- 39 -
Mushaf’taki sıralamaya göre kitabımızın 39,. nüzûl
sıralamasına göre 59,. Mesâni kısmı üçüncü sûreler grubunun ilk sûresi olan
Zümer sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 75’dir.
Hamd yalnız ve yalnız
âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne ve onun
pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her
şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Adını içindeki
71,73 âyetlerindeki “Zümer” kelimesinden almış, Mekke’de Habeşistan’a hicret
öncesi nâzil olmuş, kitabımızın 39. sırasında yerini almış 75 âyetlik bir sûre
ile karşı karşıyayız. İnşallah bu sûre ile beraberlik kurarak, âyetleri
üzerinde düşünüp kafa yorarak Rabbimizin
bize ulaştırmayı dilediği bilgilerini, mesajlarını kavramaya, onlara iman
etmeye ve onlarla hayatımızı düzenlemeye çalışacağız. Rabbim fehmimizi,
idrakimizi açsın ve gereğiyle anlayıp iman etmeyi ve hayatımıza aktarmayı
hepimize lütfetsin, kolay getirsin.
Az evvel de
ifade ettiğim gibi sûre Mekke’de işkenceler altında bunalmış Müslümanların
kendilerine sığınacak bir coğrafya aradıkları ve Resûl-i Erken Efendimizin
tavsiyesiyle Habeşistan’a hicret etmeye hazırlandıkları bir dönemde nâzil
olmuştur. Buna işaret olarak sûrenin 10. âyetinde “Allah’ın arzı geniştir”
ifadesini görmekteyiz.
Sûrede
Resûlullah Efendimizin insanlığa yaptığı dâvetin esasları, ilkeleri çok net bir
şekilde ortaya konuyor. İnsanlar Allah’ın hak olarak, haklı olarak, hakkın
ayağa kaldırılıp, hakkın egemen olup bâtılın yok olması için indirdiği kitaba
uymaya dâvet ediliyor. Bu hak kitap rehberliğinde bir hayat yaşamaya
çağrılıyor. Kitabın mahza hak olduğu ve Allah tarafından indirildiği ortaya
konuyor.
Kitap konusunda, ki-tabın indirilişi konusunda peygamberin bile söz sahibi
olmadığı, peygamberin bile devre dışı bırakıldığı, peygamberin bile bir
yetkisinin ol-madığı vurgulanır. Yine aynı zamanda Allah’tan başka hiç kimsenin
bu kitabı peygambere indirmeye güç yetiremeyeceği, Nübüvvetin, peygamberliğin
kesbî olmadığı vurgulanır. Bu kitabı peygamberine in-diren Allah’tır. Bu
kitapla peygamberini, onun şahsında da bizleri şereflendiren, bilgilendiren, bu
kitapla kendi bilgisinden bize aktarımda bulunan Allah’tır.
Zira
müşriklerden peygamber efendimize itirazlar yükseliyordu. Ey Muhammed, bu kitap
Allah’tan değil sendendir, bunu sen uyduruyor ve Allah’a izafe etmeye
çalışıyorsun diyorlardı. İşte Kâfirlerin bu itirazlarına cevap sadedinde
sûresinin başında Rabbimiz bu kitabın kendisinden olduğunu ortaya koyuyordu.
Muhataplarının akıllarını er-dirmek için de Rabbimiz bu kitabı indirmeye
liyakatini ortaya koymak üzere iki isminden söz ediverdi. Azîz ve Hakîm. Bu
kitap ancak Azîz ve Hakîm olan bir Allah yanındandır. Allah Azîzdir. Allah
mutlak güç ve kuvvet sahibidir, izzet ve şeref sahibidir. Allah mutlak egemenlik
sahibidir. Göklerde ve yerlerde tek hâkimiyet sahibi, tüm varlıkların
boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, mutlak tasarruf sahibi olandır
Allah. Hayata hakim olan, herkesin yasalarına boyun büktüğü yenilmez ve
yanılmaz olandır Allah. Sadece kendisine kulluk edilen, sadece kendisi
dinlenilen, sadece kendisinin yasaları uygulanan varlıktır Allah.
Aynı
zamanda Hakîmdir de O Allah. Hikmet sahibidir, bilgi sahibidir. Her şeyi bilen,
bilgi kendisinden olandır Allah. Evet bu kitap bilginin, hikmetin kaynağı olan
Allah’tan gelmiş ve baştan sona hikmet dolu bir kitaptır. Bu kitap Azîz ve
Hakîm olan bir Allah’tan gelme bir kitaptır. Azîz olan bir Allah’ın, Azîz olan
bir elçisinin, Cebrail’in yeryüzünün en Azîzi olan bir peygambere getirdiği
Azîz ve Hakîm bir kitabıdır bu kitap. Evet kitabı indiren de Azîz ve Hakîmdir,
elçi de Azîz ve Hakîmdir, indirilen kitap ta Azîz ve Hakîmdir, indirilen
peygamber de Azîz ve Hakîmdir. Tabii yeryüzünde bu kitaba inanan, bu kitabın
izzet ve hikmetiyle şereflenen mü’minler de izzet ve hikmet sahibidirler.
Evet bu kitapla beraber olanlar
yeryüzünde en büyük izzet ve şeref sahibi, hikmet sahibi ve hâkimiyet
sahibidir. Bu kitapla beraber olanlar şereflidir, bu kitapla beraber olanlar
güçlüdür, bu kitapla beraber olanlar, bu kitabı anlayanlar ve bu kitabın
istediği şekilde hareket edenler hikmet sahibidirler. Çünkü bu kitap hikmet
sahibinden gelmiş mahza hikmet olan bir kitaptır. Bu kitaptan habersiz
yaşayanlar, bu ki-tabın hikmetinden, izzet ve şerefinden istifade edemeyenler
hikmetsiz, izzetsiz ve şerefsizdirler.
Kitabın
hak olarak indirilmesinin gündeminden sonra Rabbimiz peygamberine ve tabii onun
şahsında kıyamete kadar gelecek tüm Müslümanlara dini sadece Allah’a halis
kılarak, dini sadece Allah’a ait kılarak Ona kulluk yapma emri gelmektedir.
Kitaptan hiç bir eksiltmeden, artırma yapmadan halisane kitabın ortaya koyduğu
bir hayatı yaşamamız istenmektedir. İşte bu kitap size Rabbinizin sizden istediği
kulluğu öğretmek için gelmiştir. Haydi siz de dini sadece Allah’a ait kı-larak,
dinde Allah’a ortaklar bulmadan kulluk yapın denilmektedir.
Çünkü
din hayatın tümünü kapsayan bir hayat programıdır, din bir yaşam biçimidir.
Sadece namaz değildir din. Sadece Oruç, hac değildir, sadece anaya babaya itaat
değildir din. Bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir yıllık, bir ömürlük
hayatın tümünü içine alan bir ha-yat programıdır din. Ahlâkıyla, imanıyla,
ticaretiyle, ekonomisiyle, siyase-tiyle, eğitimiyle, yemesiyle, içmesiyle,
giyim kuşamıyla, evlenmesi bo-şanmasıyla bir gün, bir dünya yaşar ya insan.
İşte ana rahmine düştüğü andan itibaren başlayıp ölümüne kadar Allah’ın
istediği, bu kitabın ortaya koyduğu bir din hayatı yaşayacaktır insan. Allah bu
kita-bında bizden nasıl bir hayat istemişse, nasıl yememizi, nasıl içmemizi,
nasıl giyinmemizi, nasıl yatmamızı, nasıl bir ekonomik hayat yaşa-mamızı, nasıl
bir aile hayatı kurmamızı, nasıl baba olmamızı, nasıl ana olmamızı, nasıl evlât
olmamızı istemişse karıştırmadan, Allah’a ortaklar bulmadan, hayatı
parçalamadan, dini parçalamadan, zamanı parçalamadan, aileyi, toplumu
parçalamadan sadece ve sadece Allah’ı dinlemek, Allah’a kulluk yapmak zorundayız.
Daha
sonra İslâm dininin, teslimiyet dininin diğer bâtıl dinlerden farkı ortaya
konulmak üzere deniyor ki:
“Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nu bırakıp da putlardan dost
edinenler: “Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz” derler.
Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah
şüphesiz yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola eriştirmez.”
Dikkat
edin halis din, saf din, katışıksız din Allah’ın dinidir. İla-vesiz, eksiksiz
din Allah’ın dinidir. Dinin katışıksız saf olanı Allah’a ait-tir. Elbette
başkalarının dinleri, başkalarının hayat programları, başkalarının yaşam
biçimleri de vardır ama onlarınki katışıklıdır. Hayatın tümüne karışan, hayatın
tümünü dolduran, hayatı parçalamadan onun tümünde söz sahibi olan Allah’ın
dinidir. Hayatın tümünde sadece Allah’a iman, sadece Ona kulluk, sadece Onu
dinlemek, sadece Onu razı etmeye çalışmak, sadece Onun hayat programını uygulamak
Al-lah’ın dinidir.
Ama
katışıklı din sahipleri, hem Allah’a hem de Allah’tan baş-kalarına kulluk
yapanlar, hem Allah’ı hem de başkalarını dinleyenler, hem Allah’ın dinini
uygulamaya hem de Allah’tan başkalarının dinlerini uygulamaya, Allah’tan
başkalarının sitemlerini uygulamaya çalışanlardır. Bir adamın hayatında, bir
toplumun hayatında hayat programı olarak sadece Allah’ın dini olmalıyken, her konuda
sadece Allah’ın di-ni söz sahibi olmalıyken, hayatın her bir kademesinde sadece
Allah’ın dini geçerli olmalıyken, bunu terk edip hem Allah’a hem de Allah berisinde
hayatlarında söz sahibi kabul ettikleri bir kısım varlıkları, bir kı-sım
insanları da dinleyenler katışıklı din sahipleridir. Hem Allah’ı razı etmeye
çalışıp, hem de öteki Rab’lerini, öteki İlâhlarını razı etmeye çalışanlar
katışıklı bir din takip ediyorlar demektir.
Hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı
karıştırıp, hayatlarının ba-zı bölümlerinde Allah’ı dinleyip, geri kalan
bölümlerinde de öteki İlâhlarını söz sahibi kabul edenler. Namaz gibi, oruç
gibi, abdest gibi konularda Allah’ı söz sahibi bilip, Allah’ın dediklerini
uygulayıp, ama hu-kuk gibi, eğitim gibi, miras gibi, kılık kıyafet gibi,
ekonomi gibi, siyaset gibi, ceza kanunları gibi konularda da öteki Rab’lerini
söz sahibi kabul edenler, Allah’ın dışında, Allah’ın dûnunda evliyalar, velîler
kabul edip onların aldığı kararları da, onların yasalarını da uygulamaya çalışanlar
şirket içinde bir din kabul etmişler demektir.
Yâni hayatlarının din içerikli, âhiret
içerikli bölümünde Allah’ın sistemini, Allah’ın dinini, Allah’ın şeriatını
uygulayıp, ama dünya içerikli bölümünde de başkalarının dinlerini, başkalarının
şeriatlarını, başkalarının sistemlerini uygulayanlar dini Allah’a halis kılmaya
yanaşmayanladır. Tamam Allah’a iman edelim, Allah’ı kabul edelim, ha-yatımızın
bir bölümünün düzenlemesi konusunda Allah’ı da söz sahibi kabul edelim, ama
hayatımızın öteki bölümlerini düzenlemek üzere öteki ilâhlarımıza da söz hakkı
verelim diyenler katışıklı din sahipleridir.
Bu ana
konuların ısrarla gündeminden sonra Mekke’de müşriklerin zulüm ve işkenceleri
altında bunalmış, özgürce dinlerini yaşa-ma imkânları ellerinden alınmış
Müslümanlara hicret emri verilmektedir. “Allah’ın arzı geniştir” buyurularak
özgürce Müslümanlıklarını ya-şayabilecekleri ve tehlikede olan imanlarını
kurtarabilecekleri hicret vatanı aramaları emrediliyor.
Evet,
gördüğümüz gibi insanları Allah'a inanmaya ve ibadet etmeye çağıran sûrenin
konusu "Tevhid"dir. Sûre, baştan sona kadar insanın kalbine imanı yerleştirme,
bu husustaki şüpheleri giderme, izâle etme mesajlarını vermektedir. Nitekim
sûrenin başında, ilk önce Allah'ın varlığı, birliği ve hakimiyeti dile
getirilmekte, ondan sonra Hz. Muhammed (s.a.s)'e hitab edilmekte ve ondan sonra
da, tüm insan-lığa seslenilmekte, mesajlar verilmektedir: Sûrenin âyetleri
üzerinde kısa bir gezinti yaparak tefsire geçelim inşallah:
"(Bu) Kitabın
indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah tarafındandır. Biz bu Kitabı sana hak
ile indirdik. Öyleyse sen de dini yalnız kendisine hâlis kılarak Allah'a kulluk
et. İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinerek:
"Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz"
diyenlere gelince, şüphesiz ki, Allah, onlar arasında, ayrılığa düştükleri şeyde
hükmünü verecektir. Allah, yalancı, nankör olan kimseyi doğru yola iletmez"
(3). Hemen hemen sûrenin sonuna kadar aynı konu, "Tevhid" konusu
işlenmiştir. Âhiret inancı, tabii olaylar ve insanın yaratılışı hakkında
bilgiler verilerek, İs-lâm esaslarına uygun bir inanç ve bir hayat tarzı telkin
edilmiştir.
Yüce Allah'ın varlığı, birliği, hakimiyeti ve
üstünlüğü hakkında çeşitli bilgilerle beraber, bazen net ve açık bir şekilde
"Tevhid" inan-cının mesajları verilmiştir: "Allah her şeyin
yaratıcısıdır. O, her şeyin yöneticisidir" (62).
Sûrede bir de,
Allah'ın yolundan sapan, çeşitli yanlış ve kötü hareketlerde bulunan insanlara,
tevbe ederek "Tevhid" yoluna dönmeleri ve tevbe ettikleri takdirde,
hata, kusur ve günâhlarının affedileceği haber verilmektedir: "(Tarafımdan
onlara) de ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden
ümit kesmeyin. Allah bütün günâhları bağışlar. Çünkü, O, çok esirgeyen, çok
bağışlayan-dır" (53).
İbn Abbas
(r.a)'dan nakledildiğine göre, şirke düşen ve çeşitli günâhları işleyen bazı
kişiler, Hz. Muhammed (s.a.s)'e gelmişler ve: "Senin anlattığın ve
insanları ona davet ettiğin yol (din), güzel bir şeydir. Yaptığımız çeşitli
kötülükleri affettirecek herhangi bir şey var mı-dır? Bize bu hususta bir bilgi
verir misin?" demişler. Bunun üzerine yukarıda meâli sunulan âyet nazil
olmuştur (Abdulfettah el-Kadi, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır, 194).
Sûrede dikkat
çeken bir diğer önemli nokta ise, bilenlerle bilmeyenlerin bir olmadığı
hususudur: "De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak aklı
selim sahipleri öğüt alır"(9). Bu âyette, Yüce Allah'ın çeşitli eser ve
nimetlerini düşünen ve bunun neticesinde "Tevhid" inancında karar
kılanların, gaflet ve dalâlet içinde kalanlardan farklı olduğu
vurgulanmaktadır.
Sûrenin sonunda,
tekrar, cennet ve cehenneme gidecek olan zümre ve topluluklar konu
edilmektedir: "İnkâr edenler, bölük bölük cehenneme sürüldüler. Oraya
geldikleri zaman, cehennemin kapıları açıldı, cehennemin bekçileri onlara şöyle
dedi: "Kendi aranızdan, Rabb'inizin âyetlerini size okuyan ve sizi bu
gününüzle karşılaşaca-ğınız hakkında uyaran elçiler gelmedi mi?" Evet,
geldi, dediler. Ama kâfirlere azap sözü hak oldu. "O halde içinde ebedi
kalmak üzere ce-hennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüymüş!"
denilir. Rabb'lerinin (azâbından) korunanlar da, bölük bölük cennete sevk edilirler.
Oraya varıp da (cennetin) kapıları açıldığında, bekçileri onlara: "Selam
size, (ne) hoşsunuz. Ebedi kalmak üzere buraya girin!" de-diler.
(Cennetlikler) de: "Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi dilediğimiz
yerde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamd olsun. (Allah
için) çalışanların ücreti ne güzelmiş!" dediler. Melekleri görürsün ki, arş'ın
etrafını çevirmiş olarak Rabblerini övgü ile anarlar. (O gün) aralarında hak
ile hükmedilmiş ve: "Hamd âlemlerin Rabb'ine
mahsustur"denmiştir" (71-75).
İşte bu minval
üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek ta-nımaya başlayabiliriz inşallah.
1. “Kitabın indirilmesi, güçlü
ve Hakîm olan Allah katındandır.”
Kitabın indirilişi Azîz ve Hakîm olan Allah’tandır. Bu Kur’an Allah’tandır.
Bu kitabı indiren Allah’tır. Kitap konusunda, kitabın indirilişi konusunda
peygamberin bile söz sahibi olmadığı, peygamberin bile devre dışı bırakıldığı,
peygamberin bile bir yetkisinin olmadığı vurgulanır. Aynı zamanda Allah’tan
başka hiç kimsenin bu kitabı peygambere indirmeye güç yetiremeyeceği, nübüvvetin,
peygamberliğin kesbî olmadığı vurgulanır. Bu kitabı peygamberine indiren
Allah’tır. Bu kitapla peygamberini, onun şahsında da bizleri şereflendiren,
bilgilendiren, bu kitapla kendi bilgisinden bize aktarımda bulunan Allah’tır.
Müşriklerden
peygamber efendimize itirazlar yükseliyordu: “Ey Muhammed, bu kitap Allah’tan
değil sendendir, bunu sen uyduruyor ve Allah’a izafe etmeye çalışıyorsun,”
diyorlardı. İşte kâfirlerin bu itirazlarına cevap sadedinde sûrenin başında
Rabbimiz bu kitabın kendisinden olduğunu ortaya koyuyor. Muhataplarının akıllarını
erdirmek için, Rabbimiz bu kitabı indirme liyâkatini ortaya koymak üzere iki isminden
söz ediyor: Azîz ve Hakîm. Bu kitap ancak Azîz ve Hakîm olan bir Allah
yanındandır. Allah Azîzdir, mutlak güç ve kuvvet, izzet ve şeref sahibidir.
Allah mutlak egemenlik sahibidir. Göklerde ve yerlerde tek hâkimiyet sahibi,
tüm varlıkların boyunlarındaki kulluk iplerinin ucu elinde olan, mutlak
tasarruf sahibi olandır Allah. Hayata hakim olan, herkesin yasalarına boyun
büktüğü, yenilmez ve yanılmaz olandır Allah. Sadece kendisine kulluk edilen,
kendisi dinlenilen, sadece kendisinin yasaları uygulanan varlıktır Allah.
Aynı
zamanda Hakîmdir de o Allah. Hikmet sahibidir, bilgi sahibidir. Her şeyi bilen,
bilgi kendisinden olandır. Bu kitap bilginin, hikmetin kaynağı olan Allah’tan
gelmiş ve baştan sona hikmet dolu bir kitaptır. Bu kitap Azîz ve Hakîm olan Allah’tan
gelme bir kitaptır. Azîz olan bir Allah’ın, Azîz olan bir elçisinin, Cebrâil’in
yeryüzünün en Azîzi olan bir peygambere getirdiği Azîz ve Hakîm bir kitabıdır
bu kitap. Kitabı indiren de Azîz ve Hakîmdir, elçi de Azîz ve Hakîmdir,
indirilen kitap da Azîz ve Hakîmdir, indirilen peygamber de Azîz ve Hakîmdir.
Tabii yeryüzünde bu kitaba inanan, bu kitabın izzet ve hikmetiyle şereflenen
mü’minler de izzet ve hikmet sahibidirler.
Bu kitapla beraber olanlar yeryüzünde
en büyük izzet ve şeref sahibi, hikmet sahibi ve hâkimiyet sahibidir. Bu
kitapla beraber olanlar şereflidir, bu kitapla beraber olanlar güçlüdür, bu
kitapla beraber olanlar, bu kitabı anlayanlar ve bu kitabın istediği şekilde
hareket edenler hikmet sahibidirler. Çünkü bu kitap hikmet sahibinden gelmiş
hikmet olan bir kitaptır. Bu kitaptan habersiz yaşayanlar, bu kitabın
hikmetinden, izzet ve şerefinden istifade edemeyenler hikmetsiz, izzetsiz ve
şerefsizdirler.
Eğer
bizler şu anda yeryüzünde izzet ve şerefe ulaşmak isti-yor, hikmet ve bilgiye
ulaşmak istiyorsak bu kitapla beraber olmak zo-rundayız. Eğer Allah’ın izzet ve
şerefine, Allah’ın hikmetine ortak ol-mak istiyorsak bu kitaba sarılmak
zorundayız. Çünkü Azîz olan Allah’ın indirdiği de Azîzdir, Hakîm olan Allah’ın
indirdiği de hakîmdir. Öyleyse bu kitabı okumak, anlamak üzere elimize
aldığımızda, kiminle diyalog halinde olduğumuzu, kimin kitabından bilgilenmeye
çalıştığımızı unutmayacağız. Rasgele bir kitapla değil, Azîz ve Hakîm olan
Allah’tan gelme Azîz ve Hakîm olan bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu
bileceğiz. Eğer izzet ve şerefe ihtiyacımız varsa, eğer bilgin ol-maya, hikmet
sahibi olmaya ihtiyacımız varsa, bu kitabı hiçbir zaman elimizden düşürmemeye
alışacağız.
Elimize
aldığımız bu kitabın âyetlerini anlayıp hayata onlarla bakabildiğimiz zaman,
hayatımızı bununla düzenleyebildiğimiz zaman yeryüzünde izzet ve şerefe
ulaşacağımızı, tüm düşmanlarımıza galip geleceğimizi, bundan ayrı kaldığımız,
bu kitapla ilgimizi kestiğimiz zaman da ebedîyen izzet ve şerefimizi kaybederek
şerefsizlerin elinde oyuncak olacağımızı, onların kulu kölesi olarak rezil bir
hayatı yaşamak zorunda kalacağımızı da unutmayacağız.
Unutmayacağız
ki, bu kitap geldiği kaynak gibi Azîz ve Hakîm bir kitaptır. Hiç kimse bu
kitaba karşı koyamaz. Hiçbir kitap bu kitabın karşısında duramaz. Hiçbir kitap,
hiçbir sistem, hiçbir ideoloji, hiçbir güç bu kitaba karşı koymaya, bu kitabın
mesajını boğmaya, bu kitabın âyetlerini susturup yok etmeye cüret edemez. Hiçbir
yasa bu kitabın yasalarının yerine geçemez, gölgede bırakamaz. Çünkü bu kitap
Azîz ve Hakîm olan Allah’tan gelmedir ve bu kitap mutlak sûrette hayata hakim
olacaktır. Hiçbir güç bu kitabın hâkimiyetini engelleye-mez. Çünkü bu kitap,
hayatın sahibi olan, tüm gökler ve yerlere egemen olan Allah’tan gelme bir kitaptır.
Şunu da asla unutmayalım ki, yeryüzünde
Müslümanlar olarak bizim şeytan karşısında, şeytanın emrinde hareket eden
şeytan orduları karşısında, küfür karşısında yenilmezliğe ulaşmamız bu kitap sayesinde
olacaktır. Çünkü bu kitap Azîz olan, alt edilmez, yenilmez, karşı gelinmez,
itiraz edilmez, mutlak galip olan önünde saygıyla eği-linmesi gereken,
Allah’tan gelmiş Azîz bir kitaptır. Yeryüzünde bu ki-tabı da, bu kitabın müntesiplerini
de alt edebilecek hiçbir güç ve kuvvet yoktur.
2. “Ey Muhammed! Biz sana Kitabı gerçekle indirdik. Öyle ise dini Allah için halis kılarak O’na kulluk et.”
Ey peygamberim, biz bu kitabı sana Hak’la indirdik. Biz bu kitabı sana Hak
olarak indirdik. Kitabın Hakla indirilmesi, Hak olarak indirilmesi şu anlamlara
gelmektedir: Birinci olarak bu kitabın içinde hak bilgiler vardır. Bu kitabın
içinde hakikat vardır, gerçek vardır. Bu kitabın içinde oyun ve eğlence olsun
diye söylenmiş sözler yoktur. Bu kitabın içinde Hakka istinat etmeyen küfür,
şirk, bâtıl, yalan, dolan, zulüm ve haksızlık yoktur.
Bir de
Allah bu kitabını haklı olarak indirmiştir. Her konuda hak bu kitabın
dediğidir. Çünkü Rabbimiz kitabını hakkın ortaya çıkması, hakkın bâtıla galip
gelmesi için indirmiştir. Veya insanların üzerinde ihtilâf ettikleri, çözüme
kavuşturamadıkları, karar verip son sözü söyleyemedikleri her konuda son sözü
söyleyecek olan, son hükmü verecek olan, hak olan, hukuk olan bir kitaptır bu. Hukuktur
bu kitap. İnsanların tüm hayatlarında uygulamaları gereken hukuk bu kitabın
ortaya koyduğu hukuktur. Bu kitabın dışında hak ta yoktur, hukuk ta yoktur.
Tüm insanlık problemleri bu kitapla
çözüme kavuşturulacaktır. Bulunduğunuz her bir ortamda hangi hak gündeme gelirse
gelsin, tüm hakları bu kitap belirleyecektir. Kadın hakkı mı? Erkek hakkı mı?
İşçi hakkı mı? İşveren hakkı mı? Öğretmen, öğrenci hakkı mı? Ana-baba hakkı mı?
Allah hakkı mı? Kulların hakkı mı? Bunu ancak bu kitap çözecektir. Bunun
dışında bunları çözeceğine inandığımız başka bir hak kaynak bilmiyoruz.
Dikkat
ederseniz “Biz bu kitabı sana Hak olarak indirdik,” diyor Rabbimiz. Sana
indirdik. Öyleyse bu kitabı tanıyan, bu kitabı eline alan kişi toplum içinde
tek başına, yapayalnız kalmış olsa bile, hiç kimse kendisinin inandığı,
duyurduğu bu kitaba iman etmese bile tek başına bu Hakka iman etmek ve hayatını
bu Hak kitapla düzenlemek zorundadır. Zira biz nice peygamber biliyoruz ki,
elinde kitapla toplumunu uyarmıştır ama kendisine iman eden üç-beş insan bile
bulamamıştır. Çevremizden hiç kimse inanmamış olsa bile biz bu kitaba inanmak,
bu kitabı yaşamak ve bu kitabın izzet ve şerefiyle şereflenmek zorundayız.
Biz bu
kitabı sana Hak olarak indirdik, öyleyse haydi sen de dini sadece Allah’a halis
kılarak, dini sadece Allah’a ait kılarak Ona kulluk yap.
Sen de bu kitaba göre kulluğunu ortaya koy. Cebrâil’in (a.s) bu kitabı Rasulullah Efendimize getirmesiyle Rasulullah Efendimizin onu bize ulaştırması farklıdır. Cebrâil (a.s) sadece bir elçidir. Cebrâil (a.s) Allah’tan aldığı bu kitabın içine hiç bir şey karıştırmadan, eklemeden, eksiltmeden onu Resulullah’a getirmekle mükellefken, Allah’ın Resûlü onu okumakla, anlamakla, yaşamakla, uygulamakla, pratiğe intikal ettirmekle, onun istediği bir kulluğu icrâ etmekle mükelleftir.
Ey
peygamberim sen de bu kitapta sana sunulan dini Allah’a halis kılarak Rabbine
ibadet et. Bu kitaba göre kulluğunu ortaya koy. Çünkü bu kitap okuma kitabı
değil, kulluk kitabıdır. Bu kitap bilgi kitabı, kültür kitabı değil, kulluk
kitabıdır. Bu kitabın istediği gibi kendi netliğinde, kendi berraklığında,
kitaptan hiçbir eksiltme, artırma yapmadan kitabın ortaya koyduğu bir hayatı
yaşa. İşte bu kitap sana Rabbinin senden istediği kulluğu öğretmek için
gelmiştir. Haydi sen de dini sadece Allah’a ait kılarak, dinde Allah’a ortaklar
bulmadan kulluk yap.
Din bir
hayat programıdır, din bir yaşam biçimidir. Sadece namaz değildir din. Sadece oruç,
hac, ana-babaya itaat değildir din. Bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir
yıllık, bir ömürlük hayatın tümünü içine alan bir hayat programıdır din.
Ahlâkıyla, imanıyla, ticaretiyle, ekonomisiyle, siyasetiyle, eğitimiyle,
yemesiyle, içmesiyle, giyim-ku-şamıyla, evlenmesi boşanmasıyla bir gün, bir
dünya yaşar ya insan, işte ana rahmine düştüğü andan itibaren başlayıp ölümüne
kadar Allah’ın istediği, bu kitabın ortaya koyduğu bir din hayatı yaşayacaktır
insan. Allah bu kitabında bizden nasıl bir hayat istemişse, nasıl yememizi, nasıl
içmemizi, nasıl giyinmemizi, nasıl yatmamızı, nasıl bir ekonomik hayat yaşamamızı,
nasıl bir aile hayatı kurmamızı, nasıl baba olmamızı, nasıl ana olmamızı, nasıl
evlât olmamızı istemişse karıştırmadan, Allah’a ortaklar bulmadan, hayatı,
dini, zamanı, aileyi, toplumu parçalamadan sadece ve sadece Allah’ı dinlemek,
Allah’a kulluk yapmak zorundayız.
3. “Dikkat edin, halis din
Allah’ındır; O’nu bırakıp da putlardan dost edinenler: “Onlara, bizi Allah’a
yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz” derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri
şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkârcı kimseyi
doğru yola eriştir-mez.”
Dikkat
edin halis din, saf din, katışıksız din Allah’ın dinidir. İlavesiz, eksiksiz
din, Allah’ın dinidir. Dinin katışıksız, saf olanı Allah’a aittir. Elbette
başkalarının dinleri, başkalarının hayat programları, başkalarının yaşam
biçimleri de vardır, ama onlarınki katışıklıdır. Hayatın tümüne karışan,
hayatın tümünü dolduran, hayatı parçalamadan onun tümünde söz sahibi olan
Allah’ın dinidir. Hayatın tümünde sadece Allah’a iman, sadece O’na kulluk,
sadece O’nu dinlemek, sadece O’nu razı etmeye çalışmak, sadece O’nun hayat programını
uygulamak Allah’ın dinidir.
Ama
katışıklı din sahipleri, hem Allah’a hem de Allah’tan başkalarına kulluk
yapanlar, hem Allah’ı hem de başkalarını dinleyenler, hem Allah’ın dinini
uygulamaya hem de Allah’tan başkalarının dinlerini uygulamaya, Allah’tan
başkalarının sitemlerini uygulamaya çalışanlardır. Bir adamın hayatında, bir
toplumun hayatında hayat programı olarak sadece Allah’ın dini olmalıyken, her konuda
sadece Allah’ın dini söz sahibi olmalıyken, hayatın her bir kademesinde sadece
Allah’ın dini geçerli olmalıyken, bunu terk edip hem Allah’a hem de Allah
berisinde, hayatlarında söz sahibi kabul ettikleri bir kısım varlıkları, bir
kısım insanları da dinleyenler katışıklı din sahipleridir. Hem Allah’ı razı
etmeye çalışıp, hem de öteki Rabblerini, öteki İlâhlarını razı etmeye
çalışanlar, katışıklı bir din takip ediyorlar demektir.
Hayatlarının bazı bölümlerine Allah’ı karıştırıp,
hayatlarının bazı bölümlerinde Allah’ı dinleyip, geri kalan bölümlerinde de
öteki İlâhlarını söz sahibi kabul edenler, namaz, oruç, abdest gibi konularda
Allah’ı söz sahibi bilip, Allah’ın dediklerini uygulayıp, hukuk, eğitim, miras,
kılık-kıyafet, ekonomi, siyaset, ceza kanunları gibi konularda da öteki Rabblerini
söz sahibi kabul edenler, Allah’ın dışında, Allah’ın dûnunda evliyalar, velîler
kabul edip onların aldığı kararları da, onların yasalarını da uygulamaya
çalışanlar, şirket içinde bir din kabul etmişler demektir.
Yâni hayatlarının din içerikli, âhiret
içerikli bölümünde Allah’ın sistemini, Allah’ın dinini, Allah’ın şeriatını
uygulayıp, dünya içerikli bölümünde de başkalarının dinlerini, başkalarının şeriatlarını,
başkalarının sistemlerini uygulayanlar, dini Allah’a halis kılmaya yanaşmayanladır.
“Tamam Allah’a iman edelim, Allah’ı kabul edelim, hayatımızın bir bölümünün
düzenlemesi konusunda Allah’ı söz sahibi kabul edelim ama hayatımızın öteki
bölümlerini düzenlemek üzere öteki İlâhlarımıza da söz hakkı verelim,” diyenler
katışıklı din sahipleridir.
Allah’tan başka velîler edinenlere, Allah’ın dûnunda bir takım karar merciî bulanlara, hayatlarında Allah berisinde bir takım program yapıcısı, kanun koyucusu bulanlar, Allah’tan başka bir takım varlıkların da söz sahibi olduğunu iddia edenlere, Allah’tan başkalarına da kulluk edenler, Allah’tan başkalarına da dua edenlere, Allah’tan başkalarına da sığınanlara, “niye böyle şirke düşüyorsunuz, niye böyle Allah’a şirket içinde, ortaklık içinde bir kulluktan yanasınız,” denilince derler ki:
“Aslında biz Allah’a iman ediyoruz. Biz Allah’ı kabul
ediyoruz, aslında bunlara kulluk etmiyoruz. Ama bizim Allah’ı bırakıp ta başkalarına
yönelmemiz, başkalarını dinlememiz, başkalarını razı etmeye çalışmamız onların
Allah’la bizim aramızda aracı, şefaatçi olmalarındandır. Biz bu varlıklarla
Allah’a yaklaşabilmek için, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onları dinliyor,
onları seviyor, onlara itaat ediyor dua ediyor, ibadet ediyoruz. Biz onlara
kendimizi beğendirelim ki, onlar da bizi Allah’a beğendirsinler. Biz onların
sevgilerini kazanalım ki onlar da bizi Allah’a sevdirsinler. Biz onlara kulluk
edelim ki, onlar da yarın Allah huzurunda bize şefaatçi olsunlar. Aslında bu
varlıklar Allah katında şerefli, makbul varlıklardır. Bizim onlara kulluğumuz
Allah’a kulluk, onları memnun etmemiz Allah’ı memnun etmemiz anlamına geldiği
için bizler Allah’la aramıza bu insanları, bu müesseseleri, bu unsurları
koyuyoruz, bunların eteğine yapışıyoruz,” diyorlar. Yâni kendi kendilerine
Allah’a yaklaşma yöntemleri belirlemeye çalışıyorlar.
Bir hadis-i
kutside Rabbimiz şöyle buyurur:
“Benim kulum, üzerine farz
kıldığım şeylerden daha sevgili hiçbir şey ile bana yaklaşamaz. Bir de nafilelerle
kulum bana peyderpey yaklaşa yaklaşa nihayet öyle bir hale gelir ki, ben onu
severim. O zaman ben onun işitmesine vasıta olan kulağı, görmesine vasıta olan
gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, anlayan kalbi, söyleyen dili olurum. Böyle bir
kulum benden bir şey isterse, mutlaka veririm…”
Evet, bu
hadis-i kutsiden de anlıyoruz ki bir kul Allah’ın kendisine farz kıldığı
farizalardan daha fazla hiçbir şeyle Allah’a yakla-şamaz. Bir mü’min düşünün ki
Allah’a yaklaşmak istiyor. Kim istemez ki bunu? Tüm hedefimiz, arzumuz bu değil
mi? Öyleyse evvel emirde Allah’a yaklaşmanın yolu farzlardan geçmektedir.
Farzlar yerine getirilmedikçe bu iş olmaz. Bu, bu işin vazgeçilmez lâzımıdır.
Ben marifet ehliyim, ben Rabbimi biliyorum, ben O’nu çok seviyorum, ben O’nun
için ölürüm, benim kalbim temizdir, ben hacıyım, ben hoca çocuğu-yum, ben filan
zâtın müridiyim, ben falan cemaatin üyesiyim gibi iddiaların hiç bir kıymeti
yoktur. Çünkü bu konuda ölçüyü koyan Allah’tır. İş Allah’ça olmalıdır. Bir kişi
şu dediği şeyler konusunda samimi de olsa, bolca infak da etse, çokça nafile
hacc da yapsa, şalvar da giyse, sakal da bıraksa, geceleri şu kadar istiğfar da
etse, farzları ye-rine getirmedikçe Allah’a yaklaşması mümkün değildir.
Farzlar olmadan
tek başına nafileler bir değer ifade etmez. Halbuki şu anda halk arasında
farzlara riayet etmediği halde nafileler konusunda çok hassas davranan kimseler
yüce şahsiyet olarak algılanmaktadırlar. Farz olan namazı kılmazlar, farz olan
tesettüre riayet etmezler, farz olan zekâtlarını tastamam vermezler, farz olan
emr-i bil’maruf ve nehy-i anil’münkeri terk edip yatarlar, Allah’ın dininin hakimiyeti
adına hiç bir gayretleri yoktur. Haktan yana olmak, hakkı ortaya koymak
farzdır, ama adamlar saflarını bile belirlemiş değillerdir. Cihad ve tebliğ
farzdır, ama bunu hiç dert edinmemişlerdir. Mugay-yebat-ı hamseye Allah’ın
istediği gibi iman farzdır, ama adamların buna bakışı terstir. Amentünün
esaslarına iman farzdır, ama adamların anlayışı bozuktur. Allah’ın hayata
karışı tek Rab ve İlâh oluşuna iman farzdır, ama Allah’tan başkalarının
yasalarını uygulama konusunda bir sıkıntıları yoktur. Her şeyi Allah’a irca
etmek farzdır, ama onlar işlerini başkalarına götürürler. Hayrın ve şerrin
Allah’tan olduğuna iman farzdır, ama onlar böyle düşünmezler. Mü’minleri kardeş
bilmek, onları sevmek farzdır, ama onların elleri kardeşlerinin boğazındadır.
Çocuklarını müslümanca eğitmek farzdır, ama onlar tutup onları birilerine
teslim etmektedirler. Yalnız Allah’ı Rezzâk bilmek farzdır, ama onlar
kendilerine başka Rezzâklar bulma sevdasındalar. Yâni farzları terk ediyorlar
ve nafilelerle Allah’a yaklaşabileceklerini zannediyorlar.
Şunu hiçbir
zaman unutmayalım ki Allah’a yaklaşanlar iki gruptur. Bir başka ifadeyle
Allah’a iki türlü yaklaşma usulü vardır:
1- Farzların,
vâciplerin îfası ve haramların terk edilmesiyle. Çünkü biliyoruz ki haramların
terk edilmesi de farzdır.
2- Farzları îfa
ve haramları terk etmekle beraber nafileleri de işleyerek. İşte Allah’a
yaklaşabilmenin yolu da, usulü de budur. Bunun dışında başka bir yol yoktur.
Allah’ın ve Resûlünün gösterdiği yolun dışında kişinin kendi kafasından koyduğu
usullerle Allah’a yaklaşması mümkün değildir. Çünkü farz ve nafileleri insanlar
kendileri tespit edemezler. Bunların tespiti Allah ve Resûlüne aittir. Bakın
kitabımızın Mâide sûresi Allah ve Resûlünün kıstaslarına göre öyle olmadıkları
halde kendi kıstaslarına göre Allah’a yakın olduklarını iddia eden yahudi ve
Hıristiyanların sapıklıklarını şöyle anlatıyordu:
“Yahudiler ve hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz"
dediler.
(Mâide 18)
Halbuki onlar
ne Allah’ın oğulları, ne sevgilileri, ne de dostlarıdır. Allah’a yakın da
değillerdir. Onlar Allah’ın dinini terk etmiş düşmanlarından başkası
değillerdir. Onlar böyle oldukları gibi, Allah’a yaklaşabilmek için putlara
tapınan şu müşrikler de Allah’a yakın değillerdir. Çünkü Allah’a ancak Allah’ın
belirlediği usullerle yaklaşılır.
Meselâ, efendim
Allah katında zenginler O’na daha yakındır. Öyleyse ben de çalışıp çırpınıp çok
para kazanayım da, böylece Allah yolunda hizmet ederek Allah’a yaklaşayım. Veya
millet vekili olayım da hizmetimle Allah’a yaklaşayım. Veya doktor olayım da
sağlığa hiz-met ederek Allah’a yaklaşayım. Veya kızımı şuralarda okutayım da,
dine hizmet etsin de Allah’a yaklaşayım. Hayır hayır, her kim ki Allah’ın
Resûlünden sadır olmayan bir yolla bir usulle Allah’a yaklaşmayı umarsa
bilesiniz ki onun sonu hüsrandır. Farzları yerine getiren, haramlardan kaçınan
ve de nafileleri işleyen kimseler ancak Allah’a yaklaşabilirler. Bakın hadis-i
kutsi o kadar açıktır.
“Kulum
farzlardan sonra işleyeceği nafilelerle bana öylesine yaklaşır ki ben onu
severim.” Diyor Rabbimiz. Allah’ın bizi sevmesi elbette hepimizin istediği
şeydir. Resûl-i Ekrem efendimiz; “Ya Rabbi, beni sevdiklerinin içinde kıl, zira
sen sevdiklerini mağfiret edersin.” Buyurur.
Yine Resûlullah
Efendimiz bir başka hadislerinde Allah’a yaklaşma usullerinden bir başkasını da
şöyle anlatır: “Kulun Allah’a yaklaşma vesilelerinin en büyüklerinden birisi de
düşünerek, kafa yorarak Kur’an okumasıdır. Bunun benzeri kişiyi Allah’a
yaklaştıracak başka bir şey yoktur.” Sahabeden Habbab Bin Eret efendimiz de der
ki; “Allah’a gücün yettiği kadar yaklaş, bil ki Allah’a kendi sözünden daha
yaklaştırıcı bir şey yoktur.” Evet, Allah’ın sözü Kur’an’dır. Nasıl ki bir
insana onun kendi sözünden daha yakın bir şey yoksa, Allah’a da O’nun kendi
sözü olan Kur’an’dan daha yakın bir şey olamaz. Öyle değil mi? Birisine mektup
yazıyorsunuz, uzaktır size. Telefon ediyorsunuz, yine uzaktır. Ama ne zaman ki
yanına varıp yüz yüze konuşursunuz, işte o zaman yakındır size. İşte bunun gibi
Kur’an’da Allah’ın kelâmıdır. Kur’an okurken bilesiniz ki O’nunla konuşuyorsunuz
demektir. Karşı karşıya yakınsınız demektir. Öyleyse bırakalım başka yollar,
başka usuller aramayı da elimizden bu kitabı düşürmeyerek Rabbimize yaklaşma
imkânları bulalım inşallah.
Yine bir başka
âyet-i kerimenin beyanıyla Allah’a yaklaşmanın ve Rabbimizin bizi sevmesinin
bir başka usulü de Resûl-i Ekrem Efendimize itaat esasına bağlanarak şöyle
anlatılıyordu:
“Ey
Muhammed, de ki: “Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı
bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder.”
(Âl-i İmrân 31)
Zaten yukarıda ifade etmeye
çalıştığımız farzlardan sonra işlenmesi tavsiye edilen nafileler Resûlullah
efendimizin sünnetleridir. Öyleyse Resûlullah efendimizin sünnetine sarılarak
Allah’a yaklaşmaya çalışacağız inşallah. Aynen peygamberimizin izini takip ederek,
aynen onun gibi bir hayat yaşayarak Allah’a yaklaşmaya çalışacağız. O nasıl
otururdu, nasıl yemek yerdi, nasıl giyinirdi, nasıl yatardı, bir yarayı kına
ile nasıl tedavi ederdi, ishali soğuk bal ile, kabızı sıcak bal ile nasıl iyileştirirdi,
ağrıyan gözünü sürme ile nasıl tedavi ederdi hasılı onun tüm hayatını, tüm
eylemlerini taklit etmek nafilelerdir. İşte biz onun sünneti dediğimiz
nafileleri işleyince Allah’a öylesine yaklaşır, öylesine yaklaşırız ki sonunda
Rabbimiz bizi sever ve hadis-i kutsinin beyanıyla bizim gören gözümüz, tutan
elimiz, işiten kulağımız, anlayan kalbimiz oluverir. Yâni gözümüz kulağımız,
elimiz ayağımız Allah’ın izniyle hakkı söylemeye, hakkı icra etmeye, hakka
yönelmeye, hakkın rızasının nerede olduğunu bilmeye başlayıverir.
Evet müşrikler böylece Allah’a yaklaşabileceklerini iddia ediyorlar. Ama dikkat ediyor musunuz? Mü’min, kâfir, müşrik insanların hepsinde Allah’ın koyduğu fıtratın böylece açığa çıktığına şahit oluyoruz. Bakın kâfirler, müşrikler bile küfürlerini, şirklerini Allah’a izâfe et-meye, Allah’a onaylattırmaya çalışıyorlar. İçine düştükleri şirk unsurlarıyla bile Allah’a yaklaşmayı hedefliyorlar. Halbuki bu dünyada kendilerini Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın elçisinden uzak bir hayatın mahkûmu ettikleri için zavallılar anlayamıyorlar. Bilmiyorlar ki Allah’a yaklaşmanın yolu Allah’ın gönderdiği kitabından geçer. Bilmi-yorlar ki bu kitapta Allah şirki asla onaylamıyor. Allah’ın onaylamadığı, Allah’ın istemediği, haram kıldığı, yeryüzünde en büyük suç dediği şirke sarılarak, Allah’a en büyük iftirayı yaptıklarının farkında değiller zavallılar.
Halbuki Allah şu kitabında ve bu
kitabın pratiği olan peygamberinin hayatında çok açık bir şekilde ortaya
koymuştur ki, kullarıyla kendisi arasında gerek dua konusunda, gerek ibadet ve
itaat konusunda hiç kimseyi görmek istemiyor. Kendisiyle birlikte başkalarını
da dinleme konusunda, kendisiyle birlikte başkalarına da itaat konusunda
kullarını soğanın dişisinden bile kıskandığını söylüyor. Kullarından nerede,
hangi zaman dilimi içinde, hangi şartlar altında olursa olsun, sadece kendisine
kulluk, sadece kendisine itaat istiyor. O, her zaman ve zeminde bizim kendisine
yapacağımız dualarımızı, kulluklarımızı, isteklerimizi duyabilecek ve ânında icâbet
edebilecek, kulluğumuzu kabul edip mükâfat verecek, isyanlarımızdan ötürü de
ceza verecek güçtedir.
Biliyoruz
ki tarihin her devrinde insanların genelinde Allah inancı hep var olmuştur. Her
dönemde madde ötesi, üstün güç ve kudret sahibi, yaratıcı olan Allah inancının
var olduğunu ve insanların bu yaratıcıya iman ettiklerini biliyoruz. Ama işte
burada da anlatıldığı gibi, aynı zamanda bu insanların genelinde şöyle bir
kanaat söz konusu idi: “Allah vardır, yaratıcıdır, tüm kâinatı O yaratmıştır,
kendilerini de O yaratmıştır, O yücedir ama bu yüce varlıkla insanların doğrudan
doğruya irtibat kurmaları mümkün değildir. Onun içindir ki bu yüce varlıkla
insanların irtibatlarını sağlayacak aracılara ihtiyaç vardır. İşte bu durumda
bazı aracıların bulunması kaçınılmazdır,” demişler, bu yüce varlıkla bizim
irtibatımızı sağlasın diye bir kısım varlıklar geliştirmişler ve kendilerine
kulluk yapmaya, emirlerini dinlemeye başlamışlar.
Veya kendilerini yüce varlıklar bilip
Allah’a karşı şefaatçi kabul etmeye kendilerini Allah’a yaklaştıracaklarına
inanıp kendilerine harikulâde sıfatlar yüklemeye çalışmışlar. Bu varlıkları
Allah sever gibi sevmeye, onların hatırına Allah arzularını ayaklarının altına
almaya, Allah’a yapmaları gerekenleri kendilerine yapmaya, kendilerinde güç
kuvvet görerek sıkıntılı anlarında dua edip imdatlarına çağırmaya başlamışlar.
Karşılarında mest olup secdelere kapanmış, kalplerinin derinliklerinde
kendilerine yer vermiş, Allah sever gibi onları sevmişlerdir.
“Biz
aslında Allah’a inanıyor, Allah’a kulluk ediyoruz ama eğer bunlara da secde
ediyor, bunların arzularını da yerine getirmeye çalışıyorsak, bunların
kanunlarını da uygulamaya, bunların hayat programlarını da gerçekleştirmeye
çalışıyorsak bu bizim onlara da secde ettiğimiz, onlara da kulluk yaptığımız
anlamına gelmez. Biz ancak bunları aracı kabul ediyoruz, bunları vesile kabul
ediyoruz. Bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye bunlara ibadet ediyoruz,” diyorlardı.
İster
melekleri, peygamberleri, Allah’ın salih kullarını, isterse diğer varlıkları
putlaştırıp Allah yerine koysunlar, bunun hepsi birdir ve şirktir. Allah
kesinlikle kendisine bu şekilde yapılan bir kulluğu kabul etmez. Zira O,
kendisine şirk koşulmaya kesinlikle razı değildir. O’nun ortakları yoktur,
yardımcıları yoktur, vezirleri, yetkilileri, oğulları, kızları, hanımları
yoktur. O Allah tüm varlıklardan yüz çevirip sadece kendisine kulluk yapan,
sadece kendisini dinleyen kullarının kulluğunu kabul etmektedir. Sadece kendisi
önünde secde eden, başka hiç bir varlık önünde secde etmeyen, sadece kendisinin
kanunlarına itaat eden, başka hiç kimsenin kanunlarına itaat etmeyen, sadece
kendisinin hayat programını uygulayan, başkalarının hayat programlarını
uygulamaya yanaşmayan ve sadece kendisini razı etmeye çalışan, başkalarını razı
etme gereği duymayan kullarının kulluklarını kabul edecek, ötekilerin
kulluklarını asla kabul etmeyecektir.
Allah yakında hükmünü beyan edecektir. Muhakkak ki Rab-bimiz insanların bu şekilde tartışıp ihtilâf ettikleri konularda hükmünü verecektir. Şu anda işte bu kitabıyla, bu âyetleriyle hükmünü veriyor. Allah yalancıyı, dinini yalan sayanı, kitabını yok farz ederek, peygamberini gelmemiş kabul ederek yaşayan ve örtücü olan kimseyi asla hidâyete ulaştırmaz. Kitabını yok farz edenleri, kitabını örtüp peygamberini devre dışı bırakanları asla başarıya ulaştırmayacak, asla bu dünyada sahil-i selâmete çıkarmayacak, dünyada çözümsüzlük içinde, bunalımlar içinde bir bocalamanın içinde bırakacaktır. Çünkü onlar Allah’ı, Allah’ın kitabını, fıtratlarını örtüyorlar, Allah’ın beyanlarını örtbas ediyorlar, gündemlerine almıyorlar. Şu anda hükmünü beyan eden Rabbimiz, yakında ihtilâf ettikleri konularda onlara hükmünü be-yan edecektir.
İnsanlar
din, iman, kulluk tevhid ve şirk, dinin temel esasları, dünya ve âhiret,
siyaset, hukuk, ahlâk konularında, tartıştıkları her ko-nuda kesinlikle bunu
Allah’a sormak zorundadırlar. Çünkü her şeyin en iyisini, en güzelini, en
doğrusunu bilen ve bildiren Allah’tır. Zaten bu kitapların ve bu peygamberlerin
geliş sebebi de budur. Yaşadığımız bu dünya hayatında neyin doğru, neyin
yanlış, neyin hak, neyin bâtıl olduğu konusunda bizi bilgilendiren tek kaynak
vahiy yani Allah ve Resûlünden gelen hak bilgilerdir.
Ama ne yazık ki insanlardan kimileri
ellerinde böyle bir kitap olduğu halde, önlerinde böyle bir peygamber olduğu
halde kitapla ihtilâf ediyor, kitapla ve peygamberle tefrikalaşıyor, kitabı
kendilerinden, kendilerini kitaptan uzaklaştırıyorlar. Allah bir tür söylüyor,
onlar bir tür söyleyerek ihtilâf ediyorlar. Kitap ve peygamber bir tür söylü-yor,
tâğutları, İlâhları bir tür söylüyor ve onlar da Allah’ın dediklerine muhalefet
ederek O’nun berisindekilerin arkasından gidiyorlar. Hem Allah’ı hem de onları
memnun etmeden, hem Allah’a hem de onlara itaat etmeden yana bir tavır sergiliyorlar.
Hem Allah’a hem de onlara dua edip sığınıyorlar. Hem Allah’a hem de onlara
hizmet ediyorlar. Bizim işimizi hallediverin, bizim problemlerimizi çözüverin,
sıkıntılarımızı gideriverin diyorlar, medet diyorlar, imdat diyorlar, izzeti
onlarda görüyorlar, karşılarında eğilip bükülüyorlar, Allah’a rağmen onlara gü-venip
bel bağlıyorlar. İşte bu isyanlarının, bu tefrikalaşmalarının cezasını, Allah
yakında onlara beyan edecektir.
Tabii
âyetin ortaya koyduğu gerçek şudur: Bu insanlar yalancıdırlar, yalan söylüyorlar.
İşte bu şekilde şirki şirin göstermeye çalışanlar, şirki yasallaştırmaya çalışanlar
yalancıdırlar. Ve de keffârdır onlar, örtücüdürler. Fıtratlarının sesini örten,
bastıran insanlardır onlar. İçlerindeki ses onlara Allah’a yaklaşmaları gerektiğini
söylediği halde, fıtratlarının bu sesini örtüp örtbas eden kimselerdir
onlar.
Bu
âyette ortaya konan, Allah’la kullar arasında aracı koyma konusunda insanlar
arasında en ileri gidenler, en aşırı olanlar hepimizin bildiği gibi Yahudi ve
Hıristiyanlardır. Allah’ın kutlu elçisi Musâ’nın (a.s) getirdiği mesajı
değiştirip, Îsâ’nın (a.s) getirdiği kitabı tahrif edip, kitaplarından ve
peygamberlerinden tamamıyla koparak kendilerince bir din oluşturan, böylece Hz.
Adem’den (a.s) bu yana tüm peygamberlerin, tüm mü’minlerin dini olan İslâm’dan
ayrılıp küfre ve şirke düşen Yahudi ve Hıristiyanlar, Allah’ın lânet ve
gazabına uğramışlardır. Bu iki toplum Allah’la kulları arasına Allah elçilerini
aracı olarak sokmuşlardır. Allah’la kulları arasına Allah’ın kulları olan Îsâ
ve Uzey-r’i (a.s) sokmuş, bu iki kutlu elçiyi Allah’ın oğlu makamına çıkararak
hem Allah’a, hem Allah’ın dinine, hem de Allah’ın elçilerine iftiraların en büyüğünü
yapmışlardır.
4. “Allah çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O münezzehtir, O; gücü her şeye yeten tek Allah’tır.”
Eğer Allah bir oğul, bir evlât edinseydi elbette yine de o, O’nun
yaratıklarından olurdu. Yâni o yine de kul olurdu, Allah’ın kulu olurdu. O yine
kul, Rabb da yine yalnız Allah olurdu.
Yâni hâşâ hâşâ eğer Allah dünyadaki, kâinattaki kullarının hayatını düzenleme,
kullarının hayatına program yapma konusunda âciz bir duruma düşüp, insanlar
arasından kendisine oğullar, yardımcılar edinmiş olsaydı veya gökyüzündeki
işleri çok yoğun olup ta yeryüzündeki kullarının problemlerini çözecek zamanı,
imkânı kalmadığı için kendisine içinizden, yerdekilerden bir oğul, ya da
oğullar, yardımcılar seçecek, yetkilerinden kimilerini onlara devredecek
olsaydı, bunu kendisi seçer, sizin seçiminize bırakmazdı. Ne oluyor? Sizin
seçtiklerinizi mi seçecek Allah? Sizin belirlediğinizi mi seçecek? Allah’a akıl
vermeye, yol göstermeye mi çalışıyorsunuz? Şunu seçmeliydin ya Rab! Bunu
yetkili kılmalıydın! Bizim canımız böyle istiyor demeye mi çalışıyorsunuz?
Sübhanallah!
Olacak şey mi bu? Nasıl da diyebiliyorsunuz Allah’a bunu? Nasıl da oğullar izâfe
edebiliyorsunuz Allah’a? Sübha-nallah! Hâşâ hâşâ tenzih ederiz O Allah’ı.
Allah’ın yeryüzünde ne böyle temsilcileri var, ne yetkilerini devrettiği
yetkilileri var, ne ortakları var, ne yardımcıları var, ne oğulları ne de kızları
var... Sadece gökler-de ve yerde kulları var. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O’nun kuludur. Yeryüzünde herkes ve her şey Allah’ın kuludur, başka bir şey
değildir. Öyleyse Allah bu kâfirlerin, bu zalimlerin, bu müşriklerin bu tür
iftiraların hepsinden münezzehtir, yücedir. Göklerde ve yerde hiç bir varlığın,
hiç bir kulun Allah’a şirk koşma hakkı yoktur. Kim ki böyle Allah’a, Allah’ta
olmayan sıfatları yükleyerek şirk koşarsa işte onlar zalimlerin ta
kendileridirler. Allah onların dediklerinin tümünden uzaktır.
Tesbihin
mânâsı da budur zaten. Sübhanallah demenin mânâsı budur. Tesbih, Allah’ı
Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bilmektir. Allah kendisini
kitabında nasıl vasfetmişse, elçisi O’nu bize nasıl anlatmış, hangi sıfatlarla
muttasıf olarak bildirmişse işte öylece Allah’a inanmaktır. Rabbimizi bu
şekilde O’na ait sıfatlarıyla tanıdıkça, Rabbimizin tanıttıklarını Rabbimizin
tanıttığı gibi tanıdıkça da “süb-hanallah!” diyeceğiz. “Ya Rabbi seni tesbih ederiz,
sen ne büyüksün!” diyeceğiz. Bakın ki O Allah:
5. “Gökleri ve yeri gerçekten yaratan O’dur. Geceyi gündüze dolar, gündüzü geceye dolar. Her biri belirli bir süreye kadar yörüngelerinde yürüyen güneş ve ay’ı buyruk altında tutar. Dikkat edin, güçlü olan, çok bağışlayan O’-dur.”
O Allah gökleri ve yeri hakla yarattı, hak olarak yarattı. Sûrenin başında
kitabını da hak olarak indirdiğini söylemişti Rabbimiz. De-mek ki Rabbimizin
tüm işleri, tüm fiilleri haktır. Gökleri ve yeri hak ola-rak yaratmıştır, laf
olsun, eğlence olsun diye yaratmamıştır. Kullarının imtihanı, imtihan sahnesi
olması için yaratmıştır onları.
Veya
Allah gökleri ve yeri haklı olarak, hakka istinat etmek ü-zere, hak açığa
çıksın için yaratmıştır. Hangi hak açığa çıksın diye? Bu kâinatta tek hak, tek
gerçek var. O da Allah’ın hayata karışıcı tek Rabb ve İlâh olması ve bizim de
O’na kul köle olmamız gerçeği. Göklerde ve yerde bundan daha büyük bir gerçek,
bundan daha önemli ve öncelikli bir hak, hakikat yoktur. İşte Allah bu gerçeğin
anlaşılıp ortaya çıkarılması için gökleri ve yeri yaratmıştır.
Bu
âyetlerden anlıyoruz ki, kâinatta ne varsa hepsi hak üzerine, yâni sağlam
temeller üzerine kurulmuş ve belli bir hikmetle yaratılmıştır. Yaratılan her
şey üzerinde belli bir kanun, belli bir hak yasa işlemektedir. Yâni tüm
kâinatta hak esastır, adalet esastır, zulüm ve haksızlık yoktur. Her şey hak
üzerine bina edilmiştir. Bâtıl ise ârızî ve geçicidir. Yâni Rabbimizin
yarattığı bu evrende tevhid esastır. Sadece zulüm ve haksızlık imtihan gereği
kendilerine özgür bir irade verilen insanlardan oluşan hareketlerdir.
Eğer evrende kendilerine Allah
tarafından irade verilen şu insanlar gökler ve yer âlemine karışmasalar,
bitkiler, hayvanlar ve ce-mâdât âlemine el atmasalar, kâinatta haksız bir tek
uygulama göremezsiniz. Tüm âlemde Allah hak bir denge koymuş, onu bozabilme
yetkisini, iradesini de sadece insana vermiştir. Diğer varlıkların tümü hak
olan tevhid esasına dayanmakta, hepsi de Allah’ın emirlerine bo-yun
bükmektedirler.
Kâinatta
ne varsa onların tümünü Allah yarattığı için hepsinin üzerinde söz sahibi, hak
sahibi, hukuk sahibi, hâkimiyet ve hüküm sahibi sadece Allah’tır. Allah’tan
başka bu varlıklar üzerinde hâkimiyet ve otorite sahibi yoktur. O bir şeye “ol”
dediği zaman hemen oluverir. O’nun sözü haktır. O’nun sözü hukuktur, O’nun sözü
mutlak dinlenen sözdür.
Veya
burada Allah tarafından yaratılmış olan göklerin ve yerin hakka ve hakikate delâleti
anlatılmaktadır. Yaratıcıları Allah olan bu gökler ve yerler, hak olan Allah’ın
varlığına ve gücüne delildir. Eser, müessirin varlığına delildir, deniyor.
Gökleri
ve yeri hakla yaratan Allah, geceyi gündüzün üzerine bürüyor, gündüzü de
gecenin üzerine sarıyor. İşte gece ve gündüz ve işte insanın hayatı, insanın
imtihanı, insanın ömrü. Yaratıcının emrine boyun büküp teslim olmuş Allah’ın bu
iki âyeti, sürekli birbirini takip ediyor. Bunlar üzerinde işleyen yasalar,
Allah yasalarıdır. Bunların hiç birisi tesadüfî değildir. Hiç birisi oyun ve
eğlence olarak var edilmiş değildir. Bunların hepsi Allah’ın koyduğu yasalara
boyun büküp teslim olmuşken, siz kime
boyun büküp teslim oluyorsunuz? Rabb ve İlâh olmaya, kullarının hayat
programını belirlemeye, kulları üzerinde egemen olmaya lâyık olan Allah
görüyorsunuz ki geceden sıyırarak gündüzünüzü, gündüzden sıyırarak gecenizi
yaratıyor. Eğer Rabbiniz sizin için bunu yapmasaydı kim yapabilirdi bunu? Kim
yaratabilirdi geceyi? Kim getirebilirdi
gündüzü? Kimin gücü yetebilirdi buna? Allah berisinde şu kendilerine kulluk
ettiğiniz, kendilerine dua edip yalvardığınız, kendilerinde yetki gördüğünüz
yeryüzü tanrıları becerebilir miydi bunu?
Yeryüzünde tanrılığa soyunanlar,
yeryüzünde egemenlik hakkı bizdedir diyenler, bizim hayatımıza Allah karışmaz
diyenler, hayatı biz biliriz, hayatı biz düzenleriz diyerek kendi yasalarını Allah
yasalarının önüne geçirmeye çalışanlar yapabilirler mi bunu? Acaba şu anda bu
yeryüzü tanrıları Allah’ın bu âyetlerine ne kadar müdahale edebiliyorlar?
Güneşe, aya, geceye, gündüze ne kadar etkililer? Güçleri, kuvvetleri, etkileri
nedir bu insanların? Acaba şu anda güneşe söz geçirebiliyorlar mı? Eğer bunu
becerebilen birileri varsa tamam onlara da kulluk yapalım, onların yasalarını
da uygulayalım, onları da Rabb bilelim, onları da İlâh bilelim.
Geceye
ve gündüze egemen olan Allah’tır. Bakın Kasas sûresinde Rabbimiz buyurur
ki:
“Ey Muhammed! De ki: "Söyler misiniz? Eğer Allah geceyi üzerinize kıyamete kadar uzatsaydı, Allah’tan başka hangi tanrı size bir ışık getirebilir? Dinlemez misiniz?” De ki: “Söyleyin: Eğer Allah gündüzü üzerinize kıyamete kadar uzatsaydı, Allah’tan başka hangi tanrı, içinde istirahat edeceğiniz geceyi size getirebilir? Görmez misiniz?”
(Kasas 71,72)
Rabbiniz
geceyi ve gündüzü kıyamete kadar uzatıverse, geceyi gündüzle kovmayıp, gündüzü
de geceyle boğmasaydı, ne yapardınız? Kim yardım edebilirdi size bu konuda?
Allah’tan başka tanrılarınız var mı bir düşünsenize! Şu gündüzün size sunduğu
bu güneş karşılığında, elektrik bedeli öder gibi sizden bir bedel isteseydi
nasıl öderdiniz? Rabbiniz tüm bu nîmetlerine karşılık kendisinin değil, yine
bizim ihtiyacımız olan bir kulluk istiyor. Ama unutmayalım ki bunlar ebedî
değildir, ölümsüz değildir.
Tüm bu varlıklar, gece, gündüz belirli bir süreye kadar yörüngelerinde akıp gitmektedirler. Rabblerinin belirlediği bir ecele kadar yörüngelerinde, Allah programında akıp gitmektedirler. Hepsi de Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu bir ölüme doğru koşuyorlar. Bir gün gelecek Allah’ın takdiriyle hepsi de yok olacaktır. Bu hayat bir gün bitecektir. Ne gök, ne yer, ne göktekiler, ne yerdekiler kalmayacaktır. O zaman, içinde bizler de olduğumuz halde bu bitenlerin, bu biteceklerin fânîliğini anlatan bu âyetlerle kendimizin de fânîliğini unutmadan, ebedî olan, hiç ölmeyen, fânî olmayan bir Allah’a kulluk hesabı içine girmek zorundayız. Ölümsüz bir Allah’a kulluk hesabıyla ölümsüz bir cennet kazanmaya bakmalıyız.
Dikkat edin, Azîz olan, güçlü olan ve
çok bağışlayan O’dur. Allah Azîzdir, O’na asla karşı koyamazsınız. Allah
Azîzdir, tüm izzet ve şeref O’na aittir. Sakın O’nun size verdiği şerefin
dışında kendinize şeref arayışı içine girmeyin. Böyle Azîz ve Hakîm bir
Allah’ın kitabının dışında kendinize kitap, din arayışı içine girmeyin.
Şurasını da asla unutmayın ki, her şeye rağmen, tüm günâhlarınıza, tüm kusurlarınıza
ve eksiklerinize rağmen Rabbiniz Gafûr’dur. Günâhlarınız sebebiyle O’nun
karşısında tüm kapılar yüzünüze kapandı zannetmeyin. Tevbe eder, O’na yönelir,
affınızı talep ederseniz, O’nun affına lâyık hale gelmeye çalışırsanız,
bilesiniz ki O kullarını çok çok bağışlayandır.
Göklerin
ve yerin yaratılışından söz ettikten sonra Rabbimiz bundan sonra bizim
hayatımızdan, bizim yaratılışımızdan söz edecek. Bakın şöyle buyuruyor:
6. “Sizi bir tek nefisten
yaratmış, sonra ondan eşini var etmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift
meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde,
yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah’tır.
Hükümranlık O’nundur, O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl olur da O’nu
bırakıp başkasına yönelirsiniz?”
O Allah sizi bir tek nefisten yarattı. Burada Darvin’in herzelerinin
tenkidine gerek görmüyorum. Zaten bitmiştir, iflas etmiştir günümüzde. Onun
için adamlar kendilerini popüler yaptılar diye her fırsatta bu tür âyetlerle
onları gündeme getirmenin anlamı yoktur. Evet Allah sizi bir tek nefisten
yaratmıştır. Hepimizi Adem atamızdan yaratmış ve ondan da zevcini, Havva
anamızı yaratmıştır. Her ikisi birden insan cinsinin bir bölümünü teşkil ederek
bir bütünü tamamlamışlar ve böylece Allah’ın dilemesiyle her ikisi de varlık
dünyasına çıkmışlardır.
Bu nasıl
oldu, Adem’den eşi Havva’yı nasıl çıkardı, demeye gerek yoktur. Şu anda bir
erkek ve kadından nasıl bir çocuk çıkarıyor-sa Rabbimiz işte öylece eşini
yarattı. Sebebini şeklini bilmek zorunda değiliz. Esasen burada Rabbimizin
yaratıcılığı, gücü ve kudreti gündeme getiriliyor.
Kadınınla,
kadının yaratılışıyla ilgili arkadaşımızın sorduğu so-ru üzerinde kısaca bilgi
verelim inşallah. Hadis Riyazu’s Sâlihîn’de idi. Ebu Hüreyre efendimizin
bildirdiğine göre Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyuruştur:
“Kadınlar hakkında birbirinize
iyilik tavsiye ediniz. Çünkü kadın cinsi kaburga kemiğinden yaratılmıştır.
Kaburga kemiğinin en eğri yeri üst tarafıdır. Eğer onu düzeltmeye kalkışırsan kırarsın,
kendi haline bırakırsan da eğri kalır, öyleyse kadınlar hakkında birbirinize
iyilikler tavsiye ediniz.”
(Buhâri, Nikâh
80, Müslim, Rada 60)
İkinci
bir rivâyette Allah’ın Resûlü; kadını eğeyi kemiğine benzetir.
“Kadın kaburga kemiği gibidir.
Onu doğrultmaya kal-karsan kırarsın, eğer ondan faydalanmak istersen bu eğri
haliyle faydalanabilirsin.”
(Buhâri, nikâh
79, Müslim, Rada 65)
Üçüncü bir
rivâyette de; onu memnun olacağın hale getiremezsin buyurur. Rabbimiz Nisâ
sûresinde:
“Onlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlan-mıyorsanız,
sabredin, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir.”
(Nisâ 19)
Evet,
Rabbimiz buyuruyor ki; onlarla iyi geçinin, kadınlarınızla güzellikle geçinin.
Onlara sevgi gösterin. Onlara iyi davranın. Muhabbet edin onlarla. Güzel söz
söyleyerek onların gönüllerini hoş edip yüzlerini güldürün. Sürekli onların
yanlarında bulunmaya, onlarla sohbet etmeye, latife yapmaya, ihtiyaçlarını en
güzel biçimde temin etmeye çalışın. Onları insan görün. Onların size nasıl
davranmalarını istiyorsanız siz de onlara öylece davranmaya çalışın.
Kalplerini kırmayın. İzzet-i nefislerini incitmeyin, kırıp dökmeyin onları.
Hanımı Hz. Ayşe’yi memnun edebilmek için onunla koşu yapan peygamberinizi örnek
alın. Onlarla iyi geçinin, onlarla birlik olun, onların nazlarına kat-lanın,
onlarla hayatı paylaşın, hayatın çeşitli kademelerinde rol almak gerekiyorsa
onlara güzellikle muamelede bulunun, onlara marufla muamele edin.
Anlıyoruz
ki Rabbimiz âyetlerinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz de hadislerinde erkekten
hanımına karşı bunu bilerek çok şefkatli ve merhametli davranmasını istiyor. Yâni
İslâm fıtrat dinidir, fıtrî bir dindir. Yâni insan İslâm, ihsan ve imanı
yaşayabilecek bir fıtratta dünyaya gelmiştir. İslâm insandan bir şeyler isterken,
bir şeyleri yasaklarken elbette onun fıtratını, fıtrî yapısını göz ardı etmez.
Hadiste
kadının eğeyi kemiğinden yaratılmış olduğu anlatılıyor. Anladığımız kadarıyla
bu ifade kadının yaratılışını, karakterini an-latan ve ona nasıl yaklaşılması gerektiği
ortaya koyan bir mecazdır. Yâni düzelteceğim derken kırmamamız gerektiği
anlatılıyor. Veya ka-dınların
fıtratlarında bir eğrilik vardır bilgisini veriyor. Tabii İslâm fıtratı olduğu
gibi kabul etmekle birlikte onu düzeltmeyi hedefler. Eğitimle, nasihatle onu
düzeltmemizi ister. Bu mânâda fıtratı olduğu bırakmayı hoş görmez. İşte
hanımlarınızı düzelteceğiz derken kırılmamalarına dikkat etmemizi öğütler.
Sabırla, merhametle onlara yaklaşmamız ge-rektiği haber verir. Hem dünya umuru
konusunda, ev, yemek gibi ko-nularda hem de âhiret konularında şefkatle
davranmamızı emreder. Onu bir köle gibi dövmememiz gerektiğini vurgular. Onları
aynen bi-zim gibi insan görmemizi ister. Allah’ın Resûlü bir müslümanın kadınına
asla buğz etmemesini emreder. Yediğimizden yedirmemizi, giydiğimizden
giydirmemizi, kötü söz söylemememizi, şâyet hicret edilecekse evde, aynı odada
onlardan hicret etmemizi tavsiye eder. Yine hayırda ölçünün kadınlara iyi
davranmak olduğunu söyler.
Ademi,
Havva’yı ve o ikisinden de sizleri yarattı. Sonra yeryüzünde hayvanları da
sizin için yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirdi. Sizin
hayatınızın vazgeçilmez unsuru olarak koyun, keçi, sığır ve deveden erkek ve
dişiler olarak sekiz çift var etti. Sürekli sizinle birlikte olan, size huzur
veren, istifade ettiğiniz hayvanları size lütfetti buyurduktan sonra insanın
yaratılış evreleri konu edilmektedir.
Sizi analarınızın karnında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. Burada ana karnında yaratılışımızın üç safhasının ne olduğu konusunda kesin bir bilgimiz olmamakla birlikte şunları söyleyebiliriz:
1.
Burada kastedilen, kitabımızda nutfe, alâka, mudğa diye a-çıklanan
oluşumlardır. Bunun anlamı, ana karnında bu evrelerden ge-çirildikten sonra Rabbiniz
sizi yarattı, bu üç karanlık devreden sonra siz bu hale geldiniz, demektir.
2. Veya
önce babalarınızın sulbündeydiniz, sonra analarınızın göğsünde bir
yerlerdeydiniz, sonra analarınızın rahminde son döneminizi yaşadınız ve işte bu
üç karanlık devreyi tamamlaya tamamlaya yeryüzüne bir insan olarak geldiniz
demektir.
3. Ya da
işte annenin karnı karanlık, o karanlık karın içinde Rahîm bir karanlık ve
Rahîm içinde çocuğu saran zar bir karanlıktır. İşte bu karanlıklar içinde
insanın teşekkülü gerçekleşmektedir. Yâni bu üst üste karanlıklar içinde bir
yaratıştan başka bir yaratışa geçirerek Allah sizi yaratmıştır. Yâni Rabbimizin
bu âyetleriyle anlıyoruz ki, insanın yaratılışıyla alâkalı insanların
erişemediği, ulaşamadığı, bilemediği bir takım dönemler vardır. Tüm bu
bilinmeyen dönemler üzerinde yegâne tasarruf, yegâne güç kuvvet sahibi
Allah’tır. İlmi tam o-lan, her şeyi en iyi bilen Rabbimiz hikmeti gereği her
şeyi belli bir yasaya, bir sünnete bağlamıştır. Allah’ın tabiattaki yasaları
diyoruz bunlara. Bir başka deyişle sünnetullah dediğimiz bu yasalar, hiç değişmeden
sürekli olarak işlerken, bazılarında da bir atlamanın söz konusu olduğunu
görüyoruz. Meselâ insan ana karnında önce erkek zannediliyor, sonra
bakıyorsunuz birdenbire bir cinsiyet değişikliği oluyor ve kız zannediliyor.
Daha sonradan neyse yaratılış tam olarak ortaya çıkıyor.
İşte bu Rabbiniz olan Allah’tır. Hükümranlık, egemenlik O’nun-dur, O’ndan başka İlâh yoktur. Öyleyken nasıl olur da O’nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?
İşte gökleri ve yeri yaratan, sizi ana Rahîmlerinizde böylece
şekillendiren, hayatınızı, varlığınızı ve her şeyinizi kendisine borçlu ol-duğunuz
Rabbiniz bu Allah’tır. Okuduğunuz bu âyetlerin anlattığı, Kur’an’ın tümünün
ortaya koyduğu, tarih boyunca tüm peygamberlerin ortaya koyduğu bu Allah sizin
Rabbinizdir. Rabb makamında, ulû-hiyet makamında, hayatınızın kanunlarını
düzenleme konusunda Rabbiniz O’dur. Rabbiniz olan Allah, kendisinden başka İlâh
olmayandır. O her şeyin yaratıcısıdır. Varlığımızın sebebi O’dur. Hayatın
kaynağı O’dur. Mülk O’nundur. Göklerin, yerin, gecenin-gündüzün, meyvelerin,
sebzelerin, malımızın, mülkümüzün, evimizin, ailemizin, çocuklarımızın,
paramızın, pulumuzun, aklımızın, zekâmızın, bilgimizin her şeyimizin sahibi O’dur.
Yaratıcı, Mâlik ve Rabb sadece O’dur.
Sözü dinlenmeye, ham-dedilmeye, şükre ve itaate, kendimizi beğendirmeye lâyık
olan sade-ce O’dur. Sizin nasıl bir hayat yaşamanız konusunda, kendisine nasıl
kulluk edeceğiniz konusunda bilgi sahibi
olan O’dur. Bunun için size kitap gönderen, size hayat programı sunan O’dur.
Madem ki her şeyinizi yaratan, her şeyinizi veren O’dur, o halde sizler sadece
O’na kulluk edin, sadece O’nu dinleyin. İşte problem buradadır. İnsanların
büyük bir kısmı, yaratıcı olarak Allah’ı
kabul ediyor, ama Rabb olarak, hayata karışıcı olarak Allah’ı kabule
yanaşmıyorlar. Herkes Allah’ın yaratıcılığını kabul ediyor, ama O’nu Rab ve
İlâh olarak, kanun koyucu olarak kabul etmiyorlar. Rızık verici olarak Allah’ı
biliyorlar, inanıyorlar ama hayatı düzenleyici olarak kabul etmiyorlar. İşte şu
an-da insanları görüyoruz ki hayatlarında yaratıcı olarak Allah var, ama hayata
karışıcı olarak sanki yok.
Yâni insanlar, “İlâhlardan bir İlâh
olarak Allah’ı da kabul edelim, O’nu da dinleyelim, O’na da kulluk edelim ama
öteki İlâhlarımızı da dinlemek, onlara da kulluk etmek zorundayız,” diyorlar. “Hayatımızın
bazı alanlarında O’nu söz sahibi kabul edelim, ama öteki alanlarında
başkalarını da dinleyelim,” diyorlar. “Şirk içinde, şirket içinde bir kulluktan
yana olalım,” diyorlar. Hayır hayır, göklerin ve yerin yaratıcısı olarak
inandığınız bu Allah sizin Rabbinizdir ve kendisinden başka İlâh olmayandır.
Hayatınızın tümüne karışan, hayatınızın tümünde sizden kendisine kulluk isteyen
ve kendisinden başka hayatınıza karışıcı olmayandır. Sizin kulluk programlarınızı
belirleyendir ve kendisinden başka kanun koyucu olmayandır. Boyunlarınızdaki
kulluk iplerinin ucu elinde olan ve sadece kendisinin çektiği yere gidilmesi
gerekendir. Yâni bu Allah kendisinden başka Rabb, Melik, İlâh olmayandır.
Allah
her şeyin yaratıcısıdır ve kendisinden başka İlâh, Rabb, otorite, egemen,
yetkili olmayandır. Çünkü İlâh olanın, Rabb olanın yaratıcı olması gerekir. O’ndan
başka yaratıcı da olmadığına göre Rabb sadece odur. Öyleyse sadece O’na kulluk
edin, sadece O’nu dinleyin, O’nu razı etmeye çalışın. Rabb olarak, İlâh olarak
O’na inan-dığınızı ortaya koymak üzere hayatınızı O’nun adına yaşayın. Yirmi
dört saatinizi O’nun belirlediği yasalar istikâmetinde yaşayın. Allah’tan başka
toplum, moda, baba-ana, amir-müdür, âdetler, yönetmelikler gibi putları Allah
makamına oturtup, onların istedikleri bir hayatı yaşayıp Allah’a şirk koşmaya
kalkışmayın. Yaşadığınız bu hayatın sonunda O’nun huzuruna gideceğinizi ve
hayatınızın hesabını sonunda O’na ödeyeceğinizi asla unutmayın.
O halde nasıl da ayrılıyorsunuz? Allah’ın bunca
uyarılarını, bunca âyetlerini bırakıp nasıl da başka dünyalara gidiyorsunuz?
Size tüm bu âyetleriyle kendisini tanıtan Rabbinize kulluğu bırakıp nasıl da
kendi zavallı hevâ ve heveslerinizin peşinde, ya da kendiniz gibi bir takım
zavallı, aciz insanlara kulluğa yöneliyor, onlara itaate meylediyorsunuz? Nasıl
oluyor da Allah’ın bunca nîmetini görmezden gelebiliyorsunuz? Nasıl oluyor da
yaratıcınızın kitabına değil de başkalarının kitaplarına abone olmaya
çalışıyorsunuz? Nasıl oluyor da Allah’ın dini dururken aldatmaca şeylerin
müdavimi, üyesi oluyorsunuz? Ama siz bilirsiniz:
7. “Eğer inkâr ederseniz bilin ki Allah sizden müstağnîdir. Kulların inkârından hoşnut olmaz. Eğer şükrederseniz sizden hoşnut olur. Hiç bir günâhkâr diğerinin günâhını yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir; yaptıklarınızı o zaman size haber verir; çünkü O, kalplerde olanı bilir.”
Eğer küfrederseniz, eğer Rabbinizin rahmeti gereği size anlattığı bütün bu
âyetleri, bütün bu gerçekleri örtbas ederseniz, Rabbi-nizin sizden istediği bir
kulluğu, bir hayatı Allah’ın mülkünde yaşamaya yanaşmaz, keyfinize göre bir
dünya yaşamaya kalkışırsanız, bilesiniz ki Allah sizden müstağnîdir. Allah’ın
ne namazlarınıza, ne oruçlarınıza, ne secdelerinize, ne kıyamlarınıza, ne kulluklarınıza,
hiçbir şeyinize ihtiyacı yoktur. Allah size, sizin yapacaklarınıza muhtaç değildir.
Yeryüzündeki tüm kullar, melekler gibi, peygamberler gibi Allah’a kulluk
yapsalar bile bu Allah’ın mülküne bir şey ilave etmeyeceği gibi, hepiniz, tüm
insanlar Firavun gibi Rabbinize düşmanlık etseniz, O’nunla savaşa tutuşsanız da
bunun bir sineğin kanadı kadarı kadar Allah’a bir zararı olmaz, olamaz. Tüm
kâinatın bir sinek kanadı kadar Allah yanında bir değeri yoktur. Allah’ın hiçbir
zaman kullarından bir beklentisi, bir haceti yoktur.
Rabbimiz
burada benim size bir ihtiyacım yoktur, bir hacetim yoktur buyururken, böylece
bir tavır ortaya koyarken, aynı zamanda gönülleri kendisine ısındırarak
buyuruyor ki:
O kulları için asla küfre razı değildir. Kullarının
küfrüne asla rızası yoktur O’nun. Bunu hiç bir zaman unutmasın insanlar. O
sizin hidâyetinizden yanadır, hidâyetinizden razıdır. Hepiniz O’nun kullarısınız
ve sizin hakkınızda hidâyetten hoşlanmaktadır. Mü’minleriniz, kâfirlerinizle top
yekûn olarak bunu unutmayın. Sizi sizden çok düşünen, sizi sizden çok seven,
size sizden çok merhamet edendir o Allah.
Eğer şükrederseniz şükürlerinizden razı olur. Küfürlerinizden hoşnut olmaz, ama şükürlerinizden hoşnut olur. İşte sizin için razı olduğu budur. Şükrünüzü kabul eder, şükrünüzden memnun olur, ama şükür yerine küfrü tercih edenlerinizden de asla bir çekinme, bir eziklik, bir mağlubiyet acısı tatmaz. Çünkü tüm âlemlerden müstağnîdir o Allah. Tüm âlemler, tüm kullar O’na muhtaç, ama O kimseye muhtaç değildir. Çünkü bizim kulluğumuzun, şükrümüzün menfaati kendimize, küfrümüzün, nankörlüğümüzün zararı da kendi aleyhimizedir. Küfredip O’na karşı nankörlük yaptığımız zaman bunun bize iki defa zararı olur. İki defa kaybetmiş oluruz. Birincisi, Rabbimizin gazabına maruz oluruz, ikincisi de, dünyamızı da âhiretimizi de kaybetmiş oluruz. Ama küfür yerine şükrü tercih ettiğimiz zaman yine iki defa kazanmış oluruz. Hem yaratıcımıza karşı kendi kulluk görevimizi yap-mış oluruz, hem de karşılığında Allah’ın rızasını kazanmış oluruz.
Buraya
kadar kendisini ortaya koyan Rabbimiz buyuruyor ki, “ey kullarım ne bu haliniz?
Nereye döndürülüyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Benden başka kimi bulmaya
çalışıyorsunuz? Kimi razı et-meye, kime kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Kimin
ekmeğini yiyip, kimin kılıcını sallamaya çalışıyorsunuz? Kimin arzında yaşayıp
kimi din-lemeye çalışıyorsunuz? Bu haliniz ne böyle? Kiminiz fenâ fil para olmuş,
kiminiz fenâ fi’d-dükkan olmuş, kiminiz fenâ fi’l-makam olmuş, kiminiz fenâ fi’s-spor
olmuş, kiminiz fenâ fi’l-moda, kiminiz fenâ fi’t-tâğut olmuş. Ne bu vaziyetiniz
böyle? Rabbiniz kim sizin? Hayat programı belirleyiciniz, rızık vericiniz kim
sizin?
Eğer Rabbinizin size lütfettiği bunca
nîmetlerini O’na küfürde, O’nu örtmede, O’nun kitabını, O’nun âyetlerini örtbas
etmede kullanırsanız, bilesiniz ki Allah bundan hoşlanmayacak ve bunun faturası
kendinize kesilecektir. Ama yok Allah’ın size verdiği nîmetlerle o nîmetler
cinsinden hareketlerde, hayırlı amellerde bulunursanız, Rab-biniz sizden razı
olacak ve bu tavrınızın mükâfatını kendiniz alacaksınız.
Herkes
kendi vizrini, kendi yükünü kendisi yüklenecek. Herkes kendi vizrini kendisi
ödeyecek. Herkes kendi yaptıklarının karşılığını kendisi görecek. Kimse
kimsenin yükünü yüklenmeyecek. Kimsenin hesabı kimseden sorulmayacak. Hiçbir
günâh sahibi, hiçbir vizr sahibi bir başkasının yükünü yüklenmeyecek. Ne
babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne kadının kocasına, ne kocanın hanımına
bir hayrı, bir faydası olmayacak. Hiçbir dostun hiçbir dosta sıcak bir kucak açması
mümkün olmayacak. Şu anda birbirlerine güvenenler, birbirlerini kurtarıcı
görüp, birbirlerinin eteğinden yapışmaya çalışanlar, yarın birbirlerinden
kaçacak, birbirlerini tanımayacak. Herkes kendi yükünün, kendi vizrinin
karşılığıyla bir hesap vermenin sıkıntısıyla Rab-binin huzuruna çıkacak. Öyleyse,
“biz sizin yüklerinizi yükleniriz, biz sizleri kurtarırız, siz bize güvenin,
gerisini düşünmeyin,” diyenlerin ta-mamı yalancıdır.
Tabii
âyetin ifadesiyle bir insanın sadece kendisinden, kendi yaptıklarından sorumlu
olması, kendi yükünü sadece kendisinin çekmesi demek, başkalarına karşı
sorumluluğu sebebiyle hesaba çekilmemesi anlamına gelmeyecektir. Rasulullah Efendimizin
çığır açma hadisinden anlıyoruz ki, iyi ya da kötü çığır açanlara, o çığırdan gidenlerin
günâhları ve sevapları eksilmeksizin bir misli yüklenecektir.
Meselâ çocuklarımızın namazından,
namazsızlığından, tesettüründen, tesettürsüzlüğünden, içkisinden, kumarından
sorumluyuz. Ben sadece benden sorumluyum ama, onlardan da sorumluyum. On-lara
namazı öğretip öğretmediğimden, namaz eğitimi verip vermediğimden, namaz ortamı
hazırlayıp hazırlamadığımdan da sorumlu tutulacağım. Ama ben onlara karşı bu
görevlerimi yerine getirmişsem, on-ların yaptıklarından sorumlu tutulmayacağım.
Sonra
dönüşünüz Rabbinizedir. Rabbinize döneceksiniz ve yaptıklarınızın tümünü O size
haber verecektir. Gece yaptıklarınızı, gündüz yaptıklarınızı, insanlardan gizli
yaptıklarınızı, alenî yaptıklarınızı, kendinize gizlediklerinizi,
açıkladıklarınızı her şeyi her şeyi size haber verecek Rabbinizdir. Yükünüzü
yüklenip yüklenmediğinizi, sorumluluklarınızı yerine getirip getirmediğinizi
size haber verecek. Kitap yükünü yüklenip yüklenmediğinizi, amellerinizle,
gözünüzle, kulağınızla, kalbinizle Allah âyetlerinin gereğini yerine getirip
getirmediğinizi size haber verecek. Kitap dilinizde mi, kalbinizde mi?
Dünyanızda kitap var mı, yok mu? Hayatınızda peygamber var mı, yok mu? Rab-biniz
size haber verecek. Bırakın sadece yapıp ettiklerinizi, O Allah sadırlarınızda
olanları da bilmektedir. Ve sizi onlarla da hesaba çekecektir.
Bundan
sonra Rabbimiz karşımıza iki insan tipi çıkaracak:
8. “İnsanın başına bir sıkıntı gelince Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah, katından bir nîmet verince önceden kime yalvarmış olduğunu unutuverir; Allah’ın yolundan saptırmak için O’na eşler koşar. Ey Muhammed! De ki: “İnkârınla az bir müddet zevklen, şüphesiz sen cehennemliksin.”
Birinci insan tipi, kendisine bir zarar, bir felâket, beklenmeyen istenmeyen
bir musîbet geldiği zaman hemen Rabbine yönelerek dua eder. “Aman ya Rabbi!
Zaman ya Rabbi! Bundan beni kurtarsan kurtarsan sen kurtarırsın! Korursan sen
korursun!” diye yalvarıp yakarır. Sonra kendisine Rabbinden onun mukabili bir
nîmet ulaşınca, Allah sevilmeyeni sevilenle değiştirince, dükkanı yanmıştı ya,
onun yerine iki dükkan verince, çocuğu ölmüştü ya, onun yerine iki çocuk
verince, yalvarıp yakarmasına sebep olan o hastalık, o sıkıntı, o fakirlik, o musîbet
gidince daha önce dua ettiği Rabbini unutur da, Allah yolundan sapmak ve saptırmak
için O’na ortaklar bulmaya, O’na şirk koşmaya başlayıverir.
Bunu
insanların hayatında çok rahat görebiliyoruz. Meselâ bir insan düşünün ki
çocuğu, hanımı hastadır. Anası, babası ameliyat masasındadır. Ameliyathanenin
kapısında ecel teri dökerken Rabbine yalvarıp yakarmaktadır: “Aman ya Rabbi! Ne
olur ya Rabbi! Yetiş imdadıma ya Rabbi! Sen kurtar ya Rabbi! Yardım sendendir,
şifa sendendir ya Rabbi!” Çünkü bilir ki onun bu derdine Rabbinden başka çare
bulacak hiç kimse yoktur.
Ama bir de bakıyorsunuz ki, ani bir
nîmetle gerek kendi hastalığı, gerek yakınlarının hastalığı geçiyor,
iyileşiyorlar. Allah derdine derman oluveriyor, sıkıntılarını gideriveriyor.
Bakıyorsunuz ki bu adam kendisini veya yakınlarını hastalıktan kurtaran Rabbine
hamd edecek yerde, O’na kulluğa yönelecek, On’u gündeme getirip şükredecek,
teşekkür edecek yerde, O’nu unutarak şirk koşmaya başlayıveriyor. “Doktor
gerçekten müthiş adammış be! İlaç tam etkiliymiş be! İşte bunu filanlar,
feşmekânlar kurtardı. Eğer onlar olmasaydı halim perişandı,” diyerek Allah’a
nidler, ortaklar bulmaya, onlara hamdet-meye başlayıveriyor. Daha önce dua
ettiği Allah’ı diskalifiye ederek, “işte kafamı çalıştırdım. Aklımı kullandım.
Falan müdür, filan efendi yetişti de beni kurtardı,” demeye başlayıveriyor. Bu
nîmetin kendisine Allah’tan geldiğini unutuveriyor.
Ya da
adam daha önceleri köydedir, fakirdir, garibandır, yiyecek ekmeği yoktur,
sıkıntılı bir hayatın içindedir. Rabbine, “Aman ya Rabbi şu perişanlıktan kurtar
beni,” diye yalvarmaktadır. Sonra şehre geliyor, dükkan açıyor, ticarete
atılıyor veya bürokratik hayatın içine giriyor, ekonomik, siyasal güçlere
ulaşıyor, Allah kendisine tüm kapılarını açıyor, zengin oluyor, makamlar elde
ediyor, müdür oluyor, genel müdür oluyor, bakan oluyor, dekan oluyor, alkışlara
mazhar oluyor, ünü başka şehirlere, başka ülkelere yayılıyor. Bakıyorsunuz köyünde
yarım ekmeğe muhtaçken, “aman ya Rabbi, zaman ya Rabbi” diye yalvarıp yakaran,
Rabbine kulluğa yönelen bu adam, yavaş yavaş Allah’ın kendisine dünyada bir
imtihan sebebiyle verdiği bu nîmetlerle sevinmeye, şımarmaya başlıyor. Namazı,
niyazı terk ediyor, ör-tülüyse açılıp saçılmaya, Allah’a hamd edeceği yerde, bu
verdiklerinden ötürü daha çok O’na kulluğa koşacağı yerde O’na nidler, ortaklar
bulmaya, onlara hamd etmeye başlayıveriyor.
“Efendim, beni bu noktalara falanlar,
filanlar taşıdılar. Efendim ben bütün bunları diplomamla kazandım. Bunları ben
hak ettim,” demeye başlıyor. Rabbine karşı secdesi, kulluğu, teslimiyeti,
ibadeti, ita-ati bitiyor, cennet, cehennem, âhiret, hesap, kitap unutuluyor ve
bunların yerine sadece dünya yerleşmiş oluveriyor.
Darlık
anında, sıkıntı anında, yokluk anında gönülden yönelerek Rabbine yalvaran,
Rabbinin farkında olan insanlar sahil-i selâmete çıkınca da Allah’a karşı yan
çizmeye başlayıveriyor. İşi bitinceye kadar Allah’ı hatırlıyor ama işi bitince
O’nu unutuveriyor. Ve de kendisi saptığı gibi insanları da saptırmaya başlıyor
diyor Rabbimiz. “Efendim bize baksanıza. Biz bu noktalara şöyle şöyle yaparak
geldik. Bu işleri biz hallederiz. Hacet kapısı biziz. Bize bakın ve bizim gibi
olun” diyerek insanları saptırırlar. Darda kaldıkları zaman Allah’a yalvarmaya,
Allah’a kulluğa koşarlar ama Allah’la menfaat ilişkileri bittiği zaman da
dönüveriyorlar. Böylelerine şunu dememizi istiyor Rabbimiz:
Haydi küfrünle, kâfirliğinle, nankörlüğünle bu dünyada biraz oyalan, biraz faydalan bakalım. Haydi biraz yaşa, biraz ömür sür bakalım. Haydi hakkı biraz gizle bakalım. Muhakkak ki sen cehennem ashabından, ateşin sohbetçilerindesin.
Rabbimizin
bu sözü kendisine söylememizi istediği kişi zengindir, varlıklıdır, ekonomik
güce sahiptir, siyasal gücü vardır, askerî gücü vardır, bürokratik gücü vardır,
çevresi, avenesi, devleti, askeri vardır. Hattâ bu adam tüm dünyaya egemen
olmuştur. İşte böyle bir adama, böyle bir topluma bir Müslüman olarak diyeceğiz
ki, “haydi biraz faydalan bakalım bu dünyada. Haydi biraz yaşa, biraz eğlen ba-kalım.”
Biraz. Niye? Eh dünya hayatı, dünya menfaati çok az da ondan. Âhiretin yanında
dünya ne ki? Âhiret nîmetlerinin yanında, âhiret saltanatlarının yanında ne
ifade eder dünya? Hattâ tüm dünya bir tek insana verilse bile ne kadar
hâkimiyeti olabilecektir bu adamın dünyada? Ölümlü olan bir dünyada, sonlu olan
bir dünyada, dünyanın egemenliği ne ki? Ölümlü olan bir dünyada zenginlik ne
ki?
Eğer cennete yatırım yapılmamışsa,
cennet kazanılmamışsa, kâfirler için milyar yıl olsa da azdır dünya. İşte onlar
için verilen hüküm: Sen cehennemliksin, sen ateşin sohbetçisisin. Sonunda cehenneme
götürecek bir dünya saltanatı, bir dünya zenginliği neye yarar?
Birinci
insan tipi böyledir. Allah bizi onlardan etmesin inşallah. İkinci insan tipini
de bakın nazarlarımıza şöylece arz ediyor Rabbimiz:
9. “Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu? Ey Muhammed! De ki: “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”
Bir adam, bir mü’min düşünün ki kunutta, gece vakti ayaktadır. Geceleyin
kıyamda, secdede, rükûdadır. Hep Allah’a boyun büküyor, hep Allah’a teslim
oluyor. El pençe divan durmuş, Rabbinin emirlerine âmâde, kulluğa hazır
bekliyor. Gece gündüz Allah’ın emirlerini uygulamak üzere secdededir. “Ya Rabbi
ben sana teslimim! Ben sana bağlıyım! Ne istersen iste! Ne emredersen emret!
Ben senin emrini bekliyorum!” demektedir. Kulluğu sadece Allah’a hasretmekte,
şirkten kaçınmakta ve Allah’tan başkalarını kesinlikle dinlemeyeceğini ortaya
koymaktadır.
Gece
gündüz Allah’ın dediğini yapmaya çalışıyor. Gece gündüz Allah’ın razı olduğu
bir hayatın, Allah’ın istediği bir kulluğun kavgasını veriyor. Allah’tan bitecek bir işi olsa da olmasa da,
darda kalmış olsa da, bolluk içinde olsa da Rabbine kulluğa koşuyor. Yâni zen-ginlik
ya da fakirlik, hastalık ya da sağlık, güç ya da güçsüzlük, açlık ya da tokluk,
sıkıntılı ya da neşeli dönemleri hiç fark etmiyor, her zaman, her şart altında
Rabbine kulluk ediyor, Rabbine dua ediyor, Rabbine teslimiyet gösteriyor.
Sadece işi düştüğünde değil, her zaman
ve zeminde Allah’a koşuyor. Sonra âhiretten, âhiretin hesabından da tir tir
titriyor. Allah’ın huzuruna çıkmaktan, Mahkeme-i Kübra’dan çekiniyor,
sakınıyor, korunuyor. Rabbinin kitabından âhiret, ölüm, hesaba çekilme, azap,
ce-hennem âyetlerini duydukça tüyleri diken diken oluyor. Azıcık kulluktan
uzaklaşsa, Allah’ın gazabını celp etmekten korkuyor. Ama Rab-binin rahmetini de
umuyor, Rabbinin rahmetinden asla ümidini kemsi-yor.
İşte bu tavrı, bu imanı onun sapmasına
engel oluyor, yan çizmesine mâni oluyor. Yâni Allah’ın onu denemek için az
evvel demeye çalıştığım gibi farklı durumlara, farklı konumlara geçirmesi,
bazen al-ması, bazen vermesi, bazen hoşuna gidecek cinsten, bazen da sev-mediği
cinsten şeyler göndermesi asla onu Allah’a kulluktan, Allah’a duadan
uzaklaştırmıyor. Yaşadığı bu dünyada onun tek bir hedefi var, o da Allah’ın
rızası. Tek hedefi var, o da Rabbinin hoşnutluğu ve bunun sonunda kazanılacak
cennet ve cehennemden kurtulmak.
Evet
işte ikinci insan da budur. Şimdi bu iki insan tipini gözümüzün önüne
getirdikten sonra bakın burada bir soru soruyor Rab-bimiz:
“De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Peki neyi bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Matematiği, fiziği, kimyayı, astronomiyi, botaniği, logaritmayı, a kareyi, b kareyi, toplamayı, çıkarmayı bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Hep böyle anladılar, böyle anlattılar değil mi bu âyeti bugüne kadar? Bunlara bilgi diyorlar, bunları aslanın ağzına koyuyorlar ve kapana da diploma veriyorlar. Bunları bilenler bilgindir, âlimdir diyorlar. Bu onların kriteridir, ama Allah’a göre ilmin, âli-min kriteri işte bu âyette anlatıldığı gibi insanın Allah’a kulluğuna ilişkin lüzumlu kulluk bilgilerini bilmektir.
Yâni bilenler Allah’a kul olanlardır.
Sadece Allah’ın rızası istikâmetinde bir hayat yaşayanlar, gece-gündüz Rabblerini
razı etmeyi hedefleyenler, Allah’ın istediği kulluğun kavgasını verenler,
kıyamda, rükûda, secdede olanlar, gece-gündüz Allah’ın emirlerine boyun bükenler,
kıyamet gününün hesap ve kitabıyla tir tir titreyen ve onun için hazırlık
yapanlar, ama Rabblerinin rahmetinden de asla ümit kesmeyenler, hayatın, ölümün
ve hayattaki tüm nîmetlerin sahibini bilen, bu nîmetlerin ne için verildiğini,
sonunda ne olacağını bilenler âlimdir.
Zenginlik ya da fakirlik, hastalık ya
da sağlık, güç ya da güçsüzlük, açlık ya da tokluk, sıkıntılı ya da neşeli
hangi dönemde olursa olsun her zaman ve mekânda, her şart altında Rabbine kulluğa,
duaya devam eden, teslimiyet gösteren kişi âlimdir. Sadece işi düştüğünde
değil, sadece başı daraldığında değil, her zaman ve zeminde Allah’a kulluğa
koşmasını bilen kişi bilgindir.
İşte âyetin anlattığı budur: Bunu bilen
kişi âlimdir ve kesinlikle bilelim ki, ilim mü’min içindir. Dün de, bugün de,
yarın da yeryüzünün en âlim insanları bu kitabın bilgisine sahip olan Müslümanlardır.
Bu kitabı bilenler âlimdir, bu kitapla beraber olanlar bilgindir, bu kitabın
kulluk bilincine erenler, bu kitaptan haberdar olanlar hikmet sahibidirler.
Kur’an-ı Kerîm’deki bu tür âyetlerin anlamı budur. Yâni bunu bilenler âlimdir,
bundan haberdar olanlar fakîhtir, bununla beraber olanlar akıllıdır.
Allah’ın
kitabından, Allah’ın yeryüzü için gönderdiği hayat programından habersiz bir
hayat yaşayanlar cahildirler. Bu kitaptan, bu kitabın kulluk bilgisinden mahrum
olan kâfirler ve müşrikler yeryüzünün en cahil, en akılsız insanlarıdırlar.
Çünkü Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki, gerçek bilgi vahiydir.
Gerçek bilgi Allah’ın bil-dirdiği bilgidir. Allah bilgisine sahip olan, vahiy
bilgisinden haberdar olan kişi âlimdir. Unutmayalım ki insanlar bu kitaptan
haberdar oldukları kadar şeref sahibi, ilim ve izzet sahibidirler. İnsanların
bu kitabın istediği şekilde kulluğa yönelmeleri onların gerçekten âlim
oluşlarının tescilidir.
Âyet
bunu anlatıyor. “Hiç bunu bilen, bu kulluk bilincine erenle, bunu bilmeyen bir
olur mu?” diyor Rabbimiz. Âyeti siyâk-sibâk ilişkisi içinde anlamaya
çalıştığımız zaman bunu bilenle bilmeyenin bir olmadığının anlatıldığını
anlarız. Ama tıpkı bizden önceki iki lânetlik toplumun, Yahudi ve Hristiyanların
yaptığı gibi Allah’ın âyetlerine tahrif mantığıyla yaklaşır, âyetleri âdeta
cımbızla söküp çıkarır gibi sûre bütünlüğünden koparır, âyetin siyâk-sibâk
ilişkisini bitirir, üstüyle altıyla irtibatını keser ve öylece anlamaya kalkışacak
olursak, o zaman Allah’ın âyetini tahrif edip, Allah’ın muradını değiştirip
istediğimiz mânâyı yüklememiz mümkün olacaktır.
İşte görüyoruz âyetin üstünü altını hiç
okumadan bir tahrif mantığıyla Müslümanlar ne mânâlar kazandırmışlar âyete. Efendim
matematik bilenle bilmeyen bir olur mu? Fizik bilenle bilmeyen, botanik bilenle
bilmeyen, mühendislik bilenle bilmeyen, tarih bilenle bilmeyen bir olur mu?
Halbuki âyetin kastı bu değildir. Vaz’ olunduğu maksat bu değildir. Hayatının
sahibini tanıyan, Allah’ın üzerindeki nîmetlerinin farkında olan, kendisine
verilen nîmetlerle şımarmayan, sadece Allah’a kulluk edip O’na hiç bir şeyi
ortak koşmayan mü’minle bunun şuûrunda olmayan kâfir bir olur mu? Allah’ı
bilenle bilmeyen bir olur mu? Allah’ın sıfatlarını, Allah’ın Esmâsını, Allah’ın
azâmetini, rubûbi-yet ve ulûhiyetini, yaratıcılığını bilenle bilmeyen bir olur
mu?
İşi düştüğü zaman, başı daraldığı zaman
Allah’ı bilenle, menfaati söz konusu olduğu zaman Rabbini hatırlayanla, her zaman
Rab-bini Rabb bilen bir olur mu? Ölüyle diri bir olur mu? Görenle kör bir o-lur
mu? Vahiyle âlim olan mü’min canlıdır, diridir, kuldur. Ama kâfir ö-lüdür, cahildir,
kördür, sağırdır. Hiç bu ikisi bir olur mu?
Ama bunu da ancak akıl sahipleri anlayabilir. Bunu ancak aklını kullanabilen kimseler anlayabilir. Bunu, bu gerçeği ancak öz sahipleri, özünü, fıtratını yitirmemiş olanlar anlayabilir. Bu âyetlere ancak akıl sahipleri kulak verirler. Ancak akıl sahipleri bu âyetleri zihnine yazıyor, kafasına kazıyor, gündemine alıyor, düşünüyor ve anlamaya, yaşamaya çalışıyor.
10. “Ey Muhammed! Şöyle de: “Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının; bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah’ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere ecirleri sonsuz olarak ödenecektir.”
De ki ey iman eden kullarım, Rabbinizden ittikâ edin. Rabbinizi hesaba
katarak, Rabbinizin koruması altına girerek bir hayat yaşayın. Rabbinizin
gösterdiği gibi bir hayat yaşayın. Rabbiniz hep gündeminizde olsun. Bakın böyle
yaşayan kullarına Rabbimiz kullarım diye hitap ediyor. Bu ne büyük bir şeref?
Kulları içinde kendisine iman e-den, kendisi için hayat yaşayan kullarına
gerçekten Rabbimiz çok bü-yük bir değer veriyor. Kendisine karşı kulluk tavrı
alan kullarına, yeryüzünde şereflerin en büyüğünü lütfediyor, kazandırıyor.
“Ey iman eden kullarım” diyerek hitap
etmesi, bizi muhatap kabul etmesi gerçekten şereflerin en büyüğüdür. Bizden
istediği de takvâdır. Kendisinin belirlediği bir hayatı yaşamamızı istiyor. O’nun
için konuşmamızı, O’nun için susmamızı, O’nun için sevmemizi, O’-nun için
küsmemizi, O’nun için yaşamamızı istiyor. Gecemizi, gündüzümüzü O’nun için ve O’nun
belirlediği yasalarla yaşamamızı istiyor. İşte takvâ budur.
Muhsinler için, ihsan edenler için, Allah’ı görüyormuşçasına bir hayat yaşayanlar, sürekli Allah huzurunda, Allah kontrolünde olduğunun şuurunda, sadece O’nu memnun etmenin sıkıntısı içinde, O’nu razı edebilmek için her şeyini fedâ edecek bir tavır içine girenler için Rabblerinden haseneler vardır. Bunlar için Allah’tan iyilikler, güzellikler, başarılar, üstünlükler, izzetler, şerefler vardır.
Allah’ı
görüyormuş gibi Allah’ın istediği güzel işler yapanlar, Allah’a lâyık kulluklar
yapanlar, Allah’ın kitabını okumayı Allah’ın istediği şekilde en güzel
yapanlar, dinlemeyi, anlamayı, uygulamayı en güzel yapanlar, infakı en güzel
yapanlar, Allah için ölürken, öldürürken en güzel yapanlar için dünyada hasene
vardır, dünyada güzel bir hayat vardır, dünyada güzel rızıklar, güzel
başarılar, mutluluklar vardır. Temiz bir hayat nasip edecektir Allah onlara, gönüllerine
huzur ve inşirâh verecektir Rabbimiz. Âhirette de cennet, cennette de sıkıntısız,
rahat bir hayat verecektir.
Bunu yapamadık, bunu beceremedik, Allah’ı görüyormuşçasına Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya muvaffak olamadık mı diyor-sunuz? Çevrem, toplumum, âmirim, devletim, dükkanım, işim, mesleğim, çoluk-çocuğum, okulum, diplomam, doktoram sebebiyle Allah’a Allah’ın istediği şekilde kul olamadım mı diyorsunuz? Unutmayın ki Allah’ın arzı geniştir. Unutmayın ki Allah sizin için hadsiz hesapsız ecir hazırlamıştır. Kesintisiz ecirler vardır sizin için.
Allah’ın
arzı geniştir. Böyle olanların, Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluğu daha
iyi icra edebilecekleri bir arzı seçmeleri gerekmektedir. Belki bu âyetlerin
geldiği dönemde Mekke’de Rasulullah Efendimiz ve beraberindeki bir avuç
Müslüman sıkıntı içindeydiler. Bu sıkıntılı günlerde görünüşte Rabbimizin
mü’minlere müjdelediği bu hasene, bu dünya ve âhiret güzelliği, dünya ve âhiret
zaferi, başarısı, üstünlüğü, izzet ve şerefi hiç yok gibiydi. Görünürde
Müslümanlar bundan çok uzaktılar. Böyle bir durumda zulüm ve işkence altında
yaşayan bunalmış insanlara sizler için bu dünyada haseneler, galibiyetler,
zaferler, üstünlükler var demek acaba onları tatmin eder miydi? Tek dertleri
Rablerini hoşnut etmek olan bu insanları elbette Allah yolunda çektikleri
sıkıntılar çok fazla üzmeyecektir.
Yeryüzünün herhangi bir bölgesinde sıkılmışlar ise Rabbimiz onlara dün de,
bugün de, yarın da başka mekânlar ve o mekânlarda bol bol rızıklar verecek,
nîmetler lütfedecek ve arzının genişliğinden onları istifade ettirecektir.
Evet,
eğer bulunduğunuz ortamda ihsanı gerçekleştiremiyor, eğer yaşadığınız bu
dünyada en güzel bir hayatı yaşayarak haseneyi elde edemeyecekseniz, bilesiniz
ki Allah’ın arzı geniştir. Müslümanlar için daima bu kapı açıktır. Müslümanın
dünya hasenesi tehlikeye girdiği anda, ırzı, namusu tehlikeye düştüğü anda
kendisine başka arzlar aramak üzerine vacip olacaktır. Bulunduğu bölgede,
bulunduğu mahallede karısına söz geçiremeyen, çocuklarını Müslümanca eğitemeyen
kimse Allah için o mahalleden hicret edecektir. Bir arkadaş grubunun içinde
oluşu Müslümanın Müslümanca tavırlar sergilemesine engel oluyorsa, derhal o
arkadaş grubunu terk edip Allah’a kulluğunu teşvik edecek bir başka arkadaş
grubuna hicret edecektir. Unutmayın ki:
Sabredenlere
hesapsız mükâfatlar vardır. Allah’ın rızasını kazanmak üzere Müslümanca bir
hayat yaşama kavgası verirlerken kendilerini fitnelere düşürerek, kendilerini
hedefledikleri Allah rızasından uzaklaştıracak tüm aleyhte şartlara rağmen
Müslümanca kalabilmenin, kullukta direnip geri adım atmamanın hesabını yapan kimselere,
sabredenlere hadde hesaba gelmeyecek mükâfatlar vardır, diyor Rabbimiz. Sabır
insanın kendisini tutması, kendisini hapsetmesi demektir. Kişinin kendisini
Allah’ın emirleri istikâmetinde tutması, haramdan korunma konusunda kendisini
tutması demektir. İmtihan konularına hoş bakmaktır sabır.
İşte böyle Allah’ın emirlerine imtisal,
Allah’ın nehiylerinden ictinâb noktasında ayak direyip geri adım atmayı aklının
ucundan bile geçirmeyen kimseler için çok büyük mükâfatlar var, diyor Rabbimiz.
11, 12. “Ey Muhammed! De ki: “Dini Allah’a ihlâs kılarak O’na kulluk etmekle emr olundum. Müslümanların ilki olmakla emr olundum.”
De ki, ben dini, hayat programımı sadece ve sadece Rabbime ait kılarak O’na
kulluk yapmakla emr olundum. Daha önceki âyette dini Allah’a hâlis kılmanın,
katışıksız din sahibi olmanın ne anlama geldiğini anlatmaya çalışmıştık. Ben
bana Rabbim tarafından emânet edilmiş bir günün, bir gecenin, bir ömrün
başından sonuna dek Rabbimin istediği şekilde yaşamakla emr olundum. Hayatımın
her bir da-kikasında sadece Rabbimi dinlemek, sadece Rabbimi razı etmek, sa-dece
Rabbimin yasalarını uygulamakla emr olundum. İşte yaşanılan hayatın her bir
kademesinde sadece Allah’ı dinlemenin, sadece Al-lah’ı razı etmenin hesabını
yapmanın, sadece Allah’a kulluğun hede-fini gözetmenin adına, dinin Allah’a hâlis
kılınması denir. Kulluğun, itaatin, teslimiyetin sadece Allah’a ait oluşunun
adına, dinin Allah’a ait kılınması denir.
İşte biz Müslümanlar böylece emr
olunduk. Dün bu âyetlerin yol gösterisiyle Allah’ın Resûlü tüm dünyaya bunu
ilân etti. “Ben böylece emr olundum, ben buyum,” dedi. Bugün Allah’ın bu
kitabını okuyan, dinleyen bizler de bunu böylece ilân etmek zorundayız. Biz sadece
Rabbimize kullukla emr olunduk. Sadece Rabbimizi dinlemek ve O’ndan başka hiç
kimseyi dinlememekle emr olunduk. Hayatımızın tümünde kulluğumuza, ibadetimize,
itaatimize, duamıza Allah’tan başka hiç kimseyi, hiç bir şeyi ortak kılmadan,
saf, katışıksız hayat yaşamakla emr olunduk. Hayatımızın bazı alanlarında
Allah’ı, bazı alanlarında da başkalarını dinleyerek şirke düşmemekle emr
olunduk. Kulluğun yerini, zamanını, miktarını, oranını sadece Rabbimizin belirlediği
şekilde, ona hiç bir şey katıp karıştırmadan, sâfiyetini bozmadan, bidatlere,
aşırılıklara düşmeden dini Allah’a vererek, O nasıl istediyse öylece yaşamakla emr
olunduk.
Yâni biz emir kulu değil, Allah kulu
olmakla emr olunduk. Biz tâğutların, yasaların kulu değil, Allah kulu olmakla emr
olunduk. Bizim boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucu sadece Rabbimizin elindedir.
O nereye çekmişse o tarafa gitmekle emr olunduk. İşte biz Allah’a teslim olmuş,
Allah’ın seçimini kendimiz için seçim kabul etmiş Müslümanlarız. Tüm dünya bunu
böylece bilsin demek zorundayız.
Peygamberim, yine ben Müslümanların ilki olmakla da emro-lundum de. Allah’a ilk teslim olan, Allah âyetlerine ilk teslim olan olmakla emronundum ben. Allah’ın istediği kulluğu icrâ etme noktasında sâbikûndan olmakla, başı çekmekle emr olundum. Allah’ın mü’-minlere yapılmasını emrettiği bir işe ilk el atan olmakla emr olundum.
Rabbimiz
peygamberine Müslümanların ilki olmasını, bu kitaba ilk iman edenin kendisi
olmasını emrediyor. Tabii peygamberimizin şahsında bize de Müslümanların ilki
olmamız emrediliyor. Her konuda Müslümanların ilki biz olmak zorundayız.
Allah’ın emirlerinden birisine teslim olmak söz konusu olduğu zaman, Allah’ın
emirlerinden birisinin ifası söz konusu olduğu zaman etrafımızda hiç kimse
olmasa bile hemen ben diyeceğiz.
Ama bakıyoruz ki bugün bizler Allah’ın
emirlerinden birisinin ifâsı söz konusu olduğu zaman, “önce birileri başlasın, önce
filanlar başlasın, arkasını biz getiririz,” diyoruz değil mi? “Benden önce, bizden
önce keşke bu konuda çığır açan birileri olsaydı ben de çok rahat yapardım,”
diyoruz değil mi? Hep birilerinin başlamasını, birilerinin başlatmasını
bekliyoruz. Halbuki fazilet ilk başlayandadır, ilk başlatandadır. Allah’ın
Resûlü buyurur ki:
“Kim dinde hayırlı bir çığır açarsa açtığı bu çığırın sevabı
bu adama ait olduğu gibi, kıyamete kadar açtığı o çığırdan gidenlerin
sevaplarının bir misli kendilerininki eksiltmeksizin onun defterine yazılacaktır.
Kim de dinde kötü bir çığır açarsa, o açtığı çığırın günâhı onun omu-zuna
yazılacağı gibi, o çığırdan kıyamet gününe kadar gi-denlerin günâhlarının bir
misli onun sırtına yazılacaktır.”
Meselâ
insanların Kur’an’a yönelmesi, sünnetle ilgilenmeleri adına kim bir adım
atarsa, kim ilk adımı atarsa karşısındakilerde mey-dana gelecek İslâmî
değişikliklerin sevabının bir misli bu ilk adımı ata-na verilecektir. Öyleyse
her konuda Müslümanların ilki olmaya çalışacağız. Dünya üzerinde hiçbir kimse
Müslüman olmasa bile, biz tek başına Müslüman olmak zorunda olduğumuzu
unutmayacağız. Sağımıza solumuza, önümüze arkamıza bakmayacağız..
İnsanlar Müslüman olsunlar da ondan
sonra bizler de Müslüman olalım demeyeceğiz. “Ah, benden önce bunu birileri yapsaydı,”
demeyeceğiz. Onu ilk yapan biz olacağız. Vallahi Hz. Hatice annemiz birazcık
bekleseydi, Hz. Ebu Bekir Efendimiz biraz bekleseydi, “hele birileri Müslüman
olsun da ondan sonra Müslüman olalım,” deselerdi, kıyamete kadar beklerlerdi de
yine Müslüman olamazlardı.
Öyleyse biz de beklemeyeceğiz. Önce
birileri yapsın, önce birileri başlasın diye beklemeyeceğiz ve herkesten önce
biz Müslüman olmaya, herkesten önce o emri biz uygulamaya başlayacağız. Hayırlı
işlerde kesinlikle acele edeceğiz, beklemeyeceğiz. Hele şu doktoram bir bitsin,
hele şu işimi bir bitireyim, hele şu askerlik bir bitsin, hele şu diplomayı bir
alayım, hele bir evleneyim, hele şu idare bir değişsin, hele işler yoluna bir
girsin diye beklersek, sabah-ı haşre kadar bekleriz de yine o konuda fırsat
bulamayız Allah korusun.
Ben
Müslümanın ilki olmalıyım diyeceğiz. Yeryüzünde benden başka hiç kimse Müslüman
olmasa da, herkes bana düşman olarak kâfir olsa da, ben yine de hiç kimseyi
beklemeden Müslüman olmak zorundayım. Ya da bunun bir başka mânâsı da benim ilk
işim Müslümanlık olmalıdır. Benim ilk işim Müslümanlık olmalı. Müslümanlığımı
ön plana almalıyım, mesleğim ikinci üçüncü planda olmalı. Öğretmenliğim ikinci
üçüncü planda olmalı, talebeliğim öyle olmalı, hacılığım, hocalığım, babalığım,
evlâtlığım, zenginliğim fakirliğim, müdürlüğüm, âmirliğim, hizmetçiliğim, memurluğum
ikinci üçüncü planda olmalı. Ben önce Müslümanım, sonra öğretmenim. Önce
Müslümanım sonra tamirciyim. Önce Müslümanım sonra babayım, önce Müslümanım
sonra evlâdım.
Eğer
böyle yapmaz da mesleğimizi, işimizi, aşımızı, erkekliğimizi, kadınlığımızı birinci
plana alır da Müslümanlığımızı ikinci üçüncü plana alırsak, o zaman bozuk bir
Müslümanlık çıkacaktır karşımıza. Eğer Müslümanlığımızdan önce işimiz aşımızla
ilgili, mesleğimiz meşrebimizle ilgili problemleri gündeme getirir, önce
bunları çözmeliyiz, önce bunları halletmeliyiz diyerek Müslümanlığımızı ikinci
üçüncü plana alırsak, o zaman sapıklıklar başlayacaktır hayatımızda.
Meselâ eğer Müslümanlığımızdan önce
babalığımızı değerlen-direcek olursak, o zaman belki kendimizi putlaştıran,
kendimizi tanrı yerine koyan despot bir baba olarak ortaya çıkabiliriz. Ama biz
eğer babalığımızı değerlendirirken Müslüman olduğumuzu unutmazsak,
Müslümanlığımız hatırımızda olursa, o zaman Allah’ın istediği biçimde bir baba
olma imkânımız olacaktır. Müslümanlığınızdan önce evlâtlığınızı gündeme
getirirseniz o zaman babayı hiç takmayan despot ve itaatsız bir evlât ya da
babanın her dediğini dinleyen, babayı Rab yerinde gören bir evlât olabiliriz.
Evlât olarak önce Müslüman olduğu-muzu hatırlamaz, hatırımızda canlı tutmaz ve
babanın arzuları karşısında önce bir Müslüman olduğumuzu unutur, yâni babanın arzularını
İslâm süzgecinden geçirmeden, baba karşısında oğlun, oğul karşısında babanın
İslâm’da konumunu bilmeden babalık ve oğulluk ortaya koyarsak elbette bu yanlış
olacaktır.
Veya meselâ eğer siz Müslümanlıktan
önce siyasetçi olmayı denemeye kalkışırsanız, o zaman belki kendinizi
putlaştıran, kendinizi İlâh ve Rab makamında gören, Allah’ı tanımadan kendi egemenliğinize
dayalı bir sistem getirmeye kalkışabilirsiniz. Eğer Müslümanlığımızdan önce
ticareti gündeme getirir, Müslümanlığımızdan önce ekonomiyi düzeltmeye
kalkışırsak, çok bozuk bir mala bakış, çok bozuk bir kazanma ve harcama
anlayışı geliştirebilir, bunun adına da İslâm diyebiliriz. Müslümanlığımızı
birinci plana almadığımız, her şeyden önce Müslüman olduğumuzu gündeme
getirmediğimiz, Müslümanlığımız bu ticari hayatımıza hakim olmadığı için
mutlaka yanlışa düşeceğiz demektir. Ama unutmayalım ki ben Müslümanım demek,
ben bu kitapla amel ediyorum, ben tüm problemlerimi bu kitaba arzediyo-rum, bu
kitaptan ve bu kitabın pratik uygulaması olan Rasûlullah’ın sünnetinden aldığım
çözümlerle amel ediyorum demektir.
Bunu diyebilmek için de Kitap ve
Sünneti tanımak zorundayız. Bu kitabı tanımadan da Müslümanlığı yaşamaya
kalkarsam o zaman bilmediğim, tanımadığım bölümlerde hep hata yapacağım
demektir. Yâni demek istiyorum ki, biz her şeyden önce Müslümanız dedik mi, tüm
problemlerimizde Müslümanlığı gündeme getirecek ve o problemlerin çözümü için
ilk önce İslâm’a başvuracak, İslâm’ı öğrenecek ve hata etmemeye çalışacağız demektir.
İşte İslâm budur, teslimiyet budur.
13. “De ki: “Rabbime karşı gelirsem, doğrusu büyük günün azabından korkarım.”
De ki, eğer ben Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım,
korkuyorum. Eğer böyle Rabbim tarafından Müslümanların ilki olmakla, ilk teslim
olanlardan olmakla emr olunduğum halde, Rabbimin emri olan imanı, teslimiyeti,
kulluğu reddederek Rab-bime isyancı bir tavrın içine girerek, Rabbimle çatışma
içine girerek, O’nun istemediği, onaylamadığı bir hayatı yaşayarak O’na isyan
bayrağını çekersem, büyük bir günün azabından, bizi cehennemle karşı karşıya
getirtecek olan bir günün azabından korkarım. Böyle bir azapla burun buruna
geldiğimizde bizi kim kurtaracak o azaptan? Kim tutar elimizden böyle bir
durumda? Kim yardımcı olabilir bize? Bugün güvendiğiniz şu insanlar acaba o gün
imdadımıza yetişebilirler mi?
14. “De ki: “Ben, dinimi Allah’a ihlâs kılarak O’na kulluk ederim.”
Öyleyse görün bizi, duyun bizi ey insanlar. Ben dinimi, ben ha-yatımı,
hayat programımı sadece Allah’a ait kılarak, samimiyetle Allah’ı tek Rabbim
bilerek, tüm hayatımda O’ndan başka hiç kimseyi memnun etme gibi bir
yamukluğun, O’ndan başkalarının emirlerini uy-gulama gibi bir hesabın içine
girmeden sadece Rabbime kulluk yapıyorum. Sadece O’nu dinliyor, sadece O’nun
çektiği yere gidiyorum. Artık ben işte böyle bir inancın, böyle bir
teslimiyetin, böyle kulluk ha-yatının insanıyım. Sizler dilediğinize kulluk
yapabilirsiniz. Ama beni gördünüz işte. Ben buyum, ben Müslümanım. Ben Rabbime teslim
olanım. Ben tercihimi Rabbime teslimiyetten yana kullandım.
Eğer sizler benim bu tercihimin aksini
yapmaya kalkışır, Rab-bimden başkalarını Rab, Melik, İlâh makamında görür,
tercihlerinizi onlardan yana kullanır, onları razı etmeye yönelir, hayatınızı
onlar kaynaklı yaşamaya kalkışırsanız benimle hiç bir ilginiz kalmamıştır.
Evet
bizler dinde muhlisler olarak sadece kulluğumuzu, duamızı, dâvetiyemizi,
Allah’a yapacağız. Hâlis bir din sahibi, katışıksız bir din sahibi olacağız.
Daha önce de söyledim, din kişinin hayat programıdır. Din kişinin yaşam
biçimidir.
Hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı,
bazı bölümlerinde de başkalarını dinleyerek, hayatımızın bazı bölümlerinde
Allah’ın yasalarını, bazı bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygulayarak
katışıklı bir din içinde bir hayat yaşamayız. Yirmi dört saatimizin tümünü Allah’a
ait kılarak, sadece O’nu dinler ve sadece O’na kulluk yaparız. Bundan sonra da
her yerde, her konumda sadece Allah’ı dinleyeceğiz. Hayatımızın her bir
birimini Allah’ın istediği şekilde düzenleyeceğiz. Hayatımızın her anında
yüzümüzü, aklımızı, fikrimizi, düşüncemizi, benliğimizi Allah’a döndüreceğiz. Kazanırken,
harcarken Allah’ın istediklerine riâyet ederek secdemizi, kulluğumuzu Allah’a
yapacak, severken, küserken O’nu dinleyecek ve secdemizi Allah’a yapacağız. Tüm
hayatımızda yönümüzü, yüzümüzü Allah’a doğru çevirecek, O’nun istediklerini ön
plana alacak, O’nun rızasını tercih edecek, O’nu hesaba katacak ve O’nun
istediği gibi inanıp O’nun istediği gibi hareket edeceğiz. Her an O’nun
huzurunda olduğumuzu ve her an O’na hesap vermek durumunda olduğumuzu
unutmayacağız. Camide Allah’ın dediklerini, caminin dışında başkalarının
dediklerini icrâ ederek asla şirke düşmeyeceğiz. Gönlümüzde Allah korkusu
gözümüzde başkalarının korkusu olmayacak.
15. “Ey Allah’a eş koşanlar! Siz de O’ndan başka dilediğinize kulluk edin. “De ki: “Kıyamet günü kendilerini ve ailelerini hüsrana uğratanlar, elbette onlar hüsrandadırlar.” Dikkat edin, işte apaçık hüsran budur.”
İşte biz böyleyiz. Ama ey müşrikler, sizler de O’ndan başka di-lediğinize
kulluk edebilirsiniz. Bu dünyada ve âhirette sonucuna kendiniz katlanmak
şartıyla buyurun, Allah berisinde dilediğinize tabi olup onların dedikleri gibi
yaşayın. Dilediğinizin yasalarını uygulayın. Ama unutmayın ki hem bu dünyada
hem de hesap kitabın başladığı kıyamet gününde, kendilerini ve ehillerini ziyan
edenler, kendilerini ve ehillerini boşa harcayıp zarara sokanlar, iflâs
edenler, sıfırı tüketenler, kendilerine ve çevrelerine zarar verenler,
kaybedenler sizler olacaksınız. Kendisinin, akıllarının, gözlerinin,
kulaklarının, kalplerinin hakkını vermeyenler, hanımlarının, çoluk-çocuğunun,
çevrelerinin hakkını vermeyenler, kendilerini, âzâlarını ve çevresindekileri
ateşe gönderenler sadece kendilerine kıymakla kalmamışlar, başkalarına da kıymışlardır.
Sadece kendilerini değil, tüm etraflarını da harcamış kimselerdir bunlar.
Birbirlerine dalâlette etkili olmuş kimselerdir bunlar. İdeolojik olarak aynı
şeyleri paylaşmışlar. Bu dünyada Allah’ın kendilerine lütfettiği hayatı kötüye
kullanıp, hem kendilerini hem de ailelerini mahvetmişlerdir.
Tabii
dünya kayıplarının hiç birisine benzemez bu kayıp. Dünyada bir insanın tüm
malını, mülkünü, tüm servetini, makamını, mansıbını yitirmesine benzemez bu
kayıp. Çünkü geçici olan dünyanın kayıpları da geçicidir. Ama ebedî olan bir
hayatın kayıpları da ebedîdir. İşte esas kayıp budur. İşte buna ağlamak, buna
yanmak gerekir. Öyle değil mi? Tüm dünyayı kazansanız, tüm dünyayı kaybetseniz ne
ifade eder ki bu? Asıl zarar yarın hem kendimiz, hem de ehlimiz, ıya-lımız için
âhiret zararına uğramaktır.
Öyleyse gelin burada oğlumuz,
kızımızla, hanımımız, eşimiz dostumuzla, çevremiz, ailemizle Rabbimizin razı
olacağı bir hayatı ya-şayalım ki, öbür tarafta zarara uğramayalım,
kaybedenlerden olmayalım inşallah. İşte sevinilecek şey budur. Dikkat edin
apaçık kayıp, apaçık hüsran budur, başkası değil.
16. “Onlara üstlerinden kat kat ateş vardır; altlarında da kat kattır. Allah kullarını bununla korkutur. Ey kullarım, Benden sakının.”
Evet o kaybedenlere, o zarara uğrayanlara, kendilerini ve ehillerini boşa
harcayanlara yarın kat kat ateş vardır. Ateş her taraflarını sarmıştır onların.
Altlarında ateşten bir gölge, üstlerinde ateşten bir gölge vardır. Yatakları da
ateştir onların, yorganları da. Yâni böyle alt-ları ateş, üstleri ateş,
gölgelikleri ateş olan bir cehennemi insan nasıl düşünebilir? Nasıl hayal
edebilir? Böyle bir cehenneme nasıl dayanabilir? Anlamak mümkün değil. Şu
dünyanın basit ateşlerine bile dayanamayan şu nazik vücutlar buna nasıl tahammül
edecek bilemiyorum. Buna nasıl razı oluyor bu insanlar gerçekten anlamak mümkün
değil.
İşte Rabbimiz bu âyetleriyle, yarın mutlak gerçekleşecek bu azap
haberleriyle bu günden kullarını uyarıyor, kullarını korkutuyor, kullarını
intibaha dâvet ediyor. “Bakın ey kullarım, ben size karşı merhametliyim, sizi
yakmaktan zevk almam ben. Benim istediğim şekilde yaşamazsanız gideceğiniz yer
böyle bir yerdir. Yarın bizim bundan haberimiz yoktu, biz böyle bir cehennemin
varlığından gafildik demeyesiniz diye ben sizi şimdiden uyarıyor, korkutuyorum.”
Rabbimiz bu âyetlerini indirmekle, bu bilgilerini bize aktarmakla kullarının
akıllarını başlarına almalarını istemektedir.
Ey
kullarım, benden ittikâ edin. Benimle yol bulun, yolunuzu bana sorarak yaşayın.
Hayatınızda beni hesaba katın, Benim kitabımı hesaba katın. Benim istediğim
şekilde yaşayın, Benim istediğim bir tavrın içine girin. Unutmayın ki bir gün
bu hayat, bu dünya bitecektir. Güzelliğiniz, gücünüz, gençliğiniz,
saltanatınız, her şeyiniz bitecektir. Gelin akıllarınızı başlarınıza alın.
Kesinlikle bilesiniz ki bu dünyada beni hesaba katmayanlar, hem dünyada, hem de
âhirette hüsranların en büyüğünü yaşayacaklardır.
17,18. “Şeytana ve putlara
kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere, onlara müjde vardır. Ey Muhammed!
Dinleyip de, en güzel söze uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola
eriştirdiği onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.”
Tâğuta kulluktan ictinâb edenler, Allah dışında tanrılık iddiasında bulunan
her türlü varlığın istediği hayattan uzaklaşıp Allah’a yönelenler, Allah’ın
istediği hayata, Allah’ın rızasına yönelenlere müjdeler olsun. Kazançta olanlar
onlardır.
Tâğut, “tağa,
tuğyan haddi aşmak, sınırı çiğnemek” demektir. Allah’a karşı haddi aşan, sınırı
çiğneyen, Allah’a isyan içinde bulunan, başkalarını da Allah’a isyana çağıran
ya da kendi arzularına, kendi yasalarına itaate çağıran her şey tâğuttur. Allah
ve Resûlü’nün belirlediği ölçülerin dışında kanun koyarak, insanları Allah
kanunlarını bırakıp kendi kanunlarına uymaya zorlayan, insanları kendisine kulluğa
zorlayan ve böylece haddini aşan gerek şeytan, gerek insan, gerek put, gerek
müessese ve kurumların hepsi tâğuttur. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak
isteyen, insanları Allah dinini öğrenmekten men eden, yâni din eğitimini
yasaklayan her program, her sistem tâ-ğuttur. Allah’ın insan hayatı için
belirlediği kulluk yasalarından habersiz olarak, Kitap ve Sünnete müracaat
etmeyerek kendi hayatını belirlemeye kalkışan, kendi kendine bir hayat programı
belirleyen herkes tâğuttur.
Allah karşısında bilgi iddiasında
bulunan, “Allah bilirse biz de biliriz! Bizim de bilgimiz var! Bizim de aklımız
var! Bizim de keyfimiz var! Biz de biliriz kılık-kıyafetin nasıl olacağını! Biz
de biliriz eğitimin nasıl olacağını! Biz de biliriz nereden kazanıp nerelerde
harcayacağımızı! Biz de biliriz nasıl bir hukuk yapacağımızı, biz de biliriz
nasıl bir hayat programı belirleyeceğimizi,” diyerek Allah karşısında bilgi
iddiasında bulunan her insan tâğuttur.
Ya da Allah karşısında güç iddiasında
bulunanlar, “Allah varsa biz de varız! Allah’ın gücü varsa bizim de gücümüz
var! Allah’ın cehennemi varsa bizim de kodeslerimiz var! Allah’ın melekleri varsa
bizim de silahlılarımız var! Biz de asar keseriz,” diyerek Allah karşısında güç
ve kuvvet iddiasında bulunanlar da tâğuttur.
Kendi kendine uyup, kendi hevâsını,
kendi düşüncesini, kendi aklını putlaştırıp, kendi kendisini tanrılaştırmış
kimse de tâğuttur. Allah’ın kitabından habersiz kendi keyfi istikâmetinde bir
hayat yaşayan herkes tâğuttur.
İşte
böyle tüm tâğutluklardan, tüm tâğutlardan uzaklaşan, onlara bulaşmayan, onlara
itaat etmeyen, onlara kulluktan kaçan, hem onların kendilerinden hem de onların
bulundukları yerlerden uzak duran kimselere kurtuluşu müjdele, diyor Rabbimiz.
Peki nasıl bir müjdedir bu? Veya hangi kullara bir müjdedir? Onu birlikte
göreceğiz:
Onlar ki sözü işitenler, söze kulak verenler, sözü dinleyenler, Kitaba kulak verenler, kendilerine ulaştırılan Allah’ın âyetlerini duyup o âyetlerin bilincine erenler, Allah’ın âyetlerine karşı ilgisiz kalmayanlar. Allah’ın âyetlerine karşı kulaklarını tıkayıp sağır kesilmeyenler, gözlerini kapayıp kör kesilmeyenler. Allah’ın âyetleriyle karşı karşıya gelince de en güzel söze, en güzel bir şekilde tabi olanlara müjdeler olsun.
Allah’ın en güzel sözlerini işitip
onların istediği en güzel yola tabi olanlara müjdeler olsun. Peygamberi işitip
kendine en güzel kulluk örneği seçenlere, peygambere en güzel bir şekilde
uyanlara müjdeler olsun. İşte bunlardır Allah’ın kendilerini hidâyete ulaştırdıkları.
İşte bunlardır doğru yolda, hak yolda olanlar. Çünkü elbette Allah’ın kitabını
dinleyerek, Allah’ın âyetlerine kulak vererek, kitabın pratiği olan Peygamber’e
(a.s) müracaat ederek Rabblerinden hidâyet isteyen bu insanlara Allah
hidâyetini nasip edecektir. Elbette bu dünyada koyduğu yasaları gereği Rabbimiz
kendisinin rızasının nerede olduğunu, razı olacağı bir hayatı nasıl yaşamaları
gerektiğini onlara gösterecek, onlara bu konuda kolaylıklar lütfedecek, hem
dünyada hem de âhirette onları başarıya ulaştıracaktır. Çünkü bunlar akıl
sahipleridirler. Akıllarını kullanan kimselerdir bunlar. Rabbimiz yeryüzünde
aklı herkese vermiştir, herkesi bu nîmetiyle nîmetlendirmiştir. İnsanlara o
akılla vahyi anlama, kavrama ve diğer insanlara aktarma görevini de
yüklemiştir. Eğer insanlar Allah’ın kendilerine verdiği o akıllarını vahyi
anlamada kullanmaz, akıllarını vahyin emrine teslim etmezlerse, o akıl hiçbir değer
ifade etmeyecektir.
Demek ki
müjdelenecek insanlar kimlermiş? Bir, sözü dinleyenler. Söz Kur’an’dır. Bir çok
söz işitiyoruz değil mi akşama kadar? Allah’ın sözleri, insanların sözleri,
Müslümanların, kâfirlerin, müşriklerin, ateistlerin sözleri. Peki bunların en
güzeli hangisidir? Ahsenü’l kelâm, ahsenü’l hadîs, ahsenü’l kasâs hangisidir?
Elbette Allah sözüdür değil mi?
Veya Allah kendi sözleri içinde de
şunlar iyidir, şunlar kötüdür, şunlar habistir, şunlar tayyipdir diye, şunlar
hayırlı, şunlar şerdir diye beyanlarda bulunmuştur. İşte bizler Rabbimizin
güzel dediği, hayır dediği, tayyip dediği, hasene dediği şeylere tâbi olacağız.
Ya da kişinin durumuna göre, konumuna göre güzel olanlar vardır. Meselâ baş-kaları
için cihada gitmek güzel iken, bakıma muhtaç annesi, babası o-lan birine ise
gitmemek güzel olacaktır. Onun annesine bakmak güzel olacaktır. Veya cihada en
başta gitmesi gereken birilerinin en sona kalması güzel değildir.
19. “Ey Muhammed! Hakkında azap sözü gerçekleşmiş kimseyi, ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?”
Evet ey peygamberim, hakkında Allah’ın azap sözü hak olmuş, hakkında
Allah’ın azap hükmü gerçekleşmiş bir kimseyi sen mi kurtaracaksın? Ateşin
içinde olanı sen mi kurtaracaksın? Allah’ın azabı sadece bir tek kelimedir.
Rabbimiz bir kimseye azap edeceğim dedi mi, artık iş bitmiştir. Birilerinin tasdik
etmesi, çoğunluğun onaylaması, insanların “tamam uygundur,” demesi gerekmez.
Allah’ın dediği dediktir. Allah söyledi mi artık o yasadır. Ey kullarım, eğer
şöyle bir hayat yaşarsanız ben azap edeceğim buyurdu mu, artık iş bitmiştir; o
azaptır, azap yasası onun için hak olmuştur.
Artık böyle bir kimseyi Resul de (a.s)
kurtaramaz. Çünkü artık dünya, hayat, imtihan, kıyamet, hesap kitap bitmiş ve
dünyada yaptıklarının karşılığı olarak insanlardan kimileri cehenneme gitmiştir.
Onları cehennemden kim kurtarabilir? Öyleyse ey insanlar, ey kendileri için
mutmain olup, biz kesin cennetliğiz, cennete bizden başkası gitmeyecek diye
güvenen zavallılar, gelin bencillikten uzak fedâkar bir hayatı yaşamaya
çalışın. Gelin cennete gidiş konusunda bir gayretin içine girin. Değilse yarın
hiç de beklemediğiniz bir şekilde kendinizi cehennemde bulursanız sizi oradan
kurtaracak hiç bir yardımcı bulamayacaksınız. Ama şimdi burada kendinizi ve
çevrenizi kurtarma imkânınız vardır. Gelin hem kendinizi, hem de ehlinizi
kurtarmaya bakın diyor Rabbimiz. Değilse yarın değil başkalarının, peygamberin
bile sizi kurtarma imkânı yoktur. Kendisini ateşe atanı, fıtratını öldüreni hiç
kimse kurtaramayacak.
20. “Fakat, Rablerinden sakınanlara, üst üste bina edilmiş köşkler vardır; altlarından ırmaklar akar. Bu, Allah’ın verdiği sözdür, Allah verdiği sözden caymaz.”
Ama Rabblerinden ittikâ edenlere, Rabblerini hesaba katarak yaşayanlara, Rabblerine
saygı duyanlara, Allah için bir hayat yaşayanlara, Allah’ın beğendiklerini
beğenerek, beğenmediklerinden de uzak durarak Allah adına tavır alanlara
gelince, orada onlar için odalar, saraylar, köşkler vardır. Hem de üst üste, iç
içe bina edilmiş saraylar vardır. Dünya sarayları gibi fânî değildir bunlar,
ebedî, gamsız, kedersizdir bunlar. Bu sarayların yarısı iç kısmına, yarısı da
dış kısmına bakan balkonları vardır. Kurulmuş, mü’minler için hazır bekletilmektedirler.
Her mü’minin cenneti şu anda hazırdır. Tabi Allah’ın sevgili kulları mü’minler
yeni yeni salih ameller işledikçe yeni yeni hazırlıklar da devam etmektedir. Rasulullah
Efendimizin beyânıyla 100 mil eninde olan saraylardır bunlar. Öyleyse haydi
buyurun muttakî olun ki bunları kazanasınız. Bu Allah’ın sözüdür, Allah’ın
vaadidir. Benim, ya da bir başkasının sözü değildir bu. Unutmayın ki Allah asla
vaadinden dönmez. Haydi buyurun altlarından, zeminlerinden ırmaklar akan, ya da
o mü’minlerin taht-ı tasarruflarında ırmaklar akıp giden cennetlere koşmaya.
Haydi bu cennetler için yarışmaya.
21. “Allah’ın gökten bir su indirip,
onu yerdeki kaynaklara yerleştiren, sonra onunla çeşitli renklerde ekinler yetiştiren
olduğunu görmez misin? Sonra onları kurutur ki sen de onları sapsarı görürsün
sonrada çerçöpe çevirir. Şüphesiz bunlarda, akıl sahipleri için öğüt vardır.”
Görmedin mi, bakmıyor musun, gözünü çevirsene! Allah gökyüzünden bir su
indirdi de onunla yeryüzünde membalar, ırmaklar oluşturdu, su birikintileri
meydana getirdi. Sonra onunla yeryüzünde muhtelif ekinler, muhtelif meyveler,
sebzeler meydana getirdi. Kış günü ölü olan bir toprak, ölü olan bir arz, ölü
olan bir dünya baharda yeni baştan diriliverdi. Hiç bakmaz mısınız? Hiç
düşünmez misiniz? Nasıl oluyor bu iş? Ölü bir dünya birdenbire nasıl
canlanıyor? Elbette gökleri ve yeri, göktekileri ve yerdekileri yoktan var eden
Allah için bu çok kolaydır.
Evet bu canlılıktan sonra ekinlerde bir
heyecan, bir dalgalanma meydana geliyor. Sonra bir sararma, bir solma, sonra da
kırıp ge-çiriyor Allah onları. O güzelim hayat, o yemyeşil hayat kurumaya, sol-maya
başlıyor ve en sonunda Allah her şeyi mahvedip ölüme mahkum ediyor. Sonra
görürsün ki onlar kupkuru birer çerçöp haline gelmiştir. İşte bunda akıl
sahipleri için, akıllarını kullanan, üzerinde düşünüp kafa yoranlar için bir
zikra, bir uyarı, bir ders, bir hatırlatma, bir gündem vardır diyor Rabbimiz.
Nasıl? Eh biz de öyle değil miydik? Yoktuk, ölüydük de ölümden geldik. Bundan
yüz yıl önce şuradakilerden kim vardı? Aynen bundan üç beş ay önce şu
ağaçların, şu meyvelerin olmayıp ta şimdi şu anda karşımıza çıktıkları gibi.
Aynen bizler de onlar gibi dünyaya geldik, Allah’ın lütuf ve nîmetleriyle adam
olduk, olgunlaştık. Meyve olgunlaştığı zaman bitme zamanı da yaklaşmış
demektir. Aynen bunun gibi olgunlaşan insanlar da bir gün düşüşe doğru
gitmektedir. Gündönümleri gelmektedir.
Bir de
şöyle bir ders, bir gündem vardır bu hadisede. Bu ölen, bu yok olan bitkilerin,
meyvelerin özü, tohumu bir yerlere gidiyor. Nereye gidiyor öz? İnsanların
midelerine gidiyor öz. Ama sapları da çerçöp oluyor. Aynen bunun gibi Allah’ın
vahyi iniyor yeryüzüne, bu vahiyle nasiplenenlerin, bu rahmetten istifâde edenlerin
içinde, ruhunda dirilişler, hareketler, devinimler, dalgalanmalar, davranışlar,
ameller meydana geliyor. Biz mü’minlerde meydana gelen bu diriliş insanlara
faydalı oluyor. Sonra bir dalgalanma, bir sararma dönemi oluyor. Bir
ihtiyarlama bir solma, sonra da toprağa gömülme dönemi geliyor. Gömülüp
geldiğimiz toprağa dönüyoruz. Ama öz öbür tarafa gidiyor, ruh öbür tarafa
gidiyor, amellerimiz öbür tarafa gidiyor. İşte bunda akıl sahipleri için böyle
bir ibret vardır. Bir de bu olay bize ölümden sonraki tekrar dirilişi hatırlatıyor.
İşte bizler de ölümlerimizden sonra aynen böylece diriltileceğiz.
22. “Allah kimin kalbini İslâm’a açmışsa, o, Rabbi katından bir nûr üzere olmaz mı? Kalpleri Allah’ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun; işte bunlar apaçık sapıklıktadırlar.”
Rabbimiz burada iki insan tipini ortaya koyarak karşılaştırma yapıyor.
Allah o kişinin sadrını, kalbini İslâm’a açtırmış ve de bu insan Rabbinden bir
nûr üzeredir. Aklı, kalbi, duyuları İslâm’la dolmuştur. İçi dışı nûrla,
aydınlıkla dolmuş ve Rabbinin istediği bir düşünceye, bir imana, bir hayata
kavuşmuştur. Evet böyle bir insan tipi var karşımızda: Allah’a yönelmiş,
Allah’ın diniyle hoşnut olmuş, Allah’ın dininden razı olmuş, gönlünde büyük bir
ferahlık, büyük bir zevk var. Sadr-ı İslâm’a açılmış, eline de nûr olan bir
kitap almış, nûr olan kitaba kanaat getirmiş, kitaba iman etmiş, kalbi onu
benimsemiş, bu nûrla duyuyor, bu nûrla düşünüyor, bu nûrla yürüyor, bu nûrla
hareket ediyor.
Bir
ikinci insan tipi daha ortaya koyuyor Rabbimiz. Bu insan da kalbi katılaşmış,
İslâm’ı görmek, tanımak istememiş. Allah’ın âyetlerine gözlerini, kulaklarını,
kalbini kapamış, zikri duymak istememiş, kal-bi Allah’ın âyetlerine karşı
kasıldıkça kasılmış. Kalp aslında inkılâp e-den, değişen, iyiye doğru gidebilen
bir dönüşüm ve değişim özelliğine sahiptir.
Yâni aslında bu adamların kalpleri
Allah’ın şu metlûv âyetlerini duydukça, Allah’ın meşhûd âyetlerini gördükçe
değişmek istiyor, ama adamlar kalplerini kasıyorlar, kalplerini
katılaştırıyorlar, değişmesine, tavır almasına imkân vermiyorlar. Yâni her
insanın içinde, kalbinde Allah’a yakîn bir bilgi vardır. Ama bu insanlar kendilerinde
var olan Al-lah kendilerine hatırlatıldığı zaman, ister istemez kalpleri bundan
etkilenip tavır alıyor. İşte Allah’ın âyetlerinin kalplerinde meydana getirdiği
tesiri yok etmek için kasılıp geri çekiyorlar, kasıyorlar. Gerçekten bir şeyler
anladıkları halde karşı çıkanlara yazıklar olsun! Kalplerindeki bu kasılmayı
aslında dışarıdan da, gözlerinden de, burun kıvırmalarından da anlamak,
gözlemlemek mümkündür.
23. “Allah, âyetleri birbirine
benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitabı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.
Rabb-lerinden korkanların, bu Kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve
hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır. İşte bu Kitap Allah’ın
doğruluk rehberidir, onunla istediğini doğru yola eriştirir. Allah kimi de saptırırsa
artık ona yol gösteren bulunmaz.”
Allah sözün en güzelini peyderpey indirmiştir. Hadîs, yeni olan, yepyeni
olan, insanda, dinleyende herhangi bir alışkanlık, ya da bıkkınlık meydana
getirmeyen, daima yeni, daima taze olan sözdür. İşte Allah böyle sözlerin en
güzelini indirmiştir. Bir kitap olarak, birbirine benzer, birbirini okşar,
birbirini bütünler, birbirini destekler âyetlerle, sûrelerle ve mesânî, ikili
bir anlatımla, ya da tekrarlı bir anlatım olarak indirmiştir. Rabbimiz zatıyla,
melekleriyle, cennetiyle, cehenne-miyle ortaya koyduğu her konuyu insan zihnine
yerleştirip kazımak için tekrar tekrar anlatmıştır. İnsan Rabbimizin
anlatımlarını her duyduğu yerde yeni bir tesirle sarsılmaktadır.
Demek ki
sözlerin en güzeli Allah’ın indirdiği bu kitabın âyetleridir. Bu kitapta âhenk
var, bu kitabın âyetlerinde bir uyum ve insicâm, ikili bir anlatım var. Cennet
var, ama cehennem de var bu kitapta. Dünya var, ama âhiret de var bu kitapta.
İman var, ama ekonomi de var. Ahlâk var, ama siyaset de var. Namaz var, ama
aile, toplum da var. Ruh var, ama beden de var. İnsanlara lâzım olan her şeyi
anlatmıştır bu kitapta Rabbimiz. Fâtiha’dan Nâs’a kadar tüm âyetleri, tüm
sûreleri bir uyum ve insicâm içindedir bu kitabın.
Rabblerinden haşyet duyanların, Rabblerini razı
edememekten, Rabblerini küstürüp gazabına maruz kalmaktan korkanların derileri
ürperiyor. Rabblerinden korkanlar, Rabblerinin kitabıyla karşı karşıya
geldikleri zaman, Allah sözüyle karşı karşıya olduklarının bilinciyle tüyleri
diken diken oluyor. Kur’an’da böyle bir etki vardır. Önceki âyetlerde kalplerin
kasıldığından söz etmişti Rabbimiz, burada da derilerin tepkisinden söz
ediliyor.
Esasen kalbimiz bizim içimizi, derimiz
de dışımızı anlatır. Allah’ın razı olmadığı bir hayatın kendilerine neleri
kaybettireceğini ortaya koyan âyetleri, cehennem âyetlerini, azap âyetlerini duydukça
mü’minlerin derileri titriyor, kalpleri ürperiyor, korkuları artıyor. Onların
içleri ve dışları etkileniyor, tavır alıyor. Ciltleri Allah’ın zikriyle yumu-şuyor.
Ama tehdit âyetlerinden sonra müjde âyetleriyle, cehennem âyetlerinden sonra
cennet âyetleriyle, gazap âyetlerinden sonra rıza âyetleriyle, ölüm
âyetlerinden sonra diriliş âyetleriyle, yokluk âyetlerinden sonra varlık
âyetleriyle karşı karşıya geldikleri zaman derileri yumuşuyor, güven içine
giriyorlar. Kur’an onların tüylerini diken diken ediyor. Kalpleri üzerinde
derin etkiler meydana getiriyor.
Elbette bunun meydana gelebilmesi için
Rabbine inanması, saygılı olması gerekmektedir. Rabbini tanımayan kimse elbette
kalbinin bu etkilenmesine engel olmak, kalbinin, vicdanının sesini bastırmaya
çalışacaktır. Kur’an’la beraberlik işte böyle mü’mini her tarafından kuşatacak,
bürüyecek, içinde bir rahatlık, bir hoşnutluk hissettirecek, bir mutluluk
duyuracak, bir benimseme meydana getirecektir.
İşte bu Allah’ın hidâyetidir ki, Allah onunla dilediklerine hidâyet eder. Hidâyeti isteyenlere, seçimini hidâyetten yana kullananlara tabii. Ama kim sapmak, dalâlette kalmak ister de Allah da onun bu tercihini onaylayarak saptırmak isterse, onun için hiçbir yardımcı yoktur. Demek ki Rabbe gidiş, Rabbin rızasına, Rabbin hidâyetine gidiş Kur’an iledir. Rabbe gidiş Rabbin gösterdiği yolladır.
24. “Kıyamet günü kötü azaptan yüzünü korumaya çalışan kimse, güven içinde olan kimse gibi midir? Zalimlere: “Kazandıklarınızın karşılığını tadın” denir.”
Hiç yüzünü kıyamet gününün kötü azabından korumaya çalışan kimse, Allah’ın
azabından, Allah’ın ateşinden emniyet içinde, güven içinde olan kimse gibi olur
mu? Böyle zalimlere dünyada kazandığınızın karşılığı olarak ateşi tadın
denilecek. Bir adam düşünün ki cehenneme yuvarlanmış ve yüzüyle ateşten korunmaya
çalışıyor. Bu dünyada Allah’tan ittikâ etmemiş, Allah’ı hesaba katmamış,
Allah’ın kitabına yönelmemiş, yolunu Allah’a sormamış, hayatını Allah için ya-şamamış,
Allah’ın azabını ciddiye almamış, kıyametin hesabını kitabını gündem yapmamış,
kendisini azaptan korumamış. Şimdi yaşadığı bu kötü hayatın karşılığı olarak
ateşe yuvarlanmış ve öyle düşkün, öyle perişan bir duruma düşmüş ki, dünyada
iken sürekli sakındığı yüzüyle azaptan korunmaya çalışmaktadır.
Dikkat ederseniz eliyle filan korunmaya
çalışmıyor da yüzüyle çalışıyor. Tam bir perişanlık hali, tam bir tükenişin
ifadesi. Halbuki al-çaklara bu dünyada yüzleriyle o ateşten korunma imkânı
vermişti. Dünyadayken yüzüyle Rabbine yönelişini gerçekleştirmemişti. Dünyada
bu işi gerçekleştirmediği için şimdi âdeta dünyada yapması gereken bu
vazifesini yerine getiriyormuşçasına, haydi tadın bakalım yüzünüzle dünyada
korunmadığınız bu azabı denilecek kendilerine. İşte böyle bu dünyada eline, ayağına,
yüzüne, gözüne, azalarına, fıt-ratına, Allah’ına, kitabına, peygamberine,
çevresine zulmetmiş, yazık etmiş, Allah’ın hakkını vermemiş kimseye denilecek
olan budur.
25. “Onlardan öncekiler de Peygamberleri yalanlamışlardı da, farkına varmadıkları yerden onlara bir azap çatmıştı.”
Onlardan öncekiler de yalanladılar. Öncekiler de peygamberi yok farz
ettiler, gelmemiş saydılar da, Allah hiç ummadıkları, hiç beklemedikleri
yerlerden kendilerine azabını gönderivermişti. Öyleyse ey kâfirler, sizden
öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna hiç bakmıyor musunuz? Hiç düşünmüyor
musunuz? Geçmişte hakkı yalanlayanların, peygamberi yalanlayanların, peygamber
aleyhine kıyam edenlerin âkıbeti ne oldu?
Eyke’nin, Ashab-ı Uhdûd’un, Ashab-ı
Hûd’un, Lût kavminin, Firavunların, Nemrutların hali nice oldu? Bizans’ın, Roma’nın
hali ne oldu? Onlar peygamberleri yalanlamışlar, dini reddetmişler, Allah’ı
bırakıp kendileri rubûbiyet ve ulûhiyet iddiasında bulunmuşlardı. Peygamber
şöyle dediği halde öyle demedi diyerek, Allah’ın dediklerini demedi diyerek, ya
da Allah öyle demediği halde, Allah öyle buyurmadığı halde Allah öyle dedi diyerek
yalan söyleyenler, Allah dünyayı yarattı ve işi bitti, yâni artık Allah hayata
karışmıyor, Allah hayata ka-rışmaz diyerek yalan söyleyenler, Allah dünyanın
idaresini bize bıraktı diyerek yalan söyleyenler, Peygamber hayat programı konusunda
bil-gisizdir, peygamber bu konuları bilmez diyerek yalan söyleyen bu ya-lancıların
âkıbetleri nasıl olmuş bir bakmaz mısınız, diyor Rabbimiz. Yeryüzü bunların
enkazlarıyla doludur.
Neye
güveniyorlar bu insanlar? Hangi güçleriyle Rablerine ka-fa tutmaya
çalışıyorlar? Allah’tan hiç korkmuyorlar mı? Önceki toplumların başına
gelenlerden ibret almıyorlar mı bu adamlar? Tarihi hiç okumuyorlar mı?
Öncekilerden ne ayrıcalıkları var bunların? Daha önce Allah’la, Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın yasalarıyla savaşa tutuşanların, Allah yerine Allah
kullarını tanrılaştıranların tamamı helâk oldu da bunlar mı kurtulacaklar?
Bunların torpilleri nereden geliyor? Kime güveniyor bu adamlar da bu bozuk
tavırlarını sürdürebiliyorlar?
26. “Allah onlara, dünya hayatında rezilliği tattırdı; âhiret azabı daha büyüktür. Keşke bilseler!”
Allah onlara bu dünyada rezilliği tattırmıştır. Bu dünya azabıdır, ama
âhiret azabı daha büyüktür. Çünkü dünyadaki azapların bir sonu vardır. Ölümle
son bulur ama âhiretteki azabın sonu yoktur. Âhiret azabı dünyadaki azaplardan
çok daha büyüktür. Keşke bunu insanlar bilseydi! Peki bu insanların bu dünyada
bunu bilmelerine, anlamalarına bir imkân yok muydu? Hayır:
27. “Biz bu Kur’an’da insanlara her türlü misali, belki öğüt alırlar diye, andolsun ki verdik.”
Bir insan için, bir insanın anlayıp kavraması için bu Kur’an’da her türlü
meselden, her türlü misalden anlattık, diyor Rabbimiz. İnsanlar düşünsünler de
gerçeği anlasınlar diye her şeyi anlattık. Yanlış, doğru ne varsa hepsini bu
kitapta açık açık beyan etmiştir Rabbimiz. Hem de belki anlayamazlar, belki
kavrayamazlar diye örnekleriyle, misalleriyle her şeyin doğrusunu, yanlışını anlatmış,
örnekler vermiş, her tavrın, her amelin mükâfatını ve cezasını beyan etmiştir.
28. “O, eğriliği olmayan, Arapça bir Kur’an’dır. Belki sakınırlar.”
Bu kitap eğri büğrülüğü olmayan Arapça bir kitaptır. Yâni bu kitapta herhangi
bir tenâkuz, herhangi bir çelişki, bir yamukluk, bir uyumsuzluk, bir
tutarsızlık, bir münâsebetsizlik yoktur. Ya da onda in-sanların anlayamayacağı,
şaşkınlığa düşerek bocalayacakları bir karışıklık, bir bulanıklık, bir
kapalılık, bir tutarsızlık yoktur. Bu kitap her sınıf ve her dönem insanlığının
kendi kapasitesine göre bir şeyler an-layabileceği doğrulukta, netlikte ve
berraklıkta bir kitaptır. Sadece bel-li sayıda ve belli sınıf insanların
anlayabilecekleri, diğerlerinin anlaya-mayarak bocalayacakları, içinden çıkamayarak
sapıtacakları bir kitap değildir bu kitap. Tüm diğer kitaplardan üstün,
arınmış, insan eli değ-memiş bir kitaptır bu. İnsanlar arınsınlar diye, muttakî
olsunlar, bu ki-tapla yol bulsunlar, bu kitapla ne yapacaklarını, nasıl hareket
edeceklerini anlasınlar, bilsinler diye, Rabblerine O’nun istediği kulluğu yaparak
O’nun azabından korunsunlar diye, Allah’ın istediği gibi olsunlar diye bu kitap
gönderilmiştir. Bakın bundan sonra hemen bir örnek ve-rilecek:
29. “Allah, geçimsiz efendileri olan bir adamla, yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Övülmek Allah içindir fakat çoğu bilmezler.”
Bir adam düşünün ki onun hayatında ortaklar var, şerikler var. Geçimsiz
efendileri olan bir adam düşünün. Sadece bir tek kimsenin kulu, kölesi değil, efendisi
tek değil. Hem de birbirine zıt, birbiriyle çe-kişen efendilerin hizmetkarı
durumunda. Onun hakkında, onun üzerinde birbirine ortak olan sahipler var ki,
onlar onu mütemadiyen çekiştirip duruyorlar.
Yine bir
adam da düşünün ki, bir tek efendisi var. Bir tek efendiye teslim olmuş, bir
tek kişiyi memnun etmeye çalışıyor. Şimdi söyleyin bu iki kişi durum olarak,
konum olarak, örnek olarak hiç birbirine eşit olur mu? Bu iki tip insanın hali
birbirine benzer olabilir mi?
İşte
aynen bunun gibi efendisi, Rabbi bir tek Allah olan, sadece Allah’a kul-köle
olan, sadece Allah’a teslim olan, sadece O’nu dinleyen, sadece O’nu razı etmeye
çalışan, sadece O’nun emirlerine bo-yun büken kimse, Rabbinin, efendisinin
kendisinden ne istediğini bilmekte ve sadece O’na hizmet etmektedir. Sadece O’nu
memnun et-meyi düşünmektedir. Rabbini razı ederken acaba başkalarını da razı
edemeyecek miyim gibi bir korkusu, bir endişesi yoktur. Çünkü onun sorumlu
olduğu efendisi, hesaba çekicisi tek bir Allah’tır. Ama kendisi hakkında,
hayatı hakkında söz sahibi birçok varlık, birçok efendisi bu-lunan bir adam
düşünün. Pek çok şürekâsı, pek çok rabbi olan ve her biri bir tarafa çeken, her
biri farklı şeyler isteyen, her biri farklı bir yerlere asılıp duran İlâhların
arasında kalmış ve onların hiçbirisini razı edemeyen, birini memnun ederken
ötekileri küstüren, kalbi, hayatı parça parça olmuş bir adam düşünün.
Bir taraftan Rabbinin, diğer taraftan
putların, tâğutların, modanın, çevrenin, âdetlerin, törelerin, yönetmeliklerin,
ağanın, paşanın, müdürün kulu-kölesi olmuş bir adam… Hepsini razı edeceğim
derken hiç birisini razı edemeyen bir adam… Birinin istediğini yaparken öbürünü
küstürecek, birinin nehy ettiğini ötekisi emredecek, birinin güzel dediğini
ötekisi kötü görecektir. Ne yapacağını bilmez bir vaziyette baştan sona bir
bocalama hayatı yaşayacaktır bu adam. Ne kendisinin yapacağı işin ne olduğunu
bilebilecek, ne onu yapabilecek, ne de bunları yaptığı zaman bu İlâhlarından
her hangi birini razı edebilecektir.
İşte Rabbimiz böylece tevhid ve şirki
herkesin anlayabileceği bir misalle anlatıyor. Ama iş bu kadar net ve açıkken
acaba bu insanlar niye şirki anlamıyorlar? Niye anlamaya yanaşmıyorlar, bunu
anlamak gerçekten mümkün değildir. Evde, camide, caddede, okulda, dükkanda, hayatın
her bir alanında sadece tek bir efendiyi razı etmek, tek bir efendiyi dinlemek
dururken pek çok efendiyi dinleyerek, pek çok İlâhı razı etmeye çalışarak
kalbini parça parça etmeye mahkûm olmanın ne anlamı var? Öyle değil mi? Camide
Allah’ı, sokakta başkalarını dinleyen kişi, namaz konusunda Allah’ın dediğini
yaparak, kılık-kıyafet konusunda başkalarının dediğini uygulayarak, oruç konusunda
Allah’ı razı edip, hukuk konusunda başkalarını razı etmeye çalışarak ezilip
büzülmeye ne gerek var?
Elhamdülillah. Hamd tümüyle Allah’a aittir. Tüm hamdler Allah’a mahsustur. Hamd olsun Rabbimize ki, O ne güzel anlatıyor bu konuları? Kulluk, O’ndan başkasına asla yapılmamalıdır. Ama insanların pek çoğu bunu bilmiyorlar. Şeytan onlara amellerini süslü gösteriyor ve kendi hevâ ve heveslerini putlaştırarak körleşip gidiyorlar. Evet müşrikler, şirkin propagandasını yapanlar, şirki yasallaştıranlar tevhidi bilmiyorlar, bilemiyorlar. Ama bilsinler ki:
30. “Ey Muhammed! Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.”
Evet ey peygamberim, muhakkak ki sen öleceksin, onlar da ölecekler. Hem
peygamber için hem de herkes için hesap kitap söz konusudur. Sevgili
peygamberleri de dahil Rabbimiz yeryüzünde hiçbir beşere ebedîlik vermemiştir.
Her nefis ölümü tadacaktır. Yeryüzünde Allah’ın genel bir yasasıdır bu.
Mü’minler de ölecek, kâfirler de. Peygamberler de, mü’minler de, müşrikler de
ölecektir. Sadece Allah’ın dinleyen, sadece Allah’a kulluk yapanlar da, bir çok
İlâhlara kulluk yapanlar da ölecektir. Allah’a, Allah’ın elçilerine, Allah’ın
kitaplarına iman edip bu imana bağlı bir hayat yaşayanlar da ölecek, iman
etmeyip kendi kendilerine bir hayat yaşayanlar da ölecektir. Kendilerini
yeryüzü tanrısı olarak ilân edenler de ölecektir, onların kulları da ölecektir.
Hiç kimse ölümden kaçıp kurtulamayacaktır. Peygamberlerin Allah gibi yetkileri
yoktur. Hayat ve ölüm peygamberin kendi elinde değildir. Peygamber Allah’ın
yarattığı, Allah yasalarına teslim bir kuldur.
Bu
Allah’ın yeryüzünde koyduğu değişmez bir yasadır. Herkes ölecektir. Ölüm herkes
için geçerlidir. Ölüm kişiyi Allah’la karşı karşıya getirecek bir sürecin ilk
adımıdır. Peki bu dünyada insan Allah’la karşı karşıya değil mi? Elbette, ama
dünyanın şu câri sünneti gösteriyor ki, insan bu dünyada Allah’la beraber olup
olmadığını bilemeyebilir. Ama ölümden sonraki hayat öyle değildir. Bir de
insanın bu dünyada gerçekleştirdiği kendi fiillerinde bizzat kendi iradesi
vardır. Yani bir zorlama ile onları yapmış değildir. Meselâ namaz kılmayı,
Kur’an öğrenmeyi kula Allah teklif eder ama zorlamaz onu. Ama kulun bu ira-dî
eylemlerinin yanında onun iradesinin dışında oluşanlar da vardır. Meselâ ateş
yakar, yukarıdan bırakılan bir cisim aşağıya düşer, rüzgâr eser, doğan ölür. Bu
mânâda ölüm Mülk sûresinin 2. âyetinin de beyanıyla Allah’ın sıfatlarının bir
tecellisidir. Hiçbir varlık yok ki ölüm yasasından kurtulabilmiş olsun. İşte bu
âyetten anlıyoruz ki peygamber bile bunun içindedir.
Öyleyse
Rabbimizin hikmeti gereği koyduğu bu ölüm yasasını kerih görüp ondan kaçıp
kurtulmaya çalışmak yersizdir. Ama öyle bir hayat yaşayalım ki ölüm sevgiliyle
buluşma gecesi gibi bir anlama dö-nüşün. Sahabe-i Kirâm efendilerimiz ölümü hep
hayatın içinde kabul etmişlerdir. İnsan nasıl ki acıkır, susar ve yerse, aynen
bunun gibi do-ğar, büyür ve ölür. Yemek yemek nasıl ki bir Allah yasasına boyun
bükmüşse, ölümü de öylece kabul etmek zorundayız. Ölümü hayatın içinde
dışlamak, gündemden düşürmek, unutmaya çalışmak esasen şu yerleşik hayatın en
büyük zulmü felâketidir. Meselâ şu anda toplumun vazgeçilmezlerinden birisi
olan çeyiz, belli bir ekonomik kaygının sonucudur. Çeyiz böyle gerçekleştirilince
elbette ölüm de yok farz ettirilecektir. Toplumun ısrarla gündemleştirdiği
istikbal anlayışı, gelecek kaygısı, mal mülk derdi ölümü gündemden düşüren en
büyük faktörlerdir. Ebedî kalacak ya adam bu dünyada. Hiç ölmeyecek ya. İşte
hesabını ona göre yapıyor. Küstüğü bir adam ölüverse hemen pişman olup ağlamaya
başlıyor. Vay ben ne yaptım, bilseydim öleceğini helâlleşmez miydim diye. Eh ne
olacaktı? Ölmeyecek miydi o adam? Elbette ölecekti, ama berikisinin gündeminde
ölüm olmadığı için onu uzak zannediyordu. Halbuki ölüm bize her şeyden daha yakındır,
bunu bir an bile hatırımızdan çıkarmayalım.
Her şey ve
herkes kuldur ve herkes için bir zaman, bir ecel belirlemiştir Rabbimiz.
Kendisinden başka her şey fânîdir. Her şey eceli geldiği zaman yok olmaya
mahkumdur. Bâkî olan sadece bu kâ-inatın yaratıcısı ve yarattığı varlıkların
yasalarının ve ecellerinin tayin edicisi olan Rabbimizdir. Evet hepiniz bir gün
öleceksiniz ve:
31. “Ey İnsanlar! Sonra siz,
kıyamet günü Rabbinizin huzurunda duruşmaya çıkacaksınız.”
Kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda, Rabbinizin Mahkeme-i Kübrâsında
birbirinize hasım olacaksınız. Birbirinizin dâvâlısı, dâvâcısı olacaksınız.
Rabbinizin âdil mahkemesinde muhakeme olacak ve birbirlerinizle çekişeceksiniz.
Sen şöyle demiştin, ben böyle yapmıştım, sen şöyle yapmıştın, beni sen
saptırmıştım, beni sen yoldan çıkarmıştın, keşke seni dinlemeseydim, keşke sana
destek olmasaydım vs. vs…
Bu tartışma Rabbimizin büyük
mahkemesinde Rabbimiz huzurunda olacaktır. Herkes birbirini suçlayacak,
birbirine saldıracak, birbirini kötüleyecek. Ama Rabbimiz insanlar arasında
adaletle hükmünü verecek, çünkü Melik Allah’tır. Öyleyse ey insanlar, gelin o
Muhakeme-i Kübra’da, âdil olan Rabbimizin âdil mahkemesinde yarın bu kitabın
hükümlerine, bu kitabın yasalarına göre birbirimize karşı dâvâlı ve dâvâcı
olacağımızı ve bu kitabın âyetlerine göre hakkımızda hüküm verileceğini
unutmadan bugün bu kitaba göre bir hayat yaşamaya bakalım.
Eğer bugün bu kitabın istediği bir
hayatı yaşayabilir, birbirimize karşı görevlerimizi, ilişkilerimizi bu kitabın
istediği şekilde gerçekleştirebilirsek, yarın o büyük mahkemede yüzü ak olarak
çıkabileceğiz demektir. Çünkü O mahkemede haktan, adaletten başka bir şey yoktur.
Meselâ bu dünyada Yahudi’si de Hıristiyan’ı da bir Müslümanla olan dâvâsını
Rasulullah Efendimizin mahkemesinde halletmek ister. Kesinlikle bilirler ki,
Rasulullah Efendimizin mahkemesinde adalet vardır. O sadece adaletle hüküm
verecektir. Ama münâfıklar, kalplerinde yamukluk bulunanlar ise adaleti
gerçekleştirecek peygamberin mahkemesine değil de parayla pulla satın
alabilecekleri kimselerin mahkemelerine gitmektedirler. İşte kıyamet gününün
mahkemesinin sahibi, Mâliki Allah’tır.
Öyleyse yarın kimin mahkemesine
çıkacak, kimin huzurunda muhakeme olacak, kimin yargısına boyun bükmek zorunda
kalacaksak, burada ona göre hareket etmek zorundayız. Yarın hüküm verecek
Rabbimize kul-köle olmak zorundayız. Yaşadığımız hayatta sadece O’na karşı
sorumlu olmalı, başka hiç kimsenin üzerimizde hak sahibi olmasına razı olmamak
zorundayız.
32. “Allah’a karşı yalan uydurandan, kendisine gelmiş olan gerçeği yalan sayandan daha zalim kimdir? İnkârcılar için cehennemde bir durak olmaz olur mu?”
Allah’a karşı yalan uydurandan, yalan iftira edenden ve kendisine gelmiş
olan sıdkı, hakkı, gerçeği yalan sayandan daha zalim kim vardır? Cehennemde
böyle kâfirler için bir sığınak, bir barınak yok mudur? Allah’a yalan uydurmak
demek Allah’ın zatıyla, sıfatlarıyla, yetkileriyle alâkalı yalan söylemek demektir.
Allah hayata karışmaz, Allah vahiy göndermez, Allah bizden kulluk istemez
şeklindeki yalanlardır bunlar. Allah’ın sıfatlarını, Allah’ın yetkilerini
Allah’tan başkalarına vermek türündeki yalanlardır.
Yeryüzünde Allah’tan başka Rabblerin,
İlâhların, tanrıların varlığını kabul etmek türündeki yalanlar, Allah’ın
yeryüzünde yetkilileri, oğulları, evlâtları vardır şeklindeki yalanlardır.
Veya Allah bir konuda öyle bir şey
demediği halde Allah böyle buyuruyor, Allah böyle istiyor şeklinde yapılan
yalanlardır. İdeolojiler uyduruyorlar, sistemler geliştiriyorlar ve bunları
Allah’a isnat ederek, O’na onaylattırmaya, Allah ta böyle istiyor demeye,
Allah’a yalan iftira etmeye
çalışıyorlar.
Yeryüzünde Allah’ın asla istemediği bir
hayatı yaşıyorlar ve işte şu bizim yaşadığımız hayat Allah’ın istediği,
Allah’ın razı olduğu bir hayattır diyerek küfürlerini, şirklerini Allah adına
yasallaştırmaya çalışıyorlar.
Allah’tan
kendilerine gelmiş doğruları, Allah âyetlerini yalan-lıyorlar. Allah âyetlerini
hayatlarında boşa çıkarmaya, işlemez hale getirmeye çalışıyorlar. Sanki
Rablerinden kendilerine hiçbir âyet gel-memiş, hiçbir doğru gelmemiş gibi
onları görmezden, duymazdan ge-liyorlar, yok farz ediyorlar. Allah’tan gelen bu
doğruları gündemlerinden düşürmeye çalışıyorlar. Tüm Allah doğrularını boşa
çıkarıyorlar. Bunlardan daha zalim kim vardır, diyor Rabbimiz.
Böyle Allah’a karşı yalan iftiralarda
bulunan, yalanlarını Allah’a izâfe eden ve bir de Allah’tan gelen doğruları,
Allah’ın âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim vardır? Allah’ın âyetlerini
yok farz ederek bir hayat yaşayandan daha zalim kim vardır? Âyetlerin varlığını
görmez-den gelerek, âyetleri örterek, örtbas ederek, gündeme almayarak bir
hayat yaşayan kişiden daha zalim kim vardır, diyor Rabbimiz. Böyle yapan
zalimleri Allah kesinlikle hidâyete ulaştırmayacaktır. Bu tür insanlar kesinlikle
saadeti bulamayacak, huzuru göremeyeceklerdir. Âhiret gününde de cehennem
onların barınağı, sığınağı olacaktır. Ama:
33. “Gerçeği getiren ve onu doğrulayanlar, işte onlar, Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.”
Sıdk ile gelmiş, sadık olarak gelmiş, doğru ve doğrulayıcı olarak, tasdik
edilmiş ve tasdik edici olarak insanlara Rabbin tasdik ettiği doğruları
gösterici olarak gelmiş ve onları tasdik eden, doğrulayan ve bu doğrular
istikâmetinde bir hayat yaşayanların, bu doğruları hayatında eylem olarak
görüntüleyenleri kesin hakta, kesin doğruda olduğunu tasdik edici olarak gelen
bu âyetleri doğrulayanlar, Rabblerine karşı gelmekten, Rabblerine kafa
tutmaktan sakınan mü’minlerdir. Bu doğrularla yol bulan, bu doğrularla Allah
için hayat yaşayan muttakîlerdir. Gözleriyle, kulaklarıyla, kalpleriyle,
içleriyle, dışlarıyla, geceleriyle, gündüzleriyle Allah’tan gelen bu doğruları
tasdik ederek, eyleme dökerek, amele dönüştürerek, hayatlarında görüntüleyen
insanlardır onlar. Kendileri bu doğruları tasdik ettikleri ve hayatlarını
onlarla düzenledikleri gibi, insanlara, Allah kullarına da bu doğrularla giden,
on-lara bu doğruları götüren kimselerdir onlar. Bu doğrulara uygun ameller,
tavırlar sergileyen muttakîlerdir onlar. Peki ne varmış onlar için? Ne
hazırlamış onlar için yarın Rabbimiz?
34. “Onlara, Rablerinin katında diledikleri şeyler vardır, bu, iyilerin mükâfatıdır.”
Onlar için Rabbleri katında diledikleri her şey vardır. Orada onlar için diledikleri,
arzu ettikleri, gönüllerinin çektiği her şey vardır. Çünkü o cennet Allah’ın
ağırlamasıdır. Böyle bir nîmet ortamında acaba şu da var mı, bu da var mı,
demenin hiçbir anlamı yoktur. Allah’ın şanına lâyık bir cennettir orası. Orada
hiçbir şeyin yokluğu, mahrumiyeti yoktur. Orada huzur kaçırıcı, üzüntü verici
hiçbir şey yoktur. Orada bu muttakîler öyle bir mutluluk içindedirler ki,
cennet nîmetleri onların yüzlerine,
gözlerine, gönüllerine, benliklerine sinmiş âdeta nîmetlerle iç içe
olmuşlardır. Allah’ın nîmetlerinin eseri o muttakîlerin yüzünde, gözünde
benliğinde hissedilecektir. Sevinçleri, memnuniyetleri, yüzlerinde, gözlerinde,
hallerinde ve tavırlarında etrafa ta-şacaktır.
35. “Zira Allah, onların
yaptıkları kötülükleri örter, onlara, işledikleri şeylerin en güzel
karşılıklarını verir.”
Çünkü Allah onların yaptıklarının en kötüsünü örtecektir. Dünyada onların
işledikleri kötülükleri örtecek ve yaptıkları şeylerin en güzel karşılığını
verecek, ya da yaptıkları amellerin en güzeliyle onlara karşılık verecektir.
Anlayabildiğimiz
kadarıyla Rabbimiz mü’minlerin, muttakîlerin orada amellerinin katsayısının
böyle olacağını haber veriyor. Yâni mü’minlerin dünyada işledikleri tüm ameller,
o amellerin en iyisiyle, en güzeliyle, en ihlâslısıyla çarpılacak. Yâni bütün amelleri o en güzel a-melle
çarpılıverecek, tüm amelleri o en güzel amel gibi kabul ediliverecek. Ne büyük
bir rahmet değil mi?
Meselâ dünyada kıldığınız tüm
namazlarınız, en güzel bir namaz gibi kabul edilecek. Veya gerçekten çok
ihlâsla yaptığınız bir infak gibi kabul edilecek tüm infaklarınız. Mü’minler en
güzel amelleri karşılığında mükâfat alırlarken, kâfirler de en kötü amelleriyle
cezalandırılacaklardır.
Kim
yapabilir bunu Allah’tan başka? Her türlü kötülüğü, her türlü suçları işlemiş, kötülük
peşinde koşarken birdenbire tevbe edip Rabbine kulluğa yönelen kişiyi birdenbire
affedeceğini, tüm kötülüklerini örteceğini haber veriyor Rabbimiz. Hem de tüm
bu kötülükleri ör-tülmekle, tüm bu suçları affedilmekle kalmayıp üstelik
yaptığı en iyi iş-leri esas alınarak mukâbelede bulunulacak kendisine. Kim bu
kadar merhametli olabilir insana? Allah’tan başka hangi efendi yapabilir bunu
hizmetçisine? Kim mahiyetindekinin kötülüklerini iyilikleri karşılığında silip
ona göre değerlendirebilir? Bugünkü yapay tanrılar, yaptığı kötülüklerle
sabıkalı hâle getirip her zaman onun yaptıklarını karşısına getirmeden yana
değil mi? Bugünkü sahte tanrıların hukuku bunun üzerine bina edilmiş değil midir?
36. “Allah, kuluna yetmez mi? Ey Muhammed! Seni O’ndan başka şeylerle korkutuyorlar. Allah’ın saptırdığını doğru yola koyacak yoktur.”
Allah kuluna kâfi değil mi? Allah kuluna yeterli değil mi? Her zaman, her
yerde, her konuda ve hususta Allah kuluna yeterlidir. Kula Allah’tan başkası lâzım
değildir. Allah var, başkasına gerek yoktur. Korku merciî olarak, saygı ve
güven merciî olarak Allah’ı bilmeyenler, Allah’ı tanımayanlar herkesten ve her
şeyden korkarlar. Başkalarına karşı korkusuz, eyvallahsız, hür ve özgür
olabilmenin yolu korku merciîni bilmeden geçer. İşte bakın onu soruyor
Rabbimiz. Mutlak güç ve kudret sahibi olan Allah size yetmiyor mu ki, O’ndan
başkalarına yöneliyorsunuz? Güç kaynağınızın farkında değil misiniz ki
başkalarına güvenip sığınmaya kalkışıyorsunuz? Sizin bu güç kaynağınızın farkında
olmayışınızı, Rabbinize güvenmeyişinizi, sizlerde olmaması ge-reken bu tür
zaafları gören kâfirler de cesaret bulup sizi Allah’tan baş-ka şeylerle,
paralarıyla, ekonomik ve siyasal güçleriyle, askerî kuvvetleriyle korkutmaya ve
sizleri kendi egemenlikleri altına almayı deniyorlar.
Yapmayın
bunu. Korkulmaya lâyık olan, güç ve kudret sahibi olan benim ve ben kuluma
kâfiyim. Sizi benden başkalarıyla korkutmaya çalışanlara kulak asmayın. Ama
Allah kimi saptırmışsa artık onu doğru yola iletecek yoktur. Hidâyette olmayı,
hidâyette kalmayı dileyip de Allah’ın kendilerine hidâyetini gösterdiği
mü’minler sadece Allah’tan korkarlar, sadece Allah’a güvenip bağlanırlar. Çünkü
her ko-nuda Allah kuluna kâfidir. Rızık verme konusunda kuluna Allah kâfidir de
hüküm koymada, yasa belirlemede kâfi değil mi? Her konuda yasaları, hayat
programı, ef’ali, fiilleri, isimleri ve tüm tasarrufları konusunda kul Allah’ın
kendisine kâfi olduğuna inanmalı ve bu inancı bizzat hayatında yaşamalıdır.
Bizler kesinlikle biliyor ve inanıyoruz ki, âlîm olarak Rabbimiz bize kâfidir,
Habîr olarak, Rezzâk olarak, Rabb olarak, İlâh olarak kâfidir.
Alîm olan Allah’ın kitabı bizim için
yeterlidir, bir başkasına ihtiyacımız yoktur. Örnek olarak peygamberi
yeterlidir, bir başkasına ih-tiyacımız yoktur. Hakim olarak Allah’ın âyetleri
bize yeterlidir başka yerlerde hikmet aramaya, başkalarının bilgisiyle
bilgilenmeye ihtiyacımız yoktur. Rezzâk olarak, rızkın vericisi olarak, rızkın
tüm sebeplerinin yaratıcısı olarak Allah bize kâfidir, başka rızık vericilere
ihtiyacımız yoktur. Azîz olarak Allah bize yeter, izzeti ve şerefi sadece O’nda
görür, O’ndan, O’na kulluktan bekler, başka hiçbir yerde izzet ve şeref aramayız.
Müheymin olarak, murâkıb ve gözetleyici olarak Allah bize yeterlidir,
başkalarının denetleyiciliğine ihtiyacımız yoktur. Bizi hiç kimse görmese de
Rabbimizin gördüğü şuuru içinde O’nun haramlarını işlemekten sakınırız. Rahmân
olarak, Rahîm olarak, Rabb olarak, İlâh olarak O bize kâfidir, kendimizi
başkalarına değil, sadece O’na beğendirmeye çalışırız, O’nun beğenisi bizim
için yeterlidir.
Ama kâfirler,
müşrikler, Allah tanımazlar Allah’tan başkalarını size saygın gösterecekler,
size güçlü, kuvvetli, egemen gösterecekler. Başkalarını Allah’a alternatif
olarak gösterecekler. Başkalarının yasalarını, başkalarının sistemlerini
Allah’ın yasalarına alternatif olarak sunacaklar. Başkalarının siyasal ve
askerî güçlerini Allah’a alternatif olarak gösterecekler. “Allah güçlüdür ama
falanlar da güçlüdür, onlardan da korkulmalıdır, onlar da dinlenmelidir diyecekler.
Allah Rahmân ve Rahîmdir ama filanların, filan tâğutların rahmeti de bizi
kuşatmıştır,” diyecekler. “Allah Alîmdir, ilmi tamdır ama falanlar da şu şu
konuları bilmektedir. Aslında günümüzde Allah bilgisine ihtiyaç kal-mamıştır,
asrımız bilim asrıdır, bugün bilim her şeyi çözecek güce u-laşmıştır,” diyerek
Allah bilgisine karşılık laboratuarı, vahye karşılık bilimi alternatif olarak
koymaya çalışacaklar. Allah’tan başkalarına saygı göstermeye çalışacaklar. Allah’tan
başka Allah’a muadiller, denkler, şerikler, nidler bulup onları sizin karşınıza
dikecekler, insanların gündemlerine sokacaklar, insanların gözlerinde büyük,
saygın, muhteşem hale getirecekler.
“Efendim
bunlar egemenler, bunlar siyasîler, bunlar hukuk uz-manları, bunlar eğitim
otoriteleri,” diyerek hacet kapısı olarak Allah’ı değil de, bunları
gösterecekler. Her konuda Allah’ı değil de başkalarını referans gösterecekler.
Allah’tan başka gayb biliciler, Allah’tan baş-ka şifa vericiler gösterecekler.
Allah’tan başka kanun koyucu Rabbler gösterecekler. Yaratıcı olarak Allah’tan
başkalarını, egemen olarak başkalarını
gösterecekler. “A.B.D oturduğu yerden bir düğmeye bastığı zaman her şeyi yapar,”
diyecekler. Sizin gündeminize Allah’tan başkalarını getirip koyacaklar.
Allah’tan başkalarını dinlemenizi, Allah’tan başkalarına itaat etmenizi,
başkalarının yasalarını uygulamanızı ve Allah’tan başkalarına saygılı olup,
onlardan korkmanız gerektiğini söyleyecekler. Halbuki Allah kuluna kâfidir,
Allah’tan başkalarından asla korkmayın. Eğer Allah’tan korkmazsanız, kesinlikle
bilesiniz ki herkesten ve her şeyden korkutur Allah sizi.
37. “Allah’ın doğru yola eriştirdiğini de saptıracak yoktur. Allah, güçlü olan, öç alabilen değil midir?”
Allah
kime bilgisini ulaştırarak hidâyet etmişse artık onu saptıracak yoktur. Allah’ı
tanımış, Allah’ın hidâyetini bilmiş bir mü’mini yolundan kim saptırabilir?
Bakın peygamberiniz, önderiniz sadece Allah’tan korkup başka hiçbir şeyden
korkmadığı için döneminin müşriklerinin tehditlerinin hiçbirisi onu
saptıramamıştır. Çünkü onun koruyucusu Allah’tı. Hâfızı Allah’tı. Şimdi
söyleyin Allah aşkına, koruyucu Allah, hadîsi Allah olan bir mü’mini hangi
saptırıcı saptırabilir? Allah Azîz ve intikam sahibi değil mi? Allah’ın
koruduğuna kim zarar verebilir?
Unutmayalım ki şu anda yeryüzünde
sapanlarıyla, sapıtanlarıyla, mü’minleriyle, kâfir ve müşrikleriyle, sadece
Allah’a inanıp, sadece O’na güvenip, sadece O’ndan korkanlarıyla, Allah’tan başkalarından
korkan ve korkutanlarıyla bir savaş devam etmektedir. Biraz daha kısa
söyleyecek olursak, kâfirlerin her cinsiyle Allah arasında bir savaş cereyan
etmektedir. Kesinlikle bilelim ve inanalım ki, kâfirlerle Allah ordusu, Allah
taraftarları arasında süren bu savaşı Allah taraftarları kazanacaktır. Çünkü
gerek burada, gerekse kitabımızın başka yerlerinde görüyoruz ki Allah Azîzdir,
Allah düşmanlarına karşı intikam sahibidir. Allah kitabında bir yasa olarak
şunu yazmıştır: “Ben ve elçilerim mutlak sûrette galip geleceğiz.”
Dünyada
Allah dostları Kâfirlere karşı mutlak galip geleceklerdir. Âhirette bu kâfirlerin
zaten savaşacak bir güçleri olmayacaktır. Ama bu dünyada şuursuzca Allah’a silâh
çekiyorlar. Allah’a ve O’nun ordularına akılsızca kafa tutuyorlar. Lâkin bu
yaptıklarının karşılığı olarak yakında nasıl bir yenilgiyle yenileceklerini
göreceğiz. Bu yenilgileri dünyayla sınırlı kalmayacak, önceki âyetlerde ifade
edildiği gibi alçaklar ateşe yuvarlanacaklar ve yüzleriyle Allah’ın ateşinden korunmaya
çalışacaklar. Dünyada kendilerine itaat edenler yarın onların azaplarının kat
kat artırılmasını isteyecekler. İşte bu ve benzeri âyetleri duyan, bunları
onlara duyuracak mü’minler çıkarsa kâfirler Müslümanlar karşısında daima yenik
olduklarını, daima hezimete mahkum olduklarını soluklayacaklardır bu dünyada.
Çünkü Azîz olan, mutlak galip olan ve kendisiyle savaşa tutuşanlardan mutlak
intikam alacak olan Allah ve O’nun ordularıdır.
38. “Ey
Muhammed! Andolsun ki, “Gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye sorsan: “Allah’tır”
derler. De ki: “Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse,
Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut
bana bir rahmet dilerse, O’nun rah-metini önleyebilir mi?” De ki: “Allah bana
yeter; güvenenler O’na güvenir.”
Onlara, o müşriklere gökleri ve yeri kim yarattı diye soracak olursak,
derler ki, diyecekler ki “Allah.” Yaratıcı olarak Allah’ı kabul edecekler. De
ki, öyleyse yaratıcı olan Allah’ı bırakıp ta şu kendilerine kulluk ettiğiniz
şerikleriniz doğru mu? Allah bana bir zarar vermek is-terse, Allah’ı bırakıp ta
kendilerine tapındığınız, kendilerine sığındığınız, kendilerine dua ettiğiniz
bu tanrılarınız o zararı giderebilirler mi? Yahut Rabbim bana bir rahmet dilese
bir rahmet ulaştırmayı murad etse, onlar bu rahmeti engelleyebilirler mi?
Rahmet olarak Rabbim bana bir kitap gönderse, bana bir rahmet kapısı açsa, bana
bir cennet kapısı açsa buna engel olabilirler mi bu tanrılarınız? Hayır hayır,
hiçbir şey mü’mini Allah’ın rahmetinden de gazabından da alıkoyamaz.
Allah’ın
kullarına açtığı bir rahmetin önüne geçecek, engelleyecek hiçbir kimse, hiçbir
güç olmadığı gibi, O her neyi de tutarsa, onu da O’ndan başka salacak yoktur.
Yâni O kullarına bir rahmeti tu-tacak, engelleyecek olursa onu da yine O’ndan
başka kullara ulaştırabilecek kimse de yoktur. Kullarına fayda ve zarar verme
sadece O’na aittir. Hüküm O’na aittir, takdir O’na aittir, O’nun hükmüne, O’-nun
takdirine karşı gelecek yoktur. Kimse O’nu mağlup edemez. Mutlak güç ve kudret
sahibi O’dur ve O’nun yaptığı tüm işleri mutlak bir hikmetledir.
Yaratıcı olarak Allah’ı kabul eden ama Allah’ın hayata karışmasına,
ulûhiyet ve rubûbiyetine karşı çıkan bu insanlar Allah’ı bırakıp da kendilerine
cevap veremeyecek, dualarına ve çağrılarına icâbet edemeyecek âciz varlıklara
kulluk yapmaktadırlar. Yeryüzünde hiçbir şey yaratmaya ve yapmaya güç yetiremeyen,
hiçbir şeye mâlik olmayan, kendi varlıkları konusunda bile Allah’a muhtaç olan,
yoku var etmeye, varı yok etmeye, fayda sağlamaya ve zararı def etmeye kâdir
olmayan bir kısım âciz varlıklara kulluk eden, onlara dua eden, onları yardıma
çağıran kimselerden daha akılsız yoktur.
Sen o akılsızları bırak peygamberim ve de ki, Allah bana yeter. Tevekkül edecekler, Allah’a tevekkül etsinler; güvenecekler, Allah’a güvensinler. Allah bize yeter, biz sadece O’na teslimiz. Çünkü bizim adımıza karar veren, bizim adımıza kulluk programı belirleyen, bizim yapamadıklarımızı yapıveren, bize imkân sağlayan, fırsat veren O’dur.
39,40. “De ki: “Ey milletim! Durumunuzun gerektirdiğini yapın; doğrusu ben de yapacağım. Kendisini rezil edecek azap kime gelecek, kime sürekli azap inecek bileceksiniz.”
De ki ey kavmim, durumunuzun, konumunuzun gereği neyse onu yapın, ben de
bana düşeni yapacağım. Belirlediğiniz statüko içinde, şeytan yasaları
çerçevesinde elinizden ne geliyorsa onu geriye koymayın. Ne yapacaksanız yapın
bakalım. Ben de benim vekilim olan, bana yasa belirleyen Rabbim adına, Rabbimin
belirlediği emirler doğrultusunda hareket edeceğim. Er geç bir gün azabın kime
geleceğini, kimin galip, kimin mağlup olacağını göreceksiniz, bileceksiniz. Kim
güçlü, kim güçsüz, yakında anlayacaksınız. Adamlar kendi hevâ ve hevesleriyle,
kendilerine göre konum belirlemişler. Zengin olanlar güçlüdür, ekonomik güce sahip
olanlar güçlüdür, üstündür diyorlar. Allah buyurur ki çok yakında bilecekler
onlar mı güçlüymüş, onlar mı Azîz ve şerefliymiş yoksa gariban Müslümanlar mı?
Bunu çok yakında siz de göreceksiniz, biz de göreceğiz.
Evet
böyle dememizi istiyor Rabbimiz bizden. Ey Kâfirler! Ey müşrikler! Ey zalimler!
Ey Allah düşmanları! Haydi buyurun ne yapacaksanız yapın! Sizler elinizden ne
geliyorsa, ne yapabilecekseniz yapın! Küfrünüzün, şirkinizin gereği olarak,
putlarınızın, put sistemlerinizin gereği olarak Allah’la savaş yolunda, Allah’a
kafa tutma yolunda gücünüz neye yetiyorsa, elinizden ne geliyorsa yapın! Bizler
de Allah’a imanımızın gereği olarak yapacağımızı yapıyoruz! Pek yakında
göreceksiniz azap kiminmiş? Pek yakında göreceksiniz zafer kime ait olduğunu? Gelecekte
kâfirler mi galip gelecek, yoksa Allah dostları mı? Arkasında Allah’ın
bulunduğu dâvâ mı galip gelecek, yoksa arkasında şeytanların bulunduğu küfür mü,
bunu çok yakında göreceksiniz. Âkıbet kime aitmiş, sonuç kiminmiş, gelecek
kiminmiş? Gelecekte kim egemen olacak yeryüzünde? Hangi dâvâ egemen olacak?
Yahut da
yaşadığımız bu dünyanın sonunda cennete kim gidecek? Âhiret yurdu kimin olacak?
Kim kaybedecek, kim kazanacak? Bunu yakında siz de göreceksiniz biz de
göreceğiz. Bizler yolumuzdan asla şüphede değiliz. Biz dâvâmızdan, yaşadığımız
hayattan asla kuşkuda değiliz. Siz yapacağınızı yapın, biz de bizim yapmamız gerekenleri
yapacağız. Sizler inandığınız yolun gereklerini, inandığınız küfür ve şirk
dinlerinin amellerini pratikte gösterin, biz de inandığımız tevhid dininin
amellerini hayatımızda sergilemeye devam edeceğiz. Siz imanlarınızı yaşayın ben
de imanımı yaşamaya devam edeceğim. Siz bildiğinizi ortaya koyun, ben de bildiğimi
ortaya koyacağım.
Ama ben şunu şimdiden size haber vereyim
ki zalimler asla iflah olmazlar. Zalimler hiç bir zaman egemen olamayacaklar.
Zalimlerin ne dünyada ne de âhirette asla kurtulmaları mümkün değildir. Dünyada
da ukbâda da kurtuluşa erenler ancak mü’minler olacaktır. Allah’a şirk koşan,
Allah’a isyan eden, Allah’ın sistemini reddedip baş-kalarının sistemlerini
yasallaştıran zalim bir toplum ne dünyada, ne de ukbâda kesinlikle kurtuluşa
eremeyecektir. Geçmişte bu böyle olduğu gibi yarın da böyle olmaya devam
edecektir. Bu Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir yasadır ve kıyamete kadar da bu
yasa devam edecektir.
41. “Ey Muhammed! Doğrusu Biz, insanlar için Kitabı gerçekle
sana indirdik; kim doğru yolda ise bu kendi lehinedir; sapıtan da kendi
aleyhine sapıtmış olur. Sen onlara vekil değilsin.”
Ey peygamberim, biz kitabı insanlar için sana hakla indirdik. Bu kitabın
içinde hak var, hukuk var; bâtıl yok, yalan dolan yoktur. Ki-tabın indirilişi
haktır, kitap hak olarak, hukuk olarak, tüm hakları, hukukları belirleyici
olarak indirilmiştir ve de haklı olarak indirilmiştir. Hak Allah’ın
indirdiğidir, hak Allah’tan gelendir. Allah’tan gelen bu hakka istinat etmeyen
her şey bâtıldır, her şey zulümdür. İnsanlar arasındaki hak değer yargıları bu
kitabın değer yargılarıdır. Kim doğrudur, kim yanlıştır, kim üstündür, kim
alçaktır, kim Azîzdir, kim zelildir, kim şereflidir, kim şerefsizdir, kim
iyidir, kim kötüdür, bunun ölçüsü, kriteri bu kitaptır.
İnsanlar arasındaki tüm ihtilâflar bu
kitapla çözümlenecek, tüm hakları bu kitap belirleyecektir. Kimin mü’min, kimin
kâfir olduğunu, kimin Allah, kimin şirk yolunda olduğunu bu kitap
belirleyecektir. İnsan kendi tavırlarını da bu kitaba göre değerlendirecektir.
Her konuda kitap ölçü olacaktır.
Peygamber
ve onun yolunun yolcuları bu kitapla hükmedecekler, bu kitaba sarılacaklar,
hayatlarının her bir biriminde kitapsız bir hayat sürmeleri, kitabı ellerine
almadan bir hayat yaşamaları, kitaptan habersiz hüküm vermeleri, kitabın ortaya
koyduğu hakların dışında herhangi bir hak belirlemesine gitmeleri kesinlikle
mümkün olmayacaktır. Peygamber ve Müslümanlar kitapla hükmedecekler, kitapla ka-rar
verecekler. Kitapsız Müslümanların başarıya ulaşmaları, huzur i-çinde bir hayat
yaşamaları asla mümkün değildir. Kitapsız problemlerin çözümü mümkün değildir.
İşte Allah bu kitabı peygambere bunun için göndermiştir. Peygamber ve
Müslümanlar yaşadıkları hayatın hangi problemiyle karşı karşıya bulunurlarsa bulunsunlar,
ister ekonomik bir kavganın, ekonomik bir problemin çözümüyle, ister eğitim
problemi, ister hukuk problemi, ister siyasal bir problem hangi ortamda, hangi
problemin çözümüyle karşı karşıya olurlarsa olsunlar, problemlerini ancak
Allah’ın kitabıyla çözecekler, Allah’ın kitabıyla hükmedecekler ve başarıya
ulaşacaklardır. Allah bu kitabı işte bunun için göndermiştir.
Kim ihtidâ etmişse, küfürden, şirkten geçiş ihtidâsıyla, yanlıştan doğruya, bâtıldan hakka, günâhtan sevaba doğru gidiş ihtidâsıyla ihtidâ etmişse, yönelmişse… İhtidâ, yollanmak, yola girmek, yola koyulmak ve yol üzerinde devam etmek anlamlarına gelmektedir. Kim ki Allah’ın gösterdiği, kitabın tarif ettiği hidâyet yoluna girmiş, Allah’a kulluk yolunu tercih etmişse bu tercihi onun kendi lehinedir. Ama kim de sapmış, sapıklığı tercih etmiş, Allah yolunu terk etmişse, bu da onun kendi aleyhinedir. Allah’ın belirlediği yolun, sınırların dışına çıkan kişi yoldan sapmış demektir. Ama çiğnediği Allah sınırlarının çokluğuna göre o kadar dalâleti yoğunlaşmış, o kadar artmıştır. İtikat noktasında, inanç noktasında dalâlete düşen kişi kâfirdir. Amel noktasında dalâlete düşenler de bid’atçı ve günâhkârdırlar.
Bu
âyetlerde insanlar için iki konum belirleniyor. Bunlardan birincisi hidâyette
olmak, ikincisi de dalâlet, sapıklık. Mühtedî olup hi-dâyeti tercih eden
kendisi için mühtedî olmuş, dalâleti tercih eden de kendi aleyhine sapmıştır.
Ey peygamberim, sen onlar üzerinde vekil değilsin. Senin böyle bir görevin ve
sorumluluğun yoktur. Onları zorlamaya, onları hidâyete ulaştırmaya, hidâyette
tutmaya, onların kalplerine hükmetmeye, tasarrufta bulunmaya senin yetkin
yoktur.
Veya sen onların özgür iradeleriyle
seçtikleri, Rabbinin de onayladığı hidâyetlerinden de dalâletlerinden de
sorumlu değilsin. Onların dalâleti tercih edip cehenneme yuvarlanışlarının
hesabı sana sorulmayacak. Senin görevin sadece Allah’ın dinini, Allah’ın
âyetlerini tebliğdir. Sen onları Allah âyetleriyle uyardığın zaman vazifen
bitmiştir. Dileyen hidâyeti, dileyen de dalâleti tercih edebilir, sonucuna kendileri
katlanmak şartıyla. Çünkü hidâyetin de dalâletin de sahibi Allah’tır.
42. “Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda düşünen kimseler için dersler vardır.”
Nefisleri, canları ölüm esnasında vefat ettiren Allah’tır. Uyurken, uykusu
esnasında henüz ölmemiş olanları da vefat ettiren O’dur. Uyku ölümün yarısıdır,
yarı ölümdür. İnsan uyku esnasında Rabbimi-zin koyduğu bir yasa gereği
neredeyse yarı ölü gibidir. Uyku esnasında insanların ruhları belli ölçüde kabzedilmektedir.
İşte bu âyetin beyanıyla uyku esnasında kısmen bir ölüm hadisesi gerçekleşmektedir.
Öyleyse vefat bu anlama geliyor. Yâni vefat kişinin ölümü esnasında gerçekleşen
hadisedir. Bir de kişi uyku esnasında ölmemiş bir kimsenin vefat halini yaşamaktadır.
Buradaki
teveffa, yâni ölüm, ruhun bedenle ilişkisinin kesilmesi anlamına gelmektedir.
Uykudaki teveffâ ile ölümdeki teveffâ arasında şu fark vardır. Ölümde ruhun
bedenle hem içten hem de dıştan ilgisi kesilirken, uykuda sadece dıştan ilgisi
kesilmekte ama içten ilgisi devam etmektedir.
Yâni uyku esnasında Rabbimiz kişinin
akıl, his, şuur, idrak ve temyiz gücünü alıvermektedir. Öyleyse unutmayalım ki
ölümle hayat iç içe bir bütündür ve hiç kimsenin, hiç birimizin uyuduktan sonra
tekrar kalkacağımıza dair bir garantimiz yoktur. Tutan da, alan da, salıveren
de Allah’tır. Tüm nefisler Allah’ın tasarrufu altındadır. Hiç kimsenin O’ndan
saklanması, kaçıp kurtulması mümkün değildir.
İşte
Rabbimiz haklarında ölümü hükmettiği kimseleri uykusu esnasında tutar. Ama Rabbimiz
haklarında ölüm fermanını, ölüm hük-münü vermediği, eceli gelmemiş kimseleri de
geri gönderir. Tekrar hayata gönderir. Ne zamana kadar? Adı konmuş, Allah
tarafından be-lirlenmiş bir ecele kadar. Demek ki her gece Allah bizi öldürüyor
ve ecelimizin dolacağı güne kadar da her sabah bizi bir daha kaldırıyor. Gece
bizi öldürmüşken Rabbimiz sabahleyin yeni bir fırsatla, yepyeni bir imkânla
bizi bir daha kaldırıyor. Sebep ne? Belki bugün aklını başına alır, belki bugün
Allah’a kulluğa döner, belki bugün fırsatı değerlendirir diye. Belki de yarın
kıyamet gününde Rabbimize karşı bir itiraz hakkımız kalmasın, bir mâzeretimiz
olmasın diye böyle yapıyor. İşte bütün bunlarda düşünecek, tefekkür edecek,
düşünüp değerlendirecek bir toplum için âyetler vardır, ibretler vardır.
Canlar
üzerinde yegâne tasarruf sahibi, yegâne hüküm sahibi Allah’tır. Geceleyin
herkesi uyutan, vefat ettiren, eceli dolanların ruhlarını tutup öldüren, ama
vakti gelmemiş olanları tekrar diriltip uyandıran O’dur. Hayat ve ölüm üzerinde
yegâne Mâlik, yegâne söz sahibi O’dur. Uyku esnasında da, ölüm esnasında da
kulları üzerinde yegâne tasarrufunu, hükümranlığını yürüten O’dur. Yaşamamız
gerekiyorsa hayat konumumuzu, ölmemiz gerekiyorsa ölüm konumumuzu belirleyen,
takdir eden, uygulayan O’dur. Yeryüzünde en çok sevdiği, yeryüzünün en
şereflisi elçisine bile bu konuda bir yetki vermemiştir. Her konuda, hayat ve
ölüm konusunda, hidâyet ve dalâlet konusunda yetki sadece kendisine aittir. O’nun
hidâyette dedikleri hidâyettedir, dalâlette dedikleri de dalâlettedir.
43, 44.
“Yoksa putperestler Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Onlar bir
şeye sahip olmadıkları akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?” De ki:
“Bütün şefaat Allah’ın iznine bağlıdır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur.
Sonra O’na döneceksiniz.”
Yoksa onlar, o müşrikler Allah’tan başka, Allah berisinde bir takım
şefaatçiler mi edindiler? Bir kısım aracılar mı buldular kendilerine? De ki,
onlar hiç bir şeye mâlik değiller, hiç bir güç ve yetkiye sahip değiller. Akılsız,
aciz varlıklar iseler de mi onlara bu yetkiyi vereceksiniz? Böyle olsalar da mı
kendilerini güç kuvvet sahibi kabul edeceksiniz? Hayır hayır, ne sizlerin Allah
berisinde yetkili kabul ettiklerinizin ellerinde bu yetkiye dair size
gösterebilecekleri bir yetki belgeleri vardır, ne de sizin kendilerini şefaatçi
kabul ederken elinizde bu konuda bir deliliniz vardır.
Allah’a
kulluğu bırakıp ta O’nun berisinde şefaatçi kabul ettikleri, İlâh kabul
ettikleri, Rab kabul ettikleri bu yapay tanrıların ve tanrıçaların hiç birisi
hiçbir şeye mâlik değillerdir. Hiç birisi gerçek mülkiyete sahip değillerdir.
Ne onların yaratılışları üzerinde, ne uykuları üzerinde, ne uykudan uyanmaları,
ne de ölümleri üzerinde hiçbir yetki ve tasarrufları yoktur. Onların hayatları
ve ölümleri üzerinde hiçbir söz hakları yoktur. Onların hidâyet ve dalâletleri
üzerinde zerre kadar bir selâhiyetleri olmadığı gibi, Allah katında bu
konularda şefaate sahip değillerdir onlar.
O Allah berisinde büyük bildikleri,
kendilerinde yetki gördükleri, adlarını andıkları, kendilerine dua edip yardım
bekledikleri, daraldıkları zaman “yetiş ey filan, kurtar ey falan” diye imdada
çağırdıkları, kendilerine sığınıp kurtarıcı bildikleri varlıkların hiçbirisinin
Allah katında en ufak bir yetkileri yoktur. Allah berisinde Allah’a oğullar,
kızlar izâfe ederek, Allah’a velîahtlar bularak şefaatini umdukları hiçbir varlığın
onlara yapabilecekleri bir şeyleri yoktur. Kur’an’ın değişik yerlerinde
görüyoruz ki insanlar kimi varlıkların kendileri hakkında Allah huzurunda
şefaatte bulunabileceklerine inanarak sapmışlardır.
Müşrikler
Allah katındaki şefaatin insanlar arasında cereyan eden şefaat gibi olduğunu
zannediyorlardı. Onlar Allah katındaki şefaatin, kral katındaki oğlunun,
kızının, vezirlerinin, yardımcılarının ve ona denk veya ondan daha üstün
kralların şefaat etmesi gibi düşünüyorlardı. Halbuki her şey ve herkes Allah’ın
kulu, Allah’ın mülkü iken ve Allah karşısında hiçbir kulun hiç bir gücü yokken
kimin böyle bir şeye cesareti olabilir ki? Kim böyle bir şeye teşebbüs
edebilir? Allah’ı kim etkisi altına alabilir? Allah karşısında kim söz sahibi
olabilir? Allah’a etki etmek, Allah’a bir şey yaptırmak şöyle dursun, en çok sevdiği
peygamberler ve melekler bile O’nun huzurunda ağızlarını bile açmaya cesaret edemezler.
De ki,
bütün şefaat Allah’ın iznine bağlıdır, şefaatin tümü Allah’a aittir. Şefaat
yetkisi sadece Allah’ın elindedir, şefaat edeceklere de, şefaat edileceklere de
izin verecek olan, belirleyecek olan Allah’tır. Bu konuda daha önceki sûrelerde
epey bir şeyler söylemiştik. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra O’na
döneceksiniz.
45.
“Allah tek olarak anıldığı zaman, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle
çarpar, ama Allah’tan başka putlar anıldığı zaman hemen yüzleri güler.”
Allah tek başına zikredildiği zaman, “Rahmân ve Rahîm olan Allah’tır,
yaratıcı olan, yarattıklarına egemen olan, ölüme ve hayata etkin olan
Allah’tır, kullarının tek hacet kapısı Allah’tır, Allah’tan başka hacet kapısı
yoktur, bilen Allah’tır, Allah’tan başka bilen yoktur, şifa Allah’tandır,
Allah’tan başka şifa merciî yoktur, hüküm, hâkimiyet Allah’a aittir, O’ndan
başka hiç kimsede hâkimiyet yetkisi yoktur” dendiği zaman, her konuda yetkili
sadece Allah zikredildiği zaman, ahire-te inanmayanların kalpleri nefretle
çarpar. Kalplerinde bir öfke, yüzlerinde bir ekşime meydana gelir. Sadece
Allah’tan bahsettiniz mi, sadece Allah dendi mi, böyle olurlar ama O’nun
berisinde bir şeylerden söz ettiniz mi, yâni bir konuda etkin ve yetkin olarak
Allah’tan başkalarından da, meselâ bir kısım tâğutlardan da, putlardan da, bilimden
de, büyütülmüş varlıklardan da, yıldızlardan, uzmanlardan da söz etmeye başladınız
mı gülüp sevinmeye başlarlar, yüzleri açılır.
Çünkü bu müşriklere Allah’tan
başkalarından bahsetmek onların hevâ ve heveslerini onaylamaktadır. Aslında bu
adamlar kendi hevâlarını tatmin ettiklerinden dolayı onları kabul ediyorlar.
Yâni eğer o büyük kabul ettikleriyle kendi aralarındaki menfaat bağları
kesiliverse, derhal onları bırakıp başkalarını bulurlar. Onların bunlarla bağlantısı
sadece menfaat ilişkisine dayanmaktadır.
Sadece
Allah dediniz mi içleri burkulur, kalpleri kabarır. Meselâ yağmurun yağması
konusunda sadece Allah dediniz mi yüzleri ekşir, ama bu konuda Allah’tan başka
şeylerden, işte rüzgardan, buluttan, hava hareketlerinden bahsettiniz mi
yüzleri gülmeye başlar. Veya çocuğu dünyaya getiren sadece Allah’tır dediniz mi
bundan hoşlanmazlar ama Allah berisinde bir şeylerden, işte spermden, hücreden,
hücrenin döllenmesinden filân bahsettiniz mi adamların yüzleri gülmeye
başlayıverir.
Veya bir
mecliste sadece Allah’tan söz ettiniz mi çatlar, patlar adamlar. Ama öyle değil
de Allah’ın berisinde bir şeylerden meselâ senetten, çekten, geçimden,
seçimden, arabadan, piyasadan, ölenden, öldürenden, yemeden, içmeden bir
şeylerden söz edince adamların yüzleri gülmeye başlar. Coşarlar, gülerler,
tabak tabak açılırlar. Niye? “Hep Allah, hep Allah bıktık yahu! Yeter! Bu kadarı
da olmaz ki!” derler.
Yâni her
zaman Allah dendi mi, her konuda Allah dendi mi mahvoluyorlar. Ama bazen Allah
dendi mi bundan razı oluyorlar. Meselâ namaz deyin razı adam, veya oruç deyin
razı adam. Zekattan bahsedin, isterseniz malınızın tamamını dağıtın onu hiç
ilgilendirmez. Ama her konuda sadece Allah dediniz mi, işte o zaman patlıyor,
çat-lıyor, kahroluyor, mahvoluyor adam. Yemede, içmede, giyimde, kuşamda,
eğitimde, hukukta her şeyde sadece Allah dendi mi pili bitiyor adamın. Meselâ
çocuk eğitiminden söz ederken İslâm’ın çocuk eğitimi konusundaki görüşlerinden
de bahsetseniz, fark etmez, bundan razıdır adam. Ama bunu sadece Allah’a izâfe
ediverdiniz mi, bu konuda sadece Allah’ın emirlerini söyleyiverdiniz mi, işte
bundan razı değildir adam. Ama işte insan haklarından dolayı filan diye
anlatsanız razıdır adam. Meselâ okulda dersin filan konusunun gündemi diye
İslâm’ı anlatsan bundan razıdır adam. Ama yeter ki gündemi İslâm değil, ders
konusu tespit etsin. Yeter ki gündemi Allah değil de başka şeyler tespit etsin.
Veya meselâ İslâm’ın zekatından, İslâm’ın infâkından, hayırdan, yardımlaşmadan
bahsedelim, İslâm’ın kurallarından söz edelim ama programı başkaları yapsın.
Kandil için program yapsın, florans programları yapsın, mevlit programları
yapsın, o programı o yapsın. Programı Allah yapmasın yeter ki.
46. “De
ki: “ Ey göklerin, yerin yaratanı, görülmeyeni ve görüleni bilen Allah!
Kullarının ayrılığa düştükleri şeyler hakkında aralarında Sen hükmedeceksin.”
De ki onlara, gökleri ve yeri yaratan Allah’tır. Görüleni ve görülmeyeni
bilen Allah’tır. Kaybı da şehadeti de bilen O’dur. Kullarının ihtilâf ettikleri
konularda aralarında hüküm verecek olan sensin. Bu dünyada, yaşadığımız bu
hayatta insanlara hükümler, yasalar, hayat programları konusunda hükmü verecek
olan Allah’tır. Allah’tan başka bu konuda hüküm verecek yoktur, yasa belirleyecek
yoktur. Yine yaşadığımız bu dünyada kâfirler, müşrikler biz haklıyız, biz doğru
yoldayız, siz yanlışsınız diyorlar. Kendi hayatlarının doğruluğunu iddia ederek
bizleri yanlışlıkla itham ediyorlar. Kendilerini haklı, mü’minleri suçlu
görüyorlar.
Biz de diyoruz ki, ey gaybın ve şehadetin
bilicisi olan Rabbi-miz, ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan Rabbimiz, muhakkak
ki kullarının arasında hükmü sen vereceksin. Ya da aramızda hükmünü sen ver ya
Rabbi, şeklinde bir niyazda bulunuyoruz. Bu kâfirlerle, bu zalimlerle aramızda
hükmünü veriver ya Rabbi! Haklıları haksızları, doğruları yanlışları ortaya
çıkarıver ya Rabbi! Haklıları koruyup, galip getirip haksızların belâlarını
veriver ya Rabbi diyoruz.
Ama
Allah bu konudaki hükmünü kıyamet gününe tehir ettiğini buyuruyor. Eğer
insanlar arasındaki hükmünü bu dünyada veriverseydi, yeryüzünde bir tek kâfir
ve müşrik kalmayacaktı. Kâfirler mü’-minlere gerici diyorlar. Halbuki gerici
kimmiş ilerici kimmiş bu yarın belli olacak. Sıratı geçemeyen, cennetten geri kalan
gericidir. Öyley-se gelin ey kâfirler, ey müşrikler kendi kendinize, kendi hevâ
ve heveslerinizle kendi kafanızdan hükümler koymaya kalkışmayın. Gelin
hayatınız konusunda Rabbinizin verdiği hükme göre kendinizi ayarlayın.
47.
“Yeryüzünde onların hepsi ve bir misli daha zalimlerin olsa, kıyamet günündeki
kötü azap için fidye verseler kabul edilemez. Allah katından olanlara, hiç hesaplamadıkları
şeyler beliriverir.”
Allah’ın hakkını, kitabın hakkını, peygamberin hakkını, fıtratının hakkını,
insan oluşunun hakkını vermeyen zalimlerin, kâfirlerin, Allah’ın hakkını gasp
eden, Allah bu işi bilmez, hukuktan anlamaz, ekonomiyi bilmez, hayata karışmaz
diyerek Allah yasaları yerine kendi zulüm yasalarını ikâme edenler, Allah’ın
hakkını, Allah’ın yetkilerini kendilerinde görenler, yeryüzünün en büyük
zalimleridir. Yeryüzünde Allah yasalarını diskalifiye ederek çeşitli
ideolojiler, çeşitli devletler kurmuşlar ve o devletler içinde hemcinslerine
zulmetmişler, insanlara kan kusturmuşlar. Tüm dünyada kendi egemenliklerini
kurmuşlar; zulmün, küfrün, şirkin kavgasını vermişlerdir. Meselâ şu anda A.B.D.,
yeryüzünün tümünde zulmünü geçerli kılma kavgası vermektedir.
İşte
böyle zalim olanların, yeryüzünde olanların tümü, tüm dünya onların olsa, bir
misli daha onların olsa kötü azaba karşı, kötü azaptan kendilerini
kurtarabilmek için hepsini fidye olarak verecekler ama bu onlardan kabul
edilmeyecektir. Zaten kimin malını kime verecekler ki? Halbuki hainler dünyada
bu dünya için sapmışlardı, dünyalıklar için sapmışlardı. Dünya hayatımız iyi
olsun da, dünya bizim olsun da, gerisi ne olursa olsun diyerek sapmışlardı.
Şimdi Allah’ın azabını görünce adına saptıkları tüm dünyayı fedâ etmeye hazır
oluyorlar.
Öyleyse ey insanlar! Ey Müslümanlar!
Gelin yarın fedâ edeceğimiz dünyanın ve dünyalıkların peşine bu kadar düşmeyelim.
Gelin dünyayı kıble edinmeyelim. Gelin aklımızı, fikrimizi, kafamızı, beynimizi,
gecemizi, gündüzümüzü, bugünümüzü, yarınımızı, gözümüzü, kulağımızı ekonomik
dünyamız için kullanmaktan vazgeçelim. Gelin zamanımızı, imkânlarımızı,
fırsatlarımızı yarın uğrunda her şeyimizi fedâ edeceğimiz cenneti kazanmak ve
cehennemden kurtulmak için harcayalım. Ey şu anda dükkanını biraz daha büyütme
kavgası verenler, ey ekonomik gücünü geçen seneye oranla iki misline çıkarmanın
kavgasını verenler, şu anda aklını, fikrini para hesabı peşinde kullananlar,
gelin Allah’ın şu uyarılarına kulak verin de yarın bu duruma düşenlerden
olmayın, olmayalım inşallah. Bakın Rabbimiz buyuruyor ki:
Allah’tan onların hiç hesap etmedikleri şeyler karşılarına çıkmış olacak. Yâni onlar zannetmesinler ki yeryüzünün hakimi biziz, Allah bu nîmetleri bize vermiştir, biz buna lâyık olduğumuz için bunları bize vermiştir. Çünkü biz doğruyuz, biz haklıyız, biz güçlüyüz. Ama yarın Allah’ın huzuruna çıktıkları zaman bu iddialarının yanlış olduğunu görecekler. “Biz Allah’ın evliyasıyız, biz Allah’ın sevgili kullarıyız, bize asla ateş dokunmayacaktır,” diyerek yeryüzünde Müslümanlara zulmedenler, kıyamet günü Allah’tan hiç beklemedikleri, hiç ummadıkları şeylerle karşılaşacaklar.
48. “Onlara, işledikleri kötü şeyler belli olur; alaya aldıkları şeyler de kendilerini çepeçevre sarar.”
İşledikleri, kazanmış oldukları tüm kötülükler, yaptıkları tüm pisliklerin,
küfürlerin, şirklerin, Allah’tan habersiz yaşadıkları hayatın kötü sonucu
kendilerine belli olmuş, gözleriyle kazandıklarının karşılığını görmektedirler.
Kazandıkları şeylerin kötülükleri kendilerini çepeçevre kuşatmış, inkâr
ettikleri, reddettikleri, alay edip durdukları kıya-met gerçeği önlerinde durmaktadır
ve artık bundan kaçıp kurtulmaları da mümkün değildir. Kazandıkları
karşılarındadır. Zaten ne kazanmışlarsa zulümden, haksızlıktan ibaretti. Haksızlıkla,
insanları sömü-rerek, kan emerek, reklam ederek para kazanıyorlar. Alay ettikleri,
ciddiye almadıkları, hesaba katmadıkları şeyler kendilerini kuşatmıştır.
Allah’ın azabını alay konusu yapıyorlar, hafife alıyorlar, cenneti ve cehennemi
gündeme almıyorlar, Allah’ın haberleriyle alay ediyorlardı. İşte alay ettiği
şeyler yarın onları çepeçevre kuşatacaktır.
Artık
reddettikleri azabın gözlerinin önünde duruşunun yıkılışı ve hüsranı
içindedirler. Eyvah ki işledikleri tüm kötülükler şimdi önlerindedir. Keşke bu
amelleri işlememiş olsalardı! Keşke dünyada böyle bir hayatın adamı olmamış
olsalardı! Keşke, keşke o alaylı sözlerin, “inanmıyoruz, zannetmiyoruz, bu
bilimin verilerine terstir, kıyametin kopacağına inanmıyoruz, eh belki
olabilir, ama kanaatimiz bu işin ol-maması istikâmetindedir,” şeklindeki alaylı
sözler bize ait olmasaydı! “Keşke hayatımızı bu anlayışa bina edenlerden
olmasaydık.
Halbuki
kıyamet böyle zanla, insanın kendi kanaatleriyle bilinebilecek bir şey
değilmiş, bu konu gaybî bir konuymuş ve bu konuda sadece Allâm’ulğuyub olan
Allah’ın dedikleri geçerliymiş. Keşke Rab-bimizin âyetlerine kulak verip de
hayatımızı ona göre düzenleyip, ona bina edenlerden olsaydık. Keşke Allah’la
bilinebilecek bir bilgiyi kendi zanlarımızla, bilimin verileriyle
anlayabileceğimiz gururuna kapılmasaydık. Keşke şu perişan duruma düşmeseydik,”
diyecekler.
49. “İnsanın başına bir sıkıntı gelince Bize yalvarır. Sonra katımızdan ona bir nîmet verdiğimiz zaman: “Bu bana bilgimden dolayı verilmiştir” der. Hayır; o bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.”
İnsana bir darlık, bir zorluk, bir sıkıntı, istemediği cinsten bir şey
dokundu mu hemen Allah’a yalvarıp yakarır. “Aman ya Rabbi, zaman ya Rabbi beni
bu durumdan kurtar! Sen bu işin ehlisin. Beni bundan ancak sen kurtarırsın.”
Ama sonra ona katımızdan bir nîmet, bir bolluk, istediği, beğendiği cinsten bir
şeyler verdiğimiz zaman da, “bu bana bir bilgi üzerine verilmiştir, bilgimden
ötürü verilmiştir,” demeye başlar. Halbuki o bir imtihandır. Bir imtihan
sebebiyle verilmiştir. Fakat onların pek çoğu bunu bilmez.
Evet
gafil insan, Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın yasalarından habersiz
insan Allah’tan kendisine bir imtihan sebebi olarak sıkıntılar, yokluklar, hastalıklar
dokunduğu zaman ciyak ciyak ötüp Rabbine yalvarıp yakarır. Allah’ı hatırlar.
Ama yine imtihan sebebiyle iyilikler, bolluklar, nîmetler verildiği zaman da
bunun kendisinden ötürü verildiğini söyler. “Ben ilim sahibi olduğum, bilgili
olduğum, akıllı olduğum, kafamı çalıştırdığım, büyük adam olduğum için bunlar
bana verildi,” der. “Allah benim bunlara lâyık birisi olduğumu bildiği için bütün
bunları bana vermiştir,” der. “Ben bütün bunlara bilgimle, becerimle,
projelerimle ulaştım,” der. “Ben imtihanı kazandım da onun için verildi,” der.
Allah’ın kendisine verdiklerini iyi bir Müslüman olduğu için, Allah’ın sevgili
bir kulu olduğu için verildi zanneder.
Meselâ kendisine Rabbimiz tarafından
ilim verilmesinin bir imtihan sebebi olduğunu, Allah’ın o ilimle kendisini
imtihan ettiğini unutur da, onunla insanlara hava atmaya kalkar. İlmi
kendisinden zanneder, Allah’ın sevgili bir kulu olduğu için, yâni imtihanı kazandığı
için kendisine bu ilmin verildiğini zanneder de ilmiyle insanlara karşı övünmeye
kalkar. Zenginliği, güçlülüğü, sıhhati, makamı her şeyi böyle değerlendirir.
Halbuki
bunların hepsi birer imtihandır. Allah’ın vermesi de alması da ayrı bir
imtihandır. Rabbimiz verirken de alırken de imtihan etmektedir. Yâni kimimizin
zengin, kimimizin fakir, kimimizin zayıf, ki-mimizin şişman, kimimizin âlim,
kimimizin cahil oluşu bir imtihan sebebidir. Herkesi durumuna göre imtihan
etmektedir Rabbimiz. Ne çok verilenler kazanmış, ne de az verilenler
kaybetmiştir. Çok verilen çokla, az verilen ya da verilmeyen de onunla imtihan
edilmektedir. Kimin kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli olacaktır.
50, 51.
“Bunu onlardan öncekiler de söylemişti, ama kazandıkları şeyler onlara fayda
vermedi. Bunun için, işledikleri kötülükler başlarına geldi. Bunlar içinde
zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına gelecektir. Bu hususta
Allah’ı aciz bırakamazlar.”
Öncekiler de aynı şeyleri söylediler. Onlardan öncekiler de onlarınkine
benzer şeyler söylediler. Kazanmış oldukları şeylerin hiçbirisi kendilerine hiç
bir şey sağlamadı. Allah yasalarına göre kâr olmayıp kendi kendilerine kâr
saydıkları, kazanç bildikleri şeyler onlara hiç bir fayda sağlamayacak, bilâkis
onların kazandıklarının kötülüğü kendilerine ulaşacaktır. Bu insanlardan zalim
olanlar, zalimlik makamına oturmuş olanlar ise, hem dünyada, hem de âhirette
yaptıklarının, kazandıklarının kötülüğü onlara ulaşacaktır.
Dikkat
ederseniz âyet-i kerîmede bir genel halk, bir de zulüm yasalarının sahipleri
olan zalimler zikrediliyor. Genel halka bu zalimlerin yaptığı yasaların
kötülüğü dünyada mutlaka peşinen dokunuyor. Bu zulüm yasalarının etkisini
dünyada görüyorlar. Ama yasa yapan zalimler, tâğutlar yaptıkları bu zulüm
yasalarının etkisini bu dünyada bazen peşinen görmüyorlar. Bu zalimler güçleri,
kuvvetleri, saltanatları, egemenlikleri sebebiyle kendilerini bir müddet için
garantiye alıyorlar. Allah kendilerine imkân veriyor, fırsat veriyor. Mülkle,
saltanatla imtihan ediyor. Mülkleri, saltanatları sebebiyle şimdilik
kendilerine kendi yasalarının kötülüğü dokunmuyor gibi.
Ama Rabbimizin âyetinin ifadesiyle bu zulüm
yürütücüleri, zul-mün vazııları, zulmün gerçekleştiricileri kazandıkları
şeylerin seyyiâtı-nın yakında kendilerini kuşattığını görecekler. Kendileri
yasa belirlemeyen ama yasa belirleyicisi zalimlere ve onların yasalarına boyun
büken halk kesimine bu dünyada peşinen isabet etmiş olan bu zulüm yasalarının
etkisi yakın bir zamanda da zalimlere isabet edecektir.
Onlar
hiç bir zaman Allah’ı aciz bırakamayacaklardır. Gerek bu dünyada, gerekse
âhirette yaptıklarına karşılık Allah’ın kendilerine takdir buyurduğu azabın
kendilerine ulaşmasına engel olamayacaklardır. Rabbimiz halkın gözünü açmayı
murad ediyor. Allah yasalarını diskalifiye ederek, Allah âyetlerini görmezden
gelerek yaptıkları zulüm yasalarını kendilerine dayatan, zulüm yasalarını
yürüten, zulmü yasallaştıran bu zalimlerin yasalarına teslim olup uygulayan, bu
zalimlerin kulu-kölesi olan zavallı halkı uyararak gözlerini açmalarını
istiyor.
Öyle değil mi? Bir yerde Allah sistemi terk
edilerek küfür sistemleri kurulur kurulmaz oradaki idare edilen, yönetilen halk
tabakası hemen anında zulme uğramaya, ezilmeye başlıyor. Zulüm yasalarının pislikleri
hemen anında onları kuşatıveriyor. Zalim yasa koyucuları hemen onları sömürmeye
başlayıveriyor. Verin, ödeyin, itaat edin, kemerleri sıkın az kaldı denilerek
zayıflar, güçsüzler, garibanlar, yönetilenler hep sabra dâvet ediliyor.
Berikilerin kasaları, keseleri dolarken, karınları şişmeye, malları mülkleri
artmaya devam ederken, ezen ve ezilenlerin, yöneten ve yönetilenlerin, Rablerin
ve kulların birlikte yaşadıkları bir ülkede öyle bir zaman gelir ki, Allah’a
isyanları sebebiyle toplum yıkılıp giderken, sistemleriyle birlikte yok olup
giderken, işlemiş oldukları, kazanmış oldukları şeylerin hepsinin kötü
olduğunu, kendilerine ve toplumlarına kötülükten başka bir şey yapmadıklarını,
bütün çıplaklığıyla kötülüklerinin, zulümlerinin açığa çıktığını görür,
anlarlar.
52. “Allah’ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.”
Halbuki onlar bilmiyorlar mı ki Allah rızkı dilediğine genişletir,
dilediğine de kısıp belli bir ölçü içinde verir. Kime ne vereceğini, kime ne
ölçüde kısacağını bilen Allah’tır.
Allah verdiklerini verdikleriyle imtihan etmektedir. Ne verişi im-tihanı
kazanma sebebidir, ne de vermeyip kısması imtihanı kaybetme sebebidir. Ne çok
verilenler iyi insan, ne de az verilenler kötüdür. Yâni kendilerine dünyalık
bir şeyler verilenler Allah katında şerefli de, verilmeyenler şerefsiz
değildir. Vermesi de vermeyip kısması da bir imtihan konusudur. Çünkü rızık tamamen
O’nun elindedir. Hiç kimsenin elinin değmediği, değemeyeceği, erişemeyeceği,
kimsenin müdahale edemeyeceği tüm rızıklar O’nun elindedir. Şu anda ve yarın
kim neye sahip olmuşsa, olacaksa her şeyi veren O’dur. Dilediklerine rızkı genişletir,
bol bol verir, dilediklerine de kısıverir. Çünkü O her şeyi bilendir. Kime ne
kadar vereceğini, kime ne kadar kısacağını bilendir. Hik-met sahibidir O’dur.
Hikmeti gereği yapar bu taksimi. O’nun ilmi her şeyi kuşattığı için, bir kul
için zenginliğin mi yoksa fakirliğin mi hayırlı olduğunu en iyi bilen O’dur.
Allah
dilediklerine bol verir, dilediklerine de az verip kısıverir. Onun için kâfirlere,
zalimlere verilenlerden ötürü onlara imrenmeye de, kıskanmaya da gerek yoktur.
Çünkü zaten kâfirlerin oldum olası, gördüm göresi bir dünya hayatları var,
yaşasınlar bakalım. Zaten şu anda cehennemi yaşıyorlar ve geberdikleri andan
itibaren de cehenneme gidecekler. Yâni bütün dünyayı bir tek kâfire verse,
hattâ her kâfire ayrı ayrı bir dünya verilse yine de azdır. Bize de hiç bir şey
verilmese, yarım ekmek bile bulamasak yine de onlarınkinden çoktur. Bunu böyle
biliyor ve böyle inanıyoruz.
Ne
verilirse verilsin, ne kadar verilirse verilsin, değil mi ki hayat bir gün
bitecektir. Biten bir dünyanın nîmetlerine meyletmektense, yarım ekmek de olsa
bitmeyecek bir hayatın nîmetlerine ulaşmayı hedefleyelim, onun peşinde olalım.
Cennet, devlet, mükâfat, hasene var mı? Benim de hiç bir şeyim olmasın, yarım ekmekle
huzur var mı? Elhamdülillah.. İşte mülk, işte saltanat. Beni cennete götürecek
bir hayat yaşıyorsam elhamdülillah..
Çünkü bu
kâfirler neye sahip olurlarsa olsunlar yarın bu mülkleri onları cehennem
ateşinden kurtaramayacaktır. Daha önceki âyetlerde anlattı Rabbimiz, yarın bu kâfirler
dünya kendilerinin olsa, hattâ dünyanın bir misli daha ellerinde olsa, ateşten
kurtulabilmek için bunu fidye olarak verecekler ama bu fidyeleri kabul edilmeyecektir.
Demek ki bugün onlara verilen tüm saltanatlar, tüm güçler, tüm mallar, tüm
ekonomik, askerî ve siyasal güçler yarın hiçbir işe yaramayacaktır. Öyleyse
onların şu anda sahip oldukları kesinlikle sizi üzmesin, sizi imrendirmesin.
Siz hesabınızı bu anlayışa bina etmişseniz, bilesiniz ki üstün sizsiniz,
kazanan sizsiniz. Bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
Alçaklar
imtihan gereği kendilerine verilenlerle şımardılar. Kendilerine verilenlerin, azîzliklerinden
dolayı verildiği zehâbına kapıldılar. “Biz şerefli insanlar olduğumuz, bizim
yolumuz doğru olduğu için, Allah tarafından sevildiğimiz için bunlar bize
verildi,” dediler. Bun-dan dolayı kendi pis hayatlarına delil de buldular. Bundan
dolayı Rab-lerine kulluğu terk ettiler, kendilerinin Rabblığını iddia etmeye
yöneldiler. Öyleyse ey Müslümanlar sakın ha sakın bu kâfirlere, bu zalimlere
bir şeylerin verilmesi sizi aldatmasın. Sakın ha sakın bu kâfirlerin hak yolda
oldukları zehâbına götürmesin sizi.
53. “Ey Muhammed! De ki: “Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günâhların hepsini bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhametlidir.”
Ey günâhlar, isyanlar içinde, kötülükler içinde kendi kendilerine zulmeden,
kendi kendilerini Allah’a kulluk ortamından çıkarıp küfür ve şirk anlayışları
içinde kendi kendilerine yazık eden kullarım! Allah’ın rahmetinden sakın
ümidinizi kesmeyin. Şu yaptıklarımdan sonra, şu işlediklerimden sonra artık
Allah asla beni affetmez. Bundan sonra benim için hiçbir ümit kapısı kalmamıştır.
Bundan sonra benim ne cennette, ne de cehennemde yerim yurdum kalmamıştır,
diyerek ümitsizliğe düşmeyin. Allah’ın rahmeti geniştir, boldur. Rabbinizin rah-met
kapıları sonuna kadar açıktır.
Kitap Allah’ın rahmet kapısıdır,
peygamber Allah’ın kullarına açtığı rahmet kapısıdır. Kitabı ve peygamberi
kendileri için açılmış rahmet kapısı bilip onlara ittibâ edenler için,
bilesiniz ki cennet kapıları sonuna kadar açıktır. Dünyada bu rahmete ulaşabilecek
kadar süre herkese tanınmıştır. Herkese yeteri kadar ömür, yeteri kadar akıl,
ira-de verilmiştir. Herkese Allah’a dönüş imkânı verilmiştir. Üstelik her ta-rafımız
da Allah’ın âyetleriyle kuşatılmıştır. İçimizde, dışımızda, enfü-sümüzde,
fıtratımızda Rabbimize yönelebileceğimiz âyetler yerleştirilmiştir. Bunlar da
bizim Allah’a dönmemizi sağlayacak birer âyettir. Bizim için açılmış bu kadar
rahmet kapısı varken, böyle bir durumda bir insanın Rabbinin rahmetinden ümit
kesmesi nasıl mümkün olabilir? Bir insanın kendisine, çevresine karşı, Allah’ın
bu kadar âyetlerine karşı kör ve sağır kesilmesi nasıl mümkün olabilir?
Nisâ’da da buna benzer bir âyet
vardı:
“Allah kendisine ortak koşmayı elbette
bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse,
şüphesiz büyük bir günâhla iftira etmiş olur.”
(Nisâ 48)
Allah
sadece şirki bağışlamaz. Sadece müşriki affetmez, ama onun dışında tüm günâhları
kullarından dilediği için bağışlar. Kim Allah’a şirk koşmuşsa o da Allah’a
iftira ederek büyük bir günâh işlemiş olur.
Rabbimiz
tüm günâhları affedeceğini müjdeliyor ama bir şartla. Şirk olmayacak. Kişi
Allah’ın huzuruna şirk koşmadan, Allah’a ortak koşmadan gelmiş olacak. Değilse
şirki asla affetmem diyor Rab-bimiz. Şirkin dışında hangi tür günâh olursa
olsun, ne kadar büyük olursa olsun affederim diyor Allah.
Zaten
kul günâha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günâhları. Allah’ı, Allah
olarak, Rab olarak, Rahmân ve Rahîm olarak bildiği ve kabul ettiği müddetçe
kulun işleyeceği günâhların büyüklüğü, Allah’ın büyüklüğü yanında ne olabilir
ki? Allah’ı böylesine tüm günâhları affedebilecek bir Rab olarak kabul eden bir
kişinin günâhları Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar olabilir de? Ama kişi
şirk koşar, böyle kendisini anlattığı biçimde Allah’ı kabul etmez, kendi sıfatlarıyla
muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olarak Allah’a inanmaz ve şirke düşünce,
her konuda, hayatın her alanında söz sahibi ve egemen olarak yalnız Allah’ı
değil de başka Rableri, başka İlâhları, başka efendileri de kabul edince, işte
o zaman iş değişmiştir.
Evet, biz
biliyoruz ki İslâm insanın insanlığını, zaaflarını asla göz ardı etmez. İnsanı
yaratan, onun fıtratını herkesten daha iyi bilen Rabbimiz her an insanın
unutkanlığını, unutabileceğini, gaflet edebileceğini bilir. İnsan bütünüyle
İslâm’ı yaşamaya çalışsa da insan olması hasebiyle yine de eksikleri, falsoları
olacaktır. Dünya tüm denaeti ve alçaklığıyla, aldatıcı süs ve ziynetiyle onu
aldatabilecektir. Para karşılığında, kadın, makam, mevki, menfaatler
karşılığında baş aşağı gelebilecektir. Yâni bir gaflet sonucu, nefisten bir
dürtü, şeytan-dan bir etki sonucu insan bazen günâh işleyebilecektir. İnsan olduğu
için bütün bunlar olabilir. Çünkü insan günâh işlemeyen bir varlık değildir.
Ama günâhtan sonra aklı başına gelir gelmez kişi hemen kendini toparlar,
programını değiştirir, tevbe ederek irtibatı kesildiği Rabbine dönebilirse,
kesinlikle bilelim ki Allah onu affedecektir. Resul-i Ekrem Efendimiz bakın bir
hadislerinde şöyle buyurur:
“Allahu Teâlâ şöyle buyurdu; ey
Adem oğlu, bana dua edip bağışlanma dilediğin müddetçe yaptıklarının hiç
birisine (azlığına çokluğuna) aldırış etmeden seni bağışlarım. Ey Adem oğlu,
senin işlediğin günâhlar gökyüzünü dolduracak kadar olsa bile, bana istiğfar
ettiğin sürece se-ni affederim. Ey Adem oğlu, yeryüzü dolusu hatalarla da
gelmiş olsan, eğer bana şirk koşmadan gelirsen ben de yeryüzü dolusu mağfiretle
gelirim.”
Allahu Ekber,
Allahu Ekber. Bundan daha büyük bir müjde olur mu? Bundan daha büyük bir lütuf
olabilir mi? Dikkat ediyor mu-sunuz? Ey kulum, senin işlediğin günâhlar
gökyüzünü tutacak kadar olsa bile ben onlara aldırış etmem diyor Rabbimiz. Yâni
bir insan bir ömür içinde ne kadar günâh işleyebilir? Bir ömre ne kadar günâh sığdırabilir?
Bir insandan 60-70 yıllık bir ömre sığdırılabilen bütün günâhlar ne kadar
olabilir ki? Mümkün değil ama, en fazla olsa olsa dünya kadar olabilir değil
mi? Ondan daha büyüğü mümkün değil, olamaz zaten. Yâni dünyadaki tüm içkileri
bir tek adam içmiş olsa, dünyadaki tüm zinaları bir tek adam yapmış olsa,
dünyadaki tüm günâhları bir tek kişi yapmış olsa, bütün suçları bir tek kişiye
yüklemiş olsak bile, bütün bunlar olsa olsa işte bu dünya kadar olacaktır değil
mi? Rabbimiz buyuruyor ki, bırakın gökyüzünün yanında bir mikrop kadar bile olmayan
dünyayı, gökyüzü dolusu günâhla da gelmiş olsan ben onlara aldırış etmem ve
bağışlarım.
Eğer yeryüzü
dolusu hatayla gelmiş olsan da bana şirk koşmadan, beni ortaklı düşünmeden,
bana yetki sınırlaması izafe etmeden, benim Mabûd, kendinin de kul olduğunu
bilerek, beni ben olarak tanıyıp, bana yalvarıp, benden ümit var olarak
geldikçe kesinlikle seni bağışlarım. Senden sadır olan günâhlar ne olursa olsun,
ne kadar olursa olsun hiç aldırış etmem. Lâkin ben şirki asla affetmem diyor
Rabbimiz. Allah, şirki asla affetmiyor.
Zaten bir kul günâha
girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu günâhları. Allah’a Allah’ın iman
eden, Allah’ı Allah olarak, Rab olarak, İlâh olarak, Rahman ve Rahîm olarak
bildiği, tanıdığı, kabul ettiği sürece kulun işleyeceği günâhların hiçbirisi ne
kadar da büyük olursa olsun, Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar büyük
olabilecek ki? Yeter ki kul Allah’ı tek Rab ve İlâh bilsin, tüm günâhlarını
bağışlar Rab-bimiz. Yeter ki Allah’ı tüm günâhları affedebilecek güçte ve kudrette
yegâne kapı bilsin.
Ama bir kişi
şirke düşünce, Allah’ı güçsüz bilip ortaklı düşününce, Allah’ı âciz bilip
birilerine yetki devrinde bulunmuş kabul edince, yalnız Allah’ı değil de başka
rableri, başka ilahları, başka efendileri de kabul edince işte o zaman iş
değişecektir. O zaman zerre kadar da olsa hiçbir günâhı affedilmeyecektir.
Neden? Eh çünkü o kişinin artık günâhlarını affedebilecek büyüklükte,
otoritede, güçte, kudrette, hâkimiyette bir tek Allah’ı yoktur. Onun bölünmüş,
parçalanmış, yetkileri elinden alınmış, yeryüzündeki gücünü kaybetmiş,
otoritesini yitirmiş, egemenliğini başkalarına kaptırmış, yardımcıları olan
âciz bir Allah’ı vardır. Böyle güçsüz bir Allah onun günâhlarını nasıl affedebilsin
de?
Müşrik işte
böyle bir Allah inancı içindedir. Onun inandığı Allah kanun yapmasını bilmez,
kanunu yerdekiler yapmalıdır. Onun inandığı Allah kulları için hayat programı
belirleme konusunda âcizdir, yerde birileri yapmalıdır hayat programını. Onun
inandığı Allah hukuktan anlamaz, hukukçular belirlemelidir hukuku. Onun
inandığı Allah eği-tim konusunda âcizdir, beceriksiz ve bilgisizdir, yerdeki
eğitim uzman-larına ihtiyaç vardır bu konuda. Onun inandığı Allah kılık kıyafet
konusunda cahil olduğu için yerdekilere devretmiştir bu konuyu. Yeme içme
konusunda, kazanma harcama konusunda, düğün dernek ko-nusunda, evlenme boşanma
konusunda, haram helâl belirleme konu-sunda hasılı tüm hayat konusunda yetki ve
otorite sahibi değildir O Allah. Tüm bu konuları ya kendisi, ya çevresi, ya
yönetmelikler, ya ya-salar, ya moda, ya âdetler düzenlemelidir. Bu konular
Allah’a sorulmamalıdır. Çünkü güçsüz, âciz, yetkilerini başkalarına devretmiş
bir Allah’tır O.
Şimdi böyle
müşrikçe Allah’a inanan, inandığı Allah’ı hayatına karıştırmayan, inandığı
Allah’ın yeryüzünde pek çok ortağı olduğunu düşünen bir adamı nasıl bağışlasın
da Allah? Gücü yok, kuvveti yok, yetkisi yok, bilgisi yok, yok, yok. Kendisi
fakir bir dede, nerede kaldı başkalarına himmet ede? Nasıl affetsin de bu kadar
büyük günâhları? Ama Allah’ı kitabında tanıttığı gibi mutlak güç ve kudret
sahibi, hayata karışmaya, hayata program yapmaya, kulluk edilip sözü dinlenmeye
tek yetkili Rab ve İlâh kabul eden kişinin Allah’ı elbette gökyüzü dolusu,
yeryüzü dolusu günâhları da affetmeye muktedirdir.
Öyleyse hiç kimse Allah’ın rahmetinden
ümit kesemez. Çünkü Allah bu kadar merhametlidir. Kullarına sonsuz merhamet
sahibi olan Allah, elbette küfürden, şirkten, isyandan, günâhlardan vazgeçip kendisine
kulluğa yönelenleri elbette bağışlayacak, günâhlarını silecek, kusurlarını
örtecek, onlara karşı tüm tevbe kapılarını açıverecektir. Ama elverir ki
kulları bu tevbe kapıları kapanmadan O’na yönelsinler. İş işten geçmeden
tevbelerini, dönüşlerini gerçekleştirsinler. İşte bunun için de şunlar yapılmalıdır:
54.
“Rabbinize yönelin. Azap size gelmeden önce O’na teslim olun; sonra yardım
görmezsiniz.”
Rabbinize inâbe edin. İnâbe, dönmek, yönelmek, sürekli yüz çevirmek,
gönülden bağlanmak anlamlarına gelir. Samimiyetle yönünüzü, yüzünüzü, içinizi,
dışınızı, varlığınızı Allah’a döndürün. Tüm ha-yatınızla, gecenizle,
gündüzünüzle, işinizle, eşinizle, aşınızla Allah’a teslim olun. Her şeyinizle
Allah’a teslimiyet gösterin. Her şeyinizi O’na teslim edin. Zaten her şeyiniz O’nundur.
O’na teslim olduğunuz an, bilesiniz ki selâmete ereceksiniz. İradenizi,
gözünüzü, kulağınızı, aklınızı, fikrinizi, kalbinizi, bedeninizi, gücünüzü,
kuvvetinizi, malınızı, mülkünüzü, gecenizi, gündüzünüzü, zamanınızı,
imkânınızı, karınızı, kızınızı, her şeyinizi size azap gelmeden önce, her
şeyinizi zorunlu olarak teslim etme günü gelmeden önce bugün O’nun emrine teslim
ediniz.
Eğer bugün bu teslimiyeti
gerçekleştirebilirseniz yardım görürsünüz. Değilse bu teslimiyeti gösterenlerin
dışında hiç kimseye Rab-bimizin yardım vaadi yoktur. Bu dünyada, fırsat
elindeyken her şeyiyle Rabbine teslim olan kişi, her şeyini Rabbine teslim eden
kişi Allah’ın nusretine lâyık olur. Allah’ın nusretine ehil olan kimse de her
konuda zafere ulaşacak, başarıya ulaşacak demektir. Aksini yapanlar da hem bu
dünyada, hem de âhirette Allah’ın desteğini kaybedecektir.
İşte
Allah’a yönelişin, Allah’a teslim oluşun yolunu da bundan sonraki âyetinde
Rabbimiz şöylece haber veriyor:
55, 56.
“Size ansızın, farkına varmadan azap gelmeden önce Rabbinizden size indirilen
en güzel söze, Kur’an’a uyun. Kişinin: “Allah’a karşı aşırı gitmemden ötürü
bana yazıklar olsun. Gerçekten ben alaya alanlardandım” diyeceği günden sakının.”
Rabbinizden size indirilen en güzel söze, sözlerin en güzeline en güzel bir
biçimde ittibâ ediniz, uyunuz, tâbi olunuz, takip ediniz, izleyiniz. “Allah
huzurunda, Allah karşısında, Allah mahkemesinde düştüğüm şu perişanlıktan
dolayı yazıklar olsun bana! Hiç şüphesiz ki ben alay edenlerdenmişim. Şüphesiz
ki ben dünyada Rabbimin âyetlerini ciddiye almayan, hesaba katmayanlardanmışım.
Rabbimin kitabını, Rabbimin dinini, hayat programını görmezden gelenlerdenmişim,”
demeden önce, konumunuz itibariyle, durumunuz itibariyle sizin için en güzeli
hangisiyse ona tabi olunuz.
57,58. “Veya, “Allah beni doğru yola eriştirseydi sa-kınanlardan olurdum” diyeceği, yahut, azabı gördüğün-de: “Keşke benim için dönüş imkânı bulunsa da iyilerden olsam” diyeceği günden sakının.”
Veya kendinizi Allah’a karşı savunmaya kalkışarak, eğer Rab-bim beni
hidâyete eriştirmiş olsaydı, bana hidâyet etmiş, doğru yolunu göstermiş olsaydı,
elbette ben sakınanlardan olurdum diyeceğiniz gün gelmezden önce, yahut keşke
dünyaya tekrar geri dönmem mümkün olsaydı da muhsinlerden olsaydım diyeceğiniz
gün gelmez-den önce, Rabbinize yönelin. Rabbinize kulluğa yönelin, her
şeyinizle Rabbinize teslim olun.
Bunlar
birer savunma mekânizmasıdır. İnsanın bunları aslında bu dünyada demesi, bu
dünyada anlaması gerekir. Allah’ın rahmetini celbedebilmek, Allah’ın yardımını,
desteğini kazanabilmek için, bunları bu dünyada gerçekleştirmek gerekecektir.
Kişi burada şunu demelidir: Allah bana bu dünyada, şu anda hidâyet etmiştir,
hidâyetini ulaştırmıştır. Allah bana bir kitap göndererek hidâyetini sunmuştur.
Bu kitabın pratiği olarak peygamber göndererek bana yol açmıştır. Öy-leyse bu
kitap ve peygamber rehberliğinde ben muttakîlerden olmak zorundayım. Allah bana
hak yolu, doğru yolu, teslimiyet yolunu göstermiştir. Öyleyse ben de Rabbimin
gösterdiği bu yola tâbi olmak zorundayım. Bunu burada demek zorundadır kişi.
Öyle değil mi? Rab-bimiz bizim önümüze bir kitap koymamış mıdır? Peygamber
göndermemiş midir? Şu anda herkesin karşısında bu kitap açık değil midir?
Hepimizin bu kitap ve peygambere ulaşma imkânımız yok mudur? Öyleyse yarın
azabı görünce, eğer Rabbim bana hidâyet etmiş olsaydı ben de hidâyette olurdum
veya keşke dünyaya tekrar bir daha dön-dürülseydim muttakîlerden olurdum,
demenin ne anlamı var ki? İşte şimdi şu anda Allah’ın hidâyeti var, Allah’ın
kitabı, Allah’ın peygamberi var ve sen şu anda dünyadasın. Sen şu anda hayattasın
ve muh-sinlerden olma imkânı da elindedir.
Bu
imkânı kullanmak istemeyen insanların bir gün gelip böyle diyeceklerini, hiçbir
değer ifade etmeyen mâzeretlerin arkasına saklanmaya çalışacaklarını haber
veriyor Rabbimiz. Rahmeti gereği yarın olacakları bugünden haber vererek bizi
uyarıyor ve diyor ki, ey kullarım, gelin aklınızı başınıza alın. Bunu söylemek
için, bunu anlamak için illa o günü mü
bekleyeceksiniz? O gün diyeceğinizi bugünden deyin ki kurtulasınız!
59. “Ey
İnsanoğlu! Evet; âyetlerim sana gelmişti de, onları yalanlamış, büyüklük
taslamış ve inkârcılardan olmuştun.”
“Ey insan, boşuna bu tür boş mâzeretlerin arkasına saklanmaya çalışma. Sana
yaşadığın dünyada benim âyetlerim gelmişti. Kitabımın âyetleri, kâinattaki görsel
âyetlerim, enfüsteki âyetlerim ve peygamberlerimin elinde gerçekleşen mûcizeler
türündeki âyetlerim gelmişti de, sen onları yalanlamış, yok saymış, ciddiye almamış,
burun kıvırmıştın. Benim âyetlerime teslim olmamıştın. Sıkıntı halinde, bana
ihtiyacın olduğu zaman, benden bitecek bir işin olduğu zaman bana yönelmiş,
işin bitince de beni de âyetlerimi de unutup büyüklenmeye kalkıştın. Beni ve
âyetlerimi örtüp örtbas edenlerden oldun. Kitabı kapatıp yaşama eylemini
gerçekleştirenlerden oldun. Gerek kitabın âyetlerine, gerekse kâinattaki öteki
âyetlerime karşı kör ve sa-ğır kesilenlerden oldun. Âyetlerimi gündeme almadın.”
60. “Allah’a karşı yalan uyduranların, kıyamet günü, yüzlerinin simsiyah olduğunu görürsün. Böbürlenenler için cehennemde bir durak olmaz olur mu?”
Allah’a karşı yalan, Allah’ın isimleri, sıfatları ve yetkileri konusunda
yalan söylemektir. Allah’ın demediklerini dedi, dediklerini de demedi şeklinde
yalan söylemektir. Kitabında kendisini tanıtmadığı şekilde Allah’ı tanımak ve
tanıtmak, Allah’a yalan söylemek demektir. Allah’ı sadece Rahmân ve Rahîm
olarak tanımak, tanıtmak ama O’-nun intikam sahibi oluşunu göz ardı etmek, O’na
yalan söylemek demektir. Veya Allah’ı sadece azap edici olarak kabul edip, Gafur
ve Rahîm oluşunu gündeme getirmemek O’na karşı yalandır. Allah’ı yaratıcı
olarak kabul edip hayata karışıcı olarak kabul etmemek, O’na karşı en büyük
yalandır. Allah’ı yaratıcı olarak kabul edip hayata koyduğu yasalarını
reddetmek, O’na karşı en büyük yalandır.
İşte böylece
Allah hakkında yalanlar söyleyerek kendilerini Allah yerine koyanlar,
kendilerinde Allah sıfatlarını görenler, kendilerinin Allah yetkilerine sahip
olduklarını iddia edenler, Allah yasaları yerine kendi yasalarını ikâme etmeye
çalışanlar, kendilerini “hür düşünür” diye tanıtarak Müslümanları ve
Müslümanlara ait her şeyi karalamaya çalışan karanlık güçler, yarın gerçek
yüzleriyle, gerçek karanlıklarıyla, simsiyah yüzleriyle açığa çıkacaklar. Bu
dünyada ne kadar karanlık yüzlü, karanlık kalpli olduklarını Rabbimiz
kendilerine gösterecek. Bu alçaklar tüm dünya insanlığının hayatlarını karartmışlar,
insanlığa karanlık bir hayat sunmuşlar, dünyalarını ve âhiretlerini
karartmışlardır. İnsanlığı sapıklığın, dalâletin kapkara sinesine gömmüşler,
İslâm’ın, hak yolunun aydınlığından uzaklaştırmışlardır.
Böyle
müstekbirler için cehennemde bir sığınak, bir barınak yok mu? Kendilerinde herhangi
bir büyüklük olmadığı halde kendilerini büyük gösteren, büyük tanıtanlar… Dikkat
ederseniz Rabbimiz, “kibriya sahibi olan, büyük olan” demiyor da, büyüklenenler
diyor. Yâni kendi içlerinde de büyük olmadıklarını, âciz olduklarını ve zalimliklerini
bildikleri halde kendilerini büyük, âdil ve hak sahibi göstermeye çalışanlar,
diyor. İşte böyle sahip olmadıkları özelliklere sahipmiş gibi çalım satanlar
için cehennemde elbette bir sığınak, bir barınak vardır. Onlar cehenneme
yuvarlanırlarken beri tarafta:
61. “Allah, sakınanları başarılarından ötürü kurtarır. Onlara hiçbir kötülük gelmez; onlar üzülmezler.”
Başarılarından ötürü muttakîlere, Allah necat verecek, kurtuluş verecek. Anlıyoruz
ki kurtuluşu, necatı, başarıyı verecek olan Allah’tır. İnsanlar Rabblerinin
kendileri için açtığı rahmet kapılarından geçecekler, necat kapılarından necatı
bekleyecekler, kurtuluşu isteyecekler, Allah’ın koruması altına girecekler,
Allah için bir hayat yaşamanın kavgasını verecekler, muttakî olacaklar. Demek
ki böyle bir necata ulaşmanın yolu takvâdan, hayatı Allah için yaşamaktan
geçmektedir. Kurtuluşa ermek isteyen kişinin Allah’a karşı, Allah’ın istediği
bir tavır sergilemesi, Allah’ın istediği bir kulluk hayatını yaşaması, Allah’ın
emirlerine teslim olması ve yasaklarından da uzak durması gerekir.
Kendi
geçişleriyle, kendi hayatlarıyla kurtaracaktır Allah onları. Kendi
yaptıklarıyla başarıya ulaştıracaktır Rabbimiz onları. Yâni mü’-min böyle bir
geçişi gösterecektir. Adım atacaktır, yürüyecektir, o yola girecek, iradesini
kullanacaktır. Meselâ Musâ (a.s) için düşünecek o-lursak, Rabbimiz denizi
yaracak ve onu kurtaracaktır. Ama Musâ’dan (a.s) şunu isteyecektir Rabbimiz: “Ey
Musâ, asanla denize vur. Aslında elindeki asayla vurmakla asla deniz yarılmaz.
Allah’ın Sünnetinde, Allah’ın yasalarında bu böyle değildir. Ama Rabbimiz ondan
böyle bir tavır, böyle bir kulluk istiyor. Yapacağı böyle bir itaatin, böyle
bir emre bağlılığın sonucunda Rabbimiz ona, onlara necatı sağlayıveriyor, kurtuluşu
yaratıveriyor. Aynen bunun gibi, Rabbimiz Rasulullah Efendimizi koruyacak,
kurtaracaktır ama ondan bir hareket istiyor. Eline bir avuç toprak alıp onu düşmanlarının
üzerine atmasını istiyor.
Öyleyse
kul olarak geçişimizi yapmak zorundayız. Kul olarak Rabbimizin önünde eğilecek
veya yarım hurma vererek bir adım atacak, bir tavır sergileyeceğiz. Rabbimiz de
bizim için bizim necatımızı yaratacak, kurtuluşumuzu sağlayacaktır.
Onlara hiç bir kötülük dokunmayacak ve onlar asla mahzun da olmayacaklardır. Dünyada, yaşadıkları hayatta, düşmanlarıyla karşılaştıkları savaşta, kabirde, mahşer yerinde, sıratın üzerinde tüm sıkıntılardan, tüm kötülüklerden koruyacaktır Rabbimiz onları. Dünyada hasta olacaklar, terleyecekler, yaralanacaklar, kanları akacak, ölecekler, öldürülecekler, sıkıntıya düşecekler... Çünkü bunlar Allah yolun-da yürüyen mü’minler için asla kötülük değildir. Allah yolunun yolcuları için bunlar iyiliktir, bunlar mü’min için hayırdır. Çünkü bunlar onu cennete kazandıracak şeylerdir. Mahzun da olmayacaklar onlar. Bir ömür boyu kazanmak için çırpındıkları cenneti kaybetme mahzuniyeti tatmayacaklar onlar.
62. “Allah her şeyin yaratanıdır. O her şeye Vekildir.”
Allah her şeyi yaratandır ve Allah her şeye vekildir.
Allah bizim vekilimizdir. Rabbimizi vekil bilip, vekaletimizi O’na verip, O’nun
bizim adımıza aldığı kararları aynen uygulayarak, sadece O’na kulluk eder,
sadece O’nu dinleriz, sadece O’na güvenip bağlanır ve sadece O’nun istediği
hayatı yaşarız. Çünkü O vekildir. Göklerde ve yerdekiler konusunda hükmetmek,
tasarrufta bulunmak sadece Allah’a aittir. Tüm varlıklar üzerinde egemen olan
sadece O olduğu için, vekil de sadece O’dur. O da bizi bizden daha iyi bilen,
bizim hayatımızı, bizim hayat programımızı herkesten daha iyi bilen, bilgisi
tam olan, bilginin kaynağı olan Rabbimizdir. O bizim için bize en uygun, en
faydalı, en yararlı, en güzel, en münasip ve en mütenasip kararları alandır.
İşte böyle velî
ve vekil bildiğimiz Rabbimize hayatımızı düzenlemesi konusunda vekaletimizi
veriyoruz. “Ya Rabbi! Beni yaratan sen olduğuna göre, benim sahibim sen
olduğuna göre, beni en iyi ta-nıyan da sensin. Benim nasıl bir hayat
yaşayacağımı, nasıl mutlu ola-cağımı, nasıl huzurlu olacağımı, nasıl bir hayat
yaşarsam dengede o-lacağımı bilen sensin. Öyleyse ben bu konuda vekâletimi sana
veriyorum. Benim adıma, benim hayatıma ne karar alırsan, ben onları aynen
uygulayacağım ya Rabbi!” diyoruz.
Unutmayalım
ki Allah’ı vekil bilmek, velî bilmek her şeyiyle O’na teslim olmak ve hayatın
tümünü O’nun belirlediği biçimde yaşamak demektir. Eğer O’nu vekil biliyor, ama
hayatımızı O‘na danışmadan yaşıyor veya O’nu vekil biliyor ama hayat
programımız konusunda biz kendimiz karar veriyor sonra da Allah’a
onaylattırmaya çalışıyorsak, bu vekalet işi sapıklıktan başka bir şey değildir
bilelim.
63.
“Göklerin ve yerin kilitleri O’nundur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, işte
onlar hüsrandadırlar.”
Göklerin ve yerin mekalid’i Allah’ındır. Mekalid anahtar demektir. Göklerin
ve yerin kilitleri, anahtarları Allah’ın elindedir. Her şey O’na bağlıdır.
Allah’ın kilitlerini hiç kimse açamaz. O’nun açtıklarını da hiç kimse
kapatamaz, engelleyemez. Kullarına verdiği, kulları için açtığı rahmet
kapılarını kimse kapatamaz. Kullarına verdiği cennete gidiş anahtarlarına kimse
engel olamaz, cehenneme gidiş anahtarlarını da kimse kapatamaz. Allah’ın
elindeki bu cennet ve cehennem anahtarlarını Rabbimizin elinden alıp ta hiç
kimse kendi gidişini kendi gücüyle gerçekleştiremez. Veya bu dünyada hiç kimse
bu anahtarları eline geçirip te kendi kaderini tayin edemez. Öyleyse:
64. “De
ki: “Ey cahiller! Bana, Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emredersiniz?”
De ki ey bilgisizler, ey cahiller, ey Allah peygamber tanımazlar, bana
Allah’tan başkalarına kulluğu mu emrediyorsunuz? Ey tevhid-den gafiller, benden
böyle bir şey mi istiyor, bekliyorsunuz? Bu ifade, onlara cahiller diye hitap
asla onlara bir hakaret değildir. Çünkü işte gerçek cahiller, gerçek bilgisizler
bunlardır. Kopkoyu bir cehaletin içinde olanlar bunlardır. Bundan daha büyük
bir cehalet olur mu? Yâni yaratıcıya kulluk edilmeyecek de kime edilecek?
Kulluk yaratıcının hakkı değil de, başka kimin hakkı olabilir? Rızık vericiye
kulluk edilmeyecek de, başka kime kulluk edilecek?
Yaratıcı
Allah’tır. Öyleyse kulluk ta sadece O’na aittir. Övülmeye, hamd edilmeye ve
kulluk edilmeye lâyık tek varlık Allah’tır. Hal böyle iken ey Allah tanımazlar,
sizler beni Allah’ı bırakıp ta başkalarına hamd etmeye, başkalarına kulluk
etmeye mi çağırıyorsunuz? Allah’ın yarattığı varlıkları yaratana denk tutmaya
mı çağırıyorsunuz? Allah’ın yarattığı maddeleri, Allah’ın yarattığı kulları
Allah makamına oturtarak ona denk tutmamı mı istiyorsunuz? Halbuki bunların
hepsi birer yaratıktır. Hepsi de Allah’ın yarattığı kulu ve mülküdür. Kulluk
bunların değil, tüm bunları yaratanın hakkıdır. Yaratıcı İlâh olmaya lâ-yık
olandır, yaratıcı kulluğa lâyık olandır. Yaratmayla ulûhiyet arasında böyle bir
bağ kuruluyor.
Yaratıcı
olan, rızık verici olan Allah’ı bırakıp ta başkalarını hayatımda söz sahibi
kabul edip onların sözlerini dinlemeye, onların ar-zularını gerçekleştirmeye, onların kanunlarını
uygulamaya mı çağırıyorsunuz beni? Hiç aklınız yok mu sizin? Hiç düşünmez
misiniz? Halbuki İlâh olanın, Rab olanın, kendisine kulluk edilmesi gereken
varlığın yaratıcı olması gerekir. Hani var mı Allah’tan başka böyle bir yaratıcı?
Gökleri ve yeri yaratan başka birileri mi var? Varsa böyle birileri, o zaman
ona da kulluk yapalım. Ona da hamd edelim, onun arzularını da yerine getirelim.
Onun programını da, sistemini de uygulayalım. Var mı böyle birileri? Hayır
hayır, bir şeyler yaratmak şöyle dursun, beni Allah’a denk tutmaya çağırdığınız
bu varlıkların hiç birisi kendilerini bile yaratmamıştır.
65. “Ey Muhammed! Andolsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahy olunmuştur: “Andolsun, eğer Allah’a ortak koşarsan işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.”
Andolsun ki ey peygamberim, sana da senden önceki peygamberlere de biz aynı
şeyleri vahy ettik. Eğer Allah’a ortak koşarsan, Allah’la birlikte başkalarını
da dinler, Allah’la birlikte başkalarını da razı etmeye yönelir, Allah’la
birlikte başkalarının yasalarını da uygulamaya kalkışırsan, kesinlikle bilesin
ki tüm işlerin, tüm amellerin, tüm hayatın boşa gider ve hem dünyada hem de
âhirette kaybedenlerden, eli boşa çıkanlardan olursun. Önceki elçilerine de,
son elçisine de böyle vahy etmiş Rabbimiz. Eğer şirk koşarsanız, tüm
amelleriniz boşa gider. Şirk tüm amelleri boşa çıkarır. Küfür tüm amelleri boşa
götürür.
Rabbimizin
peygamberine hitap tarzının sertliğine bakılırsa, bu meselenin gerçekten çok
ciddi, gerçekten çok önemli bir mesele olduğunu anlıyoruz. Anlıyoruz ki bu
konuda peygamber bile olsa gözünün yaşına bakılmayacaktır. Zira şahısların
büyüklüğü, Allah’ın emirlerine teslimden geçer. Allah’ın emirlerine teslim
olmayanlar kim olurlarsa olsunlar, Allah onların işini bitirir.
66. “Hayır; yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.”
Sadece O’na
kulluk et, sadece O’nu dinle! Sadece O’nun programını uygula! Hayatında O’nunla
birlikte başka yetkililer kabul etme! Hayatının bazı bölümlerinde O’nu, öteki
bölümlerinde de başka Rableri, başka efendileri dinleyerek şirke düşme! Yirmi
dört saatinin tümünde sadece Rabbinin çektiği yere git, sadece Rabbinin
istediklerini yap! Bazen yaratıcı olan Rabbini, bazen da başkalarını razı etmeye
çalışarak müşrikçe bir hayat yaşama! Bazen
Rabbinin yasalarını, bazen da
başkalarının yasalarını uygulayarak, şirket içinde bir kulluktan yana olma
peygamberim!
Bir de şükredenlerden ol! Rabbinin sana
verdiklerinin tümünü O’nun yolunda kullanarak şükredenlerden ol! Hayatını o
hayatın sahibinin razı olduğu yerde kullanarak Rabbine şükret. Canını, malını,
zamanını, imkânlarını, fırsatlarını, elini, ayağını, aklını, fikrini, gözünü,
kulağını onu verenin yolunda harcayarak Rabbine şükret. Şükür nîmet cinsinden
olur. Allah bize hangi nîmeti vermişse, o nîmet cinsinden infakta bulunarak
şükredeceğiz. Hayatımızı onu bize veren Allah’ın istediği biçimde yaşayarak, geceyi
ve gündüzü Allah yolunda değerlendirerek Rabbimize şükredeceğiz. Rabbimiz
bizden bunu istiyor.
67. “Onlar Allah’ı gereği gibi değerlendiremediler. Bütün yeryüzü, kıyamet günü O’nun avucundadır; gökler O’nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, putperestlerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.”
Onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Allah’ın gücünü, kudretini,
rubûbiyet ve ulûhiyetini gereği gibi anlayamadılar. Bütün gökyüzü Allah’ın
kudret elinde, kabza-i kudretinde, avucunda bir mendil gibi dürülmüştür. Bu
ifade Rabbimizin gücünü, kudretini anlatan bir ifadedir. Mahiyetini anlamak
gerçekten mümkün değildir. Kabza, Rab-bimizin kudretinden kinayedir. Tüm kâinat
Rabbimizin kudreti yanında bir tutam, bir avuç, bir sıkım bile kalmaz. Bunu
gözümüzün önüne ge-tirirken de O’nu bir şeylere benzetmekten Allah’a sığınırız.
Rabbimizi tesbih ederiz. Çünkü O her şeyden münezzehtir. O’nun gücünü, kudretini
takdir edip O’na teslim olmaktan, sadece O’nu dinleyip, sadece O’na kulluk etmekten
başka çaremizin olmadığını bilir ve böylece iman ederiz.
Gökler O’nun
kudretiyle dürülmüş olacaktır. Bu tıpkı Enbiyâ sûresindeki şu âyet gibidir:
“Göğü, kitap dürer gibi dürdüğümüz zaman, yaratmaya ilk başladığımız gibi katımızdan verilmiş bir söz olarak onu tekrar var edeceğiz. Doğrusu Biz yaparız.”
(Enbiyâ 104)
Göğü kitap dürer gibi dürecek Rabbimiz.
İlk başladığı gibi onu yeniden var edeceğiz, ya da onu yine eski durumuna iade edeceğiz
diyor, Rabbimiz. Yâni gökyüzünü ve tüm mahlukâtı ilk defa nasıl yaratmışsak
ikinci defa öylece yaratacağız, buyuruyor. Dünyadaki bizim imtihanımız için,
bizim imtihan salonumuzun oluşması için bir komutla bu ikisini ayıran, bu
ikisini imtihan konumuna getiren Allah, şimdi de imtihanın sona ermesiyle,
imtihan sonuçlarının okunma döneminin gelmesiyle artık gökle yeri eski haline
döndürüveriyor. Yâni daha önce bir komutla imtihan konumuna getirilen semâ ve
arz, bu defa da ikinci bir komutla hesap konumuna getiriliyor. “Hesap kitap
konumu alın!” diyecek Rabbimiz, dürüverecek semâvâtı ve semâ da arz da eski hal-lerine
getirilecek. Allah en iyisini bilir.
Sahih-i Müslim’de Ayşe annemizden
rivâyet edilen bir Hadis-i Şerîfte bu göklerin dürülmesi esnasında insanların
sırat üzerinde bulunacakları haber verilir. Yine Buhârî ve Müslim’in birlikte
rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurmaktadır:
“Cenâb-ı Hak gökyüzünü ve yıldızları bir çocuğun
elinde topu evirip çevirdiği gibi çevirecek ve: “Ben tek İlâhım! Ben tek
hükümdarım! Ben Cebbarım! Hani nerede yeryüzündeki hükümdarlar? Hani nerece
cebbarlık taslayanlar? Hani mütekebbirler nerede?” buyuracaktır.
Sahâbe, “Rasulullah efendimiz minberde bunları söylerken öyle titremeye
başladı ki, biz minberin yıkılacağını sandık,” der.
68. “Sûra üflenince, Allah’ın dilediği bir yana, göklerde olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sûr’a bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar.”
Sûra üfürülünce göklerde ve yerde kim varsa, ne varsa Allah’ın diledikleri
müstesna hepsi sâikaya uğrayıp ölmüşlerdir. Kitabımızın bize haber verdiğine
göre üç nefha, üç sûr biliyoruz.
Birincisi
“Nefha-i Fezâ”dır. Korku nefhası, korkudan insanların yüreklerinin hoplayacağı ve
herkesin donup kalacağı nefhadır. Birinci sûr üfürülünce her şey ve herkes
korkudan donup kalacak. Hattâ Rasulullah Efendimizin beyanıyla ekmeği ağzına
götürürken adam eli ağzına yakın mesafede donup kalacaktır. Veya konuşurken
ağzı açık kalıverecek.
Birinci surla her şey donakalacak ve
sonra arkasından ikinci sûr üfürülecek. Sonra ikinci bir sûr daha üfürülecek ki,
bunun adı da “Nefha-i sa’ika”
dır. Bununla da her şey ve herkes ölecektir.
Sonra üçüncü bir sûr daha üfürülecek ki,
bunun adı da “Nef-ha-i kıyam li Rabbil âlemin”dir. Yâni kıyamet günü hesap kitap için tüm insanların
dirilip, kabirlerinden kalkıp Rabbleri huzurunda toplanacakları nefhadır.
İşte burada anlatılan ikinci sûr, yâni
insanların, canlıların ölecekleri ancak Allah’ın dilediklerinin müstesna
edildiği sûrdur. Âyetten anlıyoruz ki bu ölüm işinden istisnâ edilenler yâni
ölmeyecek olanlar da olacakmış. Yâni kıyametin dışında kalan da varmış. Elbette
eğer kıyamet insan için idiyse, yâni kıyamet bu âlem için idiyse, bu da
mümkündür. Meselâ arşı taşıyan meleklerin ölmeyeceklerine dair bu mânâda
rivâyetler vardır.
69. “Yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanır, kitap açılır, peygamber ve şahitler getirilir ve onlara haksızlık yapılmadan, aralarında adaletle hüküm verilir.”
Bu anlatılanların hepsi de kıyamet günü hesap kitap için bir hazırlıktır.
Artık dünya bitmiş, hayat bitmiş, imtihan bitmiş ve imtihan sonuçlarının ilân
edilmesi, imtihan sonuçlarına göre yerleşim merkezlerinin tespit edilmesi
safhasına geçilmiştir. Âyetin beyanına göre cennet özel bir aydınlatmayla,
Rabbimizin nûruyla aydınlanacak. Yâni anlıyoruz ki orada artık aydınlanmak için
güneşe de gerek kalmayacaktır. Artık orada, cennette ne ay, ne de güneş var
olacak. Cennetlik mü’minler devamlı bir aydınlıkta olacaklar, ama ne gündüz
güneş, ne de gece ay olmayacak orada. Gerçekten müthiş bir manzara. Devamlı bir
aydınlık, rahatsız etmeyen, eziyet vermeyen bir aydınlık olacak. Yâni ne biten
bir gündüz, ne başlayan bir gece olmayacak, işte öyle bir aydınlık olacak
orada. Orada dünya hayatı olmayacak da diyebiliriz. Şu dünyadaki biçim, dünyadaki
tip bir hayat da olmayacak.
Bunun
için de kitap ortaya konulmuş, kitap açılmıştır. Ya insanların dünyada
işledikleri amellerini ihtiva eden amel defterleri açılmıştır, ya da tüm
amelleri değerlendirme kitabı olan Kur’an kıstas olarak, mihenk olarak, mizan
olarak açılmıştır. Peygamberler ve şahitler de getirilecek. Hesabın sahibi
Allah’tır, hüküm sahibi ve Mâliki Allah’tır. Allah hakla, yâni adaletle, yâni
kitapla, kitabın hükümleriyle hüküm verecektir. Çünkü Rabbimiz kitabını
göndererek dünyada kullarına hak bilgisini sunmuş, kullarını bu hak bilgisinden
haberdar etmişti. İşte Rabbimiz kullarını dünyada kendilerine gönderdiği bu hak
kitabın hak bilgileriyle, hak hükümleriyle yargılayacaktır. Onun içindir ki hiç
kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek, herkes hakkettiği yere gönderilecektir.
70. “Her kişiye işlediği ödenir. Esasen Allah onların yaptıklarını en iyi bilendir.”
Herkese yaptığının karşılığı ödenir. Allah insanların yaptıklarını en iyi
bilendir. Önceki âyetlerin haber verdiğine göre salih amellere en az bire on
karşılık verilecek. Bazen yüz katı,
bazen bin katı, bazen on bin, bazen yüz bin, bazen da hesapsız olarak mükâfat
verilecek. Allah bu kitabında amelleri karşılığında kullarına ne vaadetmişse
onu mutlaka onlara verecektir. Zalimlere, kâfirlere de cehennem va-adetmişse
onu da onlara ödeyecektir.
Demek ki
orada insanlara bir hak, bir selâhiyet tanınmayacaktır. Allah bilgisine göre
orada ameller tartılacak, değerlendirilecektir. Çünkü dış görünüşü itibariyle
aynı ameli işleyen pek çok insan vardır ki, iç dünyaları, niyetleri farklıdır.
Kişilerin o amelleri hangi niyetle, hangi amaçla yaptıklarını bilen sadece
Allah’tır. İhlâs ve samimiyetinin derecesini bilen sadece Allah’tır.
71. “İnkâr
edenler, bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında kapıları açılır;
bekçileri onlara: “Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı
ihtar eden peygamberler gelmedi mi” derler. “Evet geldi” derler. Lâkin azap
sözü inkârcıların aleyhine gerçekleşir.”
Kâfirler, örtenler, örtbas edenler, Allah’ı örtenler, Allah’ın âyetlerini
örtenler, hidâyeti örtenler, imanı, fıtratlarını örtenler, zümre zümre, grup
grup, bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında cehennemin kapıları
açılır. Cehennemin kapıları şehirler, ülkeler arası kadar büyüktür. Açılan bu
kapılardan girmek istemeyecek kâfirler. Ama istememek ne ifade eder?
İstemeseler de zorla hayvanlar gibi sürülecekler oraya. Kendilerine denilecek
ki:
Size sizlerden, içinizden, sizin cinsinizden elçiler gelmedi mi? Size Allah’ın âyetlerini okuyan, Allah’ın âyetlerini duyuran, Allah’ın âyetlerini izleyen, izlettiren peygamberler gelmedi mi? Sizi Allah âyetleriyle uyaranlar gelmedi mi? Karşı karşıya geleceğiniz bu günle sizi uyaranlar gelmedi mi? Size kıyameti, kıyametin hesabını, kitabını duyuranlar, cenneti ve cehennemi anlatanlar gelmedi mi? Diyecekler ki:
Evet elçiler geldi. Bize hakkı anlatanlar, bize bugünü duyuranlar geldi. Lâkin azap kelimesi kâfirlere hak olmuştur. Kâfirlere azap doğru olmuştur, realite olmuştur. Azap yasası onlara hak olmuştur, hakketmişlerdir onlar azabı. Allah bu kitabında onlar için ne buyurmuşsa, o hak bir yasa olmuştur. Öyle demişti bu kitabında değil mi Rabbimiz? Azap yasasını öyle belirlemişti değil mi dünyada? Şöyle bir hayat yaşarsanız sonunda azaba gidersiniz, şöyle bir hayat yaşarsanız da cennete gidersiniz, demişti. İşte bu yasa kâfirler için gerçekleşmiş oluyor. Onlara şöyle denilecek:
72. “Onlara: “Temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin; böbürlenenlerin durağı ne kötüdür!” denir.”
Haydi girin dünyada asla tahayyül edemeyeceğiniz büyüklükteki cehennemin
kapılarından. Büyük olmadıkları halde kendi kendilerine büyüklenenlerin durağı
ne kötü bir duraktır. Bu dünyada alçakça bir hayat yaşamışlar, alçakça Allah’a
isyanda bulunmuşlar, zulmetmişler. Hem kendilerine, hem çevrelerine, hem Allah’a,
hem Allah’ın âyetlerine, hem peygambere ve hem de tüm kâinata karşı zulüm içinde
bir hayat yaşamışlar. Dünyada hiçbir sınır tanımadan, hiçbir hak-hukuk
tanımadan bir hayat yaşamışlar ve işte yaşadıkları hayatın karşılığını cehennemde
görüyorlar. Onlar cehenneme doğru sürülürlerken beri tarafta:
73. “Rabblerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp da kapıları açıldığında, bekçileri onlara: “Selâm size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin” derler.”
Rabblerine karşı muttakî davrananlar, hayatlarını Allah için ya-şayanlar,
Rabblerini hesaba katarak, Rabblerinin emirlerini yerine ge-tirerek bir hayat
yaşayan mü’minler de bölük bölük cennete sevk edilecekler. Kâfirler de,
mü’minler de grup grup lâyık oldukları yere sevk edileceklerdir. Tabii bu
gruplandırmalar imanlarına, iman derecelerine, amel derecelerine göre
yapılacaktır. Kâfirler, küfürleri ve zulümleri itibariyle birbirlerinden farklı
oldukları gibi, Müslümanlar da farklıdırlar. Yalnız cennete giren gruplardan
her biri aynı zamanda kendilerini diğer grupların içinde hissedecektir. Tıpkı
ayrı ayrı gitmiş olsalar da, bir düğün alayı içinde düğüne gidenlerin aynı
düğüne gitmeleri gibi.
Mü’minler de grup grup cennete sevk
edilirler ve nihâyet oraya geldikleri zaman hemen kapılar açılmayacak. Tıpkı
gerdeğe girecek bir gelinin veya damadın gerdeğe girmeden önceki bekleyişi gibi
veya oruç tutan bir Müslümanın iftar vakti yaklaşıp ta sofranın başında kısa
bir süre beklemesi gibi sevinç içinde kısa bir bekleme anı, heyecandan âdeta
kalpleri duracak gibi bir coşku. Bu sevinci, bu heyecanı iliklerine kadar
hissetmeleri için, bunu tattırmak için Rabbimiz hemen açmıyor kapıları da, bir
müddet sonra açıveriyor. Bunu fütuhatın başındaki “vav” ifade ediyor.
Sonra
kapılar açılıyor ve cennetin bekçileri, hizmetçileri onlara diyorlar ki: “Size
selâm olsun. Allah’ın selâmı, selâmetliği, esenliği si-zin üzerinize olsun.
Ebedî selâmet yurdu olan cennet sizin olsun. Tehlikelerden kurtuluş,
cehennemden, azaptan, gazaptan salim olmak sizin olsun. Hoş geldiniz, hoş
oldunuz, hoş bir hayat yaşadınız, hoş bir hayat buldunuz, Rabbinizin
hoşnutluğunu kazandınız ve işte buyurun Rabbinizin de sizi hoşnut edeceği bir
hayatta, bir cennette ebedîyen kalmak üzere girin oraya.” Bunu duyan, bu
manzarayı gören mü’minler de diyecekler ki:
74. “Onlar: “Bize verdiği sözde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah’a hamd olsun. Cennette istediğimiz yerde oturabiliriz. Yararlı iş işleyenlerin ecri ne güzelmiş!” derler.”
Elhamdülillah ki Rabbimiz vaadinde sadık oldu. Elhamdülillah ki Rabbimiz
bize verdiği sözünde durdu. Elhamdülillah ki Rabbimiz bizi cennete varis kıldı.
Şimdi bu cennette istediğimiz yerde oturabiliyor, istediğimiz nîmetlerden
istifade edebiliyoruz. Salih amel işleyenlerin, fıtrata uygun, Allah’ın
gösterdiği amelleri işleyenlerin ecirleri ne kadar da güzelmiş?
Evet,
mü’minler Rabblerine hamd ediyorlar. Dünyadayken de zaten mü’minlerin işleri
güçleri Rablerine hamd etmekti. Dünyadayken de Müslümanların ilk ve son işleri,
ilk ve son ve sözleri buydu. Dünyada yasalarını uygulayarak Rabblerine hamd
ediyorlardı. Dünyada hatırını her şeyin ve herkesin hatırından üstün tutarak Rabblerine
hamd ediyorlardı. Dünyada Rablerinin arzularından, Rabblerinin emirlerinden
razı olarak O’na hamd ediyorlardı. Dünyada bu böyle olduğu gibi, öbür tarafta
da böyle olacaktır. Dünyada Rabbine hamd ederek yaşayan bir Müslüman, yaşadığı
bu hayatın ilkelerini kendi-sine gösteren ve sonunda kendisini cennete ulaştıran
Rabbine orada yine hamd edecektir.
Elhamdülillah ki, Allah kendisine
dünyada cennetin yolunu göstermişti. Elhamdülillah ki, dünyada kitaplar ve
peygamberler göndermek sûretiyle hem cennete hem de cehenneme gidişin yollarını
göstermişti Allah. Elhamdülillah, vaadinde sadık çıkmıştı Allah. Elhamdülillah
ki yaptıkları boşa gitmemişti. Elhamdülillah ki kazanmak için çırpındıkları
cennete ulaşmışlardı.
Demek ki
insan şu anda nasıl bir hayat yaşıyorsa, sonunda kavuşacağı hayat da onun
aynısı olacaktır. Selâm, selâmet, emniyet ve teslimiyet içinde bir hayat
yaşayan kişi, sonunda selâmet yurdunda, selâmet ve emniyet içinde bir hayata
kavuşacaktır. Zaten şu anda mü’minler dünyada böyle bir hayat yaşıyorlar. Yâni
şu anda mü’minler dünyada cennet hayatı yaşamaktadır, kâfirler de cehennemi yaşamaktadırlar.
75. “Melekleri, arşın etrafını çevirmiş oldukları halde, Rabblerini hamd ile överken görürsün. Artık insanların aralarında adaletle hüküm olunmuştur. “Övgü, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir” denir.”
Melekleri de görürsün ki, arşın etrafını kuşatmışlardır. Rasu-lullah Efendimizin
hadislerinde beyan edildiğine göre, cennetin en üst makamı Firdevs’tir.
Firdevs’in tavanını ise arş-ı a’lâ teşkil etmektedir. İşte mü’minler cennette
Rabblerinin kendileri için hazırladığı şânına lâyık nîmetlerin içinde
yüzerlerken, diğer taraftan büyüklüğünü, yüksekliğini şu anda kavramamız mümkün
olmayan cennetin tavanı mesabesinde olan arşın etrafını çepeçevre kuşatmış olan
melekleri görmektedirler. Gerçekten akıllara durgunluk verebilecek, görülmeye
de-ğer bir manzaradır bu. Melekleri görürsün ki, arşın etrafında tıpkı mü’-minlerin
yaptıkları gibi Rabblerini hamd ile tesbih etmektedirler. Bir taraftan
Rabblerine hamd ediyorlar, diğer taraftan da Rabblerini tesbih ediyorlar.
Onların
arasında artık hakla hükmedilmiştir. Hak olan Allah, hak olan kitabıyla onların
arasında hükmünü vermiş ve artık mü’min-ler için yaşadıkları bu hayatın
karşılığı olarak yepyeni bir hayat, bir nîmet ve mutluluk hayatı başlamıştır.
Bunun içindir ki tüm övgüler, tüm hamdler, tüm senâlar, tüm kulluklar âlemlerin
Rabbi olan Allah içindir. Bundan sonra artık cennette bu söz devam edecektir.
Meleklerin ve mü’minlerin ağızlarında daima Rabblerine hamd sürüp gidecek.
Artık dünyada olduğu gibi şeytanların, kâfirlerin, zalimlerin müdahale
edemediği, bozamadığı mükemmel seviyede bir hamd makamı içinde ebedîyen yaşayıp
gideceklerdir mü’minler.
Öyleyse
ey Müslüman, eğer kâfirler içinde bir zümre olarak cehenneme sürülmeyi, cehenneme
akmayı istemiyor, mü’minler içinde cennete uçmayı ve Rabbinin bu nîmetlerinden
istifade etmeyi isti-yorsan, olabildiğin kadar yüksek bir zümre içinde olmayı
seviyorsan, işte imkan: Allah’ın elçisi karşında durmaktadır. Haydi ne duruyorsun?
Allah’ın istediği bir hayatı yaşayarak, Allah’a hamd ederek, Allah’ın emirlerine
boyun bükerek bir kulluğa yönel! Allah yardımcımız olsun. Velhamdülillahi Rabbi’l-Âlemin.