Bu sûre Mekkî'dir ve
yetmışbeş ayettir.
"Kitabın
indirilmesi, o aziz ve hakîm Allah'dandır. Şüphesiz biz o kitabı sana hak
olarak indirdik. O halde Aliah'a, dini O'na has kılarak ibadet et. Gözünü
aç, hâlis din Allah'ındır. Onu bırakıp da, kendilerine
birtakım dostlar
edinenler, "Biz
bunlara ancak, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye
tapıyoruz" dediler. Şüphe yok ki Allah onlarla
(mü'minler) arasında, ihtilaf
edegeldikleri şeyler
hakkında hükmünü verecektir. Muhakkak ki yalancı, tam
kâfir olan o kimseleri, Allah doğruya iletmez. Eğer
Allah, bir evlad edinmek
isteseydi, elbette
yaratacaklarından dilediğini seçerdi. Fakat O, münezzeh ve
yücedir! O, eşi ve benzeri olmayan Allah'dır, birdir
ve herşeye hakimdir"
(Zümer, 1-4).
[1]
Bil ki bu ayetlerle
ilgili birkaç mesele vardır:
Ferrâ ve Zeccfic,
tenzilu kelimesinin merfû okunuşu hususunda şu iki izahı yapmışlardır:
a) Bu kelime
mübtedâ, ise haberdir.
b) Kelamın
takdiri, "Bu, o kitabın indirilirdir" şeklindedir. O halde buna
göre, ayetin başında mahzûf bir mübteda vardır. Bu tıpkı, (Nur. 1) ayeti
gibidir. Bunun takdiri de, "Bu, indirdiğimiz bir sûredir"
şeklindedir.
Bazıları şu
sebeplerden ötürü birinci izahın öaha tercihe şayan olduğunu söylemişlerdir:
1) Takdirde
bulunmak, aslolanın aksine yapılan bir hareket tarzıdır. Dolayısıyla ancak bir
zaruret bulunduğu zaman takdire başvurulur. Burada ise bir zaruret yoktur.
2) Biz, bu
ifadenin mübteda ve haberden meydana gelmiş tam bir cümle olduğunu söylediğimiz
zaman, önemli bir mana ifade etmiş olur. Bu önemli mana da, bu kitabın,
başkasından değil, Allah'dan gelmiş olmasıdır. Binâenaleyh bu hasr (sadece)
manası, nazar-ı dikkate alınması gereken bir manadır. Ama bu cümlenin başına
bir mübteda takdir edersen, bu önemli mana elde edilemez.
3)
Biz, cümlenin başına bir mübteda
getirdiğimizde, "Bu, Allah'dan olan
o kitabın indirilişidir" takdirinde olur. Bu durumda da, bizim bir mecazî
mana vermemiz gerekir. Çünkü "bu" ifadesi, sûreye işarettir. Sûre
ise, indirilişin kendisi indirilen şeydir. Bu durumda, "tenzil"
masdarından ism-i mef'ûl (indirilmiş şey) manasının kastedildiğini söyleme
ihtiyacı duyarız. Yine bu da, bir zaruret yok iken, üstlendiğimiz bir mecaz
olur.
[2]
Kur'ân'ın mahlûk
(yaratılmış) olduğunu söyleyenler, bu
ayeti
delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Allah Teâlâ
Kur'ân'ı, indirmek ve
indirilmiş olmakla nitelemiştir. Böyle
bir
nitelik (sıfat) ise, ancak muhdes ve mahluk olan şeylere
uygun düşer." Buna karşı vereceğimiz cevap,
"Biz, bu lafızları kalıplar ve harfler
manasına alıyoruz" şeklinde olur.
[3]
Pek çok ayet,
Kur'ân'ın, tenzil sıfatı bazı ayetler de, münzel
veya münezzel sıfatı nitelendiğine delâlet etmektedir. Birincisi,
meselâ, "Hiç şüphesiz o, âlemlerin Rabbinin bir
tenzilidir"(Şuara.i92), "O, (Kur'ân), Hakîm
ve Hamîd'den bir tenzildir" (Fussilet, 2) ve "O rahman verahîm
(Allah'tan) bir fenzMr" (Fussilet,2)ayetlerinde olduğu gibidir. İkincisi
de, "Biz, zikri inzal ettik" (ma, 9) ve "Onu gerçek olarak inzal
ettik ve o da hak İle indi" (ism, ıos) ayetlerinde olduğu gibidir. Sen,
Kur'ân'ın münzel (indirilmiş) oluşunun, mecazî manaya değil hakiki manaya, onun
bir tenzil (indiriliş) olmasından daha yakın olduğunu bilmektesin. Dolayısıyla
münzel de mecazdır. Çünkü eğer Kur'ân ile, Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla kâim olan
(zatında bulunan kelâm sıfatı) kastedilince, bu sıfat, zattan ayrılmayı ve
inmeyi kabul etmez birşeydir. Yok eğer
Kur'ân
ile, harfler ve sesler kastedilirse, bunlar da, ayrılmayı ve inmeyi kabul etmeyen
vasıflardır. Dolayısıyla nüzul (inme) ile kastedilen, bunları Hz. Peygamber
(s.a.s)'e tebliğ eden o meleğin inmesidir.
[4]
Mu'tezİle şöyle
der: "Azîz", mağlub olmayan kadir
demektir.
Dolayısıyla bu sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın sınırsız
kudrete sahip olduğuna
delâlet eder. "Hakim", işlerini, his
ve iştahına göre değil, hikmete göre yapan demektir. Bu manalar ise,
ancak Hak Teâlâ'nın herşeyi bilen bir âlim ve herşeyden müstağni bir ganî
olduğu sabit olduğu zaman tam olur." Bunun böyle olduğu sabit olduğuna
göre, Allah'ın azîz ve hakîm olması, O'nun şu üç sıfatına, yani bütün herşeyi
bilmesine, bütün mümkinâta kadir olmasına ve herşeyden müstağni oluşuna
(hiçbirşeye ihtiyacı olmadığına) delâlet eder. Dolayısıyla böyle olan bir varlık,
çirkin şeyleri yapmaktan ve çirkin şeye hükmetmekten kaçınır. Durum böyle
olunca da, O'nun her yaptığı şey bir hikmet ve bir doğru olmuş olur.
[5]
Bunun da böyle olduğu
sabit olduğuna göre, diyoruz ki, Kur'ân'dan faydalanmak, şu iki esasa dayanır:
a) Kur'ân'ın ilahî kelam olduğunun bilinmesi...
Bunun delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in doğru (sâdık) oluşunun, mucizelerle
isbat edilmiş olması ve onun, "Kur'ân Allah'ın sözüdür" dediğinin
mütevatir olarak sabit olmasıdır. Dolayısıyla bu iki mukaddimenin toplamından
Kur'ân'ın, Allah'ın kelâmı olduğu neticesi çıkar.
b) Allah
Teâlâ, bu lafızlarla, ya o lafızların konulmuş oldukları manaları; ya lügat
açısından (sonradan) kazandıkları manaları; ya da Örfî veya şer'î karine ve
emarelere göre kazandıkları manaları kastetmiştir. Çünkü eğer Cenâb-ı Hak bu
manaları kastetmemiş olsaydı, bu, karışıklığa sebebiyet verme olurdu. Bu ise,
hakîm olan zata yakışmaz. Anlattıklarımız ile, Kur'ân'dan istifade etmenin,
ancak bu iki esası kabul etmekle olacağı ve bu iki esasın isbat edilmesinin
yolunun da, Cenâb-ı Hakk'ın, hakîm oluşuna dayandığı; Allah'ın hakîm oluşunun
isbatının yolu ise, meseleyi O'nun "azîz" olmasına dayamakla olacağı
anlaşılır. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ, "Kitabtn tenzili (indirilmesi), o
azîz ve hakîm Allah'dandır" buyurmuştur.
[6]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Şüphesiz biz kitabı sana hak olarak indirdik" ayetiyle Iğılı iki
soru var:
Birinci Soru:
"Tenzil" kelimesi, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'ı, Hz. Muhammed (s.a.s)'e,
tedrici bir biçimde, parça parça indirdiğine; "inzal" kelimesi de,
toptan indirdiğini düşündürmektedir. Böyle olunca, bu iki ifade nasıl
bağdaştırabilir?
Cevap: Eğer,
bahsettiğimiz tarzda "tenzîl" ile "İnzal" arasında bir fark
bulunduğu doğru ise, bu iki ifadeyi, telif etmenin yolu, "Biz, sana o
kitabı, küllî bir hüküm olarak indirmeye ve ulaştırmaya, kesinkes karar
verdik." Bu, "inzâl"in manası; "daha sonra da onu sana,
maslahatlara uygun olarak parça parça indirdik" - ki bu
da tenzilin
manasıdır-" şeklinde denilmesidir.
İkinci Soru: Hak
Teâlâ'nın, "Şüphesiz biz o kitabı sana hak olarak indirdik"
ifadesinden ne kastedilmiştir?
Cevap: Bu hususta şu
iki izah yapılabilir:
a) Bununla,
"Kur'ân'da, tevhîdin, nübüvvetin, âhiretin ve çeşitli mükellefiyetlerin
isbâtına dair koymuş olduğumuz herşey, amel edilip benimsenmesi gerekli olan
hak ve gerçektir" manasında olmak üzere, "Biz, sana, o kitabı gerçek
olarak indirdik" anlamı kastedilmiştir.
b) Bununla,
bu kitabın, Allah katından indirildiğine delâlet eden, hak bir delile binâen,
"Biz sana o kitabı indirdik" manası kastedilmiştir. Bu delil de,
fasîh kimsenin, Kur'ân'a muaraza etmekten âciz oluşlarıdır. Binâenaleyh, şayet
Kur'ân mu'cîz bir kelâm olmasaydı, onlar ona muaraza etmekten âciz kalmazlardı.
[7]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O halde Allah'a, dini O'na has kılarak, ibadet et" buyurmuş
olup, bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır:.
Cenâb-ı Hak,
"Şüphesiz biz kitabı sana hak olarak indirdik" cümlesinde bu kitabın,
hakkı, gerçeği, doğruluğu
ihtiva ettiğini beyan buyurunca,
işte bu noktada, onda yer alan o gerçeklerden birisini zikretmiştir ki bu da,
insanın, ihlaslı olarak, Allah'a ibadetle meşgul olup O'ndan başkasına
ibadetten tamamen uzak kalmasıdır. İnsanın, ihlaslı ve samimi bir biçimde
Allah'a ibadetle meşgul olması, Hak Teâlâ'nın "O halde Allah'a, ihlasla
ibadet et" emrinden; insanın, Allah'tan başkasına ibadet etmekten
kesinlikle uzak kalmasının gerekliliği de, "Gözünü aç, halis din
Allah'ındır" ifadesinden anlaşılmaktadır. Çünkü, ayetteki lafzı, hasr
ifade eder. "Hasr, hükmü, mezkûr olana vermek, mezkûr olmayandansa
nefyetmek" demektir.
[8]
Bil ki, ibadetin
ihlasla yapıldığı, hakikatte anlaşılamaz. Ancak, ne var ki biz, ibadetin,
İhlasın ve ihlâsa aykırı olan şeylerin ne olduğunu anladığımız zaman, bunu
bilebiliriz. Şu halde, bunlar, kendilerinden mutlaka bahsedilmesi gerekli olan
üç şeydir.
İbadete gelince, bu,
yapmak veya söylemek; veyahut da yapmamak veya söylememektir. Ve bu, sırf o
emrin mutlaka kabul edilmesi gerekli olan yüce bir buyruk olduğuna inanıldığı
için ifâ edilir.
fhlasa gelince, bu da,
o fiili yapmaya veya yapmamaya kişiyi sevkeden şeyin, sırf (bu emre) inkıyâd ve
imtisâlden Ötürü yapılmasıdır. İmdi, eğer bundan başka bir sebep sözkonusu
olursa, bu durumda, kişiyi taate sevkeden bu sebep, diğer sebepten ya üstün
olur, ya ona denk olur veyahut da ondan aşağı olur. Ulemâ, bu sebebin, o sebebe
denk veya ondan aşağı olabileceği ihtimalinin kabul edilmeyeceği hususunda
ittifak etmişlerdir. Kişiyi Allah'a taate sevkeden bu sebebin, o sebebe baskın
çıkmasına gelince, ulema bunun bunu ifade edip etmeyeceği hususunda ihtilaf
etmiştir Biz, bu meseleyi defalarca ele aldık.
Kur'ân'ın lafzı, ibadetlerin ihlaslı bir biçimde yapılmasının farz olduğuna
delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde Allah'a, dini O'na has
kılarak ibadet et" buyruğu, ibadetleri, ihlaslt bir biçimde yapmanın
gerekliliği hususunda açık bir ifadedir. Bu husus, "Halbuki onlar Allah'a,
O'nun dininde ihlâs erbabı ve muvahhidier olarak, ibadet etmelerinden başkasıyla
emrolunmamışlardır" (Beyyine, 5) ayet-i kerimesiyle de kuvvet kazanır.
[9]
İhlasa ters düşen
şeylerin izahına gelince, bunlar, şerîki tedai ettiren, çağrıştıran şeyler
olup, şunlardır:
1) İbadetin gösteriş için yapılması... Bunun, kahramanlık
duygusuyla yapılmış olması da riyaya girer.
2) Kişinin, taatta bulunuş maksadının, cenneti
elde etmek ve cehennemden kurtulmak arzusu olması...
3) Onun bu ibadetleri yaparken, bunların,
mükâfaatı gerektirmede veya cezayı gidermede tesirleri olduğuna inanması.
4) O
taatların makbul olabilmeleri için, kişinin, büyük günahlardan beri olması. Bu
son görüş, Mutezilenin görüşüne binâen nazar-ı dikkate alınacak olan görüştür.
[10]
Bazı kimseler, Cenâb-ı
Hakk'ın, "O halde Allah'a, dini
O'na
has kılarak, ibâdet et" emrinden, Allah'tan başka ilâh
olmadığına şehâdet
etmenin; (Yani, Lâ ilahe illallah
demenin) kastedildiğini ileri sürerek, Hz.
Peygamber
(s.a.s)'in söylediği
rivayet odilen, "Lâilahe illallah, benim kale'mdir. Kim benim bu kaleme
girerse, azabımdan emin
olur"[11]
hadis-i kudsisiyle istidlal etmişlerdir ki, bu, "küfür bulunduğu sürece,
taat
fayda vermediği gibi, iman olduğu sürece,
günahlar da zarar vermez" diyen
kimselerin
görüşüdür. Ekseri ulemâ ise, bu ayetin, Cenâb-ı Hakk'ın, emir ve yasaklar
namına, teklif ettiği herşeyi içine aldığını
söylemişlerdir ki, evlâ olan da budur. Çünkü,
Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde, Allah'a ibadet et" ifadesi, genel
bir ifadedir.
[12]
Rivayet olunduğuna göre,
Ferezdak'ın hanımının vefatı yaklaşınca, namazını Hasan el-Basrî'nin
kıldırmasını vasiyyet eder. Hasan el-Basrî, kadının namazını kıldırıp, kadın
kabre defnolununca, Hasan el-Basrî,el-Ferazdak'a, "Ey Ebû Flrfls, bu iş
(ölüm) için ne hazırladın?" dedi. Bunun üzerine Ferazdak, "Allah'tan
başka ilâh olmadığına şehâdeti..." cevabını verdi. Bunun üzerine Hasan
el-Basrî (r.a), "Bu, (bu işin) direği. Peki bunun ipleri nerde?"
buyurdu ve böylece, çadırdan istifade edilebilmesi için, çadırın direğinden,
ancak ipler sayesinde yararlanılabileceğini beyân buyurdu.
[13]
Kâdî şöyle der:
"Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Muâz ve Ebû'd-Derdâ'ya, "Ebû'd-Derdâ'ya
rağmen, zina etse ve hırsızlık yapsa bile (cennete girecek)”[14]
dediği sahîh ise, bu, bu manaya, tevbe etmenin şart koşulması ile
hamledilebitir. Aksi halde, bu haberi kabul etmek caiz olmaz. Çünkü bu, bir
kere Kur'ân'a muhaliftir. İnsanın, zina ve hırsızlıktan men edilmemesini
doğurur. Bir de, böylesi kimse bu fiilleriyle haddi aşmamış olur. Çünkü, bu
kimse, çirkin şeylere alabildiğine arzu duyarken, kelime-i şehâdete tutunması
halinde, bu günahların ona zarar vermeyeceğini zanneder ve bu, o kişiyi, o
çirkin fiilleri yapmaya bir nevi teşvik etmiş olur. Halbuki, bütün bunlar,
Allah'ın (emir ve yasaklarındaki) hikmetine aykırı düşer.
Bundan günahların
zararının tevbe ile zail olup silinmesi de, yine kişiyi o kötü şeyler yapmaya
bir teşvik sayılmaz mı?" neticesi çıkarılmasın! Çünkü biz diyoruz ki,
günahların zararının tevbe ile zail olacağına inanan kimse, aynı zamanda o kötü
şeylerin yapılmasının zararlı olduğuna da inanmakla beraber, ne var ki,
tevbenin o zararları silip süpüreceğine de inanmıştır. Ama, "Kelime-i
şehâdeti söylediğin müddetçe, çirkin şeyleri yapmak zarar vermez" diyen
kimsenin sözü böyle değildir." Kadî'nin sözünün tamamı bundan ibarettir.
[15]
Kâdî'ye şöyle cevap
verilebilir: Senin, "(Hadisle alakalı olarak) onların bağışlanacağına dair
söz, Kur'ân'a muhaliftir" şeklindeki sözüne gelince, bu hiç de böyle
değildir. Tam aksine Kur'ân, buna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Al!ah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışmdakileri, dilediği
kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) ve "Rabbin, zulümlerine rağmen,
insanlar için mağfiret sahibidir"(Ra% 6) buyurmuştur ki bu son ayet,
"zulüm yapmalarına rağmen..." demek olup, bu tıpkı, "yerken,
içerken" manasında olarak, "Emiri, yerken ve içerken gördüm"
denilmesi gibidir. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Ey kendilerinin aleyhinde haddi
aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Allah bütün günahları dilerse
affeder" (zümer. 53) buyurmuştur.
Kadî'nin, "Bu, (o
kişiyi), o çirkin şeyleri yapmaya teşvik etmeyi gerektirir" şeklindeki
sözüne gelince, ona şöyle denilir: Eğer durum böyle olsaydı, o zaman, Cenâb-ı
Hakk'ın, (günahkâr kişileri) bağışlamasının da, aklen çirkin olması gerekirdi.
Halbuki bu görüş, Bağdatlı Mu'tezilîlerin görüşüdür. Sen ise bunu demezsin.
Çünkü Basralı Mu'tezile'nin görüşüne göre, günahkâra azab etmek, aklen caizdir.
Hem bu durumda, kişinin tevbesi ile de bağışlanmaması gerekir. Çünkü kişi,
günah işleyip, tevbe ettiğinde, Allah'ın kendisini bağışlayacağını bildiği an,
bu da o kötü şeyleri yapmaktan men edici olmaz. Kadî'nin ileri sürdüğü farka
gelince, bu haktan uzak bir şeydir. Çünkü kişi, o günahtan o anda tevbe etmeye
azmettiği an, bu günahın kendisine artık kesinlikle zarar vermeyeceğini anlar.
Sonra biz diyoruz ki:
Biz ehl-i sünnetin
görüşü şudur: Biz, genel olarak, büyük günahların da
affedileceğine kesin olarak hükmediyoruz. Ama bunun,
bütün herkes hakkında söz konusu olması meselesi şüphelidir. Çünkü Allah Teâlâ,
"Bunun dışmdakileri, dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48)
buyurmuş, genel olarak mağfiretin olabileceğini kesinkes belirtmiştir. Ancak ne
var ki, Cenâb-ı Hak, bu bağışlamanın herkes hakkında olacağını kesin olarak
belirtmemiş, tam aksine, kendisinin dilediği kimseler hakkında sözkonusu
olduğunu belirtmiştir. Böyle bir korku kişide mevcut olduğu sürece, günahları
işlemeye teşvik etme diye birşey sözkonusu olamaz! Allah en iyisini bilendir.
[16]
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Ed-dîn" kelimesi, (şâz
olarak)
ref ile de okunmuştur. Bunu ref ile okuyanların hakkı
ve görevi, Cenâb-ı
Hakk'ın, (zûmer, 3)
ifadesine uygun olabilmesi için, (Nisa, 146)
ifadesinden dolayı
ayetteki kelimesini de lâm'ın fethası
ile muhlasan
okumalarıdır. Çünkü, "hâlis"
de, "muhles" de aynıdır. Ancak ne var ki, ed-dîn
kelimesi, "mecâz-i isnadı" olarak, sahibinin
(dini yaşayanın) sıfatı ile vasfedilmiş olur
ve bu tıpkı, Arapların, "Şair olan şiir" demelerine benzer.
[17]
Bil ki, Allah Teâlâ,
ibâdetlerin başının tevhîd konusunda samimiyyet ve ihlas olduğunu beyan edince,
bunun peşinden, müşriklerin tuttukları yolu kınayan ayeti getirerek,
"O'ndan başka kendilerine birtakım dostlar edinenler, "Biz bunlara
ancak, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz"
dediler" buyurmuştur ki, bu ifadenin takdiri, "Allah'ın dışında dost
edinenler, "Biz onlara ancak, onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz"
derler" şeklindedir. Takdirin böyle olması halinde, ayetteki ed-dîn
kelimesinin haberi mahzûf olup, bu da "derler" kelimesidir.
[18]
Bil ki, ayetteki,
"..onlara... "zamiri, Allah'ın dışında, kendisine tapınılan mabutlara
ait olup, bunlar da, akıllı ve akılsız diye ikiye ayrılırlar. Akıl sahibi olan
mabutlara gelince, birtakım kimseler, meselâ Hz. İsa (a.s)'ya, Hz. Üzeyr
(a.s)'e ve meleklere tapınışlardır. Pekçok kimse de, güneşe, aya, yıldızlara
tapmışlar ve fakat bunların düşünebilen, konuşabilen canlılar olduklarına
inanmışlardır. Kendilerinde hayat ve akıl bulunmadığı halde, tapınılan
mabutlara gelince, bunlar da putlardır. Bunu iyice kavradığın zaman biz diyoruz
ki: (Haydi diyelim ki), kâfirlerin ileri sürdüğü bu söz, akıl sahibi olan bu
mabutlar hakkında uygun bir sözdürl Ama bu söz, aklı olmayanlar için, hiç de
uygun düşmez. Bunu şu iki açıdan izah edebiliriz:
a)
jfadesindeki hum zamiri, akıllılara râci olan bir zamirdir. Dolayısıyla putlara
râci olması uygun düşmez.
b) O
kâfirlerin, Hz. İsa (a.s), Üzeyr (a.s) ve melekler hakkında, Allah katında
kendilerine şefaatçi olacaklarına inanmış olmaları uzak ihtimal değildir
(inanmış olabilirler). Ama, insanın,
putların ve cansız
şeylerin, kendilerini Allah'a yaklaştıracağına itikad edip
inanması, akıldan uzak bir şeydir. Bu takdire göre, onların maksatları, onlara
ibadet etmenin, kendilerini Allah'a yaklaştıracağına inanmalarıdır.
Şöyle de denebilir:
İnsan, o putlar bir ağaç ya da bir taş olmaları itibariyle, onlara tapmaz.
Onlar onlara ancak, onların, ya yıldızların, ya semavî ruhların, veyahut da
gelmiş geçmiş peygamber ve salih kimselerin heykelleri olduklarına inandıkları
için ibadet ederler ki, o insanların bu putlara ibadet ediş maksatları,
ibadetleri, bu heykelleri kendilerinin birer suretleri (sembolleri) kabul
ettikleri o varlıklara yöneltmektir.
Netice olarak
diyebiliriz ki: Putperestler şöyle diyebilirler: "En büyük ilah, beşerin
kendisine ibâdet etmesinden yüce ve münezzeh olan bir zâttır. Beşere düşen,
meselâ yıldızlar, semavi ruhlar (ve Hz. İsa (a.s), Üzeyr (a.s), melekler...)
gibi, Allah'ın kullarından ve yaratıklarından en büyüklerine ibadet etmektir.
Onlara düşen ise en büyük ilâha ibâdet etmekle meşgul olmalarıdır." İşte
onların, ayetteki, "Biz bunlara ancak, bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar
diye tapıyoruz" şeklindeki sözlerinden kastedilen budur.
[19]
Bil ki Allah Teâlâ,
onların bu inançlarını nakledince, buna şu birkaç açıdan cevap vermiştir:
1) Allah,
cevap verme hususunda sadece tehditle yetinerek, "Şüphe yok ki Allah
onlarla (mü'minler) arasında, ihtilaf edegeldikleri şeyler hakkında hükmünü
verecektir" buyurmuştur. Bil ki, batıldan yana olan bir kimse, bâtıl bir
görüş ileri sürüp, onda ısrar ettiğinde, buna müdahale etmenin yotu, bu
ısrarını onun kalbinden silip süpürecek bir yol araştırmaktır. Binâenaleyh,
böylece, adamın kalbindeki ısrarı zail olup, müteakiben, beriki de ona,
görüşünün batıl olduğuna dair deliller işittirince, bu metod, maksada daha
fazla ulaştırıcı olur. İşte bundan dolayı tabipler, mundıc (olgunlaştırıcı)
ilacın, müshll (ishal edici)den mutlaka önce verilmesi gerektiğini
söylemişlerdir. Çünkü, olgunlaştırıcı olması suretiyle içteki bozuk maddeler
yumuşar ve dışarıya çıkabilecek hale gelir. Böylece, sen ona, işte bundan sonra
ishal edici ilacı içirdiğinde tam bir temizlenme (boşalma) sağlanır. Aynen
bunun gibi, burada da, karşı taraf ilk önce o korkutma ve o tehditdleri
duyunca, bu, aynen, doktorun hastasına ilk defa olgunlaştırıcı ilacı vermesi
gibi; ikinci olarak da, görüşünün batıl olduğuna dair o delilleri ona duyurmak
da doktorun, o hastaya ikinci olarak ishal edici ilacı vermesi gibi olur.
Binâenaleyh, ayetteki bu tehdidin öncelikle ifade edilmesinin faydası, işte
budur,
[20]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, ''Muhakkak ki yalancı, gerçekten kâfir olan o kimseleri Allah, doğruya
iletmez" buyurmuştur ki bu, "Kim, yalanda ve küfürde ısrar ederse,
hidayetten mahrum olarak kalakalır" demek olup, buradaki yalan ile, o
müşriklerin, o putları kendi elleriyle yonttuklarını, onlar üzerinde tasarrufta
bulunduklarını ve onların, değersiz cansız nesneler olduklarını bile bile,
onların bu putları ibadete müstehak olan ilahlar olarak tavsif etmiş
olmalarıdır. Bu şeyleri, ulûhiyyetle vasfetmenin, katıksız bir yalan olduğuna
dair ise, zarurî bir bilgi vardır.
Ayetteki küfür
sözüyle, itikâdla ilgili olan küfrün kastedilmiş olması muhtemeldir. Burada
böyledir, çünkü o müşriklerin o putları ilâhlar olarak nitelemeleri bir yalan;
onların o putların ulûhiyyetine inanmaları ise, derin bir cehalet ve bir
küfürdür. Yine bu ifâde ile, nimete karşı nankörlük etme, manasının kastedilmiş
olması da muhtemel olup, bunun izahı şöyle yapılır: İbadet, tazimin doruk
noktasıdır. Sonsuz tazim de, ancak, kendisinden sonsuz in'âm ve lütufların
çıkıp südûr ettiği kimseye uygun ve lâyıktır. Nimetler veren ise, Allah
(c.c)'dır. Bu putların ise, bu işte herhangi bir etki ve fonksiyonları yoktur.
Bu putlara ve heykellere ibadette meşgul olmak, gerçek in'âm edicinin meşgul
olmak, gerçek inam edicinin nimetini inkâr etmiş olmayı gerektirir (küfrân-ı
nimet).
[21]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer Allah, bir evlâd edinmek isteseydi, elbette yaratacaklarından
dilediğini seçerdi. Fakat O, münezzeh ve yücedir. O, eşi ve benzeri olmayan
Allah'dır, birdir ve herşeye hakimdir" buyurmuştur. Bu sözün maksadı,
kendisinin, çocuktan münezzeh ve berî olduğuna dair kesin birtakım deliller
getirmektir. Ki, bunun izahı, şu birkaç açıdan yapılabilir:
1)
"Şayet O, bir çocuk edinmiş oisaydı, ancak, çocukların en mükemmeli olan,
erkek evlâd eri ilmekti-1 hoşnut olurdu. Durum böyle olunca, nasıl olur da siz
O'na, .j-arı nisbet edebilirsiniz?" demektir.
2) Allah,
gerçek > rdir, tektir. Gerçek tek olanın ise, çocuğunun olması imkânsızdır.
O'nun gerçek tek oluşuna gelince, bu şöyledir: Şayet O, mürekkeb bir varlık
olsaydı, O kendisini meydana gtıiren her bir parçaya muhtaç olurdu. Halbuki
oarcası, kendisinden (bütünden) başkaCır. Şu halde, bu denektir ki O, başkasına
muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan ise, zâtı gereği "mümkin" varlıktır.
Zâtı gereği mümkın olan ise, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olamaz.
"Gerçekte tek
olanın, çocuğu olmazr meselesine gelince, bunun delilleri şunlardır:
a) Çocuk,
bir şeyin kendisinden ayrılan, sonra da, çocuk suretine denk olan bir suretin
oluştuğu bir kısım ve parça demektir. 8u ise ancak, kendisinden bir parçanın
ayrılabileceği şeyler hakkında düşünülebilir. Mutlak tek olan varlık hakkında
ise, böyle bir şey söylenemez.
b) Çocuğun
şartı, mahiyetinin tamamı bakımından, babasına denk olmasıdır. Bu demektir ki
bu şeyin hakikati bu iki şahıs için de geçerli olan bir hakikat-i nev'iyye
(nev' ile ilgili bir hakikat) olmuş olur. Bu ise imkânsızdır. Çünkü onlardan
herbirinl tayin etmek eğer o mahiyetin ayrılmaz vasıflarından ise, o zaman o
mahiyyetten ancak ve ancak, tek bir şahsın meydana gelmesi gerekir. Eğer, bu
tayin etmek, o mahiyetin ayrılmaz vasıflarından değilse, o zaman bu tayin etme
işi, o şeyin ayrılması sebebiyle bilinir hale gelmiş olur. Dolayısıyla da o
şey, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan bir ilâh olmuş olmaz. Bu sebeple O'nun
zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan bir ilâh olmasının,
kendisinin gerçekte tek bir fert olmasını gerektirdiği
sabit olmuş olur. O'nun, hakiki manada tek olması ise, kendisinin bir çocuğunun
bulunmasına manidir. Böylece, O'nun tek oluşunun, çocuğunun olmasına mani
olduğu kesinlik kazanmış olur.
c) Çocuk
ancak, bir çiftten meydana gelir. Çiftlerin ise, mutlaka, aynı cinsten olmaları
gerekir. Şayet O'nun çocuğu olmuş olsaydı, o tek olmaz, tam aksine O'nun eşi,
hanımı{!) da, O'nun cinsinden olurdu.
Allah'ın kahhâr
olmasının, O'nun çocuğunun olmasına mani olmasına gelince, bu da şöyledir:
Çocuğa muhtaç otan, ölen, böylece de, yerini tutabilecek bir çocuğa muhtaç olan
kimse demektir. Şu halde, çocuğa muhtaç olan, ölüme yenilmiş kimsedir. Kendisi
kahhâr olup da, hiçkimsenin, kendisine hükmedemediği zât hakkında ise, çocuk
düşünülmesi imkânsız olur. Bu sebeple "O, eşi ve benzeri olmayan
Aliah'dır, birdir ve herşeye hakimdir" ayetinin, Cenâb-ı Hakk'ın çocuğu
olmadığını gösterme hususunda, kesin delillere şamil olan lafızlar olduğu sabit
olmuş olur.
[22]
"Sizi bir kişiden
yarattı. Sonra ondan da, eşini meydana getirdi. Sizin için,
davarlardan sekiz çift indirdi. Sizi, analarınızın
karınlarında, üç karanlık İçinde, bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışla
halkedip duruyor. İşte, Rabbimiz olan Allah, budur. Mülk O'nun. O'ndan başka
hiçbir Tanrı yok. Böyle iken, siz nasıl olup da (haktan) döndürülüyorsunuz?
Eğer küfrederseniz, şüphesiz, Allah sizden müstağnidir. Bununla beraber O,
kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz, sizin faydanız için, bundan
hoşnut olur. Hiçbir günahkâr,
diğerinin günahını
çekmez. Nihayet, hepinizin dönüşü ancak Rabbinizedir.
Artık neler yapmakta
idiniz, O, size haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde
olan her gizliyi
hakkıyla bilendir"
(Zümer, 5-7).
Bil ki, önceki
ayetler, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinin bir, kahhâr ve gâlib, yani kudretinin
mükemmel oluşu ile, kendisinin çocuk edinmiş olmaktan münezzeh olduğuna delil
getirmektedir. O, bu meseleyi bu hususlara istinad ettirince, bunun peşinden,
kudretinin tam müstağni oluşuna delâlet edecek şeyleri zikretmiştir. Bir de,
Cenâb-ı Hak, o putların, ilâh kabul edilmelerini tenkit etmiş, bunun peşinden
de, nazar-ı dikkate alındığında, ulûhiyyetin tahakkuk edeceği vasıftan
getirmiştir.
[23]
Bil ki biz, bu kitabın
çeşitli yerlerinde, Allah'ın, ulûhiyyeti isbât sadedinde zikrettiği delillerin
ya felekî, ya da unsurî olduğunu beyan etmiştik.
Felekî semavî deliller
olanlara gelince, bunlar şunlardır:
a) Göklerin
ve yerin yaratılması... Bunun, kadir bir ilâhın varlığına pekçok yönden delâlet
ettiğini, JfrjSMj (En'âm. 1) ayetinin
tefsirinde açıklamıştık.
b) Gece ve
gündüzün hallerinin değişmesi... ki bu husus burada, "O, geceyi gündüzün
üstüne doluyor, gündüzü de gecenin üstüne doluyor" buyruğunda kastedilmiş
olandır. Bu böyledir, zira aydınlıkla karanlık, heybetli iki ordudurlar. Her
gün biri diğerine, diğeri de öbürüne galip gelir. Bu hâdise, bunlardan
herbirinin mağlûp ve makhûr olduğuna ve bunların kendisinin yönetim ve
hakimiyeti altında oldukları bir Kahir ve Gâlib; bulunduğuna delâlet eder, İşte
bu kahir ve gâlib olan, Allah (c.c)'dır. Buradaki "tekv?r"den maksat,
bunların herbirinde, diğerinden noksanlaştığı kadarıyla bir artışın meydana gelmesidir.
Gece ve gündüzün tekvîri ile, "Geldikten sonra, arkasını dönüp gitmesinden
Allah'a sığınırım..." hadisinde ifâde edilen şey kastedilmiştir. Bil ki,
Cenâb-ı Hak işte bu manayı, hem bu ifâdeyle, hem de, "Geceyigündüze
bürür"[Aruz*), "Geceyi gündüze sokar (Hadid, 6) ve "O, iyice
düşünüp ibret almak arzusunda bulunan kimseler ... için gece üegündüzü birbiri
ardınca getirendir"(futten,63) ayetleriyle açıklamıştır.
c)
Yıldızların hallerinin nazar-ı dikkate alınması... Özellikle, güneşle ayın..
Çünkü güneş gündüzün; ay da, gecenin sultanıdır. Bu alemin pekçok faydaları bu
ikisine bağlıdır.
"Herbiri muayyen
bir vakit için akıp gitmektedir..." buyruğundaki muayyen vakit, Kıyamet
günüdür. Çünkü bu iki şey, bu güne kadar sürüp gider. Ama bu gün tahakkuk
ettiğinde, onlar da yok olur giderler. Bu İfadenin bir benzeri de "Güneşle
ay toplandı..."(Kıyan*.9) ifadesidir. Bu müsahhar kılma ile, bu
feleklerin, Kıyamete değin, tıpkı, sığırın dönderdiği o dolap gibi, aynı
şekilde dönmeleri, o gün geldiğinde ise, kitapların sayfalarının dürülmesi gibi
(Enayi w), semânın dürülmesi kastedilmiştir.
Cenâb-ı Hak, işte bu
üç çeşit felekî delilden bahsedince, "Gözünü aç. O, emrinde mutlak
galiptir. Çok bağışlayladır" buyurmuştur. Ki bu, "Bu büyük kütleleri
yaratmak, her ne kadar O'nun aztz, yani kudretinin mükemmel olduğuna delâlet
ediyorsa da, ancak ne var ki O, rahmeti, lütfü ve ihsanı büyük ve sonsuz olan,
çok affedici bir Rab'dir" demektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, kendisinin,
kudretinin büyük olduğunu haber vermesi, O'ndan korkmayı ve çekinmeyi;
kendisinin çok affedici olduğunu haber vermesi de, rahmetinin çokluğunu;
rahmetinin çokluğu da, ümidi ve O'na karşı şevk duymayı gerektirmiştir.
[24]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, bu felekî delillere, bu süflî alemden alınan delilleri de eklemiş ve
böylece bu işe, ilk önce insandan bahsederek, "O, sizi bir kişiden
yarattı. Sonra ondan da, eşini meydana getirdi" buyurmuştur. İnsanın
oluşumunun, hür ve irâde sahibi bir ilâha delâlet edişinin izahı, defalarca
geçmişti. Buna göre şayet, "Hz. Adem (a.s) insanlar yaratılmazdan evvel
yaratılmışken, daha nasıl Cenâb-ı Hak, "O, sizi bir kişiden yarattı. Sonra
ondan da, eşini meydana getirdi" diyebilmiştir?" denilirse, alimler
işte bu soruya, birkaç şekilde cevap vermişlerdir:
1) Sümme kelimesi, iki hâdiseden birisinin
diğerinden sonra olduğunu beyan etmek için kullanıldığı gibi, iki kelâmdan
birisinin, diğerinden sonra söylendiğini beyan etmek için de gelebilir. Bu,
meselâ bir kimsenin, "Bugün ne yaptıkların bana ulaştı. Sonra senin dün
yaptığın ise, çok enteresandı" demesi gibidir. Yine birisi, "Ben sana
bu gün bir şeyler verdim. Sonra sana dün verdiğim o şey ise, daha çok idi"
diyebilir.
2) İfadenin
takdiri, "Sizi tek başına yaratılmış bir nefisten; sonra da o nefisten
onun eşini yarattı.." şeklinde olabilir.
3) Allah,
Adem (a.s)'in zürriyetini, kendi belinden, zerreler halinde çıkardı, bundan
sonra da, Havva'yı yarattı.
[25]
Bil ki Allah Teâlâ,
bir yaratıcının (kendisinin) varlığına, insanın yaratılması ile istidlalde
bulununca, bu istidlalinin peşinden, yine bir yaratıcının varlığına,
hayvanların varlığı ile de istidlalde bulunarak, "Sizin için, davarlardan
sekiz çift indirdi" buyurmuştur ki, bunlar deve, sığır, koyun ve keçidir.
Biz, bu hayvanların, bir yaratıcının varlığına nasıl delâlet ettiklerini, Nahi
Hak Teâlâ'nın,
"Sizin için ... indirdi" ifadesinin tefsiri hususunda şu izahlar
yapılmıştır.
a) Allah'ın
hükmü, takdiri ve kaderi, Levh-i Mahfuz'da olacak herşey yazılı olduğu için,
"gökten inme" ile ifade edilmiştir.
b) Her canlı, bitki ile hayatiyetini sürdürür.
Bitkiler de ancak su ve toprak ile hayatiyetlerini sürdürebilirler. Su ise esas
olarak gökten iner. Böylece de esas itibarıyla, bu hayvanlar da sanki gökten
inmiş gibidir.
c) Allah Teâlâ bu hayvanları önce cennette
yarattı, daha sonra yere indirdi.
"Sekiz çift"
tabiri, "Deve, sığır, koyun ve keçi'den, birer erkek ve dişi olarak sekiz
eş demektir." "Zevç", beraberinde bir diğeri bulunan herşey için
kullanılır. Binâenaleyh bu, tek başına kaldığında "ferd" olur.
Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Velhasıl ondan, erkek ve dişi, iki zevç (sınıf)
çıkarmıştır" (Kıyame, 39) buyurmuştur.
[27]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sizi analarınızın karınlarında ...bir yaratılıştan sonra öbür
yaratılışla yaratıp duruyor" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili bir kaç bahis
vardır:
Birinci Bahis: Hamza,
elifin ve mim'in kesresiyle Kisâî, hemze'nin fethası ve mim'in kesresiyle
(immehâtikum) okurlarken; diğer kıraat imamları, elifin zammesi ve mim'in
fethasıyla okumuşlardır.
İkinci Bahis: Allah
Teâlâ insanları tek bir şahıstan yani Adem (a.s)'den yarattığını anlatınca,
bunun peşisıra en'âm'ı yaratışından bahsetmiştir. Cenâb-ı Hak, insandan sonra
hayvanların en kıymetlileri "en'âm" olduğu için, özellikle bunlardan
bahsetmiştir. Daha sonra, bu ikisinin peşinden, insan ile en'âm hayvanları
arasında müşterek olan, ana karnında yaratılmış olma durumundan bahsetmiştir.
Ayetteki "Bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışla" ifadesinden murad,
Allah Teâlâ'nın, "Andolsun biz insanı çamurdan süzülmüş bir özden
yarattık. Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta bir nutfe yaptık. Sonra o
nutfeyi bir alak (rahme tutunmuş bir parça) haline getirdik. Derken bunu bir
çiğnem et yaptık. O bir çiğnem eti de kemikler haline getirip, o kemiklere et
giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışla inşâ ettik. Suret verenlerin en
güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir"(Mü'minûn. 12-14) ayetlerinde
anlattığı şeylerdir.
[28]
Ayetteki, "üç
karanlık" tabirinin, ananın karnı, rahmi ve rahimdeki, çocuk kesesi olduğu
söylendiği gibi, babanın beli, ananın rahmi ve karnı olabileceği de ileri
sürülmüştür ki biz, bu şeyler ile nasıl istidlal edildiğini (delil
getirildiğini), aı-j imrân, e ayetinin tefsirinde anlatmıştık.
Bil ki Allah Teâlâ, bu
delilleri ortaya koyup açıklayınca, "işte Rabbiniz olan Allah budur"
buyurmuştur. Bu, "Size diyorum, fiillerinin harikalığını görüp anladığınız
bu varlık, Rabbiniz Allah'dır" demektir. Bu ayette, Allah Sübh&nohû ve
Teâlâ'nın, cüzlerden ve kısımlardan, maddelerden ve mekândan münezzeh olduğuna
bir delâlet vardır. Çünkü Hak Teâlâ, kullarına kendi zatını anlatmak
istediğinde, bu şeyleri yaratan ve yönetenin, ancak kendisi olduğunu
söylemiştir. Eğer O'nun kendisi, parçalardan ve kısımlardan meydana gelmiş bir
cisim olsaydı, kendisini bu kısımlar
ve
parçalardan bahsederek anlatırdı. Ama O'nun kendisini fiilleri, halleri ve
eserlerinden bahsederek anlatması, kendini kendi zatının dışındaki birtakım
unsurlarla anlatmadır. Halbuki birinci anlatma, ikinci anlatmadan (tariften)
daha mükemmeldir. Dolayısıyla şayet birinci şekil anlatım mümkün olsaydı,
Cenâb-ı Makk'ın ikinci şekli tercih etmesi bir noksanlık ve kusur olurdu. Bu
ise, Allah hakkında caiz (doğru) olmazdı. Böylece bu ikinci şekli tercih
etmenin, ancak birinci şeklin imkânsız olması durumunda makul ve yerinde
olduğunu anlamış oluyoruz. Bu ise, Allah'ın cisim olmaktan ve birtakım kısımlar
ile parçalardan meydana gelmekten çok yüce ve uzak olduğuna delâlet eder.
[29]
Daha sonra Allah
Teâlâ, buyurmuştur. Bu, hasr (sadece) manasını ifade eder ve "Mülk
başkasının değil, ancak O'nundur" demektir. Mülkün, başkasının değil
sadece O'nun olduğu ortaya çıkınca, Allah'dan başka ilahın olmadığını söylemek
ve inanmak gerekir. Zira eğer bir başka ilah daha bulunsaydı, bu mülk ya onun
da olur, veya olmazdı. Eğer onun da olsaydı, bu durumda onlardan herbiri malik
ve kadir olurdu. Böylece de aralarında "temânû" (karşılıklı
engelleme) olurdu. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu, "Eğer o ikisinde, yani
göklerde ve yerde, Allah'dan başka ilahlar olsaydı, onlar fesada uğrar, düzeni
bozulurdu" (Enbiyâ, 22) ayetiyle beyan etmiştir. Bu, muhaldir. Eğer
ikincisi için, bu mülkten birşey yok ise, o zaman o noksan bir varlık olur.
Dolayısıyla da ilah olmaya elverişli olmaz. Bu sebeple delil, Allah'dan başka
bir "melik" olmadığına delâlet edince, âlemin (kâinatın) ilahının ve
bütün mahlûkâtın mabudunun ancak tek, gerçek, hiçbir şeye muhtaç olmayan,
herşey kendisine muhtaç Allah Teâlâ olduğunun söylenmesi gerekir.
Bil ki Allah Teâlâ
işte bu deliller ile, kendisinin hikmet-kudret ve rahmetinin tam ve mükemmel
olduğunu ortaya koyunca, bunun peşisıra müşrikler ve sapıkların yollarını şu
birkaç açıdan çürütme işini yapmıştır:
1) Bu,
"Böyle iken siz nasıl olup da (hakdan) döndürülüyorsunuz?'1 cümlesi ile
anlatılan husus... Bu ayeti, hem ehl-i sünnet, hem Mu'tezMe delil olarak
kullanmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerimizin bunu delil getirişleri şu şekildedir:
Bu, onların bunca açık seçik şeylerden, kendi kendilerine sapmayıp, aksine
onları bu hakikatlerden başkalarının vazgeçirdiği, o başkasının ise ancak Allah
olduğu hususunda net bir ifadedir ki aklî delil de bunu destekler. Çünkü
herkes, gerçeğe ve doğruya ulaşmak ister. İnsan buna ulaşamayıp, kendinde
cehalet ve sapıklık tahakkuk edince, bu işin onun kendisinden değil,
başkasından olduğunu anlıyoruz." Mu'tezile'nin istidlal şekli ise
şöyledir: "Hak Teâlâ'nın bu beyanı, bu döndürmüşten ötürü duyduğu hayreti
ifade eder. Binâenaleyh eğer bu döndürme (saptırma) işinin faili Allah olsaydı,
bu teaccüb manasız birşey olmuş olurdu."
[30]
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz Allah sizden müstağnidir"
buyurmuştur ki bu, "Allah, menfaat elde etmek
yahut kendisinden bir zararı gidermek için insanları
mükellef tutmamıştır. Çünkü Allah Teâlâ, herşeyden müstağnidir, hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur. O'nun hakkında, bir menfaat elde etme ve bir zararı giderme
gibi şeyleri düşünmek imkânsızdır" demektir. Şu hususlardan ötürü,
Allah'ın herşeyden müstağnî olduğunu söylüyoruz:
1) O, hem
zâtı, hem de bütün sıfatları bakımından vâcibü'l-vücûd (varlığı zorunlu)
olandır. Böyle olan bir varlık ise, mutlak olarak, hiçbir şeye muhtaç olmaz.
2) Eğer O bir şeye muhtaç olsaydı, bu ihtiyaç ya
ezelî, ya sonradan çıkma bir ihtiyaç olurdu. Birinci ihtimal bâtıldır. Aksi
halde ezelde, muhtaç olduğu şeyin kendisi tarafından yaratılmış olması
gerekirdi ki bu imkânsızdır. Çünkü yaratılmış olma ile ezelî olma birbirine
zıddırlar. İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü ihtiyaç, bir noksanlıktır. Hakîm
olan varlığı, herhangi bir şey, kendisinin noksanlığını gerektirecek bir işi
yapmaya sevkedemez.
3)
Farzedelim ki Allah Teâlâ hakkında, şehvet, nefret ve ihtiyaç gibi şeylerin söz
konusu olup olamayacağı konusunda bir şüphe vardır. Fakat gökleri, yeri,
güneşi, ayı, yıldızları, Arş'ı, Kürsî'yi. dört ana elementi (unsuru) ve
bunlardan çıkan üç esas varlık çeşidini yaratmaya kadir olan bir ilahın,
(meselâ) Zeyd'in namazından, Amr'ın orucundan istifade etmesinin ve Zeyd'in
namazt kılmayışından, Amr'ın oruç tutmamasından zarar görmesinin imkânsız
olduğu açık ve kesin olarak malumdur. Böylece, bu anlattığımız şeyler
vasıtasıyla, bütün âlemin kâfir olması ve cehaletlerini sürdürmeleri halinde
bile, Allah'ın onlara hiçbir ihtiyacı olmadığı, müstağnî olduğu anlaşılır.
[31]
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz" yani
"O, her ne kadar hiç kimsenin imanı kendisine fayda, ve hiç kimsenin
inkârı kendisine zarar vermediği halde, yine de küfre razı olmaz, onun olmasını
istemez" buyurmuştur. Cübbâî bu ayeti şu iki açıdan kendine delil
getirmiştir:
a) Cebriye (Ehl-i sünneti kastediyor),
"Kulların küfrünü de Allah yaratmıştır. Binâenaleyh bu küfür (inkâr),
Allah'ın yarattığı bir şey olması açısından doğru ve haktır"
demektedirler. Eğer durum onların dediği gibi olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, onu
kendisi yarattığı için, küfre razı olmuş olurdu. Bu mana ise, bu ayete zıttır.
b) Eğer küfür,
Allah'ın takdiri ve kazası ite olmuş olsaydı, o zaman bizim de küfre razı
olmamız gerekirdi. Çünkü "Allah'ın kazasına rızâ" vaciptir. Ümmet,
"küfre razı olmanın küfür" olduğu hususunda müttefik olduğuna göre,
bu işin Allah'ın kazasıyla olmadığı ve Allah'ın rızasına uygun olmadığı sabit
olmuş olur."
[32]
Ehl-i sünnet
âlimlerimiz, Cübbâî'nin bu istidlallerine cevap vererek şunlarısöylemişlerdir:
a) Kur'ân'ın
âdeti, "kullar" ifadesini mü'minler için kullanma şeklinde cereyan
eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yeryüzünde ağırbaşlı olarak yürüyen Rahmanın
kullan..."(Furkan,63); "Allah'ın kullarının
içtiği b/rgoze..."(!nsan,6) ve "Benim kullanm üzerinde senin (ey
şeytan) bir tesirin olamaz" (Hicr, 42) buyurmuştur. Buna göre, "O,
kullarının küfrüne razı olmaz" cümlesi, "O, mü'min kulları için küfre
razı olmaz" manasında olur. Bu mana ise, biz ehl-i sünnetin inancına zarar
vermez.
b) Küfrün,
Allah'ın iradesiyle olduğunu söylüyoruz. Ama küfrün, Allah'ın rızası ile
olduğunu söylemiyoruz. Çünkü "rızâ" o şeyi övmek, yapılışını medh-ü
sena etmek demektir. Zira Hak Teâlâ, "Şüphesiz Allah müzminlerden razı
oldu..." (Fetih, ıe) buyurmuştur ki bu, "Allah o mü'minleri över,
medh-ü sena eder" demektir.
c) Allah kendisine rahmet etsin, babam Ziyâüddîn
Ömer şöyle derdi: "Rızâ, kınamamak ve karşı gelmemek demektir. Bu ise
irâde etmek demek değildir. Bunun delili, İbn Düreyd'in sözüdür. O, bu şiirinde
rızanın, zorlama ile birlikte bulunacağını kabul etmiştir. Bu da, bizim
dediğimiz hususa delâlet eder.
d)
Farzedelim ki "rızâ", bir şeyi irâde etmek (istemek) manasınadır. Ama
ayetteki "O, kullarının küfrüne razı olmaz" ifadesi genel bir
ifadedir. Binâenaleyh bu, Allah Teâlâ'nın,
kâfirin küfrünü irâde ettiğine
delâlet eden ayetlerle tahsis edilir
(sınırlandırılır). Bu tıpkı, lıSiz ancak Allah'ın dilediği şeyleri
dilersiniz" (insan, 30) ayetinde olduğu gibidir. Allah en iyi bilendir.
[33]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah "Eğer şükrederseniz, sizin için Landan hoşnud olur"
buyurmuştur. Allah küfre rızası olmadığını bildirince, şükürde." razı
olduğunu beyan etmiştir. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[34]
Kıraat âlimleri,
kelimesinde "hû" zamirini şu üç değişik şekilde okumuşlardır:
1) Nâfî, EbÛ
Amr, İbn Âmir, Âsim, Hamza, bunu zammeli olarak ve "ihtilas" ile
okumuşlardır.
2) Bir diğer
rivayete göre Ebû Amr ve Hamza, tahfif (kolaylık için), bunu sükûn ile
okumuşlardır.
3) Yine bir
diğer rivayete göre Nâfî ve İbn Kesir, İbn Âmir, Kisâî. bunu zamme ve
"işba1 " ile okumuşlardır. Vahidî (r.h) şöyle der: "Kıraat
imamlarından, bu zamire vâv ekleyecek kadar, bunu işba ile okuyanlar var. Çünkü
"hû"dan önceki harf harekeli olunca, tıpkı daki hfi'lar gibi olur.
Dolayısıyla bunlar, bütün kıraat imamlarınca işba ile okunduğuna göre, bu
"hâ" da böyle okunabilir. Yine kıraat imamlarından hâ'yı harekeli
okuyup, bunu sanki önünde vâv varmış gibi çekmeyenler de vardır. Çünkü bu
kelimenin aslı, şeklindedir. Cezmden ötürü
hazfedilen elifin, bu hazfi vacip değildir. Dolayısıyla sanki var gibi
hükmündedir. Elif varken nasıl vâv getirmek caiz değilse, işte burada da
böyledir.
[35]
"Şükr", söz,
inanç ve amelden mürekkeb bir haldir. Söz, nimetin olduğunu ikrar etmek; inanç,
o nimetin, nimeti veren O zattan çıktığına inanmaKtır.
[36]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Hiçbir günahkâr diğerinin günahım çekmez" buyurmuştur. Cübbâî
şöyle der: "Bu, Allah Teâlâ'nın hiç kimseye, başkasının fiilinden ötürü
azâb etmeyeceğine delâlet etmektedir. Eğer kâfirlerin fiilini Allah yapmış ve
yaratmış olsaydı, onlara bu fiillerden ötürü azabetmesi caiz olmazdı. Yine
atalarının günahı yüzünden torunlara azab etme de caiz değildir. Ama ehl-i
sünnet bunun aksini söylüyor. Âkilenin (yani suçlunun akrabalarının), diyeti
ödemesini kabul etmeyenler de bu ayeti delil getirmişlerdir.
[37]
Allah Teâlâ sonra,
"Nihayet, hepinizin dönüşü ancak Rabbini-zedir" buyurmuştur. Bil ki
biz, insan için en önemli şeylerin, mümkün olduğu kadar yaratanını tanıması, bu
dünya hayatında kendisine zararlı ve faydalı şeyleri, ölümden sonraki hallerini
öğrenmek olduğunu defalarca anlattık. Dolayısıyla bu ayette, gerek ulvî âlem,
gerek süflî âlemden olmak üzere, Allah'ın kudretinin, ilminin ve hikmetinin
mükemmelliğine delâlet eden pek çok deliller vardır. Cenâb-ı Hak, daha sonra
şükretmeyi emretmiş ve küfrü nehyetmiş; peşisıra da, "Nihayet, hepinizin
dönüşü ancak Rabbinizedir" buyurarak, insanın ölüm sonrası hallerini
anlatmıştır. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır:
[38]
Müşebbihe, ilâ edatına
tutunarak, âlemin ilahının bir cihette bulunduğu görüşüne yol bulmaya
çalışmıştır ki, biz buna defalarca cevap vermiştik.
[39]
Bir topluluk da, bu
ruhların bedenlerden önce de var olduğunu iddia etmiş ve bu ayet ile diğer
ayetlerde bulunan "rücû-geri dönmek" kelimesine tutunmuştur.
[40]
Bu ayet, ba's ile
Kıyametin isbâtına, vaki olacağına delâlet etmektedir. .
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Artık neler yapmakta idiniz, O, size haber verir" buyurmuştur.
Bu ifade, günahkâr için bir tehdit, mutîiçin ise bir müjdedir. Cenâb-ı Hakk'ın
"Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi hakkıyla bilendir"
cümlesi ise, önceki ifadenin bir illeti de (sebebi) gibidir. Yani,
"Amellerinizi size haber vermesi, O'nun için mümkündür. Çünkü O, bütün
malûmatı bilendir. Binâenaleyh O, sizin kalplerinizdeki davet edici sebeplerle
alıkoyucu şeyleri de bilir" demektir. (Nitekim) Hz. Peygamber (s.a.s)
söyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah sizin hizmetlerinize ve sözlerinize
bakmaz; fakat O, sizin kalplerinize ve amellerinize bakar. "[41]
"İnsana bir zarar
dokunduğu zaman o, Rabbine, bütün (varlığı ile) O'na
dönerek, yalvarır. Sonra ona kendinden bir nimet
verdiği vakit ise, evvelce
O'na yalvardığını
unutur. Allah'a, O'nun yolundan saptırmak için, eşler
katmaya başlar. De ki: "Küfrünle biraz eğlenedur!
Çünkü sen, muhakkak
cehennemliklerdensin!"
Ahiret (azabı)ndan korkarak, Rabbinin rahmetini
umarak gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde
taat ve
ibadet eden kimsenin durumu böyle midir?
De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler
bir
otur mu? Ancak temiz akıl sahipleridir ki, hakkıyla düşünür"
(Zümer, 8-9).
Bil ki, CenâtH Hak
şirkin çürüklüğünü bildirip, kendisine ibadet edilmesi gerekenin Allah olduğunu
açıklayınca, bu ayette de, putlara tapan o kâfirlerin yolunun tutarsız olduğunu
beyan etmiştir. Bu böyledir, çünkü, onlara herhangi türden bir zarar dokununca
onun izalesi için ancak Allah'a yönelirler. Bu sıkıntı ve zarar onlardan zail
olup gidince de, yeniden putlara tapmaya başlarlar. Şu bilinmektedir ki onlar,
zarar bulunduğu zaman Allah'a yönelirler; zira, hayır ve zarar iletmeye kadir
olan ancak O'dur. Bazı durumlarda durumun böyle olduğunu bilince, onların,
bütün durumlardan bunun böyle olduğunu itiraf etmeleri vacib olur. İşte
böylece, onların bu konudaki yollarının çelişik olduğu sabit olmuş olur.
[42]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"insana... dokunduğu zaman" ifadesine gelince, buradaki,
"insan" ile, Utbe b. Rebîa, vb. muayyen kimselerin kastedildiği
söylendiği gibi, yine bu ayette, daha önce zikredilmiş olan kâfirin
kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü ifade, daha önce geçmiş olan malûm bir şey
hakkında varid olmuştur.
Ayetteki durr, ister
bedeni, ister malı, ister aiesi, isterse çocukları hakkında olsun,
hoşlanılmayan bütün durumlar bunun kapsamına dahildir. Zira lafız, mutlak olup,
onu kayıtlamanın anlamı yoktur, "O, Rabbine...
yalvarır" ifadesi ise, "Rabbine sığındı ve O'na nida etti. O
sıkıntıyı O'ndan başkasının kaldırabileceğini de ummadı" anlamındadır.
İşte bundan dolayı, "O'na dönerek" buyurmuştur. Yani, "Bu
zararın ve sıkıntının izâlesi hususunda sadece O'na dönerek ve rücû
ederek" demektir. Zira, ibftne masdarı, dönmek ve rücû etmek anlamına
gelir.
ayetindeki (havvelehû)
kelimesi, "ona verd/" anlamındadır. Keşşaf sahibi şunu demiştir:
"Bu kelimenin hakikatine dair iki izah şekli bulunur:
1) Bu,
"Allah onu, bir malın gözeticisi ve sahibi kıldığında" demektir. Bu
deyim Arapların, bir kimse, malı iyice görüp gözetmeyi, ona bakmayı taahhüt
edip taahhüdünü ifa ettiği zaman, onun hakkında kullanılan,
O, malı
iyi koruyup gözeten, ıslah edendir" deyiminden alınmıştır. Hz. Peygamber
s.a.s)'den rivayet edilen şu haber de bunun gibidir: "O, ashabına Öğüt
vermek için elverişli durumlarım kollardı.".
2) Bu,
"onu, gururlanır ve iftihar eder duruma getirdiği zaman" demektir ki,
o zaman kelime, "iftihar etti ve kendinde bir şeyler vehmetti"
anlamında otan kelimesinden iştikak
etmiş olur. Nitekim bu manada olmak üzeredir ki, Araplar şunu demiştir:
"Muhakkak ki zenginin etekleri yerde sürünür ve o, gururlanarak
yürür."
[43]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "Evvelce ona yalvardığını unutur" buyurmuştur. Yani, "Daha
önce kendisine yalvarıp yakardığı Rabbini unutur" demektir. Buradaki ma
edatı (Leyi,3) (Kftfirûn,3) ve (nim, 3> ayetlerindeki mâ gibi, men
anlamındadır. Mananın, "izale etmesi için kendisinden Ötürü Allah'a
yalvarıp yakardığt o sıkıntı ve belâyı unuttu" şeklinde olduğu da
söylenmiştir. Ayetteki (nttlye)
"unuttu" kelimesinden maksad, "Daha önce hiç O'na yönelmemiş
gibi, O'na duâ etmeyi terketti" manasıdır. Bununla şayet, hakiki anlamda
unutmak manasını kastetmiş olsaydı, bundan ötürü onu kınamazdı. Bundan muradın,
"Feryat etmemesi (gerektiğimi, O'ndan başka ilâh olmadığını unuttu da,
böylece, Allah'la beraber başka ortaklar edinmeye başladı" manasının
olduğu da söylenmiştir.
[44]
Daha sonra
"Allah'a, O'nun yolundan saptırmak için, eşler katmaya başlar" kısmı
ile ilgili birkaç mesele vardır:
Ibn Kesir, Ebû Amr,
yâ'nın fethasıyla (li yadılle); geriye kalanlar da, "başkasını saptırmak
için" anlamında yâ'nın dammesiyle, li yudille şeklinde okumuşlardır.
[45]
Maksad şudur: Allah
Teâlâ, aklı başında olan bu kimselerin,
bu
iki durumdaki çelişkilerin ne denli şaşırtıcı okluğuna dikkat
etmelerini ister. Onlar, bir sıkıntı anında, Allah'tan
başka
iltica makamı olmadığına inanırlar, ama
kendilerine nimetler verildiği zaman ise, O'nunla beraber, başka ilâhlar
edinmeye dönerler!... Şurası malumdur ki, Allah Tealâ hayra ve şerre sadece o
kadir ve muktedir olduğu için, sıkıntı ve belâ anlarında sadece kendisine
iltica edilen olduğunda, bu hal ve manâ, rahatlık ve huzur vakitleri İçin de
geçerlidir. Onların bu iki vakitteki durumlarının anlatılmasında, onların
çelişki içinde bulunduklarını ve akıllarının kıt olduğunu, ortaya koymayı
gerektiren bir maksat bulunur[46]
ifadesinin manası,
"O, sadece kendisini saptırmakla yetinmez. Bilakis, ister fiiliyle olsun,
ister sözle, o, başkasını da kendisine ortak olmaya, ona katılmaya
çağırır. Böylece, günahı arttıkça artar"şeklindedir
kelimesindeki lâm (Kasu, s) ayetindeki
lâm gibi, "akıbet lâmı"dır. Cenâb-ı Hak, onların bu çelişkili fiilini
nakledince, onları tehdit etmek üzere şöyle buyurdu: "De ki:
"Küfrünle biraz eğlenedur." Bundan kastedilen, emir manası değildir.
Bilâkis, men ve nehiy olup, dünyadaki menfaatlenmesinin az olup, varacağı yerin
de cehennem olduğunu ona anlatmak ve bildirmektir.
Allah Teâlâ, müşrikler
ile sapıkların sıfatlarını ve onların, Allah'dan başkalarına tutunmalarını
anlatınca, bunun peşinden, ancak Allah'a rücû eden, Allah'ın lütfundan
başkasına itimat etmeyen hak ehli, mü'mınlerın durumunu anlatmak üzere
"Yoksa, o, "... gecenin saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur
bir halde taat ve ibâdet eden kimsenin durumu böyle midir?" buyurmuştur.
Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[47]
Nafî, Ibn Kesîr ve
Hamza, bu ifadeyi şeddesiz mim ile (e men..); geriye kalanlar da, şedde ite jiî
(em men) diye okumuşlardır. Şeddesiz okunması halinde bunun iki izah şekli
vardır:
1) Buradaki
elif, istifham elifi olup, men'in başına gelmiştir.
Cevap: MahzÛf olup
takdiri, "Şöyle şöyle olan, böyle olmayan gibi midir?'* şeklindedir.
Cevâbın, "Allah'a ortaklar tutan gibi midir?" şeklinde olduğu, ancak,
daha Önce zikri geçmiş olan İfade ile yetinildiği de söylenmiştir.
2)
'deki elifin nida elifi olması... Buna göre
sanki, "Ey, cennet ehlinden olan, itaatkâr kimse!.." denilmiştir.
Şeddeli okunmasına gelince, Ferrâ şöyle demiştir: "İfadenin aslı, şeklinde
olup, mîm mîm'e idğâm edilmiştir." Buna göre buradaki em edatı, senin
"Zeyd mi daha faziletlidir, yoksa Amr mı?" sözündeki em edatı gibi
olmuş olur.
[48]
Kânit farz olan tâat
ve ibadetleri yapan kimsedir. Hz.
Peygamber
(s.a.s)'in, "Namazın en
efdali içinde kunût
olan namazdır"', bu, namazda, kıyamda
durmaktır.
Sabah namazında kunûtta bulunmak da, bu
manadadır.
Çünkü kişi, ayakta bulunduğu halde, duâ eder. İbn Ömer (r.a): "Ben
kunût'un manasının Kur'ân okuma, uzun uzun kıyamda durmadan başka manaya
geldiğini bilmiyorum" dediği, sonra da, bu ayeti okuduğu; İbn Abbas
(r.a)'dan, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 116) ayetinden dolayı, "kunût,
Allah'a tâatte bulunmaktır" ve Katâde'den de, deyiminin, "Gece
saatleri; onun başı, ortası ve sonu boyunca.." manasında olduğu rivayet
edilmiştir.
[49]
Bu lafızda, gece
ibadete durmanın faziletine ve onun, gündüz ibadete durmaktan daha üstün
olduğuna bir dikkat çekme bulunur. Bazı açıklamalar da bunu teyit eder:
1) Gece
ibâdeti, gözlerden daha saklıdır. Bu sebeple, riyadan da çok uzak olur?
2) Karanlık,
görmeyi engellerken, insanların uykuda olmaları da, duyulmaya mani olur. Kalb,
haricî hallerle meşgûliyyetten uzak olunca, esas arzu edilmesi gereken (aslî
matluba) döner ki bu da, Marifetullâh ve O'na kulluk hizmetidir.
3) Gece,
uyku zamanıdır. Uykuyu terketmekte, ağır ve zor olur. Bu vakitte yapılan
ibadetin sevabı da, daha çok olur.
4)
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz, gece kalkışı (kalb ile uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve
sağlam bir kıraata daha elverişlidir" <Müzj»mmii. e) buyurmuştur.
Ayetteki, sâciden kelimesi, hâl'dir. Bu kelimeler, peşpese gelen iki haber
olmak üzere, sâcidun ve kâimun şeklinde de okunmuştur. Aradaki vâv İse, iki
sıfatın arasını birleştirmek için gelmiştir.
[50]
Bil ki bu ayet, pekçok
acîb sırlara delâlet etmektedir:
1. Bu ayete,
amel'in zikredilmesine başlanmış, ilmin zikredilmesiyte de bitirilmiştir.
Amel'e gelince, bu, kişinin itaatkâr, sâcid ve kâim olmasıdır. İlme gelince, bu
da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hiç, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?*'
buyruğudur. Bu ifade, İnsanın kemâlinin bu iki maksûdun gerçekleşmesine bağlı
olduğunu gösterir. Çünkü amel, başlangıç; ilim ve mükaşefe ise, nihayet ve
sonuçtur.
2) Allah
Teâlâ, amelden yararlanmanın, ancak insan, ona devam ettiği sürece meydana
geleceğine dikkat çekmiştir. Çünkü kunût, kişinin, kendisine vâcib olan
tâatleri yapmasını ifade eder. Bu da, amelin ancak, insan ona devam ettiği
sürece faydalı olacağını gösterir. Ayetteki, kelimeleri amellerin çeşidine;
"ahiret (azabm)dan korkarak, Rabbinin rahmetini umarak (...)" ifadesi
de, insan amellere devam ettiğinde ona önce, kahr ve korku makamının tecellî
ettiğine işarettir. "Ahiret (azabı)ndan korkarak.." ifadesi, bunu
gösterir. Bundan sonra ise rahmet makamı gelir ki, "Rabbinin rahmetini
umarak" ifadesi de bunu gösterir. Sonra da, mükaşefe nevileri meydana
gelir ki, "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" ayeti de bunu
gösterir.
[51]
3) Cenâb-t
Hak, korku makamından da, "ahiret azabından korkarak..." diyerek bu
korkuyu kendisine nisbet etmemiştir. Ümit makamında ise, "Rabbinin
rahmetini umarak" buyurmuş ve bu ümidi kendisine nisbet etmiştir ki
Allah'ın huzurunda olmaya, recâ (ümid) tarafının daha uygun olduğuna delâlet
eder.
[52]
"Gecenin
saatlerinde secdeye kapanan... kimse (gibi)midir?" ayeti ile, Hz. Osman
(r.a)'ın kastedildiği, çünkü
onun tek bir rekâtla
bütün geceyi ihya ettiği ve tek rekâtta
bütün
Kur'ân'ı okuduğu söylenmiştir. Ama doğru olan, bu ifade ile, böyle olan
herkesin
kastedilmiş olmasıdır. Buna böyle mana
verilmesi halinde, içine hem Hz. Osman
(r.a),
hem de başkaları girmiş olur. Çünkü ayet, Hz. Osman (r.a)'a hasredilmemiştir.
[53]
Bu ayette bir hazfın
bulunduğunda bir şüphe yoktur. Buna göre kelamın takdiri, "taat ve ibadet
eden kimse, başkası
gibi midir?"
şeklindedir. Sözden anlaşıldığı için bu kısmın hazf i makul ve yerindedir. Zira
Allah Teâlâ, bundan önce kâfirden bahsetmiş, bunun peşinden de, "Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" buyurmuştur. Buna göre ayetin manası,
"sıfatlan ve özellikleri, gecenin saatlerinde secde ve kıyam etmek
suretiyle itaatkârlık olan, bilen kimseler, ancak belâ ve korku anında Allah'ın
birliğine inanan, rahat ve boş zamanlarında ise müşrik olanlar hiç bir otur
mu?" şeklindedir. Dolayısıyla bu takdiri yaptığında, ayetten kastedilen
mana ortaya çıkmış olur Cenâb-ı Hak, kâfirleri "bilmeyenler" diye
tavsif etmiştir. Çünkü onlara her nekadar bilme vasıta ve organlarını vermiş
ise de, onlar ilim elde etmekten, bilmekten yüz çevirmişlerdir. İşte bu
sebepten Ötürü Hak Teâlâ onları, akılları ve kalplerinden istifade etmedikleri
için sanki akıl sahibi olmayanlar sırasına koymuştur.
[54]
Allah Teâlâ'nın,
"De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" hitabı ilmin
fazileti ile ilgili önemli bir dikkat çekiştir. Bu hususu, "Âdem'e bütün isimleri
Öğretti" (Bakara, 3i> ayetini tefsir ederken, alabildiğine anlattık.
Keşşaf sahibi şöyle der: "Hak Teâlâ, "bilenler" İfadesiyle,
bahsi geçenleri, yani "taat ve ibadet eden" kimseleri;
"bilmeyenler" ifadesiyle de, böyle olmayan kimseleri kastetmiştir.
Böylece, kânitu (yani taat ve ibadet edenleri) "âlimler" saymıştır ki
bu, ameli olmayanın, gerçek âlim olamayacağına dikkat çekmedir." Keşşaf
sahibi sözüne şöyle devam eder: "İşte bu ayette, ilimleri az olup, sonra
da itaat ve ibadette bulunmayıp, hem o ilimlerinde aldanan, hem de dünya
hususunda fitneye düşen kimseler için büyük bir ayıp vardır. O halde bunlar,
Allah katında câhil kimselerdir."
Daha sonra Allah
Teâlâ, "Ancak temiz akü sahipleridir ki, hakkıyla düşünür"
buyurmuştur ki bu, "Alimler ile cahiller arasındaki büyük farkı, yine
ancak temiz akıl sahipleri anlar" demektir. Alimlerden birisine
"Sizler, ilmin maldan daha üstün olduğunu söylüyorsunuz. Ama ilim
adamlarını, kralların ve
zenginlerin
kapılarında görüyoruz. Bunların, âlimlerin kapılarına gittiklerini
görmüyoruz" denilmiş. Buna o âlim, "Bu da ilmin üstün olduğuna
delâlet eder. Çünkü âlimler, maldaki-zenginlikteki menfaati anlamış ve
dolayısıyla bunun peşine düşmüştür. Cahiller ise, ilmin faydasını anlamadıkları
için, iimin peşine düşmemişlerdir" diye cevap vermiştir.
[55]
"De ki: "Ey
iman eden kullarım, Rabbinizin azabından korkun. Bu dünyada
iyi hareket edenler için bir güzellik vardır. Allah'ın
arzı geniştir. Elbette
sabredenlere ecirleri
hesapsa ödenecektir." De ki: "Ben, Allah'a, onun
dininde İhlaslı olarak, ibadet etmekle emrolundum.
Bana müslümanlann ilki
olmam
emroiundu." De ki: "Eğer ben Rabbime isyan edersem, gerçekten o
büyük günün azabından korkarım." De ki:
"Ben, dininde O'na muhlis olarak,
ancak
Allah'a ibadet ederim. Artık siz de, O'nu bırakıp dilediğinize tapın!" De
ki: "Gerçekten hüsrana düşenler, kendilerini de,
mensublannı da ziyana
uğratanlardır. Dikkat
et ki bu, apaçık hüsranın tâ kendisidir. Onların hem
üstlerinde, hem de altlarında ateşten tabakalar vardır
(olacaktır), işte Allah,
kullannı bununla
korkutuyor: uEy kullarım, benden korkun"
(Zümar, 10-16).
Bil ki Allah Teâlâ,
bilenlerle bilmeyenler arasında eşitlik olmadığını beyan edince, bunun peşinden
peygamberine, mü'minlere şu tür ifadelerle hitap etmeyi emretmiştir.
Birincisi: "Ey
iman eden kullarım, Rabbinizden ittikâ edin" hitabıdır. Bu, "Allah,
mü'minlere, imanlarına takvayı eklemelerini
emrediyor" demektir Bu, kişinin günah işlediği zaman imanının
kaldığına delâlet eden birinci derecede delillerdendir. Kâdî: "Allah
onlara, imanlarının boşa gitmemesi için, takvaya ermelerini de emretmiştir.
Çünkü onlar büyük günahlardan korundukları müddetçe, kendilerine mükâfaat
verilir. Büyük günahlara yöneldikleri zaman ise, mükâfaatları silinir"
der. Kftdt'ye şöyle denebilir: "Bunun, senin görüşünün zıddına delâlet
etmesi daha uygun düşer. Çünkü Allah Teâlâ, mü'minlere takvayı emredince bu, o
kimsenin takvası olmadığı zamanda da mü'min olmaya devam ettiğine delalet eder
ki bu, fasıklığın (günahkârlığın) imanı yoketmeyeceğine delâlet eder."
[56]
Bil ki Allah Teâlâ,
mü'minlere ittikayı (takvayı-korkuyu) emredince onlara, bu takvanın faydalarını
da bildirerek, "Bu dünyada iyi hareket edenler için, bir iyilik
vardır" buyurmuştur. "Bu dünyada" kaydının, hem "iyi hareket
edenler", hem de "güzellik vardır" ifadesiyle ilgili olması
muhtemeldir. Birincisiyle ilgili olmasına göre ayet, "Bu dünyada iken o
iyi hareket eden, muhsinlerden olan herkes için, âhirette bir hasene (mükâfaat)
vardır. O mükâfaat da cennete giriştir" manası gelir. Buradaki
"hasene" (iyilik) kelimesinin nekire getirilmesi, o hasenenin
(mükâfaatın) büyüklüğünü anlatmak İçindir, yani "Aklın, onun
mükemmelliğinin künhüne ulaşamayacağı bir hasene" demektir. Bunun,
ikincisiyle ilgili olmasına göre İse, "Muhsinler için, bu dünyada bir
iyilik (mükâfaat) vardır" manasındadır. Bu görüşte olanlar, "O
güzellik de sıhhat ve afiyettir" (huzurdur)" demişlerdir. Bence evlâ
olan, bu ifadenin Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Üç şeyin sonu-sımn yoktur:
Emniyet, sıhhat ve kifayet (yeterli maîşet..) " hadis-i şerifinde
bahsedilen bu üç şey manasında alınmasıdır. Bazı kimseler birinci görüşün daha
uygun olduğunu ileri sürerek şu delilleri getirmişlerdir:
1)
"Hasene" kelimesinin nekire oluşu, sonsuzluğa, yüksekliğe ve yüceliğe
delâlet eder. Bu durum ise, dünya hallerine uygun düşmez. Çünkü dünyanın her
şeyi değersiz ve sonludur. Dolayısıyla bu özellikler, âhiret hallerine uygun
düşer. Çünkü âhiret halleri kıymetlidir, son bulmaktan ve sona ermekten
uzaktırlar.
2) Allah'ın
birliğine inanıp, salih ameller işleyerek iyi hareket etmiş olan, yani muhsin
olanlara verilecek mükâfaatlar ancak âhirette verilecektir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "İste bu gün her nefse kazandığı şey tastamam verilecektir"
(Mümin, 17) buyurmuştur. Hem sonra, sıhhat, emniyet ve yeterli maîşet gibi
dünya nimetleri kâfirler için de söz konusudur. Üstelik bu nimetlerin kâfirler
için oluşu, mü'minlere nisbetle daha çok ve daha ileridir. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.s): "Dünya mü'min için bir hapishane, kâfir için bir cennettir[57] buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak da, "Eğer insanlar bir tek ümmet haline gelmeyecek olsalardı,
Rahman) inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenleri...
gümüşten yapardık" (Zunuf, 33) buyurmuştur.
3) "Bu
dünyanın iyilikleri ancak iyilik yapanlar (muhsinler) içindir" manasında
olmak üzere, ayetteki bu kelime, hasr ifade etmiş olur. Bu ise, olamaz. Fakat
bu ayetteki hasene kelimesini, ahiretteki mükâfaat manasına alırsak, ayetteki
hasr yerini bulmuş olur. Dolayısıyla bunu âhiret iyilikleri manasına almak daha
evlâdır.
[58]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah'ın arzı geniştir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak
şu iki görüş var:
a) Bu,
"iyilik yapmada (muhsinlikte) kusur edenler için bir mazeret kapısı
yoktur. Öyle ki, eğer bunlar, bu işi kendi vatanlarında ve kendi yurtlarında
olmaları şartına bağlayıp, gayretleri iyi işlere sarfedememe babında, imkân
bulamadıklarını ileri sürerlerse, onlara "Allah'ın arzı geniş, beldeleri
çoktur. Binâenaleyh bulunduğunuz yerlerden, taat ve ibadetlerinizi tam
yapabileceğiniz beldelere göçün. İyiliklerine iyilik, taatlarına taat katma
maksadıyla, yurtlarını bırakıp başka
yerlere göçmeleri hususunda, peygamberleri ve salthleri örnek alın"
de" demektir. Bu Mekke'den Medine'ye hicrete ve vatandan ayrılmanın
ızdırabına katlanmaya bir teşviktir. Ayetin bir benzeri de, "(Melekler)
onlara derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar, "Biz yeryüzünde
(dinin emirlerini tatbikten) âciz kimselerdik" derler. Melekler de,
"Allah 'm arzı geniş değil miydi? Siz orada hicret edeydiniz ya"
derler" (Ntsa. 97) ayetidir.
b)
Ebû Müslim şöyle der: "Ayetteki
"arz" (yer-toprak) sözü ile, cennetin kastedilmiş olması imkânsız
değildir. Çünkü Allah Teâlâ mü'mintere takvayı, yani Allah korkusunu emretmiş,
daha sonra da, takvaya eren kimsenin âhiretîe hasene elde edeceğini, yani bir
daha çıkmamak üzere cennete gireceğini, daha sonra da Allah'ın arzının yani
cennetinin, "Bizi cennetten, neresini dilersek konmak üzere bu yere
mirasçı yapan Allah'a hamdolsun"(Zünw, 74) ve "Genişliği gökler ve yer
kadar olan ve müttakiler için hazırlanmış olan cennetlere koşun" (Am imrm,
133) ayetlerinde de anlatıldığı gibi, geniş olduğunu bildirmiştir." Bence
birinci görüş daha evlâdır. Çünkü ayetteki, "Sabredenlere ecirleri
hesapsız ödenecektir" ifadesi, ancak bu manaya daha uygun düşer. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[59]
"Sabr"ın ne
demek olduğu hususundaki izahı, Bakara
Sûresi'nde
yapmıştık. Burada, "sabredenler" ile, Allah'a
taat uğrunda,
vatanlarından ve akrabalarından ayrılmanın
verdiği
acı ve kederleri yudumlayıp, belâlara
katlanmaya tahammül edenler
Kastedilmiştir.
[60]
Allah Teâlâ'nın
sabredenlere vaadettiği bu menfaatleri, "ecir" (ücret) olarak ifade
etmesi, amelin mükâfaat için
yapıldığı zannını
uyandırmaktadır Çünkü ecir, çalışarak hakedilen şeydir. Fakat amel ve
ibadetlerin, mükâfaat için yapılmadığına dair kesin deliller vardır.
Binâenaleyh ayetteki ecir (ücret) sözünü, bu mükâfaatların haketmeye göre
değil, ilahî vaade göre bir ecir oluşu manasına hamletmek gerekir.
[61]
Allah Teâlâ bu
ücretin, "hesapsız", "sınırsız" olduğunu söylemiştir. Bu
hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) Cübbâf
şöyle der: "Onlara, hakettikleri şey ile birlikte,
lütuf olarak fazlası
verilir. Dolayısıyla bu, hesapsız bir ecir olmuş olur. Eğer onlara sadece
hakettikleri verilmiş olsaydı, bu hesaplı olmuş olurdu." Kfldî, "Bu
izah yanlıştır. Çünkü Allah Teâlâ bu ecri "hesapsız" diye
nitelemiştir. Eğer onlara sadece hakettikleri ücret verilmiş olsaydı, o zaman
ücret lütuftan başka olurdu" demiştir.
b) Bu
mükâfaatın üç vasfı vardı:
1) Onlar
için bunun devamlı olması... O halde ayetteki "hesapsız" ifadesi,
"sınırsız, sonsuz" demektir. Çünkü hesap altına girebilen herşey
sonludur. Sınırsız olanlar, hesapsız olmuş olurlar.
2)
Bunun,aslında mükemmel bir menfaat olması... İtaat edenin aklı, onun künhünü
kavrayamaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Cennette gözlerin görmediği,
kulakların duymadığı ve hiçbir beşerin
kalbinden geçmeyen şeyler
vardir"[62]
buyurmuştur. Binâenaleyh cennetlikler
görüp müşahede ettikleri her türlü mükâfaatı, tasavvur ettiklerinden ve
beklediklerinden daha ileri bulurlar. İnsanın beklemediği şey hakkında,
"Bu onun hesabında yoktu" ifadesi kullanılır. O halde, ayetteki
"hesapsız" ifadesi işte bu manaya kullanılmıştır.
3) Belâya
dûçâr edilmiş kimselerin mükâfaatı, tartılarla-ölçülerle takdir edilmez. Keşşaf
sahibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Allah Teala Kıyamet günü teraziler kor: Namaz
kılanlar getirilir ve ücretleri tartılarak kendilerine tastamam verilir. Zekât
verenler getirilir, bunların da ücretleri tartılarak tastamam verilir. Sonra
belâlara uğramış olanlar getirilir. Bunlar için ne bir terazi kurulur, ne de
defterler açılır. Bunların ücretleri kendilerine sağanak yağmuru gibi bol bol
verilir, "[63] Cenâb-ı Allah da burada,
"Fakat sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir" buyurmuştur. Hatta
dünyada sıhhatli yaşayanlar, belaya uğrayanların mazhar oldukları lütuftan
görünce, bedenlerinin makaslarla doğranmış olmasını temenni ederler.
İkincisi: Allah Teâlâ,
Resulüne, "Ben Allah'a O'nun dininde ihlas edici olarak ibadet etmekle
emrolundum" demesini emretmiştir. Mukatil şöyle der: "Kureyş
kâfirleri, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Seni, bize getirdiğin bu dine
sevkeden şey ne? Babanın, dedenin ve kavminin ulularının dinine baksana.
Onlar, Lâfa ve Uzzfl'ya tapmaktalar" dediler.
Allah Teâlâ bunun üzerine bu ayeti indirerek, "Ey Muhammed de ki:
"Ben Allah'a O'nun dininde ihias edici olarak ibadet etmekle
emroîundum" buyurdu." Ben derim ki: İki çeşit mükellefiyet vardır:
1) Dinen caiz olmayanları yapmaktan sakınmak,
2) Dinen
uygun olanları yapmak... Birincisi gerekli olan sıradan ötürü, ikincisinden
önce gelir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre, diyoruz ki: Cenâb-ı Hak
Önce, uygun olmayan şeylerin yapılmamasını emrederek, "Rabbinizden ittika
edin" buyurmuştur. Çünkü ittikâ-takvâ, uygun olmayanlardan sakınmak
demektir. Daha sonra bunun peşinden, uygun olanları yapmayı emrederek,
"Ben Allah'a O'nun dininde ihlas edici olarak ibadet etmekle
emroîundum" de" buyurmuştur. Bu ifade, şu iki kayd-sartı ihtiva
etmektedir:
a) Allah'a
ibadet emrini,
b) Bu
ibadetlerin, gerek açık, gerek gizli şirk şaibelerinden an ve duru olması...
Cenâb-ı Allah, bu hususu başkalarının haydi haydi yerine getirmesi gerektiğine
dikkat çekmek için, bu emri peygambere yönelik olarak emretmiştir. O halde bu,
adetâ başkalarını teşvik eden bir ifadedir.
[64]
Cenâb-ı Hak,
"Bana, müslümanlarm ilki olmam emrolundu" demesini emretmiştir.
Bunun, "Ben, vazifeli olarak gönderildiğim bu ifadelere sımsıkı
sarılanların ilkiyim" manasında olduğunda şüphe yoktur. Bu ifadede şöyle
iki incelik vardır:
Birinci İncelik: Hz.
Peygamber (s.a.s) sanki, "Ben, kendileri yapmadıkları halde, insanlara
birtakım şeyler emreden zorba krallardan değilim. Aksine size emrettiğim
herşeyi yapmak ve ona devam etme açısından, insanların ilkiyim ve en çok
yapanım" demektedir.
İkinci İncelik: Hz.
Peygamber (s.a.s), "Bana, müslümanlarm ilki olmam emrolundu"
buyurmuştur. İbadetin, biri kalp, diğeri organlarla ilgili iki esası vardır.
Kalp ile ilgili olan, organlarınkinden daha kıymetlidir. Bundan ötürü Cenab-ı
Hak, daha kıymetli olanı önce zikredip "Dîni (ibadeti) O'na tahsis
ederek" demesini istemiştir. Bunun peşinden ise, daha az kıymetli olanı
zikretmiştir. Bu da, organların amelidir, yani İslâm'dır. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s), "Cibril" hadîsinde, "İslâm"ı, zahirî ameller
olarak açıklamıştır. İşte bu husus, bu ayette, "Bana, müslümanlarm ilki
olmam emrolundu" cümlesiyle anlatılmıştır. Birisi, ayetteki
"emroîundum" kelimesinin tekrar edilmesinin faydası ve gereği
yoktur" diyemez. Çünkü biz diyoruz ki: Bu kelime önce, kalbin amelleri
hakkında, sonra da uzuvların amelleri hakkında kullanılmıştır. Dolayısıyla bu,
bir lüzumsuz tekrar değildir.
Üçüncü Bir İncelik:
Ayetteki bu ifadede, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah katından gönderilmiş, itaat
olunması farz bir peygamber olduğuna bir dikkat çekme vardır. Çünkü Allah'ın
kanunlarına teslim olanların İlkinin, Resûlüllah (s.a.s)'dan
başkası olması mümkün değildir. Çünkü o kanun ve
mükellefiyetleri tanıyıp öğrenenlerin ilki, onu tebliğ eden peygamberdir.
[65]
Cenâb-ı Allah, kalp
ile ve peygambere mahsus amellerde, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ihlaslı olmasını
emrettiğini beyan edip, emir de, hem vücûba (farz oluşa), hem de nedbe (mendub
oluşa) ihtimalli olunca, bu emrin vücûb ifade ettiğini beyan buyurarak "De
ki: "Eğer ben Rabbime isyan edersem, gerçekten o büyük günün azabından
korkarım11 demiştir. Bu ifadeyle ilgili şöyle bir incelik var:
Birinci İncelik: Allah
Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, bu hükmü önce kendi nefsine uygulamasını
emretmiştir. Bundan muradı, başkalarını günahlardan alabildiğine
uzaklaştırmaktır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s), bunca kıymetine ve peygamberlik
şerefine rağmen, onun bile, günahlardan çekinip sakınması vacip olunca, bu,
başkaları için haydi haydi gerekir.
İkinci İncelik: Bu
ayet, günaha terettüp eden şeyin, cezanın tahakkuku değil, aksine cezadan
korkma okluğuna delâlet eder ki bu da bizim, "Allah bazan günahkârı ve
büyük günah sahibini affedebilir" şeklindeki görüşümüze uygun düşer.
Binâenaleyh günah işlendiğinde gerekli olan, ilahî cezadan korkmadır, yoksa
ilahî cezanın bizzat tahakkuk etmesi değildir.
Üçüncü İncellik Bu
ayet, emrin zahirinin vücûb ifade ettiğine delâlet eder. Bu böyledir, çünkü
Cenâb-ı Hakk ayetin başında, "Bana müslümanlann ilki olmam emrolundu"
demeyi emretmiş, bundan sonra da, "Eğer ben Rabbime isyan edersem,
gerçekten o büyük günün azabından korkarım" de" buyurmuştur.
Binâenaleyh buradaki isyanın manası, biraz önce geçen o emri yerine
getirmemektir. Bu ise, o emri terkedenin isyankâr olmasını gerektirir. İsyan
eden kimseye, ilahî cezadan korkmak düşer. Zaten vücûbun manası da budur:
[66]
Üçüncüsü: "Ben
dininde O'na muhlis olarak ancak Allah'a ibadet ederim" de"
hitabıdır... Eğer, "Ben, dîni (ibadeti) O'na tahsis etmekle
emrolundum" ifadesi ile bu ifadedeki tekrarın manası nedir?"
denilirse, biz deriz ki: "Aslında bu bir tekrar değildir Çünkü birincisi,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Allah tarafından, İbadetleri yapmakla emrolunduğunu;
ikincisi ise, onun, Allah'dan başka hiç kimseye ibadet etmemekte emrolunduğunu
haber vermektedir. Bu böyledir, zira, "Allah'a ibadet etmekle
emrolundum" sözü hasr ifade etmez, ama "De İd:" Ancak Allah'a ibadet
ederim" ayeti, hasr ifade edip, "Sadece Allah'a ibadet ederim. O'nun
dışında hiçbirşeye ibadet etmem" manasınadır. Bunun delili, "De ki:
"Ben dininde O'na muhlis olarak ancak Allah'a ibadet ederim"
ifadesinin peşinden, "Artık siz de (ey müşrikler) O'nu bırakıp
dilediğinize tapın" buyurulmuş olmasıdır. Bu ifadenin, bir emir değil,
aksine bir yasaklama manasında olduğunda şüphe yoktur. Buna göre sanki Cenâb-ı
Hakk şöyle demek istemiştir: "Tevhide riayet etmenin gerektiğini
anlatışımız zirveye ulaşınca, artık bundan sonra sizler kendinizi daha İyi
tanırsınız."
[67]
Daha sonra Hak Teâlâ,
bu ifadenin alabildiğine bir yasaklama olduğunu, "De ki: "Gerçekten
hüsrana düşenler, kendilerini de, mensuplannı da ziyana uğratanlardır"
ifadesiyle bildirmiştir. Çünkü bunlar, daha büyüğü tasavvur edilemez bir helake
düşmüşlerdir. Yine bunlar mensuplarını, çoiuk-çocuklarını da zarara
sokmuşlardır. Çünkü eğer onlara tabî olan bu kimseler de cehennemlikierdense,
bunlar kendilerini ziyana soktukları gibi, onları da ziyana sokmuşlar demektir.
Yok eğer bunlar cennetliklerdense, bunlar, berikilerden artık kesinlikle bir
daha dönüşü olmayan bir ayrılışla ayrılmışlardır. Ibn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: "Herkesin cennette bir yeri, çoluk-çocuğu ve hizmetçileri vardır.
Eğer o, itaat edenlerden olursa, bütün bunlar kendisine verilir. Yok eğer
cehennemlikierdense, bunlardan mahrum olur. Kendisi, çoluk-çocuğu ve o yeri
bakımından zarar-ziyan etmiş olur ve o yere, başka müslümanlar vâris
olur."
Cenâb-ı Hak, bu
kimselerin ziyanlarını anlatınca, bu ziyanın son derece korkunç ve kötü
olduğunu belirtmek üzere "Dikkat et ki bu apaçık hüsranın tâ
kendisidir" buyurunca, bu tekrar,
1) Te'kid
için olmuş olur;
2) Allah
Teâlâ, bu cümlenin başında elâ edatını getirmiştir. Bu, tenbih (dikkat çekmek)
içindir. Bu gibi yerlerde, tenbih edatının getirilmesi, işin ehemmiyetine
delâlet eder. Buna göre sanki: "Bu iş,
ululuk ve büyüklük açısından, havsalanızın alamayacağı derecededir.
Dolayısıyla uyanık olun" denilmektedir.
3) Ayetteki
huve zamiri, hasr (sadece) manasınadır. Sanki, "Bütün hüsranlar, bu
ziyanın karşısında ziyan sayılmaz" denilmektedir.
4) Hak
Teâlâ'nın bu hüsranı (zarar-ziyanı) mübîn "(apaçık)" kelimesiyle
nitelemesi onun korkunçluğunu gösterir. Ben derim ki: Ayetin lafzını, bunun apaçık
bir hüsran olduğuna delâlet ettiğini beyan ettik. Dolayısıyla bunun apaçık bir
hüsran oluşunu aklen beyan edelim:
[68]
Diyorum ki: İki şeyi,
yani bunun bir hüsran olduğunu ve sonra da bu ziyanın apaçık olduğunu beyan
etmeliyiz. Birincisinin izahı şöyledir: Allah Teâlâ insana bu hayatı, aklı ve
(maddeden) yararlanma gücünü vermiştir. İşte bütün bunlar, insanın
sermayesidir. Bu hayattan maksad, ahiret için güzel bir hayatı kazanmaktır.
Akıl, bedihî (açık) ilimlerden ibarettir. Keza bu ilimler, sermayenin ta
kendisidir. Tefekkür ve fikir ise, birtakım ilimleri sıralamadan ibarettir ki,
bu sıralamadan gaye kesbî ilimleri tahsis etmektir. Binâenaleyh akıl denen bu
bedihî ilimler (bilgiler), sermayedir. Bunların belli bir tarzda ele alınıp
kullanılması, tıpkı bir tacirin, sermâyede ve o sermayeyi alış-veriş ile
çeşitli kalıplara sokmadaki tasarrufuna benzer. Neticede yeni ilimlerin
(bilgilerin) hâsıl oluşu da âdeta kâr elde etmeye benzer. Ayrıca iş yapabilme
gücü de, sermâyeye benzer. Bu kuvveti, iyi ve güzel şeyleri elde etmede
kullanma, tacirin anaparasındaki tasarruflarına; iyi ve güzel şeyleri elde etme
de, yine tacirin
tasarrufları
alış-verişleri) neticesinde elde ettiği kara benzer. Bunun böyle olduğu sabit
olunca diyoruz ki: Allah bir kimseye, hayatı, aklı ve imkânı verir, sonra o
bunlardan, ne hakikati Öğrenmek, ne de güzel işler yapmak suretiyle istifade
edemezse, kârdan tamamen mahrum kalmış olur. Öldüğü zaman, sermâye tamamen
bitmiş olur. Böylece de bu, bir hüsran olmuş olur. Bunun bir hüsran
(zarar-ziyan) olduğunun izahı böyledir.
İkinci hususun, yani
bu hüsranın mübîn (apaçık) oluşunun izahı ise şöyledir: Bir kimse,
alış-verişlerinden fazla kazanç temin etmeyebilir. Ama bunun yanısıra
âfetlerden ve zararlardan emin olabilir. Bu tıpkı, fazla kâr elde etmediği
gibi, fazla zarara da uğramayan durumunda olduğu gibidir. Ama bu kâfirler,
sermâyeleri demek olan akıllarını, çeşitli şüpheleri ortaya atmak,
cehaletlerini ve sapıklıklarını takviye etmek için kullanmışlardır Yine bunları
güç ve kuvvetleri şer, bâtıl ve fâsid işlerde kullanmışlardır. Dolayısıyla
bunlar, tamamen kötü olan şu gibi işleri yapmışlardır:
a) Onlar bedenlerini ve akıllarını, yanlış
inançlar ve bozuk işler uğrunda harcamışlardır.
b)
Öldüklerinde sermâyeleri, hiç bir kazanç getirmemiş olarak tükenmiştir.
c)
Dünyada iken o sapık şeyleri desteklemeden
dolayı çektikleri ileri derecede yorgunluklar, ölümden sonra büyük ceza ve
belâların sebepleri olmuşlardır. İşte insanın, bu gibi hususlara vakıf olunca,
onların zarar-ziyanlarından daha büyük, onların mahrumiyetlerinden daha ileri
bir hüsran ve mahrumiyeti düşünemeyeceği ortaya çıkmış olur. Böylesi bir
hüsrandan Allah'a sığınıyoruz.
[69]
Cenâb-ı Allah, onların
kârdan tamamen mahrum olduklarını, nasıl zarara girdiklerini açıklayınca,
onların bu mahrumiyet ve zararla da kalmayıp, buna büyük bir azab ve dehşetli
bir cezayı haketmeyi de eklediklerini anlatmak üzere; "Onların hem üstlerinde hem de
altlarında ateşten "Onların hem üstlerinde, hem de altlarında ateşten
tabakalar vardır" buyurmuştur ki bununla cehennemin onları hertaraftan
kuşatması kastedilmiştir. Bunun ruhanî haller hususundaki bir benzeri de,
insanı, cehaletin, mahrumiyetin, hırsın ve diğer kötü huyların çepeçevre
sarmasıdır. Buna göre şayet, "Gölge (zulel) insanın Üzerinde olana
denilir. Binâenaleyh, İnsanın altında olana daha nasıl gölge denilir?"
denilirse, buna şu birkaç açıdan cevap verilir:
a) Bu, iki
zıddan birinin adının, diğeri için de kullanılmış olması babından olup, bu
tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir kötülüğün cezası, onun gibi bir
kötülüktür"(Şûra,«) ayeti gibidir.
b) Altta
olan da, onun altında olan diğer bir insan için bir tabaka, gölge olur. Çünkü,
ateş de, tıpkı cennetin derece derece olması gibi, dereke dereke (tabaka tabaka)dir.
c) Arttaki
tabaka (gölge), hararet, yakma ve eziyyet verme açısından üsttekine benzeyince,
işte bu benzeme ve denklikten dolayı, bunlardan birinin ismi, diğeri için de
kullanılmıştır. Hasan el-Basrî de şöyle demiştir: "Onlar, cehennemin iki
tabakası
arasındadırlar. Üstlerinde olanın,
altlarında olandan daha fazla olduğunu bilemezler." Bu ayetin bir benzeri
de, Cenâb-ı Hakk'ın, "O günde azap onlan hem üstlerinden, hem ayaklan
altından saracak..."(Ankebût,55) ve "Onlara cehennemden döşekler,
üstlerinde örtüler vardır" (A'rtf, 41) ayetleridir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "işte Allah, kullarını bununla
korkutuyor" buyurmuştur ki bu, "Azabın vasfına dair az önce gecen bu
şey..." demektir. Binâenaleyh, ayetteki zâlike kelimesi mübtedâ, «u* a>
İİJı jj^' cümlesi de haberdir. Ayetteki bu cümle ite alâkalı olarak şu iki
görüş ileri sürülmüştür:
a) Kelamın takdiri, "Kâfirler için
hazırlanmış olan bu azâb, Cenâb-ı Hakk'ın, kendisi ile kullarını, yani
mü'minleri korkuttuğu şeydir" şeklindedir. Çünkü biz, Kur'ân'da geçen ibâd
(kullar) lafzının, iman ehli için kullanıldığını, onlara has olduğunu beyan
etmiştik. Bu, mü'minler kâfirlerin halinin böyle olduğunu duyup dinlediklerinde
korktukları ve böylece de, Cenâb-ı Hakk'ın birliği ve O'na taat hususunda
ihlâslı olduklarından, mü'minler için bir korkutma olmuştur.
b) Bu ifâde,
bir soruya verilmiş olan cevap niteliğindedir. Çünkü, "Allah Teâlâ
alemlerden müstağnidir. Şehvetten,
intikam almaktan ve
eziyyet etmekten münezzehtir.
Binâenaleyh, böylesi bir zâta, bu münkirlere İşte bu şekilde azâb etmesi nasıl
uygun düşer?" denilmektedir. Buna şu şekilde cevap verilir: Cenâb-ı
Hakk'tn böyle buyurmaktan maksadı, kâfirleri ve sapıktan, küfürlerinden ve
sapıklıklarından sakındırıp, korkutmaktır. Binâenaleyh, mükellefiyet, ancak
korkutma ile tam olup, bundan yeterli miktarda yararlanma da, bu şeyi varlık
âlemine sokmakla olunca, işte mükellefiyet demek olan bu neticeyi elde etmek
için, işte bu tür bir azabı varlık alemine sokmak gerekmiştir. Bence, birinci
izah doğruya daha yakın olup, Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra, "Ey kullarım,
benden korkun" buyurmuş olmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey
kullarım" ifadesinden açıkça kastedilenin, mü'minter olduğu ortadadır.
Buna göre sanki, "Kâfirlerin azabını mü'minlere anlatmanın maksadı,
mü'minleri korkutmak ve sakındırmaktır. Binâenaleyh, ey o mü'minler, korkuda
sakınmada ve takvada çok ileri gidin, bunları çok yapın..." denilmek
istenmiştir.
[70]
"Tağût'tan, ona
tapmaktan kaçınıp da Allah'a yönelenlere (gelince), onlar
için de müjde vardır, O halde, kullarımı müjdele. (O
kullarım ki), onlar söze,
(dikkatle) kulak
verirler de, onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar, Allah'ın
kendilerine hidâyet verdiği kimselerdir, işte bunlar,
temiz akıl sahipleri
olanların ta
kendileridir. Kendisine azap hükmü hak olmuş kimseyi, (bu
yüzden) ateşte bulunan kişiyi, artık sen mi
kurtaracaksın? Fakat Rablerinden
korkanlar
(yok mu), onlar için, üzerlerinde (başka başka) konaklar bina
edilmiş, altlarından da ırmaklar akan yüksek konaklar
bulunur. Bu, Allah'ın
vaadidir. Allah,
sözünden caymaz"
(Zünwr, 17-20).
Bil ki, Allah Teâlâ,
vaadi, her zaman vaîdiyle (tehdidiyle) birlikte zikredilsin, böylece de
mükemmel manada bir terhîb ve terğîb olsun diye, putlara ve heykellere
tapanlarla ilgili olan tehditlerden bahsedince, (bunun peşinden) bunlara
ibâdetten kaçınan ve şirkten korunan kimselerle alâkalı olan vaadini
getirmiştir. Bu kelime ile ilgili birkaç mesele vardır:
[71]
Keşşaf sahibi söyle
der: Tâğût, tıpkı melekût ve rahemût
vezninden
olup, "tuğyan" masdanndan, feelût veznindedir. Ancak ne var ki bu
kelimede, lamel fiilin ayne'l-fiil'den önce
getirilmesi suretiyle, bir kalp (çevirme, değiştirme) bulunur.
Lafızda şu tür mübalağalar vardır:
a) Bu husus,
bizzat masdann kendisiyle ifâde edilmiştir. Buna göre bu şey, adeta o tuğyan ve
azgınlığın kendisi olmuş olur.
b) Bu kalıp,
mübalağa kalıbıdır. Çünkü rahemût, "geniş rahmet"; melekût da,
"yaygın ve şümullü mülk" demektir.
c)
Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bu
kelimede lame'l fiil, aynelfiilden önce getirilmiştir. Bu gibi şeylere de
ancak, mübalağa ifade etmek için başvurulur.
[72]
Alimler, bu ayetteki
"tâğût" kelimesi ile, şeytanın mı yoksa putların mı kastedildiği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu
cümleden
olarak bunun, şeytan olduğu ileri sürülmüştür. Eğer, "Bu müşrikler şeytana
değil, putlara tapınışlardır" denilirse, biz deriz ki: Putlara tapmaya
kışkırtan şeytan olunca, putlara ibâdete yönelmek, şeytana ibâdet etmek olmuş
olur.
Buradaki tâğût
kelimesiyle, putun kastedildiği gibi; bu harekette bulunamadıkları için,
onlara, mecazî olarak "tâğûtlar" adının verildiği de ileri
sürülmüştür. O halde azgınlar (tağîler), bu putlara tapanlardır. Ancak ne var
ki, tuğyan, putlar görülüp onlara yaklaşıldığında tahakkuk edince, putlar,
zahir itibariyle, müsebbebin (neticenin) vasfının sebebe verilmesi
kabîlindendir. İşte bu şekilde tavsif edilmişlerdir. Allah'ın dışında kendisine
tapılan ve itaat edilen her şeyin, tâğût olduğu da ileri sürülmüştür.
Tarihlerde şu ifade
edilmektedir: Putlara ibâdetin temeli şudur: Birtakım kimseler, ilâhın büyük
bir nûr; meleklerin de, küçüklük ve büyüklük açısından, farklı farklı birtakım
nurlar olduğuna inanan, ve böylece teşbih İnancını benimsemiş olan kimselerdi.
Derken, bu hayallerine uygun birtakım heykeller ve şekiller icâd ettiler ve
kendilerinin Allah'a ve meleklere ibadet ettikleri inancıyla, bu heykellere ve
şekillere ibadet etmeye başladılar.
Ben diyorum ki:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Tâğût'tan ... kaçınıp da..." ifadesinden sonuç
olarak elde edilen mâna, "Allah'ın dışında kalan her şeye kulluk etmekten
yüz çevirenler" şeklindedir.
[73]
cümlesi, "Bütün
varlıklarıyla Allah'a yönelirler" demektir. Ben, Tevrat'ın beşinci
bölümünde, "Allah Teâlâ'nın Hz. Musa'ya: "Ey Musa bütün kalbinle,
Allah'a icabet et" buyurduğunu gördüm. Şimdi ben diyorum ki: Kişinin
kalbinde, Allah'dan başkasına bir alâka olduğu sürece, bu kimse, bütün kalbiyle
Allah'ına icabet etmiş olmaz. Bütün kalble Allah'a icabet, ancak taat konusunda
bile, kalbin, Allah'ın dışında kalan her şeyden yüz çevirdiğinde elde
edilebileceğine göre, daha nasıl kalp, bu alemde birtakım sebeplerin neticelere
götürdüğünü hissi ile müşahede edip dururken, Allah'ın dışında kalan her şeyden
yüz çevirebilecektir?! Biz diyoruz ki: Kalbin, Allah'ın dışında kalanlardan yüz
çevirmesi ile onun bunların yokluğuna hükmetmesi kastedilmem iştir; çünkü bu,
safsataya düşmek olur. Bu ise, bâtıldır. Tam aksine bundan maksat, kişinin,
zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olanın tek olduğunu; O'nun dışında kalan her şeyin,
zâtı gereği mümkinü'l-vücûd olduğunu ve zâtı gereği mümkin olan her şeyin,
ancak vâcibü'l-vücûd'un var etmesiyle meydana geleceğini bitmesidir.
[74]
Daha sonra. Cenâb-ı
Hak, eşyayı yaratmasını iki kısma ayırmıştır.
a) Vasıtasız
olanlar, ki bunlar, gökler âlemi ile, ruhanî alemlerdir.
b) Vasıtalı
olanlar ki, bunlar da unsurlar âlemi ile süflî alemdir. Eşyanın işte bu tarzda
olduğunu anladığın an, bütün her şeyin Allah için, Allah'dan, Allah ile
olduğunu ve O'ndan başka herhangi bir müdebbirin ve O'nun dışında herhangi bir
müessirin olmadığını anlarsın. İşte bu durumda kişinin bakışları, mümkin
varlıklardan kesilir, kalbi, ilk müessir ve ilk mûcid ile meşgul hale gelir.
Çünkü bu kimse şayet, böylesi bir neticeye ulaştıracak bir biçimde maddî-manevî
sebepleri araya sokarsa, o zaman bu durum gerçekleşir. Eğer kişi, böylesi bir
neticeye ulaştıracak bir biçimde bu şeyleri kullanmazsa, o zaman bu netice
meydana gelmez. İşte bu yolla da, bu noktada onun bakışları her şeyden
uzaklaşır, kalbinde, sadece ilk mûcid (Allah) hariç, hiçbir şeye karşı ilgi ve
alâka kalmaz.
[75]
Bir gün ben, ırz,
namus, malı ve canı koruma hususunda çocuklardan birisine nasihat ediyordum.
Derken çocuk bana karşı geldi ve "Çalışıp çabalamaya; sa'y ü
gayrete değil, tam aksine Allah'ın kaderine dayanmak
gerekir" dedi. Bunun üzerine ben de, "Senin söylediğin bu söz,
doğrudur, ancak ne var ki, sen bunun ne manaya geldiğini bitmiyorsun"
dedim. Çünkü, her şeyin Allah'dan olduğunda şüphe yoktur. Ancak ne var ki
Allah, eşyayı şu İki şekilde idare etmektedir:
a) Bunların
bir kısmının meydana gelmesini ve gerçekleşmesini, bilinen birtakım sebeplere
bağlamıştır.
b) Bir
kısmını da, bu sebepleri vasıta kılmaksızın yaratır. Birinci kısım, süflî
alemde meydana gelen hadiselerdir. İkinci kısım da, ulvî alemde meydana gelen
hadiselerdir. İmdi, biz diyoruz ki: Kim, süflî alemde meydana gelen bu
hadiseleri, Cenâb-ı Hakk'ın tayin edip belirlediği o sebeplerden hareketle elde
etmek istemezse, bu kimse Cenâb-t Hakk'a hikmeti hususunda karşı koymuş,
yönetimi hususunda muhalif olmuş otur. Çünkü Allah Teâlâ, süflî alemdeki
şeylerin, o belli, malûm sebeplere binâen meydana gelmelerine hükmetmiş; sen
ise, bunları o sebepler olmaksızın elde etmek istiyorsun. İşte, Allah'tan
başkasından yüz çevirmenin ve tamamiyle Allah'a yönetmenin hakikati hususundaki
sözümüz budur. Şu halele, ayetteki ifadesi, kişinin, Allah'dan başka her şeyden
yüz çevirmesine; cümlesi de, kişinin bütün varlığıyla Allah'a yönelmesine bir işarettir.
[76]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, işte bu kimselere birtakım şeyler vaadetmiştir:
a)
"Onlar için de müjde vardır" cümlesinin ifade ettiği husustur. Bil ki
bu husus, söyleşi birtakım cihetleri alâkadar etmektedir:
1) Bu müjde ne zaman tahakkuk edecek? Biz deriz
ki: Bu, kişinin ölümü yaklaştığında; kabre konulduğunda; Kıyamet meydanında
durduğunda; bir kısım cennete bir kısım da cehenneme gittiğinde ve mü'minler
cennete girdiğinde olacaktır. İşte bu duraklardan herbirinde, hayır, huzur,
rahatlık ve genişlik gibi bir müjde meydana gelir.
2) Bu müjde,
ne ile elde edilecektir? Biz diyoruz ki, bu müjde, kötülüklerin ortadan
kalkması ve kişinin
muradını elde etmesiyle
olacaktır. Başa gelmesinden hoşlanılmayan şeylerin ortadan
kalkmasına gelince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Korkmayın ve
hüzün/enmeyin...diye..." (fumiw, 30) ayetinden anlaşılmaktadır. Korku,
ilerde olacak şeylerden Ötürü duyulur. Hüzün ise, geçmiş şeyler sebebiyle olur.
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "korkmayınız ... diye" buyurması,
"İlerde Kıyametin hallerinden korkmayın; dünyada elde edemediğiniz o güzel
şeyleri elde edemediğinizden dolayı da üzülmeyiniz..." anlamındadır.
Allah Teâlâ, başlarına
gelmesini istemedikleri bu şeyleri onlardan izâle edince, onlara, hayırlar ve
mutluluklar meydana geleceği müjdesini vererek, "cennetle
sewn/n..."(Fu»iw, 30) buyurdu. Yine Cenâb-ı Hak bir başka ayette, "O
günde ki, erkek mü'minlerle kadın mü'minleri, nurları önlerinden ve sağlarından
koşar bir halde görürsün. (Melekler
onlara), "Bugün sizin müjdeniz,
içlerinde ebedî
kalacağınız, altlarından ırmaklar akan
cennetlerdir" (diyeceklerdir)" (Hadid, iz) buyurmuş, başka bir yerde
ise (aynı şekilde), "Canlarının isteyeceği, gözleri aydın edecek ne varsa,
oradadır ve siz, içinde ebedî kalacaksınız"(Zuhruf,7i) buyurmuştur.
3) Müjdeyi
veren kimdir? Biz diyoruz ki: Bunların, melekler olması muhtemeldir. Onlar ya
ölüm sırasında bu müjdeyi verirler, -ki nitekim Cenâb-ı Hak, "Ki bunlar,
meleklerin, pâk ve âsûde olarak canlarını alacakları kimselerdir. "Selâm
size..." derler" (um, 32) buyurmuştur-, yahut da, onlar cennete
girdikten sonra bu müjdeyi verirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sabrettiğiniz
şeylere mukabil, sizlere selâm! Dâr(-ı dünya)nm ne güzel sonucudur
6u/"<Ra'd,24) buyurmuştur. Bu müjdeyi verenin, Allah Teâlâ olması da
muhtemeldir. Nitekim O, "Kendisine kavuşacakları gün onlara edeceği
mutluluk dileği, selâmdır" (Ahzâb. 44) buyurmuştur.
[77]
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın, ifadesinde, şu tür tekîdler bulunmaktadır:
a) Bu, hasr
ifâde eder. Çünkü bu cümle, "başkaları için değil, onlar için müjde
vardır!" manasındadır ki bu da, bu müjdenin, herhangi bir kimse hakkında,
bu kimsenin, Allah'dan başkasına
ibadet etmekten kaçınıp,
tamamen Allah'a yöneldiğinde, tahakkuk
edeceğini ifade eder.
b) el-Büşrâ
kelimesinin başındaki eliflâm, mahiyeti ifade eder. Binâenaleyh bu etiflâm, bu
mâhiyetin tamamının, işte bu kimselere ait olduğunu ifade eder. Dolayısıyla da,
bu müjdeden, başkaları için bir pay söz konusu olmaz.
c) Haber
verme İle müjdeleme arasında bir fark yoktur. O halde, müjde, o iyiliklerin
tahakkuk ettiğine dair verilen, ilk haberdir.
Bunu iyice
kavradığında şimdi biz diyoruz ki: Bu kimseler, dünyada iken, çeşitli mükâfaat
ve hayırlara dair duydukları her şeyi, işte bunlar Ölürken veya kabirde iken
duyduklarında, bu bir haber vermek olur. Binâenaleyh, bu müjdenin, ancak,
onların bu dünyada iken duyup bildikleri şeyin üzerinde, başka çeşitli
mutlulukların gerçekleşeceğine dair bir haber hasıl olduğu zaman vaki olacağı
sabit olmuş olur. Biz, Allah'dan, bunu elde edebilmeyi isteriz. Nitekim Cenâb-ı
Hak da,"...gözlerin aydın olacağı (nimetlerden) kendilerine neler
gizlenmiş bulunduğunu kimse bilmez...(Secde.17> buyurmuştur.
d)
ifadesiyle, (bu müjdeyi veren), Allah'dır. Allah ise büyükler büyüğü ve mevcudatın
en mükemmelidir. Bu müjdenin tahakkuk etmesinde nazar-ı dikkate alınan şart da
büyük olup, bu da, Allah'ın dışında kalanlardan içtinap ederek, bütün
varlığıyla O'na yönelmedir. Büyük bir hükümdar ortaya büyük bir şart koyup,
sonra da, "Bu büyük şartı yerine getirenlere (şunu) müjdelerim"
dediğinde, bu büyük şarta bağlanmış olan ve bu büyük hükümlerden sâdır olacak
olan bu müjde, müjdelenen o şeyin, mükemmellik ve üstünlük bakımından,
akılların ve fikirlerin açıklayamayacağı bir dereceye ulaştığına delâlet eder.
Böylece Cenâb-ı Hakk'ın ifadesinin, işte bu bakımlardan sonsuz mükemmellik ve
sonsuz mutluluğa delâlet ettiği sabit olmuş olur. Allah en iyisini bitendir.
[78]
Bil ki Allah Teâlâ,
"Onlar İçin de müjde vardır" deyip, bu da, adeta mücmel bir ifade
gibi olunca, bunun peşinden onu açıklayacak bir kelâmı getirerek, "O
halde, kullarımı müjdele. (O kullarım ki), onlar söze, (dikkatle) kulak
verirler de, onun en güzeline uyarİar..." buyurmuş ve, "Sözü İyice
dinleyip de, böylece o sözün en güzeline tâbi olan" bu kulları ile,
başkalarını değil, tâğûtlardan uzaklaşarak, büsbütün Allah'a yönelenleri
kastetmiştir. İşte bu da, saadetlerin başının, hayır kaynaklarının, iyilik
madenlerinin, Allah'dan başkasından yüz çevirip ve tamamen kendini Allah'a
tâate vermek olduğunu gösterir ki, bu ifadenin maksadı, tâğûtlardan uzaklaşıp
bütünüyle Allah'a yönelen o kimselerin, işte sözü iyice dinleyip de, o sözün en
güzeline tâbi olanlar diye nitelenenlerin bu kimseler olduğuna dikkat
çekmektir! Böylece, işte bu metoda dikkatleri çekmek için, zahir isim, zamirin
yerine konulmuştur.
[79]
Ulemâdan bazıları da
şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak, tâğûtlardan uzaklaşıp, tamamen Allah'a
yönelenler için müjde olduğunu beyân edip, bu da, sadece evvelkilerin kendisine
ulaşıp elde ettiği yüce bir derece olup, ayrıca saadet ve mutlulukları sadece
onlara tahsis etmek de, büyük bir çoğunluğun bundan mahrum olmasına yol açıp,
bu da, tam ve mükemmel bir rahmete uygun düşmeyince, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak,
hükmü daha genel tutmuş ve "Bütün her hususta ve her şeyde, en güzelini
seçen herkes, mutlular zümresine dahildir!" buyurmuştur." Bil ki bu
ayet, şöyle birtakım incelikleri gösterir:
Birinci İncelik:
Tefekkür ve istidlalde bulunmanın farz olması... Bu böyledir, zira Allah Teâlâ,
hidâyet ve felahın, insanın, dinlemiş olduğu o pekçok şeylere bağlı olduğunu
beyan buyurmuştur. Çünkü insan bu durumda, dinlediği bu şeylerden, en güzelini
ve en doğrusunu seçip alır. En güzelini ve en doğrusunu diğerlerinden seçip almanın
ise, ancak duyup dinleme ile olmayacağı malûmdur. Çünkü duyup dinleme, herkes
için müşterek olan bir husustur. Zira, Allah Teâlâ'nın, "(O kullarım ki),
onlar söze, (dikkatle) kulak verirler..." ifadesi, okuyup dinlemenin,
herkes için müşterek olduğuna delâlet etmektedir. Böylece, en güzelini
diğerlerinden seçip almanın, duyup dinleme değil de, aklî deliller ve tefekkür
ile olacağı sabit olmuş olur. Bu da, övgü ve medhe mazhar olmayı gerektirenin,
aklın delillerine tâbi olmak ve işi, düşünmeye, tefekkür etmeye ve istidlalde
bulunmaya bağlamak olduğuna delâlet eder.
İkinci İncelik:
Mezhepleri ve dinleri doğru kabul etmenin yolu, şu iki şeyden geçer:
a) Dini elde
etmek amacıyla, onun doğruluğuna dair, deliller ve hüccet getirmek... Bu ise
ancak, (o dinin) bütün meselelerine dair tafsilatlı bir izaha girmekle elde
edilmesi mümkün olan bir şeydir.
b) Biz, bu
dinin delillerini araştırmaya, onları İzah etmeye, şüphelerini gidermeye ve o
şüphelerin asılsızlığını ortaya koymaya girmeden önce, bu görüşler ve dinler
ile, bunların zıtlarım aklımıza vururuz. Aktın daha
ilk bakışta, daha üstün ve daha mükemmel olduğuna hükmettiği her şey, kabul
edilmeye daha uygun ve daha evlâ olur. Bunu şöyle bir misâl ite açıklayalım:
Akıl, açıkça, âlemin ilâhının, Hayy, Atim, Kadir, Halım, Hakîm ve Rahîm olan
bir ilâh olduğunu kabul etmenin, bunları inkâr etmekten daha makul olduğuna
şehâdet etmektedir. Binâenaleyh, bu yol ve bu din, daha evlâ olmuş olur.
Yine, Allah'ın,
mülkünde ve hükümranlığında, ancak O'nun meşîetine uygun olan şeylerin
olabileceğini ikrar ve kabul etmek, Allah'ın hükümranlığında meydana gelenlerin
çoğunun, O'nun irâdesinin aksine olarak meydana geldiğini söylemekten daha
uygundur. Allah'ın tek, hiçbir şeye muhtaç olmayıp, aksine her şeyin kendisine
muhtaç olduğu Samed olup, mürekkeb olmaktan ve uzuvlara sahip olmaktan münezzeh
olduğunu söylemek, O'nun, cüzlerinin ve parçalarının bulunduğunu ve bunlardan
meydana geldiğini söylemekten daha uygundur.
Yine, O'nun zamandan
ve mekândan azade bir zât olduğunu söylemek, O'nun, zamana ve mekâna muhtaç
olan bir zât olduğunu söylemekten daha evlâdır. Yine, Allah'ın Rahim, Kerîm
olduğunu; bazan, vereceği cezadan vazgeçtiğini söylemek, O'nun, asla affetmeyen
bir zât olduğunu söylemekten daha evlâdır Binâenaleyh, işte bütün bu hususlar,
Cenâb-t Hakk'ın, "(Okullarım ki), onlar söze, dikkatle kulak verirler de,
onun en güzeline uyarlar..." ayetinin muhtevasına girer. Bu sebeple
diyoruz ki, işte bunlar, itikâd konularında sözün en güzelini seçmeyi
ilgilendiren hususlardır.
Mükellefiyetle ilgili
olanlarına gelince, bunlar da iki kısma ayrılır:
a) İbâdetlerle ilgili olanlar...
b) Muamelâtta ilgili olanlar...
İbadetle ilgili
olanlara gelince, bu meselâ, bizim, "Girişinde, Allahu Ekber, denilen; bu
tekbirle beraber niyet edilen; Fatiha sûresi okunan; beş durakta tadîl-i erkân
yapılan; teşehhüd okunulan ve "es-Selâmü aleyküm..." ifadesiyle
kendisinden çıkılan namaz, hiç şüphesiz bu, kendisinde bu tür kurallara riayet
edilmeyen namazdan daha güzeldir. Akıllı kimseye, işte böylesi namazı tercih
etmesi, bunun dışındakiler! terk etmesi gerekir" şeklindeki sözümüzdür.
Bütün, ibâdet konularında hüküm, aynıdır.
Muamelâtla ilgili
olanlara gelince, bu da böyledir. Çünkü Allah Teâtâ, kısası, diyeti ve
affetmeyi meşru kılmış; ne var ki bu arada, (insanları), affetmeye teşvik
ederek, "Affetmemiz, takvaya daha yakındır.."(Bakara,237)
buyurmuştur. Ibn Abbas'tn şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bununla şu
kastedilmiştir: Kişi, bir toplulukla beraber oturur; oradaki iyi, güzel, ya da
kötü sözleri dinler, ama sonunda, dinlediği şeylerin, en güzelini anlatır;
diğerlerini ise terkeder (unutur)."
[80]
Bil ki Allah Teâlâ,
sözü dinleyip de, böylece o sözün en güzeline tâbi olanlar hakkında, 'işte
bunlar, Allah'ın kendilerine
hidâyet ettiği kimselerdir
İşte bunlar temiz akıl sahiplerinin ta kendileridir" demek suretiyle
hükmetmiştir ki, burada şöyle ilginç bir incelik vardır: Akılda ve ruhta
hidayetin meydana gelmesi, sonradan olan (muhdes) bir iştir. Binâenaleyh bu iş
için, mutlaka bir fail; ve bu işi kabullenen bir varlığın bulunması gerekir.
Binânealeyh faile gelince, işte bu, Allah (c.c) olup, bu mânâ O'nun "işte
bunlar Allah'ın kendilerine hidayet ettiği kimselerdir" cümlesinden
kastedilendir. Bunu kabul eden varlığa da, O'nun, 'İşte bunlar, temiz akıl
sahiplerinin ta kendileridir" cümlesiyle işaret edilmiştir. Çünkü insan,
akıllı ve kâmil manada anlayışlı olmadığı müddetçe, bu tür gerçek bilgilerin,
onun kalbinde meydana gelmesi imkânsız olur. Biz, "Bu hidâyetin faili,
Allah'dır!" dedik, zira, ruh cevheri, hem kendisindeki aklın nuru ile
birlikte, gerçek ve bâtıl inançları kabul edebilecek bir konumdadır. Birşey,
iki zıd şeyi de kabullenebilecek biçimde olursa, onu üstlenebilecek olanın bu
iki duruma nisbeti, eşit seviyededir. Durum böyle olunca, bu kabul edenin, iki
taraftan birisinin ağır basmasına sebep olması imkânsız olur. Baksana, madde,
aynı derecede hareket ve sükûnu kabul edici olduğunda, maddenin bizzat
kendisinin bu iki taraftan birinin diğerine üstün olmasına sebep olması imkânsız
olur.
İmdi, şayet onlar,
"Biz, ruhun ve aklın bizzat kendisinin, böyle bir üstünlüğü gerektirdiğini
söylemiyoruz. Tam aksine biz, onun bu iki taraftan birisini elde etmeyi
istediğini söylüyoruz... Dolayısıyla da, işte bu istek, bu tercihin sebebi
olmuş olur, diyoruz.." derlerse, biz deriz ki: "Bu da bâtıldır.
Çünkü, ruhun bizzat kendisi, böylesi bir irâdeyi üstlenebileceği, kabul
edebileceği gibi; aktın bizzat kendisi de nefsin üstlendiği bu irâdeye taban
tabana zıt bir iradeyi izhâr edebilir. Böylece de, nefis cevherinin, bu
irâdenin sebebi olması, imkânsız olur. Dolayısıyla, hidâyetin tahakkuk etmesi
için, mutlaka ve mutlaka, bir fâiiin ve o hidâyeti üstlenecek bir kâbil'in
(varlığın) bulunması gerektiği sabit olmuş olur. Failin, nefsin bizzat kendisi olması
imkânsızdır. Tam aksine fail, Allah'dır. Kabile, benimseyene gelince, işte bu,
nefis cevheridir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "İşte bunlar,
Allah'ın kendilerine hidâyet ettiği kimselerdir. İşte bunlar, temiz akıl
sahiplerinin ta kendileridir.." buyurmuştur.
[81]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Kendisine azap hükmü hak olmuş kimseyi, (bu yüzden) ateşte bulunan
kişiyi, artık sen mi kurtaracaksın?" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[82]
Ayetin lafzıyla
alâkalı bir soru vardır ve şöyledir: "Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Halbuki
Arapça'da, aynı anda, hem isim hem de haberin başına istifham harfinin,
hemzenin getirilmesi doğru olmaz. Meselâ "Zeyd'i mi, onu Öldürüyor
musun?" denilmez. Tam aksine burada, bir başka şey vardır ki bu da şudur:
İstifham harfi, şart ve şartın cevâbının başına gelebildiği gibi, aynı anda fâ
harfi de, her ikisinin başına gelir ki bu da, ayetteki ifadesiyle ifadesidir.
İşte böyle bir sorudan dolayı nahiv âlimleri ihtilaf etmiş ve bu hususta şu
izahları yapmışlardır:
a) Kİsâî
şöyle der: "Ayet, iki cümle olup, ifadenin takdiri, "Kendisine azâb
hükmü hak olmuş kimseyi mi, sen mi onu himaye ediyorsun? Onu sen mi, ateşten
kurtaracaksın?" şeklindedir.
b) Keşşaf
sahibi şöyle der: "İfadenin aslı, "Kendisine azâb hükmü hak olmuş
kimseyi, onu sen mi kurtaracaksın? -...onu kurtaracaksın)" şeklinde olup,
bu, başına, inkâr için olan hemze ile, ceza için (şartın cevabı) olan fâ'nın
geldiği bir şart cümlesidir. Daha sonra ise bunun başına, hitabın kendisine
delâlet ettiği mahzûf bir şeye atfedebilmek için fâ gelmiştir ki, kelamın
takdiri, "Sen mi onların işini üstlenmişsin? Bir kimseye azâb hükmü hak
olmuşsa, onu sen mi kurtaracaksın?!.." şeklindedir. İkinci hemze,
birincinin aynısı olup, "yadırgama ve inkâr" manalarını tekîd için,
tekrarlanmıştır. ifadesi de,'deki huve zamirinin yerine konulmuştur. Bu izaha
göre ayet, tek bir cümledir.
c)
Bu istifham harfinin, burada inkâr manasını
ifade için getirildiği söylenebilir. Cenâb-ı Hakk'ın işte bu hususu yadırgaması
tam ve mükemmel olunca, hiç şüphesiz bu inkârı alabildiğine yapabilmek için,
hem şartta, hem de cezada (azab) da, istifham edatını getirmiştir.
[83]
Alimlerimiz, hidayet
ve dalalet meselesinde bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allah
Teâlâ, "Kendisine azab
hükmü hak olmuş
kimseyi ... sen mi kurtaracaksın?" buyurmuştur. Binâenaleyh, o kimse
hakkında azab hükmü kesinleşince, artık ondan iman ve ibadetin sâdır olması
imkânsızdır. Aksi halde "Allah'ın doğru olan haberi yalana, İlmi de cehle
dönüşmüş olur ki, bu imkânsızdır." Bu hususta ikinci bir izah da şöyledir:
Allah Teâlâ, azab hükmünün, kişiden iman ve taatın sâdır olması hususunda tam
bir yadırgamayı gerektirdiğini bildirmiştir. Eğer aksi mümkün olsaydı ve azab
hükmünün hak oluşu, o kişiden imânın sâdır olmasına engel teşkil etmeseydi, o
zaman bu yadırgamanın ve bu işi uzak görmenin bir manası kalmazdı."
[84]
Kâdî, bu ayet ile, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, büyük günah
sahiplerine
şefaat etmeyeceğine dâir istidlalde bulunarak
"Çünkü bunlar için artık ilahî azap kesinleşmiş hak olmuştur.
Dolayısıyla şefaat, onları cehennemden kurtarma
demek olur. Halbuki Allah Teâlâ, bunun olamayacağını belirtmiştir"
der. KftdTye şöyle
cevap verilebilir:
"Biz, büyük günah sahipleri için ilahî azabın hak olduğunu kabul
etmiyoruz. Allah Teâlâ, "Şüphesiz Allah,
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz.
Ama
bunun dışında kalanları, dilediği kimseler için bağışlayabilir" (nim, 4a)
ve "Allah
bütün günahları bağışlar" (zümer,
53) buyurmuşken, büyük günah sahipleri için azâb
nasıl hak olur? Allah en iyi bilendir."
[85]
Allah Teâlâ'nın
tâğütlardan kaçınıp, tamamen (ihlasla) Allah'a yönelen bu kimselere vaadettiği
şeylerden ikincisi de
"Fakat Rablerinden korkanlar (yok mu)? Onlar
için, üzerlerinde (başka başka) konaklar bina edilmiş, yüksek konaklar
bulunur" ayetiyle ifade edilen husustur. Bu, Hak Teâlâ'nın, kâfirlerle
ilgili, "Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında tabakalar vardır"
(Zünw. ıe> ayetinin mukabili gibidir. Buna göre eğer, "Ayetteki
"mebniyyetün" kelimesi ne elemektir?" denilirse, biz deriz ki:
Bir konak, bir diğer konağın üzerine bina edildiğinde, üstte olan, altta
olandan, yapı açısından daha zayıf olur. Dolayısıyla bu kelimenin manası şudur:
"Her nekadar bu konaklar, başkalarının üzerinde ise de, kuvvet ve
sağlamlık açısından, altta olana eşittir. Velhasıl, hem üstte, hem de altta
olan konakların herbirinde bir bakıma üstünlük, bir bakıma noksanlık vardır:
Üstte olanın üstünlüğü, yüksekliği ve üstte oluşudur. Noksanlığı ise,
gevşekliği ve zayıflığıdır. Altta olan ise bunun zıddıdır. Ama cennet
konakları, her bakımdan üstünlüğe sahip konaklardır. Yani onlar yüksektirler,
yücedirler, alabildiğine muhkem ve sağlamdırlar."
İslâm filozofları
şöyle demişlerdir: Üst üste yapılmış bu konakların, ruh? ve manevî bakımdan
örneği şudur: Kesbî ilimler birbirine dayalıdırlar. Allah'ın zatını ve
sıfatlarını bilmek demek olan, en ileri ilimler, alabildiğine kuvvetli, hatta
muhkemlik ve tutarlıklık açısından, aslî-bedîhî ilimler gibidirler."
Cenâb-ı Allah sonra,
"Altlarından ırmaklar akan (konaklar)" buyurmuştur. Bunun manası
açıktır. Sonra sözü sona erdirerek, "Bu, Allah'ın vaadidir. Allah sözünden
caymaz" buyurmuştur. Ayetteki, "Bu, Allah'ın vaadidir" ifadesi,
"Onlar için konaklar vardır" cümlesini, te'kideden bir mefûl-i
mutlaktır. Çünkü bu, "Allah onlara, bunu vaadetti"demektir.
[86]
Ayette, şöyle önemli
bir incelik vardır: Aİİah Teâla, vaadleri bulunan pek çok ayette, "Bu,
Allah'ın vaadidir. Allah vaadinden dönmez" gibi açık ifâdeler
kullanmıştır. Halbuki vaîd (tehdid)leri bulunan ayetlerinde böylesi net ve
te'kidli ifadeler kulanmamıştır. Bu, Mu'tezlle'nin söylediğinin aksine, vaad
tarafının vaîd tarafından daha tecihe sayen olduğuna delâlet eder. Eğer onlar,
"Cenâb-ı Allah, va'îd ile ilgili olarak, "Allah'ın katında söz
değiştirilmez ve ben (Allah) kullanma zulmedici değilim" (km, 29)
buyurmuştur. (Bu da kesin ifadedir)" derlerse, biz deriz ki: Bu ayet, vaîd
ile ilgili olan bir ifade olmayıp aksine, hem vaadi hem valdi içine alan genel
bir ifadedir. Dolayısıyla biz (ehl-i sünnetin) tercihi olan görüşün hak olduğu
sabit olur.
[87]
"Görmedin mi ki
Allah gökten bir su indirdi ve onu yerde kaynaklara soktu .Sonra onunla çeşit
çeşit ekinler çıkardı. Daha sonra onları kupkuru hale
getirdi. Böylece sen onlan sapsarı halde görürsün.
Sonra onları, kuru bir
kırıntı yapar.
Şüphesiz bunda temiz akü sahipleri için mutlaka bir ibret vardır"
(Zûmer, 21).
Bil ki Allah Teâlâ,
âhireti akıl sahipleri için büyük bir arzu ve iştahı çekecek bazı sıfatlarla
nitelemiştir. Ahireti bu şekilde nitelemede, aynı nisbette dünyadan nefreti
gerektiren bir mana da vardır. Çünkü Allah Teâlâ, gökten bir su yani yağmur
indirdiğini beyan etmiştir. -İşte bundan dolayı, yerde olan herşeyin gökten
olduğu söylenmiştır-Sonra o yağmuru bazı yerlere indirip, taksim ettiği ve
yerin altındaki kaynaklara sokarak, gözeler, tıpkı bedenlerdeki damarlar gibi,
bazı kanallar ve yollar haline koyduğunu, sonra bu sayede, yeşil, kırmızı,
sarı, beyaz ve benzeri çeşitli renklerde ekinler veya arpa, buğday, susam vs.
gibi çeşit çeşit bitkiler çıkardığını, daha sonra bütün bu bitkilerin sararıp
kuruduğunu beyan etmiştir. Bu şöyle olur. Bir bitkinin kuruma işi tamamlanınca
yerinden ayrılması mümkün otur, ama parçaları dağıtmayabilir. İşte bu cüzler,
dağılmak üzere kurur, sonra da elle ufalanacak kuru kırıntı haline gelir. Ayet
bunu ifade eder.
[88]
"Elbette bunda
alınacak ders vardır." Yani kim bitkilerin bu hallerini görüp müşahede
ederse, hayvanlar ile insanların hallerinin de neticede böyle olacağını anlar.
Çünkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, insanın mutlaka renginin sararıp
solacağı, kemiklerinin ve uzuvlarının adetâ kuruyacağı bir noktaya gelecek,
sonra da ölecektir. Binâenaleyh bitkiler üzerinde böyle bir gözlem
yapıldığında, bu insana, aynı şeylerin kendisi ve hayatı için sözkonusu
olduğunu hatırlatır. Bu durumda da, kendisinin dünya ve lezzetlerine karşı
nefreti (isteksizliği) artar. Velhasıl Allah Teâlâ önceki ayetlerde, kişileri
dünyadan nefret ettirecek şeyleri zikretmiş, Kıyametle ilgili özellikleri,
insanı daha çok taata sevkedecek; dünya ile ilgili sıfatlan da, insanı daha çok
dünyadan nefret ettirecek bir şekilde açıklamıştır. Ahirete teşvik işini,
dünyadan nefret ettirmeden önce yapmıştır. Çünkü ahirete teşvik, bizzat maksad
olan bir şeydir. Dünyadan nefret ettirmek ise, dolaylı olarak maksad olan bir
şeydir. Bizzat maksad olan, dolaylı olarak maksad olandan önce gelir. Bu ayetin
tefsiri İle ilgili sözümüzün hepsi bundan ibarettir.
Geriye, ayetteki bazı
lafızların açıklanması kalmıştır: Vahidî şöyle der: g kelimesi lafzının çoğulu olup, bu kelime
ve fiillerinden, vezninde bir isim olup, bunlar, Kisâî ve
Ferrt'nın bahsettiği üç değişik kullanım şeklidir. Bu kelime, ayette, harf-i
cerrin hazfiyte mansubtur. Çünkü takdirindedir. Ayetteki kelimesi,
"yeşerir" manasına da gelir. Hutâm ise, kuruyup, kırıntı haline gelen
bitki demektir.
[89]
"Öyle ya,
Allah'ın göğsünü İslâm'a açtığı, dolayısıyla onun da Rabbisinden bir
nûr üzere olduğu kimse, hiç (kalbi mühürlenmiş kimse
gibi olur mu?) Artık
kalpleri Allah'ın
zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların vay haline!
Onlar apaçık bir dalâlet içindedirler. Alla!ı kelâmın
en güzelini, ayetleri
birbiriyle ahenktar,
katmerli, (tıkhm-salhm hakikatlerle dolu) bir kitap halinde
indirmiştir. Rablerine derin saygı göstermekte
olanların derileri onun karşısında ürperir. Sonra da hem derileri hem kalpleri
Allah'ın zikrine (yatışıp)
yumuşar. İşte bu
(kitap) Allah'ın gönderdiği bir rehberdir. O, dilediğine
bununla hidayet eder. Allah kimi de saptınrsa, artık
onun için hiçbir hidayet
edici yoktur.
Zalimlere, "Tadın, kazandığınız şeyin azabım" denilirken,
kıyamet günü onun yüzünü, o kötü azaptan kim
koruyacak? Onlardan
evvelkiler de
peygamberlerini yalanladılar ve hiç akıllarına gelmeyecek bir
önden kendilerine azab geldi. Böylece Allah onlara
dünya hayatında
üsvayhğı taddırdı. Ahiret azabı ise elbet
daha büyüktür, eğer bilseler!..
ndolsun
ki biz, bu Kur'ân'da insanlar için, va'z-u nasihat alsınlar diye, her misalden
örnekler gönderdik ve onu her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak, dosdoğru,
Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. Umulur ki onlar ittika ederler"
(Zûmer, 22-28).
[90]
Bu ayetlerle ilgili birkaç
mesele var:
Bil ki Allah Teâlâ,
kendisine taat ve ibadet edip, dünyadan
yüz
çevirmenin gerekliliği hususundaki delilleri iyice ortaya
koyunca, bunun peşinden, o apaçık delillerden, ancak
Allah'ın, göğüsleri açıp, kalpleri
nurlandırması ile mükemmel olarak istifade
edileceğini beyan buyurmak üzere,
"Öyle ya, Allah'ın, göğsünü İslâm'a açtığı,
dolayısıyla onun da Rabbisinden bir
nur
üzere olduğu kimse, hiç kalbi mühürlenmiş kimse gibi olur mu?" demiştir.
[91]
Bil ki biz, En'am
Sûresi'nde 125. ayetin tefsirinde, göğse inşirah vermenin ve hidayetin ne demek
olduğunu iyice anlatmıştık. Burada bunları kısmen tekrar etmekte bir beis
yoktur. Dolayısıyla diyoruz ki: Allah Teâlâ, "nefis" cevherlerini
mahiyet olarak farklı farklı yaratmıştır: Bir kısmı hayırlı, nurlu, kıymetli,
ilahî meselelere meyyal ve ruhanî varlıklarla beraber olmaya alabildiğine
istekli; bir kısmı da kötü, bulanık, âdi ve maddeye düşkündür, işte bu
farklılıktan, beşerî ruhların (nefislerin) cevherlerinde (özünde) mevcut
birşeyin olduğu anlaşılmaktadır. İstikvâ (işi iyice incelemek) da bu işin böyle
olduğunu göstermektedir. Bunu iyice anladığında, biz deriz ki: Ayette
bahsedilen "inşirah" (göğsü açma) ile kastedilen, işte nefsin
yaratılışında mevcut olan, ileri derecedeki istidâddır, Böyle ileri derecede
bir istidâd (kabiliyet) mevcut olunca, tıpkı ufacık bir ateş ile hemen tutuşan
kibrit misali, bu hâlin, ufacık bir sebep ile, kuvveden fiile çıkmasına yeter.
Nefsin, kudsî ve parlak şeyler ile ruhanî halleri kabulden uzak olup, aksine
maddi şeyleri elde etmeye gömülmesi, ilahî şeylere uygun düşen durumlardan pek
az tesir almasına gelince, bu durumda nefis, katı, bulanık ve zulmânî olmuş
olur. Ne zaman yakînî ve açık deliller, böyle nefislere çokça getirilse,
bunların katılıkları ve zulmetleri o nisbette azalır. Bu kaideyi anlayınca,
diyoruz ki: Göğsün inşirahı, anlattığımız bu husustur.
Ayetteki
"nûr" hidayet ve marifet (bilgi) demektir. Önce göğüste bir
"İnşirah" meydana gelmeden, bu "nûr" tahakkuk etmez. Hasıl
olan bu kuvvet, ruhtaki kuvvet olduğuna göre, elbette bu kuvvet, delilleri
işitmekle elde edilmiş değildir. Hatta bazan, nakli delilleri işitmek, kasvet
ve nefreti artırır. İşte bu anlattıklarım, bu ayetlerin manalarına İyice vâkıf
olunması için, insan tarafından bilinmesi gereken kesin kaidelerdir.
Âlimlerimizin "cebr ve kader" meselesi hususunda ve yine Mu'tezHe'nin
aynı konudaki söz ve delilleri, ilgili yerlerde geçmişti. Allah en iyi
bilendir.
[92]
Ayetteki men kelimesi,
haberi mahzûf bir mübteda olup, tıpkı önceki ayetteki (zomer, 10) ifadesi gibidir.
Buna göre takdiri,
"Allah'ın, göğsünü İslâm için açıp, böylece hidayete eren bir kimse,
Allah'ın, kalbini mühürlediği, dolayısıyla kalbinin kasvetinden ötürü hidayete
eremeyen kimse gibi midir?" şeklindedir. Bu takdire göre, cevap (haber)
zikredilmem iştir. Çünkü zikredilen sözlerden bu cevap anlaşılmıştır. O sözler
de, "Artık kalpleri Allah'ın zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların
vay haline..." ifadesidir.
[93]
Ayetteki, "Artık kalpleri Allah'ın
zikrinden bomboş ve kaskatı kalmış olanların vay
haline.."
ifadesi ile ilgili şöyle bir soru vardır:
"Allah'ı zikretmek,
"Dikkat edin,
ancak Allah 'm zikriyle kalpler mutmain olur
(sükûnet bulur)"(Rto.zB) ayetinin de ifade ettiği gibi, nurun,
hidayetin ve alabildiğine
bir sükûnetin
(itminânın-yatışmanın) meydana gelmesine sebeptir. Öyleyse, nasıl
olmuş da, Cenâb-ı Hak bu ayette, kendisinin
"zikr"ini, kalplerin katılaşmasına sebep
göstermiştir?
Cevap: Diyoruz ki:
nefis (ruh), bozuk yapıda olur, unsurları bulanık, ruhanî şeylere ilgi
duymaktan uzak, behîmî karakterlere ve kötü huylara alabildiğine meyyal olursa,
işte bu nefsin Allah'ın zikrini duyması, onun katılığını ve bulanıklığını
artırır. Bu sözümüzü şöyle birkaç misalle izah edelim: Tek bir failin fiilleri,
bu fiilleri kabul eden (bunların tesirinde olan) varlıkların farklılığına göre
farklılık arzeder. Meselâ güneşin ışığı, çamaşırcının yüzünü karartırken,
çamaşırlarını beyazlatır. Güneşin sıcaklığı mumu yumuşatırken, tuzu
katılaştırır. Yine biz, aynı mecliste (toplulukta) aynı sözü söyleyen bir insan
düşünelim. Birisi bunun sözlerini beğenirken, bir diğeri beğenmeyebilir. Bu
durum, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, nefis cevherlerinin ve o nefsin hallerinin
farklılığından başka birşeyden kaynaklanmamaktadır. Hak Teâlâ'nın,
"Andolsun ki biz insanı özlü bir çamurdan yarattık..." (Mö'minûn. 12)
ayeti nazil olunca, orada Hz. Ömer (r.a) ile bir başkası vardı. Resûlüllah
(s.a.s), "Sonra onu bir diğer yaratılışla inşâ ettik"(Mü'minûn. 14)
ayeti ile sözü bitirince, oradakilerden her biri, "Yaratıcıların en güzeli
olan Allah'ın sânı ne yücedir" dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.s),
vahiy kâtibine, "Yaz. İşte bu şekilde nazil oldu"dedi. Bu hâdise, Hz.
Ömer (r.a)'in imanına iman katarken, berikinin küfrünü artırmıştır. Bunu iyice
kavradığına göre, Allah'ın zikrinin de, ruhanî ve temiz nefislerdeki, nuru,
hidayeti ve itminanı; şeytanî ve pis nefislerde ise, kasveti ve haktan
uzaklaşmayı gerektirmiş olması uzak bir ihtimal değildir.
Bu hususu da iyice
kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: Ruhî ve manevî sıhhati sağlayan
ilaçların başı ve en önemlisi Allah'ın zikridir. Binâenaleyh meselâ Allah'ı
zikir, bazı nefislerin hastalığının artmasına sebep oluyorsa, onların
hastalığı, artık giderilmesi umulmayan ve ilacı bulunmayan bir hastalık olmuş
olur. Böylece o, alabildiğine ileri bir şer noktasında bulunmuş olur. İşte bu
incelikten ötürü, Hak Teâlâ, "Artık kalpleri Allah'ın zikrinden bomboş ve
kaskatı kalmış olanların vay haline! Onlar apaçık bir dalâlet içindedirler'*
buyurmuştur. Bu, hakikati ortaya koyan mükemmel bir sözdür.
Cenâb-ı Allah, bunun
böyle olduğunu beyan edince, peşisıra, Kur'ân'ın, nur, şifâ, hidâyet ve
alabildiğine bir itminan sebebi olduğunu anlatan ifadesini getirmiştir. Bundan
maksad şunu anlatmaktır: Kur'ân böylesi sıfatlara sahip olarak, o İnsanın
kalbinin katılığının artmasına sebep olunca, bu durum o kimsenin nefis
cevherinin adilik ve kötülük hususunda zirveye çıktığına delâlet etmiştir.
[94]
Binâenaleyh diyoruz
ki: Allah Teâlâ Kur'ân'ı bu ayetlerde şu kemâl sıfatları ile
nitelemiştir:
Birinci Sıfat:
"Allah sözlerin en güzelini indirmiştir" ayetinin ifade ettiği
sıfat... Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[95]
Kur'ân'ın mahluk
olduğunu söyleyenler, bu ayeti şu birkaç açıdan delil getirmişlerdir:
1) Allah
Teâlâ, hem bu ayetinde, hem de şu ayetlerinde
Kur'ân'ın hadis (sonradan meydana gelme, yaratılmış olma)
sıfatı ile nitelemiştir), "Öyle ise şayet
iddialarında doğru iseler onlar bir hadîs (söz) getirsinler" (tût, 34);
"Bu hadisi (sözü) mü hor görüyorsunuz?" (vakıa,at).
"Hadîs"in, mutlaka hadis (mahluk) olması gerekir. Hatta, hadis olmaya
delalet etme açısından, "hadîs" kelimesi, "hâdis"den daha
ileridir. Çünkü Arapça'da, "Bu hadîsdir (yenidir), eski değildir";
"Bu eskidir, ama "hadis" değildir" denilir ve böylece
"hadîs"in, çok yakın zamanda meydana gelmiş birşey olduğu anlaşılır.
Hâdise, hadîs denmiştir, çünkü bu, harflerden ve kelimelerden meydana
gelmiştir. Harfler ve kelimeler ise, an be an meydana gelir, böylece
"hadis" olurlar. Kur'ân'ın mahlûk olduğunu söyleyenlerin izahı bundan
ibarettir.
2) Allah
Teâlâ Kur'ân'ı, "indirilen" bir kitap olarak nitelemiştir. İndirilen
birşey ise, başkasının kendisinde tasarruf edebileceği bir konumdadır. Böyle
olan ise, hadis (mahluk)tur.
3) Ayetteki,
"Ahsenü'l-hadis" ifadesi, Kur'ân'ın, tıpkı "Zeyd'in
kardeşlerinin en üstünüdür" ifadesinin, Zeyd'in "kardeş" olma
bakımından ötekilerle müşterek ve onlar cinsincen olmasını gerektirdiği gibi,
diğer sözler cinsinden bir söz olmasını gerektirir. Böylece Kur'ân'ın diğer
sözler cinsinden olduğu sabit olur. Diğer sözler "hadis" olduğuna
göre, Kur'ân'ın da hadis olması gerekir.
4) Allah
Teâlâ Kur'ân'ı "kitap" diye nitelemiştir. Kitap ise,
toplanmak-biraraya gelmek manasına gelen ketb masdarından türemiştir. Bu durum,
Kur'ân'ın, bir toplayıcı tarafından toplanan ve bir tasarruf edicinin tasarruf
mahalli bir şey olduğunu gösterir. Bu ise, Kur'ân'tn muhdes (mahluk) olduğuna
delâlet eder.
Bunların hepsine
birden şu şekilde cevap verebiliriz: Bu delilleri, harflerden, seslerden,
lafızlardan ve satırlardan meydana gelmiş "söz" için geçerli
sayıyoruz ve o manada mahluktur. Allah en iyi bilendir.
[96]
Kur'ân'ın
"ahsenü'l-hadîs" (sözlerin en güzeli) olması, ya lafzı, ya manası
açısındandır. Birinci kısım, yani lafzı açısından, sözlerin en güzeli olması
şu iki bakımdandır:
a) Bu güzelliği, Kur'ân'ın fesahati ve vecizliği
bakımındandır.
b) Üslûbundaki
nazmı açısındandır. Çünkü Kur'ân, ne şiir, ne hitap, ne de hitabe cinsinden bir
şeydir. Aksine bu, bütün bunlardan farklı bir türdür. Şu da var ki, her selîm
fıtrat sahibi, Kur'ân'ı beğenir ve ondan tad alır.
İkinci kısım, yani
manası açısından, onun sözlerin en güzeli olması hususunda da şu izahlar
yapılabilir:
a) Bu,
tenakuzlardan uzak bir kitaptır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer bu, Allah'dan
başkasının katından olsaydı, onlar bunda çok ihtilaflar (zıtlıklar)
bulurlar" (Nisa, 82) buyurmuştur. Bu kadar büyük ve hacimli bir kitap, her
türlü tenakuzdan uzak olunca, bir mucize olur.
b) Kur'ân'ın geçmiş ve gelecekle ilgili, pek çok
gaybi haberleri taşıması...
c)
Kur'ân'da bulunan ilimler gerçekten çoktur. Bu ilimleri şöyle diyerek anlatabiliriz:
Faydalı ilimler, Allah Teâlâ'nın hitabında, "Mü'minlerin hepsi, Allah'a,
meleklerine, kitaplanna, peygamberlerine imân ederler ve "O'nun
peygamberlerinin hiçbirini diğerinden ayırmayız" (derler). Yine derler ki:
"Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, senin affını isteriz. Dönüşümüz
sanadır"(Bakara, 285) ayetiyle ifade ettiği husustur. Binâenaleyh faydalı
ilimler için söylenebilecek en özlü tarif budur.
[97]
Birinci Nev:
Birinci kısma, yani Allah'a iman meselesine gelince, bil ki bu husus, şu beş
hususu kapsar: Cenâb-ı Hakk'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, hükümlerini ve
isimlerini tanıyıp bilmek... Hak Teâlâ'nın zâtını bilmek, kişinin Allah'ın
varlığını, kıdemini ve bekasını bilmesi demektir. Allah'ın sıfatlarını bilme
ise, iki çeşittir:
1) Kendisini
tenzih etmek, gerekli olan hususları bilmek. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın bir
cevher, parça ve kısımlardan meydana gelmiş bir mürekkeb, bir yönde ve mekânda
bulunan bir varlık olmadığını bilmek, böyle olmaktan O'nu tenzih etmektir.
Kişinin, Cenâb-ı Hakk'ı böylesi şeylerden tenzihi anlatan lafızların şu dört
tane lafız olduğunu, yani lafızları olduğunu bilmesi gerekir. Bahsedilen bu
dört lafız, Kita-bullah'da, Allah'ı tenzih için kullanılmıştır. Meselâ leyse,
"O'nun gibisi yoktur" (Şûra, 11) ayetinde; lem "O doğurmadı,
doğurulmadı ve hiçbirşey O'na denk olmadı"(ihiaa.îM) ayetinde; mâ
"Senin Rabbin unutmaz" (Meryem. 64) "Allah bir çocuk
edinmez." (Meryem, 35) ayetinde ve lâ da, "Onu ne bir uyuklama, ne de
bir uyku tutar"(Bakara, 255); "O, doyurur, doyurulmaz"(En-hm,
"O, himaye eder, himaye edilmez" (Wm\nQn, se) ve Kur'ân'ın otuz yedi
yerinde geçen, "Allah'dan başka ilah yoktur" ayetlerinde
kullanılmıştır.
[98]
İkinci Nev'e
yani Kur'ân'a göre Cenâb-ı Hakk'ın tavsif edilmesi gereken sıfatlarıdır.
Bunlardan birincisi, Allah'ı bilmek ve O'nun mühdis ve halik (var edici ve
yaratıcı) olduğunu bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gökleri ve yeri
yaratan Allah'a hamdolsun" (Enam, i) buyurmuştur. İkincisi, Allah'ın kadir
olduğunu bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kıyâme Sûresi"nde, "Evet,
biz onun parmak uçlarını bile derleyip yeniden yaratmaya kadiriz" (Kıyame,
4) ve "(Bütün bunları yapan Allah), ölüleri tekrar diriltmeye kadir değil
midir?"(Kıyam©. 40) buyurmuştur. Üçüncüsü, Hak Teâlâ'nın âlim olduğunu
bilmek... Nitekim o, "O, kendisinden başka ilah olmayan, gayb ve şehâdet
âlemini bilen Allah 'dır" (Haşr, 22) buyurmuştur. Dördüncüsü, O'nun
herşeyi bildiğini bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gaybm anahtarları O'nun
katmdadır. Onları ancak o bilir" (En'&m, 59) buyurmuştur. Yine O,
"Allah, her dişinin neye gebe olduğunu bilir" (Rad, e) buyurmuştur.
Beşincisi, O'nun hayy (diri) olduğunu bilmektir. Nitekim Allah, "O,
kendinden başka hiç (gerçek) tanrı olmayan hayydır. Dolayısıyla dini O'na has
kılarak, O'na ibadet edin" (MO'mtn, es) buyurmuştur. Altıncısı, Allah'ın,
irâde edici olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah kime doğru yolu
gösterir, imana muvaffak ederse, onun göğsünü islâm için açar..."
(En-&m, 124) buyurmuştur. Yedincisi, Allah'ın semî ve basîr olduğunu
bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, semî ve basîrdir" (Şûra, u) ve
"Şüphesiz ben sizinleyim; işitiyor ve görüyorum" (Tâhâ, 46)
buyurmuştur. Sekizincisi, Allah'ın konuşucu olduğunu bilmek. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olsa, deniz de, arkasından yedi deniz
daha kendisine yardım ederek (mürekkeb) olsa, yine Allah'ın kelimeleri
tükenmez..."(Lokman,27) buyurmuştur. Dokuzuncusu, işin, kültiyyen O'na ait
olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Önce de sonra da, iş, Allah'a
aıftir"<Rum.4) buyurmuştur. Onuncusu, Allah'ın, Rahman, Rahîm ve Mâlik
olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rahman ve Rahîm olan.. Din
gününün mâliki olan... "(Fatiha,2-3) buyurmuştur. Allah'ın, vasıflandığı
sıfatları bilme ile alakalı olarak ele alınan husus, bundan ibarettir.
[99]
Üçüncü Nev':
Bunlar, Allah'ın fiillerine dairdir. Bil ki fiiller, ya manevî, ya da maddî
olurlar. Manevî olanlara gelince, pek azı müstesna, bunlara vâkıf olmak mümkün
değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbimin ordularını, kendisinden başka
kimse bilemez"iMüûtessıt, 33) buyurmuştur. Maddî olanlara gelince, bunlar,
ya ulvî âlem veya süflî âlemdir. Ulvî âlemler hakkında, şu bakımlardan söz
edebiliriz:
1) Göklerin hallerinden bahsetmek..
2) Güneşin
ve ayın hallerinden bahsetmek.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki
Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerinde hükümrân olan
Allah'dır. Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi o bürüyüp örter. Güneşi,
ayı, yıldızlan -hepsi de emrine râm olarak- (yaratan O)"(A'ru, 54)
buyurmuştur.
3) Işınların hallerinden bahsetmek.. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Allah, göklerin ve yerin nurudur" (Nûr. 35) ve
"Güneşi bir ziya, ayı da bir nûr kıtan O'dur" (Yum* 5) buyurmuştur.
4) Göklerin
hallerinden bahsetmek... Nitekim O, "Rabbine bir bakmadın mı? Gölgeyi
nasıl uzatmıştır O? Eğer dikseydi onu elbet sakin de kılardı.." (Furtan,
as) buyurmuştur.
5) Gece ve
gündüzün ardarda gelmesi... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Geceyi gündüze sarar,
gündüzü de geceye..."(Zümer, 5) buyurmuştur.
6)
Yıldızların faydalan... Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, karanın ve denizin
karanlıkları içinde kendileriyle yollarınızı bulmanız için, sizin faydanıza
yıldızlan yaratandır.." (Errftm, 97) buyurmuştur.
7) Cennetin
sıfatlan... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Genişliği, semânın ve yerin genişliği
gibi olan cennetler için (...) yarışın"[Hacaa, 21) buyurmuştur.
8)
Cehennemin sıfatları... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onun yedi kapısı, onlardan
her kapının ayrılmış birer nasibi vardır" (Hicr.«) buyurmuştur.
9) Arşın
sıfatları... Cenâb-ı Hak, "Arşı yüklenen, bir de onun etrafında bulunan
(melekler).."(Mü'mm,7) buyurmuştur.
10) Kürsînin sıfatı... Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Kürsîsİ, gökleri ve yeri kuşattı.."
(Bakara, 25S)
buyurmuştur.
11) Levh-i
Mahfûz'un ve "kelânTın sıfatı... Cenâb-ı Hak, "Daha doğrusu o çok
şerefli bir Kur'ân'dır ki mahfuz bir levhadır" (Burûç, 2122) buyurmuştur.
Kalem'e gelince, bu da Cenâb-ı Hak'ın, "Nün. Kalem'e ve onların
yazdıklarına kasem olsun..."(Kaiem, t) ayetinin beyan ettiği husustur.
Süflî âlemin hallerini
izaha gelince, bunlardan birincisi, Arz'dır. Cenâb-ı Hak, arz'ı, şu pekçok
sıfatlarla nitelemiştir:
1) Onu bir
beşik 'mehd) olmakla... Allah Teâlâ, "Ki O, arzı sizin için bir beşik
(gibi) kıldı" (tu\i, 53) buyurmuştur.
2) Döşek (mihâd) olmakla.. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Biz, arzı bir döşek (gibi) kılmadık mı?" (Net», 6) buyurmuştur.
3) Onu bir
toplantı yeri (kifât) olmakla... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz, yeri bir
toplantı yeri yapmadık mı? Dirilere de ölüklere de?" (Mürseiat, 25-26)
buyurmuştur.
4) Zelûl (emre
âmâde kılınmış, boyun eğmiş) olmakla... Cenâb-ı Hak, "O, yeri, sizin
faidenize, kor (ve müsahhar) kılandır...)"(Müik, 15) buyurmuştur.
5) Halı gibi
dümdüz olmakla (bisât)... Cenâb-ı Hak, "Allah yeri sizin için bir döşek
yapmıştır, onun geniş yollarından gezip dolaşınız cftye..."(Nûh,
19-20)buyurmuştur. Bu husustaki söz, uzundur. İkincisi, denizdir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "O, denizi ondan taze et yemeniz... için (hizmetinize) ram
edendir"(u»t\\, H) buyurmuştur.üçüncüsÜ, hava ve rüzgârlar. Nitekim
Cenab-ı Hak "O rahmetinin önünden rüzgârı müjdeci gönderendir... (Araf 57)
ve "Bir aşılayıcı rüzgâr gönderdik" (Hicr, 22) buyurmuştur.
Dördüncüsü gök gürültüsü, şimşek çakması gibi göksel olayları... Nitekim
Cenab-ı Hak, "Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de o}ndan korkusuna
teşbih eder.."
(Ra'd, 13)V0 "İşte görüyorsun ki yağmur
bunların arasından çıkıyor... (Nur, 43) buyurmuştur. Yıldırımların, yağmurların
ve bulutların terakümünden, üstüste gelmesinden bahsetilmesi de işte bu
türdendir. Beşincisi, ağaçların, meyvelerin halleri ve bunların tür ve
çeşitleridir. Altıncısı hayvanların halleri. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"..deprenen her canlıyı, orada üretip yaydı.."(Bakara. 164) ve
"Davadan da o yaratmıştır ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler
ve nice nice menfaatler vardır" (Nam. 5) buyurmuştur. Yedincisi, insanın
ilk yaratı I ışındaki enteresanlıklar.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Andolsun biz
insanı çamurdan bir hülâsadan yarattık..." ıMü'minûn, i2) buyurmuştur.
Sekizincisi, insanın gözü, kulağı, dili, aklı ve anlayışındaki harikalar...
Dokuzuncusu, âlemin ilk yaratılışından Kıyametin sonuna kadar, peygamberlerin
ve hükümdarların tarihi ile, insanların hallerinin ele alınması.. Onuncusu,
insanların ölürken ve öldükten sonraki hallerinden; Öldükten sonra dirilmesi ve
Kıyametin keyfiyetinden bahsedip, said ve şakî kimselerin hallerini izah
etmek.. Böylece biz, gökler âleminde mevcut ilim çeşitlerinden on tanesi ile,
unsurlar, yani arz alemindeki diğer on çeşit ilme işaret etmiş olduk. Kur'ân,
işte bu denli yüksek yüce ilim çeşitlerinin İzahını kapsamaktadır.
[100]
Dördüncü Nev'e
gelince, ki bu, Allah'ın hüküm ve tekliflerinin açıklanmasıdır. Biz diyoruz ki:
Bu teklifler, ya kalbin işleri, yahut da uzuvların amelleri hususunda olurlar..
Bunlardan birincisi, ahlâk ilmi yani güzel ahlâkın kötü ahlâktan ayırdedilmesi
ilmi adını alır. Kur'ân, bütün bunları kapsamaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder. Taşkın
kötülükten, münkerden, zulüm ve tecebbürden nehyeder" (Nam, «>> ve
"Kolaylığı tut. İyiliği emret. Câhillerden yüz çevir.."(Arat. 199)
buyurmuştur. İkincisine, yani uzuvların amellerine dair olan mükellefiyetlere
gelince, bu da, Fıkıh ilmi adını almaktadır. Kur'ân, bu ilmin düsturlarını en
mükemmel bir biçimde kapsamaktadır.
Beşinci Nev'e, yani
Allah'ın isimlerini bilmeye gelince, bu hususta da Cenâb-ı Hak, "En güzel
isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla duâ edin" (A'râf, ıeo)
buyurmuştur. İşte bütün bunların hepsi de, Allah'ı tanıma ile İlgilidir.
[101]
İman konusunda nazar-ı
dikate alınan esaslardan İkinci kısım da, meleklere
inanmaktır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Müminlerin hepsi, Allah'a, meleklerine ... iman
ederler"(Bakara, 2S5) buyurmuştur. Kur'ân, bazen kısa, bazen de tafsilatlı
bir biçimde, meleklerin sıfatlarının açıklanmasını kapsamaktadır. İcmali
açıklama, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, (bu ayette olduğu gibi), "... ve
meleklerine ..." Duyurmasıdır. Ayrıntılı açıklamaya gelince, bu şunlardır:
a) Onların,
Allah'ın elçileri olduğuna delâlet eden ifâdeler... Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Melekleri ....
elçiler yapan Allah..." (Fatır, ı> buyurmuştur.
b) Bu âlemin
görevlileri olduklarını gösteren ifadeler... Cenftb-ı Hak, "... sonra iş
bölümü yapan melekler ..."(Zâriytt.<), "bir de icra edenler..."(nazu.5)
ve "Saflar bağlayıp duranlara ... yemin ederim £/..." (Stttât. 1)
buyurmuştur.
c)
Meleklerin, Arşın taşıyıcıları olduğunu bildiren ifadeler... Nitekim Cenâb-ı
Allah, "O gün Rabbinin Arşını, üstlerinde bulunan sekiz (melek)
yüklenir" (Hakka, 17) buyurmuştur.
d)
Meleklerin, Arşın etrafında dönüp dolaştıklarını ifade eden ayetler... Cenâb-ı
Hak, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arşın
etrafını kuşatmışlardır" (Zümer, 75) buyurmuştur.
e) Meleklerin, cehennemin bekçileri olduğunu
bildiren ayetler... Nitekim "(o ateşin) üzerinde iri gövdeli, sert
tabiatlı melekler vardır..." pahrim, 6) buyuru I muştur.
f)
Meleklerin, kerîm yazıcılar olduklarını ifâde eden husus... Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Halbuki sizin üzerinizde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcılar
vardır" (Inntâr, ıo-n> buyurmuştur.
g)
Meleklerin, takipçiler olduğunu gösteren
ifadeler... Cenâb-ı Hak, "Onun önünde, arkasında kendisini... takip eden
(melek)ler vardw"<Ra'd, ııj buyurmuştur. Cinlerin ve şeytanların
halleri de, meleklerin halleri babında zikredilir.
[102]
İmanda, nazar-ı
dikkate alınan esaslardan üçüncü kısım, kitapları tanımaktır. Kur'ân, Hz. Âdem
(a.s)'in kitabının hallerini açıklamayı kapsamaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Derken, Adem, Rabbinden birtakım kelimeler belleyip aldı.." (Bakara.
37) buyurmuştur. İbrahim (a.s)'e verilen sahifelerin hallerinden bahsetmek de,
bu kısma dahildir. Nitekim, "... Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle
imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince..."(Bakara, 124)
buyurulmuştur. Tevrat, İncil ve Zebur'un hallerinden bahsetmek de, yine bu
kısma dahildir.
[103]
İmân konusunda,
nazar-ı dikkate alınan esaslardan dördüncü kısım, peygamberleri tanımaktır.
Allah Teâlâ, bir kısım peygamberlerin hallerini genişçe anlatmış, diğerlerinin
hallerini ise, müphem bırakmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların içinden,
sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, sana bildirmediğimiz kimseler de
var.." (Mü'min, 78) buyurmuştur.
[104]
Beşinci kısım:
Mükelleflerin halleriyle ilgili olan kısım olup, bu da ikiye ayrılır:
a)
Mükelleflerin, kendilerine yüklenen bu mükellefiyetlerin farz oluşlarını kabul
etmeleridir. Ki bu, mevzûbahs, "dinledik ve itaat ettik, dediler"
{Bakara, &s) şeklindeki ayetinden kastedilendir.
b)
Bu ameller sırasında, kendilerinden bir takım
kusurlar sâdır olduğunu İtiraf edip, daha sonra da, ilahî b&gış talep etmiş
olmalarıdır ki, bu da, "Ey Rabbimiz, senin bağışını isteriz.."
(Bakara, 286) ayetinden kastedilendir. Sonra, kulluk duraklanndaki kusurları
görmenin miktarları, rubûbiyyetin
izzetini mütalâa etme nisbetinde
artacağından ötürü, kulun "Ey Rabbimiz! Senin affetmeni isteriz" sözü
de fazla miktarda olmuştur.
[105]
Altıncı Kısım: Ahiret,
öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti bitmek... Ki bu, ayetteki, "Dönüşümüz
sanadır" ifadesinden kastedilendir. Bu da, dini talep hususunda, mühim
olan birtakım esasların bilinmesi gerektiğine bir işarettir. Kur'ân, bu
esasların izahı, tarifi ve açıklaması hususunda, sonu olmayan bir ummandır.
Sen, Kur'ân'ın bunları kapsadığı gibi, yerin ne doğusunda ne de batısında
bunları kapsayan başka bir kitap göremezsin. Yaptığımız bu tefsiri iyice
düşünen herkes, bizim, Kur'ân'ın faziletler denizinin sadece bir damlasından
bahsettiğimizi anlar. Durum böyle olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak,
Kur'ân'ı "Allah, kelâmın en güzelini ... indirmiştir" diyerek
medhetmiştir. Allah, en iyisini bilendir.
[106]
Kur'ân'ın ikinci
sıfatı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ayetleri birbiriyle ahenkdar... bir kitap
halinde" ayetinin ifade ettiği husustur. "Kitap'ın ne demek olduğunu,
Cenâb-ı Hakk'ın (Bakara. 2) ayetinin tefsirinde açıkladık. Bunun,
"müteşabih ahenkdar" olmasına gelince, bil ki bu âyet, Kur'ân'ın
tamamının müteşabih olduğuna delâlet etmektedir. "Sana kitabı indiren
O'dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar, kitabın anastdır. Diğer bir
kısım da mütesâbihlerdir..." (Ai-ı imran, 7) ayeti ise, bu kitabın
tamamının değil, bir kısmının müteşabih olduğunu göstermektedir. Bu kitabın, bu
ayette de belirtildiği gibi, tamamının müteşabih olması meselesine gelince, İbn
Abbas, bunun manasının, "Bu kitabın bir kısmı bir kısmına benzer.."
şeklinde olduğunu söylemiştir. Ben de diyorum ki, bu benzerlik şu
hususlardadır:
[107]
1) Belagat
sahibi bir yazar, uzunca bir kitap kaleme aldığında, onun kullandığı
kelimelerin bir kısmı fasîh olur, bir kısmı ise olmaz. Halbuki Kur'ân böyle
değildir. Çünkü Kur'ân, bütün cüzleriyle, alabildiğine fasihtir.
2) Edîb bir
kimse, bir hâdise hakkında, fasîh lafızlarıyla bir kitap yazıp, bir başka
hâdise hakkında ise bir başka kitap yazdığında genel olarak, onun ikinci
kitaptaki sözleri, birinci kitaptakilerden başka olur. Halbuki, Allah Teâlâ,
Hz. Mum (a.s) kıssasını Kur'ân'ın pekçok yerinde nakletmiş, ama bütün bunlar,
fesâhatta birbirine denk ve birbirine benzerdirler.
3)
Kur'ân'daki ayet ve açıklamaların hepsi, birbirini takviye ve birbirini teyid
eder.
4)
Bahsettiğimiz ilimlerden pekçok çeşidi, hepsinin maksadı, dine davet ve Allah'ın
azametini izah olması bakımından, birbirlerine benzerler. İşte bundan dolayı
sen, Kur'ân'da ele alınan her kıssanın maksadının, bahsettiğimiz bu hususlar
olduğunu görürsün. Binâenaleyh, Kur'ân'ın "müteşabih" olmasından
maksat, iste budur. Doğruya ileten Allah'tır.
[108]
Kur'ân'ın
sıfatlarından Üçüncü sıfat, onun, JM* "katmerli" olmasıdır. Biz, bu
kelimenin tefsirini, "Andolsun ki biz sana, tekrarlanan yediyi...
verdik"(Htcr,87) ayetinde iyice anlatmıştık. Hülasa olarak, bahsettiğimiz
bu şeylerin pekçoğu. emir-nehiy, umûm-husûs; mücmel-müfesser; gökierin-yerin
halteri; cennet-cehennem; karanlık-aydınlık; Levh-i Mahfuz-Kalem;
Melekler-Şeytan; Arş-Kürsî; vaad-vald ve ümıt-korku... gibi çift bulunurlar. Ki
bunun gayesi, Makk'ın dışında kalan her şeyin çift olduğunu beyan etmektir.
Yine bu, herşeyin, zıddı ve karşıtı ile (aynı anda bulunup) onunla mübtetâ
olduğuna; gerçek Bir'in, Hak Teâlâ olduğuna delâlet etmektedir.
[109]
Kur'ân'ın
sıfatlarından dördüncü sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rablerine derin saygı
göstermekte olanların derileri onun karşısında ürperir. Sonra da hem derileri
hem kalpleri Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar... "(Zümer. 23) ayetinin
ifade ettiği husustur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[110]
tabirinin manası,
"Onları bir ürperiş yakalar"
demek
olup, bu, korku esnasında insanın derisinde meydana gelen bir değişikliktir.
Müfessirler, "Bu ifadenin manası, "Bunlar, rahmet, ihsan, lütuf
ayetlerini dinlediklerinde, kendilerinde bir ferahlık meydana gelir de, böylece
kalpleri, Allah'ın zikrine (yatışıp) yumuşar" şeklindedir"
demişlerdir. Ama, ben diyorum ki: "Ariflerden muhakkik kimseler şöyle
demektedirler: "Allah'ın celâlinin henüz başlangıcında yürüyen kimseler,
şayet celâl âlemine bakacak olurlarsa, şaşırıp kalırlar. Eğer onlar, cemâl
âleminden bir eser görürlerse, hayat bulurlar." Binâenaleyh, bizim bu
konuda, iyice açıklamada bulunmamız ve bu meseleyi aydınlatmamız gerekir. Bu
sebeple biz diyoruz ki:
İnsan, Allah'ın mekân
ve cihetten tenzih edilmesi gerektiğine delâlet eden deliller hususunda şöyla
iyice bir düşündüğünde, işte o zaman onun derisi ürperir. Çünkü alemin ne
içinde, ne dışında, ne ona bitişik, ne ondan ayrı olmayan bir varlığı isbat
edip kabul etmek, tasavvuru ve düşünülmesi zor olan şeylerdendir. İşte bu
noktada, böyle düşünen kimsenin derisi ürperir. Ama, bu kimse, Allah'ın tek,
bir olması gerektiğine delâlet eden deliller hususunda iyice düşünüp, bir
mekânda bulunan her şeyin parçalanabileceği de sabit olunca, işte tam o zaman,
(aynı şahsın) derisi yumuşar ve kalbi, gönlü, Allah'ın zikrine yönelir. Hem bu
insanın aklı, "ezel"in ne demek olduğunu tam anlayıp ihata etmek
isteyip; onun zihninde milyonlarca sene önceye gitmek, daha sonra da yine, bu
müddetin her lahzasında aynı şekilde milyonlarca sene Önceye gitmeyi dilese, bu
hususta yollar aramaya devam etse, daha daha önceye gitme tasavvurunu devam
ettirse, evet bu hususa daldıkça datıverse ve, ezelin anlamını kafasında
toparladığını zannetse, yine de o kimsenin aktı, "Bu da ne ki?" der.
Çünkü, kişinin kafasında tasavvur ettiği bütün bunlar, yine de sonludur.
"Ezel" ise, İşte sonlu olan bu müddetten önce olan şey, varlık
demektir. Dolayısıyla kişinin aklı, bu noktada dehşete kapılır, şaşar ve derisi
ürperir. Ama bu
tür itibar ve değerlendirmeleri bırakıp,
"Burda bir varlık var.. Bu varlık ise, ya Vâcibü'l-Vücûd'dur; ya da
Mümkinü'l-Vücûd'dur. Binâenaleyh, eğer Vâcibü'i-Vücûd ise, bu devamlıdır,
evveli ve sonu olmaktan münezzehtir; yok eğer, Mümkinü'l-Vücûd ise, bu
Vâcibü'l-Vücûd olana muhtaçtır, dolayısıyla, Vâcibü'l-Vücûd olan yine ezelî ve
ebedî olur..." diyerek, aklı, "ezei"in manasını bu şekilde,
anlamaya yöneldiğinde, işte bu noktada onun derisi ve kalbi, Allah'ın zikriyle
yumuşar. Binâenaleyh, ayette bahsedilen bu iki makamın, azâb veya rahmet
ayetlerini duymaya hasretmeyi gerektirmediği; tam aksine, bunun o mertebelerin
başlangıcı olduğu, bundan sonra ise, sınırsız mertebelerin bulunduğu ve ayette
bahsedilen bu iki halin bulunmasıyla sınırlanamayacağı sabit olmuş olur.
[111]
Vahidî, Kitâbü'l-Basît
adlt eserinde, Katflde'nin şöyle
dediğini
rivayet eder: "Kur'ân, Allah'ın velî kullarının,
mükâşefe ve
müşahedeler esnasında, bazan derilerinin
ürperdiğine;
bazan da, derilerinin ve kalplerinin, Allah'ın zikrine doğru yumuşadığına
delâlet etmektedir. Bunda, onların akıllarının aradan çekildiğine, uzuvların
düzeninin bozulup şaşırdıklarına dair herhangi bir delalet yoktur. Binâenaleyh,
bu, bu tür hallerin (yani aklın kaybolup uzuvların çırpınmasının) bulunması halinde,
mutlaka ve mutlaka şeytandan olduğunu gösterir." Ben derim ki: Burada,
söyleşi bir hususu da ele almak gerekir: Allâme Ebû Hamid el-Gazalî,
"İhyâu Ulûmi'd-Dîn" adlı eserinde şöyle bir mesele ele alır:
"Biz, hicran ve vuslat gibi hususların izahını kapsayan şiir beyitleri
dinlediğinde, pekçok kimsede, son derece etkili bir vecd halinin (kendinden
geçme) görüldüğünü, ama ayetleri dinlediğinde ise, bu hallerden yana, onda
hiçbir şeyin zuhur etmediğini müşahede etmekteyiz.
Gazali, bunu
kabullenmiş ve bu hususta da, pekçok mazeret bulmaya çalışmıştır. Ben diyorum
ki: Ben, bu tür şeyleri anlamaktan mahrum yaratıldım, (bunları sezemiyorum).
Çünkü ben, Kur'ân'ın sırları hakkında, her ne zaman iyiden iyiye düşündüysem,
tüylerim ürperdi, adeta aklım durdu ve kalbimde, bir dehşet ve korku meydana
geldi. Ama, her ne zaman bu şiirleri düşündüysem, bunlar bana çok basit geldi
ve kendimde, bunlardan dolayı kesinlikle bir etki ve tesir hissetmedim. Doğru
yolun ve İsabetli metodun, şu olduğunu zannediyorum:
1) Bu şiirler, insanlara mahsus olan vuslat ve
hicranı, buğz ve sevgiyi anlatan birtakım kelimelerdir. Bunların, (bu
şekilleriyle) Allah'da olduğunu söylemek ise küfürdür. Bu hallerden, Allah'ın
celâline uygun olan manalara geçmek ise, ancak ilimde rüsûh, derinlik sahibi
ulemanın yapabileceği şeydir... Kur'ân'ın kapsadığı manalar ise, Allah'ın
celâlına lâyık ve uygun olan hallerdir. Binâenaleyh, kim bu manalara vakıf
olursa, aşkın tesirinden dolayı, kalbinin şaşkınlığı artar. Zira, kendisinde
iman nuru bulunan bir kimsenin, "Gaybm anahtarları O'nun yanındadır.
Kendinden başkası bunları bi/mez.."(En'am,59) ayetini dinlediğinde,
ızdırabının büyük olması gerekir.
2)
Meşayih'den birisinin şöyle dediğini duydum: Sözün tesiri bulunduğu gibi, o
sözün, o sözü ruhen ve psikolojik olarak destekleyen bir kişinin ağzından
çıkmasının
da, bir tesiri vardır. Çünkü, o sözü
söyleyenin ruhî kuvveti, bu sözün diğer ruhlarda müessir olmasında yardımcı
olur. Burada, Kur'ân'da söyleyen ve konuşan ise, Cibril (a.s)'in masum olan
peygambere tebliğ etmesi yoluyla, Cenâb-ı Hak'dır. Halbuki, beri yerde söz
söyieyen ise, şehvetle dolup taşan, fısk u fücura davet eden, (kimi kez)
yalancı olan şairdir.
3) Kur'ân'ın
hedefi, hakka davet etmeye yöneliktir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki
sen, muhakkak doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun. Göklerde ne var, yerde
ne varsa, hepsi kendisinin olan Allah'ın yoludur" (Şura, 52-53)
buyurmuştur. Şiirin hedefi ise, (çoğunlukla) batıla yöneliktir. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Şairlere (gelince), onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vadide
hakikaten ifrata düşegeldiklerini ve hakikaten yapmayacaklan şeyleri söyleyen
kimseler olduklarını görmedin mi?" <$uart. 224^26) buyurmuştur.
Binâenaleyh, yaptığım bu izah, bu iki durum arasında açıkça mevcûd olan farklardır.
Gönülde hissolunanlarla alâkalı olanlara gelince, herkes, içinde hissedip
duyduğunu dile getirir. Benim içimde ve aklımda bulup hissettiklerimse,
söylemiş olduğum bu şeylerdir. Allah en İyisini bilendir.
[112]
Bu mesele, bu ayetteki
diğer müşkil hususların izahı konusundadır. Biz bunları soru ve cevap şeklinde
ele alacağız.
[113]
Birinci Soru: lafzının
terkibi nedir, nastl oluşmuştur?
Cevap: Keşşaf sahibi
şöyle der: "Bunun terkibi, rubaî olması için kendisine ilâve edilen râ
harfinin yamsıra, "kurumuş eski deri" demek olan, kelimesinin
harflerinden oluşmuştur. Nitekim Arapça'da, "Korkudan derisi ürperdi"
"ve tüyleri dimdik oldu..." denilir. Bu ise, şiddetli korku hakkında
söylenmiş olan bir darb-ı meseldir.
[114]
İkinci Soru:
cümlesinde fiilin İla edatı ile Cenab-ı Hakk'ın; bu fiili, J[ (-e, -a) harf-i
müteaddi kılmasının sebebi nedir?
Cevap: Kelâmın
takdiri, "Onların kalpleri Allah'ın huzuruna vardığında, derileri ve
kalpleri yumuşar" şeklinde olup, kişi bunu, idrâkiyle hissedip duyamaz.
Üçüncü Soru: Cenâb-ı
Hak, niçin "Allah'ın rahmetinin zikrine doğru..." dememiş de,
doğrudan doğruya, "Allah'ın zikrine..." buyurmuştur?
Cevap: Allah'ı,
rahmetinden dolayı seven kimse, Allah'ı sevmemiştir. O, ancak Allah'tan başka
şeyi (rahmetini) sevmiştir. Ama Allah'ı, kendisi dışındaki bir şey için değil
de, O'nu bizzat seven kimse, işte gerçek seven kişi bu olup, bu da yüksek bir
derecedir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Sonra, onlann derileri ve
kalpleri, Allah'ın rahmetinin zikrine doğru yumuşar.." buyurmamış, tam
aksine, "Allah'ın zikrine..." buyurmuştur. Allah Teâlâ bu manayı,
"Allah kime doğru yolu gösterir, imana
muvaffak ederse, onun göğsünü islâm için açar..."(Enam, 125)
ayetiyte, "Haberiniz olsun ki, kalpler ancak zikrullâh ile kuvvetlenip
tatmin olur" (Rm, 28) ayetinde açıklamıştır. Yine Cenâb-ı Hak, Musa
(a.sj'nın ümmetine, "Ey îsrâiloğuUarı, size ihsan ettiğim bunca
nimetlerimi hatırlayın.." (Bakara, *o) ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetine
de, "Öyle ise siz beni anın, ben de sizi anayım.. "(Bakam. 162)
buyurmuştur.
[115]
Dördüncü Soru: Cenâb-ı
Hak niçin, korkudan bahsederken, sadece derilerin ürperdiğini; ümidden
bahsederken de, hem derilerin, hem de kalplerin yumuşadığını belirtmiştir?
Cevap: Çünkü, ümit
makamındaki mükâşefe, korku makamındakinden daha mükemmeldir. Çünkü hayır, iyi
ve güzel, bizatihi matfûbtur. Kötü ise, dolaylı olarak matlûbtur. Mükâşefelerin
yeri ise, kalpler ve ruhlar, gönüllerdir. Allah, en iyisini bilendir.
Cenâb-ı Hak, Kur'an'ı
işte bu şekilde niteleyince, "işte
bu (kitap), Allah'ın gönderdiği bir rehberdir. O, dilediğine bununla hidayet
eder. Aüah kimi de sapttnrsa, artık onun için hiçbir hidayet edici yoktur"
buyurmuştur. Bu ayetin başında geçen za'lik kelimesi, aynı ayette geçen kitap
lafzına bir işaret olup, "Bu, Allah'ın, kullarından dilediği kimseleri
hidayete erdirme vesilesi kıldığı hidayet rehberi olup, bu kulları da, bu
hidayete ehil olabilmeleri için, Cenâb-ı Hakk'ın herşeyden önce gönülleri
açtığı, inşiraha kavuşturduğu kimselerdir. "Kimi saphnrsa", yani,
kimin de kalplerini kaskatı, karanlık, anlayışsız ve bu hidâyete ehil olmaya
aykırı bir halde kılarsa, "Onun İçin hiçbir hidayet edici yoktur."
Ehl-i sünnet âlimlerimizin bu ayetle istidlalleri, Mu'tezile'nin sorulan ve
âlimlerimizin verdiği cevaplar, aynen, En'âm 125 ayetinin tefsirinde geçtiği
şekildedir.
[116]
"... Kıyamet günü
onun yüzünü o kötü azaptan kim koruyacak ..." ayetine gelince, bil ki,
Allah Teâlâ, kalpleri katı olan kimseler hakkında, birisi dünyevî, diğeri de
uhrevî olmak üzere iki hüküm vermiştir. Onlar hakkında verilen dünyevî hüküm,
tam bir sapmalarıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah kimi de saphnrsa, artık
onun için hiçbir hidâyet edici yoktur" buyurmuştur. Onlar hakkında verilen
uhrevî hüküm ise, şiddetli azâb olup, bu da "... Kıyamet günü onun yüzünü,
o kötü azaptan kim koruyacak" ayetinden anlaşılan husustur.
Bunu şu şekilde izah
edebiliriz; Uzuvların en kıymetlisi yüzdür. Zira yüz, güzelliğin ve parlaklığın
mahallidir. Yüz aynı zamanda, hislerin ve duyu organlarının ambarı ve
mekânıdır. İnsanlar, birbirlerinden, yüzleri sayesinde ayrılırlar. Saadet ve
şekâvetin izleri de, ancak yüzde belirir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O gün
yüzler vardır; parıl pani parlayıcıdır, gülücüdür, sevinicidir. O gün yüzler de
vardır; üzerlerini toztoprak (bürümüştür). Onu bir karanlık ve siyahlık
kaplayacaktır, işte bunlar kâfirler, tacirlerdir" (M»*, m-42) buyurmuştur.
Yine, Arapların eşrafı ve Önde geleni hakkında,
"Ey Arabın yüz
akı, ve gözü gözdesi..." ve bir şeyin künhüne delâlet eden yola ve metoda
da, "Bu işin özü ve künhü; aslı esası, işte şudur" denilir.
Binâenaleyh, anlattıklarımızla, uzuvların en kıymetlisinin "yüz"
olduğu sabit olmuş olur. Hem insan, herhangi bir azaba duçar olduğunda, o
elini, yüzünü koruyan bir kalkan gibi kullanır.
Sen bunu iyice
anladığında şimdi biz diyoruz ki: Korunabilen herkes, yüzünün dışında katan her
şeyi, yüzü için feda edince, hiç şüphesiz, kişinin "yüzü ile
korunması" ifadesinin, onun korunmaktan aciz olduğuna dair bir kinaye
olması güzel ve yerinde olmuştur. Bunun bir benzeri de, Nâbiğa'nın şu şiiridir:
"Onların
kılıçlarında ordularla çarpışmaktan ötürü meydana gelen, kırıklardan başka
kusur yoktur", yani, "Onlarda bundan başka kusur yok. Bu ise zaten
kusur sayılmaz. Binâenaleyh onların hiç bir bakımdan (vecihden) kusurları
yoktur" demektir. İşte ayette de "ehl-i cehennem, "hiç bir bakımdan
korunamazlar. Ancak yüzleriyle korunmaya çalışırlar. Bu ise aslında korunma
değildir. O haide, korunmaya hiç kudretleri yoktur" manası kastedilmiştir.
Yine, cehenneme atılanların, elleri boyunlarına bağlanmış olarak atıldıkları
söylenir. Bu durumda onların ancak yüzleriyle cehennemden sakınmaya
çalışacakları açıktır. Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki: Bu şart edatının
cevabı mahzûf olup, takdiri, "Kıyamet günü, yüzü ile o azabın kötüsünden
korunan kimse, hiç azaptan emin olan gibi olur mu?" şeklinde olur.
Dolayısıyla benzerlerinde hazfedildiği gibi, burada da bu cevap hazfedil
mistir. Azabın kötüsü, şiddetlisi demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Zalimlere, "Tadın kazandığınız şeyin azabım"
denilecek" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak kalpleri katı taşanların ahiretteki
azaplarını anlatınca, onların dünyada iken azaba nasıl düçâr olduklarını da
anlatmak üzere; "Onlardan evvelkiler de peygamberlerini yalanladılar ve
azap onlara, akıllarına gelmeyecek yönden geliverdi" buyurmuştur. Bu, o
kimselerin durumlarına bir dikkat çekmektir. Çünkü, "Azab kendilerine
geldi" cümlesinin başındaki "tâ" edatı, bu azabın onlara, o
tekzipleri (yalanlamaları) sebebiyle geldiğine delâlet etmektedir. Binâenaleyh
ortada bir tekzip bulununca, sebepten neticeye bir işarette bulunmak için, o
azabın da olması gerekmiştir. Ayetteki, ''hiç akıllarına gelmeyecek
yönden" ifadec;, "hiç hesaba katmayıp, hatırlarına getirmedikleri
yönlerden..." demektir. Çünkü belâ ve azaplar onlara işte böyle yönlerden
gelir. Onlar, kendilerini ne zaman emin hissetseler, azap onlara, emin
oldukları o cihetlerden gelir. Allah Teâlâ onlara, dünyada iken böyle bir
azabın geldiğini beyan buyurunca, onlara zillet, rezillik, rüsvaylık ve
alçaklığın geldiğini de bildirmiştir. Ayette böyle bir kaydın getirilmesinin hikmeti,
tam bir azabta, rezillik ve zilletle içice olan bir acının bulunduğunu
anlatmaktır.
[117]
Cenâb-i Allah sonra,
"Ahiret azabı ise elbet
daha büyüktür, eğer
bilseler" buyurmuştur. Bu, "işte o kimseler yok mu, onlara, biraz
önce de bahsedildiği gibi, bu azap ne rezillik gelmiş ise de, Kıyamet gününe
bırakılan azapları, bundan çok daha büyük ve şiddetlidir" demektir. Bundan
murad, korkutma ve çekindirmedir.
Allah Teâlâ, bu
hususlarda, bu üstün hikmetlerden ve güzel şeylerden bahsedince, bunun,
açıklamada mükemmellik noktasına ulaştığına da işaret etmek üzere:
"Andolsun ki biz bu Kur'ân'da insanlar için va'z-u nasihat alsınlar diye,
her misalden örnekler gönderdik" buyurmuştur. Bunun hikmeti açıktır.
Mu'tezile bu ayetin, Allah'ın fiil ve hükümlerinin bir sebebe bağlı olduğuna,
"Allah Teâlâ'nın, herkesin imanını ve kendisini tanımasını istediğine
delâlet ettiğine, çünkü ayetteki "Kur'ân'da insanlar için... örnekler
gönderdik" ifadesinin, bir sebebi ihsas ettirdiğini, ayetin sonundaki,
"va'z-u nasihat alsınlar diye..." ifadesinin de yine bir sebebi ihsas
ettirdiğini, bu örneklerin maksadının, Cenâb-ı Hak'ın, düşünce ve ilmin meydana
gelmesini irâde edişi olduğunu söylemişlerdir.
Kur'ân'da böylesi
faydalı ve net açıklamalar bulununca, Kur'ân'ı medh-ü sena ile anmak gerektiği
için Cenâb-ı Hak, "Onu her türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak, dosdoğru
Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. Umulur ki onlar ittikâ ederler,
diye..." buyurmuştur. Bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[118]
Kur'ân'ın muhdes
(mahluk) olduğunu söyleyenler, işte bu ayeti, şu birkaç açıdan delil
getirmişlerdir:
1) Ayetteki
bu ifade, Allah Teâlâ'nın bu darb-ı meselleri,
insanların öğüt almaları için getirdiğine delalet eder. Bir başka şeye
bağlı olarak yapılan şey ise, muhdes olur. Çünkü kadîm, ezelde zaten var olan
demektir. Bu ise, "O bunu falanca maksaddan ötürü yapmıştır"
denilmesine manî olur.
2) Cenâb-ı
Hak, Kur'ân'ın Arapça olduğunu söylemiştir. Kur'ân ise ancak, lafızları,
Arab'ın diline ve ıstılahlarına göre bu manalara delâlet ettiği zaman Arapça
olur. Arab'ın dili ve ıstılahına göre meydana gelen şey ise, mahlûk ve muhdes
olur.
3) Cenâb-ı
Hak, bu Kur'ân'ı "Kur'ân" diye nitelemiştir. "Kur'ân" ise,
kıraat (okuma) manasınadır. Kıraat masdardır. Masdar ise, cümlede mef'ûl-ü
mutlaktır. Dolayısıyla Kur'ân, bir iş, bir mef'ûl olmuş olur."
Bunlara şöyle cevap
verilir: Siz (Mu'teziie'nin) yaptığı bu izahların hepsini biz (ohM sünnet),
harfler ve sesler manasına alıyoruz. Bunlar ise zaten (bizce de) hadis *e
muhdestir.
[119]
"Arabiyyen"
kelimesi hal olarak mansubtur. Buna göre mana, "Biz insanlara, bu
Kur'ân'da Arapça olarak ve
Arapça açıklanmış
olarak, o misalleri getirdik" şeklindedir. 3u kelimenin (medih ifade eden
ve durumu düzelten) bir cümle sebebiyle mansub cinası da muhtemeldir.
[120]
Cenâb-ı Hak, bu kitabı
şu üç sıfatla nitelemiştir:
1)
"Kur'ân" (okunma) sıfatıyla... Bu sıfatla, onun Kıyamete
kadar, mihraplarda ve
her yerde okunması kastedilmiştir.
Nitekim Hak Teâlâ, "Şüphesiz
o zikri biz indirdik ve onu muhafaza edecek olanlar da bizleriz" (H«r,»)
buyurmuştur.
2)
"Arapça" sıfatıyla... Bununla da, fasîh ve beliğ (edîb) kimselerin, o
Kur'ân'a benzer söz söylemekten aciz kalacakları anlatılmak istenmiştir.
Nitekim Cenâb-ı Allah, "De ki:" insanlar ve cinler, bu Kur'ân
gibisini getirmek üzere btleşseler, birbirlerine destek olsalar bile, bunun
gibisini kesinlikle getiremezler" (Isra, 88) buyurmuştur.
3) "Gayra zî Ivec" "her türlü
tenakuz ve ihtilaftan uzak" sıfatıyla... Bununla, Kur'ân'tn çelişki ve
tenakuzdan uzak ve berî oluşu anlatılmak istenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Eğer Kur'ân, AJIah'dan başkasının katından olmuş olsaydı, o (insanlar)
onda pek çok ihtilaf (çelişki) bulurdu" <nis*, 82) buyurmuştur.
Ayetteki, "Umulur
ki onlar ittikâ ederler" cümlesine gelince Mu'tezile Allah'ın hükümlerini
bir sebebe bağlama görüşünde bu ifadeyi de delil getirmiştir. Burada şöyle bir
incelik var: Hak Teâlâ önceki ayette, "va'z-u nasihat alsınlar
diye...", burada İse "ittikâ ederler diye" buyurmuştur. Bunun
sebebi şudur: Vaz'u nasihat atma, ittikâ etmekten önce gelir. Çünkü insan
bunlardan ibret alıp, bunları öğrenip, künhüne erip, manalarını iyice
anladığında, ittikâ ve sakınma meydana gelir. Allah en iyi bilendir.
[121]
"Allah Teâlâ,
üzerinde birbirine karşı sert ve geçimsiz bir çok ortakların hakkı
(ortaklığı) bulunan bir köle (hizmetçi) ile, sadece
bir kişinin adamı olan
birisini, (müşrik ile
mü'mine) bir misal olarak getirmiştir. Bu ikisinin hali bir
olur mu? Bütün hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların
çoğu bilmezler.
Muhakkak sen de öleceksin, onlar da
ölecekler. Sonra şüphesiz siz de
Rabbinizin
huzurunda mahkemeye çıkarılacaksınız. Allah'a karşı yalan
söyleyenden ve sıdk-u hakikati, kendisine gelir gelmez
yalanlayandan daha
zâlim kimdir?
Kâfirler için, cehennemde bir karargâh yok mu?"
(Zûmer, 29-32).
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlere yönelik tehdidi alabildiğine ortaya koyunca, bunun peşinden, onların
gidişatlarının bozukluğunu ve yollarının yanlışlığını gösteren bir darb-ı mesel
getirerek böyle buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele var:
[122]
"Müteşâklsûn"
"ihtilaf edenler, huysuzluk yapanlar, problem çıkaranlar" demektir.
Nitekim birisi bir problem
çıkardığında, denilir. Yine problemçıkaran manasında denilir. Karşılıklı olarak birbirlerine
güçlük ve zorluk çıkaranlar için fiili kullanılır. Nitekim Leys, "Teşâküa,
karşılıklı çekişme ve ihtilaf çıkarmadır" demiştir. Yine biri gidip,
diğeri geldiğinde, "Bu ikisi birbirine zıddır" manasında, "Gece
ve gündüz müteşâkistirler" denilir. Ayetteki fîhl kelimesi, tıpkı,
"Onda müşterektirler" demen gibi, şürekâ kelimesine mütealliktir.
[123]
İbn Kestr ve Ebû Amr,
elif ile ve lâm'ın kesresiyle salimen
okumuşlardır.
Arapça'da bu, selime'nin ism-i failidir. Diğer
kıraat imamları ise, bu kelimeyi elifsiz olarak, sîn ve lâm'ın
fethasıyia selemen diye okumuşlardır. Yine bu
kelimenin, ayne'l-fiili sakin olarak, sin'in fethası ve kesresiyle, selmen ve
silmen şekillerinde okunduğu da söylenmiştir. Salim okuyanlara göre kelime,
ism-i fail olup, "racülün" ve "salimim" takdirindedir.
Diğer kıraatlere göre ise ketime, masdarotup, "selâmetli, kurtulmuş
adam" manasındadır. sadece bir adama ait olup, üzerinde başkasının
ortaklığı bulunmayan (köle) demektirkelimesi, mübteda olarak merfû da
okunmuştur. Buna göre mana, "Bu adam, sadece bir adama âit (olan bir
köledir)" şeklindedir.
[124]
Kelamın takdiri,
"Kavmin için bir darb-ı mesel (benzetme) yap ve onlara, "Aralarında
ihtilaf ve çekişme bulunan ve
herbiri, "O
benim kötemdir" diyen, bir çok ortağa ait bir köle İçin söyledikleri
şeyleri hatırlat: Ortaklardan herbiri, o köleyi kendi hizmetinde kullanmaya
çekmek ister, böylece köle ne yapacağını şaşırır. Birisini razı etse, diğerleri
öfkelenir. Birinin işini yapmaya kalksa, diğerlerinden herbiri onu bir başka
işe sevkeder. Dolayısıyla bu köle, hangisini razı etmesinin daha uygun
olduğunu, hangisinin kendisinin ihtiyaçlarına destek olduğunu bilemez bir halde
şaşkın kalır. İşte bu kimse, bu durumdan dolayı, hep bir rahatsızlık ve
bitmeyen bir yorgunluk içindedir. Misal verilen diğer kölenin ise, tek bir
sahibi vardır. Köle sadece ona hizmet etmektedir. Hizmet edilen sahibi ise,
kölenin İsterine ve ihtiyaçlarına destek oluyor. Öyleyse; bu iki kölenin
hangisinin hali daha güzel ve daha iyidir?" şeklinde olup,
bununla anlatılmak istenen şey, birkaç ilahın olduğunu
söyleyenlerin halini bir temsildir. Çünkü bu durumda Hak Teâlâ'nın da,
"Eğer yerde ve gökte Allah'dan başka ilahlar obaydı, yer ile göğün düzeni
bozulurdu "jEnbiya, 22) ve "Onların bazısı bazısına üstünlük
sağlardı" {Mü'minun, 91) ayetlerinde anlattığı gibi, bu İlahlar
birbirleriyle çekişir ve biribirlerine baskın çıkmaya çalışırlardı. Böylece de
o müşrik, şaşkın bir halde kalır, o ilahların hangisine ibadet edeceğini
bilemez, hangisinin Rab olduğuna, kimden rızkını isteyeceğine, kimin şefkatine
tutunacağına karar veremez. Onun şefaatçisi, tasasıdır. Kalbi ise parça
parçadır. Ama sadece bir ilaha inanan, o ilahın mükellef tuttuğu şeyleri yerine
getiren, onu memnun edecek ve kızdıracak şeyleri bilen kimsedir. Binâenaleyh
bunun hali, kurtuluşa birincisinden daha yakındır. Bu, şirkin çirkinliğini,
tevhidin güzelliğini göstermede alabildiğine hoş bir benzetmedir.
Eğer, "Bu misal,
putlara ibadet etmeye tam uygun bir misal değildir. Çünkü putlar cansız olup,
aralarında, böylesi bir çekişme ve geçimsizlik yoktur" denilirse, biz
deriz ki: Putperestler çeşit çeşittirler. Kimileri, "Bu putlar, yedi
yıldızın heykelleridir" deyip, gerçekte o yedi yıldıza taparlar. Sonra da,
bu yıldızlar arasında bir çekişmenin olduğunu söylerler. Baksana, bu kimseler
Zühal'in en büyük uğursuz; Müşteri'nin "en büyük uğur" olduğunu
söylerler. Kimileri de bu putların, felekî ruhların heykelleri olduğunu
söylerler. Bu görüşte olanlar âlemde meydana gelen her türlü hadisenin, semavî
ruhlardan birisi ile ilgili olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre bu ruhlar
arasında çekişme ve rekabet vardır. Bu durumda, ayetteki misal, bunlara tıpatıp
uyar. Kimi müşrikler de, putlarının, geçmiş âlimlerinin ve zâhidlerinin
heykelleri olduklarını söylerler. O halde bunlar, o âlimler ve zâhidler
kendilerine şefaatçi olsunlar diye, bu heykellere tapıyorlar. Bu inançta
olanlardan her bir fırka, doğru olanın, kendi dininde olan o büyük adam
olduğunu, onun dışındakilerin ise bâtıl yolda olduğunu iddia etmiş olur. Bu
durumda da misal, yine uygun düşer. Böylece bu misalin, anlatılmak istenen şeye
uygun olduğu anlaşılır.
Hak Teâlâ'nın "Bu
ikisinin hali bir olur mu?" ifadesine gelince, ifadenin takdiri, "Bu
ikisi, durum ve halce bir olur mu?" şeklindedir. Buna göre (meselen)
kelimesi, temyiz olmak üzere, mansubtur. İfâdenin manası, "O ikisinin
sıfatı ve hâli bir olur mu? Eşit olur mu?" şeklindedir. Temyizde, cinsi
beyan etmek için, müfret ifâdeyle yetinilmiştir. (meseleynl-iki mesel ve durum
olarak) şeklinde de okunmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, "Bütün hamd, Allah'a
mahsustur" buyurmuştur. Manası ise, "Şeriklerin ve ortakların (endâd)
bulunduğunu söylemek bâtıl olup, Vâhid, Ehad ve Hak olan o Allah'dan başka da
hiçbir İlâhın bulunmadığı sabit olunca, işte o zaman, hamdın de, başkasına
değil ancak O'na mahsus olduğu sabit olmuştur" şeklindedir. Cenâb-ı Hak
bundan
sonra, "Fakat onların çoğu
bilmezler" buyurmuştur ki, "Bütün hamdin, başkasına değil de, ancak
O'na mahsus olduğunu ve ibâdete müstehak olanın da, başkası değil, ancak O
olduğunu bilmezler" demektir. Bununla kastedilenin, "Bu apaçık
deliller ve kesin burhanlar zikredilip geçmiş olunca, Allah Teâlâ, her ne kadar
insanların ekserisi bunu bilmeseler ve bunlara vakıf olmasalar bite, "Bu
açıklamaların meydana gelmesi ve bu delillerin zuhur etmesi sebebiyle,
Allah'a hamdolsun; bütün hamdler O'na mahsustur!"
buyurmuştur" şeklinde olduğu da söylenmiştir.
Allah Teâlâ bu
açıklamaları tamamlayınca, "(Habibim), muhakkak (sen de öleceksin) onlar
da ölecekler,." buyurmuştur. Murad ise, "Bu topluluk var ya, onlar,
dünyada kendilerini hırs ve hased istila ettiği için bu kesin delillere iltifat
etmezlerse, sen sakın buna aldırma! Çünkü, sen öleceksin, onlar da ölecekler;
sonra, Kıyamet gününde Allah'ın huzuruna götürülecek ve O'nun nezdinde
hükümleşeceksiniz. Adil ve kak olan Allah, aranızda hükmedecek, böylece de,
hakkı olan şeyi herkese iletip verecektir. İşte o vakit de, hakdan yana olan,
batıldan yana olandan; doğru olan da, bozuk olan (zındîk)dan
ayrılacaktır..." manasıdır, İşte ayetten hedeflenen budur. cümlesi
"Her ne kadar diri olsanız da, sen ve onlar, ölüler mesabesindesiniz...
Çünkü, (yakın ve) gelecek olan her şey, mutlaka vuku bulacaktır (onun için gelmiş
sayılır)" demektir.
Sonra Cenâb-ı Hak,
onların çirkin fiillerinden başka bir çeşidini beyan etmiştir ki, bu, doğru
söyleyeni tekzibi ilave etmeleridir. Onların yalan söylemeleri ve buna da,
haktan yana olup doğru söyleyeni tekzibi ilave etmeleridir. Onların yalan
söyledikleri şeye gelince, bu onların, Allah'a çocuk ve ortaklar isnâd
etmesidir. Onların, doğru söyleyenleri yalanlamada ısrar etmelerine gelince,
çünkü onlar, nübüvvet iddiası hususunda doğru olduğuna dair kesin hüccet sabit
olduktan sonra dahi, Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalanlamaya devam etmişlerdir.
Sonra Cenâb-ı Hak
bunun peşinden tehdit ve vaîdi getirmiş ve ''Kâfirler için, cehennemde yer mi
yok?" buyurmuştur. Bazı kimseler, ehl-i kıbleden olan kimi muhalif ve
muarızları tekfir etme hususunda bu ayete sarılmışlardır. Çünkü, (bunlara
göre), bütün kati meselelerde muhalif ve karşı olan kimse, sözünde yalancı
olur. Aynı zamanda da, hak mezhebi yalanlamış bulunur; böylece de, bu tehdit ve
vaîdin kapsamına girmiş olur...
[125]
"Sıdkı getirene
ve onu tasdik edenlere gelince: İşte onlar takvaya erenlerin ta
kendileridir. Rableri nezdinde dileyecekleri şeyler
onlarındır. İşte bu, iyi hareket edenlerin mükâfaatidır. Çünkü Allah, onların
geçmişte yaptıkları en
kötü (hareketlerim
bile) örtecek, yapmakta olduklarının en güzeliyle
mükâfaatlannı ihsan edecektir. Allah kuluna kâfi değil mi? Seni, O'ndan
başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa,
onun yolunu bir doğrultucu
yoktur. Allah kime de
hidayet ederse, onu bir saptırıcı yoktur. Allah intikam
sahibi, mutlak bir galip değil midir?"
(Zûmer, 3*^37).
Bit ki, Allah Teâlâ,
yalancıları ve doğru olanları yalanlayıcıları konu alan tehdidini zikredince,
bunun peşinden de, vaadi tehdidine bitişsin diye, doğrular ile tasdtk edenlerin
vaad ve mükâfaatını zikretmiştir. Konuyla ilgili birkaç mesele vardır:
[126]
Cenab-ı Hakk'ın,
ifadesinin takdiri, m İİ* ıfilij şeklindedir. Bu hususta iki görüş
bulunmaktadır:
a) Bundan
murad tek şahıs olup, sıdkı getiren, Hz. Muhammed (s.a.s)'dir, onu tasdik eden
ise, Ebû Bekir (r.a)'dir. Bu görüş, AH Ibn Ebl Tailb (r.a) ile, bir grup
mûfessirden (r.a) nakledilmiştir.
b) Maksad,
sıdkı getiren herkestir. O halde, stdkı getirenler, peygamberlerdir. Onu tasdik
edenler ise, onlara tâbi olanlardır. Bu görüşü savunanlar, sıdkı getirenin bir
cemaat olduğunu; zira, böyle olmasaydı, "işte onlar takvaya erenlerin ta
kendileridir" denilmesinin caiz olmayacağını söyleyerek, istidlalde
bulunmuşlardır.
[127]
Risalet ancak dört
rükün ile tamamlanır: Gönderen (murstl).
gönderilen (mursel), risâlet ve
kendilerine
gönderilenler (mürsel
ileyh). Resul göndermeden kastedilen, kendilerine resul gönderilen toplumun,
risaleti kabul ve onu tasdike yönelmesidir. Binâenaleyh, tasdikte bulunan ilk
şahıs, gönderme (İrsal) işinin kendisiyle tamamlanmış olduğu kişidir. Ben, Hz.
Peygamber (s.a.s)'den rivayet eden kişilerden anlatan ve bahseden birisinin,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle demiş olduğunu söylerken duydum: "Ebû
Bekr'e ilişmeyin, onu kendi haline bırakın; çünkü o, nübüvvetin
tamamlayıcısıdır."[128]
Bil ki: İster tasdik
edenden maksad muayyen bir şahıs olsun, ister bu sıfatla muttasıf bütün
şahıslar olsun, netice itibariyle Hz. Ebû Bekr (r.a) buna dahildir. Birinci
duruma göre olmasına gelince, Ebû Bekr (r.a)'in de buna dahil olduğu aşikârdır.
Çünkü ifade, tasdike ilk yönelmiş olan kişiyi de şümulüne alır. Ulemâ ise, ilk
tasdik eden en faziletli kişinin ya Hz. Ebû Bekir ya da Hz. Ali (r.a) olduğunda
icmâ etmişlerdir. Bu lafzı Hz. Ebu Bekir (r.a)'e hamletmek ise daha evlâdır.
Zira Hz. Ali (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in bi'seti sırasında küçük idi.
Böylece de o, evdeki küçük bir çocuk gibiydi. Malumdur ki, onun tasdiki ve
yönelmiş olması, öyle pek fazla bir
kuvvet ve güç ifade etmez. Ebu Bekir (r.a)'e
gelince, o, hem yaşça, hem de makam ve mevkice büyük bir kimse idi. O halde,
onun tasdike yönelmesi, İslâm için, bir hayli güç ve kuvvet ifade eder. Buna
göre bu lafzı, Hz. Ebû Bekir (r.a)'e hamletmek daha evlâdır. İkinci duruma göre
olmasına gelince, bu, bundan muradın, bu sıfatla muttasıf olan herkes
olmasıdır. Bu takdire göre, Ebû Bekir (r.a) de bunun kapsamına girer.
[129]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Bu kelime, şeddesiz olarak (sadaka) şeklinde de okunmuştur.
Yani, "Onunla,
insanlara doğru
davrandı; onlara yalan söylemedi. Kendisine (Kur'ân) nasıl inmişse, hiçbir
tahrif olmaksızın, onu insanlara iletti" demektir. Bunun manasının,
"Onunla, yani onun vesilesiyle sâdık ve doğru oldu... Çünkü Kur'ân
mucizedir, mucize ise, çirkin bir şey yapmayan sonsuz hikmet sahibi Allah
tarafından bir te'yit ve doğrulamadır. Böylece, risâleti iddia eden kimse, bu
mucize sebebiyle, sâdık, doğru olmuş oldu..." şeklinde olduğu da
söylenmiştir. Bu ifade sudıka şeklinde de okunmuştur.
Bil ki, Allah Teâlâ,
sıdkı getiren ile onu tasdik eden hakkında pekçok hükümden bahsetmiştir.
Birinci Hüküm: 'işte
onlar, takvaya erenlerin ta kendileridir" cümlesinin ifâde ettiği husus
olup şöyledir: Tevhîd ve şirk, birbirine zıt İki şeydir. İki zıddan birisi daha
şerefti ve daha faziletli olunca, ikinci zıd da, daha değersiz ve düşük olur.
Tevhîd, vasıfların en şereflisi olunca, şirk de, en değersiz şey olur. İki
zıddan birisini yapan da, ikinci zıddı terketmiş olur. Binâenaleyh, en kıymetli
şey olan tevhidi ıcrâ eden de, en değersiz ve âdi şey olan şirki terketmiş
olur. İşte bu manadan dolayı tasdik edenler, müttakîler olmakla
nitelenmişlerdir.
İkinci Hüküm: Tasdik
edenler hakkındaki "Rahlen nezdinde dileyecekleri şeyler onlarındır. îşte
bu, iyi hareket edenlerin mükâfaahdır" cümlesidir. Bu vaadin içine,
mükellefin arzu ettiği her şey girmektedir.
[130]
İmdi eğer
"Kemâlin, bizzat sevildiği ve bizatihi arzu edildiği hususunda şüphe
yoktur. Cennetlikler ise, akıllı kimselerdir. Onlar, nebiler ile büyük
velilerin yüce makamlarını müşahede ettiklerinde, bunların yüce hayırlar ve
mükemmel dereceler olduklarını anlarlar. Kemâl ve hayır olarak bir şeyi bitmek
ise, ona meyli ve arzu duymayı gerektirir. Durum böyle olunca da, bu
derecelerin kendileri için de hasıl olmasını arzularlar. O zaman da, bu ayetin
hükmüne göre, bunların hasıl olması gerekir. Ve yine, eğer bu onlar için
meydana gelmezse, o zaman da onlar keder ve yalnızlık içinde kalırlar"
denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Allah Teâlâ, cennetliklerin kalbinden
kin ve hasedi izâle edecektir. Bu da, onların ahiretteki hallerinin
dünyadakinin hilâfına olmasını İktizâ eder..."
[131]
Kıyamet gününde
mü'mınlerin Allah'ı göreceklerini söyleyenler bu ayete (de) tutunmuşlar ve
şöyle demişlerdir: Kendilerinin Allah'ı göreceklerine inananlar, O'nun,
'Ve onu tasdik edene..." ifadesinin kapsamına
dahildirler Çünkü onlar, nebileri (a.s) tasdik etmişlerdir. Sonra bu şahıs,
Allah Teâlâ'yı görmek diler.. (İşte o zaman) bunun, "Rableri nezdinde arzu
ettikleri şeyler onlarındır" ayetinden dolayı meydana gelmesi gerekir...
Eğer muarızlar,
"Biz, cennetliklerin bunu isteyeceklerini kabut etmiyoruz" derlerse,
biz deriz ki: Bu, bâtıldır. Çünkü rü'yet, Allah'ı görmek hicabın (perdenin)
kalkması ile tecellî vecihlerinin en büyüğüdür. Bunun, bu bakımdan, herkesçe
talep edilecek bir hal olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Hatta, bu matlûbun
bulunmasının varlığı bizzat imkânsız bir şey olduğu delil ile sabit bile olsa,
bunu talep etmek terkedilir, ama bu, talebi gerektiren şeyin bulunmamasından
değil, aksine, bir maniin bulunmasındandır ki, bu da, onun bizatihî imkânsız
oluşudur. İşte böylece, bu ihtimalin kaim olduğu; nassın ise, onların dileyip
istedikleri her şeyin meydana geleceğini bildirdiği, dolayısıyla bunun,
Rü'yetullâhın hasıl olmasını da gerektirdiği sabit olmuş olur.
Bil ki, tabiri, cihet
ve mekân anlamında, bir "yan, nezd" manasına değildir. Aksine bu
"Kudret sahibi, mülkü yüce olanın yanında..."(Kamer. 55) ayetinde de
olduğu gibi, samediyyet ve ihlas manasındadır. Şunu bil ki Mu'tezlle Cenâb-ı
Hakk'ın, "îşte bu, iyi hareket edenlerin rnükâfaatıdır" ayetine
tutunarak, bu mükâfaatın, onların ibadetlerinde iyi davranmış olmaları
sebebiyle, onlar tarafından hak edilmiş olduğunu söylerler.
Üçüncü Hüküm:
"Çünkü Allah onların geçmişte yaptıkları en kötü (hareketlerini bile)
örtecek, yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfaatlarmı ihsan edecektir"
buyruğudur. "Rableri nezdinde dileyecekleri şey onlarındır" cümlesi,
bu mükâfaatin geleceğine delâlet etmektedir.
Hak Teâlâ'nın,
"Çünkü Allah onların en kötü (hareketlerini bile) örtecek" ayeti, o
azabın onlardan düşeceğine en mükemmel bir biçimde delâlet etmektedir. Bununla,
onların peygamberleri, Allah'dan getirdikleri şeyler hususunda tasdik etmeleri
halinde Allah'ın onların amellerinin en kötüsünü, yani bu tasdik ve imanlarında
Önceki inkârlarını silip, onlara sevabın en güzel çeşidini vereceği manasının
kastedildiği de ileri sürülmüştür.
Mukâtil, Cenâb-ı
Hakk'ın onlara amellerinin güzellerine karşılık verip, kötü amellerine karşılık
vermeyeceğini söylemiştir. Bil ki Mukâtil, Mürcie fırkasının önderlerindendir.
Mürcie ise, küfür (inkâr) var ise, insanın taatiarının hiçbir menfaat
sağlayamayacağı gibi, kişinin imanı var ise, günahlarının ona zarar
vermeyeceğini iddia ederler. Mukâtil, bu ayeti delil getirerek şöyle der:
"Bu ayet, peygamberleri tasdik edenlerin, Cenâb-ı Hakk'ın, kötü amellerini
sileceğine delâlet eder. Ayetteki "en kötü" ifadesini, onların iman
Öncesi küfürlerine hamletmek caiz değildir. Çünkü ayetin zahiri, bu silme işinin,
Cenâb-ı Hakk'ın bunları müttakiler olarak nitelediği zaman olduğuna delâlet
eder. Bu takva ile, onların şirkten kendilerini korumaları demektir. Durum
böyle olunca da bununla, İmandan sonra yapılmış olan büyük günahların
kastedilmiş olması gerekir. Böylece bu ayet, Allah Teâlâ'nın, onların, iman
ettikten sonra yaptıkları şeylerin en kötülerini sileceği hususunda bir nas
(kesin hüküm) olur. Onların yaptıkları şeylerin en kötüleri de, büyük
günahlardır.
[132]
Dördüncü Hüküm: Örf,
bâtılı savunanların, hakkı savunanları pek çok tehdidle korkuttuklarını
göstermektedir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk, bu şüphenin belini de, "Allah
kuluna kâfi değil mi?" buyurarak kırmış ve bu hususu, bir soru üslubuyla
ele almıştır. Bundan maksad, bunu insanların aklına iyice yerleştirmektir.
Gerçek de budur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bütün malumatı bilen bir âlim, herşeye
gücü yeten bir kadir, her türlü ihtiyaçtan müstağni bir ganî olduğu sabittir.
Binâenaleyh bu demektir ki Allah Teâlâ, kullarının ihtiyacını bilir, onları
gidermeye kadirdir ve o ihtiyaçları daha iyi ve rahat şeylerle değiştirmeye
gücü yetendir. O cimri ve muhtaç değildir ki, cimri ve muhtaç oluşu, bu maksadı
yerine getirmesine engel teşkil etsin. Bunun böyle olduğu sabit olunca, Mak
Teâlâ'nın belâları defedip, âfetleri kaldıran, insana muradlarını veren bir zât
olduğu açtkca anlaşılır. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ, "Allah kuluna kâfi
değil mi?" buyurmuştur.
Cenâb-ı Allah, bu
mukaddimeyi (girişi) yapınca, buna dayanan matlub neticeyi de bildirmek üzere
"Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar" buyurmuştur. Bu,
"Allah Teâlâ'nın kuluna yeter olduğu sabit olunca, Allah'dan başkası ile
korkutma, abes, boş ve asılsız olur" demektir. Kıraat imamlarının çoğu,
ayetteki "abd" kelimesini müfred olarak okumuşlardır ki bu Ebû
Ubeyde'nin de tercihidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "abd" "kul"
kelimesine işareten, "Seni korkutuyorlar" ifadesiyle,
"seni" zamirini kullanmıştır. Rivayet olunduğuna göre Kureyş, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, "Biz, ilahlarımızın seni çarpacağından korkarız"
dediler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu ayeti indirdi. Bazıları da ayetteki
"abd" kelimesini cemi olarak "ıbâd" okumuşlar. Bu kıraate
göre, "kullar" ile, peygamberlerin kastedildiği ileri sürülmüştür.
"Çünkü Hz. Nuh (a.s)'a kavmine karşı tufan; İbrahim (a.s)'e ateş; Yunus
(a.s)'a da, düştüğü belâdan kurtarılması yetmiştir. O halde Ey Muhammed
(s.a.s), ben senden önceki o peygamberlere yettiğim gibi sana da yeterim".
Bununla, peygamberlerin kavimlerinin onlara kötü davranmış olduğunun
anlaşıldığı da ileri sürülmüştür. Çünkü Hak Teâlâ, "Her ümmet kendi
peygamberlerine kastetti" (Mümin, 5) buyurmuştur. Fakat O,
peygamberlerine, düşmanlarının serlerine karşı yetmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ,
vaad, va'îd, tergîb ve terhîb (korkutma ve teşvik) için, uzun uzun sözler
sarfedince, sözü bir sonuçta bitirmiştir. Esas hüküm de budur. İşte bundan
dolayı O, "Allah kimi saptınrsa, O'nun yolunu bir doğrultucu yoktur. Allah
kime de hidayet ederse, onu bir saptırıcı yoktur" buyurmuştur. Bu,' 'O
lütuf ve açıklamalar, ancak Allah'ın kuluna hidayet ve tevfiki nasip etmesi
halinde fayda verir" demektir.
Ayetteki, "Allah,
intikam sahibi, mutlak bir galip değil midir?" ifadesi, kâfirler için bir
tehdiddir.
Bil ki ehl-i sünnet
âlimlerimiz, kulların amellerinin yaratılması ve olacak şeylerin irade edilmesi
meselesinde, Hak Teâlâ'nın bu ayetini delil getirmişlerdir. Bu konuda
her iki tarafın söyledikleri malumdur: Mu'tezile, bu
iki meselede kendi mezheblerinin doğruluğuna dair, "Allah, intikam sahibi,
mutlak bir galib değil midir?" ifadesini delil getirerek, "Eğer
onlardaki küfrün yaratıcısı (kendileri değil de), Allah olsaydı, intikam ve
tehdid ifade eden bu ifade, onlar hakkında kullanılamazdı" demişlerdir.
[133]
"Yemin olsun ki
onlara "gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, muhakkak,
"Allah" diyecekler. De ki: "O halde söyleyin bana, Allah benim
için bir zarar dilerse sizin Allah'ı bırakıp taptığınız o şeyler, O'nun bu
zararını giderebilirler
mi? Yahut Allah benim
için bir rahmet dilerse, onlar O'nun bu rahmetini engelleyebilirler mi?"
De ki" Bana Allah yeter. Tevekkül edenler ancak O'na
tevekkül ederler." De ki: "Ey kavmim,
bulunduğunuz hal ve minval üzere
(dilediğinizi)
yapın. Ben de yaparım. Kendisine rüsvay edici bir azab gelecek
olan ve üzerine dâim) bir azap konacak olan kim imiş,
ileride anlayacaksınız"
(Zûmer, 38-40).
Bil ki Allah Teâlâ,
müşriklerle ilgili va'id ile, mü'minlerle ilgili va'd hususunda genişçe mâıumal
vennce, putperestlerin yolunun çürük ve bozuk olduğunu göstermek için, yeniden
deliller getirip, bunu şu iki esasa dayamıştır.
[134]
Birinci Esas: O
müşrikler, kadir, âlim, hakim ve rahîm bir ilahın varlığını kabul etmekte
idiler. Ayetteki, "Yemin olsun ki onlara, "gökleri ve yeri kim
yarattı?" diye sorsan, muhakkak, "Allah" diyecekler"
ifadesi ile bu anlatılmaktadır. Bil ki bazı kimseler şöyle derler: Kadir, haktm
ve rahîm bir ilahın var olduğunu bilmek, çoğu insanların, üzerinde, ittifak
ettikleri bir husus olup, bu hususta onlar arasında bir münakaşa yoktur.
Frtrîakı! da, bu bilginin doğruluğuna şehâdet etmektedir. Çünkü göklerin,
yerin, özellikle bitkilerin ve hayvanların ve insanın bedenindeki enteresan
şeyler ile insandaki harikulade çeşitli hikmetler ve acaib maslahatlar hususu
üzerinde
düşünüldüğünde, bu düşünen kişi, mutlaka
kadir, rahim ve hakîm bir İlahın varlığını kabul edecektir.
İkinci Esas: Putların
hayra ve şerre hiçbir kudretleri yoktur. Bu husus da, "O halde söyleyin
bana, Allah benim için bir zarar dilerse, sizin Allah'/ bırakıp taptığına o
şeyler, O'nun bu zararını giderebilirler mi? Yahut Allah benim için bir rahmet
dilerse, onlar O'nun bu rahmetini engelleyebilirler mi?" ayetiyte
anlatılmıştır. Böylece bu kimsenin, mutlaka kadir, hakîm ve rahîm bir ilahın
varlığını ikrar etmesi gerektiği ve o putların ne hayra ne şerre bir kudretinin
bulunmadığı sabit olur. Durum böyle olunca, Allah'a ibadet etmek ve O'na
güvenip dayanmak yeterli olur. İşte ayetteki, ''De ki: "Bana Allah yeter.
Tevekkül edenler ancak O'na tevekkül ederler" ifadesi ile bu anlatılmıştır.
Böyle bir esas bulunduğuna göre, insan müşriklerin korkutmalarına aldırmaz.
Binâenaleyh ayetin muradı, bu ayetten önce bahsedilen, "Seni O'ndan
başkalarıyla korkutuyorlar" cümlesine karşı verilecek cevaba bir dikkat
çekiştir.
Aslı üzere, kelimeler
tenvin ile kâşifâtûn, mumslkfttun şeklinde; kolaylık olsun diye, (tenvini
düşürerek) izafetle, şeklinde; okunmuştur.
[135]
Eğer, "Ayetteki,
"Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar" ifadesinden sonra niçin o
korkutan şeyleri "müennes" olarak, kâşifât ve mümsikât şeklinde ifade
etmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bundan maksad, o şeylerin alabildiğine
güçsüz ve zayıf olduklarına dikkat çekmektir. Çünkü dişilik, zayıflığın
bulunduğu farzedilen bir durumdur. Bir de müşrikler, putlarını, müennes isimlerle
niteleyip, "Lât, Uzzâ ve Menftt" gibi isimler veriyorlardı. Bu
sebepten de olabilir.
Cenâb-ı Hak,
müşriklere karşı, savuşturulmasına imkân bulunmayan böylesine güçlü deliller
getirince, bunun peşinden, tehdid üslûbu ile, "De ki: "Ey kavmim,
bulunduğunuz hal ve minval üzere (dilediğinizi) yapm..." yani
"Sizler, son derece güçlü ve kuvvetli olduğunuza inanıyorsunuz. Öyle ise
ellerinizden gelen her türlü hile ve tuzağa başvurun. Ben de, dinimi anlatmak
için çalışıp çabalayacağım. Çünkü sizler o azabın ve rezilliğin, bana mı, yoksa
sizin başınıza mı geleceğini göreceksiniz" buyurmuştur. Bu ifadenin
maksadı, tehdid ve korkutmadır.[136]
"Şüphesiz biz
sana kitabı insanların faydası için, hak olarak indirdik. Artık kim
idayete ererse, bu, kendi lehinedir. Kim de saparsa,
ancak kendi aleyhine
apmış olur. Sen,
onlar üzerinde bir vekil değilsin. Allah, insanın Ölümü
amanında ve Ölmemiş olanı uykusu zamanında ruhlarım
alır. Hakkında
lüme hükmettiğinin ruhunu tutar, diğerini
ise, muayyen bir vakte kadar
alar. Şüphe yok ki
bunda iyi düşünecek kimseler için kesin ibretler vardır.
Yoksa o (kâfirler), Allah'dan başka varlıkları
şefaatçiler mi edindiler?" De ki:
"Hiç
bir şeye güç yetiremeseler, akı! erdiremez olsalar da mı (onları şefaatçi
ediniyorlar)?" De ki: "Bütün şefaat
Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü
O'nundur.
Nihayet hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz"
(Zümer, 41-44).
[137]
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele var:
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın
da, "İman etmeyecekler diye, neredeyse kendini helak edeceksin
"(Şuara, 3); "İnanmıyorlar diye, bir üzüntü duyarak arkalarından
kendini adetâ
tüketeceksin"
(Keht, 8) ve "O halde (habibim), nefsin onlara karşı (üzüntülerle tükenip)
gitmesin"(Fiiır.B) buyurduğu gibi, onların küfürde ısrarları, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e ağır geliyordu. Binâenaleyh Hak Teâlâ, işte bu ayetlerinde, bazan
delil ve beyyinelerle, bazan darb-ı mesellerle (benzetmeler yaparak), bazan da
vaad ve va' idlerle, müşriklerin yollarının yanlışlığı hususunda detaylı
malumat verince, bunun peşinden, Peygamber (s.a.s)'in kalbinden bu büyük üzüntü
ve endişeyi silip götürecek bir ifade getirerek, "Şüphesiz biz o kitabı
insanların feydası için, hak olarak indirdik sana..." buyurmuştur. Bu şu
manayadır: "Biz sana, insanların faydalanmaları ve sayesinde hidayete
ermeleri için, kıymetli ve mükemmel bir kitap indirdik ve onun inişine hak ile
birlikte kıldık." Bu hak, onun Allah katından olduğunu gösteren mucize
oluşudur. Binâenaleyh kim hidayete ererse, bu hidayete erişinin faydası
kendisinedir. Kim de sapıtırsa, bu sapmasının zararı kendinedir. "Sen
onlar üzerinde bir vekil değilsin" yani "Sen onları zorla imana
sevketmekle görevli değilsin. Kabul etmek veya etmemek onlara havale
edilmiştir" demektir. Bu, onların inkârda ısrarları karşısında Hz. Peygamber
(s.a.s)'i teselli etmek içindir.
Cenâb-ı Hak sonra,
hidayet ve dalâletin, ancak kendisinden olduğunu beyan etmiştir. Çünkü hidayet,
hayata ve uyanıklığa; dalalet ve ölüme ve uykuya
benzemektedir. Hayat ve uyanıklık, Ölüm ve uyku, ancak Allah'ın yaratması
ve var etmesiyle meydana geldiği gibi, hidayet ve dalalet de ancak Allah'dan
olur. Binâenaleyh kim bu inceliği iyice kavrarsa, Allah'ın kader sırrını
anlamış olur. Kim de Allah'ın kader sırrını iyice anlarsa, bela ve musibetler
kendisine kolay gelir. Binâenaleyh işte bu inceliğe dikkat çekme, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in kalbinden o hüznün giderilmesine sebep olur. İşte ayetin, Önceki
ayetlerle münasebeti budur. Bu münasebet hususunda, şu izah da yapılmıştır:
Allah Teâlâ, ibadete putlardan daha müstehak olduğunu anlatmak için, âlemin
ilâhının olduğu hususunda bu delili de zikretmiştir.
[138]
Ayetin maksadı şudur:
Allah Teâlâ, ölüm esnasında ruhları alıyor. Uyurken de Ölmesine hükmettiği
ruhları tutup, diğerlerini, yani uyuyanı belirlenmiş zamanına, yani ölümü için
biçilmiş vaktine kadar (ecelleri gelinceye kadar) salıyor. Binâenaleyh
ayeti, "Allah, ölürken
çıkacak olan o ruhları
tutup bedenlerine geri
göndermiyor" manasında, ifadesi, de, "Uyurken aldığı o ruhian,
uyandıklarında bedenlerine geri gönderiyor ve bu durum belli bir zamana kadar
devam ediyor. O belli zaman da o canın ölüm vaktidir" manasındadır. İşte ayetin
lafzının izahı böyledir ve gerçeğe tıpatıp uymaktadır.
[139]
Fakat bu hususu iyice
izah etmemiz gerekir. Bu sebeple diyoruz ki: İnsanî ruhlar, ruhanî, aydınlatıcı
cevherler demektir. Ruh, bedenin tamamıyla alâka kurduğunda, onun ışığı-tesiri
bütün uzuvlarda ortaya çıkar. Buna hayat denir. Diyoruz ki: Ölüm esnasında bu
cevherin bütün ilgi ve münasebeti, bedenin içinden ve dışından kesilir. Buna da
ölüm denir. Ama uyurken, ruhun tesir ve ışığı, bazı bakımlardan, bedenin
zahirinden kesilir, ama bedenin içinden kesilmez. Böylece ölüm ve uykunun aynı
cins şeyler olduğu görülür. Ama ölüm, tam olarak alakayı kesmek, uyku ise bazı
bakımlardan ve eksik olarak'(kısmen) alakayı kesmektir.
[140]
Bunun böyle olduğu
anlaşıldığına göre, kadir, âtim ve hakîm olan o yüce zatın, ruh cevherinin
bedenle alâkasını şu üç şekilde idare ettiği sabit olur:
a) Ruhun ışık ve tesirinin, bedenin bütün
parçalarında, içinde ve dışında gözükmesi... İşte bu uyanıklık halidir.
b) Ruh
cevherinin ışık ve tesirinin, bazı bakımlardan, bedenin zahirinden alakasını
kesip, bedenin batınındaki alakasını sürdürmesi... Bu da uyku halidir.
c) Ruh cevherinin ışık ve tesirinin bedenin
tamamından kesilmesi... İste ölüm de budur. Böylece Ölüm ve uykunun her
birinin, ruh cevherinin Ölümü manasına gelmede müşterek oldukları, sonra bu
ikisinin birbirinden, belli özellikler sayesinde ayrıldıkları sabit olmuş olur.
Böylesi acaib (enteresan) bir idare, ancak kadir, alîm ve hakîm bir zattan
olur. İşte ayetteki,"Şüphe yok ki bunda iyi düşünecek bir kavim için kesin
ibretler vardır" İfadesi ile anlatılmak istenen budur. Bununla tu mana da
murad edilmiş olabilir: "Deliller, insana gerekli
olanın, İşte böylesi bir kudret ve hikmete sahip olan bir ilaha ibadet
edilmesine, şuursuz ve İdraksiz birtakım cansız varlıklar olan putlara ibadet
edilmemesine delalet etmektedir."
[141]
Bil ki kâfirler, bu
söze karşı bir soru yönelterek, "Biz bunların zarar ve fayda veren ilahlar
olduğuna inandığımız için bu putlara tapmıyoruz. Biz ancak bunlara, Allah
katında mukarreb (yakın) bazı kimselerin heykelleri oldukları için ibadet
ediyoruz. Binâenaleyh bu demektir ki biz bunlara, o büyük kimselerin, Allah
katında bizim şefaatçilerimiz olmaları için ibadet ediyoruz" demişlerdir.
Böylece Allah Teâlâ, onların bu sorusuna, "Yoksa o kâfirler Allah'dan
başka varlıkları şefaatçiler mi edindiler?" De ki: "Hiçbirşeye güç
yeürmeseîer, akıl erdiremez olsalar da mı?" diyerek cevap vermiştir.
[142]
Bu cevabın izahı
şöyledir: O kâfirler, bu şefaati ya bu putlardan, yahut da putların, heykelleri
olduğunu söyledikleri o âlim ve zahid kimselerden beklemektedirler. Birinci
ihtimal olamaz, çünkü bu cansızlar, yani putlar, hiç bir şeye güç yetiremezler
ve hiç bir şey düşünemezler. Binâenaleyh daha nasıl bunlardan o şefaatin olması
beklenebilir? İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü Kıyamet günü hiç kimse, hiç bir
şeye sahip olamaz ve Allah'ın izni olmaksızın o şefaate de kadir değildir.
Böylece, gerçek şefaatçi, o şefaatin yapılmasına müsâade edecek olan Allah
Teâlâ'dtr. Binâenaleyh Allah'a ibadet etmek, başkasına ibadet etmekten daha
evladır. İşte Hak Teâla'nın "De ki: "Bütün şefaat Allah'ındır"
ifadesi ile kastedilen budur.
[143]
Daha sonra Cenâb-t
Hak, kendisinden başka hiç bir kimsenin bir (gerçek) mülkü olmadığını,
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Nihayet hepiniz ancak O'na döndürüleceksiniz"
buyurarak açıklamıştır. Bazı kimseler, şefaatin hiç olmayacağına dair, "De
ki: "Bütün şefaat Allah'ındır" ayetine tutunmuşlardır. Çünkü Hak
Teâla'nın, yapılacak şefaate müsaade etmediği sürece, hiç kimsenin şefaat edemeyeceğini
biz de kabul etmekteyiz. Eğer, "Allah Teâlâ'ntn, "Allah, insanın
ölümü zamanında ,.. ruhlarınızı alır" ifadesi ile ilgili olarak şöyle bir
soru sorulabilir: Bu ayet, canları alanın, ancak Allah olduğunu gösterir. Bu
husus, "ölümü ve hayatı yaratan (Allah'ın) şanı yücedir"imo\kzy,
"Benim Rabbim, dirilten ve öldürendir" (Bak»™. 285) ve "Sizler
ölüler iken, sizleri dirilttiği halde, Allah'ı nasıl İnkâr edebilirsiniz?"
(Bakara, 28) ayetleri ile de kuvvet bulur. Ama Cenâb-t Hak bir başka ayette,
"De ki: "Sizlerin canını ölüm meleği alır" (Secde, nj; bir
üçüncü ayetinde de, "Sizden birine ölüm (vakti) geldiğinde, onun canını
elçilerimiz alır" (En'fcn.ei) buyurmuştur, (ne dersiniz?)" denilirse,
buna şöyle cevap veririz: Gerçekten can alan, Allah Teâlâ'dır. Fakat O,
sebepler âleminde çeşitli işlerden her birini bir meleğe havale etmiştir.
Böylece de, canlan alma işini Ölüm meleğine (Azrail (a.s)'e) havale etmiştir ki
o, başkandır. Onun emri altında, hizmetçisi ve tâbisi olan melekler
vardır. Binâenaleyh işte bu ayette, can alma işi
gerçek manada Allah'a; ikinci ayette, bu işin baş görevlisi olduğu için ölüm
meleğine, diğer ayette de, ölüm meleğinin emrinde oldukları için, diğer
meleklere nisbet edilmiştir. Allah en iyi bilendir.
[144]
"Allah, bir
olarak anıldığı zaman, âhirete inanmazların kalpleri tiksinir. Ama Allah'dan
başkası anıldı mı, bunların derhal yüzleri güler. De ki: "Ey gökleri
ve yeri yaratan, gizliyi de, aşikârı da bilen
Allah'ım, kullarının aralarında
ihtilaf
etmekte oldukları şeyler hakkındaki hükmü sen vereceksin. Eğer yerde
ne varsa hepsi ve bunlarla birlikte bir misli daha, o
zâlimlerin elinde olsaydı,
Kıyamet günü
uğrayacakları azabın kötülüğünden kurtulmak için elbette
bunları feda ederlerdi. Halbuki (o gün) onlar için
Allah'dan hiç de
ummayacakları nice
şeyler meydana gelecektir. Onların (dünyada)
kazandıkları kötülükler o gün açığa çıkmış ve eğlence edinmekte
oldukları şey
onları çepeçevre sarıp kuşatmış
olacaktır"[145]
(Zûmer, 45-48).
Bil ki bu, müşriklerin
o kötü işlerinden bir diğeridir. "Bir olan Allah'dan başka Allah yoktur. O
birdir, ortağı ve benzeri yoktur" dediğinde, onların yüzlerinde ve
kalplerinde nefret izleri belirir. Ama putlardan ve heykellerden bahsettiğinde,
onların kalplerinde ve gönüllerinde sevinç izleri belirir ki bu, onlann
cehaletine ve ahmaklığına delâlet eder. Çünkü Allah'ı zikretme, mutlulukların
başı, hayır ve güzel şeylerin en birincisidir. Âdi cansızlar demek olan o
putların zikri ise, cehaletin ve ahmaklığın başıdır. Binâenaleyh onların, bir
olan Allah'ı zikirden nefret etmeleri ve bu putların anılması ile sevinip
ferahlamaları, onlarda çok bulunan o cehalete ve ileri derecedeki ahmaklığa
delâlet eden en kuvvetli delillerdendir.
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Bazan bu iki fiil yani, "fstibşar" ve
"Işmi'zftz", birbirinin mukabili olarak kullanılır. Çünkü bunlardan
herbiri, kendi babında zirveyi ifade eder. Zira "istibşâr", kişinin
kalbinin, sevincinin eserinin yüzünün beşeresinde (derisinde) görülebilecek
kadar ileri olmasını ifade eder. "İşml'zâz" ise, kişinin öfke ve
üzüntüsünün iyice artıp, böylece canını kalbinin içinde sıktığına, böylece de
yüzünün derisinde, yerin karanlığına benzer bir karanlığın ve bir bulanıklığın
belirmesini ifade eder."
Allah Teâlâ, akıl
fıtratının da, yanlışlığına şehadet ettiği bu enteresan işi nakledince, bunun
peşinden şu iki şeyden bahsetmiştir:
1) Büyük bir duayı zikredip, önce bu duada
kendini tam bir kudret ile niteleyerek, "De ki: "Ey gökleri ve yeri
yaratan Allah'ım..." buyurmuş, ikinci olarak da yine kendisini tam bir
ilimle tavsif edip "Gizliyi de aşikârı da bilen Allah'ım"
buyurmuştur. Cenâb-ı Hak bu ayette kudretini, ilminden önce getirmiştir. Çünkü
O'nun kudretini bilme, ilmini bilmeden öncedir.
2)
Cenâb-ı Allah bu duayı zikredince,
"Kullarının aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkındaki hükmü
sen vereceksin" yani "Onların, Allah'ın birliğinin zikrinden
nefretleri, ama şirkin bahsinden hoşlanmaları, aklın bedaheti ile, yanlışlığı
bilinen bir husustur. Buna rağmen, onlar bu işte ısrar etmişlerdir. Binâenaleyh
sen hariç, hiç kimse onlardan bu yanlış inancı ve batıl görüşü silmeye kadir
olamaz. Ebû Seleme'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: " Aişe'ye, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in gece namazına ne ile başladığını sordum. O da, şöyle dedi:
"Hz. Peygamber şöyle dua ederek başlardı: "Ey Allah'ım, Ey CebraiVin,
Mikâü'in ve israfil'in Rabbi, Ey göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi de
âşikân da bilen Allah 'im, kullarının aralarında ihtilaf etmekte oldukları
şeyler hakkındaki hükmü sen vereceksin. Beni, izninle, ihtilaf edilen o hakka
ilet. Şüphesiz sen, dilediğini, sırat-ı müstakime iletensin"[146]
Bil ki Allah Teâlâ,
onlardan bu batıl görüşü nakledince, onlara yönelik va'id (tehdid) olarak
şunları zikretmiştir:
1) O
kâfirler şayet, yeryüzündeki malların tamamına malik olsalardı, bir o kadar da
ellerinde bulunsaydı, onlar, o şiddetli azabtan kendilerini kurtarmak için,
bütün bunları fidye olarak verirlerdi.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Halbuki (o gün) onlar için Allah'dan hiç de ummayacakları nice şeyler
meydana gelecektir" ayetinin ifade ettiği husus olup, bu, "Onlar
İçin, hesaplannda olmayan çeşitli azaplar meydana
gelecek..." demektir. Hz. Peygamber (s.a.8)'in cennetteki
mükâfaatın vasfı hususunda, "O cennette, hiçbir gözün görmediği, hiçbir
kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin hatırından bile geçmediği şeyler
vardtr"[147] buyurduğu gibi ilahî
ceza hususunda da böylesi bir ceza kullanılmıştır ki, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Halbuki (o gün) onlar için Allah'dan hiç de ummayacakları nice şeyler
meydana gelecektir" ayetinin ifade ettiği husustur.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onların (dünyada) kazandıkları kötülükler o gün açığa
çıkmış..." ayetinin ifade ettiği husustur. Bu da, "Kazandıktan o
günahların neticeleri, kendilerine zuhur etti, tahakkuk etti" demek olup,
bu da, "Kazandıkları o günahların neticeleri olan çeşitli azaplar, onlar
İçin zuhur edip meydana geldi" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Onların istihzalarının cezası, onları her taraftan kuşum" buyurmuş,
işte bu hususlarla, onların cezalarının büyüklüğüne dikkat çekmiştir.
[148]
"İnsana bir zarar
dokunduğu zaman, bizi çağırır. Sonra kendisine, bizden bir
nimet verdiğimiz vakit, "Bu, bana ancak,
bilgimden dolayı verilmiştir" der.
Hayır,
bu bir imtihandır. Lakin, onların çoğu bilmezler. Bu (sözü), onlardan
evvelkiler de söylemişlerdi de, kazanmakta oldukları o
şeyler kendilerine hiçbir fayda vermemişti. Binnetice, o kazandıkları
kötülükler, onlun musibete
uğratmıştı. Bunlar
içinden zulmedenlere gelince, onların kazandıkları
kötülükler de, kendilerini çarpacaktır. Ve onlar da,
bizim azabımızın önüne
geçebilecek
değildirler. Allah'ın, kimi dilerse, onun rızkını yaymakta, (kimi de
dilerse onunkini) kısmakta olduğunu hâlâ anlamadılar
mı? Şüphesiz bunda,
iman edecek bir kavim
için katı ibretler vardır"
(Zümer, 4M2).
Bil ki bu, onların o
yanlış yollarından başka bir yolun anlatılışıdır. Zira onlar, fakirlik ve
hastalık demek olan bir zarara düştüklerinde, Allah'a yalvarıp yakarıyortar ve
bunun giderilmesinin, sadece O'nun sayesinde olacağını biliyorlardı... Ama,
Allah onlara nimetler lütfedip bağışladığında ise, -ki bu nimet ya, maldaki
bolluk veyahut da kişinin can sağlığı ve afiyetidir-, bunun, ancak kendi kesbi
ve gayreti, çabası ile meydana geldiğini iddia ediyor; eğer verilen bu şey mal
ise, "Bu benim kazancımla"; eğer sıhhat ise, "bu ancak, benim
falanca ilacı kullanmam sebebi ile meydana gelmiştir" diyor ki, bu büyük
bir çelişkidir. Çünkü bu kimse aciz ve ihtiyaçlar içinde kıvranıyorken herşeyi
Allah'a nisbet ediyor, ama emniyyette, sıhhat ve afiyette iken bunu Allah'a
nisbet etmeyerek, kendisinin kesbine isnâd ediyor ki, bu kabîh bir çelişkidir.
Böylece Allah Teâlâ, onların, sıkıntı ve rahatlık içinde bulunuyorlarken,
izledikleri bu tutarsız yolun kötülüğünü vecîz ve fasih bir lafızla beyân ederek,
"Hayır, bu bir imtihandır" buyurmuştur ki bu, "kâfire verilen bu
nimet, bir imtihan vesilesidir. Çünkü, bu nimet verildiğinde şükredilmesi, geri
alındığında ise sabredilmesi gerekli olan bir nimettir. Durumu böyle olan şey
ise, kendisine nimet verilen kimsenin durumu o esnada sınanıp denendiği için,
"fitne" olarak nitelenebilir. Nitekim Arapça'da, özünü posasından
ayırıp da miktarını belirlemek için, ateşe koyduğunda, "Altını, ateş ite
fitneledim, yeni hasım potasından ayırdım" denilir.
[149]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Lakin, onların çoğu bilmezler..." buyurmuştur. Bu, "Bizim
bu verdiğimiz nimet, ancak bir deneme içindi..." demektir. Ayette geriye,
soru ve cevabı sadedinde ele alacağımız söyleşi birkaç bahis kalmıştır:
Birinci Soru: Bu
ayetin, fâ ile; bu sûrenin başındaki aynı manadaki ayetin (zümer, e) vâv ile
atfedılmesinin sebebi nedir?
Cevap: Allah Teâlâ, bu
ayetten önce, o müşriklerin Cenâb-ı Hakk'ın birliğini duyduklarında nefrete
kapıldıklarını, bozulduklarını; ama, şeriklerden bahsedildiğini duyduklarında
ise sevindiklerini nakletmiş, daha sonra da, takîb için olan fâ ile, bir zarara
ve bir belâya duçar olduklarında, bir olan Allah'a sığındıklarını belirtmiştir.
Böylece, ilk fiilleri, ikinci hareketlerine ters düşmüştür. Bu sebeple Cenâb-ı
Hak (bu ifadeyi), bu müşriklerin o anda çok açık bir çelişkiye düştüklerine;
herbiri diğerine zıt olmasına rağmen, birinci ile ikinci arasında bir fasıla
bulunmadığına delâlet etsin diye, fâ-i takîbiyyeyi getirmiştir. İşte burada,
takîb için getirilen fâ'nın getirilişindeki fayda budur. Birinci ayetteki
(Zümer. a) gaye ise, onlartn o anda bir tenakuz içinde bulunduklarını beyan
etmek değildir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak bu ayeti, fâ ile değil de vâv ile
getirmiştir.
İkinci Soru:
"Tahvil" ne demektir?
Cevap: Tahvil,
lütfetmek, karşılıksız vermek demektir. Buna göre ayetin manası, "Biz,
onlara lütfediyoruz, onlar ise, bunu hak ettiklerini zannediyorlar"
şeklinde olur.
[150]
Üçüncü Soru: Ayetteki,
"Bu, bana ancak, bilgimden dolayı verilmiştir" ifadesinden ne
kastedilmiştir?
Cevap: Bununla,
"Bu bana, Allah'ın benim ona müstehak olduğumu bilmesinden dolayı";
"Bu bana, benim buna müstehak olduğumu bilmemden ötürü
verilmiştir..." manasının kastedilmiş olması muhtemeldir. Bu ifadeyle
şöyle bir mananın da kastedilmiş olması muhtemeldir: "Bu bana, -meselâ
kişinin hasta olup da kendisini tedavi etmesi gibi- İlmim, yani onu elde etmeye
muktedir olabilmeyi bilmemden dolayı verilmiştir." Yani bu kimse,
"Ben bu sıhhati, hastalığın nasıl tedavi edileceğini bilmemden; bu malı
da, nasıl kazanılacağını bilmemden dolayı... elde ettim" demek istemiştir.
Dördüncü Soru: Ni'metu
kelimesi, müennestir. ifâdesindeki "hû" zamiri de, nimete râcidir.
Binâenaleyh, müzezker bir zamir (-hu), müennese râcî olabilmiştir? Hatta
Cenâb-ı Hak, bu ifadenin hemen ardından, buyurmuş, buradaki (nimete râcî
olacak) bu zamiri de müennes getirmiştir. Binâenaleyh, bunun sebebi nedir?
Cevap: Kelamın
takdiri, "Bizona, nimete dair bir şey verdiğimizde..." şeklinde olup,
böylece nl'met kelimesinin lafzı müennes, manası ise müzekker olmuş olur. İşte
bu sebeple de, hiç şüphesiz bu iki husus caiz olabilmiştir.[151]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bu sözü onlardan evvelkilerde söylemişlerdir de, kazanmakta
oldukları o şeyler, kendilerine hiçbir fayda vermemiştir"
buyurmuştur. ifâdesindeki "hâ"
zamiri; "el-kelimetu" veya "el-cümletu" te'villnde olduğu
için, ifadesine râcidir. ifadesiyle kastedilenler de, Karun ve onun kavmidir.
Çünkü Karun, "Bu bana ancak, bende olan ilimle
verilmiştir..."(KasM.78) demiş, kavmi de bunu benimsemiş, buna razı
olmuştu. Dolayısıyla adetâ, sanki onlar bu sözü söylemiş gibi olmuşlardı.
Geçmiş ümmetlerin içinde aynı sözü söyleyenlerin de mevcut olmuş olması
mümkündür.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "... kazanmakta oldukları o şeyler, kendilerine hiçbir fayda
vermemiştir" buyurmuştur ki, bu, "Bu batıl inanç ve kesbettikleri ve
benimsedikleri bu yanlış görüş, Allah'ın azabından hiçbir şeyi onlardan def
edememiş; tam aksine, kesbettikleri bu şeylerin cezası, başlarına
gelmiştir!" demektir.
Cenâb-ı Hak,
öncekilerin içinde, kazandıkları şeylerin kötülüğünün, yani batıl inançlarının
ve fasit görüşlerinin azabına uğrayanlar olduğunu beyan edince, 'Ve onlar da,
bizim azabımızın önüne geçebilecek değildirler..." buyurmuştur ki, bu da,
"Onlar beni, ne dünyada, ne de ahirette acze düşüremezler (elimden
kurtulamazlar)" demektir.
[152]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, buyurmuş
olup, bu, "ne kadar, Allah
Teâlâ'nın, dilediği kimselerin bazan rızkını genişleten, bazan da kısan bir zât
olduğunu yoksa anlamadılar mı?" demektir. Ayetteki, yakdıru kelimesinin
manası, "kıt verir, daraltır" demektir.
Bunun (aklen) delili
ise şudur: Biz, insanların rızkının bol ve dar oluşları açısından farklı farklı
olduklarını görmekteyiz. Bunun mutlaka bir sebebi vardır. Bunun sebebi ise
kişinin aklı ya da cehaleti değildir. Çünkü biz, nice akıllı ve kudretli
kimselerin, geçim sıkıntısına düştüklerini ve nice cahil, hasta ve zayıf
kimselerin de bolluk içinde yüzdüklerini görmekteyiz... Bu, tabiatın,
yıldızların ve feleklerin tesiriyle de değildir. Çünkü kendisinde, büyük bir
hükümdarın ve kahir bir padişahın doğduğu o saatte, gerek insanlardan, gerekse
insanların dışındaki diğer canlılardan nice alemler de doğmaktadır. Yine o
saatte, bitkilerden de bir âiem meydana gelmektedir. Binâenaleyh biz, o aynı
saat içinde mutluluk ve bedbahtlık açısından farklı olmalarına rağmen, pekçok
şeylerin meydana geldiğini görüp müşahede ettiğimize göre, mutluluk ve
bedbahtlık hususunda müessir olanın bu doğan (yıldızlar) olmadığını anlamış
oluyoruz. Bu kısımlar batıl ve geçersiz olunca da, bu hususta müessir olanın,
Allah Teâlâ olduğunu anlamış oluyoruz. İşte bu kesin, aklî delil ile, ayetinin
ifade ettiği mananın doğruluğu ortaya çıkmış olur.
Nitekim şair de, "Ne, Müşteri yıldızının
hükmettiği bir mutluluk söz konusudur, ne de Zuhal yıldızının aleyhimize olarak
yazdığı mutsuzluk! Fakat bütün bunlar, semavatın Rabbi ve hakimler hakimi olan
Yüce Allah'ın hükmüdür"[153]
"De ki: "Ey
kendi aleyhlerine olarak haddi aşan kullarım, Allah'ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün
günahtan bağışlar.
Şüphesiz o, çok
affedicidir. Çok merhametlidir. Size azab gelip çatmazdan
önce Rabbinize dönün, O'na teslim olun. Aksi takdirde
yardım edilmezsiniz.
Rabbinizden size
indirilenin en güzeline, kendiniz farkında olmayarak, ansızın
(başınıza) azab gelmezden önce, tabî olun. Her nefsin,
"Allah yanında,
işlediğim taksirattan
dolayı yazıklar olsun bana. Gerçekten ben,
eğlenenlerdendim"
diyeceği, yahut "Allah bana hidayet verseydi elbette ben
de müttakîlerden olurdum" diyeceği yahut azabı
görürken, "Benim için bir
dönüş daha olsaydı
da, iyi hareket edenlerden bulunsaydım" diyeceği gün
gelmeden önce (Rabbinizden indirilene tabi olun.)"
Hayır, sana ayetlerim
gelmişti de, sen
onları yalan saymış, kibirlenmeye kalkmış, kâfirlerden
olmuştun"
(Zümer,
53-59).
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlerle ilgili tehdidler hususunda, genişçe bilgi verince, kullan hakkındaki
rahmetinin, fazlının ve ihsanının mükemmel olduğunu da bunun peşi sıra haber
vermiştir.
Bu ayetlerle ilgili
birkaç mesele vardır:
[154]
Ehl-i sünnet
âlimlerimiz, Allah Teâlâ'ntn, büyük günahları
atfedebileceğine dair, bu
ayeti delil getirerek
şöyle
emişlerdir: "Biz, bu kitapta,
Kur'ân'ın örfünün, "kullarım"
fadesinin, mü'minler
için olacak şekilde kullandığını
nlatmıştık.
Nitekim Hak Teâlâ, "Rahman'm yeryüzünde mütevazı olarak yürüyen
kulları..." (Furkân, 63) ve "Allah'ın kullarının içeceği
göze..."(insan, 6) buyurmuştur. Bir de "kullarım" lafzı, ta'zim
(saygı ve değeri) gösterme sadedinde kullanılmıştır. Dolayısıyla bunun, sadece
mü'minler hakkında kullanılmış olması gerekir. Bunun böyle olduğu sabit olunca,
bu ayetteki, "Ey kullarım" lafzının, mü'minler hakkında kullanıldığı
anlaşılır. Bir de mü'min, kendisinin Allah'ın abdi (kulu) olduğunu itiraf eden
kimsedir. Müşrikler ise, kendilerini Abdullât, Abduluzzâ ve Abdulmeslh diye
adlandırmışlardır. Böylece "ey kullarım" ifadesinin ancak mü'minlere
uygun düştüğü sabit olur.
Bu da sabit olunca
diyoruz ki: Allah Teâlâ, "Kendilerine karşı İsraf eden, haddi aşan
kullarım..." buyurmuştur. Bu ise, bütün israf edenleri içine alan genel
bir ifadedir. Cenâb-ı Hak, bundan sonra, "Çünkü Allah bütün günahları
bağışlar" buyurmuştur ki bu, O'nun, mü'minterden sâdır olan günahların
hepsini bağışlayıcı olmasını gerektirir. Bizim anlatmak istediğimiz de budur.
[155]
İmdi, eğer sorulacak
olursa ki: "Bu ayeti zahirî manasına almak mümkün değildir. Aksi halde,
günahların bağışlanmış olduğuna kesin hükmetmek gerekir. Siz (ehM sünnet) ise,
böyle demiyorsunuz. Dolayısıyla, bu ayetin manası, sizin söylediğiniz şey
değildir. Sizin söylediğinize ise bu ayet delâlet etmemektedir. Binaenaleyh
yaptığınız istidlal düşer. Bir de Allah Teâlâ, bunun
peşisıra, "Size azab gelip çatmazdan önce Rabbinize dönün, O'na teslim
olun ... farkında olmaksızın, ansızın (başınıza) azap gelmezden önce..."
buyurmuştur. Eğer ayetin evvelinden, Allah Teâlâ'nın bütün günahtan kesinkes
bağışlayacağı kastedilmiş olsaydı, bunun peşinden tevbeyi emretmez ve onları,
anlamadıkları ve beklemedikleri bir yönden kendilerine gelecek bir azabla
korkulmazdı. Hem sonra Cenâb-ı Hak, "Her nefsin, "Allah yanında
işlediğim taksirattan dolayı vay yazıklar olsun bana..." diyeceği gün
(,..)" buyurmuştur. Eğer bütün günahlar affedilmiş olsaydı, insanın böyle
demesine gerek kalmazdı. Ayrıca eğer, anlatılmak istenen şey, ayetin lafzının
zahirinin delâlet ettiği şey olsaydı, o zaman bu, adetâ günahları işlemeye bir
teşvik ve günah yapmaya bir salıverme gibi olurdu ki böyle birşey Allah'ın
hikmetine uygun düşmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca, o zaman ayetten
"Günahkârın ilâhi azabtan kesinlikle kurtulamayacağı" zannına
kapılmasının caiz olmayacağına dikkat çekmek olduğunu söylemek gerekir. Çünkü
böyle inanan kimse, Allah'ın rahmetinden ümit kesmiş olur. Zira her günahkâr ve
asî, ne zaman tevbe etse, cezası silinip, mağfiret ve rahmet ehlinden olur.
Dolayısıyla ayetteki, "Allah bütün günahlan bağışlar" ifadesi,
"Tevbe etmek ve O'na yönelmek şartıyla Allah günahları bağışlar"
manasında olmuş olur." Evet böyle bir suale karşı şöyle cevap verilir:
Karşı tarafın
(Mu'tezlle'nin) "Ayet bütün günahların kesinkes affını gerektirir. Siz ise
bunu söylemiyorsunuz" şeklindeki sözüne gelince, biz diyoruz ki,
"Aksine biz bunu söylüyor ve benimsiyoruz. Çünkü yağfiru
"affeder" fiili muzâri olup, muzârî gelecek zaman için kullanılır.
Bize göre Allah, "LA İlahe illallah, Muhammedü'n-Rasûlüllah" diyen
herkesi, cehennemden çıkaracaktır. Böyle olması halinde büyük günah sahibi de,
İster cehennem ateşine girmeden önce, ister girdikten sonra olsun, kesinlikle
neticede affedilecektir. Böylece ayetin zahirinin delâlet ettiği mananın, bizim
inancımızın tâ kendisi olduğu sabit olur.
Yine karşı tarafın,
"Günahların tamamının bağışlanması durumunda, Allah Teâlâ tevbeyi
emretmezdi" şeklindeki sözüne de şöyle cevap verebiliriz: Bize göre,
insanın her zaman tevbesi vâcibtir (gereklidir). Çünkü ilahî ceza, her zaman
için söz konusudur. Çünkü ilâhî cezanın hiç olmadığını söylemiyoruz. Aksine
Cenâb-ı Hak kayıtsız şartsız da affedebilir, bir müddet cehennemde azab
ettikten sonra da affedebilir, diyoruz. İşte aynı yol ite, onların diğer
sorularına da cevap verilebilir. Allah en fyi bilendir.
[156]
Bil ki bu ayet, ilah?
rahmetin olacağına, şu bakımlardan delâlet eder:
1) Allah
Teâlâ günahkârı "kulum" diye adlandırmıştır.
Kulluk ise, kişinin ihtiyaç içinde olduğunu, zillete
düştüğünü anlatır. Rahim ve Kerîm'e uygun düşen ise, miskin ve muhtaç kuluna,
hayır ve rahmetini bol bol vermesidir.
2) Allah
Teâlâ, mütekellim ya'sı ile onları kendisine nisbet ederek, "Ey kendi
aleyhlerine olarak israf eden kullarım " buyurmuştur. Allah'a nisbet
edilme şeref ve bahtiyarlığı, ilahî azabtan emin olmayı ifade eder.
3) Cenâb-ı
Hakk, "Kendi aleyhlerine olarak israf edenler..." buyurmuştur. Bu,
"O günahların zararı bana değil onlaradır. Dolayısıyla, günahlardan Ötürü
zararın onlara yönelik olması onlara yeter. Öyleyse, bu kullara, ayrıca bir
zararın verilmesine gerek yok" demektir.
4) Allah Teâlâ, "Allah'ın rahmetinden ümid
kesmeyin" buyurarak, kullarını, ümidsizliğe düşmekten nehyetmiştir.
Binâenaleyh bu, adetâ bir ümid ve keremi (ikramı) bekleme hususunda bir emir
olur. Ümidi ve keremi beklemeyi emrettiğinde Kirîm'e uygun düşen ancak
keremdir.
5) Allah Teâlâ önce, "Ey kullarım..."
demiştir. Binâenaleyh buna uygun olan O'nun, "Rahmetimden ümid
kesmeyiniz" demesi idi. Ama o, böyle değil de, "Allah'ın rahmetinden
ümid kesmeyiniz" buyurmuştur. Çünkü bizim "Allah" dememiz,
Allah'ın en büyük ve yüce ismidir. Dolayısıyla, böylesi yüce bir isme nisbet
(izafe) edilen rahmetin de, rahmet ve lütuf çeşidlerinin en büyüğü olması
gerekir.
6) Cenâb-ı
Hakk, "Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyiniz" buyurunca, gerekli olan,
bunun peşisıra, "Çünkü O, bütün günahları bağışlar" demesi idi. Ama
O, böyle değil de, "Allah" ismini tekrarlayarak, en büyük te'kidi
ifâde eden ö[ edatını eklemiştir. Bütün bunlar, Rahman'ın vaadindeki
mükemmelliğe delâlet eder.
7) Eğer Cenâb-ı Hak, "O, günahları
bağışlar" demiş olsaydı, maksad yine anlatılmış olurdu. Ama O, buna te'kid
ifade eden, "cemî'an" lafzını da eklemiştir. Bu da, rahmeti te'kid
eden bir diğer husustur.
8) Allah,
kendisini gafur diye tavsif etmiştir. Gafur lafzı İse, bu mağfiret hususunda
çok ileri dereceyi ifade eder.
9) Cenâb-ı
Allah, Kendisini "Rahîm" diye tavsif etmiştir. Rahmet ise, mağfirete
ilave bir mana ifade eder. Dolayısıyla, "O, gafurdur" ayeti, ilahî
cezayı gerektiren suç ve günahları sileceğine; "rahîmdir" ifadesi de,
rahmeti ve mükâfaatı gerektiren şeyleri varedeceğine ve vereceğine bir
işarettir.
10) Hak
Teâlâ'nın yani, "Gafur ve rahîm
olan ancak O'dur O" sözü, hasr (sadece) manası ifade edip, "Ondan
başka gafur ve rahîm yoktur" demektir. Bu, Allah'ın alabildiğine gufran ve
rahmet sahibi olduğunu gösterir. Binâenaleyh işte bu on husus, ayette mevcuttur
ve herbiri de Allah'ın rahmet ve mağfiretinin mükemmelliğini göstermektedir.
Allah'dan, bunları elde etmemizi ve fazl-u rahmeti sayesinde cezasından
kurtulmamızı temenni ediyoruz.
[157]
Alimler, ayetin
sebeb-İ nüzulü hususunda çeşitli görüşler
ileri
sürmüşlerdir. "Bu Mekkeliler hakkında nazil olmuştur.
Çünkü onlar, "Muhammed, putlara tapanların ve
adam
Öldürenlerin bağışlanmayacağını iddia
ediyor. Biz ise
putlara taptık ve adam öldürdük.
Dolayısıyla daha nasıl müsiüman olabiliriz?"
demişler (ayet bunun üzerine nazil olmuştur)" denildiği gibi,
ayetin, müsiüman
olmayıp, arzu edip
de, tövbesinin kabul olmayacağından korktuğu için, Hz. Hamza
(r.a)'nm katili Vahşî (r.a) hakkında nazil olduğu ve
ayet nazil olunca müsiüman olduğu
da
söylenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Bu ayet ona mı mahsustur. Yoksa
bütün müslümanlar için genel midir?" diye sorulduğunda O, "Hayır,
bütün müslümanlar için geneldir" buyurmuştur.
Yine bu ayetin,
câhiliyye döneminde büyük günahlar işleyip, İslâmiyet gelince, Allah Teâlâ'nın
tövbelerini kabul etmeyeceği korkusu ile ti rt i r/titreyen bazı müslümanlar
hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Yine bu ayetin, İyâş b. Ebî Rebî'a ile
Velîd b. Velîd ve bir grup müslüman hakkında nazil olduğu söylenmiştir: Bunlar
müslüman oldular, sonra fitneye düşüp (irtidâd ettiler). Müslümanlar onlar
hakkında, "Artık Allah onların tövbelerini kabul etmez" demeye
başladılar. İşte bunun üzerine, bu ayetler nazil oldu. Hz. Ömer (r.a), bu
ayetleri yazıp onlara gönderdi. Böylece onlar da müslüman olup, hicret ettiler.
Bil ki ayetlerde nazar-ı dikkate alınması gereken şey, sebeb-i nüzulün husûsî
oluşu değil, ayetin lafzının umûmî manasıdır. Dolayısıyla bu ayetlerin, işte
yukarıda sayılan hadiselerden dolayı, nazil oluşu, hükmünün umûmî (genel)
oluşuna manî değildir.
[158]
Nâfî, İbn Kesîr, İbn
Âmir ve Âsim yâ'nın fethası ile yâ
ibâdiye
okurlarken; diğer kıraat imamları ile rivayetlerin
birine göre Âsim,
fethasız yâ Ibâdî okumuşlardır. Ama
bütün
kıraat imamları burada vakfe yaparken, yâ üzerinde vakfetmişlerdir. Çünkü bu
ya, mushafın esas yazısında yer almıştır. Fakat Âsım'ın râvisl Ebû Bekr'in
rivayetine göre, Âsim, burada "yâ"şız vakfedermiş. Ebû Amr ve Klsâf
fiili, nûn'un kesresiyle diğerleri fetha
ile, şeklinde okumuşlardır. Her iki okuyuş da, kullanılan birer lehçedir.
Keşşaf sahibi, İbn Abbas ve İbn Mes'ûd'un bu ayeti, "Allah, dilediği
kimselerin bütün günahlarını bağışlar" tarzında okuduğunu
[159]
nakletmiştir.
Cenâb-ı Hak
sonra, "Rabbinize dönün..."
buyurmuştur. Keşşaf sahibi, "Bu, "O'na yönelin, O'na teslim olun,
yani amellerinizi sırf O'nun için yapın" tlemektir. Hak Teâlâ, bir, bu
işin tevbesiz olacağını hiç kimsenin ummaması, bir de tevbenin, mağfiret için
ayrılmaz bir şart olduğuna delâlet etsin diye, mağfiretin peşisıra, inâbeyi,
yani Allah'a dönmeyi zikretmiştir" der. Ama ben diyorum ki bu söz
gerçekten tutarsızdır. Çünkü bize (ehl-i sünnete) göre, günahlardan tevbe etmek
gereklidir. Dolayısıyla tevbenin emredilmesi, ilahî mağfiret vaadini
zedeleyecek birşey değildir.
Eğer Mu'tezfle
"Şayet mağfiret va'di kesinkes bulunsaydı, insanın tevbesine hiç gerek
yoktu. Çünkü tevbe ancak, ilahî cezayı kaldırmak İçin yapılır. Dolayısıyla, Hak
Teâlâ'mn kişiyi affetmesiyle, ilahî ceza kalkınca, artık kişinin tevbesine
gerek kalmamış olur" derlerse, biz deriz ki: Bu da tutarsızdır. Çünkü bize
göre, her nekadar Cenâb-ı Hak, günahları kesinkes affedecek ve mağfiret edecek
ise de, bu af ve bağışlama, şu iki şekilde, yani bazan doğrudan, bazan da bir
müddet cehennemde
azab edip, sonra
cehennemden çıkarıp onu affetmesi şeklinde olur. Binâenaleyh tevbenin gayesi,
bu ilahî cezayı kaldırmaktır. Böylece Keşşaf sahibinin dediği şeyin tutarsız ve
manasız olduğu anlaşılır.
[160]
Cenâb-ı Allah sonra
"Rabbinizden size indirilenin en güzeline ... tabi olun" buyurmuştur.
Bil ki, Allah Teâlâ, mağfireti va'dedince, bu va'dden sonra bazı şeyleri
emretmiştir ki, bunlar şunlardır:
1) O'na
dönmeyi... Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinize dönün..."ayetinin ifade
ettiği husustur.
2) En güzel
olana tâbi olmayı emretmiştir. "En güzel olan"la neyin murad edildiği
hususunda birkaç izah şekli bulunur:
a) Bu, Kur'ân olup, ifadenin manası,
"Kur'ân'a tâbi olun" şeklindedir. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah, kelâmın en güzelini... indirmiştir"<zümer,23) ayetidir.
b) Hasan el-Basrî, bunun manasının,
"Allah'a taate sarılın ve O'na isyandan kaçının.." şeklinde olduğunu,
çünkü, indirilenin, üç vecih üzere olup, bunların da, kendisinden kaçınılması
için kabin, (çirkin) olanın; kendisine rağbet olunmaması için, en aşağı olanın
ve de, kendisiyle korunulup, takvaya erişilip tâbi olunması için de, en güzel
olanın zikredilmesi olduğunu söylemiştir.
c) "en güzel" ile murad edilen, mensûh
değil de, nâsihtir. Çünkü nesheden hüküm (nâsih), mensûhtan daha güzeldir. Zira
Cenâb-ı Hak, "Biz neshettiğimiz veya unutturduğumuz bir ayetin (yerine),
ya ondan daha hayırlısını, yahut onun benzerini getiririz" {Bakara, 106)
buyurmuştur. Bir de, Allah Teâlâ, bir hükmü neshedip onun yerine başka bir
hüküm getirince, bizim nâsih (neshedici) olana dayanmamız, mensûh olana
dayanmasından daha güzel olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kendinizi farkında olmayarak, ansızın (başınıza) azab gelmezden
önce...*' buyurmuştur. Bu ifadeden amaç, tehdit ve korkutmadır. Mana ise,
"O azâb size, siz ondan gafil bulunduğunuz bir sırada gelir.."
şeklindedir. Bilesin ki, Allah Teâlâ onları azab ile korkutunca, bundan sonra
Cenâb-ı Hakk, onların başına azabın gelmesi durumunda ne söyleyeceklerini
açıklamış ve bunun üzerine onlardan, üç tür söz nakletmiştir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Her nefsin, "Allah yanında işlediğim taksirattan dolayı
vay, yazıklar olsun bana. Gerçekten ben, eğlenenlerdenim..." ayetinin
İfade ettiği husus. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[161]
ifadesi, "mefûlün
leh" olup, manası, "Her bir nefis, Allah yanında işlediğim taksirattan
dolayı vay, yazıklar otsun bana.." demesin diye ..." şeklindedir. Ayetteki
"nefs" kelimesinin nekre getirilmesine gelince, bu hususta şu iki
İzah yapılabilir
1) Bundan maksad fazlasıyla zarar verme
hususunda diğer nefislerden ayrılıp dikkat çeken nefis olabilir.
2) Bununla,
çokluk manasının murad edilmiş olması mümkündür. Çünkü, usûl-ü fıkıhta şöyle
bir kural vardır: Kendisine münasip bir vasfın peşinden gelen bir hüküm, o
hükmün o vasfa bağlı olduğu zannını ifade eder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesi, alabildiğine bir kedere ve bir hüzne delâlet etmektedir. Bir de, bu
ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah yanında işlediğim taksirattan
dolayı..." ifadesinin peşinden gelmiştir. Allah'a taatta kusur etmek,
alabildiğine nedamet ve pişmanlık duymaya uygun düşer; ki bu da, duyulan bu
hasretin, böylesi bir kusurun olması halinde olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh
bu ifade, iste yaptığımız bu İzahta, umumilik İfade eder.
[162]
Allah'ın uzuvları
olduğunu söyleyenler, bu ayete dayanarak
Allah'ın
cenbinin, yanının olduğunu söylemişlerdir. Bil ki,
bizim, Allah'ın uzuvları olmadığına dair getirdiğimiz
deliller
bir hayli fazladır. Bunları tekrarlamanın
faydası yoktur. Yine de biz diyoruz ki, ayetteki cenb "yan"
lafzından, Allah'a ait bir uzvun kastedifmesi halinde, bu uzuvda kusur işlemek
imkânsız olur. Binâenaleyh, bu ifadeyi mutlaka te'vil etmek gerekir. Bu
sebeple, ayetin bu ifadesi, yani "kusur işleme" İfadesi hususunda
müfessirferin değişik izahları vardır: Meselâ İbn Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın bu
lafız ile, "Allah'ın sevap ve mükâfaatını elde edemedim.." manasını
kastetmiştir, derken, Mukâtii, "Allah'ın zikrini yitirdim, zayi ettim
manası kastedilmiştir" demişlerdir. Mücahit "Allah'ın cenbi"
ifadesine, "Allah'ın emri..." manasını verirken, Hatan el-Basrî,
"Allah'ın taatince.."; Sald İbn Cübeyr de, "Allah'ın hakkında.."
manalarını vermişlerdir.
Bil ki, bu tür
İfadelere çokça yer vermek, sadra şifâ ve derde deva olmaz. Bu sebeple biz
diyoruz ki, cenb'e bu ad, onun, o şeyin taraflarından bir taraf olduğu için
verilmiştir. Bir şeyin aynlmaz vasfı ve ayrılmaz unsuru olan bu şey ise, adeta
onun ordularından bir ordu, onun taraflarından bir taraf gibi olmuş olur
Binâenaleyh, uzuv manasına gelen "yan, taraf" İle, bir şeyin ayrılmaz
vasfı ve aynlmaz unsuru olan şey arasında böylesi bir benzerlik meydana
gelince, pek yerinde olarak, "yan" lafzının, "Hak, emir ve
tâat" manalarına alınması, güzel ve yerinde olmuştur. Nitekim şair,
demiştir.
[163]
Keşşaf sahibi,
"Ayetin bu ifadesi, aslı üzere hem, şeklinde, hem de, İvaz ile kendisinden
İvaz kılınan, cem
etmek suretiyle,
şeklinde de okunmuştur" demiştir.
"Gerçekten
ben, eğlenenlerdendim..." cümlesine gelince
bu, "O, bu kusuruyla da yetinmedi de, tam aksine, üstelik, din ile
alay edenlerden
oldu.." demektir. KatAde de,
"Bu kimseye, Allah'ın tâatını zayi etmesi yetmemiş,
kalkmış taat ehliyle de alay etmiş..." manasını
vermiştir. dJT Ojj cümlesinin
mahalli, hal olduğu
için, mansûbtur. Buna göre, bu kimse sanki, "Ben, alay ede ede,
Allah'ın taatı konusunda kusur işledim" demiştir.
Yani, "Alay ederek kusur işledim” demektir.
2) Onlar,
kendilerine bu azabın gelmesini müteakip, "Ya/iuf, "Hakikaten Allah
bana hidayet verseydi herhalde sakınanlardan olurdum" demişlerdir.
3) Bu, "Yuhaf a^âbı görürken, "Benim için bir dönüş daha olsaydı
da, İyi hareket edenlerden
bulunsaydım" diyeceği..." ayetinin ifade ettiği husus.
Netice olarak, kusurlu
olan bu kimse, şu üç şeyi yapmıştır:
a) Taâtteki kusuruna hayıflanmak..
b) Hidayeti kaybettiğini ileri sürmek...
c)
Tekrar döndürülme temennisinde bulunmak.
[164]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
onların, hidayeti bulamama mazeretlerinin bâtıl ve geçersiz olduğunu
belirterek, bu sözlerine cevap vermiştir. Çünkü, hidayet mevcut idi, orada
mazeret ve mani de yok idi. İşte bu mana, Cenâb-ı Hakk'ın "Hayır, sana
ayetlerim gelmişti de, sen onları yalan saymış, kibirlenmeye kalkmış,
kâfirlerden olmuştun.." ayetinde ifade edilmektedir. Burada, şöyle birkaç
mesele vardır:
[165]
Zeccâc şöyle der:
"Ayetteki, belâ kelimesi, nefyin cevabını
ifade eder. Çünkü, her ne kadar kelamda nefy olmasa dahi,
bu mana burada, hasıl olmuştur. Çünkü ayetteki
"Allah
bana hidâyet verseydi..."
ifadesi, Bana hidayet
etmedi" takdirindedir. Dolayısıyla, bundan sonra,
belâ lafzının getirilmesi güzel ve
yerinde
olmuştur.
[166]
Vahidî (r.h) söyle
der: ayetinin, meşhur kıraatinde, fiiller müzekker
olarak getirilmiştir. Çünkü "nefe" kelimesi,
hem müzekker,
hem de müennes için kullanılır.
Dolayısıyla da, ayette,
müzekkere hitap
olunmuştur. Rebî İbn Enes, Ümmü Seleme'den, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, ayetin bu ifâdelerini müennes olarak
okuduğunu rivayet etmiştir. EbÛ Ubeyd
şöyle
der: "Şayet, Hz. Peygamber (s.a.s)'in böyle okuduğu doğru olsaydı, bu, hiç
kimsenin bu okuyuşu terketmesinin caiz olmayacağı bir
biçimde bir delil ve hüccet
olurdu. Ancak ne var
ki, bu hadis, müsned hadis değildir. Çünkü, Rebt, Ümmü
Seleme'ye yetişmemiş, onu görmemiştir. Müennes
okunmasına gelince, nefs
kelimesinin
zikredilmesinden dolayıdır. "Nefs" kelimesi Kur'ân'da genellikle,
müennes olarak ifade edilmiştir. Meselâ "Bunu
bana nefsim hoş
gösterdi.."(tam,96), "Çünkü
nefs, olanca şiddetiyle kötülüğü
emredendir"
(Yusuf, 53) ve "Ey itminana ermiş
nefs, cân..." (F«cr, 27)
ayetlerinde olduğu
gibi.."
[167]
Kftdf şöyle der: "Bu ayetler, şu bakımlardan kader görüşünün doğruluğuna
delâlet eder:
1)
Kınayarak, "Falanca, nefsine karşı haddi aşmış, israfta
bulunmuştur"
denilemez. Ama bu işin, o nefs tarafından yapılmış olması hali müstesna...
Böyle olması halinde ise bu, kulların fiillerinin Allah tarafından değil,
kendileri tarafından meydana getirildiğine delâlet eder.
2) Mağfiret talebinde bulunmak veya bunu ummak
ya da bu hususta ye'se düşmek, ancak, yapılan o iş kulun işi olduğu zaman güzel
ve yerinde olur.
3) Kendisine o azap gelip çatmadan Önce
"Allah'a dönme ve O'na teslim olma"nın kula nisbet edilmiş olması...
Bu ise ancak, kulun o azap başına gelmeden önce, bunlara imkân bulabilmesi
halinde söz konusudur. Halbuki, onların (ehl-i sünnetin) görüşüne göre, kâfir,
böylesi bir şeye imkân bulamamaktadır.
4) Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinİzden size
indirilenin en güzeline, ... tabi olun" ayetidir. Bu ise, ancak, tâbi
olanlar için, onların lehine olan şey ile mümkün olur..
5) Cenâb-ı
Hak bunları, azâb gerektirecek şeyi hissedememekle zemmetmiştir. Bu ise, ancak
kul yapabilme imkânını elde ettiği zaman muteber olur.
6) Bunların,
"Allah yanında işlediğim taksirattan dolayı vay, yazıklar olsun bana"
şeklindeki sözleridir. Halbuki kişi, önceki bir şeye, ancak o işi yapabilme
imkânına sahip iken yapmaması halinde nedamet ve hasret duyar.
7) Cenâb-ı
Hakk'ın, "... Allah yanında işlediğim taksirattan dolayı..."
ifadesinin kastettiği husus.. Binâenaleyh, (ehl-i sünnetin) dediği gibi; kişi
imana muktedir olamaz ve iman, onun işlemiş olduğu kendi fiili olmazsa, o kimse
kusur işlemiş olmaz.
8) Cenâb-ı
Hak onları, "alay ediciler" olmakta kınamıştır. Bu ise ancak, alay
etme işinin, onların fiili olması ve onların bunu yapmamalarının da mümkün
olması halinde tam ve geçerli olur.
9) Ayetteki, "Allah bana hidayet
verseydi" yani, bana bunu yapma imkânı verseydi, "elüette
müttakilerden olurdum" ifadesi... Onlar, takvaya muktedir olamadıklarını
ifade ettiklerine göre, Allah'ın onları kınaması nasıl doğru olur?
10) "Benim
için bir dönüş
daha olsaydı da,
iyi hareket edenlerden bulunsaydtm.." şeklindeki
sözüdür. Onların, "Allah kendilerini her zaman defalarca geriye, dünyaya
döndürmüş olsaydı ve bu döndürmede de, onlar sadece küfre muktedir olsalardı, o
zaman onlar hiçbir zaman iyi kullardan, muhsinlerden olamazlardı.
11) Cenâb-ı
Hak, onları azarlamak üzere "Hayır, sana ayetlerim gelmişti de, sen onları
yalan saymış, kibirlenmeye kalkmış, kâfirlerden olmuştun" buyurmuş;
delilin, onların aleyhine; kendisinin lehine olduğunu; onların lehine,
kendisinin aleyhine bir delilin bulunmadığını beyan buyurmuştur. Binâenaleyh,
şayet durum bunların dediği gibi olsaydı, bunlar, "Bize ayetlerin geldi,
ancak ne var ki sen bizde, onda yalanlama duygusunu yarattın ve bize, onları
tasdik etme kudretini vermedin" diyebilirlerdi.
12) Allah
Teâlâ, zemm üslubuyla, onları, yalanlamak büyüklük taslamak ve inkâr etmekle
nitelemiştir. Şayet bu fiiller onların işi olmasaydı, bu söz doğru olmazdı.
Buna, şu şekilde cevap
verilir: Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın kâfirler hakkında idlâl (saptırma)
(hidayetten) men' etme, istidrac (yavaş yavaş azaba yaklaştırma) gibi
fiillerine delâlet eden ayetler mevcuttur. Sizin mezkûr iddialarınız o ayetlere
aykırıdır. Tefsirimiz bu tür delillerle dolu olunca, bunu tekrarlamaya hacet
kalmamıştır.
[168]
"Allah adına
yalan uyduranların Kıyamet günü yüzleri, göreceksin ki
kapkaradır. Kibir taslayanlar için cehennemde yer mi
yok? Allah, ittikâ
edenleri, umduklarına
nâiliyetlerine sebep olan (iyi amelleriyle) selâmete
erdirir. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun
da olmazlar"
(Zümer, 60-61).
Bil ki ayette
bahsedilen husus, bir diğer vaad ve va'îd anlatımıdır. Buradaki va'ıd,
"Allah adına yalan uyduranların Kıyamet günü yüzleri, göreceksin ki
kapkaradır..." ifadesidir. Bu ayetle ilgili iki bahis var:
Birincisi: "Bu
tekzîb (yalan söyleme) nasıl olur?" konusudur.
İkincisi de, yüzlerin
kararması nasıldır? konusudur.
[169]
Birinci Bahis: Bu, o
tekzibin ne demek olduğu hakkındadır. Biz diyoruz ki: Meşhur olan görüşe göre
tekzîb (yalan söyleme), birşey hakkında gerçeğin aksine haber vermedir. Bazı
alimler, "Bu kadarcık şey, yalan olmaz. Aksine bir sözün yalan olması
için, haberi verilen hususun gerçeğinin aksine haber vermenin kasden yapılmış
olması da şarttır" demişlerdir. Bu prensibi anladığına göre, şimdi bununla
ilgili görüşleri zikredelim:
Kâ'bt şöyle demiştir:
"Mücebbire[170]şöyle
denilerek reddedilir: Bu ayet mücebbire hakkında vârid olmuştur. Durumun böyle
olduğunun delili şudur: Bu ayet, "Eğer Allah bana hidayet
verseydi..."(zom«r. 57*8) ayetinin peşisıra gelmiştir. Bu, "Allah
bana hidayet etmedi, aksine beni dalâlete şevketti" demektir. Cenâb-ı Hak
kâfirlerin böyle söylediklerini nakledip, peşisıra, "Allah adına yalan
söyleyenlerin
Kıyamet günü yüzleri, göreceksin ki
kapkaradır" buyurunca, bu yalan söyleyişin, o geçen sözle ilgili olması
gerekir. Hem sonra, Hasan Hz. Peygamber (s.a.s)'den şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir: "Namaz kılan, Kur'ân'ı okuyan birtakım kimselere ne oluyor ki
onlar, Allah'ın insanlar hakkında günahlan takdir ettiğini iddia ediyorlar!
Böyle yapmakla onlar Allah adına yalan uydurmuş oluyorlar. Allah onların
yüzlerini kara çıkaracaktır."
Bil ki bizim
âlimlerimiz şöyle demişlerdir: "Ayetin sonu, (Ka'bî'nin) bu te'vilinin
yanlışlığına delâlet eder. Çünkü Allah Teâlâ ayetin sonunda, "Kibir
taslayanlar için cehennemde yer mi yok?" buyurmuştur. Bu, Kıyamet günü
yüzleri kararan kimselerin, kibir taslayan kimseler olduğunu gösterir. Kibir,
"Ben yaratmaya, diriltmeye ve varetmeye kadir değilim. Çünkü bunlara kadir
olan ancak Allah subhanehû ve Teâlâ'dır" diyen kimselere uygun düşmez.
Ama, "Allah birşey irâde eder, ben de onun zıddını irâde ederim ve benim
muradım hasıl olur, Allah'ınki hasıl olmaz" diyen kimselere gelince, kibir
bu iddiaya daha uygundur. Böylece onların (Mu'tezlle'nin) yaptığı bu izahın
yanlışlığı sabit olmuştur.
Bazı kimseler,
"Bu va'îd (ilahî tehdid) yahûdî ve hristiyanlarla ilgilidir" derken,
bazıları da, "Bu, müşrik araplarla ilgilidir" demişlerdir. Kâdî ise,
"Ayetin bütün Müşebbihe, Cebriye ve bunlar gibi, Allah'ı olumlu ve olumsuz
olarak uygun olmayan şeylerle niteleyen, O'na tenzîh edilmesi gereken şeyleri
isnad edip, izafe edilmesi gereken şeyleri O'ndan tenzîh eden kimselerle ilgili
olduğunu söylemek gerekir. Binâenaleyh bunların herbirı bu ayetin manasına
dahildir. Çünkü bunların hepsi de, Allah adına yalan söylemişlerdir.
Binâenaleyh ayetin sadece Cebriye ve Müşebbihe ile, yahut yahûdî ve
hristiyanlarla ilgili olduğunu söylemek caiz değildir" demişlerdir.
Bil ki eğer ayeti,
Kâdî (Abdulcebbâr'ın) dediği gibi, bu umûmî manasında anlarsak, ümmetin tekfiri
(kâfir olduğunu söylemek) gerekir. Çünkü Ümmet-i Muhammed'in fırkaları
arasında, Allah'ın sıfatları hususunda aralarında şiddetli bir ihtilaf bulunmayan
hiçbir fırka göremezsin. Baksana Ebû Hflşlm ve Ehl-İ Sünnet arasında, Allah'ın
sıfatlarıyla ilgili bir çok meselede ihtilaf meydana gelmiştir. Kâdî'nin
söylediği söze göre, bunlardan birini tekfir etmek gerekir.
Böylece ayette
zikredilen yalan söylemeyi, söylediğinin yalan olduğunu bile bile, kasten
gerçeğin aksini söylemek manasına almak gerekir. Bunun misâli Kureyş
kâfirleridir. Çünkü onlar, putların cansız olduklarını kesin olarak bildikleri
halde, onları ilah sayıyorlardı. Yine onlar, "Allah şunları haram
kılmıştır, şunları helâl kılmıştır" gibi bir inanca sahip olmamalarına
rağmen, "Allah bahîreyi, şaibeyi, vasîleyi ve Hâm'ı (M&Me, ıo3) haram
kılmıştır" diyorlardı. Halbuki bunu söyleyenler, yalan olduğunu bile bile
söylüyorlardı. Durum böyle olunca, ayetteki vaîdin, bu cahil, yalancı, sapmış
ve saptıran kimseler hakkında olduğunu söylemek daha uygun olur. Fakat bu
vâ'îdin maksadı sadece hak ve doğruluk olan, ama hatâ eden kimseler hakkında
olduğunu söylemek uzak bir görüştür.
[171]
İkinci Bahis: 8u, o
yalancıların yüzlerinde meydana gelen kararmanın nasıl olduğu konusundadır.
Doğruya en yakın olan şudur: Onların yüzlerinde meydana gelen bu kararma, diğer
kararmalardan farklı bir şeydir. Bu, kişinin Allah'a inanmadığına, Allah hakkında
iftira edip yalan söylediğine delâlet eden bir kararmadır. Derim ki: Cehalet
bir zulmet (karanlıktır). Zulmet, siyah olarak tahayyül edilir. Dolayısıyla
onların kalplerindeki siyahlık, onların yüzlerinin kararmasına sebep olmuştur.
Ayetin altında, Kıyamet halleriyle ilgili pek çok derin sırlar yatmaktadır.
Binâenaleyh Allah Teâlâ bu tehdidi zikredince, bunun peşinden vaadini de
getirerek, "Allah, ittikâ edenleri ... selâmete erdirir" buyurmuştur.
Kâdî, ayetteki
"ittikâ edenler" ifadesiyle, büyük günahların hepsinden korunan
kimselerin kastedildiğini, çünkü mutlak olarak zikredilen "ittikâ"
ile, ancak bu durumdaki kimselerin tavsif edilebileceğini söylemiştir. Ama
Kâdî'ye şöyle denilebilir: Senin halin gerçekten şaşırtıcı. Çünkü sen, "Allah
eğer bana hidayet etseydi, muttakflerden olurdum*' (Zumer. 57) ayetine bakarak,
"Allah'a karşı yalan söyleyenlerin Kıyamet gönü yüzleri, göreceksin ki
kapkaradır" ayetinin, "Allah eğer bana hidayet etseydi" diyen
kimselerle ilgili olması gerektiğini söylemiştin. Binâenaleyh aynı prensipten
hareketle, 'Allah'a karşı yalan söyleyenler..." ayetinin peşinden,
"Allah ittikâ edenleri... selâmete erdirir"ayeti gelince, bundan
muradın da, işte o yalandan korunan kimselerin olması gerekir. Dolayısıyla bu,
öyle yatan söylemeyen herkesin, 'Allah ittikâ edenleri ... selâmete
erdirir" vaadine dâhil olmasını ve senin, "ittikâ edenler" ile,
bütün büyük günahlardan korunanlar kastedilmiştir" şeklindeki sözünün
yanlışlığını gerektirir. Böylece taassubun, akıllı kimseleri bile, tenakuztu
şeyler söylemeye sevkettiği görülür. Hatta gerçek olan, senin, "Muttaki,
ittikâ (sakınma) İşini yapandır. Tek bir hususta bile bu işi yapanın ittikâ
ismini alabileceğini" söylemendir. İşte bu yoldan hareketle bizler,
"Mutlak emir, tekrar (yapmayı) ifade etmez" dedik. Hem sonra bu
ittikâ, bizzat bu ayette zikredilmem iştir. Binâenaleyh bunu, daha önce
bahsedilen şeyden ittikâ (sakınma) manasına hamletmek gerekir. Bahsi geçen şey
de, Allah adına yalan söylemektir. Böylece ayetin zahirinin, bu yalan söylemeden
korunan herkesin, ayetteki bu yüce vaadin kapsamına girmesini gerektirdiği
anlaşılır.
Daha sonraki ile
ilgili bir kaç mesele vardır:
[172]
Hamza, Kisaî ve
Âsım'ın râvisl Ebû Bekr, bunu cemî olarak diğerleri müfred olarak şeklinde
okumuşlardır. Vahidî, Ferrâ'nın, her iki kıraatin de doğru
olduğunu, çünkü Arapça'da, "Kavmin işi ortaya
çıktı" denildiği gibi, "Kavmin işleri ortaya çıktı" da
denilir" dediğini nakletmiştir. Ebû Ali el-Fârisî şöyle der: "Masdann
müfred olarak kullanılması gerekir. Cemî (çoğul) olarak kullanılır ise, bu
durumda söylenecek söz, "Masdarlar, ifade ettikleri şeylerin cinsleri
farklı farklı olduğunda cemî getirilebilirler" şeklindedir. Meselâ,
"Allah hakkında çeşitli "zanlar"da bulunuyordunuz"(Ahzâb, 10)
ayetindekİ "zanlar" böyledir. Çünkü her ittikâ eden için, değişik
"mefâze" (kurtuluş vesileleri) vardır.
[173]
Mefaze,
"fevz" kökünden, mef'ale vezninde bir masdar
olup, "fevz", saadet-mutluluk demektir. Buna
göre ayette
âdeta, "Kıyamet
günü kurtuluş, onların dünyada iken
yaptıkları
çeşitli hayır ve taatlarda bulunup, bunları elde etmeleri sebebiyle
olacaktır"
denilmektedir. İşte bu saadet, ayette
saadetin vaktini ve yerini ifade eden (İsm-i
zaman, ism-i mekan olan) "mefaze" kelimesiyle ifade
edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-t
Allah, ''Onlara hiçbir fenalık dokunmaz, onlar mahzun da olmazlar"
buyurmuştur. Bu adetâ, o kurtuluşun nasıl olacağını anlatan bir şey gibi olup,
sanki "Allah onları nasıl selâmete erdirmiş?" diye sorulmuş da, buna
cevap olarak, "Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da
olmazlar" buyuru! m ustur. Binâenaleyh bu, herşeyi içine alan bir
ifadedir. Çünkü kişi, kendisine artık hiçbir kötülüğün dokunmayacağını
anladığında, geçmişi elden kaçırmadan dolayı kalbinde yer alan o şeylerden, o
anda kalbi temizlenir. Böylece de, onun, bütün fenalıklardan kurtulduğu
anlaşılır. Allah Teâlâ'dan, lutf-u keremi ile bizleri de bu derecelere nail
kılmasını istiyoruz.
[174]
Ayet, Kıyamet günü,
mü'minler için hiçbir korku ve dehşetin olmayacağına delâlet etmektedir. Bu
husus, "Büyük korku ve dehşet onları mahzun etmez"(EnMya, ıo3>
ayetiyle destek butur.
[175]
"Allah, herşeyi
yaratandır ve herşeyin üstünde vekildir. Göklerin ve yerin
anahtarları O'nundur. Allah'ın ayetlerini inkâr
edenler, hüsrana uğrayanların
tâ kendileridir. De
ki: "Siz ey câhiller, bana, Allah'dan başkasına tapmamı mı
emrediyorsunuz?" Andolsun ki sana da, senden
evvelki peygamberlere de şu
vahyolunmuştur:
"Eğer bil-farz, Allah'a şirk koşarsan, muhakkak ki bütün
amellerin boşa gider ve şüphesiz hüsrana düşenlerden
olursun, öyle ise
Allah'a kulluk et ve
şükreden/erden o/"
(Zümer, 62-66).
Bil ki Allah Teâlâ,
vaad ve va'idlerini uzun uzadıya zikredince, yeniden tevhid ve ulûhiyyetinin
delillerine dönmüştür.
Ayetle ilgili bir kaç
mesele var:
[176]
(Ehl-i sünnet)
âlimlerimizin, Hak
Teâlâ'nın, kulların
amellerinin de yaratıcısı olduğu hususunda,
"Allah her şeyi
yaratandır"
ayetine tutunduklarını En'âm Sûresi (102.)
ayetin
tefsirinde anlatmış ve orada bu hususu, soru-cevap
tarzında iyice ortaya koymuştuk. Artık, burada, onları
yeniden anlatmaya gerek yok.
Ancak ne var ki,
Ka'bî, burada birkaç şeyden bahsetmiştir. Dolayısıyla biz de bunları
ele alıp, cevaplarını vereceğiz:
Ka'bî şöyle der:
"Allah, herşeyi yaratandır" ifadesiyle, kendisini övmüştür. Halbuki,
küfrü ve çirkin şeyleri yaratmakla övünülmez. Binâenaleyh, karşı tarafın (ehl-i
sünnetin) bu ayetle istidlal etmesi doğru olmaz. Hem, bu ümmetin içinde, kulların
amelleri hususunda bir ihtilâf yer almamıştır. Tam aksine, böylesi bir ihtilaf,
hastalıkların, yırtıcı hayvanların ve haseratın yaratılması meselesinde, bu
ümmet ile Mecûsî zındıklar arasında söz konusudur. Böylece Allah Teâlâ, bu
şeylerin de, mahlûkatından bir topluluk olduğunu beyân buyurmuştur. Hem, Hak
Teâlâ'nın, şu ayetlerinden dolayı, (küllün) kelimesi bazan umûmî bir mana
gerektir-meyebilir. "Kendisine her şey verilmiştir" (Nemi, 23)ve
"Herşeyi helak ec/er"(Ahkat.25). Yine, kulların fiillerini, şayet
Allah yaratmış olsaydı, "... ruhlarındaki hasetten ötürü ..."
(Bakara, 109) ifadesiyle, bunu, onlara isnad etmezdi. Ve yine, "Bu, Allah
katındandır derler, halbuki, Allah katından değildir" (aıi Imran, 78)
ayeti ise, "Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri biz boşuna
yaratmadık.."(Svi,zr) ifadeleri yerinde ve doğru olmazdı." Ka'bî'nin,
tefsirinde ele aldığı şeylerin tamamı bunlardır.
Cübbâi şunu demiştir:
"Kutlarının, kendisinde emir ve nehiy doğru olup, kendisinden ötürü, sevap
ya da ikâba müstehak oldukları fiilleri hariç, Allah her şeyin yaratıcısıdır.
Onlann fiilleri şayet Allah'ın yaratması olsaydı, tıpkı renkleri ve suretleri
sebebiyle olmadığı gibi, bu (yani ikâb, ya da sevâb) bunda da caiz
olmazdı."
Ebû Müslim ise şöyle
demiştir: "halk" kelimesi, îcab manasında olmayıp, takdir etmek
anlamındadır. Binâenaleyh, Allah Teâlâ, kullarının falanca fiili yaptığını
haber verdiğinde, muhakkak ki bu fiili takdir etmiş olur. Bu sebeple de, her ne
kadar îcâb edeni, olmasa bile, Allah Teâlâ'nın o fiili halkettiğinin söylenmesi
doğru olur."
Şunu bil ki biz, bu
açıklamalara verilen cevabı, daha Önce, En'âm Sûresi'nde genişliğine ele alıp
anlatmıştık. Buna vakıf olmak isteyen kimse, bu kitabın o kısmına müracaat
etsin. Allah en iyisini bilendir. v
cümlesinin manası şudur: "Bütün şeyler, varlıklar O'nun
vekâletindedirler. Ve Allah, herhangi bir çekişeni ve
ortağı olmaksızın, onları korumayı ve yönetmeyi üstlenmiş olandır." Bu
aynı zamanda, kulun fiilinin Allah tarafından yaratıldığına da delâlet eder.
Zira, kulun fiili şayet kendi yaratmasıyla meydana gelseydi o zaman bu fiil,
Allah'ın vekâletinde olmamış olurdu. O zaman da, Allah ona vekîl olmazdı. Bu
ise, ayetin umumî manasına aykırı düşer.
[177]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur" buyurmuştur ki bu,
"Allah Teâlâ, göklerin ve yerin hallerinin sahibi ve mâliki olup, onların
koruyucusu, muhafaza edenidir" demektir. Bu ifade, bir kinayedir. Çünkü,
hazineleri koruyup, onun işlerine bakan kimsenin elinde, o hazinelerin
anahtarları bulunur. Arapların, "Mülkün anahtarları, eline verilmiş olan
falanca kimse.." ifadesi de, bu kabildendir. Makâlîd kelimesi,
"anahtarlar" Mefâtîh anlamındadır. Keşşaf sahibi şöyle demiştir:
"Makâlîd kelimesinin, lafızdan müfredi yoktur." Bunun, kelimesinde
olduğu gibi, şeklinde kullanıldığı da söylenmiştir. Keşşaf sahibi,
"Kelimenin aslı, Farsça'dır. Ancak ne var ki, kavim onu Arapçalaştırınca,
o da Arapça bir kelime oluvermiştir" demiştir.
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın bu ifadesinin tefsiri hakkında söylenecek olanlar, O'nun, (En-Am,»)
ayetinin tefsirinde söylenmiş olanlara yakındır. Bu husustaki uzun açıklamalar
daha önce geçmişti. Denildiğine göre Hz. Osman (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'e
bu ayetin tefsiri hakkında sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurur:
"Ey Osman, bunu bana, daha önce kimse sormadı. Bunun tefsiri şudur:
"AUah'dan başka tanrı yoktur, Allah uludur. Allah'ı teşbih eder, O'na
hamd-ü senada bulunurum. O'ndan bağışlanmamı dilerim. Güç ve kuvvet, ancak
Allah'tandır. O, evveldir, ahirdir, zâhtdir, bâtındır; Hayır O'nun elindedir.
Diriltir ve öldürür. O her şeye kadirdir." Keşşaf sahibinin naklettiği,
işte bu kadardır.
[178]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, hüsrana uğrayanların ta kendileridir"
buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır:
[179]
Ayetin açık ifadesi,
kâfirden başka hüsrana düşenin olmamasını iktizâ eder. Ve bu, kâfir olmayan
herkes için, mutlaka Allah'ın rahmetinden bir pay ve nasibin meydana gelmesi
gerektiğine delâlet eder.
[180]
Keşşaf sahibi bir soru
îrâd ederek, İfadesinin ne ile irtibatlı olduğunu sormuştur. O buna, bu
ifâdenin,
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Allah, müttakileri selâmete erdirir" <zün»r, 61) ayetiyle
irtibatlı olduğunu söyleyerek cevap vermiştir. Yani, "Allah müttakileri, o
kazançları ile kurtarmış, selâmete erdirmiştir. Allah'ın ayetlerini inkâr
edenler ise, hüsrana uğrayanların ta kendileridir." Allah'ın, her şeyin
yaratıcısı oluşu ile, göklerin ve yerin anahtarlarının O'nun elinde oluşu hususları,
bu iki ifadenin arasına girmiştir.
Ben derim ki: Bu, şu
iki bakımdan zayıftır:
1) Matuf ile
matufun aleyh arasına, uzunca bir fasıla cümlesinin girmesi, uzak bir
ihtimaldir.
2)
"Allah müttakîleri, umduklanna nailiyyetleri sebebiyle selâmete erdirir"
izomer, 61) sözü bir fiil cümlesi; "Allah'ın ayetlerini inkâr
edenler..."
ayeti ise, İsim
cümlesidir. İsim cümlesinin, fiil cümlesine atfedilmesi caiz olmaz. Doğrusu,
bana göre doğruya en yakın olanı, şöyle denilmesidir: Allah kendisini, O'nun,
bütün şeylerin yaratıcısı olması ile, gökler ile yerin bütün anahtarlarına
mâlik olması demek olan, ulûhiyyet ve celâl sıfatları ile vasfedince, bundan
sonra da, "Bu apaçık ve kesin ayetleri inkâr edenler, hüsrana uğrayanların
ta kendileridir" buyurmuştur.
[181]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "De ki: "Siz, ey câhüler, bana, Allah'dan başkasına tapmamı mı
emrediyorsunuz?" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[182]
Ibn Amir bu kelimeyi
ya sakin olarak, iki nûn ile (te'murûnenî) şeklinde okumuştur. Bu
kelime, Şam
nüshasında da
böyledir. Vahidî, bunun asıl olduğunu
söyler.
İbn Kesir ise, birincisini sakin kılıp, ikincisine idğâm
etmek üzere, şeddeli nûn ile, (te'mürûnnl); Nâfî, iki
nûn'dan birisini hazfetmek
suretiyle, şeddesiz
tek nûn ile, (te'murûnî); diğer kıraat imamları ise,
şeddeli ve kesreti bir nûn ile şeklinde okumuşlardır.
[183]
ifadesi, fiilinden
ötürü, (onun mefûlü olarak)
mansûbtur. JjyV kelimesi ise, mu'tarize cümlesidir.
Kelâmın manası,
"Sizin emrinizle ben, Allah'dan başkasına
mı tapacağım?" şeklindedir. Bu, müşrikler Hz. Peygamber (s.a.s)'e
"Sen bizim bazı
ilahlarımıza boyun
eğ; biz de senin İlâhına iman edelim" dedikleri zaman olmuştur.
Ben diyorum ki: Bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı
Hakk'ın, "De ki: "Gökleri, yeri
yoktan var eden ...
Allah'dan başkasını mı tann edinecek misim ben?" {En'&m, mj
ayetidir. Biz, fiilin başa geçmesindeki hikmetin ne
olduğunu o ayetin tefsirinde
anlatmıştık.
[184]
Cenâb-ı Hak onları,
cehaletle nitelemiştir. Çünkü, ilâhın, eşyayı yaratıcı olmakla ve göklerin ve
yerin anahtarlarının
maliki olmakla
nitelenmiş olduğu; bu putların ise, herhangi bir zarar ve faydası olmayan
birtakım cansız varlıklar olduğu açıktır. Binâenaleyh kim, bu mukaddes ve yüce
sıfatları taşıyan İlâha ibadet etmekten yüz çevirir de, o değersiz nesnelere
ibâdet ederse, cehalette, artık daha fazlası mümkün olmayan bir dereceye varmış
olur... İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "Ey, o cahiller"
buyurmuştur. Onları, bu şekilde nitelemenin burada uygun olduğu hususunda ise,
hiç şüphe yoktur.
[185]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Andolsun ki sana da, senden evvelki peygamberlere de şu
vahyolunmuştur: "Eğer bilfarz Allah'a şirk
koşarsan, muhakkak ki bütün amellerin boşa gider ve şüphesiz hüsrana
düşenlerden olursun..." buyurmuştur. Bil ki, "amellerin habtı, boşa
gitmesi" hususunda, kuvvetli delilleriyle beraber tam açıklamayı bu
husustaki şüphelere dair verdiğimiz cevapları, Bakara Sûresi'nde ele almıştık.
Binâenaleyh, tekrarlamıyoruz. Keşşaf sahibi, meçhul olarak, şeklinde okunduğunu
ve bunun, yâ ve nûn ile de okunduğunu söylemiştir. Buna göre mana, "Ya,
Allah geçersiz kılar, siler; ya da şirkiniz amellerinizi siler, geçersiz
kılar" şeklinde olur. Bu ifadeyle alâkalı birkaç soru vardır:
Birinci Soru: Aynı
anda hem Hz. Muhammed (s.a.s)'e, hem de ondan Öncekilere vahyedilme işi nasıl
düşünülebilir?
Cevap: Ayetin takdiri
olup, "Faraza, şirk koşman halinde, amellerin boşa çıkar, diye sana
vahyolundu. Nitekim, bu, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuştu"
demektir, yahut kelâmın takdiri olup, "Sana ve senden Öncekilerden
herbirine vahyolundu ki şayet şirk koşarsan amellerin boşa çıkar"
demektir. Bu senin tıpkı, "Herbirimize bir hülle elbise giydirdi"
manasına gelmek üzere (yani, o nesnenin tekil olması mümkündür. Zira her şahıs
için bir elbise söz konuludur) demen gibidir.
İkinci Soru: Bu ayette
geçen iki lâm arasındaki fark nedir?
Cevap: Birinci lâm,
mahzûf olan kasem için gelmiş olan lâm; ikincisi de, İn şart edatının cevabında
gelmiş olan iâm'dır.
[186]
Üçüncü Som: Allah
Teâlâ, peygamberlerinin müşrik olmayacağını ve böylece de amellerinin boşa
çıkmayacağını bildiği halde, bu söz nasıl doğru olur?
Cevap: Cenâb-ı Hakk'm,
"Şirk koşarsan, amelin boşa gider" ifadesi, kaziyye-i şartıyyedir
(şarta bağlı bir hükümdür). Kaziyye-i şartıyyenin doğruluğundan, kendisini
meydana getiren cüzlerinin de doğru olması sonucu çıkmaz. Baksana, senin,
kendisini meydana getiren her bir cüz'ün doğru olmamasına rağmen, "Şayet
beş rakamı, çift sayı olsaydı, o zaman eşit bir şekilde bölünebilirdi"
şeklindeki sözün, doğru bir cümledir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Eğer gökte
ve yerde Allah 'dan başka tanrılar olsaydı onların İkisi de muhakkak ki harap
olup gitmişti" (Enbtya. 22» buyurmuştur. Bu sözün doğru olmasından, yer
ile gökte başka ilâhların bulunduğu ve yer ile göklerin fesada uğradığı sonucu
çıkmaz.
Dördüncü Soru:
Ayetteki "ve şüphesiz hüsrana düşenlerden olursun" cümlesinin manası
nedir?
Cevap: Peygamberlerin
ve resullerin taatlerinin başkalarının taatlerinden üstün olması gibi, onlardan
sudur eden kabahatler de, aynen bunun gibidir. Binâenaleyh, onlardan böylesi
bir kabahatin sudûrunun farzedilmesi halinde, Cenâb-ı Hakk'ın, "O takdirde
ise biz sana hem hayatın, hem de ölümün katmerli (acısını) sana taddmrdık
muhakkak" (Isra, 75) ifadesinden dolayı, bu
çirkinlik, daha çirkin ve kabîh olmuş olurdu. Böylece de mana, "Ondan
meydana gelen şirk, kat kat olmuş olurdu" şeklinde olur. Ondan böylesi bir
şeyin meydana geldiğinin kabul edilmesi halinde de, bu Allah'ın gazâblanmasına
daha fazla sebep olurdu.
Bil ki, Allah Teâlâ,
böyle bir mukaddimede bulununca, maksadının ne olduğunu ifade ederek "Öyle
ise Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol" buyurmuştur. Ki, bundan
maksadı da, o müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.s)'e, ilâhlarının bir kısmını kabul
etmesini emretmiş olduklarını dile getirmektir. Buna göre Hz. Peygamber
(s.a.s), sanki, "Siz bana, ancak Allah'dan başkasına tapmamı
emrediyorsunuz..." demek istemiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki:
Siz, bana, Allah'tan başkasına tapmamı mı emrediyorsunuz!" ayeti, o
müşriklerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, Allah'tan başkasına ibadet etmesini teklif
ettiklerini ifade etmektedir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onlar ne
kötü söylediler! Ne var ki sen, onların dediklerinin tam zıddı üzeresin.
Öyleyse, Allah'tan başkasına ibadet etme.." demiştir. Bu böyledir, çünkü
Cenâb-ı Hakk'ın, "Öyle ise Allah'a kulluk et.." ayeti, hasr ifade
eder. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "ve şükredenlerden ol" buyurmuştur ki,
bu, "o seni, ancak, kâmil anlamda kadir, alîm ve hakîm olan bir ilâha
ibadet etmeye sevkettiği ve seni, kendisi dışında kalan herhangi bir şeye
ibâdet etmekten yüz çevirmeye yönelttiği için, şükredicilerden ol"
demektir.
[187]
"(Müşrikler),
Allah'ı hakkıyla takdir etmediler. Halbuki, Kıyamet günü, arz, toptan (ancak)
O'nun kabzasmdadır. Gökler de, O'nun sağ eliyle, (toplanıp)
dürülmüşlerdir. O, müşriklerin (kendisine) koşmakta
oldukları ortaklardan münezzehtir, çok yücedir. (Birinci) sûr'a üfürülecek;
artık, Allah'ın diledikleri
müstesna olmak üzere,
göklerde ve yerde kim varsa, düşüp ölecektir. Sonra ona, bir daha
üfürülecektir. O anda görürsün ki, (ölüler dirilip), ayakta
bakımp duruyorlar. (Haşk) yeri Rabbinin nuruyla
aydınlandı. Kitap, konuldu. Peygamberler ve şahitler getirildi. (Allah'ın
kulları) arasında, onlar asla
haksızlığa
uğrattlmayarak, hak ile hükmolundu. Her kişi, ne yaptıysa, karşılığı tastamam
ona ödendi. Ne yapıyorlar idiyse, (zaten) O, çok iyi bilendir"
(Zümer, 67-70).
Bil ki Allah Teâlâ,
müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.s)'e putlara tapmayı teklif ettiklerini
nakledip, daha sonra da onların görüşlerinin fesadına delâlet eden delilleri
getirip, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, kendisine ibadet etmesini emredip, O'ndan
başka şeylere ibadet edemeyeceğini söyleyince, o müşriklerin, Allah'ı gerçek
manada tanımış olmaları halinde, bu değersiz nesneleri, ibâdette kendisine
ortak koşamayacaklarını beyan ederek, "(Müşrikler), Allah'ı hakkıyla
takdir etmediler" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[188]
Bazı kimseler,
insanların Allah'ın hakikatini
bilip
anlayamayacaklarına dair
bu ayetle istidlal
ederek,
"Çünkü, Allah'ın,
"Allah'ı hakkıyla takdir etmediler" sözü
bu manayı ifade etmektedir" demişlerdir, ama biz,
ayetin
ifade ettiği durumun, kâfirlerin
hallerini nitelemesi olduğunu; kâfirleri bu şekilde
vasfetmeden dolayı mü'minlerin vasfının da böyle
olduğu neticesinin çıkmayacağını
anlatmıştık.
Binâenaleyh, bu söz sakıttır, düşer.
[189]
"O'nu, hakkıyla
tazim edip ululayamadılar"
manasında olup, bu ayet şu üç sûrede, yani En'âm, Hacc ve bu sûrede
geçmektedir.
Bil ki Allah Teâlâ, o
müşriklerin, kendisini kendisine yakışır bir biçimde ululayıp tazim edemediklerini
beyan buyurunca, kendisinin azametinin kemâline, celâlinin sonsuzluğuna delâlet
eden şeyi getirerek, "Halbuki, Kıyamet günü, arz toptan (ancak) O'nun
kabzasmdadır. Gökler de, O'nun sağ eliyle (toplanıp) dürüîmüşlerdir"
buyurmuştur. Kaffâl, bu ayetin, tıpkı bir kimsenin, "Sen beni gerçek
manada takdir edemedin; ben, şöyle şöyle yapan zâtım" demesine
benzediğini; yani, "Benim halimin ve vasfımın, bahsettiğim şekilde
olduğunu buseydin, beni, değerimden ve bulunmam gereken makamdan aşağı
düşürmemen gerekirdi.." demek olduğunu; bunun bir benzerinin de,
"Allah'a nasıl olup da küfrediyorsunuz? Halbuki siz ölüler iken, O (sizi)
diriltti..." (Bakara, 28) ayeti olduğunu; bunun da, "Vasfı ve
mülkünün durumu böyle olan bir zâtı nasıl inkâr edebilirsiniz?" demek
olduğunu söylemiştir. Binâenaleyh, burada da mana, "Onlar, Allah'ı
hakkıyla tazim edemediler. Çünkü, ortakları olduğunu, yer ve gökler O'nun
kabzasında olmasına rağmen, O'nun ölüleri diriltemiyeceğini iddia ettiler"
şeklinde olur.
Keşşaf sahibi şöyle
der: "Ayetin bu ifâdesini olduğu gibi ele aldığında, bu ayetin maksadının,
O'nun azametini tasvir etmek ve ayetteki kabza "avuç", yemin
"sağ el" lafızlanyla, hakikat ya da mecaz cihetine gitmeden, O'nun
azametinin künhüne işaret onları buna
vakıf kılmak olduğunu (görürsün).
Bir yahudinin, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e gelerek, "Ey Ebâ'l-Kâsım, Allah Kıyamet gününde,
gökleri bir parmağı üzerinde, yerleri bir parmağı üzerinde, dağları bir parmağı
üzerinde, ağaçları bir parmağı üzerinde, toprağı bir parmağı üzerinde ve diğer
mahlûkatı bir parmağı üzerinde tutup, sonra da bunları sallayarak,
"Hükümdar benim ben!" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),
yahudinin bu sözüne şaşarak güler" şeklinde rivayet edilen haber de bunun
gibidir." Keşşaf sahibi sözüne devamla şöyle der: "Arabın en fasihi
olan Hz. Peygamber, yahudinin bu sözüne, maddi manada, "tutmak,
"parmak" "sallamak" gibi şeyler düşünmeksizin beyân
alimlerinin anladığı şeyi anladığı için gülmüştür. Ancak ne var ki, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in anlayışı, her şeyden Önce, apaçık bir kudrete delâlet
etmek demek olan; vehimlerin, hakkında hayrete düştüğü; zihinlerin künhüne
vakıf olamadığı o büyük şeylerin, O'na basit olduğu, şeklinde anlamıştır. Biz,
beyan ilminde bundan daha ince ve bundan daha hafif bir konu göremiyoruz."
[190]
Keşşaf sahibine şöyle
denebilir: Sen, sözde aslolanın, onu hakiki manasına hamletmek olduğuna; hakiki
manadan, mecazî manaya ancak, o sözü hakikî manasına hamletmenin imkânsız
olduğuna; dolayısıyla da onu mecazi manasına hamletmek gerektiğine dair delil
bulunduğunda başvurulacağını kabul ediyor musun? Eğer o, bu esası kabul
etmezse, bu durumda Kur'ân, tamamiyle bir hüccet olmaktan çıkar. Çünkü herkes,
"Falanca ayetin maksadı, şu ve şudur, ama, ben o ayeti şu gayeye hamlediyor,
zahirine iltifat etmiyorum" diyebilir. Bunun misâli, cennetliklerin
mükâfaatı, cehennemliklerin de cezası hakkında gelmiş olan ayetlere tutunarak,
bir kimsenin, "Bu ayetlerin gayesi, itaat edenlerin mutluluğa
ereceklerini; günahkârların da bedbaht olacaklarını beyandır. İşte bu ayetleri,
mutluluk ve mutsuzluk manasına alıyor; cennetteki yeme, içme .. vb. hallere
dair hiçbir şey kabul etmiyorum" diyebilmesidir.
Yine bir kimse,
namazın farz olduğunu isbat için varit olmuş olan ayetlere tutunarak,
"Bunların maksadı, zikrullah ile kalbi nurlandırmanın gerekli olduğunu
belirtmektir. Bense, işte bu kadarla yetiniyor ve bu hususî ve muayyen amelleri
gerekli görmüyorum" diyebilir. Bu, iki misaldeki sözü iyice anladığında,
buna, usûlî ve fer'î olan diğer meseleleri de kıyasla. Bu durumda Kur'ân, usulî
ve fer'î meselelere dair bir delil olmaktan çıkar ki, bu kesinlikle bâtıldır.
Ama, Keşşaf sahibi, Kur'ân ilminde aslolanın, "Kelâmda aslolanın, onu
hakiki manaya hamletmek olduğuna; hakikî manaya hamletmenin imkânsız olduğuna
dair ayrı bir delilin bulunması halinde, bu sözü mecazi manaya sarfetmenin
gerekli olacağına; eğer bu noktada, birden fazla mecazî mana bulunuyorsa,
bunlardan sadece birisine hamletmenin gerekli olduğuna dair de delil
bulunmuyorsa, o zaman muayyen bir mecazi manaya hamled ilemeyeceğin i kabul
ediyorsa, şimdi biz diyoruz ki: Ayetteki, kabza ve yemîn lafızları, o hususî
muayyen lafızlar hakkında, hakikî manadadırlar. Binâenaleyh, senin bu sözü bu
manadan alman, ancak, bu lafızları zahirî manâlarına hamletmenin imkânsız
olduğuna dair delil getirdiğinde mümkün olur. Bu durumda da bunları, çeşitli
mecazî manalara hamletmek gerekir. Daha sonra delil ile sen, falanca manayı, o
hakiki manadan mecaz kılmanın doğru olduğunu beyan
edersin. Daha sonra da, yine delile dayanarak, bu mecazî mananın da
diğerlerinden daha evlâ olduğunu beyân edersin. Bu mukaddimelerin ve bunların
sırasının, İşte bu şekilde olduğu sabit olunca, bu tahkik ehlinin kendisine
itimat ettiği, sahih ve doğru bir yöntemdir. Sen ise bu konuda, yeni bir metod
ortaya koyamadın ve ilginç bir şey söyleyemedin. Tam aksine, söylediklerin
tahkik ehlinin söylediği ile aynı şeydir. Böylece, Keşşaf sahibinin,
kendisinden başkasının bilmediği bir yöntemi bulmuş olmasından dolayı izhâr
ettiği sevincin, yanlış bir yönteme dayandığı; manalara vukûfiyyetin azlığını
gösterdiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh, bu hususta biz gerçek yönteme
başvuruyor ve şöyle diyoruz: "Kabza ve yemîn lafızlarının, bu uzuv ve
organları hissettirdiğinde herhangi bir şüphe yoktur. Ancak ne var ki, Allah
Teâlâ hakkında birtakım uzuv ve organların düşünülmesinin imkânsızlığına dair,
aktî deliller vardır. Binâenaleyh, uzuv ifade eden bu kelimeleri çeşitli mecazi
manalara hamletmek gerekir.
Bu sebeple biz diyoruz
ki: Birisi bir kimsenin emri ve idaresi altında olduğunda, "Falanca,
falancanın kabzasındadır" denilir. Cenâb-ı Hak da, "Şu var ki
zevcelerine, yahut sağ ellerinin mâlik olduklarına müstesna.."(Mü'minûn,
6) buyurmuştur ki, bu ifadeyle, onun memlûkü olduğu kastedilmiştir. Yine,
"Bu ev, falancanın elindedir"; "Falanca, el sahibidir"
denilir ki, bütün bunlardan, "kudret" manası kastedilir. Fukaha,
(alışverişin) şartlan bahsinde, "Falanca, şunu kabzetti ve o onun
kabzasında oldu.." ifadesini kullanırlar ve bununla, onun ona malik olduğu
manasını kastederler. Bu lafızları, hakiki manalarına hamletmenin imkânsızlığı
sabit olunca, bu gibi naslan, manasız olmaktan (ta'tîl) muhafaza etmek için,
mecazî manalarına hamletmek gerekir ki, işte bu konudaki gerçek söz budur:
Bizim, "Tesîsu't-takdîs" adını verdiğimiz, Cenâb-ı Hakk'ın cisim
olmaktan ve mekânda bulunmaktan tenzih edilmesi gerektiği hakkında, müstakil
bir kitabımız vardır. Bu konuda iyice malumat sahibi olmak isteyenler, oraya
müracaat etsinler.
[191]
Bu mesele, ayetin
ihtiva ettiği lafızların tefsiri hakkındadır. Ayetteki arz kelimesinden,
yedikat yer kastedilmiş olup, bunun delilleri şunlardır:
1) Ayetteki, "toptan" sözü.. Çünkü bu
tekidin ancak, çoğul kelimeler hakkında yapılması doğrudur. Bunun bir benzeri
de, (aiı imran, ra,) (Nûr. 31) (K*f, 10) ve (Asr, 2-3) ayetleridir. Çünkü
müfret lafızlarla kullanılan diğer cemi kelimeler, müfret kelimelerden çoğul
manası kastedildiğine delâlet eder. İşte burada da böyledir.
2) Cenâb-ı
Hak bundan sonra, "Gökler de (...) dürülmüşlerdir" buyurmuştur.
Binâenaleyh, arz kelimesiyle, yedi kat yerin kastedilmiş olması gerekir.
3) Burası,
tazim ve telkîn yeridir. Binâenaleyh bu, mübalağa manasını iktizâ eder.
Ayetteki kabza
kelimesine gelince, bu kabd kökünden masdar-i binâ-i merre olup bir defa olmaya
delâlet eder. "Binâenaleyh o
peygamberin
izinden bir avuç (toprak) aldım.. "(Tâhâ, 96) buyuru İm ustur. Damme ile,
kubza kelimesi ise, ele geçirilen miktar, şey anlamındadır. Yine, masdar ile ad
verilip ele geçirmek manası kastedilerek, "Bana şundan bir avuç
ver..." denilir. Buna göre mana, "Yerlerin tümü, O'nun kabzasıdır.
Yani, "Bu yerlerin tümü Cenâb-ı Hakk'ın kabzalarından bir kabza (bir
avuç)dır, Bu da, "Bunca büyüklüklerine ve genişliklerine rağmen yerler,
Cenâb-ı Hakk'ın avuç lam al arından sadece bir avuç miktarına
ulaşabilirler.." demektir. Kubza manasının murad edilmesine gelince, bu
açıktır. Çünkü mana, "Yerlerin tümü, Cenâb-ı Hakk'ın tek bir avucuna
aldığı şey kadardır" demektir.
İmdi, eğer; "Bu
ifadeyi nasb ile, isjaŞ (kabzatehû) şeklinde okuyan kimsenin kıraatinin izahı
ne şekilde yapılır?" denilirse, biz deriz ki, bu kıraat bu kelimeyi zarf,
yani kendisinden harf-i cenin hazfedildiği bir kelime kabul etmiştir. Ayetteki
matriyyat, yaymanın zıddı olan tayy (dürmek) kökündendir. Nitekim Cenâb-ı Hak
"O günü ki biz göğü, kitapların sahifesini dürüp büker gibi, düreceğiz..'
(Enbiyâ, 104) buyurmuştur, Defteri düren kimsenin, (genelde) örfü, âdeti ise,
onu sağ eliyle (yemîn) dürmesidir.
[192]
Keşşaf sahibi ayrıca
şöyle der: "Ayetteki kelimesinin, O'nun mülkü; kelimesinin de, O'nun
kudreti manasında olduğu ileri sürülmüştür. ifadesinin manasının da,
"O'nun yemini sebebiyle yok olmuşlardır. Çünkü O, onları almaya yemin
etmiştir" şeklinde olduğu ileri sürülmüştür." Keşşaf sahibi bu
izahları yapınca, bunlardan birinci görüşe dönerek, "Bunlar, tutuk ve
bozuk izahlardır. Ayetin bu İfadesini sırf temsile ve teşbihe hamletmek daha
evlâdır" der ve bu sözü izah hususunda genişçe izahatta bulunur.
Ben de diyorum ki: Bu
adamın, kendi metodunun güzel, eskilerin metodlarının çirkin olduğunu söylemeye
cüret etmesindeki bu tutumu, cidden şaşırtıcıdır. Çünkü, eğer ona göre, delil
olmadan lafzın zahiri terkedilebiliyor ve mecazî manaya gıdilebiliyorsa, bu
Kur'ân'ı ta'n etmek ve onu hiç bir hususta delil saymamaya gitmek demektir. Yok
eğer inancı ve mezhebi, "kelâmda aslolan hakikattir; hakikî manada ise,
ancak ayrı bir delil bulunduğunda vazgeçilebilir" şeklinde ise, işte bu,
eskilerin çoğunluğunun uyguladığı yolun ta kendisidir, öyleyse, daha onun,
ancak kendisinin bildiğini iddia ettiği söz nerede? Ve yine, başkasının değil
de, kendisinin bildiği ilim nerede? Şurası da bir gerçek ki, kendisi de, zor
tevillere ve düşük ifadelere yönelmiştir.
Eğer onlar,
"Bundan maksad, delil, ayetteki "kabza" ve "yemin"
kelimelerinden, bu uzuvların kastedilmediğine delâlet edince, bizim bu kadarla
yetinmemiz ve bundan ne kastedildiği işiyle meşgul olmayıp, bunu Allah'a havale
etmemizdir" derlerse, biz deriz ki: İşte bu, "Biz, bu lafızlardan o
uzuvların kastedilmediğini biliyoruz. Bunlarla kasdedilen manayı belirlemeye
gelince, bu hususu Allah'a havale ediyoruz" diyen mü'minlerin yolunun tâ
kendisidir. Bu yol, te'villere yanaşmayan selef yolunun tâ kendisidir. Böylece
bu adamın yaptığı te'villerin içinde hiçbir faydanın olmadığı sabit olur. Allah
en iyi bilendir.
Bil ki Allah Teâlâ,
biraz önce geçtiği gibi kendi azamet ve ululuğunu beyan edince, "O,
müşriklerin (kendisine) koşmakta oldukları ortaklardan münezzehtir"
buyurmuştur. Bu, "Akılların ve gönüllerin, O'nun ululuğunu anlatmakta âciz
kalıp, şaşkınlığa düştüğü bu kahir, ulu, kadir; putların ma'bûdiyyette
kendisine ortak koşulmalarından münezzeh ve yücedir" demektir.
[193]
Eğer, "Bu söz
hususunda birkaç açıdan soru yöneltilebilir:
a) Arş, hem
yedi kat gökten, hem yedi kat yerden daha büyüktür. Cenâb-ı Hak, Arş'ı
anlatırken, "Ogün Rabbinin Arş'ını o meleklerin üzerinde, sekiz (melek)
taşır" (Hakka. 17) buyurmuştur. Melekler büyük Arş'ın taşıyıcıları olarak
nitelendiklerine göre, Allah'ın büyüklüğü, O'nun göklerin ve yerin taşıyıcısı
olmakla nasıl ölçülebilir?[194]
b) Ayetteki,
"Kıyamet günü arz toptan (ancak) O'nun kabzasmdadır. Gökler de O'nun sağ
eliyle (toplanıp) dürüimüşlerdir" ifadesi, sadece Kıyamet günü olacak bir
durumu anlatmaktadır. Halbuki müşrikler bunu görüp müşahede etmemişlerdir.
Dolayısıyla bu hitap eğer peygamberleri tasdik edenlere ise, bunlar zaten,
putların Allah'a ortak olamayacaklarına inanmaktadırlar. Binâenaleyh bu delilin
bunlara getirilmesinin bir manası yok. Yok eğer bu hitap, yerin tamamının
Cenâb-ı Allah'ın kabzasında olmasını inkâr ederlerken, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğini de yalanlayanlara ise, o zaman bu ayet İte, şirk inancının
bâtıl olduğuna istidlal edilemez..?
c)
"Kebza" ve "yemin" kelimeleri hakkında söyienilebilecek son
söz, bu büyük ecrâmı muhafazaya, tam ve mükemmel bir kudretin bulunduğunu ifade
etmektir. Kıyamet günü, bu büyük kütleleri tutmak, ancak Allah'ın kudretiyle
olduğu gibi, şu anda da böyledir. Dolayısıyla bu durumun sadece Kıyamet günü
olacağını söylemenin hikmet ve manası nedir?
Bunlardan birincisine
şöyle cevap veririz: Ululama dereceleri pek çok olup, ilki, Allah'ın ululuğunu,
bu büyük kütleleri muhafazaya kadir oluşuyla anlatmak, sonra da, yine O'nun
ululuğunu, Arş'ı taşıyan melekleri yönetimi altında bulundurmaya kadir oluşuyla
anlatmaktır.
İkinci soruya şöyle
cevap veririz: Maksad, Hak Teâlâ'nın bu zamanda, gökleri ve yeri mamur
(düzenli) bir şekilde devam ettirmeyi üstlenmesi, kıyamet günü de, göklerin ve
yerin harap ve yok edilmesini üstlenmesidir ki bu, hem varetme, hem de yoketme
hususunda tam ve mükemmel bir kudretin O'nda bulunduğuna delâlet ettiği gibi,
aynı zamanda O'nun mutlak manada herşeyden müstağni olduğuna da dikkat
çekmektir. Çünkü bu, O'nun, yeri harap etmek istediğinde yapacağı işin,
avuçladığı gibi birden yere çalıp imha etmekten ibaret olduğuna delâlet eder.
Bu da, Cenâb-ı Allah'ın tam manada, herşeyden müstağni olduğuna delâlet eder.
Üçüncü soruya da şöyle
cevap verebiliriz: Hak Teâlâ bu hususun, dünyayı mamur ederken, var edişteki
kudretinin mükemmelliğinin ortaya çıkışı gibi, dünyayı yokederken de kudretinin
mükemmelliğinin ortaya çıkmasına delâlet etsin diye, bu işin Kıyamet günü
olacağını söylemiştir. Allah en iyi bilendir.
[195]
Bil ki Allah Teâlâ,
biraz önce geçen şeyler ile, azametinin mükemmelliğini anlatınca, bunun
peşinden yine kudret ve azametinin mükemmelliğine delâlet eden, başka bir şeyi
daha zikretmiştir. Bu da, Kıyamet gününün emareleri olan şeylerin
anlatılmasıdır. Çünkü sûr'a üfleme işi, o günden önce olacaktır. İşte bu
sebeple, Hak
Teâlâ, "(Birinci)
sûr'a üfürülecek; artık, Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere, göklerde ve
yerde kim varsa, düşüp ölecektir. Sonra ona bir daha üfürülecek. O anda
görürsün ki (ölüler dirîlip), ayakta bakmıp duruyorlar" buyurmuştur.
Alimler kelimesinin manası hususunda
değişik şeyler söylemişlerdir:
1)
Kimileri, bunun "ölme" manasına
olmadığını söylemiş, delilinin ise, Hak Teâlâ'nın, Hz. Musa (a.s) hakkında, o
Ölmediği halde, "Musa bayılıp düştü"[km, 143) ayetinin olduğunu,
dolayısıyla bunun, alabildiğine bir dehşete sebep olan nefhâ (üfleniş) olduğunu
söylemişlerdir. Böyle olması halinde, sûr'a "sa'k" için üflenişi ile,
"feza" için üflenişten aynı şey kastedilmiştir. "Feza" için
sûr'a üfleniş de, Nemi, 87 ayetinde bahsedilmiştir. Bu görüşe göre, sûr'a
üfleme işi iki kere olacaktır.
[196]
2)
"Sa'lka", ölüm demektir. Bu görüşte olanlar "Onların bu
dehşetten ve şiddetli sesten ötürü öldüklerini" söylerler. Böyle olması
halinde, sûr'a üfleniş şu üç defada olacaktır:
a) Nemi 87.
ayette bahsedilen feza' (dehşet) üflenişi,
b) Sa'lka
üflenişi,
c) Kıyam
üflenişi. Son ikisi, bu ayette mevzubahs edilmiştir.
[197]
Ayetteki,
"Allah'ın diledikleri müstesna" ifadesiyle ilgili şu izahlar yapılmıştır:
1) Ibn Abbâs
(r.a), "Cebrail, Mikall, İsrafil ve Ölüm Meleği (Azrail) (a.s)'lar hariç,
sâ'ika üflenişinde bütün göklerde ve yerde olanlar ölürler. Daha sonra Allah
Teâlâ, Mikâîl ve İsrafil (a.s)'i de öldürür, geriye Cebrail (a.s) ile ölüm
meleği kalır. Daha sonra da Cebrail (a.s)'i öldürür" demiştir.
2) Bunlar, Hak Teâlâ'nın, "Aksine (o
şehidler) diridirler ve Rableri katında nziWanc/ın/maAfacfir/ar"
(AHimranıi69) ayetinde bahsedilen şehidlerdir. Ebû Hureyre
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Bu ayette
bahsedilenler, kılıçlarını Arş'm etrafına asmış şehidlerdir'
[198]buyurduğunu
rivayet etmiştir.
3) Câblr
(r.a), "Ayette istisna edilen Musa (a.s)'dır. Çünkü o bir kere,
"sa'k"a uğramıştır. İkinci kez uğramayacaktır" demiştir.
4) Bunlar,
huriler ile Arş ve Kürsî'nin sakinleri meleklerdir.
5) Katâde,
"Bunların kim olduğunu en iyi bilecek olan Allah'dır. Bunların kim olduğu
hususunda Kur'ân'da ve hadislerde bir bilgi yoktur" demiştir.
[199]
Daha sonra Hak Teâlâ,
Sonra ona bir dana üflenecek. O anda görürsün ki (ölüler ditilmiş), ayakta
bahnıp duruyorlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis var:
Birinci Bahis: Ayetin
lafzı, bu üfleyişin, birinci üfleyişten sonra olduğunu göstermektedir. Çünkü
"sümme" kelimesi, sonralığı ifade eder. Hasan el-Basri, "Kur'ân,
bunun birinci üfleyiş olduğuna delâlet eder. Hz. Peygamber (s.a.s)'den, bu iki
üfleyiş arasında "kırk" olduğu rivayet edilir. Ben bunun kırk gün mü,
kırk ay mı, kırk yıl mı, kırk bin sene mi olduğunu bilemem" demiştir.
İkinci Bahis: Ayetteki
"uhrâ" (bir daha) kelimesinin takdiri, "Sûr'a bir defa üflendi,
sonra bir defa daha üflendi" şeklindedir. Uhra kelimesi nefha (üfleme)ye
delâlet ettiği için ve bu husus açık olduğu için, bu "nefha"nın hazfi
yerinde olmuştur.
Üçüncü Bahis:
Ayetteki, "O anda görürsün ki ayakta bakınıp duruyorlar" ifadesi,
"Onların kabirlerinden kalkışları, bu üfleyişin hemen peşinden, derhal,
araya fasıla girmeksizin olmuştur" manasına gelir. Çünkü bu ifadenin
başındaki "fâ" edatı fâ-ı ta'kîbiyyedir.
Dördüncü Bahis: Ayetteki
"bakınıp duruyorlar" ifadesiyle ilgili şu iki izah yapılır:
a) Onlar,
ansızın büyük bir hâdise ile yüzyüze geldikleri için, gözlerini etrafa, tıpkı
şaşırmış bir kimsenin çevirişi gibi çevirirler.
b) Onlar, ne yapacaklarına bakar, düşünmeye
başlarlar. Ayetteki "kıyam" (ayakta durmanın), kendilerini bürüyen
şaşkınlık ve dehşetten ötürü, oldukları yerde çakılıp kalma, donup kalma
manasında olması da mümkündür.
[200]
Cenâb-ı Allah, bu iki
üfleyişi anlatınca," "Ver, Rabbisinin nuruyla aydınlandı"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:
[201]
Bu ifadede
geçen "Yeryüzünün başka
bir
yeryüzüne dönüştüğü günde..."
(fennim. 48) ve "Yer ve
dağlar
yerlerinden kaldırılıp bir çarpışta hepsi
toz
haline getirilir" (H«kkE, 14)
ayetlerinin delâlet ettiği gibi, şu anda üzerinde oturulan yeryüzü olmayıp,
aksine haşir için, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı bir başka yerdir.
[202]
Mücessime "Allah
Teâlâ sırf nurdur. Binâenaleyh Allah
orada,
kulları arasında hükmetmek için bakındığında, orası,
Allah'ın nuruyla aydınlanır" der ve bu hususu,
"Allah
göklerin ve yerin nurudur" <Nûr,
35) ayetini delil getirirler.
Bil ki Mücessime'nin
bu şüphesine şu bakımlardan cevap verilir:
1)
Nûr, 35 ayetinin tefsirinde, Hak Teâlâ'nın,
gördüğümüz bu nurlar cinsinden bir nur olmasının mümkün olmadığını, ayetteki
"nûr"u hakikî manasına hamletmek caiz olmayınca, mecazî olarak
"adalet" manasına hamletmek gerektiğini anlatmıştık. Dolayısıyla bu
noktada "nûr" lafzının bu manada kullanılabildiğini izah edip, sonra,
bu "nûr" İle ancak bu mananın kastedilebileceğini anlatalım:
[203]
Nûr lafzının adalet
manasında kullanılmasının izahı şöyledir: İnsanlar, adaletli padişah için,
"ufuklar adaletinde nurlandı", "Dünya adaletinde ışıdı"
gibi ifadeler kullanmalarının yanıstra, "zulmünden ötürü, her yer
karardı" da derler. Hz. Peygamber (s.a.s),
"Zulüm, Kıyamet günü
zulmetler
(karanlıklar)
olur" buyurmuştur. Bu ayetteki nûr ile "adalet" manasının kastedilebileceğinin
izahı da şöyledir: Cenâb-ı Allah, (Bu ifadenin peşisıra), "Kitap konuldu.
Peygamberler ve şâhidler getirildi..." buyurmuştur. Şâhidlerin
getirilişinin ise, sırf adaletin ortaya çıkarılması için olduğu malumdur. Yine
Cenâb-ı Hak, ayetin sonunda, "Onlar asla zulme uğratmayacaklardır"
buyurur. İşte bu ifadede, buradaki "nûr" ile, bu zulmün izâle
edileceği manasının kastedildiğine delâlet eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
ayete adaletinin olduğunu bildirerek başlayıp, zulmü olmadığını bildirerek
tamamlamıştır.
2) Ayetteki, "Yer Rabbisinin nuruyla
aydınlandı" ifadesi, Allah'ın nurunun olduğuna delâlet eder. Bu nurun,
Allah'ın zâtının sıfatı olması gerekmez. Çünkü bunun Allah'a sıfat olarak
nisbet edilmesinin doğruluğu hususunda ufacık bir sebep yeter. Dolayısıyla
bu nûr,
Allah'ın yaratması ve kendisine
nisbet etmek suretiyle kıymetlendirdiği bir nur olunca, buna Allah'ın
nuru denilmiştir. Bu tıpkı Beytullah (Allah'ın evi)", ve naketullah
(Allah'ın devesi) denilmesi gibidir. Bu cevap, birincisinden daha kuvvetlidir.
Çünkü bunda, kelimenin hakiki manasını bırakıp, mecazî manaya gitmeye ihtiyaç
duyulmamıştır.
3)
Bazan, "Bu yerin rabbi (sahibi)
falandır. Bu evin rabbi, bu cariyenin rabbi falandır" denilir. Binâenaleyh
ayetteki "Yerin Rabbi" ifadesiyle, bir padişahın kastedilmiş olması
da mümkündür. Böyle olması halinde, padişahın nurunun (adaletinin) bulunması
imkânsız değildir.
[204]
Cenâb-ı Hak ayette, o
günün Özelliklerinden olarak şunları zikretmiştir:
a)
"Yer, Rabbisinin nuruyla aydınlanır." Bu husustaki
izahımız geçti.
b)
"Kitap konuldu" ifadesinin anlattığı husus... Bu "kitap"
ile ne kastedildiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu,
Kıyametin kopacağı zamana kadar, kendisinde, dünya âleminin hallerinin şerh ve
beyânının bulunduğu Levh-i Mahfûz'dur.
2) Bundan
murad, insanların amel defterleridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Herkesin
amelini kendi boynuna doladık. Kıyamet günü onun için bir kitap çıkaracağız ki,
neşredilmiş olarak kendisine kavuşacak.. "<lw*, 13) buyurmuştur. Yine
Cenâb-ı Hak bir başka ayette, "Eyvah bize derler, bu kitaba ne olmuş,
küçük-büyük hiçbir şey bırakmayıp on/an saymış!.."(Kew,49) buyurur.
3) Ayetteki,
"Peygamberler getirildi.." cümlesinden kastedilen, peygamberlerin,
insanlara karşı şahitler olduktandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Her ümmetten
birer şahit, onların üzerine de seni bir şahit olarak getirdiğimiz zaman
(onların halleri) nice (olur?)" (Nisa, 41) ve "O günde ki, Allah
bütün peygamberleri toplayıp da, "Size verilen o cevap nedir?.."
diyecek"(Maide, 109) buyurmuştur.
4) Bu ayette şühedâ kelimesinden maksad, Allah
Teâlâ'nın, "Böylece sizi (ey Muhammed ümmeti) vasat (örnek) bir ümmet
yapmışızdır, insanlara karşı şehitler olasınız... diye" (Bakara. 143)
ayetinde de buyurduğu husustur.
Yahut Cenâb-ı Hak
şühedâ kelimesi ile, mü'minleri murad etmiştir. Mukâtil ise şöyle demiştir:
"Allah, kaydeden melekleri (Hafaza meleklerini) murad ediyor. Cenâb-ı
Hakk'ın, 'YO gün) herkes, beraberinde sürücü ve şahit bulunduğu halde,
(mahşere) gelmiştir" (Kai. zi) ayeti de buna delâlet eder.
Allah Teâlâ'nın şühedâ
kelimesiyle Allah yolunda şehit düşenleri murad ettiği de söylenmiştir.
[205]
Allah Teâlâ, hükümleri
hall-ü fasi etmek ve dâvaları sona erdirmek hususunda kendisine ihtiyaç duyulan
bütün şeylerin, kıyamet meclisinde hazır olacağını beyan edince, bundan sonra
O, herkesin hakkını herkese ileteceğini beyan etmiş ve bu hususu da, şu dört
ibare ile ifâde etmiştir:
a)
"(Allah'ın kulları) arasında ... hak ile hükmolundu" ayeti,
b) "asla haksızlığa uğratıimayarak"
ifadesi,
c) "Her
nefs, ne yaphysa, karşılığı tastamam ona Ödendi" ifadesi: Yani, "Her
nefse, yaptığının karşılığı tastamam, eksiksiz verildi." ifadesi...
d)
"Ne yapıyorlar idiyse, (zaten) o, çok
iyi bilendir" ifadesidir. Yani, "Allah Teâlâ, onların hallerinin
keyfiyyetlerini biliyor olmasaydı, o zaman belki de, ilmi olmadığı için, hak
ile hükmedemeyebilirdi. Ama o, onların fiillerinin miktarlarını ve bunların
keyfiyetlerini bilen olunca, bu hükme herhangi bir hatanın karışması imkânsız
olmuştur" demektir. İşte böylece, Allah Teâlâ'nın bu maksadı, bu farklı
lafızlarla ifade ettiği; esas amacın, her mükellefin, kendi hakkına ulaşıp elde
edeceği hususunu vurgulamak olduğu sabit olmuştur.
[206]
"O küfredenler,
ayn ayrı zümreler halinde cehenneme sürüldü. Nihayet
oraya geldikleri zaman onun kapıları açıldı.
(Cehennemin) bekçileri onlara (şöyle) dedi: "Size içinizden Rabbinizin
ayetlerini karşınızda okuyacak, sizi bu
gününüze
kavuşmakla uyaracak peygamberler gelmedi mi?" Onlar, "Evet
(geldi)" dedi(ler), fakat azap kelimesi
kâfirlerin üzerine hak oldu" Denildi:
"içinde
ebedî kalmak üzere girin cehennemin kapılarından! Kibir taslayanların
karargâhı ne kötü!"
(Zümer, 71-72).
Bil ki, Allah Teâlâ,
Kıyamet ehlinin hallerini genel olarak açıklayıp, "Her nefs, ne yaptıysa,
karşılığı tastamam ona ödendi" buyurunca; bundan sonra da, cezalandırılan
kimselerin hallerinin keyfiyyetini; sonra da, mükâfaatlandırılan kimselerin
hallerinin niteliğini beyân etmiş, böylece de sûreyi bitirmiştir.
Bu ayette zikredilen,
ikâb (ceza) ehlinin hallerinin izahına gelince bu, Cenâb-ı Hakk’ın, küfredenler, ayrı ayn zümreler halinde
cehenneme sürüldü" buyruğudur. İbn Zeydân şöyle demiştir: "Kâfirlerin
cehenneme sürülmeleri, sertlik ve şiddetle olur. Bunun delili ise, Cenâb-ı
Hakk'ın, "O gün onlar, cehennem ateşine itilip kakılırlar" (Tûr, 13)
ayetidir. Yani, "Bir itilişle itilirler..." Bu ifadenin bir benzeri,
Cenâb-ı Hakk'ın, 'İşte, yetimi unfü şiddetle (kaba ve sertçe) iten.."
(Maun, 2) ayetidir. Yani, "Onu def eder, savuşturur, iter." Cenftb-ı
Hakk'ın, "Günahkârlan ise, susuz olarak cehenneme süreceğiz.."
(Mery«m, 86) ayeti de, bu manaya delâlet eder,
[207]
Zümar kelimesine
gelince, bu, birbiri ardınca dağılan topluluklar anlamındadır. Böylece Cenâb-ı
Hak, onlann, cehenneme sevk olunacaklarını; oraya geldiklerinde onun
kapılarının açılacağını beyan etmiş oldu. Bu durum, cehennemin kapılarının
ancak, bunlar oraya ulaştıklarında açılacağına delâlet eder. Onlar oraya
girdlklerindeyse, cehennem bekçileri onlara.
"Size içinizden, yani kendi cinsinizden, Rabbinizin
ayetlerini karşınızda
okuyacak, sizi bu gününüze
kavuşturmakla uyaracak peygamberler
geimedi mi?" der.
[208]
Eğer, "Gün, niye
onlara nisbet edilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: "Cenâb-t Hak,
"bu vaktinizle, yani ateşe girme vaktiniz ve zamanınızla" manasını
murad etmiştir; "Kıyamet günü" manasını değil. "Gün" ve
"günler" lafzının, sıkıntı ve şiddet vakitleri hakkında kullanılması,
meşhur bir olaydır İşte o zaman kâfirler şöyle der: Evet, bize geldiler ve
ayetleri de okudular. "Fakat azâb
kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu." Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:
[209]
Kelamın takdiri
şöyledir: "Azâb kelimesi, bizim üzerimize hak oldu. Her kimin üzerine azâb
kelimesi hak
olursa, onun, azâbtan kurtulması nasıl
mümkün olur?" Bu ifade, saîd (cennetlik) olan
kulun, şakiye (cehennemliğe), şakînin
de
saîde dönüşemeyeceği hususunda, sarih bir hükümdür. Bu sözü savuşturma
hususunda Mu'tezite'nin söyledikleri ise, malûmdur.
Aynı şekilde, bizim, onlara
verdiğimiz cevaplar
da malumdur.
[210]
Bu ayet, şeriat
(hüküm) gelmeden önce, vücûbiyyetin
olmadığına
delâlet eder. Çünkü melekler, peygamberler
geldikten sonra,
onların hiçbir bahane ve gerekçelerinin
kalmadığını
beyan etmişlerdir. Şayet, azaba müstahak
olmak için,
peygamberlerin gelmesi şart olmasaydı, onların bu sözlerinin bir manası
kalmazdı. Sonra, melekler onların bu sözünü
duyduklarında onlara, "kinde ebedî kalmak üzere girin cehennemin
kapılarından. Kibir taslayanlarm karargâhı ne
kötü!.." demiştir. Mutezile şöyle
demiştir:
"Şayet onlar, azâb kelimesi onlara hak olduğu için ateşe girmiş olsalardı,
meleklerin, "Kibir taslayanların karargâhı ne
kötü!" demelerinin bir manası ve anlamı
olmazdı. Bilakis bu söz ancak, biz, "Onlar, peygamberlere karşı
büyüklük taslayıp,
onların sözlerini
dinlemedikleri ve onların delillerine iltifat etmedikleri için cehennem
ateşine girdiler" dediğimizde, manalı ve anlamlı
olmuş olur. Bu da bizim görüşümüzün
doğruluğuna
delâlet eder." Allah, doğru olanı en iyi bilendir.
[211]
"Rablerini
sayanlar ise, fevc fevc cennete sevkedildi. Nihayet oraya vanp
kapılan açılınca, (cennetin) bekçileri (şöyle) dedi:
"Selâm size! Tertemiz
geldiniz! Artık,
ebedî kalmak özere girin buraya." Dediler ki: "Bize vaadinde
sadık olan, bizi, cennetten neresini dilersek konmak
üzere bu yere mirasçı
yapan Allah'a
hamdolsun, (İyi) amelde bulunanların mükâfaatı ne güzel!"
Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih
ederek Arşın etrafını
kuşatmışlardır.
Aralarında adaletle hükmolundu ve "Alemlerin Rabbi olan
Allah'a hamdolsun" denildi"
(Zümer, 73-75).
Bil ki Allah Teâlâ,
önceki ayette, ikâba dûçâr olanların hallerini anlatınca bu ayette de,
mükâfaata nail olanların durumlarını beyan etmiş ve "Rablerini sayanlar
ise, fevc fevc cennete sevkedildi" buyurmuştur.
[212]
İmdi, eğer;
"Cehennemliklerin, azaba sevkedi I meleri makûl ve anlaşılır bir şeydir.
Çünkü onlara, azâb ve bedbahtlık mahalline gitmeleri emredilince, onların oraya
sevkolunmuş olmaları kaçınılmazdır. Mükâfaata nail olanlara gelince, onlar
ikram, rahatlık ve saadet mahalline gitmekle emrolunduklarında, o zaman orada,
şevke daha ne ihtiyaç olur?" denilirse, buna birkaç bakımdan cevap
verilir:
1) Sevgi ve bağlılık, Kıyamet gününde, müttakî
kimseler arasında devam etmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Dostlar o gün
birbirine düşmandır, takva sahipleri müstesna..." (Zutmıt, 67)
buyurmuştur. İşte, onların
birisine, "cennete gir!"
denildiğinde o, "Sevdiklerim ve dostlarım oraya gitmedikçe ben oraya
girmem" der; bu sebepten dolayı da gecikir, geride kalırlar. İşte o zaman da, cennete sevkolunmaları
ihtiyacı hasıl olur.
2) Rablerini
sayanlar Allah'a, ne cennet ne de ateş için İbâdet etmişlerdir. (Onlar, sırf
Allah için ibadet etmişlerdir). İşte bundan dolayı, onların cennete
sevkolunmaları ihtiyacı hasıl olur.
3)
Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Cennetliklerin çoğu saf ve temiz kimselerdir. ÎHiyyÛn, ebrâra
airrir"[213]. İşte bu sebeple onlar,
cennete sevkolunurlar..
4) Hem
cennetlikler, hem de cehennemlikler sevkolunurlar.. Ancak ne var ki, ateş
ehlinin sevkolunmasıyla, tıpkı hapse ve zincirlere vurulmaya sürüldüğünde bir
esire
yapıldığı gibi, şiddet
ve hakaretler içinde ateşe atılmaları; cennetliklerin sevkolunmalarıyla da,
onların binitlerinin sevkolunması kastol un muştur. Çünkü onlar ancak, binitli
oldukları halde cennete götürülürler. Onların sevkolunuşlarından kastedilen
öyleyse, onların sür'atle, bir an önce, ikram ve hoşnutluk yurduna
götürülmeleridir. Tıpkı, hükümdarlara elçi olarak gelen heyet mensuplarına
yapılan ikram, izzet ve ağırlama gibi... Şu halde, iki sevk arasında muazzam
bir fark vardır...
Cenâb-ı Hak daha sonra
şöyle buyurmuştur: "Nihayet oraya varıp kapıları açılınca, (cennetin)
bekçileri (şöyle) dedi..." Bil ki bu sözün tamamı, birtakım kayıtlardan
meydana gelmiş tek bir şarttır: Birinci kayıt, onların cennete gelmeleri...
İkinci Kayıt, Cenâb-ı
Hakk'ın, "kapıları açılınca" ayetinin ifade ettiği husus...
Eğer, "Cenâb-ı
Hak, cehennemlikler hakkında, şeklinde vâv'sız
olarak, burada ise vâv ile buyurmuştur. Fark nedir?" denilirse biz
deriz ki: Cehennemin kapıları ancak, ehli oraya girdiğinde açılacak. Cennetin
kapılarına gelince, onun açılması, ehlinin oraya ulaşmasından önce olur. Bunun
delili de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Adn cennetleri... Onlar için bütün kapılar
tastamam açılmıştır"(Sad.s» ayetidir. Bundan dolayı vâv ile getirilmiştir.
Buna göre sanki, "Onlar oraya geldiklerinde cennetin kapıları onlara
çoktan, ardına kadar açılmıştır.." denilmiştir.
Üçüncü Kayıt, Cenâb-ı
Hakk'ın, "(Cennetin) bekçileri (şöyle) dedi: "Selâm size! Tertemiz
geldiniz! Artık, ebedî kalmak üzere girin buraya" ayetinin ifade ettiği
husus... Böylece Cenâb-ı Hak, cennet bekçilerinin, cennetlikler için şu üç
ifadeyi kullandıklarını beyân etmiştir:
a) Onların,
"Selâm size" cümlesi... Bu, cennetliklerin, bütün belâ ve afetlerden,
selâmet ve esenlikle müjdelenmiş olduklarına delâlet eder.
b)
Onların demeleri, "Günah
kirlerinden temiz oldunuz ve hata kirlerinden arındınız" manasınadır.
c)
şeklindeki sözlerinin başındaki "fâ" edatı, bu girme işinin, o temiz
olma ve kirlerden arınma işine sıkı sıkıya bağlı olduğuna delâlet eder. Bu
sebeple Mu'tezile, "Bu,
cennete, hertürlü günahtan
temiz olmayanların giremeyeceğine
delâlet eder" demişlerdir. Ama diyoruz ki: "Bu tutarsız bir görüştür.
Çünkü Allah Teâlâ, onların günahlarını haseneye (iyiliğe) çevirir. Böylece
onlar, Allah'ın lütfü sayesinde, temiz ve pâk olurlar."
Eğer bahsi geçen bu
husus şarttır. Ya bunun cevabı nerede?" denilirse, deriz ki: Bu hususta şu
iki izah yapılabilir:
a) Bunun
cevabı mahzûf olup, bunu hazfetmenin gayesi, bu işin mükemmellik açısından
anlatılamayacak bir dereceye ulaştığını göstermektir.
b) Cevap,
ayetteki "(cennetin) bekçileri şöyle dedi.." ifadesi olup, buna göre,
ifadenin başındaki vâv hazfedilir. Ama daha doğru izah, birincisidir.
[214]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, meleklerin, muttaki olan kimselere, bu şekilde konuşunca, muttakiler,
"Korkmayın, üzülmeyin, va'dolunduğunuz bu cennette sevinin..."
(Fussiiet, 30) ayetindeki ilahî vaadi »tij 13£# ^oJi 41 JunJi "Bu vaadini
bizim için gerçekleştiren Allah'a hamdolsun" dediklerini haber vermiştir.
ifadesi, "Bizi
cennet arzına mirasçı yapan" demektir. Buradaki "Arz" ile
cennetin arzı kastedilmiştir. Bunu, şu sebeplerden ötürü, "mirasçı
olma" fiili ile ifade etmiştir:
1) Cennet başlangıçta, Hz. Âdem (a.s) içindi.
Çünkü Allah Teâlâ, ona "O cennetten dilediğiniz gibi, bol bol
yeyiniz" (Bakara. 35) buyurmuştur. Binâenaleyh bu cennet, Hz. Âdem
(a.s)'in soyuna geçince, bu, cennetin veraset ile geçtiğini söylemenin bir
sebebi olmuştur.
2) Bu ifade,
birisinin, "Şu iş, şunu irâs etti (doğurdu)" ve "Şu iş, şunu
gerektirdi" gibi deyimlerden alınmadır. Dolayısıyla, onların taatları,
kendilerine bu cenneti sağlayınca, şüphe yok ki onlar, "Bu cennet arzına
bizi mirasçı yapana..." demişlerdir. Buna göre mana, "Allah Teâlâ,
bizi, neticesi cenneti gerektirecek, birtakım amelleri yapmaya muvaffak kılmak
suretiyle, bizi cennete mirasçı kıldı" şeklinde olur.
3) Vâris,
mirasçısı olduğu şeyde, herhangi bir münakaşa yapmadan ve savunma ihtiyacı
duymadan, istediği gibi tasarruf eder. İşte mü'min ve muttakiler de, cennette
istedikleri ve diledikleri biçimde tasarruf ederler. Bu benzerlik, bu manada
mecazî kullanımın yerinde olmasının sebebidir.
[215]
Eğer “neresini
dilersek (konmak üzere)” ifadesi ne demektir? Onlardan biri, diğerinin yerine
konup, oraya yerleşebilir mi?" denilirse, biz deriz ki: Onlardan herbiri
elde ettiği cennet sayesinde, başkasının cennetine muhtaç olmaz. Nitekim İslâm
düşünürleri şöyle demişlerdir: "İki çeşit cennet vardır:
a) Cismanî
(maddî) cennetler,
b) Ruhanî cennetler... Maddî cennetlerde
ortaktık söz konusu olmaz. Manevi cennetlere gelince, böylesi cennetin bir kişi
için tahakkuk etmesi, aynısının diğeri için de tahakkuk etmesine manî
değildir."
Cenâb-ı Allah,
cennetliklerin hallerini anlatınca, "(İyi) amellerde bulunanların
mükâfaatı ne güzel!" buyurmuştur. Mukâtll, "Bu sözü cennetlikler
değil, Allah Teâlâ söylemektedir. Çünkü Hak Teâlâ, melekler ile muttakiler
arasında, cennetliklerin mükâfaatlarıyla ilgili olarak geçen bu konuşmayı
nakledince, bunun Deşisıra, "(iyi) amellerde bulunanların mükâfaatı ne
güzel!" buyurmuştur.
[216]
Allah Teâlâ,
"Meleklerigörürsün ki, Arş'm etrafını kuşatmışlardır" buyurunca,
peşisıra, meleklerin mükâfaatı arından bahsederek,
mü'min ve müttakilerin mükâfaatlarının verileceği yer,
cennet olduğu gibi, onların mükâfaatlarının yerinin de Arş'ın etrafı olduğunu
bildirmiştir. İşte bundan ötürü böyle buyurmuştur. Leys, "Adamları, lideri
ziyaret edip, onun etrafında dönüp dolaştığında denilir" demiştir.
Bunu iyice anladığın
zaman diyoruz ki: Allah Teâlâ, meleklerin mükâfaat yeri, Arş'ın kenarları ve
etrafı olduğunu beyan edip, sonra da, "Rablerine, hamd ile teşbih
ederler" buyurmuştur ki bu, onların mükâfaatlarının, hamd ve teşbih
etmenin bizzat kendisi olduğunu ihsas ettirmektedir. Bu durumda da söz dönüp
dolaşıp, mükâfaat ehlinin elde edebileceği derecelerin en büyüğünün, kulların
kalplerinin tenzih derecelerine ve takdis makamlarına gark olması olduğuna
varır.
[217]
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Aralarında hak ile hükmoJundu" buyurmuştur ki bu,
"Onlar, farklı farklı derecelerdedirler. Onların herbirinin, marifet ve
taat derecelerinde, aşıp ötesine geçemeyecekleri, çizilmiş bir sınırları
var" demektir. İşte ayetteki, "Aralarında adaletle hükmolundu ve
"Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denildi" ifadesiyle anlatılmak
istenen mana budur, yani, melekler arasında, adaletle hükmedilince, onlar,
"Aramızda adaletle hükmettiği için hamd Rabbü'l-âlemîn Allah'a
mahsustur" dediler.
Burada, önceki izahdan
daha yüce bir incelik daha vardır ve şudur: Allah Teâlâ, onlar arasında
adaletle hükmedince, onlar, O'na, bu hükmünden ötürü değil, aksine Allah'a
vacip olan "Âlemlerin Rabbi" sıfatından ötürü hamdetmişlerdir: Çünkü
nimet verene, nimetleri vermesinden ötürü hamdeden kimse, gerçekte nimeti
verene değil, nimet verme işine hamdetmiş olur. Ama, nimet verene, nimet
verdiği için değil de, doğrudan doğruya hamdeden, tevhid deryasına ulaşmış
olur.
Yaptığımız bu izah,
ayetteki, "Meleklerigörürsün kiArş'm etrafını kuşatmışlardır"
cümlesinin meleklerin m ükâfaatl and ınl ması ile ilgili olduğunu söylediğimiz
zaman söz konusu olur. Ayetteki bu ifadenin, mü'minlerin mükâfaatını açıklayan
ifadenin devamı olduğunu söylersek, izah için şunu söyleyebiliriz: Muttakîler,
"Bize vaadinde sâdık olan, bizi, cennetten neresini dilersek konmak üzere
bu yere mirasçı yapan Allah'a hamdolsun" deyince, onların cennette de,
Allah'a hamd, medh-ü sena ve zikirle meşgul oldukları anlaşılır. Böylece de
Allah Teâlâ, "cennette müttakilerin işi, bu hamd ve sena ile meşgul olma
olduğu gibi, Arş'ın etrafını kuşatan meleklerin işi de, yine hamd ve
tesbihdir" demek istemiştir. Hem sonra Arş'ın sınırları ile, cennetin
sınırları bitişiktir. Bu durumda, mü'min-müttakiler ile, mukarreb meleklerin,
Allah'a hamd ve teşbihe dalma konusunda, aynı oldukları anlaşılır. Bu da, o
müttakilerin, yaptıkları teşbih ve hamdlerden daha fazla tad almalarına sebep
olur. Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Aralarında, yani insanlar arasında hak
ile hükmolundu" buyurunca, peşisıra, "ve "Alemlerin Rabbi olan
Allah'a hamdolsun" denildi" buyurmuştur. Bu, "Onlar, tesbihatta
bulunurlar" demek olup, bununla, Allah Teâlâ'nın, ulûhiyyete yakışmayan
herşeyden tenzih edilmesi kastedilmiştir. Ayetteki, "Alemlerin Rabbi olan
Allah'a hamdolsun" ifadesi ile, O'nun ulûhiyyet
sıfatları ile mevsûf olduğu anlatılmak istenmiştir. O halde teşbih, Hak
Teâlâ'nın, kendisine yakışmayan şeylerden tenzih edilmesi gerektiğini söylemek
demek olup, bu şeyler celâl sıfatlarıdır. "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a
hamdolsun" ifadesi de, O'nun ulûhiyyet (kemâl) sıfatlarıyla mevsûf
olduğunu ortaya koymak demek olup, bunlar da ikram sıfatlarıdır. Bu iki çeşit
sıfat, 'Celâl ve ikram sahibi Rabbinin ismi (sânı) yücedir" (Rahmin,
7a> ayetinde bahsolunmuştur. Bu 1a, meleklerin, âlem'[218]
yaratılmazdan önce Cenâb-ı Hakk'ı zikrettikleri söz olup, "Biz seni
hamdinle teşbih eder ve seni takdis ederiz" (Bakara, 30) şeklindeki
sözleriyle kastettikleri zikirleridir.
[219]
Ayetteki, "ve
"Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun" denildi" ifadesinde
şöyle bir incelik daha vardır: Allah Teâlâ, bu hamdi kimin yaptığını belirtmemiştir.
Allah'ın bunu müphem bırakmasının maksadı, insanların, Celâl ve Kibriya'nın
huzurunda, hamdü senada bulunurken, söyleyebilecekleri en ileri sözün.
Elhamdülillah! Rabbi'l-Âlemîn" olduğuna dikkat çekmektir. Bu husus,
cennetliklerin vasfı anlatılırken, "Onların sözlerinin (dualarının) sonu,
"Ehamdülillâhi Rabbi'l-Âlemîn" demeleridir"(Yûnus, ıo>
buyurulmasıyta da destek bulur.
Ben musannif (Râzî)
-Allah ona merhamet eylesin- şöyle derim: Bu sûrenin tefsiri, 603 (hicrî)
senesinin, Zilkade ayının, son çarşamba gecesinde tamamlandı. Ben musannif
(yazar) derim ki: Allahım! Mukarreb melekler bile, sana olan hamd-ü senaları
tek tek sayıp dökmekten âciz kalmışlardır. Onların yanında ben kim oluyorum ki?
Resuller ve Nebiler, buna âciz olduklarını itiraf etmişlerdir. Ya ben neciyim
(ki acziyetimi itiraf etmeyeyim). Ben ancak şöyle diyebilirim: Sen, azamet ve
rahmetinle sensin, ben de aczimle beni.. Rahmet, lütuf, cömertlik ve ihsan
senden; acziyet, zillet, umduğuna nail olamama, zarar-ziyan benden... Ya Rahman,
Ya Deyyân, Ya Hannân, Ya Mennân, Ya Erhame'r-Râhimîn! Rahmetinle bana, gufran
ve rahmetini bol bol dök. Allah'ın selât-ü selâmı, efendimiz Nebiyy'i Ümmî Hz.
Muhammed (s.a.s)'e, âl ve ashabına ve mü'minlerin anneleri olan O'nun
zevcelerine olsun.
[220]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/127-128
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/128
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/128
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/128-129
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/129
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/129
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/129-130
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/130
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/130-131
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/131
[11] Kenzûl- Ummal 1/156.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/131
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/131
[14] Libas bâbûs-siyabi'l-ebyad. Burada Ebu'd-Derda (r.a)
denilmesi zûhal olup doğrusu Ebu Zerr (r.a)denilmesidir (ç).
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/132
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/132-133
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/133
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/13
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/133-134
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/134
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/134-135
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/135-136
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/136-137
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/137-138
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/138
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/138
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/138-139
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/139
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/139-140
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/140
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/140-141
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/141
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/141-142
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/142
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/142
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/142
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/143
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/143
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/143
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/143
[41] Müslim, birr, 33,34 (4/1987).
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/143
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/144
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/144-145
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/145
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/145
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/145-146
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/146
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/146
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/146-147
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/147
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/147
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/148
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/148
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/148
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/148-149
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/149-150
[57] Müslim, zûhd, 1 (4/2272).
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/150-151
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/151
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/151
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/151
[62] Müsnet. 2 (313,370).
[63] Deylemi,5/8829.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/152-153
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/153-154
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/154
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/154
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/155
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/155-156
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/156-157
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/157-158
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/158
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/158-159
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/159
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/159
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/159-160
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/160-161
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/161
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/162
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/162-163
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/163-164
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/164
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/164-165
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/165
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/165
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/165-166
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/166
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/167
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/167-168
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/168-169
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/169
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/169
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/170
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/170-171
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/171
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/171
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/172
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/172
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/173
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/173-175
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/175
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/175-176
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/176
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/176
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/176
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/177
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/177
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/177
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/178
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/178
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/178-179
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/179-180
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/180
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/180
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/180-181
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/181
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/181-182
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/182-183
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/183
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/183
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/184
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/184-185
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/185
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/185
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/185-187
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/187-188
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/188
[128] Kenzûl Ummal 7/18790.
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/188-189
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/189
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/189
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/189-190
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/191-192
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/192
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/92-193
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/193
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/193-194
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/194-195
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/195
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/195
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/195-196
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/196
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/196
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/196-197
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/197
[146] Nesai, kryamu'l-leyl, 12 (3/213).
Fahruddin Er-Râzi,
Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/197-198
[147] Müsned, 2 / 313.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/198-199
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/199-200
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/200
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/201
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/201
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/201-202
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/202-203
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/203
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/203-204
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/204-205
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/205-206
[159] "Yani yorumladığını" (ç.).
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/206-207
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/207
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/207-208
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/208
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/208-209
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/209
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/209
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/209
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/210-211
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/211
[170] Ehl-i Sünneti kestedryor (ç,)
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/211-212
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/213
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/213
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/214
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/214
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/214-215
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/215
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/216
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/216
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/216
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/216-217
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/217
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/217
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/217
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/217
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/217-218
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/218-219
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/219-220
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/220
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/220-221
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/221-222
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/222-223
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/223-224
[194] Yani "meleklerin yapabildiği bir işi yapması
Allah hakkında sena sayılmaz" demek istiyor (ç.).
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/224-225
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/225
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/225
[198] Buhari, cihad, 156.
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/225-226
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/226
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/226
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/226-227
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/227
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/227
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/227-228
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/228
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/229
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/229-230
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/230
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/230
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/230
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/230-231
[213] Camiu's-Sağir, 1/53.
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/231-232
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/233
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/233
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/233-234
[218] Matbu nüshada “alem” yazılı fakat bunun aslının Adem
olduğunu zannediyoruz (ç).
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/234-235
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/235