbit edildiğine işarettir.
O bakımdan madde âlemi
bir defada örneksiz ve misalsiz yaratılmıştır. Yaratılışının hikmeti ise, Âdem
(A.S.)ın yaratılmasıyla belirginleşip anlaşılmaktadır. [82]
«Allahım, farklı görüş
ve iddialarda bulundukları hususlar hakkında kulların arasında sen hüküm
vereceksin.»
Bilindiği gibi,
insanların hepsi aynı görüş ve inançta birleşmezler. Peygamberlerin
gönderilmesi, hakkı, doğruyu, iyiyi ve güzeli bildirmek ve öğretmek içindir.
Bununla beraber inançta birlik sağlamak mümkün olmamıştır. Çünkü o takdirde
sürtüşme, tartışma, inceleme ve bilimsel araştırma olmazdı.
O halde farklı inanç,
düşünce ve görüşlerin hemen her devirde ve çağda sahnede boy ölçüşmesi bir tez
ve antitez karşılaşmasından başkası değildir. Bu da toplumları sürükleyip
götürür ve farklı zümrelerin gelişmesine hız verir.
Oysa «hak» denilen
gerçek birdir, birkaç değildir. Farklı görüş, inanç ve iddiaların ortaya
çıkması, sonu gelmeyen mücadelelere sebep olmakta ve «hak» denilen doğrunun
kimin kalbinde ve dilinde bulunduğu, zaman zaman belirsiz hale gelmekte, çoğu
insanlar tarafından tefriki âdeta mümkün olmamaktadır. Öyle ki, her grup kendi
görüş ve inancının haklılığını savunmakta veya iddia etmekte, diğerlerini bâtıl
ve zararlı saymaktadır.
Şüphesiz böylesine bir
iddia aklın, sağduyunun sınırını aşıp hissin, ön yargının kapsamına girince
kişi iyice şartlanır. Böyle olunca da uzlaşma, anlaşma ve birleşme, sonra da
hep birden hakka yönelme yolları çoğuna tıkanır.
Kur'ân-i Kerîm bu
inceliğe değinerek, dünyada çözülmeyen bu ihtilâf ve iddiaların Âhiret'te
Allah'ın adaletine bırakılacağını; haklıyı haksızdan ancak O'nun ayırt
edeceğini ve gereken âdil hükmü ancak O'nun vereceğini bildirmektedir.
Böylece bâtıldan yana
şartlanıp saplandığı inanç ve ideali ön yargı haline getiren inkarcılarla
tartışmanın bir yaran olmayacağına, aksine zarar doğuracağına işaret edilerek,
hakkı savunanların kendi tezlerinin gücünü ortaya koyarken aklî ve bilimsel
delil getirmeleri hususunda ilhamda bulunuluyor; kırıcı, bozucu, dağıtıcı
tartışmalara girmemeleri dolaylı şekilde tavsiye ediliyor. [83]
«Eğer yeryüzünde olan
(kıymetlerin) hepsi ve bir misli de beraber o zalimlerin olsaydı, kıyamet
günündeki azabın kötülüğünden kurtulmak için onu fidye olarak verirlerdi..»
Kıyamet gününde
gerçekler ortaya çıkıp «hak» bütün parlaklığıyla be-lirginleşince, hisler
sönecek, şuurlar işlemeye başlayacak, akıllar harekete geçecek, ama neden
sonra.. Teklîf dönemi bitmiş, hesap ve karşılık görme dönemi başlamıştır.
Artık ne tevbenin, ne pişmanlığın, ne de teslimiyet göstermenin bir anlamı
vardır. İşlenen kötülükler, inkarcı suçluları çepeçevre kuşatacak ve o zaman
hepsi de dünya hayatını nasıl berbat ettiğini anlayacak.. [84]
Yukarıdaki âyetlerle,
ilâhî kudretin kusursuz düzenleme ve plânına delâlet eden uyku ve ölüm
olayları üzerinde duruldu. Tapınmak için şekillendirilmiş basit cisimlerden,
ilâhlaşttrılan canlılardan şefaat ummanın ilâhî azaba yol açacağı hatırlatıldı
ve her olayda Allah'ın yaratma kudretinin izlerini görmemize işaretle
dönüşümüzün mutlaka Allah'a olacağı haber verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
insanlardan çoğunun nankör ve dönek olduğu konu ediliyor. Gereken bütün
kaynaklan hazırlayıp insanoğlunun hizmetine ve istifadesine veren Cenâb-i
Hakk'ın rızık hususunda koyduğu kanunların tam denge ve düzende olduğu
belirtiliyor. [85]
49— İnsana bir sıkıntı dokununca bize duâ edip
yalvarır. Sonra kendisine katımızdan bir nîmet bağışlanıp verildiğinde, «bu
bana ancak (kazanma yolunu) bildiğim için verilmiştir.» der. Hayır o, bir
deneme ve sınavdır. Ama çoğu bilmezler.
50— Onlardan öncekiler de böyle demişti, ama elde
ettikleri şeyler kendilerine yarar sağlamadı, (kurtarıcı da olmadı).
51— Bu yüzden de elde ettikleri şeylerin
kötülükleri başlarına geldi. Bunlardan zulmedenlerin ise kazandıkları
fenalıkları başlarına gelecektir ve onlar (Allah'ı) âciz bırakacak (güce sahip)
değillerdir.
52— Bilmezler mi ki, Allah elbette rızkı
dilediğine genişletir ve kısıp daraltır. Şüphesiz ki bunda, imân eden bir
millet için belgeler, öğütler ve ibretler vardır.
«İnsana bir sıkıntı
dokununca bize duâ edip yalvarır,»
İçinde bulunduğumuz
şartların elverdiği nisbette yükselmek istiyorsak, önce az bilginin verdiği
gururdan sıyrılmasını ve düşüncemizin her şeyi kendi başına kavramaya yeterli
olmadığını bilmeliyiz. Bunun için Önümüzde uzanan hayat yolunun rastgele
hazırlanmadığını, olgunlaşmamız ve gerçekleri kavrayabilmemiz için çok ince
hesaplarla düzenlendiğini unutmamamız gerekir. O halde bu yolda hiç huzuru,
güvenle ve ümitle yürüyebilmemiz için, önce ruhumuzun gelişmesine,
olgunlaşmasına engel sayılan birtakım kötü alışkanlıkları, fena huyları
terketmek zorundayız.
Böyleoe sözü edilen
yolda insana dokunan dert, başına gelen kaza, eline geçen nîmet, yükseldiği bir
makam, eriştiği geniş servet gibi deneme ve sınav geçitlerini, Kur'ân-ı
Kerîm'de belirlenen ölçülere göre bir bir aş-mamız ve her geçiti geride
bırakırken biraz daha olgunlaşmamız söz konusudur.
Bu inanç ve düşüncenin
dışında nefsin ölçü tanımaz arzu ve istekleri doğrultusunda elde edilen
nimetlere ve erişilen servetlere gelince; Bunlar kişinin rengini, karakterini
ve imân ölçüsünü belirleyen birer mihenk sayılır. İnsan bunların altında yatan
sır ve hikmetleri idrâk edemiyerek her birini hayatın gayesi sanıp, başlangıç
noktasıyla bitiş noktası arasını böyle bir anlayış ve düşünceyle bitirirse,
bütün sınav ve denemeleri kaybetmiş olur.
Ama başına gelen dert
ve musibete; önüne çıkan kaza ve belâya, sıkıntı ve şiddete; elde ettiği mal
ve makama, Kur'ân-ı Kerîm adesesiyle bakarak imân güeünden kaynaklanan
irâdesini, dayanma gücünü ortaya koyar, nefsinin aşırılıklarını meşru sınırlar
içine alırsa, gerçekte hepsini birer lütuf ve rahmet olarak kendi lehine
çevirmiş olur.
O halde şükrü yerine
getirilmeyen ve aynı zamanda meşru sınırlar gözetilmeden elde edilen her
nimetin dış yüzü rahmet gibi görünürse de, iç yüzü sıkıntı ve azaptır. Bunun
aksine insanın olgunlaşmasından yana ortaya çıkan her sıkıntı ve belâ,
hikmetiyle değerlendirilip imân kuvvetiyle go-ğüslendiği takdirde, dış yüzü
birer azap görünümünde olsa bile, iç yüzü rahmet ve lûtuftur.
İnsanhğındaki kemal
ölçü ve mayasını idrâk etmeyip temeli zayıf, rengi şüpheli bir imanla hayat
yolunda yürüyen kimselere gelince: Onlar bu yolda ve geçitlerde hep aldanır ve
olayları ters değerlendirirler. Bu yüzden ilâhî sünnet gereği bir nîmete
eriştiklerinde, bunu ilâhî takdirin ötesinde kendi bilgi ve becerilerine
bağlarlar; tıpkı Karun'un eriştiği geniş serveti kendi bilgi ve becerisine
bağlaması gibi..
Başlarına bir dert ve
sıkıntı gelince de kusuru kendi bilgi, niyet ve anlayışlarında aramazlar ve
bir anda nankörlüğe yönelip Allah'ı suçlarlar. Dert ve sıkıntı peşpeşe gelip
zahirî yardım ve destekten mahrum kalınca da, ruhlarında mayalanan fıtrat
harekete geçip Allah'a yönelme ve O'na yalvarıp yakarma ihtiyacını duyarlar.
Sıkıntıyı atlatıncaya kadar bu yöneliş devam eder. Sonra tekrar Allah'ı unutup
eski şımarıklıklarını devam ettirmeye başlarlar.
İşte konumuzu
oluşturan 49 ve 50. âyetlerle bu gibilerin limanlarındaki sarsıntı ve zaafa
atıf yapılarak uyanda bulunuluyor ve gerçek mü'minlere de kaderin bir
safhasıyla ilgili sağlam bilgi veriliyor.
Mekkeli zengin şımarık
müşriklerle münafıkların karakteri hakkında bilgi verildikten sonra, 51. âyetle
daha önce kıssası anlatılan Karun'un tutumunun ve sonunun ne olduğu kapalı bir
misal şeklinde hatırlatılıyor. [86]
«B"n'ardan zulmedenlerin
ise, kazandıkları fenalıkları başlarına gelecektir ve onlar (Allah'ı) âciz
bırakacak (güce sahip) değillerdir.»
Âyetin açık
anlatımından, hayatta karşımıza çıkan her olayın ilâhî ilimle tesbit ve takdir
edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ancak unutmamak gerekir ki, ilâhî tesbît,
kulun mevcut imkânları ve yetenekleri değerlendirmesine ve elde edeeeği
sonuçlara bağlıdır. Zira Cenâb-ı Hak ruhları yarattıktan sonra insanların
yeryüzüne gelince kendi cüz'i iradeleriyle neler işleyeceklerini, bulundukları
şart ve ortamı ne ölçüde veya istikamette değerlendireceklerini yine ezelî
ilmiyle tesbit edip bilmiş ve bildiği üzere takdir etmiştir. Artık tesbit
edilen ne ise, onun değişmesi söz konusu değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'in ilmi
yanılmaz. Bununla beraber şu inceliği hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız:
Hayat yolunda birbirini izleyen olaylarda hakikî müessir Allah'tır. Zira her
olay, ilâhî plân ve programa göre oereyan eder; sünnetuilah doğrultusunda
ortaya çıkar. Meselâ ilâç, hastalıktan kurtulmak, şifa bulmak için bir
sebeptir; ama asıl şifâyı veren ve bunda müessir olan Allah'tır. Bitkilerde ve
diğer kimyasal maddelerde şifâ özelliğini yaratıp hazırlayan O'dur. Kimyacı,
varlıkta mevcut olmayan bir şeyi icad edemez. Edison'un dediği gibi, «en büyük
dâhi Cenâb-ı Hak'tır. O, fizik âleme mevcut kanunları koymasaydi, tesbit
edilebilen elementleri yerleştirmesey-di, ilim adamları ne yapabilirler veya
olmayanı icad edebilirler miydi?»
O halde Tabip, «ben
hastamı şifâya kavuşturdum», hasta da «tabip beni hastalıktan kurtarıp
sağlığıma kavuşturdu» dememelidir. Bu, hem nankörlüktür, hem de Allah'ın
eşyada câri kanunlarını inkârdır. Doktor da, ilâç da sadea© birer vasıtadır;
gerçek müessir ancak Allah'tır.
Onun için Cenâb-ı Hak,
kendi ölçü ve sınırlarını belirlemeyip ilâhî sınıra geçmeye özenen ve bu
açıdan büyük bir haksızlık işleyen zalimlere seslenerek «onlar (Allah'ı) âciz
bırakacak (güce sahip) değillerdir» buyurmakta, kudretinin her şeyi hazırlayıp
düzene soktuğuna işaret etmektedir. [87]
«Bilmezler mi ki,
Allah elbette rızkı dilediğine genişletir ve kısıp daraltır. Şüphesiz ki bunda»
imân eden bir millet için belgeler, öğütler ve ibretler vardır.»
Kâinatın hem her
parçasında, hem bütününde mutlak bir denge kanunu hâkimdir. Öyle ki
canlı-cansız her varlığın bu dengede yeri ve anlamı söz konusudur. Bunun aksini
iddia etmek mümkün değildir. Canlılar âleminden hayvanlar daha çok
birbirlerini yemek suretiyle hern yaşamlarını sürdürmekteler, hem de dengeyi
korumaktalar. Gerçi ilk bakışta onların birbirini parçalayıp yemesi insanı
üzmekte ve neden böyle saldırgan ve acımasız yaratıldıkları bir soru şeklinde
kafamızda oluşmaktadır. Ama ciddi şekilde bilimsel araştırma ve incelemeye
yöneldiğimiz takdirde, bunun böyle olmasının, -yukarıda da belirttiğimiz gibi-
hem canlıların türlerinin devamını sağlamaya, hem de aralarında denge kurmaya
yönelik bir uygulama olduğunu anlarız.
İşte rızık taksimi de
böyle.. Fakir kalmak veya zengin olmak sadece bir akıl, zekâ, beceri ve irâde
işi değil, kişinin içinde bulunduğu şart ve ortama göre bir denge kanununun
açık tezahürüdür de.. Toplumun zenginlere olan ihtiyacı nisbetinde, geçimini
el emeği, göz nuru ile kıt kanaat sağlayan dar gelirlilere de ihtiyacı vardır.
En zengin ülkelerde bile bu iki sınıfın mevcut olduğu bir gerçektir. Şüphesiz
bu, toplumun hayat ve geçim dengesini, işlerin düzenli ve sağlıklı yürümesini
sağlamaktadır.
Ancak sözü edilen
denge kanunu bir diğer yönüyle de, kişilerin görgü, bilgi, beceri ve
yetenekleriyle, aynı zamanda içinde bulundukları şart ve ortamla ilgilidir.
Çünkü sünnetullah sebepler zincirini oluşturur, sebepler de onları doğurur ve
bu düzenlemede de yine denge kanununun mayası bulunur.
Böylece Kur'ân-ı
Kerîm, ilâhî hükümleri, kanun ve sünnetleri kısaca ana fikir ve temel bilgi
mahiyetinde verir. Sonra da insan aklını, düşünce ve zekâsını harekete geçirip
gerçeği bulmasına yardımcı olur.
Âyetin son cümlesiyle,
«şüphesiz ki bunda inanan bir millet ipin belgeler, öğütler ve ibretler
vardır» buyurularak, asıl amaç belirtilmekte; ilâhî denge kanununu ve
sünnetullahı anlayabilmek için imânın ne kadar gerekli olduğu açıklanmaktadır.
Zira inanmayan kimsenin Kur'ân'ı tarafsız bir gözle okuyup araştırma ihtiyacı
duyması pek nadir olaylardan biridir. [88]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanların nankörlüğü ve kadir bilmezliği üzerinde durularak yönlendirici bir
misâl verildi. Gelip geçen ümmetlerden böylesine nankörlük yapıp inkâr ve
azgınlıkta ısrar edenlerin hak ettikleri cezaya çarpıldıklarına işaretle hem
Mekkeli putperestler, hem de yaşamakta olan maddeciler uyarıldı. Rızık
konusunda ise, mutlak bir denge kanununun hükümran olduğu dolaylı şekilde
haber verilerek, kâinatın her parçasında kendini gösteren dengeye bakmamız
ilham edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendilerine yazık edip günah işleyen kullara, dönüş yapıp pişmanlık duydukları
takdirde ilâhî rahmet ve gufranın yöneleceği açıklanıyor. Kıyamet olayı
meydana gelip dönüşü mümkün olmayan gün gerçekleşmeden, o günü düşünüp
hayatımızı ilâhî program düzeyinde tanzim etmemiz isteniliyor. Dünyada
kötülüklerden sakınanlar için mutlu gelecek hazırlandığı müjdeleniyor ve ilâhî
âyetleri, belge ve kanunları inkâr edenlerin mutlak zarar içinde
bulunduklarına dikkatler çekiliyor. [89]
53— De ki: «Ey kendilerine haksızlık edip ölçüyü
aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah elbette
bütün günahları bağışlar ve gerçekten O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
54— Sİze henüz azap gelmeden önce Rabbınıza
yönelip tevbe şuuru içinde O'na gönül verin ve O'na teslim olun. Aksi halde
yardım göremezsiniz.
55— Farkında olmadığınız halde ansızın size azap
gelmeden önce, Rabbınızdan size İndirilen en güzel söze (Kur'ân'a) uyun.»
56— Kişinin, «Allah'ın huzurunda yaptığım
eksikliklerden, kusurlardan dolayı yazıklar olsun bana; cidden ben alaya
alanlar arasında idim!» Diyeceği,
57— Veya «eğer Allah beni doğru yola
eriştirseydi, herhalde (O'ndan) korkup (fenalıklardan) sakınanlardan olurdum »
diyeceği,
58— Veya azabı gördüğünde, «benim için dönüş
olsaydı da iyiler arasında bulunsaydım » diyeceği (gün gelmeden, Kur'ön'a
uyun!).
59— «Hayır, sana âyetlerim geldi, sen onları
yalan saydın, büyüklük tasladın da kâfirlerden oldun» (denilecek).
60— Kıyamet günü, Allah'a karşı yalan
uyduranları, yüzleri kararmış bir halde görürsün. Cehennem'de, böbürlenip
büyüklük taslayanlar için bir konak yok mudur?
61— Allah (kötülüklerden) sakınanları,
kurtuluşları sebebi (olan imânları ve iyi amelleri) ile kurtarır. Kötülük
onlara dokunmaz ve onlar üzülmezler de.
İlgili âyetlerin iniş
sebebi hakkında dört ayrı rivayete yer verilmiştir:
1— İnkarcı
nankörlerden bir topluluk yıllar yılı küfür, sapıklık, zina ve diğer günahları
kat kat işledikten sonra, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e geldiler ve dediler
ki: «Bizi çağırdığın şey cidden güzeldir. Ancak Cenâb-ı Hak, «onlar ki Allah'la
birlikte başka ilâha tapmazlar, haklı bir sebep dışında Allah'ın haram kıldığı
canı öldürmezler, zina etmezler. Kim bunları işlerse cezaya çarptırılır»
buyurmaktadır. Biz ise bu günahların hepsini tekrar tekrar işledik, ne
buyurursunuz?»
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [90]
2— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in amcası Hz.
Hamza'yı (R.A.) öldüren Vahşi, İslâm'a girmek istiyordu. Furkan Sûresi'nin 68,
69. âyetlerini duyduğu için bağışlanmıyacağini düşünerek durumunu Hz.
Peygamber'e (A.S.) arzetmişti. Bunun üzerine Furkan Sûresi'nin 70. âyeti
inmiştir ki, orada şöyle buyurulmaktadır: «Ancak tevbe edenler, dosdoğru imân
edip iyi yararlı amellerde bulunanlar müstesna. İşte Allah bunların kötülüklerini
iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.»
Vahşi bu âyeti
öğrenince içinde ağır şartların bulunduğunu söyleyerek ümitsizlikten
kurtulamadığını belirtmiş ve o sebeple Nisa Sûresi 48. âyet indirilmiştir:
«Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka
(günahları) dilediği kimseler için bağışlar.»
Buna rağmen Vahşi'nin
yine ümitsizliği zail olmamıştı. Çünkü âyette, «Allah dilediği kimseler için
bağışlar» buyurulmaktadır. Kesin bir bağışlamadan söz edilmiyordu. Bunun
üzerine konumuzu oluşturan 53. âyet inmiştir. Böylece Vahşi'nin şüpheleri
giderilmiş ve İslâmiyeti din olarak seçmesine engel bir şey kalmamıştı. O da
gönül huzuruyla gelip son dini seçmiş oldu. [91]
3— lyaş b. Ebî Rebi'â, Velîd b. Velîd ve
Müslümanlardan birkaç kişi hakkında inmiştir. Bunlar İslâmiyeti din olarak
seçtikten sonra, birtakım fitnelere bulaştılar, bazı yolsuzluklarda bulundular,
kirli işlere girdiler. Sonra da bir daha bağışlanmıyacaklannı sanarak
İslâmiyeti büsbütün terket-tiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi ve Hz.
Ömer (R.A.), Resûlül-lah'ın (A.S.) emrine uyarak bu âyetleri yazıp onlara
gönderdi. Tatmin oldular ve hepsi de gelip yeniden İslâm'ı din seçerek derin
bir pişmanlık duydular. [92]
4— İbn Ömer
(R.A.) diyor ki: «Biz daha önee işlediğimiz her iyiliğin makbul olduğunu
söylerdik. Sonra, «Allah'a itaat ediniz, Peygamber'e itaat ediniz de
amellerinizi boşa çıkarmayınız» âyeti indi. Biz kendi kendimize, amelleri boşa
çıkaran tek şeyin, büyük günahlar ve birtakım hayasızca fiiller olduğunu
düşünüyorduk ve böyleoe bir arkadaşımızın günah işlediğini duyunca, «Eyvah!
Helak oldu» diye üzülmeye başlıyorduk. Bunun üzerine ilgili âyet indi. [93]
«Canımı kudret elinde
tutan zata yemin ederim ki, günah işler ve günahınız gökle yer arasını
dolduracak duruma gelir, sonra da Allah'tan bağışlanmanızı dilerseniz, elbette
O sizi bağışlar.
Muhammed'in canını
kudret elinde bulunduran zata and olsun ki, sizler günah ve hatâ işlememiş
olsaydınız, elbette Allah, günah ve hatâ işleyecek bir kavim yaratıp getirirdi
de onlar günah işledikten sonra Allah'tan bağışlanmalarını dilerlerdi ve Allah
onları bağışlardı.» [94]
Açıklama :
Hadîs-i Şerifle,
insanlar günah işlemeye teşvik ve tahrik edilmiyor; peygamberler hâriç, günahsız
insan bulunmayacağına işaret edilerek, hılkatı-mızdaki özelliğe dikkat
çekiliyor ve günaha iten nefis kuvvetiyle İblîs'in sinyallerinin tesirinde
kalınabileceği hatırlatılıyor.
Ashab-ı Kirâm'dan Ebû
Eyyûb el-Ansarî (R.A.) vefat edeceği sırada şöyle demiştir: «Bugüne kadar
Peygamber (A.S.) Efendimiz'den duyduğum hadîsi gizli tutup size açıklamadım.
Efendimiz şöyle buyurdu: «Eğer siz günah işlememiş olsanız, Allah günah işleyen
bir kavim getirirdi de (onlar günahlarından dolayı bağışlanmalarını dilerlerdi,
O da) onları bağışlardı.» [95]
«De ki: EY indilerine
haksızlık edip ölçüyü aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin..»
Yukarıdaki âyet ve
hadîslerin açık delâletinden, bütün günahların bağışlanacağı anlaşılmaktadır.
Ayrıca Cenâb-ı Hak, Kur'ân'm neresinde «ibâ-dî» yani «kullarım» diye bir söze
yer vermişse, mutlaka ondan mü'min kullarını kasdetmiştir. Bu durumda âyetin
zahirî delâleti, dinde ümitsizliğe yer verilmediğini ve «çünkü Allah elbette
bütün günahları bağışlar» cümlesiyle de küçük-büyük bütün günahların
affedileceğini göstermektedir. Ancak her konuda olduğu gibi, bu konuda da diğer
âyet ve hadîsleri biraraya getirip asıl çıkarılacak hükmü konunun bütünlüğü
içinde değerlendirmemiz gerekir, aksi halde yanlış bir sonuç ortaya çıkar ve
murad-i ilâhî hakkıyla kavranmış olmaz.
Önce «israf»ın delâlet
ettiği manaya bakalım-. Kişinin haddi aşar ölçüde işlediği her iş; kazandığı
malı lüzumundan fazla, ihtiyaç fazlası harcaması; durmadan günahlara dalması
israf kapsamına girer.
Bütün bu günahlar ve
aşırılıklar iki grupta toplanır:
a) Cenâb-ı Hakk'ın hakkına tecavüz,
b) Kulların haklarına tecavüz.
Her ikisi de bazı
şartlarla bağışlanabilir: Birincisi, ciddi pişmanlık duyup tevbe ve
istiğfarla; ikincisi ise, yine ciddi pişmanlıkla beraber tecavüz edilen haklan
asıl sahiplerine ödeyip helâllaşmak ve hemen arkasından tevbe ve istiğfarda
bulunup bir daha o gibi günahları işletnemeye azmetmekle..
Aksine bir yol tutup
ilâhî rahmet ve mağfiretten ümit kesmek suretiyle, aynı günahlara devam etmek
son derece sakıncalı ve tehlikeli sonuçlar doğurur. Her şeyden önce imân
sınırından uzaklaşması söz konusudur. Zira ümitsizlik devam ettiği takdirde insanı
küfre kadar sürükleyebilir. Bununla beraber imânını koruyup günahkâr bir insan
olarak ölen kimsenin âhirette cezasız bırakılacağı düşünülemez. Özellikle
üzerinde kul hakları varsa, onların affedilmesi mümkün değildir. Zira davacı
Allah değil, hak sahibi olan kullardır. Allah ise, ancak adaletle hükmeder. [97]
Kur'ân-i Kerîm,
insanın yaratılışındaki özelliğini dikkate alarak, mü'min de olsa kişinin
günah işleyebileceğine işarette bulunmakta ve peygamber dışında hiç kimsenin
bütünüyle günahtan korunup uzak kalmasının söz konusu olamıyacağıni dolaylı
şekilde bildirmektedir. Buna karşılık Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve mağfiret
kapısının, tevbekâr kullarına bazı istisnalarla her zaman açık tutulduğunu
ilham etmektedir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin «Siz günah işlemeseydiniz, Cenâb-ı Hak günah işleyen bir kavim
getirirdi de onları bağışlardı» mealindeki hadîsi, tamamıyla insanın hayvanî
ve melekî iki zıd duygularla donatıldığına, yani insanın manevî yapısında bu
iki ayrı sıfatın bulunduğuna; o bakımdan günahlardan tamamıyla kurtulmanın bir
bakıma imkânsızlığına; nefsanî duygunun her vesileyle günahlara yönelikliğine
işarettir.
O halde günahla sevap
arasında mekik dokuyan mü'minlerden, imkân nisbetinde günahlardan kaçınmaları,
hiç değilse asgariye düşürmeleri; ona nisbetle iyiliklerini, sevap ve
faziletlerini artırmaları istenmekte ve günahtan sonra pişmanlık duyup dönüş
yapanların bağışlanacağı müjdelenmek-tedir. [98]
Âyet-i Kerîmede
«kendilerine haksızlık edip ölçüyü aşan kullarım!» şeklinde bir anlatıma yer
verilmiştir. Bu, kişilerin işledikleri günah ve aşırılıktan dolayı Allah'a bir
zarar veremiyeceklerîne; ancak kendilerine zulmedip geleceklerini karanlığa
çevireceklerine işarettir.
O halde Allah'ın emir
ve yasaklan, her yönüyle insanın iki hayatının huzurlu, mutlu ve güvenli
olmasına yöneliktir. Zira O'nun hiç kimsenin ibâdet ve tevbesine ihtiyacı
yoktur. [99]
Âyette, «Allah'ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin» şeklinde bir emir yer almaktadır. Tavsiyeyi
gerektiren bir kayıtla bağlı olmadığı takdirde «emir» vücubu gerektirir; yani
Allah'a, O'nun rahmet ve gufranına ümit bağlamak farzdır; bunun aksine bir
inanç ve tutum hem günah, hem de küfre yakınlıktır. O çok yüce kerem sahibi,
kullarını ümitsizlikten men'eder-ken, mutlaka kerem ve gufranda bulunacağını
va'dediyor demektir. Nitekim âyetin son kısmında «O, çok bağışlayan, çok
merhamet edendir» şeklinde çevirisini yaptığımız, «înnehu
huve'l-ğafûrü'r-rahîm» cümlesiyle Cenâb-ı Hak, gufran ve rahmeti kendine
hasretmektedir. O, bununla başka-' sının Gafur ve Rahîm olmadığını, yani
Allah'tan başka hiç kimsenin günahları bağışlama yetkisi bulunmadığını
hatırlatmakta; papazların günah-lan affetmesinin bâtıl bir inanca dayandığına
işarette bulunmaktadır. [100]
(<Sîze henüz azap
gelmeden önce Rabbınıza yönelip tevbe şuuru içinde O'na gönül verin ve O'na
teslim olun.»
Allah'ın kudretinin
yüceliğine delâlet eden belgelerden bir kısmı sıralanıp kendine ve çevresine
inkâr ve azgınlıklarıyla haksızlık edenlerin elîm bir azaba nasıl
sürüklenecekleri anlatıldıktan ve insanın nîmet ile.müsîbet karşısında nasıl
ters dönüşler yaptığı belirtildikten sonra, ilâhî rahmet ve mağfirete davet
yapılmakta ve arkasından insana yakışan üç vasıf sıralanarak yaratılışın amacı
üzerinde durulmaktadır.
Üç emir, üç sıfat:
1— İnâbet,
2— Teslimiyet,
3— En güzel söze uymak.
İmân temeli üzerine
kurulan bu üç emrin delâlet ettiği sıfatlar, insanın yaratılış hikmetini ve
insan olmanın anlamını öğretmektedir. Zira gerçek imân : İbâdet, itaat, zikir
ve fikirle Allah'a dönüp yönelmeyi; her yerde ve her zaman olaylar karşısında
ilâhî sünnetin şaşmazlığını düşünerek O'na teslimiyette bulunmayı ve insanlığın
mutluluğundan yana indirdiği o en güzel söz olan kitaba kayıtsız, şartsız
uymayı ister.
Birbirini tamamlayan
bu üç vasıftan tecrit edilen imân, baştıbaşma bir değer olmakla beraber,
kıyamet gününde kulun azapsız, cezasız kurtulması için yeterli değildir.
O sebeple Cenâb-ı Hak,
mü'min kullarına, ölmeden önce sözü edilen üç emrin gereğini yerine
getirmelerini bildirmekte ve ilâhî rahmetinin böyle bir sonuea varmalarını
gerekli gördüğüne işarette bulunmaktadır.
Belirtilen üç emir
yerine getirilmeden ansızın bir kaza karşımıza çıkabilir ki, o takdirde her
şey bitmiş olur. Zira biz insanlar hayata, tabir caizse pamuk ipliğiyle bağlı
bulunuyoruz, onun ne zaman, nerede kopacağını önceden bilmemiz söz konusu
değildir. Böyle bir durumda artık ne pişmanlığın anlamı kalır, ne de yardım
görebiliriz. O halde insan önce kendine yardım etmeli, hilkatinin amaç ve
hikmeti doğrultusunda kendini düzene sokmalıdır ki, ilâhî yardıma lâyık
görülebilsin. Kendine yardım etmeyenlere gelince: Onlar âhirette üç ayrı
hasret ve nedamet ateşinde yanmaya mâruz kalırlar:
1— Allah'a karşı işledikleri kusurlarından
dolayı pişmanlık duyup kendini durmadan kınar.
2— «Kendime yardım etseydim de Allah o sebeple
beni doğru yola eriştirseydi; O'ndan korkup kötülüklerden kaçınsaydım da O bana
rahmet ve gufran kapısını açsaydı» diyerek durmadan hayıflanır.
3— Azabı görünce, dünyaya dönüşün mümkün
olmasını temenni ederek; iyi yararlı ve Allah'tan korkan kişiler arasında
bulunup onlardan biri olmayı arzular ve bu fırsatı kaçırdığına durmadan üzülür. [101]
«Hayır, sana âyetlerim
geldi, sen onları yalan saydın, büyüklük tasladın da kâfirlerden oldun
(denilecek),»
Kur'ân her âyet ve
cümlesiyle ilâhî kudretten kaynaklanıp gelen bir belgedir. Onu ancak, imân
gözüyle bakanlar, insaf eleğiyle eleyenler anlayabilir.
Varlık âlemi her
yönüyle Hakk'ın varlığına, birliğine, benzersizliğine delâlet etmekte ve her
parçasıyla O'nun kudret fırçasının rengini taşımaktadır. Böylece her şey ilâhî
emre uyarak yaratıldığı gayeye yönelmiştir. Güneş kendinden istenileni; hava
kendinden beklenileni; denizler kendilerinden arzulananı vermektedir. Evet her
şey bu hikmet düzeyinde hizmetini sürdürmektedir. Canlılardan her tür, genetik
kodda kayıtlı bulunan kalıtıma bağlı kalmakta, her biri kendi benzerini vücuda
getirmektedir.
Yüce ve sonsuz
kudretin yarattığı eşyada uyumsuzluk, dengesizlik olmadığı gibi, türlerin
birbirine karışması veya türden türe geçilmesi de söz konusu değildir. O
bakımdan hiçbir sistem ve türde düzensizlik düşünüle-mez, Bunlardan birinde bir
düzensizlik meydana gelmişse, mutlaka insanların bilgisizce müdahalesinden
kaynaklanmıştır. Böylece varlık âleminde ilâhî denge ve düzeni yer yer bozan,
insanların bilgisizliği ve inançsızlığıdır. Örneğin son yıllarda «ozon gazı»nın
birtakım bilgisizce müdahalelerden dolayı her yıl biraz daha azalması, güneşten
gelen kısa dalga boylu ve dolayısıyla yüksek enerjili morötesi (ultraviolet)
ışığın büyük bölümünü süzerek dengeyi sağlamakta iken, buaün o dengeyi tam
sağlayacak oranda olmadığını ortaya çıkarmıştır. Öyle ki önlem alınmadığı
takdirde çok tehlikeli olan morötesi ışınlar doğrudan, yani filitre görevi
yapan ozon tabakasının yokluğundan veya tesirinin azalmasından dünyaya ulaşır
ve başta cilt kanseri olmak üzere birtakım tehlikeli sonuçlar doğurur. [102]
Böylece Kur'ân,
kâinatı plân ve programıyla kendinde taşımakta, ondaki kusursuz düzen ve
dengeyi bütünüyle formüle edip yansıtmaktadır. Her âyeti, mükemmelliğin ve
doğruluğun anahtarıdır. Onu yalanlamak, gerçeği, doğruyu, mükemmelliği
reddetmek olur. İdraki örten kibir ve gururun tabii ürünü sayılır. O bakımdan
59. âyetle Kur'ân'ın bu özelliği belirtilerek inkarcılara ve şüphecilere
söylenecek sözün ne olacağı bildiriliyor. [103]
<kotülüklerden)
sakınanları, kurtuluşları sebebi (olan imân ve iyi amelleri) İle kurtarır.
Kötülük onlara dokunmaz ve onlar üzülmezler de.»
Ashab-ı Kirâm'dan İbn
Mes'ûd (R.A.)ın şöyle dediği rivayet edilmektedir:
— Allah'ın kitabında
en azametli âyet, «Allahu lâ ilahe illâ huve'1-Hay-yü'l-Kayyûm»dur. Hayır ve
şer yollarını en çok kendinde toplayıp yansıtan âyet, «İnne'llahe ye'müru
bi'l-âdli ve'I-ihsan» âyetidir. En ferahlatıcı âyet, «Kul ya ibâdiyye'llezîne
esrefû alâ enfüsihim lâ taknetû min rahmetillah» âyetidir. Aynı zamanda «ve nünecciye'llahu..»
âyetidir. En çok Allah'a teslimiyeti, güvenmeyi ve dayanmayı yansıtan ise,
«vemen yettakillahe yec'âl lehü mahracan.,» âyetidir. [104]
Yukarıdaki âyetlerle,
akla ve sağlam idrâke seslenilerek gereken belge ve malzeme verildi.
İnkarcılar kınandı; inkârın doğuracağı zararlar ve getireceği azaplar çok
duyarlı bir anlatımla işlendi. İmanın ise mutlak anlamda mutluluk olduğu
belirtilerek mü'minler parlak bir gelecekle, sonsuz saadetle müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın
yüksek kudretine, mutlak tasarrufuna değinilmekte ve insanların mutluluğundan
yana bütün kaynakların anahtarlarının Allah'a ait olduğu bildirilmektedir.
Sonra da Allah'tan başkasının ibâdet edilmeğe lâyık olmadığı konu edilerek,
O'na ortak koşmanın elîm bir zarara yol açacağı hatırlatılmaktadır. [105]
62— Allah her şeyin yaratanıdır. O, her şey
üzerinde vekildir.
63— Göklerin ve yerin (hazinelerinin) anahtarları
O'nundur. Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ise, asıl zarara uğrayanlar onlardır.
64— De ki: «Ey Câhiller! Siz bana Allah'tan
başkasına ibâdet etmemi mi emrediyorsunuz?!»
65— And olsun ki, sana da, senden önceki
(peygamber)(ere de şöyle vahyolundu: «Eğer Allah'a ortak koşarsan, şüphen
olmasın ki, amelin boşa gider ve zarara uğrayanlardan olursun.»
66— Hayır, ancak Allah'a kulluk et ve
şükredenlerden ol..
67— Onlar, Allah'ı (O'nun kudret ve yüceliğini,
denge ve düzenini) hakkıyla takdir edemediler. Oysa yeryüzü kıyamet günü O'nun
kudret avu-cundadır. Gökler de O'nun (kudretini temsil eden) sağ elinde
katlanmış olacak. O, (inkarcı nankörlerin) ortak koştuklarından yücedir,
münezzehtir.
Allah'a ortak koşan
inkarcılardan bir grup, ResûtüNah (A.S.) Efendi-miz'e gelerek şöyle öneride
bulundular: «Ya Muhammedi Sen bizim tanrılarımıza ibâdet et, biz de senin
ilâhına ibâdet edelim.» Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. [106]
Buharî'nin tesbit ve
rivayetine göre : Kitap ehlinden birkaç ilim adamı, Hz. Muhammed'e (A.S.)
gelerek dediler ki: «Ya Muhammedi Biz (kendi kitabımızda) şunu görüyoruz:
Allah gökleri bir parmak üstünde, yeri bir parmak üstünde, ağaçları bir parmak
üstünde, suyu ve toprağı bir parmak üstünde, diğer yaratıkları da bir parmak
üstünde bulundurmakta ve «gerçek hükümdar benim» demektedir.
Onların bu sözünü doğrular
anlamda Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ön dişleri görünecek şekilde güldü ve sonra
67. âyeti okudu. [107]
«Allah kıyamet gününde
gökleri katladıktan sonra onları sağ elinde tutar; sonra da şöyle buyurur:
«Hükümdar olan ancak benim. Zorbalar, büyüklük taslayanlar nerede?» Sonra
yerleri katlayıp sol eline alır ve «hükümdar olan ancak benim. Zorbalar ve
büyüklük taslayanlar nerede?» buyurur.» [108]
«Cenâb-ı Hak yeri
elinde tutar, göğü de sağ elinde katlayıp tutar. Sonra da şöyle buyurur: «Hükümdar
olan ancak benim. Yeryüzünün hükümdarları nerede?» [109]
«Allah her şeyin
yaratanıdır..»
Aynı sûrede Allah'ın
gökleri ve yeri yokluk karanlığını yarıp varlık alanına getiren olduğu «fâtır»
sıfatı ile kısaca bildirilirken, konumuzu oluşturan 62, 63. âyetlerle bu sıfat
biraz daha açıklanıyor. Kur'ân'da sık sık rastlanan gökle yer kavramı, eşyanın
iki tarafını anıp tümünü kasdetmeye yönelik bir mecaz-i mürseldir.
Allah (c.c.) öncesiz
olup her şeyin evveli olduğuna göre, var kılınan eşya münhasıran O'nun
kudretinin eseridir, Hilkat kanunu O'ndan başkasına nisbet edilemez. Çocuk
ister ana rahminde, ister ilâhî düzenlemeye aykırı olarak tüpte oluşsun, hilkat
kanununun dışında düşünülemez. Çünkü erkekte spermanın, kadında yumurtanın
oluşması, bu kanunun gereğidir. Ne var ki ceninin ana rahminde normal nikâhla
oluşması meşrûilik ar-zetmekte; başkasının spermi alınıp ana rahminde aşılanma
yapılması ise bu meşrûilik dışındadır.
Olayları sebep ve
illetlere; sebep ve illetleri ezelî plân ve programa bağlayan Cenâb-ı Hak'tır.
O halde her şey O'nun eseridir; her olay O'nun ilmine ve plânına uygun meydana
gelir ve denge korunur. Bazan insanların ya kasıtlı, ya da bilgisizce elinin
uzanmasıyla birtakım dengesizlikler meydana gelir ve bunun doğuracağı
sıkıntıya da elbette ki insanların katlanması gerekir. [110]
«O, her şey üzerinde
vekildir.»
Cenâb-ı Hak kâinatı
ezelde takdir buyurduğu düzende yaratıp tam dengede tuttuktan sonra, onu kendi
haline terketmemiştir. Öyle ki, ezelî plânın sağlıklı yürümesi için şaşmayan
kanunlar koyup her şey üzerinde mutlak koruyucu, gözetici ve devam ettirici
bulunduğunu açıklamakta ve ona göre mevcut düzen üzerinde düşünmemizi ilham
etmektedir. Böylece başkasının müdahale hakkı ve yetkisi bulunmadığına, kendi
tasarrufunu insanlara bırakmadığına işarette bulunarak, bu konudaki yanlış
inançları reddetmekte ve en sıhhatli bilgiyi vermektedir.
O halde, «O her şey
üzerinde vekildir» cümlesiyle, Allah'ın kâinat üzerinde koruyucu, düzenleyici,
yürütücü ve yegâne tasarruf sahibi bulunduğu şüpheden uzak bir anlatımla bize
öğretilmektedir.
Bu durumda «sâhib-i
zaman», «vekîl-i mutasarrıf» diye yetkili bir kimsenin bulunmadığı kesinlik
kazanır; yani fanilere böyle bir kudret verildiği söylenemez. Hz. Muhammed'e
(A.S.), Büyük Ruh Melek Cebrail'e verilmeyen bir yetkinin başka bir fâniye
verilmesi elbette ki düşünülemez.
Kudrette eşi, hılkatta
benzeri, tasarrufta ortağı, vekillikte yardımcısı olmayan Allah her türlü
noksanlıktan, acizlikten pak ve münezzehtir. [111]
«Göklerin ve yerin
(hazinelerinin) anahtarları O'nundur.»
«Anahtarlar» diye
çevirisini yaptığımız «makalîd» kelimesine yer verilmiştir. Farsçadan Arapcaya
geçtiği söylenir. «ıklid» ismi Türkceye geçip «kilit» şeklîni almıştır Bu
tesbite göre, âyetteki «mekalîd», kilitler, anahtarlar anlamına geldiği gibi,
«hazineler» manasına da geldiği lûgatcılarca belirtilmiştir,
Göklerde ve yerde
insanoğlu için hazırlanan madenler, petroller, bitkiler, yağmurlar, atmosfer,
güneş ışını hep belli ölçülere göre birer hazine mahiyetinde hazırlanmıştır.
Her birinin yararlı olmasında mutlak surette hesap söz konusudur. İnsanlara
düşen, bu hazinelerden yeterince yararlanmasını bilmektir.
Bunca acık delil ve
belge ortada dururken, müşriklerin, Hazreti Pey-gamber'i (A.S.) putlara ibâdete
davetleri, şüphesiz ki koyu cehaletten kaynaklanmaktaydı. Nitekim Kur'ân,
küfrün de, sapıklığın da, her çeşit ölçüsüzlüğün de temelinde bilgisizliğin
yattığını bildirerek, Peygamber (A.S.) Efendimizin diliyle şöyle sesleniyor:
«De ki: Ey câhiller, siz bana Allah'tan başkasına ibâdet etmemi mi
emrediyorsunuz?!»
Böylece «Tevhîd
İnancı»nın esasları gelip geçen bütün peygamberlere bildirilmiş ve hepsi de bu
esasları tebliğ ile görevlendirilmişlerdir. Artık hiçbir peygambere bunun
aksine bir yol izlemek asla yakışmaz. İlgili âyetle Tevhîd'in asıl değer ölçüsü
bildirilerek, yanlış bir inanca sapanlar tehdît edilmekte ve Tevhîd nuruna
erişenlerin ise, şükretmelerinin gereği hatırlatılmaktadır. İbâdet ve taât
ise, şükrün başı; iyi yararlı mü'min olup sâlih amellerde bulunmak bunun acık
belirtisidir. [112]
«Onlar, Allah'ı (O'nun
kudret ve yüceliğini, denge ve düzenini} hakkıyla takdir edemediler.. »
Kâinatta her sistem ve
parça, Allah'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametinin sınırsızlığını
yansıtırken, inkarcı şaşkınların Allah'ı bırakıp basit cisimlere tapmaları çok
hayret edilecek bir olay olarak vasıflandırılıyor. İnsanoğlu bütün üstünlük ve
yeteneklerine rağmen kendini böylesine koyu cehalete kurban edebiliyor mu?!
Varlık âleminde yer
alan hangi şeyde düzensizlik, plansızlık vardır? Hangi sistem bir kanun ve
hesaba bağlı bulunmuyor? Akıl bunları tesbit edecek güçte, duygular anlayacak
kudrette yaratılmamış mıdır?
Ne yazık ki inkarcı
sapıklar Allah'ı ne hakkıyla tanıyabildiler, ne de hakkıyla O'nun azamet ve
kudretini anlayabildiler. Bu yüzden kimi putları Allah'a ortak koşacak kadar
aptallaştı; kimi de O'nu büsbütün inkâr edecek kadar körleşip sağirlaştı.
Düzeni kuran ancak
O'dur. Her kuruluşun bir başlangıcı, bir de sonu vardır. Aynı zamanda her
kuruluşun bir kurucusu söz konusudur. Kıyamet, dünya ve kâinat düzeninin sonu,
yeni bir düzenin başlangıcıdır. Kurduğu düzeni devam ettirip ettirmeme bütünüyle
Cenâb-ı Hakk'ın irâdesine bağlıdır. Kulların bu konuda hiçbir tasarruf yetkisi
yoktur. Âhiret düzenini sonsuzluğa çevirip devam ettireceğini de va'deden
O'dur, Şüphesiz O, va'dîn-den caymaz; söz O'nun yanında değişmez ve değişikliğe
uğratılmaz. [113]
«Oysa yeryüzü kıyamet
günü O'nun kudret avucundadır. Gökler de O'nun (kudretini temsil eden) sağ
elinde katlanmış olacak..»
Sağ el, yüce kudretin
sembolüdür. Allah'a hiçbir zaman beşerî sıfatlar nisbet edilemez; sadece
anlayışımızı kolaylaştırmak için birtakım sembolik sözler kullanılmıştır, O
bakımdan Kur'ân ve Hadîslerde geçen ve beşerî sıfatlara yönelik bulunan
tâbirler sembolik mahiyettedir. Cenâb-ı Hakk'ın üstün ve sınırsız kudretinin
bütün kâinatı kapsayıp kuşattığı ifade edilirken, «gökler de O'nun sağ elinde
katlanmıştır» buyurularak her şeyin O sonsuz kudretin tasarufu altında
bulunduğuna işaret ediliyor ve böylece mecazî bir anlatımla düşüncemiz
yönlendiriliyor.
Şüphesiz O'nun
kudretinin dengi yok ki, eşi ve yardımcısı olsun; saltanatının benzeri yok ki,
ortağı bulunsun. Mülkünden başka bir mülk yok ki, karşısına rakip çıksın.. Onun
için «O, (inkarcı nankörlerin) ortak koştuklarından yücedir, münezzehtir.» [114]
Yukarıdaki âyetlerle,
Cenâb-ı Hakk'ın yüksek kudretine değinilerek, mutlak tasarruf sahibi olduğu
belirtildi. Sonra da varlıkta yer alan bütün hazînelerin, kaynakların O'na ait
bulunduğu konu edilerek, mülkünde ortağı olmadığı açıklandı. Böylece O'ndan
başkasının tapılmaya, ibâdet edilmeye lâyık olmadığı üzerinde durularak
yönlendirici bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kıyamet olayı üzerinde duruluyor, Sûr'a üfürülün-ce meydana gelecek safhalardan
bir kısmına dikkatler çekiliyor. Öyle bir günde amel defterlerinin ortaya
konulacağı, peygamberle şahitlerin getirileceği ve öylece adalet terazisinin
kurulacağı haber verilerek o güne hazırlanmamız isteniliyor. [115]
68— Sûr'a üfürülünce, Allah'ın dilediğinin
dışında, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi çarpılıp cansız yere düşer.
Sonra ona bir daha üfürü-lür, derken (ölenlerin tamamı) kalkıp bakışırlar.
69— Yeryüzü, Rabbının nuruyla parıldar, kitap
konur, peygamberler ve şahitler getirilir ve insanlar arasında hak ile
hükmedilir ve onlar haksızlığa uğramazlar.
70— Herkese yaptığı amelin karşılığı noksansız
ödenir. Allah, onların yaptıklarını çok daha iyi bilir.
Bunun üzerine Ebû
Hüreyre (R.A.)den soruldu :
— Kırk gün müdür?
— Bilmiyorum, dedi.
— Kırk yıl mıdır?
— Bilmiyorum, dedi.
— Kırk ay mıdır?
— Bilmiyorum, dedi.
«Artık insanın her
yanı çürüyüp ufalanacak, ancak kuyruk sokumun-daki (küçücük bilyamsı) kemik
çürümeyecektir. İnsanlar o kemikten oluşup meydana gelecek.» [116]
Yine Ebû Hüreyre
(R.A.)ın rivayetine göre, Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurmuştur :
«Melek Cebrail'e, 68.
âyette «Allah'ın dilediğinden başka» sözünden maksat kimlerdir? diye
sorduğumda, «onlar şehitlerdir......» diye cevap verdi.» [117]
«Sûr'a üfürülünce, Allah'ın dilediğinin
dışında, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi çarpılıp cansız yere düşer.
Sonra ona bir daha üfürülür, derken (ölenlerin tamamı) kalkıp bakışırlar.»
Sûr konusunda hem
Nemi, hem En'âm sûrelerinde gerekli açıklama yapılmıştır. Burada tekrar aynı
konuya dönülmesi, ilâhî tasarrufun mutlak mânada ezelde belirlenmiş düzenlemeye
göre sürdürüldüğüne işarettir.
Ayni zamanda her
olayın birtakım sebep ve illetlere bağlı bulunduğu dolaylı şekilde anlatılmakta
ve «kün emrbnin kıyamet olayını doğuracak sebepleri kusursuz meydana getireceği
ilham edilmektedir.
Şüphesiz kıyametin
kopması büyük bir olaydır. Böyle bir olayın meydana gelmesi, Sûr denilen ve
mahiyeti bizce bilinmeyen aletin üfürülmesine bağlanmıştır.
Sûr, sözlükte:
«boynuz» demektir. Böyle bir ismin kullanılması, konuyu anlamamızı
kolaylaştırmak içindir. Hem onu, hem de kıyamet olayını kâinatın bütünlüğü
içinde ele aldığımızda, şu sonucu çıkarabiliriz: Kâinat denilen varlık âlemi,
kusursuz şekilde ayakta tutulmaktadır. İlâhî kudret bir çember misali kâinatı
kucaklamakta ve düzenli kalmasını sağlamaktadır. Görevli Melek İsrafil, ilâhî
emirle kâinatı o kudretin koyduğu denge kanununun çemberinden çekip alınca,
tarifi mümkün olmayan bir ses ve gürültü kopacak da mevcut sistemler alt-üst
olup bozulacak; hayat şartları bir anda yok olup canlı nesne diye bir şey
kalmayacak. Sonra ölenlerin dirilip kalkması için Melek İsrafil bu defa ruhlar
âlemine, diğer bir anlatımla «Berzah ÂlemUne yönelerek, hazırlanan bedenlerine
gelip girmeleri için yine ilâhî emir uyarınca ikinci üflemeyi gerçekleştirecek,
yani ilâhî emri ruhlara eriştirecektir.
Âyetin zahirine göre,
boynuza benzer bir alete üfürülecek, ilâhî emir ve hüküm neye yönelikse ona
seslenilecek ve böylece kıyamet olayları bir zincirin halkaları gibi birbirine
eklenerek ikinci düzen kurulacak. [118]
«Saâk» ansızın gelen
ses ve onun dehşetinden dengenin kaybolmasıyla canlıların düşüp ölmesi
anlamında kullanılmıştır. Bu anlatım bize, kıyametin kopuş anında Sûr'dan çıkan
sesin bütün varlık âlemini inleteceğini, sistemleri dağıtıp, denge ve düzeni
bozacağını ve o sebeple canlı varlıkların bir anda kendilerinden geçip
öleceklerini haber vermektedir. Kâinatı temel planıyla sarsıp yıkacak olan bu
müthiş sesin bırakacağı tesiri kelimeyle anlatmak elbette ki mümkün değildir.
Cenâb-ı Hak bize bu hususta kısa bir bilgi vererek iyice düşünüp kıyamet
olayının azamet ve dehşetini anlamamızı ilham ediyor. [119]
Müfessir Kurtubî'nin
naklettiği, fakat kaynağını bildirmediği bir hadîste, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, konumuzu oluşturan âyeti okuyunca, ashabından birkaç kişi Ona
sordu:
— Ya Resûleliah! Düşüp yok olmayanlar
kimlerdir? Cevap verdi:
— Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail'dir.
Diğer bazı
müfessirlere göre, bu istisna edilenler, dört büyük melek ve Arş'ı taşıyan
meleklerdir. Bazı ilim adamları bunlarla beraber, cennet-lerdeki hurileri,
Ridvan'ı ve cehennem Zebanî'sini, birde Ebû.Ya'lâ hadîsinde belirtilen
şehidleri istisna edilenler arasında anmışlardır.
Konuyla alâkalı
hadîsler arasında mâna ve delâlet birliği sağlayacak olursak, birinci üfürmede,
insan, hayvan, cin ve melek ne varsa düşüp ölecek veya dengesini kaybedip
kendinden geçecek; ancak dört büyük melek ve bir de Allah yolunda şehit
düşenler bu genellemenin dışında kalacak. Zira şehitler de bir bakıma
hayattadırlar, bizim bilmediğimiz bir hüküm ve kanunla diridirler.
«Saâk olayı»,
kıyametin dehşetini, kopacak müthiş gürültünün her şeyi mahvedeceğini ifade
içindir. İkinci üfürülme iie, mahvedilen canlılar di-rilip kalkar da şaşkın bir
halde birbirlerine bakışıp kalırlar. Çoğu ne olduğunu hemen anlayamaz. Nitekim
Yâsîn Sûresi'nde bu husus acık bir şekilde belirtilmektedir. [120]
Kıyamet kopunca
yerküre dümdüz pürüzsüz bir görünüm arzedecek ve yörüngesinden çıkıp «Mahşer
Alanı» nerede kurulacaksa, oraya gidip dayanacak. Nitekim İbrahim Sûresi'nin
48. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:
«O gündeki yer başka
bir yere, gökler de başka göklere çevirilir.»
Böylece yerküre,
Cennet ve Cehennemin, aynı zamanda Mahşer Ala-nı'nın bulunduğu sisteme kadar
gider de yeni düzendeki yerini almış olur. [121]
«Yeryüzü, Rabbının
nuruyla parıldar.»
Sistemlerin hepsi
bozulacağına, güneşin paramparça olacağına ve yeni sistemlerin kurulacağına
göre, Mahşer Alanı ve ilgili yerler ne ile aydınlatılacaktır? Kur'ân-ı Kerîm
yarı kapalı bir anlatımla bilgi vermektedir. Tabiatıyla âyet mücmel olduğu
için de yorum yapmamızı kolaylaştırıyor. O bakımdan o âlemi aydınlatacak ilâhî
nurdan neyin kasdedildiği üzerinde farklı yorum ve görüşler ortaya çıkmıştır.
Onları şöyle sıralayabiliriz:
a) O gün mahşer ve çevresi ilâhî adaletin
tecellisiyle aydınlanacak ve karanlık bir cihet kalmayacaktır. Haklı haksızdan
kesinlikle ayırt edilecek; iyilerle kötüler tesbit edilirken en küçük bir hatâ
ve yanılma payı olmayacaktır.
b) Allah'ın inen hükmüyle yer aydınlanacaktır.
Böylece Cenâb-ı
Hakk'ın tecellisi aydınlatıcı bir nura benzetiimiştir.
c) Cenâb-ı Hak, kıyamet gününde bir nur
yaratacak ve Mahşer Alanı onunla ışıl ışı! işıldayacaktır.
d) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Güneş ve ay'ın
ışığı değil, Allah'ın yaratacağı başka bir ışık kaynağıdır ki her tarafı en
kusursuz şekilde aydınlatacaktır.
Çünkü kıyamet ve
âhiret, gecesi olmayan gündüzdür; hep aydınlık ve uykusuzluktur.
Bütün bu yorumlardan
şu neticeyi çıkarabiliriz: Yeni kurulacak sistemin, diğer bir anlatımla, yeni
âlemin bir daha değişmiyeceğini dikkate aldığımızda, ışık ve enerji ebediyen
bitmeyecek güneş misali yeni bir aydınlatıcı sistem kurulacaktır. Ancak onun
keyfiyet ve kemmiyetini bilmemiz bugün için mümkün değildir.
Böylece Cenâb-ı Hak
ilgili âyetlerle yeniden kurulacak âlemle ilgili kısa bilgi vermek suretiyle
daha iyi düşünmemize İmkân vermekte ve Kur'ân'-ın bütünlüğü içinde birtakım
olumlu yorumlar yapmamızı ilham etmektedir. [122]
«Kitap konur.»
Burada, ya her şeyin
yazılı bulunduğu «Levh-i Mahfuzsun ortaya konacağına, ya da her kişiye ait
amel defterinin getirilip sahiplerinin eline verileceğine işaret edilmektedir.
Nitekim bu ikinci yorum, İsrâ Sûresi'nde çok açık bir anlatımla belirtilmekte
ve her çeşit şüpheyi giderecek bir netlik arzetmektedir.
Kitabın konulması,
ilâhî adaletin delil ve şahitleriyle tecellisini hatırlatır. Böylece itiraz
kapılan kapanır; yalnız hak ve adalet konuşur.
[123]
«Peygamberler ve şahitler
getirilir ve insanlar arasında hak ile hükmedilir ve onlar haksızlığa uğramazlar.»
Âhiret gününde hesap
alanında, dünyada iken ümmetlerine tebligatta bulunduklarına dair sorulacak
hususlara cevap vermeleri için peygamberlerin hepsi hazır bulundurulacak ve
diğer ümmetlere karşı şehadette bulunmaları için de Muhammed (A.S.) ümmeti
getirilip o alanda yerlerini almaları sağlanacak ve sorulanlara cevap
vermeleri istenecek. Nitekim Bakara Sûresi 143. âyette bu konu açıklanmakta ve
biraz daha geniş bilgi verilmektedir.
Buradaki «şühedâ»
kelimesine gelince, az farklı yorumlarla açıklanmıştır. Onları şöyle
özetliyebiliriz :
a) Allah yolunda şehit düşenlerdir. Kıyamet
gününde kimlerin Allah'ın dininden alıkonduğu hakkında şahitlikte bulunmaları
sağlanacaktır.
b) Amelleri yazan «Hafeza Melekleredir. Bunlar
yazdıkları şeylerle ilgili şehadette bulunacaklar. Bu yorum, Kaf Sûresi 21. âyetle
açıklanmaktadır.
Bu durumda kimse
haksızlığa uğratılmayacak; hiçbir iyilik ve kötülük gizli kalmayacak; herkes
amelinin ve niyetinin karşılığını noksansız görecektir. Cenâb-i Hak,
insanların neler işlediğini çok iyi bilir; bununla beraber adaletinin
parlaklığı gereği bütün belgeleri, delilleri ve şahitleri de konuşturur.
Kur'ân'da adaletin
tecellisi anlatılırken, bir yandan da yeryüzünde insanlar arasında
hükmedenlere, ilâhî adaletin azameti hatırlatılmakta ve âdil davranmayanların
eninde sonunda o yüce adalet karşısında hesap vermek zorunda kalacağı
bildirilmektedir. [124]
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyamet olayı üzerinde durularak aydınlatıcı anlamda bir iki safhası konu
edinildi. Amel defterlerinin ortaya konulacağı hatırlatılarak, o defterlere
yalnız iyilikler, sevaplar ve doğruluklar yazdırmamız istenildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kâinatta ilâhî adalet terazisini göremiyen şaşkınların, âhirette zümre zümre
Cehennem'e sevkedileceği; bu teraziyi görüp kendini Hakk'a veren mü'minlerin
ise Cennet'e grup grup gireceği haber veriliyor ve kalpleri hakka çevirecek
açıklamalar yapılıyor. O gün meleklerin de Arş'ın çevresini çevirmiş halde
Allah'a hamd edecekleri belirtilerek, dünyada iken namaz, tevaf ve benzeri
ibâdetlerin önemine işarette bulunuluyor. [125]
71— Kâfirler bölük bölük Cehennem'e sevkedilir,
nihayet oraya vardıklarında Cehennem kapıları açılır. Cehennem bekçileri
onlara derler ki: «Size, içinizden Rabbınızın âyetlerini okuyan ve bugüne
kavuşacağınız hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?» Onlar da : «Evet,
geldi, derler.» Ama azap hükmü kâfirlere hak olmuştur.
72— Onlara, içinde devamlı kalacakları
«Cehennemin kapılarından girin» (denilir). Büyüklük taslayanların kaldıkları
yer ne kötü!.
73— Rablarından korkup (küfür ve böbürlenmekten)
sakınanlar, bölük bölük Cennet'e götürülürler; sonunda oraya geldiklerinde
Cennet kapıları açılır, oranın bekçileri onlara derler ki: «Selâm size olsun!
Gönül huzuru buldunuz. Ebedî kalıcıları olarak girin Cennetlere..»
74— Onlar da: «Hamd O Allah'a ki verdiği sözü
bize gerçekleştirdi; bizi bu yere vâris kıldı ki Cennet'te istediğimiz yerde
eyleşip oturabiliyoruz. İyi-yararlı amellerde bulunanların mükâfatı ne
güzeldir!» derler.
75— Meleklerin, Arş'ın etrafını çevirmiş bir
halde Rablarını hamd ile tesbîh ettiklerini görürsün. İnsanlar arasında ise hak
ile hükmolunmuştur. «Âlemlerin Rabbına hamd olsun!» denilir.
«Cennet'te ilk
şefaatçi benim.» [126]
«Cennetin kapısını ilk
çalacak olan benim.» [127]
«Kıyamet günü
Cennet'in kapısına gelirim de onun açılmasını isterim. Hâzin, «sen kimsin?»
diye sorar. Ben de, «Muhamnıed'im» diye cevap veririm. Bunun üzerine o şöyle
der; «Senden önce hiçbir kimseye açmamakla emrolundum.» [128]
«Cennet'e girecek ilk
zümrenin suretleri, bedir gecesindeki dolunaya benzer. Onlar Cennet'te ne
tükürürler, ne sümkürürler, ne de abdest bozarlar. Kapları ve tarakları altın
ve gümüştendir. Buhurdanlıkları ûd ağacın' dandır. Terleri misktir. Onlardan
her birinin iki zevcesi vardır ki, bacaklarının ilikleri, güzellikleri
sebebiyle etlerinin ardından görünür. Aralarında hiçbir ihtilâf olmaz.
Kalplerinde de kin bulunmaz. Kalpleri bir tek kimsenin kalbi üzeredir
(aralarında mutlak anlaşma ve uyum vardır). Sabah-akşam Cenâb-ı Hakk'a teşbihte
bulunurlar.» [129]
«Ümmetimden Cennet'e
öyle bir zümre girer ki, sayıları yetmiş bindir. Yüzleri bedir gecesindeki
dolunay gibi ışıl ısıldır.» [130]
«Sizden kim abdest
alır, abdest ini tastamam yerine getirir ve sonra da Eşhedü ellâ ilahe illallah
ve eşhedü enne Muhammed'en abdühü ve resulünü derse, mutlaka ona Cennetin
sekiz kapısı açılır da dilediğinden içeri girer.» [131]
«Kâfirler bölük bölük Cehennem'e Âhiret
gününde herkesin amel ve niyetine göre noksansız karşılık göreceği kısaca belirtildikten
sonra, mü'minlerle inkarcı sapıkların lâyık oldukları yere sevk edilecekleri
açıklanarak, inananlara müjde verilmekte; inanmayanlara uyanda bulunulmaktadır.
Kâfirler o gün
zümreler halinde Cehennem'e itilip kakılarak sevk edilecekler. Cehennem
bekçilerinin onlara: «Size, içinizden Rabbınızin âyetlerini okuyan ve bugüne
kavuşacağınız hakkında sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?» diye sormalarının
konu edilmesi, çok önemli bir hususu aydınlatmaya yöneliktir. Öyle ki: İlâhî
âyetleri bilmenin, Cenâb-ı Hakk'ı kemal sıfatlarıyla tanımanın ve âhiret
alemiyle ilgili sağlıklı bilgi edinmenin tek yolu, peygamberlerin irşat ve
tebliğine dayanır. Zira fizikötesi konuları yalnız akıl ve düşünce yoluyla
bilip çözmek mümkün değildir. O nedenle her kavme ve millete uyarıcı, yol
gösterici, madde ötesinden haber getirici peygamber gönderilmiştir ve bu
hikmete dayalı olarak Cenâb-ı Hak : «Ve biz peygamber göndermedikçe azap
ediciler de değiliz» buyurarak, sözü edilen konularda mutlaka peygamber
tebliğine ihtiyaç bulunduğuna işarette bulunmuştur.
Cehennem bekçilerinin
sorusu da bu gerçeği yansıtmakta ve bize tamamlayıcı bilgi vermektedir.
Kâfirlerin bu soruya
olumlu cevap vermesi ise, her millet ve kavme Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'den
önce peygamber gönderildiğinin bir başka delili sayılır.
«İçinde devamlı
kalacağınız Cehennem'in kapılarından girin!» cümlesi, kâfirlerin ümitlerini
silip kaldırmaya yönelik bir başka tehdittir,
Cennet ehline gelince
: Onların derecelerine göre zümreler halinde Cennet'e götürülmesi ve Cennet
kapılarının kendilerine açık tutulması, önceden bu ebedî saadet yurdunun onlar
için hazırlandığını gösterir. Böylece onlar Cennet'e yaklaştıkça oranın nefis
kokusunu için için duyarlar ve her nefes alıp vermede ümitleri bir kat daha
artıp kuvvetlenir. Kâfirler ise, Cehennem'in önüne getirildikleri zaman,
oranın kapıları açılacak ve aldıkları kerih kokunun ötesinde müşahede
edecekleri manzara' onlara dehşet ve ümitsizlik verecek, mahvolduklarını
anlayarak yüzbin pişmanlık içinde yerlerini alacaklar.
Cennet bekçileri
nezaket dolu bir ifadeyle gelenlere selâm verecekler. «Gönül huzuruna
kavuştunuz» diyerek o saadet yurdunda ebedî kaJacak-larını, her türlü dünyevî
kirlerden arınmış olarak sonsuza dek mutlu olacaklarını müjdeliyecekier.
Bu manzara ve haber,
ümit üstüne ümit verecek; hiçbir şüphe ve endişeye yer bırakmıyacaktır. Zira
Cennetlikler, dünyada iken takva, yani Allah'tan korkup kötülüklerden sakınma
doğrultusunda bulunmuşlar ve dinin esaslarına bağlı kalıp her çeşit fenalıktan
sakınmayı kendilerine huy edinmişlerdi. Böylece dünyada Allah'tan, O'nun
âdilâne azabından korkanlar için âhiret âleminde korku olmayacağı neticesi
ortaya çıkıyor.
Cennet ehli dünyada
eriştikleri imân ve amel-i sâlih nimetine hamd ve şükürde bulunduklarından dolayı,
Cennet'e girdikleri zaman aynı terbiye ve nezaketi, şuur ve irfanı dile
getirerek mahviyet ve teslimiyetlerini arz ederler.
Cennet'e vâris kılınan
bu bahtiyarlar, istedikleri gibi oturup eğlenirler. Çünkü müdahale edecek başka
vârisler yoktur. Verilen mülk, göz ve gönül dolduracak kadar geniş ve boldur.
Bitip tükenmiyecek nimetler her yandan köpürüp taşmaktadır. Geçim kaygısı diye
bir düşünce ve duygunun yeri ve anlamı yoktur. [132]
«Onlar da : Hamd O Allah'a
ki verdiği sözü bize gerçekleştirdi; bizi bu yere vâris kıldı..»
Âhiret âleminde
mü'minler lâyık oldukları mükâfata erişinee, bütün kuvvet ve kudreti elinde
bulunduran Cenâb-ı Hakk'ın her an övülmeğe lâyık olduğunu düşünerek derin bir
sevgi ve saygı havası içinde hamd edecekler ve Cennet'i de Allah'ı sık sık
anmak suretiyle şenlendirecekler. Sadece onlar değil, Cennet'in bir bakıma
tavanı sayılan Arş'ın etrafını çeviren melekler de durmadan teşbih ve tahmîdde
bulunacaklar.
Böylece «hamd» ve
«tesbîh» hem mü'minlerin gönül gıdası, hem de meleklerin değişmeyen ibâdeti
olarak devam edecektir. Allah ile mutlu kulları arasındaki ilgi ve irtibat hep
bu anlamda sürüp gidecektir.
İnananlarla
inanmayanların eriştikleri sonuca bakınca, inananların geniş iltifata;
inanmayanların sonsuz azaba lâyık görülmeleri bir haksızlık değildir. Amel ve
niyetlerine denk âdilâne bir hükümdür. Zira hak kavramı, her şeyi en uygun, en
makul ve en yaraşır ölçü ve düzende, uygunluk ve dengede tutmaya delâlet eder.
Bu gerçeği bilen melekler, «İnsanlar arasında hak ile hükmedilmiştir» diyerek
ilâhî adaletin şaşmazlığını bir defa daha dile getirip ilân ederler.
Böylece Kur'ân-ı
Kerîm, başlanılan her meşru işin sonunda Allah'a hamd etmemizi tavsiye etmekte,
Cennet'teki durumu buna misal vermek suretiyle konuyu iyi anlamamızı ilhamda
bulunmaktadır.
Zümer Sûresi'ne hamd
ile başlandı ve yine hamd ile bitirildi.
Bizi bu sûrenin de
tefsirine muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-u senalar; sünnetiyle kalp
ve kafamızı aydınlatan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-u selâmlar olsun. [133]
[1] Tefsîr-i Kurtubî :
15/232
[2] Tirmizî/tefsîr - Tefsîr-i Kurtubî: 15/232
[3] Tefsîr-i Nisâbûrî/Garâibü'l-Kur*ân : 23/119
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5200.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5200-5201.
[5] el-Câmi'u Li-Ahkâmi'l-Kur'ân : 15/233
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5203.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5203.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5203-5204.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5204.
[9] Tefsîr-i îbn Kesîr : 4/45
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5204-5205.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5205.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5206-5207.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5207.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5208.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5208.
[16] Fauna, hayvan topluluğu demektir.
[17] Bunlar derisi dikenli hayvanlardır.
[18] La Recherche /Nisan 1987, sayı 187, sayfa : 491
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5209.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5209-5210.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5210.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5210-5211.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5211.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5212-5213.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5213-5214.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5214.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5214-5215.
[28] Müsnt-M Abd b. Hümeyd
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5215.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5216.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5216-5217.
[31] îbn Mâc e /mukaddeme : 17
[32] Taberâni/el-Evsat'ta : İbn Abbas (R.A.)dan
[33] İbn Mâce/mukaddeme : 20
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5217.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5217-5218.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5119-5220.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 10/5220-5221.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5222-5223.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5223.
[39] Ahmed:
2/173-5/343
[40] Tirmizî/eennet: 19
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5224-5225.
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5225.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5226.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5226-5227.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5227.
[45] Beğavî, Sa'lebe'nin işhadiyle rivayet etmiştir -
Tefsîr-i Kurtubî : 15/247
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5229.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5229-5230.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5230-5231.
[48] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5231.
[49] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5231.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5232.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5232-5233.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5233.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5233.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5234-5235.
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5235-5236.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5236-5237.
[57] Lübabü't-te'vîl :
4/56
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5238.
[58] Müslim/zekât:
125- Tirmizî/zühd: 35- İbn Mâce/zühd: 9- Ahmed: 2/168, 173
[59] İbn Ebî Hatim: İbn Abbas (R.A.)dan- Tefsîr-i İbn Kesîr: 4/54
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5238.
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5238-5239.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5239-5240.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5240.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5241.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5241-5242.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5243-5244.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5244.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5244-5245.
[68] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5245-5246.
[69] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5246.
[70] Buharî/daavat:
12- Müslim/zühd: 62- Ebû
Dâvud/edeb: 98- Tirmizî/ duâ: 20
[71] Sahîh-i Müslim : Ebû Seleme b. Abdirrahman (R.A.)dan
[72] Dâre-Kutnî - Tefsîr-i Kurtubî : 15/261
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5248-5249.
[73] Bilgi için bak : el-İbriz/Celâl Yıldırım tercümesi
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5249-5250.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5250-5251.
[75] «Nefis» kavramı hem «insanî ruh», hem de «hayvanî ruh»
hakkında kullanılmıştır. İbn Abbas onu «insanî ruh» manasına alıp «nefs-i
natıka»yı kasdet-miştir.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5251-5252.
[77] Fazla bilgi için bak : Ömer en-Nesefî'nin Akâid'nin
şerhi «Şerhü'l-Akâid» adlı kitabın: 170. sahifesi
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5252.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5252-5253.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5253-5254.
[80] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5254.
[81] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5254-5255.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5255.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5256.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5257.
[85] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5257.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5259-5260.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5260-5261.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5261-5262.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5262.
[90] Esbab-i Nüzûl/Nisabûrî: 248- Lübabu't-te'vîl: 4/59-
Tefsîr-i Kurtubî: 15/ 268, 269
[91] Esbab-i Nüzûl/Nisabûrî: 248- Lübabu't-te'vîl: 4/59-
Tefsîr-i Kurtubî: 15/ 268, 269
[92] Esbab-i Nüzûl/Nisabûri: 248- Lübabu't-te'vîl: 4/59-
Tefsîr-i Kurtubî: 15/ 268, 269
[93] Esbab-ı Nüzûl/Nisâbûrî: 248- Lübabu't-te'vil: 4/59- Tefsîr-i Kurtubî: 15/ 268, 269
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5264-5266.
[94] İbn Mâce/Zühd: 30- Ahmed: 3/238
[95] Müslim/tevbe: 9, 11- Tirmizî/cennet: 2, daâvat: 98-
Ahmed: 1/289, 2/305, 309, 5/414
[96] Müsned-i Ahmed:
1/289
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5266.
[97] Ancak denizde şehid edilen mü'minlerin kul hakkıyla
ilgili günahlarının bağışlanacağı bir istisna teşkil eder.
[98] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5266-5268.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5268.
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5268.
[101] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5269-5270.
[102] Bu konuda geniş bilgi için bak : Müzemmil Sûresi 17.
âyetin tefsiri
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5270-5271.
[104] Taberânî: Şa'bî tarikıyla rivayet etmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5271.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5271.
[106] tbn Ebî Hatim - İbn Kesîr: 4/62- Lübabu't-te'vîl: 4/62
[107] Buharî - îbn Kesîr:
4/62
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5273.
[108] Buharî/tefsîr:
2/39, rikak : 44, tevhîd: 6- Müslim/münafikun: 23- îbn Mâce/mukaddeme: 13- Dâremi/rikak: 8- Ahmed:
2/348
[109] Müslim/münafıkun :
24- Ebû Dâvud/sünnet: 19
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5273.
[110] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5274.
[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5274-5275.
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5275.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5276.
[114] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5276-5277.
[115] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5277.
[116] Euharî/tefsîr:
3/39, 1/78- Müslim/fiten: 141
[117] Ebû Ya'lâ/hadîs zayıftır.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5278.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5279.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5279-5280.
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5280.
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5280-5281.
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5281.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5282.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5282-5283.
[125] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5283.
[126] Müslim/imân : 332 - Müsned-I Ahmed : 3/140
[127] Müslim/imân 331
[128] Müslim/imân
333- Ahmed : 3/136
[129] Buharî/bed-i halk : 8, enbiyâ : 1- Tirmizî/kiyâmet:
60, cennet: 7- İbn Mâce/zühd : 30- Ahmed: 2/230, 232- 3/16- 6/355
[130] Buharî/rİkak :
50, 51- Müslim/imân : 369, 373-
Müsned-i Ahmed : 1/6-3/135, 257, 345,
383
[131] Nesâî/tatblyk: 77- Dâremî/salât: 78- Ahmed : 4/146,
153- 5/508
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5285.
[132] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5285-5287.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 10/5287-5288.