Bu sûre 85 ayettir ve
Mekkîdir.
"Hâ mim. Bu
kitabın indirilmesi, azız ve alîm olan (mü'minlerin) günahını
affeden, günahları af, tevbeleri kabul eden, azabı
çetin, fazî-u ikram sahibi
olan Allah
katındandır. Ondan başka hiçbir tanrı yoktur. Dönüş ancak
O'nadır. Allah'ın
ayetleri hakkında, inkâr edenlerden başkası mücâdele
etmez. Şimdilik onların şehirler içinde dönüp
dolaşması seni aldatmasın.
Onlardan evvel Nûh
kavmi de, bunlardan sonraki sürü sürü fırkalar da,
(peygamberlerini) yalanladılar. Her ümmet, kendi
peygamberlerinin aleyhinde
harekete geçti.
Hakikati olmayan şeylerle, hakkı yok etmek için savaşıp
durdular. Neticede ben de onları tutup yakaladım, işte
(bak), benim azabım
nice imiş! Kâfirlere
karşı Rabbinin, onların muhakkak cehennemlik oldukları
(şeklindeki) sözü (hükmü), işte böyle
gerçekleşmiştir"
(Mû'mln, 1-6).
Bil ki bu ayetlerle
ilgili birkaç mesele vardır:
[1]
Ebû Bekr'in rivayetine
göre Âsim, Hamza ve Kisâî, hâ'nın
kesresiyle
bunu "Hî mîm" şeklinde okurlarken, diğerleri,
hâ'nın fethasıyta "hâ mim" şeklinde
okumuşlardır. Bir
rivayette Nfttî ile
İbn Amir, fetha ile kesre arası bir şekilde
okumuşlardır ki bu da, hâ harfini tam bir fethayla okumamaktır. Keşşaf
sahibi şöyle
der "Bu kelime mîm'in fethasıyla ve
sükûnuyla da okunur. Bir, içtima-i sakineynden
(iki sakin harfin yanyana gelmesinden) dolayı harekelemek, bir de
harekelerin en
hafifi olanı tercihten ötürü bu harf fethayla okunur, j—Jl
«J-IT kelimele rinin durumu da
böyledir. Yahut da başına bir
"oku" kelimesinin takdiriyle,
mansub olarak "hâ-mîme" şeklinde okunur. Bu kelimenin, gayr-ı
munsarıf olmasıysa, bir müennesliğinden, bir de, sûrenin alem ismi olmasından
ötürüdür. Yahut tıpkı, "Kabil" ve "Hâbîl" kelimeleri gibi,
a'cemî bir kalıpta olmalarından (ve müennes olmalarından) ötürüdür. Ha-mîm'in
sükûn ile okunmaları ise, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, mücerred (âmili
olmayan) isimlerin sonlarının mevkuf (sükûn) okunmalarından ötürüdür.
[2]
Sûrelerin
başlangıçları ile ilgili tafsilatlı izahımız, Bakara Sûresi'nin başında ele
alınmıştı. Burada bu sûreyle ilgili
doğruya
en yakın görüş, "Hâ mîm" lafzının, bu sûrenin ismi olduğunu
söylemektir. Binâenaleyh "Hâ-mîm" lafzı, mübteda, İse haberdir. Buna
göre kelâmın takdiri "Hâ-mîm diye adlandırılan bu sûre, bu kitabın Allat,
katından indirilmesidir" şeklinde olur. Binâenaleyh "tenzil"
kelimesi masdardır, fakat kendisi ile ism-i mef'ûl olan "münzel"
(indirilmiş kitap) manası kastedilmektedir. Ayetteki "Allah'dandır"
ifâdesine gelince, Hak Teâlâ, "Hâ-mîm, tenzllü'l-kltâb" deyince, indirenin
kim olduğunu beyan etmesi gerekmiştir. İşte bu sebeple "mîn-Allah"
"Allah'dandır" buyurmuştur. Daha sonra Allah Teâlâ, dinledikleri
zaman insanları ise ciddiyetle sarılmaya sevkedici ve bu hususta gerçek
davranmaktan atıkoyucu olsun diye, kendisinin celâl sıfatlarıyla ve azamet
alametleriyle mevsûf olduğunu beyan etmiştir. Böylece de bu kitabı indirenin,
azîz ve alîm olan Allah olduğunu bildirmiştir.
[3]
Bil ki insanlar,
Allah'ı bilmenin ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu cümleden
olarak, büyük bir kesim, "Bu, Allah'ın önce kadir olduğunu bilmek, sonra
da âlim olduğunu bilmektir" demişlerdir. Bunu iyice anladığına göre,
diyoruz ki: "Azîz" kelimesinin iki manası vardır:
a) Gâlib,
üstün... Buna göre ayetin manası, "O kudret açısından hiç kimsenin
kendisiyle boy ölçüşemeyeceği bir kadirdir" şeklindedir.
b)
"Eşi-benzeri olmayan"... Buradaki "azîz" sözü ile, kadir
manasının kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü ayetteki "Allah"
lafzı, Hak Teâlâ'nın kadir olduğuna zaten delâlet etmektedir.
Binâenaleyh "aziz"in, ikinci
manaya, yani "eşi-benzeri
bulunmayan" manasına hamledilmesi gerekir. Böyle
olan bir varlığın, "cisim" olmaması gerekir. Cisim olmayan da, şehvet
ve nefretten (arzu etmek ve etmemekten) münezzeh olur. Böyle münezzeh olan ise,
ihtiyaçtan, başkalarına muhtaç olmaktan uzak olur. "Alim" sıfatı,
ilim (bilme) masdannın, mübalağa (ileri mana) ifade eden bir sîgadır. Bu
hususta ileri mana ise, ancak Hak Teâlâ'nın herşeyi bilmesi durumunda söz
konusu olur. Dolayısıyla, "Aziz ve alîm olan Allah'dandtr" cümlesinin
manası, "Bu kitab, mutlak kadir, mutlak müstağni (ganî) ve mutlak âlim
olanın indirdiği bir kitaptır" manasına varıp ulaşır. Böyle olan ise bütün
iyilik ve kötülük yönlerini bilen ve kendisinin menfaatları celbetme ve zararları
gidermeden müstağni olduğunu bilen olur. Binâenaleyh kim böyle olursa, rahîm ve
cömert olur. Fiilleri de, çirkinlikten, yanlışlıktan ve bâtıllıktan münezzeh,
hikmetli ve doğru fiiller olur.
Buna göre Cenâb-ı Hak
sanki, fiillerinin hikmet ve doğru olduğunu anlatmak için, "tenzil"
ifadesinin hemen peşinden işte bu üç ismini zikretmiştir. Durum böyle olunca,
bu "tenzîT'in hak ve doğru olması gerekir. "el-Azîz" ve
"el-alîm" kelimelerinin burada zikredilmesindeki hikmetin, şu iki şey
olduğu da söylenmiştir:
1) Allah, bu kudreti
ve ilmi sayesinde, Kur'ân'ı, her türlü maslahatı (uygun şeyi) içine alan,
mucize vasfını taşıyan bir biçimde indirmiştir. Eğer o, azîz ve alîm olmasaydı,
Kur'ân bu vasıfları taşıyamazdı.
2) Allah Teâlâ, Kur'ân'ı muhafaza etmeyi,
mükellefiyetlerini (hükümlerini) yaşatmayı ve mükellefiyetlerin sona ereceği
(Kıyamete) kadar onu dimdik ayakta tutmayı garanti etmiştir. Bu ise, ancak
O'nun, yenilmez bir azîz, kendisine hiçbirşey gizli katmayan bir alîm olmasıyla
mümkündür.
Daha sonra Hak Teâlâ
kendisini, vaad ve va'idi, tergib (teşvik) ve terhibi (tehdidi) birlikte yapan
birisi olarak niteleyerek, "Günahları af, tevbeieri kabul eden, azabı
çetin, fazl-u ikram sahibi olan Allah katındandır" buyurmuştur. Bu,
Allah'ın altı çeşit sıfatını ifade eder.
[4]
Birinci Sıfat:
Gâflrü'z-Zenb "günahları atieden"ti\x. Cübbâî şöyle der: "Bu,
"insanın tevbe etmesi," yahut işlediği günahtan daha büyük bir taatta
bulunmak suretiyle, bağışlanmaya müstehak olduğunda onu bağışlayan"
manasınadır." Cübbâî'nin kastettiği şudur: Günah işleyen kimse için, ya
onun bu günahını, mükâfaatı bu günahın cezasından daha büyük bir taat işlemeden
önce yaptığı yahut böyle olmadığı söylenebilir. Binâenaleyh eğer birinci
ihtimal söz konusu olursa, işlenen günah küçük olur. Yok eğer ikinci ihtimal
söz konusu olursa, işlenen günah büyük olmuş olur ve cezası ancak sahibinin
tevbesiyle kalkabilir.
[5]
Biz (ehl-i sünnet)
âlimlerinin görüşü şöyledir: Allah Teâlâ, tevbe olmaksızın da büyük günahı affedebilir.
Ayet buna delâlet eder ve bunun izahı şu şekillerde olur:
1) Tevbe
edilme ile büyük günahın bağışlanması ve küçük günahların bağ>ş)anmas>, ku)
>ç'm 2atan düşünülen şeyl&rö&ndir. Bütün peygamberler, veJJJer,
sâlih kutlar, yani genelde bütün insanlar, yapmalar» gereken fiillerde
müşterektirler. Dolayısıyla eğer, ayetteki "Günahı bağışlayan
(Gâfir)" sıfatını, (Ey Cübbal), senin verdimin manada ahreak, ayette
Allah'ı medhi gerektiren
husus hakkında, peygamberler ile
itaat edenlerden mertebeleri daha düşük olanlar arasında bir fark kalmaz.
Halbuki böyle birşey olamaz. Binâenaleyh ayetteki bu sıfat ile, Cenâb-ı
Makk'ın, tevbe edilmese de büyük günahları bağışlayabileceği manası kastedilmiş
olur ki bizim de ulaşmak istediğimiz netice budur.
2) Mağfiret (bağışlama), örtme manasınadır.
Örtme ise, mevcud olup, üzeri örtüfebı'fecek şeyfer hakkında söz konusu ofur.
Hafbukı küçük günahlar, onu işleyenin çokça yaptığı taattar sayesinde, s'Ainir
gider. Dolayısıyla küçük günahlar için "örtme" düşünülemez. Bu
sebeple de, ayetteki bu sıfattn, kulun tevbe etmesi halinde, büyük günahlarının
bağışlanması manasına hamfedilmesi mümkün değildir. Çünkü Allah'ın
"kftbftü't-taVbe" ftevbeleri kabul edici) srtatının manası zaten
budur. Dolayısıyla eğer, "Gfttlrü'z-Zenb" ifadesiyle de bu mana
kastedilmiş olacak oJsa, lüzumsuz bir tekrar söz konusu olur ki bu Kur'an için
düşünülemez. Böylece, Allah Tealâ'tun.
"Gftflr"
olmasının, kulun tövbesinden önce büyük günahları bağışlayıcı olduğunu
anlattığı sabit olur.
3)
"GaUtü'z-Zenb" tabiri, büyük bvr övgü olarak get\ri\ml$.vt.
Oo\ay\s\y\ab\ır\\ı, en büyük medih çeşidini ifade edecek bir manaya hamletmek
gerekir. Bu mana da, Cenâb-ı Hakk'ın, kul tevbe etmese de, onun büyük
günah/arını bağışlayıcı olmasıdır. Biz ehl-i sünnetin de, ulaşmak istediği
netice budur.
[6]
/kinci Sıfat: Kabiiu
't-tevbe (tevbeyi kabul eden) sıfatıdır. Bununfa ilgili iki bahis vardır:
Birinci Bahis:
Ayetteki "tevbe" ile ilgili iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu, masdardır. Bu görüş EbÛ Ubeyde'nindir.
b) Bu,
"tevbe" kelimesinin cemisidir. Bu görüş de Ahfeş'indır. Müberred ise
bu kelimenin, tıpkı çekimi ile, masdar olabileceği gibi,
tevbenin cemisi olabileceğini, fakat masdar kabul edilmesinin daha doğru
olacağını, çünkü bu durumda manasının, "O bu fiili kabul eder"
şeklinde olacağını söylemiştir.
İkinci Bahis: Ehl-i
sünnet âlimlerimizin görüşüne göre, günahkârın tevbelerini kabul işi, Cenâb-ı
Hakk'ın bir lütfü ve ikramıdır, tevbeyi kabul, Allah'a vacip (gerekli)
değildir. Mu'tezile ise, Allah'ın tevbeyi mutlaka kabul etmesi gerektiğini
(vâcib olduğunu) söylemiştir. Ehl-i sünnet âlimlerimiz şöyle delil
getirmişlerdir: Allah Teâlâ, tövbeleri kabul edici oluşunu, bir medh-ü sena
sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh eğer bu iş kendisine vacip olmuş olsaydı,
bunda, salih kulları, görevlerini hakkıyla yapıp, yasaklardan sakındıklarında,
bunlar için tahakkuk edecek az bir fazlalık hâriç, medih nâmına hiçbirşey
kalmazdı.
[7]
Üçüncü Sıfat:
"Şedîdü'l-ikâb" "azabı çetin olan "sıfatıdır. Bununla
ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis: Bununla
ilgili olarak şöyle bir soru söz konusudur: "Şedidü'l-ikâb" kelimesi
ancak nekire bir kelimeye sıfat olmaya elverişli olup marife bir kelimeye sıfat
olmaya elverişli değildir. Çünkü meselâ sen, "Yakalaması kuvvetli-çetin
bir adama rastladım" dersin ama, "Çetin bir Abdullah'a
rastladım" diyemezsin. "Allah" ismi, bir alem isimdir,
dolayısıyla marifedir. Bu sebeple, ancak nekire bir kelimeye sıfat olabilecek
bir kelime olan "şedîdü'l-ikâb" ile, bu âlem ismi nitelemek nasıl
caiz olabilir? "Gâfirü'z-zenb" ve "Kabulü't-tevb" vasıfları
böyle değildir. Çünkü bu iki ifadeden, bu iki işin (sıfatın) yeni meydana
geldiği ve Allah Teâtâ'nın "şu anda, yahut yarın, günahları bağışlayan ve
tevbeleri kabul eden" manası kastedilmemiştir. Bu vasıflarla bu iki
hususun Cenâb-ı Hakk'ın ezelden beri vasfı olduğu anlatılmak istenmiştir.
Binâenaleyh bunlar tıpkı, "llahu'l-halkı" "halkın ilahı",
"Rabbü'l-Arş" "Arş'ın Rabbi" ifadeleri gibi olur. Ama
"şedîdü'l-ikâb"ın böyle olduğunu söylemek zordur. Çünkü O'nun
ikâbının şiddetli olduğunun kabul edilmesi durumunda bile, ifade yine nekire
olur, dolayısıyla bir mahfeye sıfat olamaz. İşte soru bundan ibarettir. Buna şu
şekillerde cevap verilmiştir.
1) Bu sıfat,
her nekadar nekire olsa da, marife olan diğer (önceki) sıfatlarla birlikte
zikredilince, bunun da
zikredilmesi makul ve
yerinde olmuş olup,
tıpkı kji (Burûc. 14.16} ayetindeki gibi olur.
2) Zeccâc
"Şedîdü'l-ikâb" ifadesinin mecrûr oluşu (sıfat oluşundan değil),
bedel oluşundan ötürüdür. Çünkü nekirenin marifeden ve marifenin nekireden
bedel kılınması caiz olan bir husustur" demiştir. Ama buna da, "Bu
kelimeyi tek başına, geçen birkaç sıfattan bedel yapmada, doğru olandan açıkça
bir uzaklaşma var" diye itiraz edilmiştir.
3)
"Gâfiri'z-Zenb" ve "Kabili't-tevb"ı ifadelerinin,
"Allah" lafzının sıfatı kabul edilmesinin yerinde oluşunda bir
münakaşa yoktur. Bunun böyle olması, bu iki sıfatın, devam ve süreklilik
manalarını taşımalarından dolayıdır. İşte aynen bunun gibi,
şedidü'l-ikâb"
İfadesi de, devamlı ve sürekli bir çetinlik manası taşır. Çünkü Allah'ın
sıfatları, sonradan olmaktan ve yeniden oluşmaktan münezzehtir. O halde bu
ifadenin manası O'nun azabının şiddetli olmasıdır. Bu mana, hep böyledir ve
sonradan böyle olduğu söylenemez. İşte bu konuda söylenenlerin hepsi bundan
ibarettir.
İkinci Bahis: Bu ayet,
Allah'ın rahmet ve lütuf tarafından daha ağır basacağını hissettirmektedir.
Çünkü Hak Teâlâ kendisini "şedidü'l-ikâb" olarak nitelemek
istediğinde, bu sıfattan önce, herbiri ikâbın (cezanın) kaldırılmasını
gerektiren iki sıfatı, yani "Gâfiru'z-Zenb" ve
"Kâbllü't-Tevb" sıfatlarını zikretmiş, bu sıfattan sonra yine, büyük
rahmetinin tahakkukuna işaret olan sıfatını yani "Zi't-tavl" "fazl-u
ikram sahibi" sıfatını zikretmiştir. Binâenaleyh "şedidü'l-ikâb"
sıfatının önüsıra o iki sıfatın, peşisırada bu sıfatın getirilmiş olması, ilahî
rahmet ve kerem tarafının daha ağır bastığına delâlet eder.
Üçüncü Bahis: Birisi
şöyle diyebilir: Hak Teâlâ, Kabilü't-tevb vasfının başına "vâv" (ve)
edatını getirmiş, ama "şedldü'l-ikâb"ın başına getirmemiştir, bu
ikisinin farkı nedir?" Deriz ki: Eğer Hak Teâlâ oraya vâvı getirmemiş
olsaydı, insanın hatırına, Hak Teâlâ'nın "Gâfir" "bağışlayıcı"
oluşunun, "kabilü't-tevb" "tevbeleri kabul edici" oluşu
manasına olduğu gelebilirdi. Ama bunun başına "vâv" gelince, bu
ihtimal ortadan kalktı. Çünkü birşeyi, yine kendisine (aynısına) atfetmek
muhaldir. Fakat "şedidü'l-ikâb"ın, ilk iki sıfattan başka olduğu
malumdur. Dolayısıyla bunun başına vâv getirmeye gerek kalmamıştır.
[8]
Dördüncü Sıfat:
"Zi't-tavl" "fazi ve ikram sahibi" sıfatıdır. Arapça'da,
"Bize son derece lütfetti' manasında, denilir. Arapların "Bana
fazlınla ikram et" şeklindeki sözleri de bu köktendir. Yine "Onlardan
imkân (servet) sahibi olanlar.,.,"<jwbe, 86) ayeti de bunun gibidir. Bu
ifaden/n tefsin, (Nisa, 25} ayetinde geçmişti
Bil ki Hak Teâlâ
kendisini şedidü'l-ikab olarak tavsif edince, mutlak bununla yapması çirkin
olmayıp, hatta çirkin olanı yapmakla tavsif bile edilemeyeceği, şiddetli bir
azab verici olduğu manası kastedilir. Bunun böyle olduğu sabit olunca diyoruz
ki: Hak Teâlâ, hemen bunun peşisıra, Zi't-tavl, yani lütuf sahibi olduğunu
belirtmiştir. Binâenaleyh bunun manasının, Allah'ın yapacağı o cezayı yapmamak
suretiyle lütfedici olması şeklinde anlaşılması gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
kendisinin lütuf ve ikram sahibi olduğunu bildirmiş, ama lütfunun hangi hususta
olacağını belirtmemiştir. Dolayısıyla bu lütfunun, daha Önce geçen şey
hususunda olduğunu anlamak gerekir. Ayetteki mücmelliği kaldırmak için daha
önce geçen şeyin o güzel ve yerinde olan ikâb fiili olduğunu söylemek gerekir.
Bu da, Allah Teâlâ'nın yapmasının makul ve yerinde olan o ikâbı yapmayacağına
delâlet eder ki bu da büyük günah sahiplerinin affının mümkün olduğunu
gösterir. İşte bizim ulaşmak istediğimiz netice de budur,
[9]
Beşinci Sıfat: Mutlak
tevhid olup, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Ondan başka hiçbir tanrı yoktur"
ayetinin ifade ettiği husustur. Mana şudur: Cenâb-ı Hak kendisini, rahmet ve
lütuf sıfatlarıyla nitelemiştir. Binâenaleyh şayet, rahmet ve lütuf sıfatında
O'na ortak olan ve O'nunla boy ölçüşebilen başka ilâhlar da bulunmuş olsaydı,
buna, (yani Allah'a) ibadet etmeye duyulan ihtiyaç şiddetli olmazdı. Ama, bu
ilâh, tek olup, eşi ve benzeri, ortağı olmayınca, O'na kulluk etmeyi
kabullenmeye duyulan ihtiyaç, bu nisbette de güçlü ve kuvvetli olmuştur.
Binâenaleyh, en mükemmel anlamda bir terkîb ve tergîb, işte Cenâb-ı Hakk'ın bu
tek oluşu ile tahakkuk eder.
[10]
Altıncı Sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Dönüş ancak O'nadır" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu
sıfat da, Cenâb-ı Hakk'a kulluğu kabul etmeyi teşvik eden, buna kuvvet katan
hususlardandır. Çünkü, Allah'ın lütuf ve kerem sıfatlarıyla muttasıf
ve ortağı ve benzeri olmayan tek bir varlık olması;
ancak ne var ki, haşir ve dirilmenin bâtıl olması halinde, o zaman, O'na isyan
etmekten dolayı, şiddetli ve yoğun bir korku meydana gelmez. Ama, haşrin ve
Kıyametin varlığının kabul edilmesi durumunda ise, bu korku, daha şiddetli ve
bu sakınma daha mükemmel olmuş olur. İşte bu sebepten dolayı Allah Teâlâ bu
sıfatlara yer vermiştir. Müşebbihe , ayetteki ilâ edatına tutunarak bunun bir
mesafenin nihayetini ifâde ettiğini (yani Cenâb-ı Hakk'ın bir mekânda
bulunduğunu) söylemişlerdir. Ama, bunun cevabı, bu kitabımızın pek çok yerinde
verilmiştir.
[11]
Bil ki Allah Teâlâ,
Kur'ân'ın sayesinde dinî konularda doğruya ulaştıran bir rehber olmak üzere
indirdiği bir kitap olduğunu beyan buyurunca, onu iptâi ve onun halini tersyüz
etmek maksadıyla bu konuda mücadele eden kimselerin hallerini de belirtmek için
U "Allah'ın ayetleri hakkında inkâr edenlerden başkası mücâdele
etmez" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[12]
Cidal, iki çeşittir:
a) Hakkı
anlatma hususunda yapılan mücadele;
b) Bâtılı
anlatmak için yapılan cidal.. "Hakkı anlatmak için
yapılan cidal ve mücadele, peygamberlerin izlediği
yoldur. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e "Onlarla, en güzel bir
yolla mücadele et..." (Nemi, ıas) buyurmuştur. Yine o, kâfirlerin, Nûh
(a.s)'a, "Ey Nûh, bizimle cidden uğraştın. Bizimle olan bu mücadelende
ileri de gittin" (Hûd, 32) dediklerini nakletmiştir. Bâtılı anlatmak için
yapılan mücadele ise, kınanmış olup, bu da bu ayetle kastedilendir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, "Allah'ın ayetleri hakkında, inkâr edenlerden başkası
mücadele etmez" buyurmuştur. Ve yine, "Meseli sana sırf mücadele
etmek için irad ettiler" {Zunrû*, 58» ve "Hakikati olmayan şeylerle,
hakkı yok edebilmeleri için savaşıp durdular" (Mü'min. 5) buyurmuştur. Hz.
Peygamber (s.a.s) "Kur'ân hakkında cidal etmek küfürdür'[13]
buyurmuştur. Binâenaleyh, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, nekire, belirsiz bir lafızla
buyurması, ile kullanışları arasındaki farka delâlet eder. Bil ki, bu fiil fî
ile kullanılması halinde, bâtıl bir mücadeleyi, an ile kullanılması halinde de,
meşru olan bir mücadeleyi ifade eder. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), hem az
önceki hadiste böyle buyurmuş hem de "Kur'an Hakkında şüphe ve mücadele
etmeyin; çünkü onun hakkında mücadele küfürdür'[14]
hadisinde böyle buyurmuştur.
[15]
Allah'ın ayetleri
hakkında mücadele etmek onun hakkında, "o, sihirdir; o şiirdir; o,
kâhinlerin sözüdür; o, evvelkilerin masallarıdır; onu, bir beşer talim etmiş ve
uydurmuştur!" demek ve onların buna benzer bâtıl şüpheler ileri sürmeleri
suretiyle olur. Böylece Allah Teâlâ, bunu ancak, kâfir olup haktan yüz
çevirenlerin yapabileceğini belirtmiştir.
[16]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Şimdilik onların şehirleri
içinde dönüp dolaşması seni aldatmasın.."buyurmuştur. Bu, "Ey
Resulüm, senin, Benim onlara mühlet verip, onları, canları ve mallan hususunda,
yani ticâret etmek ve geçimlerini sağlamak amacıyla şehir şehir dolaşmalarına
imkân verip onları sapasağlam bırakmama aldanmamak gerekir. Çünkü ben, her ne
kadar (şimdilik) onlara mühmet verip, bu hususta onlara zaman tanısam da,
geçmiş ümmetlerden benzerlerine yaptığım gibi, bunların da yakasına yapışacağım
ve bunlardan da intikam alacağım..." demektir. Çünkü Kureyş de böyleydi;
Şam ve Yemen beldelerini dolaşıyor ve o çok malları sebebiyle buralarda ticaret
yapıyor, çok da kazanıyorlardı.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bu manayı açarak "Onlardan evvel Nûh kavmi de, bunlardan sonraki sürü sürü
fırkalar da, (peygamberlerini) yalanladılar" buyurmuş, bu yalanlayanlar
cümlesinden olmak üzere, Nûh (a.s)'un kavmi ile, onlardan sonra gelen
hizipleri, yani Âd, Semûd vs. kavimler gibi, küfürde ısrar ve devam eden
toplulukları^zikretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak Sâd Sûresi'nde de "Onlardan
evvel Nûh kavmi, Ad ve kazıklar sahibi Firavun, Semûd, Lût kavimleri ile Eyke
ahalisi de tekzib etmişlerdi, işte gruplar"(S«j, 12-13) buyurmuştur.
[17]
Cenâb-ı Hak, "Her
ümmet, kendi peygamberi aleyhinde harekete geçti" buyurmuştur. Bu, "O
gruplardan her biri, kendisini öldürmek, ona işkencede bulunarak hapsetmek
için, peygamberlerini yakalamaya azmettiler, yani, "Peygamberlerine karşı
bâtlı savundular" araya şüpheler attılar. Yani, "Araya attıktan o
şüpheler sayesinde, hakkı ve doğruyu ortadan kaldırmak için (yaptılar
bunu).." Yani, "Onların, o
peygamberlerin başına getirmek istedikleri ve onları yakalamak için
düzenledikleri o tuzak ile yok etme eylemini, ben onların başına geçirdim de,
aksine Ben çarptım onları... Bak da gör, benim cezalandırmam nasıl
olurmuş!" demektir. Yani, "Bu helak edici, kök kazıyıcı ve öğüt ve
ders almada heybetli birşey olmadı mı ya!?. Binâenaleyh ben, küfürde ve (benim)
ayetlerim hususunda mücadelede ısrarlarını devam ettirirlerse, o kavimlere
yaptığım şeyi, senin kavmine de yaparım" demektir. Cenâb-ı Hak bu hususu
da biraz daha açarak, "Kâfirlere
karşı Rabbimin, onların muhakkak cehennemlik oldukları (şeklindeki) sözü, işte
böyle gerçekleşmişti" buyurmuştur. Bu, "O geçmiş ümmetlerin başına gelen,
onlar hakkında kaçınılmaz olmuş olan o
azabın
bir benzeri, senin kavminden kâfir olanlara da gelip çatmış, hak olmuştur.
Çünkü bunlar da, kendilerine böylesi bir azabın ineceği bir zirvede, tepede
bulunuyorlar" demektir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki cümlesi,
mahallen merfû olup, yine ayetteki, ifadesinden bedeldir. Yani, "işte bu
vacip ve kaçınılmaz oluş gibi, kâfir olanlara, onların cehennemlik olmaları da
kaçınılmaz olmuştur" demek olup, bu da, "Onların, dünyada iken, kökü
kazıyan bir azap ile helak olmaları vacip ve kaçınılmaz olduğu gibi, aynı
şekilde onların ahirette de, cehennem azabı ile helak edilmeleri kaçınılmaz
olmuştur" demektir.
Yahut bu ifade,
kendisinden lâm harf-i cerrinin hazfedilip, doğrudan doğruya fiile taalluk
etmesiyle, (yani hazf ve îsâl yapılarak) mahallen mansûbtur."
Ehl-i sünnet
âlimlerimiz, Allah'ın, kişilerin saîd ve şaki olmalarına dair verdiği hükmün
değişmesi mümkün olmayan şart ve zorunlu bir hüküm olduğu hususunda bu ayeti
delil göstererek şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ, bu kimselere, azap kelimesinin
hak olduğunu haber vermiştir ki bu, onların, iman etmeye kudretlerinin
olmayacağına delâlet eder. Çünkü eğer bunlar buna imkân bulanın, o şeyin
ayrılmaz parçası olan herşeye de imkân bulabileceği zaruretinden dolayı, bu hak
olmuş kelimeyi de, aynı zamanda Allah'ın ilim ve hikmetini de iptal etme
imkânını bulmuş olurlardı. Bir de, şayet onlar iman edecek olsalardı, onların
bu ayetin hükmüne de iman etmeleri gerekirdi. Bu durumda da bunlar,
kendilerinin asla iman edemeyeceklerine iman etmiş olurlardı ki, bu ise,
"teklîf-İ mâla yutak" "takat getirilemeyen iş yükleme"d\r.
Nâfî ve İbn Âmir,
çoğul sigasıyla kelimâtu okurlarken, diğer kıraat imamları müfred olarak
kelimetu şeklinde okumuşlardır.
[18]
"Arş'ı yüklenen,
bir de onun etrafında bulunan (melekler), Rablerini hamd ile
teşbih ederler. Ona iman ederler. Mü'minlerin de,
bağışlanmasını (şöylece)
isterler: "Ey
Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde
tevbe
edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla. Onları, cehennem
azabından koru. Ey Rabbimiz, onları da, onların
atalarından, zevcelerinden
ve nesillerinden
salih olanları da, -kendilerine vaadettiğin- Adn cennetlerine
sok. Yegâne galip, hüküm ve hikmet sahibi olan, şüphesiz
ki sensin sen.. Bir
de onları, (bu
dünyada) her türlü fenalıktan koru; sen o gün, kimi
kötülüklerden korursan, muhakkak ki onu, (rahmetin)e
mazhar kılmişsmdır.
Bu en büyük kurtuluş
ve saadetin ta kendisidir"
(Mü'min, 7-9).
Bil ki Allah Teâlâ,
kâfirlerin, mü'minlere karşı olan düşmanlarını ortaya koymada aşın gittiklerini
beyan buyurunca, yaratıklarının teşkil ettiği tabakaların en şereflisi olan
Arş'ın taşıyıcısı ve onun etrafında dönüp dolaşan o meleklerin de, mü'minlere
karşı sevgi, teyit ve muhabbetlerini izhârda ileri gittiklerini beyân buyurmuş,
bu sebeple Cenâb-ı Hak adeta, "Eğer bu reziller, düşmanlıkta ileri
gidiyoriarsa, onlara aldırma, yüzünü dönüp bakma ve onlara değer verme. Çünkü,
Arş'ın taşıyıcısı olan melekler seninledir; Arş'ın etrafında dönüp dolaşan
melekler, seninledir. Onlar, sana yardım ederler" demek istemiştir. Ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[19]
Cenâb-ı Hak şu iki
grup melekten, onların böyle dediklerini nakletmiştir:
[20]
Birinci Kısım: Arş'tn
taşıyıcısı olan melekler... Cenâb-ı Hak, Kıyamette, Arş'ı taşıyanların sekiz
melek olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh, "Şu anda Arş'ı taşıyan melekler,
Kıyamet gününde onu taşıyacak olan meleklerdir" denilmesi mümkündür.
Arş'ın taşıyanların meleklerin en kıymetlileri ve en büyüklerinden olduklarında
ise şüphe yoktur. Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Arş'ı taşıyan o
meleklerin ayakları, yedi kat yerin altında olup, başları da, Arş'ın
üzerindedir. Bunlar, gözkapaklarını hiç kaldırmaksızın, huşu ve huzû
içindedirler. Hz. Peygamber (s.a.s)'in de"Rabbinizin azameti hususunda,
düşünmeyin! Fakat siz, Rabbinizin yarattığı melekler hakkında düşünün. Çünkü,
meleklerden, kendisine İsrafil adı verilen bir yaratık vardır ki, Arş'ın
köşelerinden birisi onun omuzları üzerinde olup, onun iki ayağı yedi kat yerin
altında, başı da yedi kat gökleri delip geçmiştir. Ama buna rağmen o, Allah'ın
azameti karşısında, adetâ küçük bir kuş olacak denli küçülür...[21]
buyurduğu rivayet edilmiştir.
kelimesinin, küçük
kuş anlamına geldiği söylenmiştir. Rivayet olunduğuna göre Allah Teâlâ, bütün
meleklere, onların diğer meleklerden üstün olduğunu belirtmek için, Arş'ı
taşıyan meleklere, sabah akşam bol bot selâm vermelerini emretmiştir. Yine,
Allah'ın, Arş'ı, yeşil bir cevherden yarattığı; onun iki sütunu arasının, hızlı
uçan kuşlara nisbetle seksen bin yıllık bir mesafe olduğu da söylenmiştir.
Yine, Arş'ın etrafında, Cenâb-ı Hakk'a tehlil ve tekbirde bulunarak (Lâ İlahe
illallah; Allahu Ekber diyerek) tavaf eden yetmişbin saf meleğin; bunların
arkasında da, ayakta oldukları halde, ellerini öncekilerin omuzlarına koymuş
olan tehlîl ve tekbir getirerek seslerini yükselten ve nihayet bunların
arkasında da, sağ ellerini sol elleri üzerine koymuş, yüzbin saf meleğin
bulunduğu; onlardan herbirinin de, diğerinin yaptığı teşbihten başka bir
teşbihle tesbihatta bulunduğu ileri sürülmüştür. Bu haberleri Keşşaftan
naklettim.
İkinci Kısım: Cenâb-ı
Makk'ın bu ayette zikrettiği meleklerin İkinci kısmı ise, Cenâb-ı Hakk'ın
"bir de onun etrafında bulunanlar" ayetinin ifade ettiği husutur.
Oldukça açık ve zahir olan şudur ki, bunlardan murad edilen, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'ın etrafını
kuşatmışlardır" (zomer, tsj ayetinde zikrettiğidir. Ben derim ki: Akıl,
Arş't taşıyan melekler ile, Arş'ın etrafını kuşatmış olan meleklerin,
meleklerin en üstünü olduklarına delâlet eder. Bu böyledir, çünkü, ruhların
ruhlara nisbeti, bedenlerin bedenlere nisbeti gibidir. Arş, maddî-cismanî
varlıkların en kıymetlisi ve üstünü olunca, Arş'ın tedbir ve idaresiyle
ilgilenen ruhların da, bedenleri yöneten ruhlardan daha faziletli ve üstün
olması gerekir. Yine burada, Arş'ın cismini taşıyan başka ruhlar da var
gibidir. Sonra ise, Arş'tn cismini istilâ etmiş olan bu kahir ve ezici
ruhlardan, aynı cinsten olmak üzere, başka ruhlar meydana gelir. Bunlar da,
Arş'ın etraf ve kenarlarına tutunmuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Melekleri
görürsün ki, ... Arş'ın etrafını Kuşatmışlardır" (zonwr, 75) hitabıyla da
bunlara işaret edilmektedir. Kısaca, gerek . akînî delillerle, gerekse gerçek
ve sadık mükaşefe yoluyla şu hakikat açık ve aşikâr olmuştur: Bedenler alemi,
ruhlar alemine nisbet edilemez. Binâenaleyh, müşahede ettiğin herşey, bedenler
aleminin, farklı farklı mertebelerinde olarak, şu maddî görme gözüyledir. O
halde Senin bunu, ruhlar aleminin farklı farklı mertebelerinde olarak, r-asîret
gözüyle müşahede etmen gerekir.
[22]
Bu ayet-i kerime,
Cenâb-ı Hakk'ın, Arş'da bulunmaktan
münezzeh
olduğuna delâlet etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ,
bu ayette, "Arşı
yüklenenler..." buyurmuş, bir başka
ayette
ise, "O gün Rabbinin Arş'ını, üstlerinde bulunan sekiz (melek)
yüklenir.."(Hakka, 17) buyurmuştur. Arş'ı yüklenenin, Arş'da bulunan -e-
şeyi de yüklenmiş olduğunda şüphe yoktur. Şayet âlemin ilâhı Allah Arş'da jnmuş olsaydı, bu melekler, Âlemin İlahının
da taşımış olurlardı.. O zaman da onlar, Âlemin llâhı'nın bekçi ve koruyucuları
olmuş olurlar.. Muktedir koruyucu, ilâh >Tiaya; korunan ve taşınan ise,
kullukta bulunmaya daha uygundur. O vakit de, İlâh, ar kul haline; kul da, bir
İlâh haline dönüşmüş olur. Bu ise, fasit ve yanlıştır. B^âenaleyh bu durum,
Arş'ın ve cisimlerinin ilâhının, hem Arş'dan hem de esimlerden münezzeh ve yüce
olduğuna delâlet etmiş olur.
Bilesin Ki Allah
Teâlâ, Arş'ı taşıyan melekler ise Arş'ı kuşatmış olan meleklerden şu üç şeyi
nakletmiştir:
Birinci nev: Cenâb-ı
Hakk'ın "Rabbini hamd ile teşbih
ederler" ayetinin ifade ettiği husus... Bunun bir benzeri de, O'nun,
meleklerden naklen buyurduğu, "Bizseni hamdinle teşbih ... edip
dururken"(Bakara,») ayeti ile, O'nun, "Melekleri görürsün ki,
Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'm etrafım kuşatmışlardır" (zamer, 75)
ayetidir. O halde teşbih, Allah Teâlâ'yı. O'na uygun olmayan şeylerden tenzih
etmek; tahmîd ise, O'nun, mutlak mun'im, nimetler ihsan eden olduğunu kabul
etmektir. O halde teşbih, celâl sıfatına; tahmid ise, ikram vasfına işaret
eder. O'nun, "Rabbini hamd ile teşbih ederler" ifadesi, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Azamet, saltanat ve ikram sahibi Rabbinin adı ne yücedir"
(Rahman. 78) ayetinin manasına yakındır.
[23]
ikinci nev: "O'na
iman ederler" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu na göre eğer, "O'na
İman ederler" ifadesinde ne fayda vardır ki?! Çünkü, teşbih ve tahmîdle
meşgul olmak ancak, daha önce Allah'a iman etmekle mümkündür" denilirse,
biz deriz ki: Bundaki fayda, Keşşaf sahibinin zikredip ve cidden güzel ifade
ettiği şu husustur: "Bundan maksat, şayet Aİlah Teâlâ Arş'da bulunsaydı,
Arş'ı taşıyan melekler ile, Arş'm etrafını kuşatmış olan meleklerin O'nu
müşahede edip göreceklerine; o meleklerin Allah'ın varlığına iman etmelerinin
ise, medh ve övgüyü gerektirdiğine; çünkü, karşımızda bulunan ve müşahede
olunan bir şeyin varlığını kabul etmenin övülme ve medholunmayı gerektirmediğine..."
dikkat çekmek içindir. Baksana, güneşin varlığı ile, onun aydınlatıcı olduğunu
kabul ve ikrar etmek, medholunma ve övülmeyi gerektirmez. İşte, Allah Teâlâ,
sena ve övgü üslubuyla onların Allah'a iman etmiş olduklarını zikredince, onların
Allah'a, O'nu orada hazır ve oturur bir vaziyette görmeksizin iman etmiş
oldukları anlaşılmış olur." Allah Keşşaf sahibine rahmet etsin; onun
kitabında şayet sadece bir nükte bulunmuş olsaydı bile, şeref ve iftihar
vesilesi olarak ona yeterdi.
[24]
Üçüncü Nev: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Mü'minlerin de bağışlanmasını isterler" ayetinin ifade
ettiği husus... Şunu bil ki, saadetin kemâle ermesi, şu iki şeye bağlıdır:
Allah'ın emrine saygı, mahlûklarına da şefkat.. O halde, Allah'ın emrine saygı
göstermesi, O'nun mahtûkatına şefkatten önce gelmesi gerekir. Buna göre,
"Rabbini hamd İle teşbih ederler. O'na iman ederler" ayetleri,
Allah'ın emrine saygı göstermeyi ihsas ederlerken, "Mü'minlerin de,
bağışlanmasını isterler" ayeti de, Allah'ın mahlûkatına şefkat gösterme
manasını ihsas ve iş'âr eder. Sonra, ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[25]
Pekçok alim bu ayetle,
meleğin beşerden üstün olduğuna
istidlalde
bulunmuş ve şöyle demişlerdir: Çünkü bu ayet,
melekler, Allah'ı medh ve takdis ile zikretmeyi bitirdiğinde,
onların başkaları, -yani mü'minler- için mağfiret ve
bağ talebinde bulunmakla meşgul olduklarına delâlet eder. Bu da onların,
kendileri için mağfiret talebinde bulunmaktan müstağni olduğunu gösterir.
Çünkü, şayet onlar kendileri için mağfiret talebinde bulunmaya muhtaç olsa
idiler, başkaları için mağfiret talebinden önce, kendileri için mağfiret
talebinde bulunurlardı. Bunun delili, "İşe, önce kendinden başla..."
şeklindeki hadisidir. Yine Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Allah'dan
başka hiçbir tanrı yoktur" hakikatini bil, hem kendinin, hem erkek
mü'minlerle kadın müzminlerin günahının bağışlanmasını iste.. (Muhamm&d,
ıs) buyurmuş, böylece, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, ilk önce kendisi için mağfiret
talebinde bulunmasını, daha sonra da başkaları için mağfiret talebinde
bulunmasını istemiştir.
Yine Cenab-ı Hak, NÛh
(a.s)'m "Ya Rabbi, beni, anamı, babamı, iman etmiş olarak evime giren
kimseleri, erkek mü'minleri ve kadın mü'minleri sen bağışla.." (Nûh. 28)
dediğini nakletmiştir ki, bu da, mağfiret talebinde bulunmaya ihtiyaç duyan
herkesin, kendisi için af talebinde bulunmayı, başkaları için mağfiret
talebinde bulunmadan önce getireceğine delâlet eder. Dolayısıyla melekler şayet
af dilemeye muhtaç olsalardı, onların, kendileri için mağfiret talebinde
bulunmakla meşgul olmaları, başkaları için af dilemeyle meşgul olmalarından
önce gelirdi. Cenâb-ı Hak, meleklerin kendileri için mağfiret talebinde
bulunduklarından bahsetmeyince, biz bunun ancak, o meleklerin af dilemeye
ihtiyaçları bulunmadığı İçin olduğunu anlamış oluruz. Peygamberler (a.s)'e
gelince, onlar, mağfiret talep etmeye muhtaçtırlar. Bunun delili ise, Cenâb-ı
Hakk'ın Hz. Muhammed (s.a.s)'e "Hem kendin hem de mü'minler için
â/c/i/e" {Muhammed. i9) buyurmuş olmasıdır. Bunun böyle olduğu sabit
olduğuna göre, meleğin, beşerden daha üstün olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en
iyisini bilendir.
[26]
Ka'bî, şefaatin
tesirinin, günahkâr kimsenin günahını
düşürme
hususunda değil de, mü'minlerin mükâfaatının
artması hususunda
olacağına dair bu ayetle istidlal ederek,
şöyle
der: "Çünkü melekler, "O halde tevbe edenleri,
senin yoluna uyup
gidenleri bağışla.." demişlerdir. Halbuki bundan maksad, "Onlar,
fıskta ister ısrar etsinler isterse ısrar etmesinler, küfürden tevbe edenleri
bağışla.." manası değildir. Çünkü, durumu böyle olan kimse, "Rabbinin
yoluna uymuş olan.." diye nitelenemez.. Bu hususta da, böyle bir ifade
kullanılmaz. Bir de, melekler, "Ey Rabbimiz, onları ... kendilerine
vaadettiğin Adn cennetlerine sok.." demişlerdir ki, bu, fısk içinde
bulunan kimseler hakkında söylenmez. Çünkü, muarızlarımız (ehl-i sünnet), Allah
Teâlâ'nın, fasık kimselere de cenneti vaadettiği hususunda kesin konuşmamış,
bunun olabileceğini belirtmişlerdir. Böylece, meleklerin şefaatinin, ancak taat
edenleri içine aldığı sabit olmuş olur.. Böylece de, bu ikisi arasında bir
farkın bulunduğunu söyleyenlerin olmaması zaruretinden dolayı, peygamberlerin
şefaatinin de böyle olması gerekir."
Buna şu şekilde cevap
verebiliriz: Bu ayet, meleklerin, günahkâr kimselere şefaat edebileceklerine
delâlet etmektedir. Böylece biz, önce bu hususu açıklayacağız, sonra da,
Ka'bî'nin ileri sürdüğü şeyi cevaplayacağız.
Bu ayetin, bizim
söylediğimiz manaya delâlet ettiğinin izahı, şu bakımlardan yapılabilir:
a) Ayetteki,
"Mö'minlerin de, bağışlanmasını isterler" cümlesi, istiğfar, af
dilemek, talep etmek demektir. Af ise, ancak cezanın düşürülmesi hakkında söz
konusu olur. Ama, ilâve bir menfaatin talep edilmesine ise, istiğfar adı verilmez.
b) Cenâb-ı Hakk'ın, yine bu ifadesidir. Zira bu
âyet, o meleklerin, iman etmiş herkes için mağfiret talebinde bulunduklarını
gösterir. Binâenaleyh biz, büyük günah sahibinin mü'min olduğunu delillerle
isbat ettiğimize göre, bu kimsenin, şefaatin kapsamına girmesi gerekir...
c) Ayetteki,
"O halde tevbe edenleri, ... bağışla" cümlesidir. Bu ifade, tevbe
edenler için, mağfiret talebinde bulunmayı anlatan bir sözdür. Binâenaleyh, bu
ifade ile, tevbe ettikten sonra, büyük günah sahibinin cezasının düşürülmesinin
kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü bu, hasmımıza (Mu'tezlle'ye) göre,
Allah'a zaten vaciptir. Yapılması vacip olan şeyin ise, dua ile talep edilmesi
kabîh olur.
Yine bu ifade ile,
küçük günahların cezasının düşürülmesinin kastedilmiş olması da caiz değildir.
Çünkü bu da, {Mu'tezile'ye göre), Allah'a vaciptir. Binâenaleyh, bunun da duâ
ile istenmesi makul ve yerinde olmaz. Bununla, hak edilen mükâfaatm üzerine
ilâve bir mükâfaatm verilmesini istemenin kasdedilmesi de caiz değildir. Çünkü
buna, "mağfiret" adı verilmez.. Böylece, "Ohalde tevbe
edenler!... bağışla" ifadesinin ancak, kişinin tevbe etmeden önce, büyük
günahının cezasının düşürülmesi manasına hamledilebileceği sabit olmuş olur.
Arada bir farkın bulunmadığı hususunda bir icmâ bulunduğu için, bu, melekler
hakkında söz konusu olunca, peygamberler hakkında da söz konusu olur...
Ka'bî'nin bu konudaki
istidlaline, yani o meleklerin tevbe edenler için mağfiret talebinde
bulunduklarını söylemesine gelince biz diyoruz ki: Bununla, küfürden tevbe edenlerin
ve böylece de iman yoluna tâbi olanların kastedilmiş olması gerekir. Ka'bî'nin,
"Fıskta ısrarlı olan ve küfürden dönen kimseler, "Tevbe edici ve
Allah yoluna uymuş olan diye nitelendirilmez" şeklindeki sözüne gelince,
biz diyoruz ki, biz senin bu sözünü kabul edemeyiz, tam aksine, "O,
küfürden tevbe etti, din ve şeriat hususunda Allah'ın yoluna tâbi oldu"
denilir.. Onun, küfürden tevbe ettiği, "tâib olduğu" sabit olduğuna
göre, (mutlak surette), tâib olduğu sabit olur. Baksana, bir kimsenin,
"döven" veya "gülen" diye vasfedilebilmesinde, o kimseden
tek bir defa, dövmenin ya da gülmenin sudur etmesi yeterlidir. Ve bu iş, o
kimseden, bütün dövmek veya gülmek çeşitlerinin sâdır olmasını gerektirmez.
İşte burada da böyledir.
[27]
Ehl-i tahkîk şöyle
der: İnsanlar için meleklerden sâdır olan
bu
şefaat, o meleklerden daha önce sâdır olmuş olan o
zelleden bir af dilemenin yerine geçer. Bu böyledir,
çünkü
onlar, insanın yaratılmak istediği o ilk
anda, "... orada
bozgunculuk edecek,
kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?" (Bakara. 30) demişlerdi.
Binâenaleyh, işte onlardan, başlangıçta böyle bir söz sudur edince, bu
sözlerini, neticede, "o halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri
bağışla.." diyerek telafi etmişlerdir. Ki bu adeta, kazara, bir başkasına
eziyyette bulunan bir kimseye yakışanın, verdiği bu sıkıntıyı, ona herhangi bir
hususta iyilik yapmak suretiyle onarıp sarması ve telafi etmesi olduğuna, adeta
dikkat çeker gibidir.
[28]
Bil ki Cenâb-ı Hak o
meleklerin tevbe edenlere mağfiret talebinde bulunduklarını nakledince, bu af
dilemenin keyfiyetini de beyan ederek, o meleklerin, "Ey Rabbimiz, senin
rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır" dediklerini nakletmiştir ki
bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[29]
Genelde duâ, Rabbena
lafzıyla yapılmaktadır. Bunun delili
şudur:
Bu ayetin de gösterdiği gibi, melekler duâ ederken,
Rabbena demişlerdir. Adem (a.s), "Ey Rabbimiz,
biz
nefsimize zulmettik., "(Arat, 23);
Nûh (a,s), "Ya Rabbî, ben
bilgimin olmadığı
şeyi senden istemekten sana sığınırım.."(Hûd,47); "Ya Rabbî, ben
kavmimi gece gündüz, hakka davet ettim" (Nûh, 5) ve "Ya Rabbî, beni,
anamı babamı... bağışla"(nûh, 28); İbrahim (a.s), "Ey Rabbim, bana
ölüleri nasıl dirilttiğini göster.." (Bakara, 260); "Ya Rabbî,
hesabın görüleceği gün beni, ana ve babamı ve bütün iman edenleri
bağışla.." (İbrahim, 4ij ve "Ey Rabbimiz, ikimizi de sana
teslimiyette sabit kıl.. "(Bakara, 128); Yusuf (a.s), "Ya Rab, sen
bana mülk verdin.." {Yusuf, 101); Musa (a.s), "Rabbim, bana göster,
(ne olur) seni göreyim.."(Araf, 143) ve "tokatlama hadisesi"yle
ilgili olarak, "Rabbim, ben cidden kendime yazık ettim. Artık beni
bağışla." Bunun üzerine, (Allah) onu bağışladı. Çünkü O, çok affedici, çok
merhametli olanın ta kendisidir. Rabbim, bana in'âm ettiğin şeyler hakkı için,
artık suçlulara asla arka olmayacağım"(Kasas, 16-17) demişlerdir.
Cenâb-ı Hak, Hz. Dâvûd
(a.s)'un, "Rabbine istiğfar edip, rukûya kapandığım" (Sa-d, 24); Hz.
Süleyman (a.s)'ın, "Ya Rabbî bana mülk ver" (Sau 35) dediğini; Hz.
Zekeriyyâ (a.s)'nın, "Rabbisine gizlice tazarrûda bulunduğunu"
(Meryem, 3); Hz. Isâ (a.s)'nın "Ey Rabbimiz, üzerimize gökten bir sofra
indir"(Makje, 114) diye duâ ettiğini; Hz. Muhammed (s.a.s)'in de
"Rabbim, şeytanların dürtüştürmelerinden sana
sığınırım"<MüFminun,97) demekle emrolunduğunu ve mü'minlerin, "Ey
Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın..." (am Imran, 191-194) diyerek,
beş kere "£y Rabbimiz" dediklerini, yine mü'minlerin, "Ey
Rabbimiz, gufranını (dileriz). Dönüşümüz sanadır" (Bakara. 283) deyip,
peşisıra gelen ayette de, "Ya Rabbi" nidasını tekrar ettiklerini
nakletmiştir. Böylece, anlattıklarımızla, duaların en hoş olanının, kulun
Rabbisine, "Ya Rabbf diye nida etmesi olduğu anlaşılır.
[30]
Bu hususta şöyle bir
problem var: "Allah" ismi, Rab isminden daha önemli ve manalıdır.
Öyle ise niçin, duâ ederken özellikle "Rab" ismi kutlanılmıştır?
Cevap: Kul, sanki bu
isimle dua ederek, şöyle demek istemiştir: "Ben, sırf bir yokluk ve hiçlik
içinde idim. Sen beni varlık âlemine çıkarıp, terbiye ettin, büyüttün.
Binâenaleyh beni, bir göz açıp kapama süresi kadar (bir an) bile, ihsan, lütuf
ve terbiyenden boş bırakmaman için, beni terbiye edişini (Rabbim olup, beni
yokluktan varlığa çıkarışını) sana şefaatci-aracı kılıyorum."
[31]
Duada sünnet olan,
kişinin duaya önce Allah'ı överek
başlamaktır.
Bunun peşisıra da dua etmektir (yani isteği
bildirmektir). Bunun
böyle olmasının delili bu ayettir. Çünkü
melekler,
duaya ve mü'minler için mağfiret talebinde
bulunmaya
yönelince, işe Allah'ı övmekle başlamışlar ve "Ey Rabbimiz senin
rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır"
demişlerdir. Hz. İbrahim (a.s) de dua etmek
istediğinde işe önce, Allah'a medh-u sena ile başlayıp, "Beni
yaratıp, bana hidayet
eden, beni yedirip
içiren; hastalandığımda bana şifa veren, beni öldürüp dirilten,
din gününde hatalarımı bağışlamasını umduğum (zat
Oc/urJ "(Şuara, 78-82) demiştir.
Bütün
bunlar, Allah'a birer övgüdür. Bunun peşisıra duasında bulunarak, "Ya
Rabbı,
bana bir hüküm (ve hikmet) bağışla, beni
sâlih kullarına kat" (Şua*, 83) demiştir.
Bil ki akıl da bu sıranın gözetilmesi gerektiğine delalet eder. Çünkü
Allah'ı övüp, O'na saygı göstermek ruh cevheri için, tıpkı bakır için en
tesirli olan Iksir-i azam gibidir. Bir damla iksir bakır âlemine düştüğünde,
hepsinin altına dönüşmesi gibi[32],
Allah'ın celâlinin bilgisi iksirinden bir damla (bir zerre), insanın ruhuna
düştüğünde, o bakırın kızıllığında, kutsiyyetin saflığına, temizlik âleminin
bekasına geçmiş olur. Böylece insanın ruh cevherinde, marifetullah nurunun
ışıldamasıyla bu ruh, daha seçkin hale gelip, daha aydın olur. Ruh ne zaman
böyle olsa, kuvveti ilerler, tesiri artar. Böylece de dua ile istenen şeyin
meydana gelişi, o nisbette kuvvet kazanır ve mükemmel olarak meydana gelir.
Cenâb-ı Hakk'ı, duanın başlangıcında medh-ü sena etmenin sebebi işte budur.
[33]
Bil ki melekler, Allah
Teâlâ'yı burada şu üç sıfatla nitele- mislerdir:
1) Rubûbiyyet,
2) Rahmet,
3) İlim...
Rubûbiyyet, O'nun yoktan varetmesine ve yaratmasına bir işarettir. Burada şöyle
bir başka incelik var: Meleklerin, "Ey Rabbimiz (Rabbena)" demeleri,
O'nun terbiye edişine bir işarettir. Terbiye ise, birşeyi en mükemmel hal ve en
güzel bir sıfat üzere getirip bırakmak demektir. Bu da mümkinât (varlıklar)
âleminin, yoktan varedilirken, Hak Teâlâ'nın varetmesine ve yaratmasına muhtaç
olduğu gibi, bu mümkinat âleminin, devam etmesi için de, yine Allah'ın onu
devam ettirmesine muhtaç olduğuna delâlet eder. Rahmet sıfatı da, Allah'ın
rahmet ve İhsanı ve hayır tarafının, zarar (gazab) tarafına baskın çıktığına ve
Allah'ın mahlûkatı, zarar vermek ve onların kötü olmaları için değil, onlara
merhamet etmek ve hayırlı olmaları İçin yarattığına bir işarettir.
[34]
Eğer, "Ayetteki,
"Ey Rabbimiz, senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır" ifadesi
ile ilgili şöyle bir soru sorulabilir: Allah'ın ilmi herşeyi kuşatmıştır.
Rahmet-i ilâhiyye ise, herşeye ulaşmamıştır. Çünkü zarara uğramış kimseler ve
şeyler, zarara düştüklerinde bu zarar onlar için bir rahmet olmaz. Bu soru
"Rahmetim herşeyi kuşatmıştır"{Kr&ı, ise) ayeti için de
geçerlidir?.." denilirse, biz deriz ki: Her varlık, Allah'ın rahmetinden
hissesini almış, ona nail olmuştur. Çünkü varlık, ya vâcibü'l-vücûddur (zorunlu
varlık), ya mümkinü'l-vücûd (varlığı zorunlu olmayan)dır. Vâcibü'l-vücûd olan,
sadece Allah Teâlâ'dır. Mümkinu'l-vücûd varlıkların varlığı ise, Allah
Teâlâ'dandır ve Allah'ın var etmesiyledir ki işte bu varetme bir rahmettir.
Böylece Allah'ın dışındaki her varlığın, Allah'ın rahmetinden bir hisse ve
nasip aldığı sabit olur. Bundan dolayı melekler, böyle duâ etmişlerdir.
Ayette şöyle bir
incelik daha vardır: Melekler rahmet sıfatını, ilim sıfatından önce getirerek,
böyle demişlerdir. Çünkü onların maksatları ilâhî rahmetin herkese gitmesini
istemek ve insanların günahlarını silmesini Allah'tan dilemektir. O halde zatı
gereği matlub olan rahmettir, ikinci derecede matlub olan da, Cenâb-ı Hakk'ın
insanlarla ilgili olarak bildiklerini bağışlamasıdır. Esas matlub olan, ikinci
derecede matlub olandan Önce gelir. Baksana, sıhhatin devamını sağlamak, esas
olarak matlub olup hastalığı gidermek ikinci dereceyi işgal ettiği için, ilim
adamları "tıb"bı tarif ederken, "sıhhatin korunmasının,
hastalıkların tedavisinden önce geldiğini ifade ederek, "Tıbb, mevcut
sıhhati korumak ve kaybolan sıhhati tekrar sağlamak için, insan bedeninin
hallerine hangi şeylerin uygun, hangi şeylerin sıhhata zararlı olduğu, kendisi
sayesinde bilinen bir ilimdir" demişlerdir. İşte meleklerin bu duasında da
öncelikle matlub olan rahmettir. Allah Teâlâ'nın, işledikleri çeşitli
günahlardan bildiklerini affetmesi ise, mükemmel manada rahmetin tahakkuku,
ancak Allah'ın günahları bağışlam asıyla olacağı için, ikinci derecede
matlubtur. İşte bu sebepten ötürü, rahmet-i ilâhiyyeye, ilminden önce yer
verilmiştir.
[35]
Bu ayet, yaratma ve
varetme ile ilgili birinci kıssadan
maksadın,
ancak merhamet, lütuf, kerem ve cûd olduğuna
delâlet etmektedir.
Yakînî deliller de, hayır ve şer saadet
ve
şakavet gibi, varlık âlemine giren herşeyin Allah'ın takdiri ve kazası ile
olduğuna delâlet etmektedir. Bu iki temel unsurun arasını birleştirmek, son
derece güçtür. İşte bu noktada ehl-i hikmet şöyle demişlerdir: Hayır, Allah'ın
rızası olarak irade ettiği şey, şer ise, razı olmayarak irade ettiği şeydir.
Hayır, zatı gereği (hayır olduğu için) yaratılmıştır. Şer ise, arızî
sebeplerden ötürü yaratılmıştır" demişlerdir. Burada büyük derinlik
vardır.
[36]
Ayetteki,
"Rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır" ifadesi,
Hak Teâlâ'nın sınırsız külliyât ve cüziyyata dair, her
türlü
malumatı
bildiğine delâlet eder. Hem eğer
O böyle
olmasaydı, O'na yalvarıp yakarmanın
faydası olmazdı.
Çünkü bazı şeylerin
O'nun ilmi dışında kaldığını farzedersek, o zaman, dua eden
kimse, Allah Teâlâ'nın, kendisine duasından haberdar
olduğunu bilemez. Bu durumda da yaptığı duanın bir manası kalmaz.
Bil ki Allah Teâlâ,
meleklerin Allah'a nasıl medh-ü senada bulunduklarını nakledince, bunun
peşisıra nasıl duâ ettiklerini de nakletmiş ve şöyle dediklerini nakletmiştir.
"O halde tevbe edenleri, senin yoluna uyup gidenleri bağışla. Onları
cehennem azabından koru". Bil ki melekler bu duaları ile, Allah'dan,
mü'minler için çok şey istemiş olmaktadırlar. Birinci istekleri, ilahî mağfiret
olup, bunun izahı, ayetin tefsirinde yukanda geçti. Eğer, "Gufran (af),
azabı düşürmek (silmek)tir. Buna göre, meleklerin "Onlan bağışla" demeleri
ile, "Onları cehennem azabından koru" demeleri arasında bir mana
farkı yoktur?" denilirse, biz deriz ki: Mağfiret kelimesinin, Cehennem
azabının affedilmesi manasına delâleti, rumuz ve işaret yoluyla (dolaylı
olarak) anlaşılan bir şeydir. Binâenaleyh melekler mağfiret duasını böyle
dolaylı olarak yapınca, bunu iyice te'kid etmek için, peşisıra, bu isteklerini
açıkça da belirtmişlerdir.
[37]
Bil ki melekler,
Allah'dan, mü'minlerin azabını affetmesini talebedince, bunun peşinden, onlara
mükâfaat vermesini de niyaz etmek üzere "Ey Rabbimiz, onları, kendilerine
va'dettiğin Adn cennetlerine sok" demişlerdir. Eğer, "Siz (ehl-i
sünnet), şefaatin günahkârlar için olacağını iddia ediyorsunuz. Bu ayet ise,
görüşünüzün yanlışlığını ortaya koymaktadır. Çünkü Allah Teâlâ günahkârları Adn
cennetlerine sokacağı vaadinde bulunmamıştır?" denilirse, biz deriz ki:
bu* Cenâb-ı Hakk'ın günahkârlara bu vaad de bulunmadığı görüşünü kabul
etmiyoruz. Çünkü Kur'ân'daki pek çok delilin, Allah Teâlâ'nın, "Lâ illâhe
İllallah MuhammedÜ'r-Rasûlüllah" diyen herkesi, cehennemde ebedî
bırakmayacağına delâlet ettiğini anlatmıştık. Öyle ise Cenâb-ı Hak, bunları
cehennemden çıkarınca, cennetine sokar. İşte bundan dolayı bu, ya cehenneme hiç
sokmadan, yahut da oradan çıkardıktan sonra Allah'ın, günahkârları Adn
cennetlerine sokacağı hususunda bir vaadi olmuş olur.
Melekler "Onların atalarından, zevcelerinden,
nesillerinden sâlih olanları da..." yani, "Onlarla birlikte cennete
bu üç grubu da; atalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanları da
sok" demişlerdir. Bu böyledir, çünkü insanın yaşadığı ve sevinç duyduğu
yerde, çoluk-çocuğu ve hısım-akrabası da bulunursa, sevinci, daha ileri ve çok
olur. Ferrfl ve Zeccac, ifadesindeki men edatının, İki yerden ötürü mahallen
mansub olabileceğini, istersen bunu, ^İ^jî'daki zamire, istersen, 'deki zamire
atfedebileceğim söylemişlerdir. "Salih olanlar" ifadesi ile,
"mü'min olanlar" manası kastedilmiştir.
[38]
Daha sonra
melekler, "Azîz ve gâllb olan
şüphesiz ki sensin sen.." demişlerdir. Melekler, dualarında, özellikle bu
iki vasf-ı ilâhiye yer
vermişlerdir. Çünkü
Allah, azîz değil de, mağlub ve güçsüz olsaydı, O'ndan talep edilen şey,
meydana gelmezdi. Eğer hakîm olmasaydı, istenilen şey, hikmet ve maslahata
uygun olarak meydana gelmezdi.
Melekler sonra,
"Bir de onları her türlü fenalıklardan koru... demişlerdir. Bazıları bunun
manasının, "Onları, o fena (amellerinin) azabından koru" şeklinde
olduğunu söylemişlerdir.
İmdi, eğer,
"Mananın böyle olması halinde bu ifade ile, biraz önce geçen, "Onlan
cehennem azabından koru" ifadesi arasında manaca bir fark yoktur. Bu
durumda da faydasız bir tekrar olmuş olur ki bu doğru değildir?"
denilirse, biz deriz ki: Aksine bu iki cümle arasında, şu iki bakımdan fark bulunmaktadır:
a) Meleklerin,
"Onları cehennem azabından koru" şeklindeki sözlerinin,
mü'minlerin asılları (ana-babaiarı) için; "Onlan her türlü fenalıklardan
koru" şeklindeki sözlerinin de, furûları (çoluk-çocukları) için yapılmış
bir duası olması..
b) "Onlan cehennem azabından koru"
cümlesinin, cehennemin izâlesine (uzaklaştırılması) ile ilgili; "Onları
her türlü fenalıklardan koru" cümlesinin de: cehennemin, kıyamet
durağının, hesabın ve sualin bütün azab ve işkencelerini içine alan bir ifade
olması...
Bu İfadeyle ilgili bir
diğer tefsir de şöyledir: Melekler, "Onlan cehennem azabından koru"
diyerek, onlardan cehennem azabının giderilmesini; "Onlan kendilerine
vaadettiğin Adn cennetlerine sok" diyerek de, onlara cennet
mükâfaatlarının ulaştırılmasını istemişler, bundan sonra da Hak Teâlâ'nın
onları dünyada bozuk inanç ve fena amellerden korumasını isemişlerdir. İşte,
"Onları her türlü fenalıktan koru" ifadesiyle kastedilen budur. Daha
sonra onlar yani, "Kimi, dünyada, kötülüklerden ve fenalıklardan koruduysan,
hiç şüphe yok ki Kıyamet günü ona rahmet etmiş oldun" demişlerdir. Daha
sonra da, "Bu en büyük kurtuluş ve saadetin tâ kendisidir". Çünkü
onlar, birtakım sonlu amellerle, sonsuz nimetleri; önemsiz bir takım işler
sayesinde, yüceliğinin künhünü akılların ulaşamadığı bir mülkü elde
etmişlerdi.." demişlerdir.
[39]
"İnkâr edenlere
(melekler tarafından) nida edilir: Allah'ın buğzu, sizin
kendinize olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür.
Çünkü siz, dünyada
imana davet
olunuyordunuz ama küfürde ısrar ediyordunuz. Onlar dediler ki:
"Ey Rabbimiz,
bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. İşte günahlarımızı
bilip itiraf ettik. Buradan çıkmaya bir yol var
mı?" Bunun sebebi şudur:
Allah'a tek olarak
dua edildiği zaman siz inkâr ettiniz. Ona şirk koşulduğunda
ise bunu kabul ediyordunuz. Artık hüküm yüce ve büyük
olan Allah'ındır"
(Mü'min, 10-12).
Bil ki Allah Teâlâ,
ayetlerine karşı mücadele eden kâfirlerin, yani "Allah'ın ayetleri
hakkında inkâr edenlerden başkası mücâdele etmez"(Mû'min, 4) ayetinde
bahsettiği kimselerin hallerini anlatmaya yeniden başlayınca, bunların, Kıyamet
günü günahlarını ve başlarına gelen o azabı hakettiklerini itiraf ettiklerini,
yapamadıkları şeyleri telafi etmek için yeniden dünyaya dönmeyi talep
ettiklerini beyân ederek, "inkâr edenlere (melekler tarafından) nida
edilir.." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[40]
Ayette hem bir hazlf,
hem de bir takdim-tehir söz konusudur. Ayetteki hazfe gelince, aslında kelâmın
takdiri,
"Allah'ın size
olan buğzu..." şeklindedir. Takdim ve tehir de, "Allah'ın, imana
çağırılıp inkâr ettiğiniz zaman, size olan buğzu, sizin kendinize
(biribirinize) olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür" şeklindedir.
Kâfirlerin, kendilerine buğzetmelerinin ne demek olduğu hususunda da şu izahlar
yapılmıştır:
a) Onlar,
Kıyameti, cenneti ve cehennemi bizzat gördüklerinde, dünyada iken böyle şeyleri
ısrarla yalanlamış oldukları için kendi kendilerine buğzettiler, kızdılar.
b) "Tâbi olan insanlar, kendilerini dünyada
iken inkâra çağıran ve sevkeden başkanlarına, reislerine alabildiğine kızdılar,
onlar da tâbîlerine alabildiğine kızdılar" demek olup, Cenâb-ı Hak,
bunların biribirlerine olan buğz ve Öfkelerini, "kendilerine olan
buğzu" diye ifade etmiştir. Bu tıpkı, "Kendinizi
öldürünüz"(Bakara. 54) ayetinde olduğu gibidir. Bu ayette de,
"Biribirinizi öldürünüz" manası kastedilmiştir.
c) Muhammed b. Ka'b el-Kurazî şöyle demiştir:
"İblis cehennemliklere, cehennemde iken, "Benim sizin üzerinizde
hiçbir hükmüm ve nüfuzum yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de bana İcabet
ettiniz. O halde suçu bana yüklemeyin. Kendinizi kınayın" (ibrahim, 22)
diye seslendiğinde, işte bu esnada onlar kendi kendilerine kızmışlardır.
Bil ki onların kendi
kendilerine buğzlarının Kıyamet günü olacağında münakaşa yoktur. Ama Allah'ın
onlara buğzu ile ilgili olarak şu iki izah yapılır:
1) Bu da
âhirette olacaktır. Buna göre mana, "Allah'ın âhirette size olan buğzu,
sizin yine âhirette kendinize olan buğzunuzdan daha şiddetlidir"
şeklindedir.
2) Ekseri
âlimlerin görüşüne göre ifadenin manası, "İmana çağrıldığınız halde inkâr
ettiğinizde, dünyada Allah'ın size olan gazabı, sizin şu anda (ahirette)
kendinize olan buğzunuzdan daha büyüktür" şeklindedir.
[41]
Ayette geçen
lafızların tefsiri hususunda şu izahlar yapılır.
1) Onlara
nida edip bu sözü söyleyen, cehennemin bekçisi olan meleklerdir.
2) "Makt" buğzun en şiddetlisidir.
Aslında bu Allah hakkında düşünülemez. Binâenaleyh bunun manası Cenâb-ı Hakk'ın
bu işten hiç hoşlanmaması ve bunu yasaklamasıdır.
3) Ferrâ,
ifadesi, "Onlara, "Allah'ın buğzu en büyüktür" diye nida
olundu" manasınadır. Arapça'da,"Zeyd ayakta diye nida ettim"
denilir" demiştir.
4)
ifadesinde bir hazif olup, takdiri, "Allah'ın, imana çağrılıp inkâr
ettiğinizde size olan buğzu, sizin şu anda kendinize olan buğzunuzdan daha
büyüktür" şeklindedir.
[42]
Daha sonra Hak Teâlâ,
o kâfirlere böyle hitap olunduğunda onların, "Ey Rabbimiz, bizi iki defa
öldürdün, iki defa da dirilttin" dediklerini haber vermiştir. Bu,
"Onlar dünyada iken yaptıkları o şeylerin yanlış olduğunu anlayınca,
dünyaya döndürülüp sâlih ameller yapmaları için, yeniden dünyaya
gönderilmelerini isterler" demektir. Bu ifadeyle İlgili birkaç mesele
vardır:
Kabir Azabı
Alimlerin çoğu, kabir
azabının varlığı hususunda bu ayeti delil getirmiştir. Bunun izahı şöyledir: O
kâfirler, "EyRabbimiz, bizi iki defa Öldürdün.." diyerek, İki defa
öldürüldüklerini kabul etmişlerdir. Binâenaleyh bu İki ölümden birisi, dünyada
görülen ölümdür. Bu sebeple, dünya ölümünün peşinden otacak ölümün ikincisi
olabilmesi için, mutlaka kabirde yeni bir hayatın olduğunu kabul etmek gerekir.
İşte bu, kabirde bir hayatın bulunduğuna delâlet eder.
[43]
Birinci Soru: Birçok
müfessir eğer "Birinci ölüm, insanın nutfe (meni) ve alaka (rahimde
tutunmuş bir parça) olması haline; ikinci ölüm de dünyadaki haline işarettir.
Binâenaleyh durumun böyle olması niçin düşünülmesin? Durumun, bahsettiğimiz
gibi olduğunun delili, "Siz ölüler iken sizi diriltip, sonra sizi
öldürdüğü halde, Allah'ı nasıl inkâr ediyorsun uz?" (Bakara, 28) ayetidir.
Buradaki, "Siz Ölüler iken" ifadesiyle, insanın bir nutfe ve alaka
olmaları durumu kastedilmiştir. Velhasıl öldürme iki manaya kullanılır:
a) Bir şeyi
Ölü olarak varetmek.
b) Birşeyi
canlı iken, ölü hale getirmek... Bu tıpkı, 'Terzi elbisemi geniş tuttu"
demen gibidir. Bu söz hem terzinin o elbiseyi geniş diktiği manasına, hem de
dar iken genişletmesi manasına gelir. Binâenaleyh bu ayetteki öldürme ile,
Allah'ın insanı ölü olarak yaratması niçin kastedilmiş olmasın? Bu durumda da
bununla, "O diri iken onu öldürdü" manası kastedilmemiş olur."
İkinci Soru: Bu,
kâfirlerin söylediği bir sözdür. Dolayısıyla bir hüccet olmaz.
Üçüncü Soru: Ayet,
kabirde bir hayatın bulunamayacağını gösterir. Bunu şöyle İzah ederiz: Eğer
kabirde bir hayat bulunsaydı, o zaman, birincisi dünyada, ikincisi kabirde,
üçüncüsü de Kıyamette olmak üzere üç hayat olurdu. Halbuki bu ayette iki
hayattan bahsedilmektedir. Dolayısıyla bunlardan birisi dünyadaki hayattır, ikincisi
de Kıyametteki hayattır. Bu ikisi arasındaki ölüm de, dünyadaki ölümdür.
Dördüncü Soru: Bu ayet
eğer kabirde bir hayatın olduğuna delâlet edecek olsa bile, ortada kabirde
hayatın olmadığına delâlet eden deliller de vardır. Bunlar naklî ve aklî delillerdir.
Naklî deliller şunlardır:
a) Cenâb-ı
Hak, "Ahiret azabından korkarak Rabbinin rahmetini umarak gecenin
saatlerinde secdeye kapanır, kıyamda durur bir halde tâat ve ibadet eden kimse
(hiç böyle olmayan gibi olur mu?)"(zomer, gayetinde sadece âhiretten
sakınmadan bahsetmiştir. Eğer kabirde de bir hayat olsaydı, o zaman ondan da
sakındırma söz konusu olurdu. Durum böyle olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak bundan
da bahsederdi. Bundan söz etmediğine göre, bunun mevcut olmadığını anlarız.
b) Allah Teâlâ, Sâffât Sûresi'nde, hakka ermiş
mü'minlerin cennete girdikten sonra,
"Biz ilk ölümümüzden
başka bir daha ölmeyecek değil
miymişiz?" (Sâffflt, 57-58) dediklerini nakletmiştir. Cennetliklerin
sözlerinin doğru olacağında şüphe yoktur. Binâenaleyh eğer onlar için kabirde
bir hayat söz konusu olsaydı, iki kez ölmüş olurlardı. Bu durum ise,
cennetliklerin söylediklerine ters düşerdi." Bu soruları soran kimseler,
bu ayetle yapılan istidlalin, muhaliflerin delil getirdiği ayetlerle yapılan
istidlalden daha kuvvetli olduğunu söyleyerek "Çünkü bizim delil
getirdiğimiz bu ayet, cennete girmiş mü'minlerin sözünü nakletmektedir. Sizin
delil getirdiğiniz ayet ise, cehenneme girmiş kâfirlerin sözünün nakledildiği
bir ayettir" demişlerdir.
Bu husustaki aklî
deliller de şunlardır:
1) Yırtıcı
hayvanlarca parçalanıp yenen bir insan, (bu ölümünden sonra kabir dirilişiyle
diriltilse),'ya o hayvanların midesinde bütün cüzleriyle diriltilecekler, yahut
da orada bulunan parçalarıyla diriltilecekler. Birinci ihtimal olamaz. Çünkü
duyularımız ve müşahedelerimiz, bu kimsenin bütünü ile orada olmadığını
bilmektedir. İkinci ihtimal de olamaz. Çünkü yırtıcı hayvanlar onu yediğinde,
parçaları eğer diriltilecek olsa, o zaman bu canlılık, ya o hayvanın midesinde,
yahut bağırsaklarında olacaktır. Bu da son derece uzak bir ihtimaldir.
2)
Biz, ölen kimseyi eğer herkesin görebileceği
şekilde meydanda bıraksak, herkes onun ölü olarak kalmaya devam ettiğini
görecektir. Bu haline rağmen, diriltilmiş olduğunu söyleyecek olsak, bu, duyu
organlarımız hakkında bir şüpheye düşürme ve safsataya düşme olurdu.
[44]
Bunlara şöyle cevap
verilir: Onların "İlk ölümle, insanın nutfe ve alaka iken bulunduğu cansız
durumun kastedilmiş olması niçin düşünülmesin?" şeklindeki görüşlerine
karşı diyoruz ki: Bu caiz değildir. Çünkü ayette bahsedilen, Allah'ın onları
öldürmesidir. Öldürmenin olabilmesi için, bundan önce bir hayatın olması
şarttır. Eğer ölüm bundan önce bulunacak olsaydı, o zaman buna bir öldürme
denmesi imkânsız olurdu. Aksi halde zaten olanı yeniden oldurmak gerekirdi. Bu
imkânsızdır. Cenab-ı Hakk'ın ayetteki bu ifadesi, "Siz ölüler iken sizi
dirilttiği halde ... Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz?" (Bakara, 28)
ayetinden farklıdır. Çünkü bu ayette, onların Ölüler olduğundan bahsedilmiştir.
Burada, Allah'ın onları öldürdüğü ifadesi yoktur. Ama tefsir ettiğimiz ayet
böyle değildir. Çünkü bu ayet, Allab Teâlâ'nın onları iki kez öldürdüğüne
delâlet etmektedir. Biz biraz önce, "öldürme" işinin olabilmesi için,
bundan önce bir hayatın bulunmasının şart olduğunu söylemiştik. Böylece bu iki
durum arasındaki fark ortaya çıkar.
[45]
Karşı tarafın,
"Ayette nakledilen bu söz, kâfirlere aittir. Dolayısıyla delil olmaz"
şeklindeki görüşlerine karşı deriz ki: Onlar böyle deyince, Cenâb-ı Hak onları
yalanlamamıştır. Çünkü onlar, eğer yalan söylemiş olsalardı, Allah, onların
yalan söylediklerini belirtirdi. Nitekim onlar, "Ey Rabbimiz, biz (dünyada
iken) müşrik değildik"(En’am, 23) dediklerinde, Cenâb-ı Hak yalan
söylediklerini belirterek, "Bak, nasıl da yalan söylüyorlar!" (En’am,
24) buyurmuştur.
[46]
Karşı tarafın,
"Ayetin zahiri, kabirde bir hayatın bulunmadığını gösterir. Çünkü eğer
kabirde de bir hayat olsaydı, hayatların sayısı iki değil üç olurdu"
şeklindeki sözlerine karşı da şu birkaç açıdan cevap veririz:
1) Onların
maksadları, belâ ve sıkıntı vakitlerini denkleştirmedir. Belâ ve sıkıntı
vakitleri dörttür: İlk Ölüm, kabir hayatı, ikinci ölüm ve Kıyamet hayatt...
İşte bu dört şey, belâ ve sıkıntı vaktidir. Dünya hayatı, belâ ve sıkıntı
vakitlerinden değildir. İşte Dundan ötürü, kâfirler buna yer vermemişlerdir.
2) Belki de
onlar, sadece iki hayattan, yani dünya hayatı ile Kıyamet hayatından
bahsetmişlerdir. Kabir hayatını ise, varlığının ve müddetinin kısalığından ötürü
söz Konusu etmemişlerdir.
3) Belki de
onlar kabirlerde diriltildiklerinde, artık ölmeyip, diri olarak kalacaklar. Bu
diri olarak kalma işi, ya bir saadet içinde, yahut da şekavet (azap) içinde
sürüp gidecek ve peşisıra Kıyamet hayatı gelecek ve bunlar, "Allah'ın
diledikleri müstesna, sûr'a üflendiğinde, gökdekiler ve yerdekiler düşüp
ölecek" (Zümer, se) ayetinde stisnâ edilenlerden olacaklar.
4) Eğer kabirde bir dirilme (ve hesap)
olmasaydı, ölüm, bir defa olmuş olurdu. Böylece de, ölümün iki defa olduğunu
söylemek yalan olurdu. Bu ise Kur'ân'ın haber
verdiği şeyin zıddına bir durum olurdu. Ama kabirde bir hayatın olduğunu
kabul
ettiğimizde, üç hayatın bulunduğunu kabul
etmemiz gerekir. Bu ayette ise, hayatın iki defa oluşu belirtilmiştir. Üçüncü
hayatın varlığına veya yokluğuna delâlet eden birşey (Kur'ân'da) yoktur.
Böylece kabir hayatının olmadığını söylemenin, ayetin lafzının delâlet ettiği
mananın terkedilmesi demek olduğu sabit olur. Ama kabir hayatının olduğunu
kabul etmek de ayetin lafzında ne varlığı ne de yokluğu konusunda, hiçbir ipucu
olmadığı halde, ayetin lafzının delâlet ettiği şeye ilaveten bir şeyin kabulünü
gerektirir. Binâenaleyh bu daha uygundur.
[47]
a) Ama karşı
tarafın, naklî delillere dair ileri sürdükleri birinci maddelerine gelince, biz
diyoruz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "ahiret (azabın)dan korkar..." (Zümer,
9) ifadesi, "İster kabirde isterse Kıyamette olsun, diğer bir hayattan
sakınır, korkar..." manasındadır.
b) İkinci
maddelerine mukabil vereceğimiz cevap da, "Biz, görüşümüzü, kabir azabı
hakkında varid olan sahih hadislerle isbat ediyor ve bunu tercih
ediyoruz.." şeklinde olur.
c ve d) Karşı tarafın, aklen yapmış olduğu o
iki izah da kabul edilemez. Çünkü, biz diyoruz ki insan, bu görünen heykelden
ibaret olmayıp, tam aksine, bu bedene nüfuz etmiş olan nuranî bir cisimdir.
Binâenaleyh, sizin ileri sürdüğünüz bu probleminiz, bu konuda geçerli değildir.
Allah, en İyisini bilendir.
[48]
Bil ki, biz, kabirde
bir hayatın olduğunu isbat ettiğimizde,
bazıları
hakkında dört çeşit, bazıları hakkında da üç çeşit
bir hayat tahakkuk etmiş olur. Bunun delili, Cenâb-ı
Hakk'ın, Bakara Sûresi'ndeki, "Binlerce olduğu
halde
ölüm korkusuyla
yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara, "ölün!" dedi,
sonunda kendilerini diriltti1' (Bakara, 243) ifadesidir. Binâenaleyh, bütün
bunlar, hayat hakkında dört derecedir. İkisi dünyada, biri kabirde, dördüncüsü
de Kıyametteki hayattır.
[49]
Ayetteki kelimeleri,
mahzûf olan mefûl-i mutlakın sıfatı olup,
kelamın takdiri, "Bizi iki
kez öldürmekle Öldürdün..." şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu kimselerin, "işte günahlarımızı bilip itiraf ettik.."
dediklerini nakletmiştir. Buna göre şayet, ifadesindeki fâ, bu iki kez
öldürmenin ve diriltmenin, bu itirafın sebebi olduğunu, dolayısıyla da onların,
işte bu sebebi beyan etmiş olmalarını iktizâ eder" denilirse biz deriz ki,
o kâfirler, Öldükten sonra dirilmeyi kabul etmiyorlardı. Binâenaleyh onlar,
öldürüldükten sonra dirilmenin de iki kez olduğunu görüp müşahede edince, artık
onlar için, öldükten sonra dirilmeyi ikrar etme hususunda herhangi bir özürleri
(bahaneleri) kalmamıştır. İşte bu sebeple de hiç şüphesiz, bu kabul ediş, o
diriltme ve o öldürmenin neticesi gibi kabul edilmiştir.
[50]
Daha sonra onlar,
"Buradan çıkmaya bir yol var mı?"
demişlerdir ki bu, "Hızlı ya da yavaş olsun, herhangi bir çıkma
türüne bir yol ve imkân var mıdır, yoksa, ümitsizlik mi vardır? Dolayısıyla da,
herhangi bir çıkış ve ona götüren herhangi bir yol söz konusu değil
midir?" demek olup, bu, ümitsizliğe düşmüş ve ümidini kesmiş olan kimseler
tarafından söylenecek olan bir sözdür.
Bil ki, bunun açık
cevabı, "hayır" veya "evet" denilmesiydi. Ancak ne var ki,
Cenâb-ı Hak bunu yapmadı da, tam aksine, onların çıkmalarının imkânsız olduğuna
delâlet eden bir söz getirerek, "Bunun sebebi şudur: Allah'a tek olarak
dua edildiği zaman siz inkâr ettiniz. Ona şirkkoşulduğunda ise kabul
ediyordunuz.." buyurmuştur ki bu, "Size diyorum; içine düştüğünüz bu
şey, yani, asla bir çıkış yolu bulamamanız, ancak, Allah'ın birliğini kabul
etmeyip, O'na koşulan ortakları tasdik etmeniz sebebiyledir. Binâenaleyh,
"Artık hüküm ... Allah'ındır." Çünkü O, size, ebedî olan o azapla
hükmetmiştir" demektir.
Ayetteki "yüce ve büyük.." ifadesi, Allah'ın
kibriya ve azameti İle, ikâbının, ancak bu şekilde olduğuna; delâlet eder.
Müsebbibe, ayetteki ism-i şerifi ile,
Allah'ın cihet itibariyle en yüksekte olduğuna; ism-i şerifi ile de, zatının ve
cüssesinin büyük olduğuna istidlal etmiştir ki, bütün bunlar, batıldır. Çünkü
biz, cisim oluş ve mekânda olmanın, Allah hakkında düşünülmesinin imkânsız
olduğunu delillendirmiştik. Binâenaleyh, vasıfları sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın
kudret ve ulûhiyyeti açısından yüceliği ve büyüklüğünün kastedilmiş olması
gerekir.
[51]
"O, ayetlerini
size göstermekte, sizin için gökten nzık İndirmekte olandır.
(Şirkten tevbe ile imana) dönecek olan kimseden
başkası, ibret alamaz.
Haydi, (ey mü'minler)
kâfirlerin hoşuna gitmese de, Allah'a, O'nun dininde
ihlâs erbabı olarak ibâdet edin.."
(Mü'min, 13-14).
Bil ki Allah Teâlâ,
müşrikler hakkında, böylesi ağır bir tehdidi gerektiren şeylerden bahsedince,
bu yontulmuş taşların ve şekil verilmiş kütüklerin, mabûd olma konusunda da,
Allah'ın şerikleri kabul edilmelerinin caiz olmayacağına bir delil olsun diye,
bunun peşinden kudret ve hikmetin mükemmelliğine delâlet eden şeyi de getirerek
"O, ayetlerini size göstermekte.." buyurmuştur. Bil ki,,en mühim olan
şey, dinlerin ve bedenlerin faydasına olan şeyi görüp gözetmektir. Binâenaleyh,
Cenab-ı Hak, kulların dinlerinin faydasına olan şeyi, beyyinelerini ve
ayetlerini açıklamak suretiyle; bedenlerinin faydasına olan şeyi de, rızıklannı
gökten indirmek suretiyle görüp gözetmiştir. Dinlere göre, ayet ve delillerin
konumu; bedenlere göre rızıkların konumu gibidir. O halde ayetler dinlerin
hayatiyyeti; rızıklar da, bedenlerin hayatiyyeti için vazgeçilmezdir. Bu iki
şey tahakkuk ettiği an, nimet verme işi, en mükemmel ve tam bir biçimde
tahakkuk etmiş olur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(Şirkten tevbe ile imana) dönecekoian kimseden başkası, ibret
alamaz.." buyurmuştur. Bu, "Allah'ın birliğinin delillerine vakıf
olmak, adeta, akılda kesinleşmiş ve yerleşmiş bir hakikattir. Ama ne var ki,
şirki benimsemek ve Allah'tan başkasına ibâdet etmekle meşgul olmak da, o
nurların tecellî etmesine bir engel gibidirler. Kul, bunlardan yüz çevirip,
kendini tamamiyle Allah'a verdiğinde, perdeler ve örtüler kalkar, böylece de,
tam bir kurtuluş elde edilmiş olur" manasındadır.
Cenâb-ı Hak işte bu
hususu anlatınca, esas olant, yani Allah'dan başkasından yüz çevirip büsbütün
Allah'a yönelmeyi beyan buyurmak üzere "Kâfirlerin hoşuna gitmese de,
Allah'a, şirkten ve O'ndan başkasına iltifat etmekten arınmış, O'nun dininde
ihlâs erbabı olarak ibadet edin.." buyurmuştur. İbn Kesir, ayetteki Jja
kelimesini şeddesiz olarak yunzllu okurken, diğer kıraat imamları şeddeli
olarak yunezzilu şeklinde okumuşlardır.
[52]
"Sıfatlan yüce,
Arşın sahibi (Allah, insanları), o kavuşma günü ile korkutmak
için, kendi emrinden olan vahyi, kullarından kimi
dilerse ona ilkâ eder. (O
kavuşma) günü, onlar,
(kabirlerinden fırlayıp) çıkarlar. Onlardan (sâdır olan)
hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. (Allah buyurur):
"Bu gün mülk kimindir? Bir
olan
Kahhâr olan Allah'ındır. Bugün herkes, ne kazandıysa, onunla karşılanacak.
Bugün haksızlık yok. Şüphesiz ki, Allah, hesabı çabuk görendir"
(Mü'mtn, 15-17).
Bil ki Allah Teâlâ,
ayetleri açıklayıcı, nzıkları indirici olmasını, kibriyâ ve ikram sıfatlarından
olmak üzere ele alıp bahsedince, bu ayette celâl ve azamet sıfatlarından diğer
bir üçüncüsünü zikretmiştir ki, bu da, O'nun "Sıfatları yüce, Arşın
sahibi, (Allah) ... vahyi... ilkâ eder" ayetinde beyan ettiği husustur.
Keşşaf sahibi şöyle der: "Bu ifadeler, ya
ayetindeki 'nin üç ayrı
haberidir; veyahut da, marife ve nekirelik açısından farklılık arzetmesine
rağmen, mahzûf bir mübtedâ'nın haberleridir. Medh üzere, nasb ile
("Sıfatları yüce olan Allah'ı kastediyor, O'nu medhediyorum")
şeklinde de okunmuştur." Ben de diyorum ki, bu üç sıfatın mutlaka tefsir
edilmesi gerekir.
[53]
Birinci Sıfat,
vasfıdır. Bil ki, kelimesiyle, "yükselten" manasının kastedilmiş
olması muhtemel olduğu gibi, "yüksek, yükselen" manasının kastedilmiş
olması da muhtemeldir. Biz bu kelimeyi birinci manaya hamlettiğimizde şu
izahlar yapılabilir:
1) Allah
Teâlâ, cennette, peygamberlerinin ve veli kullarının derecelerini yükseltir.
2) Allah
Teâlâ, mahlûkatının derecelerini, ilim ve üstün ahlâk ile yükseltir. Çünkü
Allah, meleklerden, herbiri için muayyen dereceler tayin etmiştir. Nitekim
meleklerin, "Bizden kimse müstesna olmamak üzere her biri için malûm birer
makam vardır" (Satfât, ı$4) dediklerini nakleder. Yine, Cenâb-ı Hak,
ulemâdan herbiri için muayyen bir derece tayin etmiş ve ilAIIah, içinizden iman
etmiş olanlarla kendilerine İlim verilmiş bulunanların derecelerini arttırır
"(Mücadele, n> buyurmuştur. Ve yine her cisim için, belli bir derece
tayin etmiş, böylece kimisini süflî-unsurî (aşağı ve yersel) ve kimisini,
felekî-kevkebî (göksel) ve kimisini de, Arşın ve kürsînin cevherlerinden
yapmış, böylece, bunların bir kısmının derecesini, diğerininkinden daha üstün
kılmıştır.
Keza, Cenâb-ı Hak,
yaratma, rızık ve ecel açısından herbiri için, belli dereceler tayin etmiş ve
"O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan, (...) kiminizi derecelerle kiminizin
üstüne çıkarandır"(En-&m, 165) buyurmuş, her bir saîd ve şakî için,
saadetini veya şakâvetini gerektiren şeylerden, dünyada ona belli bir derece,
ahirette de, bu şakâvet ve saadetin ortaya çıkması için, bir tanım vermiştir.
Demek ki Kelimesini bu manaya aldığında,
onun anlamı, bahsettiğimiz biçimde olur. Ama biz 2 j kelimeyi,
"yüksek" manasına aldığımızda, Hak Sübhânehû ve Teâlâ, bütün kemal ve
celâl sıfatları açısından, mevcudatın en yükseği olmuş olur. Asıl var olma
hususunda, Allah, mevcudatın en yücesidir. Çünkü O, zâtı gereği
vâcibü'l-vücûddur; O'nun dışında kalanlar ise, mümkinü'l-vücûd olup, O'na
muhtaçtırlar. Varlığın devamı hususunda da, Allah mevcudatın en yükseğidir.
Çünkü O, zâtı gereği vâcibü't-vücûd olup, ezelî, ebedî ve kendisi dışında kalan
her şey için, evvel olan ve kendisi dışında «alanlar için söz konusu olan
evvellik ile ahirlik kavramları kendisi için düşünülemeyen : - sermedi
(sonsuz-mutlak varlık)'dir. İlim açısından da böyledir; çünkü O, kendisinin de,
"Gaybm anahtarları O'nun yanındadır. Bunları, O'ndan başkası bilemez"
£-âm.s9) buyurduğu gibi, zâtlar ile, bu zâtların sıfatlarını; külliyât ile
cüziyyâtı bilen
bir Zât-ı Mutlâk'tır. Kudretinde de böyledir;
zira O, kadirlerin en yücesi ve en üstünüdür. Çünkü O, varlığı ve varlığının
bütün kemâlâtı hususunda, kendisi dışında kalan her şeyden bağımsız; fakat,
kendisi dışında kalan her şey ise, varlığı ile, varlığının bütün kemâlâtı
hususunda O'na muhtaçtır. Vahdâniyyeti hususunda da böyledir; zira o,
kendisinin eşi, benzeri, şeriki ve nazîrinin olması imkânsız olan bir tektir.
Ben diyorum ki:
Cenâb-ı Hakk'ın, iki sıfatı söz konusudur:
a) O'nun
varlığı ve varlığının bütün sıfatları hususunda, kendisi dışında kalan her
şeyden müstağnî olmasıdır.
b) Kendisi
dışında kalan herşeyin, varlığı ve varlığının sıfatları hususunda, O'na muhtaç
olması.. O halde, ayetteki refî kelimesini "yüksek" manasına alırsak,
bunun manası, "O, mevcudatın en üstünü, bütün celâl ve ikram sıfatları
açısından en yücesidir" olur. Yok eğer, bu kelimeyi, "yükselten"
diye tefsir edersek, ayetin manası, "Kendisi dışında kalanlar için söz
konusu olan her türlü derece, fazilet, rahmet ve şeref O'nun yaratması, var
etmesi, fazlı ve rahmeti ile vücûd bulmuştur" şeklinde olur.
[54]
İkinci Sıfat: olup,
manası, "O, Arşın mâliki, idarecisi ve halikıdır" şeklindedir. Ahmak
müşebbihe, "Sıfatlan yüce, Arşın sahibi.." ifadesine tutunmuş,
ayetteki, "dereceler" sözü ile göklerin kastedildiğini; "Arşın
sahibi" ifadesiyle de, Allah'ın, yedi kat göğün üzerindeki Arş'da
bulunduğunu söylemiş ve Allah hakkında en büyük yalanı uydurmuşlardır. Çünkü,
biz, Allah'ın cisim olmasının ve bir cihet ile bir mekânda bulunmasının
imkânsız olduğunu, kesin delillerle beyan etmiştik. Üstelik, bu ayetin lafzının
zahiri de, Müşebblhe'nin dediğine delâlet etmemektedir. Çünkü, sözü O'nun ancak
Arş'a nisbet edilmesini ifade eder. O'nun, O Arşın mâliki ve O'nu, yokluktan
varlığa çıkaran olması ise, onun O'na nisbet edilmesi İçin yeter sebeptir.
Binâenaleyh, daha hangi zaruret bizi, bu yanlış görüşe ve fasit olan kanaate
iletebilir? Ayette, özellikle Arşın zikredilmesinin faydası ise, o Arşın,
cisimlerin en büyüğü olmasıdır ki, bunun da maksadı, Cenâb-ı Hakk'ın, mükemmel
Hanlığını, kudret, nüfuz ve hükümranlığını açıklamaktır. Binâenaleyh,
kendisinde tasarruf ve tedbirde bulunulan mahal ve yer ne kadar üstün ve büyük
olursa, bu mahallin, o kudretin mükemmel oluşuna delaleti de o nisbette güçlü
ve kuvvetli olur.
[55]
Üçüncü Sıfat: "Kendi emrinde olan vahyi, kullarından
kimi dilerse, ona ilkâ eder.." ayetinin beyan ettiği husus olup bununla
ilgili birkaç bahis vardır:
[56]
Birinci Bahis: Alimler
bu ifadede geçen er-rûh kelimesiyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Doğrusu, bununla murad edilenin, "vahiy" olmasıdır.
Biz, vahye rûh denilmesinin sebebini, Nahl SÛresİ'nin
başlarındaki, (Nahl2) ayetinin Esirinde genişçe ele almıştık. Ve yine Cenâb-ı
Hak, (En’âm 122) buyurmuştur.
Sözün özü şudur:
Ruhların hayatiyyeti, ilahî bilgiler ve kudsî cilalar iledir. Binâenaleyh
vahiy, bu tür ruhların oluşmasının sebebi olunca, "rûh" diye
adlandırılmıştır. Çünkü rûh, hayatın gerçekleşmesinin sebebidir. Vahiy de, işte
bu tür ruhanî hayatın tahakkuk etmesinin vesilesidir.
Bil ki bu ayet,
mükâşefe ilimlerine dair, enteresan sırlar kapsamaktadır. Bu böyledir, zira,
akıllar ve idrâkler, Allah'ın kibriyasının kemâline ulaşamamaktadır.
Binâenaleyh, beşer kudretine göre bunu tarif etmedeki en mükemmel yol, bu sözün
küllî ve aklî bir biçimde zikredilmesi, daha sonra da bunun peşinden, işte bu
yol ile elde hasr ifâdesi aklî-küllî bir biçimde zikredileni desteklesin diye,
işte bu aklî manayı teyid edecek olan hissî, yani maddî bir şeyin zikredilmesidir.
İşte, ayette de böyledir. Binâenaleyh, ayetteki sıfatı, ya dereceleri yükselten
manasında olarak, Allah Teâlâ'nın, mümkin varlıkların farklı derecelerde,
farklı makamlarda ve farklı vasıflarda yaratmasındaki kudretinin tesirine
işarettir, yahut da, celâl ve izzet sıfatları bakımından bütün mevcudattan
yüksek olması manasınadır. Dolayısıyla, bu kelime, aklî-burhanî bir sözdür.
Daha sonra, Cenâb-ı
Hak, bu küllî kelâmını iyice izah etmiştir. Zira, O'nun dışında kalanlar, ya
cismanî yahut da ruhanîdirler. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak işte bu ayetinde, bu
iki kısmın ikisinin de, kendisinin idaresi ve emri altında olduğunu beyan
etmiştir. Cismanî olanların en büyüğü, Arş'dır. O halde kelimesi Cenâb-ı
Hakk'ın, maddeler âleminin tamamına hükümran olduğuna delâlet eder. Arş,
mahsûsat âlemi cinsinden olunca, işte bu maddî olan Arş, aklî olanı, yani
ifadesini tekid etmiştir. Ruhanîlerin hepsi de, Cenâb-ı Hakk'ın emri ve idaresi
altındadır ki, işte bu hususa da, Cenâb-ı Hak, "Kendi emrinden olan
vahyi... ilkâ eder" ifadesiyle işaret etmiştir.
[57]
Bil ki, bu âlemin
ruhanîleri hususunda müşahede edilen hallerin en kıymetlisi, vahyin eserlerinin
zuhur etmesidir. Vahiy de, şu dört ana unsur ile, ancak tamam olur.
a) Gönderen
ImursUy fc\ı. WVah lc.ey dır .İşte bundan dolayı O, vahyi ilkâ etme işini,
kendisine nisbet ederek, "Vahyi...ilkâ eder" demiştir.
b) Gönderme ve vahyetmek (İrsal, vahy). Bu da,
(bu ayette), er-rûh diye adlandırılan şeydir.
c) Allah'dan olan vahyin, peygamberlere
ulaşması, ancak melek vasıtasıyla mümkün olur ki, işte bu ayette bu hususa da,
sözüyle işaret edilmiştir. Binâenaleyh, ruhanî olan bu kısım da, emr
kelimesiyle ifade edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Her semâya, emrini
vahyetti"(Fussitet, 12) ve "Dikkat ediniz, emir de O'nundur, halk
da.." (A'mf, 54) buyurmuştur.
d) Allah'ın,
vahyi kendilerine ilkâ ettiği peygamberler ki bu hususa da, bu ayette,
"kullarından kimi dilerse, ona.." buyurarak işaret edilmiştir. Bir
beşinci temel husus da, peygamberlere bu vahyin ilkâ edilmesinin maksad ve
gayesinin tayin edilmesidir. Bu böyledir, zira, peygamberler (a.s) halkı, dünya
aleminden ahiret alemine yöneltir ve onları, maddî şeylerde (boğulmaktan) yüz
çevirip, rûhanî-manevî şeylere yönelmeye sevkederler ki, işte bu hususa da "(O kavuşma) günü, onlar, (kabirlerinden
fırlayıp) çıkarlar.." ifadesiyle işaret olunmuştur. Binâenaleyh bütün
bunlar, ilahî mükâşefe ilimlerinden yüksek birtakım alâmet ve işaretlere
delâlet eden çok ilginç bir tertiptir.
[58]
Burada geriye, bizim,
Kıyametin, "kavuşma günü" olarak adlandırılmasının sebebi ile,
Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrede, "kavuşma günü" hakkında zikretmiş olduğu
sıfatların miktarını beyan etmek kalmıştır.
Kıyamete,
"kavuşma günü" denmesinin sebebine gelince, bu hususta şu izahlar yapılabilir:
1) Ruhlar, bedenlerden ayrılır. Binâenaleyh,
Kıyamet günü geldiğinde ruhlar, bedenlerle karşılaşır (onlara girer). İşte,
bundan dolayı bugüne, "kavuşma günü" denilmiştir.
2) Mahlûkat,
o günde birbirleriyle karşı karşıya gelir. Böylece, birbirlerinin hallerine
vâkıf olur.
3)
Göktekiler, yerdekilerin yanına gelir. Böylece, o günde, göktekilerle
yerdekiler, birbirleriyle mülakî olurlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O gün
semâ, bulutlar (çıkıp) parçalanacak, melekler indirilecek, indirilecek.."
(Furkan, 25) buyurmuştur.
4) O gün
herkes, yaptığının karşılığını görür, ona mülakî olur. Binâenaleyh, bu husus
da, işte böyle adlandırılır ki bu, Arapların "Falanca yaptığının
karşılığını gördü” şeklindeki
sözlerinden alınmıştır.
5) Bu ifadenin, "Artık kim Rabbine kavuşmayı
ümid (ve arzu) ediyorsa.," (Kem, no) ayetiyle, "Kendisine
kavuşacakları gün onlara edeceği sağlık dileği selamdır.."{Ahzto. u)
ayetindeki manaya varıp dayanması da mümkündür.
6) O gün,
tapanlar ile kendilerine tapınılanlar karşı karşıya gelir.
7) O gün,
Hz. Âdem (a.s) ile, en son çocuğu dahi yüzyüze gelir.
8)
Meymûn İbn Mlhrftn şöyle demektedir: "O
günde, zalimle mazlum karşı karşıya gelir. Dünyada, çoğu kez, birisi birisine
zulmedip, zulmeden zulmedilenden ayrıldı mı, kendisine zulmedilen, zulmedeni
bulmak istese bile, buna kadir olamaz ve onu da tanıyamaz.. Ama, Kıyamet
gününde her ikisi de bir arada bulunur ve birbirleriyle karşılaşırlar. İbn
Kesir, vasi ve vakıf halinde, yâ ile (et-telâkî) ve (et-tenâdî); vakıf halinde,
yâ ile (hâdî) ve (vâki) kelimelerini ise vakf halinde ya, ile, vasi halinde
ise (hâdin) ve (vftkin) şeklinde okur.
[59]
Cenâb-ı Hakk'ın, bu
ayette, "Kıyamet günü" için zikretmiş olduğu sıfatların izahına
gelince, biz şunu diyebiliriz:
Birinci Sıfat: Bu
günün, "kavuşma günü" olarak vasfedilmesidir ki, biz bunun ne demek
olduğunu az önce anlattık.
İkinci Sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın, "(O kavuşma) günü, onlar,
(kabirlerinden
fırlayıp), çıkarlar.." ayetinin ifade ettiği husus. Bu çıkmanın ne anlama
geldiği hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
a) İnsanlar, kabirleri içinden dışarı çıkarlar.
b) Onlar,
görünür, ortaya çıkarlar.. Kendilerini, dağ, tepe, bina vb. herhangi bir şey
perdelemez.. Çünkü o gün yeryüzü, dümdüz ve çöl halindedir. Ve yine onların
üzerinde, elbise namına bir şey yoktur. Çünkü onlar, çıplak ve açıktırlar.
Nitekim hadiste de, "Onlar, çıplak, yalınayak ve sünnetli olarak
haşrolunurlar.." buyurulmuştur.
c) Ayetteki
bu tabir, Cenâb-ı Hakk'ın da, "O günde ki (bütün) sırlar yoklanıp meydana
çıkarılacaktır" (Tank. 9) buyurduğu gibi, onların amellerinin ortaya
çıkmasından ve sırların fâş edilmesinden bir kinayedir.
d) Beşerî ruhlar, bu dünyada adeta, bedenin
amellerinin karanlıklarına batmış bir vaziyettedirler. Binâenaleyh, Kıyamet
günü geldiğinde bu ruhlar, maddî şeyleri tedbir ile meşgul olmaktan yüz çevirip
ve tamamen kıyamet âlemine ve ruhanîlerin toplandıkları o yere yöneldiklerinde
âdeta, maddelere gömülmüş olmaktan kurtularak ortaya çıkmış olurlar.
Üçüncü Sıfat: Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onlardan (sâdır olan) hiçbir şey Allah 'a gizli kalmaz.."
ayetinin ifade ettiği husus. Çünkü bu ayet, "Onlardan (sâdır olan) hiçbir
şeyin Allah'a gizli kalmadığı gün.." takdirinde olup, bunun da amacı,
'.ehcft ve korkutmaktır. Çünkü Allah Teâlâ, "Onlar, kabirlerinden çıkıp,
bir araya gelip, birbirleriyle karşılaştıklarında, ben, (Allah), onların
herbirinin yaptığı o şeyleri bilir ve her birine, yaptığının karşılığını
veririm.. Eğer yaptıkları iyi ise, karşılığı iyi; kötü ise, kötüdür.."
diye beyanatta bulunmuştur. Binâenaleyh bu demektir ki, o insanlar,
yaptıklarının teferruatını bilmeseler dahi, Allah Teâlâ bunu bilir. Bu ifadenin
benzeri olan ifadeler ise, "O gün arzolunacaksınız. (öyle ki) size ait
hiçbir sır gizli kalmayacak.'." (Hakka, 18), "O gün ki (bütün) sırlar
yoklanıp meydana çıkarılacaktır" -ank,9); "... kabirlerin içindekiler
çıkarıldığı zaman, göğüslerde ne varsa onlar da derlenip
toparlandığında-." (Adiyat. 9-10) ve "O gün (yer) bütün haberlerini
anlatacaktır.." (Ziizai, 4) ayetleridir.
[60]
İmdi eğer; Allah'a
hiçbir zaman hiçbir şey saklı kalmaz. Öyleyse, bu hususu bu güne tahsis etmenin
sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki: Onlar, bu dünyada İken, H perdenin
gerisine saklandıklarında, Allah'ın kendilerini görmediği ve yaptıklarının
Allah'a saklı kaldığı vehmine kapılıyorlardı. Bu
demektir ki onlar, bu günde, artık dünyada vehmettikleri gibi, artık kendisi
hakkında vehme düşemeyecekleri bir biçimde, apaçık ortaya çıkacaklardır.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Bilakis Allah yapmakta olduklarının birçoğunu bilmez
sandınız.."{Fussihh, 28) ve "İnsanlardan gizlerler de, Allah'dan
gizlemezler" (m». 10e) buyurmuştur ki, bu da "... bir olan, kahhâr
olan Allah'ın huzurunda toplanacaklardır.."(ibrahim, 48) ayetinde ifade
edilen husustur.
[61]
Dördüncü Sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah buyurur):
"Bugün mülk kimindir?" "Bir olan, kahhâr olan Allah'ındır"
ayetinin ifade ettiği husus.. İfâdenin takdiri, "Kendisinde, "Bugün
mülk kimindir?" diye nida edildiği gün.." şeklindedir. Bu nidanın ne
zaman yapılacağı hususunda da şu iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş:
Müfessirler şöyle demişlerdir: "Göktekiler ve yerdekiler namına ne varsa
hepsi helak olduğunda, Allah Teâlâ, "Bugün, hakimiyet kimindir?"
diye, "Kıyamet günü..." nida eder de, kendisine hiç kimse cevap
vermez.. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, bu sorusuna yine kendisi cevap vererek,
"Bir olan, kahhâr olan Allah'ındır" der." Usûlcüler İse, bu
görüşün zayıf olduğunu ileri sürerek şu izahları yapmışlardır:
a)Allah
Teala böyle bir nidanın ancak "karşılaşma,
ortaya çıkma ve her nefsin, karşılığını göreceği gün"de tahakkuk edeceğini
beyan buyurmuştur ki, insanlar o zaman diridirler. Dolayısıyla, müfessirlerin,
göktekiler ve yerdekiler namına ne varsa hepsi hbiâk olduğunda, Cenâb-ı Hakk'ın
bu şekilde nida edeceğini söylemeleri yanlış otur.
b) Söylenen
sözün mutlaka bir faydası olması lazım. Çünkü söz, ya başkası mevcut iken
söylenir, ya da mevcut değilken söylenir. Burada, birincisi batıldır. Çünkü
müfessirler, Cenâb-ı Hakk'ın bu sözü, her şey yok olduğunda söylediğini
söylemişlerdir. İkincisi de batıldır, çünkü, bir kimsenin, yalnız iken
konuşması, ya o kimsenin, btr dersi tekrarlayan kimse gibi onu ezberlemesinden
dolayı güzel olur, -ki bu Allah hakkında imkânsızdır-, veyahut söylediği o
sözden dolayı bir sevinç ve haz hasıl olmasından dolayı güzel olur, -ki bu da
Allah hakkında muhaldir-, yahut böylesi bir sözle Allah'a ibadet etmesinden
dolayı güzel olur, -ki, aynen bu da Allah için düşünülemez-. Böylece,
"Allah, bu nidayı, bütön mahlûkat yok olduğu sırada yapar.."
diyenlerin görüşünün batıl olduğu, aslı esasının olmadığı sabit olur.
İkinci Görüş: Kavuşma
gününde, evvelkiler ve sonrakiler bir araya gelip, Allah'ın huzuruna
çıktıklarında, birisi, "Bu 5ün mülk kimindir?" diye nida eder de,
Kıyamet meydanında bulunanların tümü birden, "Tek olan, kahhâr olan
Allah'ındır!" derler. Böylece mü'minler bu sözü, bu söz sayesinde, yüksek
makamlara nail olacakları için, haz içinde söylerler; kâfirler de bu sözü,
onlar böylesi bir zikri dünyada kaçırmış olduklarına nedamet duyup üzülerek,
aşağılık ve utanç duygusu içinde söylerler. Bu görüşü savunanlar, "Eğer
İbn Abbas ve diğerlerinden gelen birinci görüş doğru ise, bundan muradın, bu
nidanın, tüm herkesin yok olmasından sonra olması; ancak ne
var ki orada, bu nidayı duyan meleklerin
bulunmuş olduğu şeklinde olması da imkânsız değildir. Ben de diyorum ki,
onların bu görüşüne göre, soranın da cevap verenin de Allah olması uzak
değildir. Yine soruyu soranın, bir grup melek, cevap verenin diğer bir gurup
melek olması da uzak bir ihtimal değildir. Bütün bunlar söz konusu
ihtimallerdir. Bunlardan birini belirlemek (tercih etmek) için delil yoktur.
İmdi eğer, "Böyle
bir nidanın bu günde yapılmasının hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki:
İnsanlar dünyada iken zahirî sebeplere adanmışlardır. Babam üstad Ömer (Allah
ondan razı olsun) şöyle derdi: "Eğer sebepler olmasaydı, hiç kimse
(Allah'dan) şüphe etmezdi. Ama Kıyamet günü sebepler (vasıtalar) tamamen
ortadan kalkmış, rabler, sahte tanrılar bir kenara çekilmişlerdir. İşte bu
sebeple o gün, müsebbibü'l-esbâb (sebeplerin sebebi) Allah'ın hükmünden başka
hüküm kalmamıştır. İşte bundan ötürü bu nida, o Kıyamet gününe
bırakılmıştır." Bil ki ayetin lafzının zahiri, her ne kadar bu nidanın
(seslenişin) o gün yapılacağına delâlet etse de, ayetteki "Bir olan,
kahhâr olan Allah'ındır" sözü, bu nidanın mana açısından (aslında) her
zaman için mevcut olduğunu gösterir. Çünkü bizim "Allah" sözümüz,
zatı gereği Vâcibu'l-Vücûd olanın adıdır. Zatı gereği Vâcibü'l-Vücûd (varlığı
zorunlu) olan ise tektir. O'nun dışındaki her varlık ise, zatı gereği mümkin
varlıktır. Zâtı gereği mümkin varlık ise ancak Vâcibü'l-Vücûd olanın
yaratmasıyla var olur. Varetmek ise varlık tarafını yokluk tarafına tercih
etmek demektir. Bu tercih, tercih edilmeyen tarafı mağiub etmek, kahretmek
demektir. Böylece kahhâr olanın her zaman bir-tek olduğu anlaşılır. O halde
"Bugün mülk kimindir?" şeklindeki nida, Cenâb-ı Hakk'ın bir ve kahhâr
olmasından kaynaklanmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın kahhâr oluşu, ezelden ebede kadar
sürdüğüne göre, şüphe yok ki, "Bugün mülk kimindir?" nidası, mana
bakımından, ezelden ebede sürüp giden bir nida olur.
[62]
Beşinci Sıfat:
"Bugün, herkes ne kazandıysa onunla karşılanacak" ayetinin ifade
ettiği husustur. Bil ki Allah Sübhânehû ve Teâlâ, Kıyamet günündeki
kahhârlığını açıklayınca, peşisıra, o gündeki adalet ve lütfunu açıklamak üzere
böyle buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele var:
Bu söz, şu üç hususu
ihtiva eder:
[63]
1) İnsanın
kazanabilen bir varlık olduğu,
2)
Kazancının, karşılığı gerektirdiği;
3) Bu
karşılığın o günde eksiksiz verileceği hususu... Binâenaleyh bu söz, kısa
olmasına rağmen, Kur'ân'daki bu üç temeli ihtiva eder. Bunlar, dinde değeri
olan büyük şeyler olup, bunların izahı defalarca geçmişti. Bu esaslar hususunda
bazı noktaların anlatılmasında bir beis yoktur:
[64]
Birincisi, yani
insanın kazanabilen bir varlık oluşu şöyledir: Kesb (kazanma) nsanın yapmaya ve
yapmamaya elverişli birtakım uzuvlarının yerli yerinde oluşundan tarettir.
Binâenaleyh insan bu denge üzere kaldığı müddetçe, ondan bir fiilin sâdır
olması veya olmaması imkânsızdır. Fakat ona, yapmamaya
veya yapmaya sevkedecek bir dâî (sebep-sevk) eklendiğinde, ondan yapma veya
yapmamanın sâdır olması vacip (kesin) olur. İkincisi yani, bu kazanca bir
karşılığın terettüb etmesinin izaht da şöyledir: Bil ki fiiller ikiye ayrılır:
a) O
fiillere sevkeden şey, dünyâ alemindeki maddî olan iyi şeyleri elde etme
duygusudur.
b) Bunlara
sevkeden şey, mükemmel oldukları, ancak âhiret âleminde meydana çıkacak olan
ruhanî-manevî iyilikleri elde etme duygusudur. Pek çok fiilin, insanda
yerleşmiş mertebelerin tahakkukunun sebebi olduğu tecrübeyle sabittir.
Binâenaleyh kendisinde birinci kısım gâlib olan kimsenin, ilgi ve alâkası, dünya
ve maddî şeyler hususunda daha kuvvetli olur. Böyle bir kimse ölünce de,
kendisiyle elde etmek istediği şeyler arasında, büyük ve zor bir ayrılık olur
ve bu ona çok ağır gelir. İkinci kısım fiiller ve duygular kendisinde ağır
basan kimse Öldüğünde ise, zaten kızmakta-değer vermemekte olduğu bu şeylerden
kolayca ayrılıp, sevdiklerine kavuşur. Böylece de bu nimetler ve lütuflar ona
çok büyük gelir. İşte kesb (kazanma) ve bunun bir karşılığı gerektirmesi budur.
Yaptığımız bu izahla, en mükemmel karşılığın ancak Kıyamet gününde olacağı
ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh bu, küllî ve aklî bir kanundur. Gerçek şeriat,
amellerin ve sözlerin tafsilatı hususunda, bu küllî kanunu kuvvetlendirecek
şeyleri getirmiştir. Allah en iyi bilendir.
[65]
Bu ayet, usûl-ü
fıkıhta büyük bir prensibin (kaidenin) dayanağıdır. Çünkü diyoruz ki: Eğer
herhangi bir zarar meşru olmuş olsaydı, ya bir cinayetin (suçun) karşılığı
olduğu için meşru olmuş olurdu, yahut da bir cinayetin karşılığı olduğu için,
meşru olmamış olurdu. Her iki İhtimal de söz konusu olamaz. Demek ki zararın
meşru olması söz konusu olamaz. Her hangi bir işin karşılığı olması için,
zararın meşru olamayacağının izahına gelince, bu nass (ayet), ilahî cezaların
kıyamet gününe tehirini gerektirmektedir. Binâenaleyh bu cezanın dünyada
verileceğini söylemek, ayetin hilafına olur. Zararın, bir cezadan ötürü meşru
olamayacağı da, "Allah sizin kolaylığınızı diler, zorluğunuzu
dilemez" (Bakara, 185) ayetleri ile Hz. Peygamber (s.a.s)"islâm'da
zarar ve zarara zararla karşılık verme yoktur" hadis-i şerifinden
ötürüdür. Zarar vermenin bir ceza (karşılık) olduğu konularda ve meselâ,
hayvanların kesilmesine izin gibi, hakkında nass bulunan konularda, bu umûmî
ifâdelerin hükmünü uygulamadık. Binâenaleyh bu umûmî ifadelerin, bu gibi
konular dışında, haramlığı İfade etme üzerine devam etmeleri gerekir. Böylece
anlattıklarımız ile, zarar ve elem vermede, temel hükmün haramlık olduğu sabit
olur. Şimdi eğer, şer1! bir meseleye delâlet eden husûsî bir nass bulursak, husûsî
olan bu nassı, genel nassa takdim edip (onun önüne alarak), husûsî olana göre
hareket ederiz. Aksi halde umûmî olan asıl haramlık hükmünü ifadeye devam eder.
İşte bu, şeriatta istifâde edilen bir küllî (genel) kaidedir. Allah en iyi
bilendir.
[66]
Altıncı Sıfat:
"Bugün haksızlık yok" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu ifadenin
anlatmak istediği şudur: Cenâb-t Hak, "Bugün herkes, ne kazandıysa onunla
karşılanacak" buyurunca, bunun peşinden, o gün hiçbir zulmün olmayacağını
anlatan bu ifadeyi getirmiştir. Muhakkik âlimler şöyle derler: "Cezada
(karşılık vermede) zulüm, şu dört şekilde olabilir:
a) Kişi bir
sevabı (mükâfaatt) hakettiğinde, bunun ona verilmemesi,
b)
Hakedilenin hepsinin değil, bir kısmının verilmesi,
c) Azaba müstehak olmayana azab edilmesi,
d) Azaba
müstehak olana, haketttiğinden fazla azab edilmesi.. Binâenaleyh "Bugün
haksızlık yok" ayeti, Kıyamet günü bu dördünün de olmayacağını ifade eder.
Kâdî, "Bu, Cebriyye'nin (ehl-i sünnetin) görüşünün yanlışlığını gösteren
kuvvetli bir ayettir. Çünkü onlara göre, görünür-görünmez bütün zulümler ancak
Allah'tandır. Bir de Allah Teâlâ, insanda küfrü yaratıp, sonra ona inkâr etti
diye azap ettiğinde, bu, zulmün tâ kendisi olur" der. Kadî'nin bu görüşüne
verilecek cevabımız malumdur.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "Şüphesiz ki Allah hesabı çabuk görendir" buyurur. Bu sözün bu
sadedde getirilmesi, gerçekten çok yerinde ve uygundur. Çünkü Allah Teâlâ o
günde zulüm olmayacağını beyân edince, hesabı çabuk göreceğini de beyân etmiştir
ki bu, onlara hakettikleri karşılıkların anında verileceğine delâlet eder.
Allah en iyi bilendir.
[67]
"Onları
yaklaşmakta olan gün ile uyar- Yürekler ağza gelir, gamla dolu
. olarak yutkun o gün. Zalimlerin, ne müşfik bir
yakını, ne sözü dinlenir bir
şefaatçisi vardır.
(Allah) gözlerin hain bakışlarını ve göğüslerin gizlediği şeyleri
bilir. Allah, hak ve adaletle hükmeder. O'nun dışında
taptıkları şeyler ise,
hiçbirşeye
hükmedemezler. Şüphesiz Allah, işiten ve görendir. Onlar
yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden
evvelkilerin akıbetinin
nasıl olduğuna
baksınlar. Onlar, kuvvetleri ve yeryüzündeki eserleri ile
bunlardan daha üstündü. Böyle iken Allah onları,
günahları yüzünden
yakalayıp çarptı.
Onları Allah'ın azabından bir koruyan da olmadı. Bunun
sebebi şu idi: Peygamberleri onlara apaçık mucize
getirdiğinde, onlar inkâr
ettiler. Allah da
onları yakalayıp çarpıverdi. Çünkü O herşeye kadirdir, azabı
pek çetindir"
(Mü'min, 18-22).
Bil ki ayet Kıyamet
gününü, korkunç ve dehşetli, değişik sıfatlarla anlatmak istemektedir. Bu
ayetle ilgili birkaç mesele var:
[68]
Alimler,
"Âzife" gününün ne demek olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:
Bu, Kıyamet günü demektir. "ÂzÂfe", birşey
yaklaşıp
geldiğinde kullanılan (iş yaklaştı-gelip
çattı) fiilinin
ism-i failidir. Nitekim Cenâb-ı Hak
Kıyameti anlatırken, "Yaklaşan yaklaştı, gelip çattı. Allah dışında, onu
kaldıracak hiç kimse yok" (Necm, 57-58) buyurmuş, şair de şöyle demiştir.
"Göç yaklaştı, ama ne var ki kervanlarımız henüz denklerimizle birlikte
(yola koyulup) gözden kaybolmadılar.. Fakat şimdi sanki, (yola koyulup) gözden
kayboldular..." Ayetin maksadı, Kıyametin yaklaştığına dikkat çekmek olup,
bir benzeri de, "Saat (kıyamet) yaklaştı"(Kamer, i) ayetidir. Zeccâc,
"Kıyamet hakkında "âzife" denilmiştir. Çünkü insanlar, onun
zamanını uzak görseler de, aslında o yakındır. Zira gelecek olan her şey
yakındır" demiştir.
Bil ki
"âzife" kelimesi, mahzûf bir müennes kelimenin sıfatı olup, takdiri,
el-kıyametül-âzife yahut, el-mücâzâtü'l-âzife şeklindedir. Kaffâl şöyle der:
Kıyametin isimleri, onlarda bir dahiye (dehşet) manası bulunduğu için tâmme,
hakka ve benzeri isimlerinde olduğu gibi, müennes olarak gelirler (çünkü bunlar
mübalağa (ileri derece) ifade ederler).
2) Bu
"âzife" kelimesiyle, "âzife"nin vakti kastedilmiştir. Âzife
vakti de, kâfirlerin hızlı bir şekilde cehenneme girmeye doğru koşmalarıdır.
Çünkü o esnada onların kalpleri, korkunun şiddetinden ötürü, yerinden oynar.
3) Ebû
Müslim, "Bu, ölümün gelmesi ve zamanının gelip çatması manasınadır.
Bunun delili, Hak
Teâlâ'nın, kıyamet gününü,
"(O kavuşma günü)
onlar kabirlerinden fırlayıp çıkarlar"(Mü'm\n,-\6) ifadesiyle
anlatıp, bundan sonrada, "Onlara o yakın günün (âzife'nin) tehlikesini
anlat" buyurmuş olmasıdır. Binâenaleyh âzife
gününün, Kıyamet gününden başka olması gerekir. Bir de, diğer ayetlerde
kalplerin boğaza gelip dayanması, ölüm günü için kutlanılmıştır. Nitekim
Cenâb-ı Mak, "Hele can boğaza gelince, o vakit siz görürsünüz..."
(vakıa, 83-84) ve "(Can) köprücük kemiğine dayandığı zaman..."
(Kıyam©, 26) buyurmuştu1". Bir de ölüm gününün yakınlıkla nitelenmesi,
Kıyamet gününün yakınlıkla nitelenmesinden daha evlâdır. Yine, âzlfe
"yakın" kelimesinden sonra zikredilen sıfatlar, ölümün gelip hazır olduğu
güne daha uygundur. Çünkü, kişinin, azâb meleklerini gördüğünde korkusu büyür..
Sanki, insanların o zaman, korkunun şiddetinden dolayı, kalpleri boğazlarına
çıkar da, yutkunur dururlar ve kalplerindeki şiddetli korkudan söz edemezler.
Başlarına gelen muhtelif sıkıntı ve korkulara karşı, onları savunacak hiçbir
dost ve şefaatçi de olmaz.
[69]
Alimler, "Yürekler ağza gelir, gamla dolu olarak
yutkunur o gün" ifadesinden muradın,
korkunun şiddetinden bir kinaye mi olduğu, yoksa bunun zahirî manasına
mı hamledileceği hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bundan
muradın, bu günü şiddetli bir korku ve panik içinde olmakta vasfetmek olduğu
söylenmiştir. Bunun benzeri olan deyimler, Cenâb-ı Hakk'ın, "yürekler gırtlaklara
dayanmıştı.. ve siz
Allah 'a karşı (türlü)
zanlarda bulunuyordunuz.."{At\zab,20) ve "Hele can boğaza
gelince, o vakit siz görürsünüz" (vakıa, es*») ayetleridir. Bunun bilakis,
zahirine hamledileceği de söylenmiştir. Hasan el-Basrî şöyle demiştir:
"Kalpler, korkunun şiddetinden ötürü göğüslerden sökülür. Onlar boğazlara
dayanırlar, ama çıkmazlar ki (insanlar) ölsünler; yerlerine geri dönmezler ki,
biraz nefes alıp rahatlasınlar... Fakat onlar, Cenâb-t Hakk'ın da, "Artık
onu yakında gördükleri zaman, küfredenlerin yüzleri kötü bir hale
getirilmiş.." (Müik, 27) buyurduğu gibi, tıpkı büyük kovalar misali
(metinde böyle Ç.) çıkarılarak kabzolunacaklardır."
[70]
"gam ve kederlere
boğulmuş.." anlamındadır. Kâzım, gam ve öfkeyle dolu olduğunda sesini
çıkarmayan kimseye denilir. Eğer, kelimesi neyle mansûb olmuştur?"
denilirse, biz deriz ki: Bu, kalplerin sahiplerinin mana bakımından hâlini
anlatan bir ifadedir. Çünkü ifadeden murad, "O zaman kalpleri, onlar gam
ve kederden yutkunur oldukları bir hal ve vaziyette, boğazlarına
dayanmıştır.." şeklindedir. Bu ifadenin, "kalplerdin hali olması da
caizdir. Buna göre kalpler, boğazlara dayanmış oldukları halde, içlerindeki gam
ve kederlerden dolayı yutkunur dururlar. Kâzımîn, cem-i müzekker salimdir. Çünkü
Cenâb-ı Hak kalpleri, rûh ve akıl sahibi kimselerin fiillerinden olan, yutkunma
ile nitelemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, (Yûsuf'tan naklen), "Gördüm ki
onlar, (yıldızlar, ay, güneş) bana secde edicilerdir" (YûBuf, 4) ve "ona boyunları
eğilekahr" (Şuara. 4) buyurmuştur. Bu kelimenin kâzımûn) şeklindeki
kıraati de bunu teyit eder.
Kısaca, bu ayetten
maksat, şu iki şeyi iyice anlatmaktır:
1) Şiddetli
korku.. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "O zaman kalpleri, boğazlarına
gelmiştir" ifadelerinden kastolunandır.
2)
Konuşamamak.. Bu da, "gamla dolu olarak yutkunur vaziyette"
kelimesinden murad olunandır. Çünkü çok kederli olan bir kimse konuşmaya
muktedir olduğu zaman, onda hafif bir çarpıntı ve sükûnet hali meydana gelir.
Ama konuşmaya muktedir olamayıp da, şikâyeti daha da genişlediğinde,
dağıldığında, sıkıntısı büyür, korkusu da şiddetlenir.
[71]
Mu'tezile'nin
ekserisi, günahkârlara şefaat edilmeyeceği
hususunda,
Cenâb-ı Hakk'ın jM_ £& % f& '& j^İl) U
"Zalimlerin, ne müşfik bir yakını, ne sözü
dinlenir bir
şefaatçisi vardır.." ifadesiyle
istidlalde bulunmuş ve şöyle
demişlerdir:
"Burada onların, sözü dinlenir bir şefaatçilerinin olmayacağı
belirtilmiştir.
O halde, onlar için böyle bir şefaatçinin
bulunmaması vacip olur." Alimlerimiz buna
birkaç bakımdan cevap vermişlerdir:
1) Cenâb-ı
Mak, onların, sözü dinlenir bir şefaatçinin bulunmasını nefyetmiştir. Bu ise,
şefaatçinin bulunmamasına delâlet etmez. Baksana, sen, "Yanımda satılık
kitap yoktur" dediğinde, bu, satılık bir kitabın bulunmasını nefyeder; kitap
cinsinin bulunmamasını iktizâ etmez. Nitekim Araplar şöyle demişlerdir:
"Orada, deliğine giren keler görmezsiniz". Bu ayetteki lafzı, 'sözü
dinlenir bir şefaat "çinin bulunmamasını iktiza eder. Böylece bu da, eğer
onlar için Kıyamet gününde, Allah'ın dinleyeceği bir şefaatçilerinin olmadığına
delâlet eder. Çünkü varlık aleminde, hali Allah'dan daha yüce olan bir kimse
yoktur ki, "Allah ona itaat eder, boyun eğer" denilebilsin..
2)
"Zalimler" ifadesinden burada murad, kâfirlerdir. Bunun delili şudur:
Bu ayet, Allah'ın ayetlerine karşı cidal eden kâfirleri men edip, yıldırmak
için gelmiştir. O halde bu vasfın, onlara tahsis edilmesi gerekir. Bize göre,
kâfirler hakkında şefaat bulunmamaktadır.
3)
ez-ZâlImîn kelimesi, ya istiğrak ifade eder, ya da etmez. İstiğrak (şümul ve
kapsamlılık) ifade ederse, o zaman bundan maksad, zulüm yapmış olan kimselerin
tümü olmuş olur ki, bu sözün kapsamı ve şümulüne, kâfirler de dahil olur. Çünkü
bize göre, bu yekûn ve toplamın tamamı için şefaatçi yoktur, zira bu yekûnun bir
kısmı da kâfirlerdir. O halde onlar için şefaatçi yoktur. O vakit, bu yekûn
için şefaatçi olmaz. Bu, eğer istiğrak ifâde etmiyorsa, "zalimler"
ifadesiyle kastolunanlar, bu sıfatla (zulüm) muttasıf olanların bir kısmıdır.
Bize göre de, bu sıfatla muttasıf olan bazıları için şefaatçi yoktur; ki bunlar
da, kâfirlerdir.
İstidlalde bulunanlar
birinci soruya cevap vermiş ve şöyle demişlerdir: "Allah'ın kelâmını,
manalı bir söze hamletmek gerekir. Bütün herkes şunu bilir ki, mevcudatta,
Allah'ın, kendisine itaat edeceği herhangi bir şey yoktur. Çünkü itaat eden,
itaat edilenden, daha aşağı hal ve mertebededir. Mevcudatta, hali ve mertebesi
Allah'dan
daha yüce olan hiçbir şey yoktur ki,
Allah ona itaat eder denilebilsin!, Bu husus zaruret yoluyla bilindiğinde, onu anlamlı
kılabilmek için, bu manaya hamletmek gerekir. O zaman da "taat"
kelimesinin, "icabet etme" manasına hamledilmesi vacib olur.
"Taat" lafzının "icabet etme" manasında vârid olabileceğine
dair delil ise, şairin şu sözüdür:
"Bir Rabb ki, her
kimin kalbi kin ve öfkeden kabarsa da benim ölümümü temenni etse, o, buna
icabet etmez."
İkinci soruya ise şu
şekilde cevap vermişlerdir: "ez-ZâlImûn, çoğul bir sîga olup, başına
elif-lâm gelmiştir. Böylece kelime, umûm ifade eder. Bu konuda söylenebilecek
olan en son şey, bu ayet-i kerimenin, kâfirleri kınamak İçin geldiğidir. Çünkü
itibar, sebebin hususîliğine değil de, lafzın umûmîliğinedir.
Üçüncü soruya gelince,
bunun cevabı da şöyledir: ayeti, zalimlerden herbiri hakkında, "müşfik bir
yakının ve sözü dinlenir bir şefaatçinin" bulunmadığına hükmedilmiş
olmasını ifade eder. Bu istidlalin anlatımı hususunda Mu'tezile'nin sözünün
tamamı budur.
Ehl-i sünnet
alimlerimiz de onların birinci cevabına cevap vermişler ve şöyle demişlerdir:
"Müşrikler putları hakkında, "Bunlar bizim, Allah katındaki
şefaatçilerimizdir"; "Bunlar Allah katında bize, bu konuda Allah'ın
iznine gerek kalmaksızın, şefaat edeceklerdir" diyorlardı. İşte bundan
dolayı Cenâb-ı Hak onların bu iddiasını, "O'nun izni olmadıkça nezdinde
şefaat edecek kim imiş?" (Bakara, 255) beyanıyla reddetmiştir. Bu da
gösterir ki, müşrikler, bu şefaatte, Allah Teâlâ'nın putlara icabet etmesinin
farz olduğuna inanmıyorlardı. Bu ise, bir tür itaattir. Bunun üzerine Allah da,
"Zalimlerin, ne müşfik bir yakını, ne sözü dinlenir bir şefaatçisi
vardır" buyurarak, böyle bir itaati nefyetmiştir.
İkincisine de şöyle
diyerek cevap vermişlerdir: Harf-i tarifte aslolan, onun daha önce geçmiş
bilinen ve ma'hûd olan birisine ait olmasıdır. Bu ayette de, daha Önce geçmiş
ve mahûd olan kimseler bulunmaktadır, ki bunlar da, Allah'ın ayetlerine karşı
mücadele eden kâfirlerdir. O halde elif lâm'ın buna yönelik olması gerekir.
Ehl-i sünnet alimleri
onların üçüncü sözüne de şöyle diyerek cevap vermişlerdir: Cenâb-ı Hakk'ın,
buyruğunun, selbin umumîliğini (umümu's-selb) ifade etmesi muhtemel olduğu
gibi, (selbu'l-umûm) umumîliği selbetme manasına gelmesi de muhtemeldir.
Birinci durumda, "Zalimlerden herbiri hakkında, (istisnasız), onun ne
müşfik bir yakını, ne de şefaatçisi bulunmamakla hükmolunmuştur!" şeklinde
takdir edilmesine göredir.
İkinci durumda ise
mana, "Zalimlerin toplamı var ya, onlar için ne müşfik bir yakın, ne de
sözü dinlenir bir şefaatçi vardır!" şeklinde olur. Burada, hükmü, yekûn ve
toplamdan nefyetmekten, onu, bu yekûn ve toplamın fertlerinin herbirinden de
nefyetmek gerekmez. Söylediğimiz bu şeyi teyid eden
de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şu muhakkak ki, küfredenleri inzâr etsen de onlarca
bir, kendilerini inzÂr etmesen de.. İnanmazlar.."(Bakara,6) ayetidir.
Eğer biz,
"Kâfirler /nanmaz/ar'lfadesini, "Onlardan herbiri hakkında, iman
etmemekle hükmolunmuştur" manasına hemledersek, bu durumda, Allah
Teâlâ'nın sözüne aykırı bir halin olması, yalanın bulunmuş olması gerekir.
Çünkü, kâfirlerden pekçoğu, daha sonra iman etmişlerdir. Ama biz bunu,
"Onların bir kısmı iman etse ya da iman etmese de, işte bu kâfirlerin
yekûnu ve tamamı iman etmeyecek.." manasına hamledersek, o zaman mana
doğru ve yalan secibesinden de kurtulmuş olur. O halde biz, pek yerinde olarak,
bu sözü, selbu'l-umûma hamledip, umumu's-selbe hamletmedik. İşte, Cenâb-ı
Hakk'ın ayetinin de selbu'l-umûm
şeklinde anlaşılıp umûmu's-selb tarzında anlaşılmaması gerekir. O zaman da,
Mu'tezile'nin bu ayet ile istidlali düşer, sakıt olur. Bu konudaki sözün
tamamı, işte budur.
[72]
Ayetin önceki kısımla
münasebetine dairdir. Biz diyoruz ki; Allah Teâlâ bu ayet-j kerimede, korkuyu
gerektiren bütün sebepleri zikretmiştir:
1) O, bu
günü, "yakın gün" olarak isimlendirmiştir. Yani, "Büyük günaha
duçar olan kimse için, azabı yakın olan gün.." Çünkü, o günahın azabının
zamanı yaklaştığında, o, korkuların zirvesinde bulunur. Hatta denilmiştir ki,
korku ve yakınlık içinde gam ve kederleri beklemek, endişe ile beklemek o
cezanın bizzat kendisinden daha ağır ve büyüktür.
2) cümlesi olup, manası şudur: "Bu korku,
kalp göğüsten
sökülüp de, boğaza
yükselerek, oraya yapışıp, böylece de nefes almaya mani olacak bir raddeye
ulaşmıştır."
3) kelimesi
olup, "Kendilerindeki hüzün ve korku sebebiyle, konuşmaları ve o hüznü
dile getirmeleri mümkün değildir" demektir ki, bu da tam bir can sıkıntısı
ve huzursuzluğa sebebiyet verir.
4) cümlesi olup, onların kendilerine faydası
dokunacak bir yakınları; onlar lehine, sözü dinlenen ve böylece de şefaati
kabul edilen bir şefaatçinin olmadığını ifade eder.
5) cümlesi
olup, manası: "Allah Teâlâ ne göklerde ne de yerde, bir zerreden bile
habersiz olmayan bir afîmdir" demektir. Hüküm verecek olan zat, ilimde
işte böyle bir dereceye ulaştığında, suçlunun ondan korkusu da, son derece
fazla olur.
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Ayetteki haize kelimesi, ya, bakan kimselerin sıfatıdır; yahut
da, tıpkı afiye ism-i failinin masdarı olan muflfât manasında olması gibi,
masdar manasında bir ism-i faildir -ki bunun gayesi de şek ve şüphe içinde
olanların yaptığı gibi, bakışı helâl olmayan şeylere yöneltmektir tabirinden,
kalplerde saklı tutulan şeyler kastedilmiştir. Hasılı, fiiller, ef'âl-İ cevârih
(uzuvların
fiilleri) ve ef'âl-i kulûb (kalplerin fiilleri) diye ikiye ayrılır. Uzuvların
fiillerine gelince, bunların en saklı ve bilinmez olanı, gözlerin haince
bakışıdır. Bunları en iyi bilen, Allah'dır. Diğer işler hususundaki durumu ise
var sen düşün! Kalbin fiillerine gelince, Cenâb-ı Hakk'ın, İfadesinden dolayı,
bunlar, Allah'ça malumdur. Böylece bu, Allah Teâlâ'nın, insanların bütün
fiillerini biten bir zât olduğuna delâlet etmektedir:
6) "Allah, hak ve adaletle hükmeder.."
cümlesi olup, bu da, Allah'dan iyice korkmayı gerektiren bir husustur. Çünkü,
hâkimin, hüküm verecek zâtın, bütün halleri bilen ve gizli ve aşikâr her şey
hususunda ancak hak ve adaletle hükmeden birisi olduğu sabit olduğunda, o zaman
suçlunun korkusu da zirvede olur.
7) Kâfirler,
ilâhî cezayı kendilerinden
savuşturma hususunda, işte
bu putların şefaatine bel bağlayıp, Allah Teâlâ da, bunlarda kesinlikle
bir faydanın bulunmadığını beyan edince,
"O'nun dışında taptıkları şeyler ise, hiçbir şeye hükmedemezler"
buyurmuştur.
8) cümlesi
olup, "Allah, bu kâfirlerin, putlarını medhettiklerini duyuyor, fakat
onlardan kendisi hakkında herhangi bir övgünün sudur ettiğini duymuyor;
onların, o putlara boyun eğip onlara secde ettiklerini görüyor, fakat o
kâfirlerin, Allah'a boyun eğip, O'nun önünde eğildiklerini görmüyor."
demektir. Binâenaleyh, işte bu sekiz durum, suçu büyük olan bir günahkârda bir
arada bulununca, bu, korkusu açısından daha fazlasının düşünülmeyeceği bir
noktaya varır.
[73]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, kâfirleri ahiret azabıyla iyice korkutunca, bunun peşinden onları dünya
halleriyle de korkutmayı ifade eden beyanı getirmiş ve şöyle buyurmuş: "Onlar yeryüzünde
gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin
akıbetinin nasıl olduğuna baksınlar." Bu, "Akıllı insan, başkasından
ibret alandır. Çünkü geçmiş kâfirler, şimdiki kâfirlerden daha kuvvetli ve yeryüzünde
daha tesirli idiler.." demektir. Bu kuvvet ve tesirle, onların kaleleri,
köşkleri ve orduları kastedilmiştir. Binâenaleyh o eski kâfirler,
peygamberlerini yalanlayıp, onu dinlemeyince, Allah Teâlâ onları dünyada,
çeşitli helak vasıtaları ile peşin olarak cezalandırıp imha etmiştir. Şimdiki
kafirler de bu helakin izlerini-kalıntılarını görmekte, seyretmektedirler.
Bundan dolayı Allah Teâlâ onları, bu gibi ifadelerle, aynı şekilde hareket
etmekten sakındırmış ve onları yakaladığı zaman başlarına gelecek azab anında,
kendilerine yardım edecek ve o azabtan kurtaracak hiç kimseyi
bulamayacaklarını, "Onları Allah'ın (azabından) bir koruyan da
olmadı" beyanıyla anlatıp, sonra da, onlara gelecek azabın, peygamberleri
kabul etmeyip inkâr etmeleri sebebiyle olduğunu açıklamış, böylece Hz. Muhammed
(s.a.s)'in ümmetini de aynı şeyleri yapmaktan sakındırmış ve sözünü, iyice
sakındırsın ve korkutsun diye, "Çünkü O, herşeye kadirdir, azabı pek
çetindir" diyerek noktalamıştır. Allah en iyi bilendir.
Sadece İbn Âmir,
zamiri kâf'lı olarak "sizden üstün" şeklinde okurken, diğer kıraat
imamları hâ ile "onlardan"
şeklinde okumuşlardır. İbn Âmir'in bu kıraati, gâib (3. şahıstan) muhatab
sigasına geçiş olup, tıpkı, "Elhamdülillah! Rabbl'l-âlemîn"den sonra,
"sadece sana ibadet ederiz..." denilmesi gibidir. Bu muhatab sîgasına
geçişin güzel oluşunun izahı şöyle olur: Bu hitab Mekkelilere yönelik olup,
mevcut oldukları için, mevcudlara yapılmış bir hitap kabul edilir. Ayet, mana
bakımından, "Onlara, yeryüzünde size vermediğimiz İmkânları
verdik"(En'&m.G) ayeti gibidir. Diğer imamların, bu zamiri gâib
sigasıyla okuyuşu da, bunun, kendinden önceki gâib lafızlarına uygunluğundan
ötürü böyle okunmuştur.
[74]
"Biz Musa'yı
ayetlerimizle ve apaçık bir hüccetle Firavun'a, Hâmân'a ve
Karun'a gönderdik de (onlar ona), "Çok yalancı
bir sihirbaz" dediler. İşte o,
tarafımızdan
kendilerine hakkı getirince, "Onunla beraber iman edenlerin
oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın"
dediler. Kâfirlerin hilesi, boşa
çıkmaktan
başka (bir şeye mahkûm) değildir. Firavun, "Bırakın beni, Musa'yı
öldüreyim. (Varsın) Rabbine yalvarsm. Çünkü ben onun,
dininizi
değiştirmesinden, yahut yeryüzünde iesad
çıkarmasından korkuyorum" dedi.
Musa
da, "Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim ve sizin
Rabbiniz olan (Allah'a) sığındım" dedi"[75]
(Mü'min, 23-27).
Bil ki Allah Teâlâ
peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'i, önceki peygamberleri yalanlayan o kâfirleri
dile getirmek ve onların uğradıkları akıbete bakıp ibret almasını
emredince, yine Hz. Musa (a.s)'dan bahsedip onu
Firavun, Hâmân ve Karun'a peygamber olarak gönderip, bunca kuvvetli
mucizelerine rağmen, onların onu yalanlayıp, hak karşısında diretip, "Bu,
yalana bir sihirbazdır" dediklerini nakletmek suretiyle onu teselli
etmiştir.
[76]
Bil ki Hz. Musa (a.s)
bunlara, açık mucizeleri ve nübüvvetini getirince ki bu, "O,
tarafımızdan
kendilerine hakkı getirince.." ayetiyie kastedilen durumdur, onlardan
sâdır olan şu câhilce işleri nakletmiştir:
[77]
1) Onlar,
Hz. Musa (a.s)'yı yalancı bir sihirbaz olarak tavsif etmişlerdir. Bu, son
derece uzak bir iddiadır. Çünkü o mucizeler, her akl-ı setîm sahibinin sihir
olmadığını kesin olarak anlayacağı bir biçimde kuvvetli ve açık idi.
[78]
2) Onlar,
"Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün. Kadınlarını sağ bırakın
" demişlerdir. Doğrusu, bu öldürme işinin, Hz. Musa (a.s)'nın doğumu
sırasında meydana gelen öldürmeden (çocuk katliamından) başka bir öldürme olmasıdır.
Çünkü o vakit müneccimler Firavuna ona galip gelecek bir düşmanının doğduğunu
haber verdiler. Böylece o, işte yahûdilerin o zamanki bütün erkek çocuklarını
öldürme emri verdi. Fakat bu vakitte, Musa (a.s) ona gelmiş ve apaçık mucizeler
getirmişti. İşte bu sırada Firavun, Hz. Musa (a.s)'nın dini üzere büyüyüp,
böylece onun tarafını kuvvetlendirmesinler diye, Musa (a.s)'ya iman edenlerin
erkek çocuklarını Öldürme emrini vermiştir. Bu sebep, kızlarla değil erkeklerle
ilgili olup, bundan dolayı Firavun, erkek çocukların öldürülmesini emretmiştir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Kâfirlerin hilesi boşa çıkmaktan başka birşeye mahkûm değildir"
buyurmuştur. Bu, "Onların, Hz. Musa (a.s) ve mü'minlerine tuzak kurma
hususundaki bütün çabaları boşa çıkmıştır. Çünkü Allah Teâlâ'nın insanlar için,
kapılarını açıp gönderdiği rahmeti engelleyebilecek hiçbir kuvvet yoktur.
[79]
3) Bu
kâfirlerin, Musa (a.s)'ya karşı işledikleri ve Allah'ın naklettiği çirkin
fiillerinden üçüncüsü, Firavun'un "Bırakın beni,
Musa'yı öldüreyim. (Varsın)
Rabbine yalvarsm" demesidir. Bu söz, Firavun'un adamlarının,
Firavun'un Hz. Musa (a.s)'yı öldürmesine sanki manî olduğuna delâlet
etmektedir. Bu hususta şu iki ihtimal düşünülebilir:
a) Onlar, şu
sebeplerden ötürü, onun Hz. Musa (a.s)'yı öldürmesine manî olmuş olabilirler:
1) Belki de içlerinde,
içten içe Hz. Musa (a.s)'nın doğruluğuna inananlar vardı. Bundan dolayı,
Firavun'un Hz. Musa (a.s)'yı öldürmemesi için her türlü çareye başvurmuş ve
ellerinden geleni yapmışlardır.
2) Hasan
el-Basrî şöyle demiştir: "Firavun'un adamları (erkân-ı harbiyesi) ona,
"Musa'yı öldürme. Çünkü o, güçsüz bir sihirbazdır. Onun sihri ile sana
üstün gelmesi mümkün değildir. Binâenaleyh eğer onu öldürürsen, İnsanların
kafasına ve kalplerine bir şüphe sokmuş olursun ve böylece onlar, "Musa
haklı idi. Firavun ve taraftarları ona karşılık veremedikleri için onu
öldürdüler" derler."
3) Belki de onlar, Firavun'un aklı-fikri hep
Musa (problemiyle) meşgul olup, kendileriyle uğraşmaya zaman bulamasın diye,
Firavun'un Hz. Musa'yı öldürmemesi için, her çareye başvurmuşlardır. Çünkü,
meliklerinin kalbinin ve aklının, haricî bir düşmanla meşgul olup, kendilerinin
onun şerrinden emin kalmaları için, melikleri oyalama, ileri gelen devlet
adamlarının işidir.
b) Hiç
kimse, Firavun'u Hz. Musa (a.s)'yı öldürmekten ve onun onu öldürmeyi
istemesinden alıkoymamıştır. Fakat Firavun, Hz. Musa (a.s)'yı öldürdüğü
takdirde, kendisini bu işten engelleyecek mucizelerin zuhur etmesinden, böylece
de rezil-rüsvay olmaktan korkuyordu. Fakat işi gürültüye verip, böyle demiştir.
Bundan maksadı, "Ben taraftarlarının kalplerini kırmamak için onu
öldürmüyorum" manasıdır. Esas gayesi, Hz. Musa (a.s)'dan korktuğunu
kamufle etmektir.
Ayetteki,
"(Varsın) Rabbine yalvarsm" sözünü, Firavun istihza yollu söylemiş
olup, "Ben onu öldüreyim de, o da varıp Rabbine şikayet etsin. O da benim
elimden Musa'yı kurtarsın göreyim" demektir.
[80]
Ayetteki, "ÇünAü
ben onun dininizi değiştirmesinden, yahut yeryüzünde fesad çıkarmasından
korkuyorum" dedi" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır:
[81]
İbn Kesîr,
kelimesindeki yâ harfini; Nâfî, İbn Kesîr ve EbÛ Amr, deki yâ'yı, fetha ile zerûniye, inniye
şeklinde okumuşlardır. Yine Nâfî ve İbn Âmr, vâv ile şeklinde okuyup, bunu edatıyla atfetmemişlerdir. Bu kıraate göre,
dini değiştirme işi ile, fesat çıkarma işinin bir arada yapılacağı söylenmiş
olur. edatı ile bu işi birbirini atfedenlere göre, ayetin manası, onun bu iki
işten birisini yapacağı şeklinde olur. Fiil yâ'nın zammesi, hâ'nın kesresi ve
"fesâd" kelimesinin nasbi ile, müteaddî olarak, (izhar etmesinden, ortaya koymasından...)
şeklinde okunmuştur. Ama Hamza, Kisâî ve Âsım'ın râvisi Ebu Bekr, yâ'nın ve hâ'nın
fethası, fesâd kelimesinin ref'i ile, "yahut yeryüzünde fesadın ortaya
çıkmasından (korkuyorum)" şeklinde okumuşlardır.
Bunlardan birinci
kıraatin izahı şöyle yapılabilir: Tebdil (değiştirme) fiilinin faili Musa
(a.s)'dır. Söz, birlik arzetsin diye, ikinci fiilin faili de Hz. Musa (a.s)
olmuştur. İkinci kıraatin izahı da şöyledir: Söz, "Musa dini değiştirince,
yeryüzünde fesad çıkmış olur" manasında olur.
[82]
Bu sözün maksadı, Hz.
Musa (a.s)'yı öldürmeyi gerektiren sebebi ortaya koymaktır. Bu sebep de,
"Hz. Musa (a.s)'nın
varlığı ya dinin, ya
dünyanın fesada gitmesine sebeptir. Dinin fesadı şöyle olur: Firavun ve
adamları, doğru dinin, kendi dinleri olduğuna inanmışlardı ve dolayısıyla Musa
(a.s), onu ifsâd için uğraşınca, adeta, onların inancında, hak olan dini, Hz.
Musa (a.s) ifsada uğratmış oldu. Onun dünyayı ifsadı da, Hz. Musa (a.s)'nın
etrafında mutlaka bazı insanlar toplanacak, böylece bu iş birtakım
düşmanlıkların meydana gelmesine ve fitnenin eşelenmesine sebep olacak
olmasıdır. İnsanların, dinlerine olan sevgisi, mallarına olan sevgilerinden
daha fazla olunca, Firavun önce dini ileri sürmüş, "Onun dininizi
değiştirmesinden (korkuyorum)" demiş; sonra da dünyanın fesada uğramasını
ileri sürerek, "Yahut yeryüzünde fesad çıkarmasından korkuyorum"
demiştir.
[83]
Bil ki Allah Teâlâ,
Flravun'un bu sözünü nakledince, bundan sonra, Musa (a.s)1 nın sözünü nakledip,
"Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim ve sizin Rabbiniz olan
(Allah'a) sığındım" dediğini bildirmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele
vardır:
[84]
Nâfî, Ebû Bekr, Hamza
ve Klsâî, zâl'ı tâ'ya idğâm ederek okurlarken, diğer kıraat imamları idğamsız
olarak, 'uztü şeklinde okumuşlardır.
[85]
Bu, "Hz. Musa,
Flravun'un şerrini savuşturmak İçin, Allah'a sığınmaktan ve O'nun fazlına
güvenmekten başka
hiçbirşey
yapamamıştır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onu
her türlü beladan korumuş ve her türlü emniyeti ona nasip
etmiştir" demektir.
Bil ki Hz. Musa
(a.s)'nın bu sözü şu gibi incelikleri ihtiva eder:
Birinci İncelik:
Cümlenin başındaki Innî lafzı, te'kid ifade eder. Binâenaleyh bu ifade,
canlardan serleri ve afetleri defetmek için, nazar-ı dikkate alınacak en güçlü
yolun, Allah'a itimâd edip dayanmak ve O'nun korumasına güvenmek olduğunu
gösterir.
[86]
İkinci İncelik: Hz.
Musa (a.s), "Benim ve sizin Rabbiniz (olan Allah'a) sığındım"
demiştir. Binâenaleyh bir müslüman Kur'an okurken nasıl euzü besmele çekip
(Allah'a) sığınır, Allah Teâlâ da onun dinini (imanını) ve ihlasını, cin
şeytanlarının vesveselerinden korursa, aynen bunun gibi, insan şeytanlarından
(kötülerinden) birtakım belalar ve kötülükler kendisine yöneldiğinde bir
müslüman "Euzü billahi..." derse, Allah onu nertürlü afetlerden ve
korkularından korur, muhafaza eder.
Üçüncü İncelik: Hz.
Musa (a.s), "Benim ve sizin Rabbiniz (olan Allah)..." elemiştir ki
bu, "Kul, adetâ, "Beni eğitip büyüten, her türlü hayra nail eden,
belâlardan
koruyan ve bana sınırsız-sayısız nimetler
veren Hak Teâlâ'dır. Binâenaleyh Mevlam, sadece Allah olduğuna göre, her âfet
ve belayı savuşturmada, akıllıya düşen ve yakışan, ancak Allah'ın muhafazasına
güvenmektir" demektir.
[87]
Dördüncü İncelik:
Ayetteki, ifâdesinde, Hz. Musa (a.s)'nın kavmini, Allah'a sığınma hususunda,
onun yolunu izlemeye bir teşvik olup, bunun manası, "Temiz ve güçlü
ruhlar, aynı gaye üzerinde mutabık olduklarında, bunun tesiri cidden kuvvetli
olur" şeklinde olur ki, namazların cemaatla edâ edilmesindeki asıl sebep
de işte budur.
Beşinci İncelik: Hz.
Musa, bu bedduasında, Firavunu açıkça zikretmem iştir. Çünkü, bazı bakımlardan
onun, Hz. Musa (a.s) üzerinde, terbiye etmiş olması sebebiyle bir hakkı
bulunuyordu. İşte o hakkı gözettiği için, bizzat ve ismen, Flravun'dan
bahsetmemiştir.
Altıncı İncelik:
Firavun, her ne kadar bu fiili açıkça yapmış ise de, ancak ne var ki, Hz. Musa
(a.s)'nın, Flravun'un aleyhine bizatihi ismini anarak duada bulunmasında bir
fayda yoktur. Tam aksine uygun olanı, bu sıfatları taşıyan herkesin kötülüğünü
önleme hususunda, Allah'a sığınmak ve O'ndan yardım istemektir. Böylece, bu
sığınmanın şümulüne, düşmanlığını ister izhar etsin, isterse etmesin, düşman
olan herkes dahil olur.
[88]
Yedinci İncelik:
İnsanlara eziyyet etmeye yönelmeyi gerektiren şey, ikidir:
a) İnsanın kibirli ve katı kalpli olması.
b) Öldükten
sonra dirilme ile, Kıyameti inkâr edici olması... Çünkü, kibirli ve katı kalpli
kimseyi, yaratılışı bazan, insanlara eziyyet etmeye sevkedebilir. Ancak ne var
ki bu kimse, öldükten sonra dirilmeyi ve "hesabı" kabul eden birisi
olursa, onun hesap verme hususundaki korkusu, onun kibrinin muktezâsınca
hareket etmesine mani olur. Ama, bu kimse öldükten sonra dirilmeye ve Kıyamete
iman etmemiş bir kimse ise, onun yaratılışı, onu, insanlara eziyyet etmeye
yöneltici olduğu gibi, buna mani olan şey de, yani, "hesap verme ve sığaya
çekilme korkusu" da zail olmuş olur. Hesap vermeye ve sığaya çekilmeye
dair duyduğu o korku ve endişe de zail olunca, hiç şüphesiz katı kalpli olma ve
eziyyet verme İşi de tahakkuk etmiş olur.
Sekizinci İncelik:
Firavun, "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim.." deyince, istihza ederek,
"Musa, Rabbine dûa etsin bakalım!" demiş. Bunun üzerine de Musa,
"Ey Firavun, istihza ederek andığın o şey var ya, apaçık ve aşikâr olan
din olup, aydınlatıcı olan hakkın ta kendisidir. Ben Rabbime duâ edip, O'ndan
senin şerrini benden defetmesini isteyeceğim. Ve sen, benim Rabbimin, seni
nasıl kahredeceğini ve beni sana, nasıl hükümran kılacağını göreceksin.."
demiştir.
Bil ki, aklı ve zekâsı
bu incelikleri kuşatan herkes, düşmanların tuzaklarını
savuşturmada, hilelerini geçersiz hale getirmede en
uygun ve en doğru olan yolun, Allah'a sığınmak ve O'nun korumasına başvurmak
olduğunu anlar. Allah en iyisini
bilendir.
[89]
"Firavun
ailesinden olup, imanını gizlemekte olan bir mü'min, (şöyle) dedi:
"Siz, bir adamı, "Rabbim Allah'dır"
demesi sebebiyle Öldürür müsünüz?
Halbuki
o, size, Habbinizden apaçık mucizeler de getirmiştir. Bununla beraber
eğer o, bir yalancı ise, yalanı kendisine. Eğer doğru
söylüyor ise, sizi tehdit
edegeldiği o şeylerin
bir kısmı olsun, gelir sizi bulur. (Size isabet eder)..
Şüphesiz Allah, haddi aşan, çok yalancı olan kimseyi
muvaffak etmez"
(Mü'min, 28).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Musa (a.s)'nın, Firavunun kötülüğü ve şerrini savuşturma hususunda,
kendisine sığınmaktan başka birşey yapmadığını nakledince, Hz. Musa (a.s)'dan
başka bir kimseyi, bu konuda (yardımcı olarak) bahsedip lütfettiğini, böylece
de, en güzel bir biçimde, Hz. Musa (a.s)'yı müdafaa edip, o fitneyi yatıştırma
hususunda çaba sarfettiğini ve o şerri bertaraf etme hususunda gayret
gösterdiğini beyân buyurmuştur.
[90]
Allah kendisine rahmet
etsin, bu kitabın müellifi, ben Razî, şöyle der(im): "Andolsun ki ben,
kendi hallerim ve durumlarım hakkında, "Her ne zaman bir beşerin kötülüğü
bana yönelse ve beni gelip bulmak istese de, ben de ona ilişmeyip, bu işi
Allah'a havale etmekle yetinsem, Allah (c.c)'ın bu kötülüğü savuşturma
hususunda ellerinden gelen gayreti sarfeden ve benim kendilerini hiç
tanımadığım birtakım kimseler bahşettiğini" görmüş ve tecrübe etmişimdir.
Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[91]
Alimler, Firavun'un
hanedanından olan o şahsın kim
olduğu hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak
bunun, Firavunun
amcasının oğlu olup, onun adına
hareket
etme yetkisine sahip olduğu ve emniyyet teşkilâtı
başkanının yetkilerini
deruhte ettiği ileri sürüldüğü gibi, onun akrabasından olmayıp
Firavun Kavminden bir kıbtî olduğu da ileri
sürülmüştür. Yine bunun, jsrailoğullarından birisi olduğu da ifade edilmiştir,
ama, birinci görüş doğruya daha yakındır. Çünkü, (âl) kelimesi akraba ve
aşiret, kabile manalarına gelmektedir. Nitekim Cenâb-t Hak da, "Lût'un
ailesi müstesna. Onları bir seher vakti kurtardık" (Kamer, 34)
buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in de, "Sıddîkler üçtür: Yâ-sîn
ailesinden olup, mü'min olan Habibu'n-Neccâr; Siz adamı, sırf "Rabbim
Allah'tır" demesi sebebiyle mi öldürürsünüz?" diyen, Firavun
ailesinden mü'min olan kişi; üçüncüsü de, Ali İbn Ebî Tâlib'tir ki, bu onların
en üstünüdür" dediği rivayet edilmiştir.
Cafer İbn Muhammedin
de, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ebû Bekir, Firavun
ailesinden olup da
iman eden o kimseden daha hayırlıdır. Çünkü o, imanını gizlemiş; Ebû Bekir ise
izhâr etmiştir. Zira o, "Siz adamı, sırf "Rabbim Allah'tır"
demesi sebebiyle mi öldürürsünüz!" demiştir. Binâenaleyh bu kimse, (ayetin
gösterdiği gibi), imanını gizlemiş de, bu bir sır olmuş olur; Hz. Ebû Bekir'in
iman edişi ise açıktan açığa iman etmek olmuş olur.
[92]
ifâdesindeki mln
harf-i cerrinin, ayetteki, lafzına taalluk etmesi; buna göre mana, "O
mü'min kimse,
Firavunun ailesinden bir şahıs idi"
şeklinde olması mümkün olabileceği gibi, yektümu fiiline taalluk etmesi ve
mânanın: "İmanını Firavundan gizleyen mü'min birisi... dedi" şeklinde
olması da mümkündür. Bu ikinci ihtimalin caiz olmadığı, zira Arapça'da,
denilmediği; ancak, "Bunu ondan gizledim.." denildiği; nitekim
Cenâb-ı Hakk'ın da, "Allah'dan bir sözü gizlememiş..."(Nisa.42)
buyurduğu ileri sürülmüştür.
[93]
kelimesini, kıraat
imamlarının ekserisi cîm'in dammesiyle recûl şeklinde okurken, tıpkı
ı'yardım, kuvvet, destek"
kelimesinin, 'adıd diye telaffuz edilmesi gibi, cim'ln kesresi ile, recll şeklinde
de okunmuştur.
[94]
Cenâb-ı Hak,
"istifhâm-ı inkâr?" üslubuyla, "Siz adamı, sırf "Rabbim
Allah'dır" demesi sebebiyle mi öldürürsünüz?" buyurmuş ve bu ifadede,
"istifhâm-ı inkârTnin
getirilmesinin
yerinde ve güzel olduğuna delâlet eden şeyi de zikretmiştir. Çünkü Hz. Musa
(a.s), "Rabbim Allah'tır" deyip, bu hususta deliller getirmekten
başka bir şey yapmamıştır. Bu (söz ve hareket tarzı) ise, Öldürmeyi asla
gerektirmez. Ayetteki, "Halbuki o, size, Rabbinizden apaçık mucizeler de
getirmiştir" cümlesi hakkında şu iki izah yapılabilir:
a)
"Rabbim Allah'dır.." cümlesi, Allah'ın birliğine; "Halbuki o,
size ... apaçık mucizeler de getirmiştir" cümlesi de O'nun birliğine
delâlet eden delillere bir işarettir ki, bu deliller de, Hz. Musa (a.s)'mn,
Tâhâ Sûresi'ndeki, "Bizim Rabbimiz her bir şeye hilkatini veren, sonra da
ona hayatını devam ettirmek imkânları verendir" (TâM, 50) sözleri ile,
Şuarâ Sûresi'ndeki, "Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan şeylerin
Rabbidir. Eğer hakikati yaktnen bilmeye ehil kimselerseniz.." (Şuara, 24)
sözüdür.
[95]
Daha sonra, bu mü'min
zat, Hz. Musa (a.s)'yı öldürmeye teşebbüs etmenin caiz olmadığına dair bir
hüccet öne sürmüştür ki, bu da, meseleyi taksime tabi tutmak suretiyle ifade
etmektir. İşte bu sebeple bu zât, "Eğer bu adam (yani, Musa), yalan
söylüyorsa, onun yalanının günahı ve sorumluluğu kendisinedir. Binâenaleyh,
onun yakasını bırakınız. Yok eğer, doğru söylüyor ise, sizi uyarageldiği o
şeylerin bazısı, sizi mutlaka bulacaktır) Böylece, her iki durumda da, evlâ
olan hareket tarzının, onu öldürmemek olduğu sabit olmuş olur" demiştir.
[96]
İmdi, eğer "Bu
delil hakkında, şu iki açıdan soru yöneltilebilir:
a) Onun,
"Eğer o, bir yalana ise, yalanı kendisinedir" sözünün manası,
"Onun yalan söylemesinin zararı, onunla sınırlıdır. Bu, başkasına
dokunmaz.." şeklindedir. Halbuki bu söz, şu bakımlardan yanlıştır:
1) Biz, onun
yalan söylemesinin farzedilmesi halinde, onun yalanının zararının onunla
sınırlı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü o, insanları, bâtıl olan o dine davet
eder; dolayısıyla, çağırılan insanlardan herhangi bir grup onun sözüne aldanır,
böylece de onlar, bâtıl bir yola girmiş ve bozuk bir inancı benimsemiş olurlar.
Daha sonra da, bunlarla başkaları arasında şiddetli düşmanlıklar meydana
gelir... Böylece, onun yalancı olduğunun farzedilmesi halinde, onun yalanının
zararının, kendisiyle sınırlı olmadığı, tam aksine başkalarına sirayet edeceği
sabit olmuş olur. İşte bundan dolayı alimler, insanları dinsizliğe davet eden
kişinin öldürülmesinin vacib olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
2) Eğer bu
söz, onun için bir delil olursa, her yalancının, böylesi bir yol tutması mümkün
olur. Böylece de, bütün zındıklar ve bâtılı savunanlar, kendi bâtıl dinlerini
anlatma ve ortaya koyma imkânı bulurlar.
3) Hz. Musa
(a.s)'nın peygamberliğini kabul etmeyen o kâfirlerin, bu tutumlarının
yadırganmasının caiz olmaması gerekir. Çünkü, eğer bu inkarcı, inkâr ettiği bu
şey hususunda yalancı ise, (aynen Hz. Musa (a.s) hakkında olduğu gibi),
yalanının günahı kendisinedir. Yok eğer
doğru ise, o zaman
sizler, onun doğruluğundan yararlanabilirsiniz... Böylece,
bu usûlün, zıddını tasvip etmeyi gerektirdiği sabit olmuş olur. Halbuki,
varlığı, yokluğuna ('ademine) götüren şey ise, bâtıldır."
b)
Bu kimseye düşen, "Eğer bu, doğru
söylüyorsa, size, sizi tehdit edegeldiği şeylerin hepsi isabet eder.."
demesi idi.. Çünkü, yaptıkları tehditlerinin bir kısmında isabet edip bir
kısmında yandan kimseler, kâhinler ve müneccimlerdir. Ama, sadece vahye
müstenit olarak konuşan doğru sözlü peygambere gelince, onun, söylediği her şey
hususunda sâdık ve doğru olması gerekir. Böylece bu kimsenin, "Sizi tehdit
edegeldiği şeylerin birkısmı size isabet eder.." biçimindeki sözü buraya
uygun düşmez.
[97]
Sorulardan
birincisinin üç şıkkına birden, aynı şekilde cevap verilir: Bu da, kelamın
takdirinin şöyle olmasıdır: "Onun şerrini
savuşturma hususunda, sizin onu öldürmeye ihtiyacınız yoktur. Tam aksine size,
onu, bu görüşünü ortaya koymaktan men etmeniz, kâfidir!.. Hem sonra siz onu
niye öldüreceksiniz ki?! Çünkü, o eğer yalancı ise, bu durumda onun yalanının
zararı, sadece kendisine dokunur. Yok eğer sâdık ise, o zaman da ondan
yararlanırsınız. Hülasa, bu taksimatın maksadı, onu Öldürmeye gerek olmadığını,
tam aksine, onların, bundan vazgeçip, onu, dinini izhâr etmekten men
etmelerinin yeterli olacağını beyân etmektir. İşte, verdiğimiz bu cevapla, bu
üç şık da cevaplanmış olur.
[98]
İkinci soruya, yani,
ona düşenin "Sizi tehdit edegeldiği şeylerin tamamı size isabet
eder.." demesi olduğunun söylenmesine" gelince, buna da şu
bakımlardan cevap verebiliriz:
1) Bu istidlalin medarı, insaf prensibini ortaya
koyma ve çekişmeyi tarKeVme esasıdır. Çünkü bu sözün maksadı şudur: "Eğer
o yalancı ise, onun yalanının zararı, kendisiyle sınırlıdır. Yok eğer doğru
ise, sizi tehdit edegeldiği şeylerin, en azından bazıları sizi gelip
bulacaktır." Eğer bu sözün maksadı bu ise, bu doğru olup, bunun bir
benzeri de, "Her halde ya biz, ya siz mutlak bir hidayet üzerindeyiz.
Yahut apaçık bir sapıklıkta.." (Sete, 24) ayetidir.
2) Hz. Musa (a.s), onları, hem dünya hem ahiret
azabı İle tehdit ediyordu. Binâenaleyh, dünyada onlara, dünya azabı gelip
çattığında, bu demektir ki, Hz. Musa (a.s)'nm onları tehdit edegeldiği azabın
bir ktsmı, yani dünyevî olan kısmı, onları gelmiş bulmuştur.
3) Ebû
Ubeyde'nin, ba'z kelimesinin
kült "bütün, hepsi"
manasında kullanılmasının caiz olduğunu söylediği ve Lebîd'in,
"Artık hoşnut olmadığımda ya da, bütün canları, ölümleriyle (el-himâm)
irtibatlı (ve ona raptolunmuş, yatıyorken adetâ ölü) olduklarında, böylesi
yerleri terket ey gönül" beytiyle istidlal ettiği nakledilmiştir. Ama,
ulemânın ekserisi, bunun hata olduğunu ve Lebîd'in, ifadesiyle kendisini
kastettiğini söylemişlerdir. Allah en iyisini bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu mü'min kimsenin Hz. Musa (a.s)'ya eziyet etmenin caiz olmayacağı
hususunda üçüncü bir cümlesini de naklederek, "Şüphesiz Allah, haddi aşan
çok yalancı olan kimseyi muvaffak etmez" buyurmuştur. Bu delili şu şekilde
izah ederiz: Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'yı bu açık mucizeleri getirmeye
muvaffak etmiş ve bunları ona nasip etmiştir. Allah'ın böylesi mucizeler
verdiği bir kimse, yalancı bir müsrif olamaz. Dolayısıyla bu durum, Hz. Musa
(a.s)'nın yalancılardan olmadığına delâlet eder. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın bu
buyruğu, rumuz ve ta'riz (çıtlatma) yoluyla, Hz. Musa (a.s)'mn şanının
yüceliğine bir işaret olur. Yine bununla, Firavunun, Hz. Musa (a.s)'yı öldürme
azmi hususunda bir müsrif (haddi aşmış), uluhiyyet iddiası hususunda bir
yalancı olduğu, Allah Teâlâ'nın ise bu durumdaki birisini umduğuna
ulaştırmayıp, aksine işini boşa çıkarıp, berheva edeceği manası da kastedilmiş
olabilir.
[99]
"Ey kavmim, bugün
bu yerde siz galipler olarak, mülk sizindir. Fakat Allah'ın
azâbı-belâsı bize gelip çatarsa, kim bize yardım
eder?" Firavun dedi ki: "Ben
size
ancak uygun gördüğümü ve kendi görüşümü bildiriyorum. Size, doğru
yolun hilafını da göstermiyorum." Mü'min o zat da
dedi ki: "Ey kavmim,
gerçekten ben o sürü
sürü fırkaların birleştiği gündeki gibi bir durumun, Nuh
kavminin, Âd'm, Semûd'un ve daha sonrakilerin hali
gibi bir durumun sizin
de başınıza
gelmesinden korkuyorum. Yoksa Allah kulları için zulüm dilemez.
Ey kavmim, doğrusu ben size karşı o bağnşıp-çağnşma
gününden
korkmaktayım. (O gün, hesap yerini)
arkanızda bırakıp, cehenneme
döneceğiniz gündür.
(O gün sizi) Allah'ın azabından kurtaracak hiçbirşey
yoktur. Allah kimi şaşırtırsa, onun yolunu
doğrultabilecek birisi de yoktur"
(Mü'min, 29-33).
Bil ki Flravun'un
hanedanından olup da inanmış olan bu kimse, Hz. Musa (a.s)'yı öldürmeye
yeltenmenin caiz olmayacağı hususunda çeşitli deliller getirince, onları bu
hususta, Allah'ın azabını hatırlatmak suretiyle çekindirerek, "Ey kavmim,
bugün bu yerde, siz galipler olarak, mülk sizindir" demiştir ki bu,
"Siz insanlara hâkim olup, onları ezip geçtiniz. Binâenaleyh
işinizi-hâkimiyetinizi kendi aleyhinize döndürerek bozmayın ve Allah'ın
gücüne-azabına karşı çıkmayın. Çünkü sizin O'na karsı çıkma gücünüz yok"
manasınadır. Bu mü'min, "bize" ifadesini kullanmıştır. Çünkü
kendisinin onlardan olduğunu ve onlara nasihat edenin, bu hususta onlarla aynı
durumda olan birisi olduğunu belirtmek istiyordu. O bunu söyleyince, Firavun,
yani "Ben size, anlattığım fitne konusunu halletmek için onun öldürülmesi
gerektiği görüşünden başka bir görüşü belirtmiyorum. Bu görüşümle sizi, ancak
doğru ve uygun yola sevkediyorum" demiştir.
[100]
Cenâb-ı Allah, o
mü'min zâtın, Firavun'un bu görüşünü kabul etmeyip, "Gerçekten ben, o sürü
sürü fırkaların birleştiği gündeki gibi bir durumun sizin başınıza gelmesinden
korkuyorum" dediğini bildirmiştir. Bil ki Allah Teâlâ bu mü'minin, mü'min
olduğunu gizlediğini anlatmıştır. İmanını gizleyen kimse Firavuna karşı nasıl
böyle konuşabilir? İşte bu sebepten ötürü, bu hususta şöyle iki görüş ileri
sürülmüştür:
a) Firavun, "Bırakın beni, Musa'yı
öldüreyim" deyince, bu mü'min zat, Hz. Musa'nın dini üzere olduğunu
belirtmeden, aksine Firavun'un yanında, onun dini üzere olduğu zannını
uyandırmıştır. Ancak uygun planın,
Hz. Musa (a.s)'yı öldürmemeyi
gerektirdiğini, çünkü ondan sâdır olan işin, sadece Allah'a davet etmek ve buna
deliller getirmek olduğunu, bunun ise, onu öldürmeyi gerektirmeyeceğini ve onu
Öldürmeye yeltenmenin, insanların dillerinde (aralarında), çok çirkin
kelimelerle anılmaya sebep olacağını, hatta onun şimdilik öldürülmemesinin daha
uygun olacağını, yapılacak işin, onun dinini yaymasına manî olmak olduğunu,
çünkü bu durumda eğer o yalancı ise, yalanının mesuliyetinin kendisine
olacağını, eğer doğru ise, bazt bakımlardan ondan istifâde edilebileceğini
iddia edip, bu hususu, "Şüphesiz Allah haddi aşan, çok yalana olan kimseyi
muvaffak etmez" ifadesiyle te'kid etmiştir. Bu, "Eğer o, kadir ve
hakim bir ilahın olduğu iddiasında doğru ise, o Allah, müsrif (haddi aşan) ve
çok yalancı olanı muvaffak etmez" demektir. O zat, bu ifadesiyle,
Firavun'a, Hz. Musa (a.s)'yı kastettiği vehmini verdi, ama aslında bu
"haddi aşan-çok yalancı olan" ifadesiyle Firavun'un kendisini
kastetmiştir. Çünkü aslında "müsrif" ve "kezzflb" olan
Firavundur.
b)
Firavun'un hanedanından mü'min olan bu zat, imanını önce gizlemişti. Ama
Firavun'un, "Bırakın beni, Musa'yı öldüreyim" deyince, artık
gizlemeyi bırakıp, kendisinin Musa (a.s)'nın dini üzere olduğunu açıklayıp,
Firavun'a doğru olanı bizzat anlatmaya çalışmıştı.
Bil ki Allah Teâlâ bu
mü'minin Firavun'a şöyle birtakım sözler söylediğini
nakletmiştir:
1) "Ey
kavmim, gerçekten ben o sürü sürü fırkaların birleştiği yöndeki gibi bir
durumun başınıza gelmesinden korkuyorum" sözü.. Bu, "Onların başına
gelen kötü günler gibi günlerin sizin de başınıza gelmesinden korkarım"
demek olup, fakat Cenâb-ı Hak, yevm (gün) kelimesini, "ahzflb"a
(fırkalara) muzaf kılıp, ahzabı da, Nûh, Âd ve Semûd kavimleri olarak
açıklayınca, her gurubun belâ hususunda, belli bir günü olduğu ortaya çıkmış
oldu. Dolayısıyla da bir karışıklık olmadığı için, cemî kelime (eyyam-günler)
yerine, müfred "yevm" kelimesiyle yetindi. Daha sonra bu ifadeyi,
"Nûh kavminin, Âd'm, Semûd'un ve daha sonrakilerin hali gibi..."
ifadesiyle açıkladı. Onların hâli ise, küfür, yalanlama ve diğer türlü isyanlar
açısından, bunların amellerinin dûnundadır (altındadır). Binâenaleyh bu,
onların hiç bırakmadıkları, devamlı jDİan bir adetleri olmuş olur. O halde
burada, mahzûf bir muzaf var. Cenâb-ı Hak bu ifade ile, "Onlann halinin
cezası gibi bir cezanın..."
manasını
kastetmiştir. Velhasıl Allah onları bu dünyada peşin (hemen gelecek) bir helak
ile, daha sonra da âhiret helâkiyle korkutmuştur. Bu âhiret helaki, "Allah
kimi şaşırtırsa, onun yolunu doğrultabilecek birisi de yoktur" beyanıyla
anlatmıştır. Bu cümlenin maksadı, âhiret azabına dikkat çekmektir.
2)
"Allah kutlan için zulüm dilemez"
sözü... Bu, "o ahzâbı (fırkaları) helak, adaletin tâ
kendisidir. Çünkü onlar,
peygamberleri yalanladıkları için
bunu haketmişlerdir. Aynı şey, burada da söz konusudur. Öyleyse bu
hükmün (neticenin), burada da tahakkuk etmesi gerekir" demektir.
[101]
Mu'tezile,
"Ayetteki bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, kullarının bir kısmına zulmetmeyi
istemediğini gösterir. Dolayısıyla bu, kullarından hiçbiri için zulmetmek
istemediğine delâlet eder. Dolayısıyla, eğer kullarda inkârı yaratıp, sonra da
bu inkârdan dolayı onlara azabetmiş olsaydı, şüphesiz zulmetmiş olurdu. Cenâb-ı
Allah'ın, kesinlikle zulmetmek istemediği sabit olduğuna göre, kullarının
fiillerinin yaratıcısı olmadığı sabit olur. Çünkü eğer O, kullarının fiillerini
yaratmış olsaydı, mutlaka onları irâde etmiş de olur ve O'nun zulüm
yapabileceği de sabit olurdu. Çünkü eğer o zulme kadir olmasaydı, zulüm
yapmadığı için, övünemezdi" demiştir. Mu'tezile'nin bu istidlalini,
tefsirimizde cevaplarıyla birlikte defalarca anlattık. Binâenaleyh tekrar
etmenin anlamı yok.
3)
"Ey kavmim, doğrusu,
ben size karşı o bağrışıp çağrışma gününden korkmaktayım" sözü...
Bu tabir ile ilgili birkaç mesele vardır:
[102]
"Tenâd", nida masdarından, vezninde bir
kelimedir. Arapça'da "Kavın, birbirlerine seslendiler"
manasında,
denilir. Aslolan, bu kelimenin yâ'lı
okunmasıdır. Fasıladan ötürü yâ'nın hazfi de güzel ve
yerinde olup, bunu (Mümin, 15) ayetinin tefsirinde
anlatmıştık. Müfessirler,
Tenâd günü"nün,
Kıyamet günü olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Kıyamet
gününün, böyle adlandırılışının sebebi hususunda şu
izahlar yapılmıştır:
a)
Cehennemlikler, cennetliklere; cennetlikler de cehennemliklere, Allah Teâlâ'nın
A'raf SÛresi'nde, "Ashâb-ı cehennem ashâb-ı cennete, seslendiler ..."
(A'râtso); ve "Ashab-ı cennet, ashab-t cehenneme seslendiler ki..."
(Araf, 44) ayetlerinde de anlattığı gibi, seslenirler.
b)Zeccftc,
"bunun sebebinin, "Biz her insanı, imamı (önderi) ile birlikte
çağırırız" (tart, 7i) ayetinde bahsedilen durum olması da uzak bir ihtimal
değildir" der.
c) Zalimler,
biribirierine helaki, yok olmayı diler ve "Yft veylenA"
"yazıklar olsun bize, yandık bittik" derler.
d) İnsanlar bu günde mahşere nida olunur,
çağrılırlar.
e) Mü'min, "işte kitabımı okuyun"
(Hakka, 19) diye nida ederken, kâfir, "Keşke kitabım (amel defterim) elime
verilmeseydi" {Hatta, 25> der.
f) O gün
zâlimlere lanet olunur.
g) O gün
ölüm, güzel bir koç şeklinde getirilir, kurban edilir. "Ey mahşer halkı,
artık bundan sonra ölüm yok" diye nida edilir. Böylece bu, cennetliklerin
sevincini, cehennemliklerin hüznünü artırır.
h) Ebû Ali
el-Farisî şöyle der: "Tenâdî", tenâd masdarından müştak olup,
"Falanca kaçtı" manasındaki sözüne dayanır." Ibn Abbas'ın
kıraati bu şekilde olup, o bunu bu şekilde açıklayarak, "Onlar Kıyamet
günü, develerin kaçıştığı gibi kaçışırlar" demiştir. Bu kıraatin
doğruluğuna, hem "O gün kişi, kardeşinden ... kaçar" (Abese. 34-35)
ayeti, hem de bu ayetteki, "(Ogün hesap yerini) arkanızda bırakıp, cehenneme
döneceğiniz (kaçacağınız) gündür" ifadesi delâlet eder. Çünkü onlar,
cehennemin dehşetli sesini duyduklarında kaçarlar ve her kaçtıkları yerde, saf
saf meleklerle yüzyüze gelirler. Böylece yerlerine geri dönerler.
[103]
Ayetteki
"yevm" (gün) ifadesi şu İki sebepten Ötürü mansub kılınmıştır:
a) Bu
kelime, "korkarım" fiilinin zarfıdır. Buna göre o mü'min zat, iman
etmezlerse, o günde başlarına gelecek azabtan dolayı endişesini belirt mi
iştir.
b) Kelâmın
takdiri, "Ben sizin için, o bağrışıp-çağnşma gününün azabından
korkuyorum" şeklindedir. Buna göre yevm (gün) kelimesi, mef'ûl-ü fih
olarak, mefûl-ü bih olarak mansub olur. Çünkü "yevm" kelimesi, mahzûf
olan muzaafının (yani azap kelimesinin) iğrabını almıştır.
[104]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O gün (hesap yerini) arkanızda bırakıp kaçacağınız gündür"
buyurmuştur. Bu, bir önceki "gün"den bedeldir. Katflde buna,
"Hesap gününün durağından, cehenneme döndüğünüz gün" manasını
verirken, Mücâhİd, "Gücünüz yetmediği halde, cehennemden kaçmaya
çalıştığınız gün.." manasını vermiştir.
O mü'min zat, daha
sonra bu tehdidi te'kid edip, "O gün sizi Allah'ın azabından kurtaracak
hiçbirşey yoktur" demiş, sonra dalâletlerinin kuvveti ile cehaletlerinin
fazlalığına dikkat çekmek üzere, "Allah kimi şaşırtırsa, onun yolunu
doğrultabilecek birisi de yoktur" buyurmuştur.
[105]
"Andolsun daha
evvel, Yusuf da size apaçık burhanlar getirmişti. O vakit de
onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip
durmuştunuz. Hatta o vefat
edince de dediniz ki:
"Bundan sonra Allah asla bir peygamber göndermez."
işte Allah o haddi aşan şüpheci kimseleri böyle
şaşırtır. Onlar, hiçbir delil
olmadığı halde
Allah'ın ayetleri hakkında mücâdele edenlerdir. Gerek Allah
katında, gerek iman edenler katında buna buğz büyük
olmuştur. Allah,
büyüklük taslayan her
zorbanın kalbini işte böyle mühürler"
(Mü'min, 34-35).
Bil ki Firavun
hanedanından iman eden o zat, "Allah kimi şaşırtırsa onun yolunu
doğrultabilecek birisi de yoktur" deyince, bu hususa şu misali
getirmiştir: Hz. Yusuf (a.s), onlara apaçık deliller getirdiği zaman, onlar şek
ve şüphelerinde ısrar edip, o delillerden yararlanmadılar. İşte bu durumda,
Allah'ın saptırdığı kimseler için, hiçbir hidâyetçi olmadığına delâlet
etmektedir. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:
[106]
Bu ayette
bahsedilenin, Hz. Yusuf b. Ya'kûb (a.s) olduğu söylenmiştir. Keşşaf sahibi,
bunun, Yusuf b. Efrâyim b.
Yusuf b. Ya'kûb
olduğunu, bu Yusuf'un onlar içinde yirmi
küsur
sene kaldığını nakletmiştir. Yine Hz. Musa (a.s)
zamanındaki Firavunun, Hz. Yusuf (a.s) zamanındaki Firavun olup, Hz.
Musa (a.s)
zamanına kadar yaşamış olduğu ileri
sürüldüğü gibi, bunun diğer bir Firavun olduğu
da söylenmiştir. Her ne olursa olsun, bütün bunlardan bahsedilen, tek
şey olup, o
da Yusuf (a.s)'un, kavmine apaçık
deliller getirmiş olmasıdır. Bu "deliller" İle ne
murad edildiği hususundada şu iki görüş ileri
sürülmüştür:
a) Bu
deliller, onun, ''Darmadağınık birçok düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa
hepsine ve her şeye galib ve kahhâr olan bir tek Allah mı?" (Yusuf, 39)
şeklindeki sözüdür.
b) Bununla,
mucizeler kastedilmiştir. Bu görüş daha uygundur. Daha sonra onlar, Yusuf
(a.s)'un peygamberliği hususunda şüphe etmeye devam edip, bu delil ve
burhanlardan kesinlikle yararlanmadılar. O ölünce, onlar, "Bundan sonra
Allah asla bir peygamber göndermez" demişlerdir. Onlar bu hükme
(neticeye), bir delile dayanarak değil, arzu ve temennilerine göre varmışlar,
hatta bunu, bundan sonra gelen peygamberleri yalanlama hususunda bir esas
olarak söylemişlerdir. Onların bu sözlerinde, Hz. Yusuf (a.s)'un
peygamberliğini kabul yatmamaktadır. Çünkü onlar onun peygamberliği hususunda
şüphe etmiş ve onu kabul etmemişlerdir. Bu, Hz. Yusuf'un peygamberliğini
yalanlamanın yanı sıra, ondan sonra gelecek peygamberlerin peygamberliğini de
yalanlamadır.
Bu zat daha sonra,
"Allah o haddi aşan şüpheci kimseleri böyle şaşırtır" demiştir. Bu,
"Böylesi sapıklıkta olduğu gibi, Allah, isyanda ileri giden, dinde şüpheye
düşen herkesi saptırır" demektir. Ka'bî, "Bu ayet,
Kaderiyye (Mu'tezile) için bir delildir. Çünkü Allah
Teâlâ onların inkârlarını beyan etmiş; sonra da kendisinin, müsrif ve mürtâb
(haddi aşan ve şüpheci) oldukları için onları saptırdığını açıklamıştır.
Böylece kul dinden sapmadığı müddetçe, Allah'ın onu saptırmayacağı sabit
olur" demiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, onların niçin bu şüphe ve haddi aşmanın içinde kalakaldıklarını beyan
buyurarak, "Onlar, hiçbir delil olmadığı halde Allah 'm ayetleri hakkında
mücâdele edenlerdir" demiştir. Bu, "Delilsiz olarak, yani ya sırf
taklide binâen, yahut da değersiz şüphelere binâen mücâdele edenlerdir"
demektir.
[107]
Allah Teâlâ,
"Buna buğz büyük olmuştur" buyurmuştur. "Makt", kişinin
yaşadığı toplum içerisinde, ileri bir dereceye ulaşmasından sonra Allah'ın
gazabına uğrayıp, Allah'ın onu rezil ve rüsvay edip tökezletmesidir." Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[108]
Cenâb-ı Makk'ın, bu
kimselerin delilsiz olarak münakaşa ve mücâdele etmelerini zemmetmesinde,
delile dayanarak yapılan mücâdelenin güzel ve hak olduğuna bir delil vardır.
Yine bunda, taklidin yanlış oluşunun vurgulanması sözkonusudur.
[109]
Kâdî şöyle der:
"Allah'ın bunlara buğzu (maktı), onların fiillerini Allah'ın yaratmadığına
delâlet eder. Çünkü O'nun, hem bu fiillerinin yaratıcısı, hem de bu fiillere
buğzeden olması imkânsızdır."
[110]
Bu ayet, Allah Teâlâ
hakkında, "Kullarından bir kısmına
bazan
buğzedebilir" denebileceğine delâlet eder. Fakat bu,
tıpkı gazab, haya (utanma) ve taaccüb (hayret etme)
kelimeleri gibi, Allah hakkında kullanıldığında,
te'vil edilmesi gereken bir ifadedir.
Allah
en iyi bilendir.
[111]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu buğzun kendinde bulunduğu gibi, iman edenlerde de bulunduğunu beyân
etmiş, bunun akabinden de, "Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini
iste böyle mühürler" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:
[112]
İbn Âmir, Ebû Amr ve
KİsaTnin ravisi Kuteybe. "kalb"
kelimesini
tenvinle, "mütekebbir" kelimesini "kalb"e sıfat
yererek okurlarken; diğer kıraat imamları,
"kalb"i, "müte-
kebblr"e izafe
ederek tenvinsiz okumuşlardır. Ebû Ubeyd,
şu
sebeplerden ötürü bunu izafetle okumanın tercihe şayan olduğunu söylemiştir:
a) Abdullah
b. Mes'ûd, bunu böyle tenvinsiz okumuştur ki bu, bu kıraat için bir delildir.
b) İnsanın
"mütekebbir" ve "cebbar" (zorba) olarak tavsif edilmesi,
kalbin bu şekilde tavsif edilmesinden daha evlâdır. Tenvinle okuyanlar ise
şöyle demişlerdir: Kibr, bazan meselâ, "Onların gönüllerinde ancak kibir
var" (Mü'min, 56) ve "Onun kalbi günahkârdır" (Bakara, 283)
ayetlerinde de olduğu gibi, kalbe nisbet edilir. Hem sonra bu kıraatin, bir
muzafın hazfi ile böyle olmuş olması da mümkündür. Buna göre kelamın takdiri, "Her
kibirli kalp sahibini..." şeklindedir. Yine birtakım âlimler, "Gerçek
insan kalptir" demişlerdir. Bu konu uzundur ve biz bunu Şuârâ, 194. ayetin
tefsirinde ele almıştık. Bu kıraate göre, izafet ile olan kıraate göre de yine
mahzuf bir kelime olduğunu kabul etmek gerekir. Buna göre, kelamın takdiri,
"Her mütekebbirin kalbini mühürler" şeklinde olur" demişlerdir.
[113]
Kalbin
mühürlenmesinin, paslanmasının, katılaşmasının ve
perdelenmesinin ne demek olduğu, bu tefsirde daha önce
detaylıca anlatılmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerimiz,
ayetteki bu
ifadenin, herşeyin Allah'dan olduğuna
delalet ettiğini
söylemişlerdir.
Mu'tezile ise, "Allah, büyüklük taslayan her mütekebbirin kalbini işte
böyle mühürler" sözü, bu mühürleme işinin, Allah tarafından yapılması,
sırf onların kibirli ve zorba olmalarından ileri gelmiştir" demiştir.
Buna göre ayet, her
iki taraf için de, bir bakıma lehde, bir bakıma aleyhde bir delil olur.
[114]
Bu iki hususun
aleyhine olduğu görüş ise, bizim taraftar olduğumuz şu husustur: Allah Teâlâ,
kibrin ve lider olmanın sebeplerini kalbte yaratır. Böylece bu sebepler, taata
ve Allah'ın emirlerine uymaya sevkeden şeylerin olmasına manî olur. Böylece de
işlerin kaza ve kaderle olduğunu söylemek doğru olur. Mütekebbir ve zorba olma
sebebi ile, o şahsı dinden uzak tutma sebebi de geçerli olur. Böylece kaza ve
kader hususunda tercih ettiğimiz görüşün, Kur'ân'ın (ayetin) lafzının başından
sonuna kadar, tıpatıp uygun olduğu görüş olduğu sabit olur.
[115]
"Mütekebbir"
ve "cebbar" arasındaki mana farkının izahı
gerekir: Bu cümleden olarak, Mukatil,
"Mütekebbir,
(büyüklük taslayan),
tevhidi kabul etmeyendir, cebbar
(zorba)
da, haksızlıkta diretendir" diye tefsir etmiştir. Ben de derim ki:
Saadetlerin
zirvesi, iki şeyde, yani Allah'ın
emirlerine alabildiğine saygıda ve Allah'ın yarattıklarına
alabildiğine şefkat duymadadır. Binâenaleyh Mukâtll'in
görüşüne göre tekebbür,
Allah'ın emirlerine
saygıya zıd, cebbarlık da, mahlûkata şefkata zıd gibi olur. Allah
en iyi bilendir.
[116]
"Firavun şöyle
dedi: "Ey Hâman, benim için yüksek bir kule yap. Olur ki
ben o yollara, göklerin yollanna ulaşırım ve Musa'nın
tanrısına yükselip
çıkarım (!) Esasen
ben onun yalancının teki olduğunu sanıyorum ya..." İşte
bu suretle Firavun'un kötü ameli, kendisine süslü
gösterildi. O, yoldan
saptırıldı.
Firavun'un hilesi zaten helake mahkûmdu"
{Mü'min, 36-37).
Bil ki Allah Teâlâ,
Firavunu, mütekebbir ve cebbar (zorba) olarak tavsif edince, göklere çıkmayı
kafasına koyacak kadar ahmak ve aptal olduğunu da beyan buyurmuştur. Bu ayetle
ilgili birkaç mesele var:
[117]
Müşebbihe nin büyük
bir ekseriyeti, bu ayeti, Allah'ın göklerde olduğunu isbat için delil getirmiş
ve şu şekillerde izah etmişlerdir:
1) Firavun
Allah'ın varlığını kabul etmiyordu. Allah'ın sıfatları namına söylediği herşeyi
Firavun Hz. Musa (a.s)'nın Allah'ı o şekilde tavsif ettiğini duyduğu için
söylüyordu. Binâenaleyh Firavun da Allah'ı, Hz. Musa (a.s)'dan duyduğu gibi
tavsif ediyordu. Demek ki Firavun Musa (a.s)'dan, Allah'ın göklerde olduğunu
duymuş olmasaydı, O'nu göklerde aramazdı.
2) Firavun,
"Esasen ben onun yalancının teki olduğunu sanıyorum ya" demiş, ama
onu hangi hususta yalancı sandığını beyân etmemiştir. Halbuki söz, daha önce
geçen bir şeyle ilgili kılınır. Böylece bu ifadenin manası sanki,
"Musa'nın göklerde olduğunu iddia ettiği o tanrıya ulaşayım. Ama ben,
ilahın göklerde olduğuna dâir iddiası hususunda Musa (a.s)'nın yalan
söylediğini sanıyorum" şeklinde olur ki bu, Hz. Musa (a.s)'nın dinine
göre, ilahın göklerde oldurma delâlet eder.
3) Bir
ilahın bulunması halinde, onun göklerde olduğu hususundaki bilgi bütün
akıllarda yer eden, açık bir bilgidir. İşte bundan ötürüdür ki, çocuklar bile
Allah'a yalvarıp-yakarırken, yüzlerini ve ellerini göğe doğru kaldırırlar.
Firavun bile, bunca küfrüne rağmen, tanrıyı göklerde aramıştır. Şu halde bu
ilahın göklerde olduğu hususundaki bilginin, stddık ve zındığın, mülhid ve
muvahhidin, âlim ve cahilin aklında yer etmiş bir bilgi olduğuna delâlet eder.
İşte Müşebblhe'nin bu ayetle istidlali bu şekildedir.
Buna şöyle cevap
verilir: Müşebbihe'nin, mel'ûn Flravun'un görüşünü, kendi inançlarının
doğruluğuna delil kabul etmeleri, bu cahillerin, rüsvaylığın ve sapıklığın
doruğuna ulaştıklarını gösterme hususunda yeterlidir. Hz. Musa (a.s)'ya
gelince, o, âlemin ilahını anlatmak için, O'nun yaratıcı olduğunu söylemekten
başka birşey yapmamıştır. Nitekim Tâhâ Sûresi'nde, "Rabbim, her şeyin
yaratılışını veren ve sonra ona hayat imkânlarını gösterendir" (Tâhâ, so)
ve Şuârâ Sûresi'nde, "O, sizin ve evvelki babalarınızın Rabbidir, şarkın,
garbın ve bunlar arasında olanların Rabbidir.. "(Şuârâ. 26-26) demiştir.
Böylece Cenâb-ı Hakk'ın zâtının göklerde olduğunu söylemenin, Firavuna ait bir
görüş ve inanç olduğu; Cenâb-ı Hakk'ın zâtını yaratıcı olmak ve var olmakla
tavsif etmenin de Hz. Musa (a.s)'nın dini ve inancı olduğu ortaya çıkmış olur.
Binâenaleyh kim birinci görüşü benimserse, Flravun'un dini üzere olmuş olur,
kim de ikinci görüşü benimserse, Musa (a.s)'nın dini üzere olmuş olur.
Hem sonra biz,
Flravun'un, Allah'ın sıfatları ile ilgili olarak söylediği hirşeyi Hz. Musa
(a.s)'dan duymuş olduğunu da kabul etmiyoruz. Belki o da, Müşebbihe'nin inancı
üzere idi, bundan dolayı bir ilahın var olması takdirinde, mutlaka göklerde
olabileceği inancını taşıyordu. Binâenaleyh Firavun bu inanct, Hz. Musa
(a.s)'dan duymuş olduğu için değil, kendisinden (aklından) kaynaklanan bir şey
olarak ileri sürmüştür.
Firavunun,
"Esasen ben onun yalancının teki olduğunu sanıyorum ya..." şeklindeki
sözü hakkında diyoruz ki: Belki de o, Hz. Musa (a.s)'nın, "Göklerin ve
yerin Rabbi" dediğini duyunca, bundan hareketle, Hz. Musa (a.s)'nın,
Allah'ın sadece göklerin 3abbi olduğunu sanmıştır. Bu tıpkı, "orada
oturuyor" manasında, içimizden birisi için, "evin rabbi
(efendisi)" denilmesi gibidir. Binâenaleyh, Firavun bunun böyle olduğuna
zann-ı galibi ile hükmedince, bu husus ondan bu şekilde nakledilmiştir ki, bu
uzak ve imkânsız bir şey değildir. Çünkü Firavun, cehalet ve ahmaklık hususunda,
böyle bir hayal ve düşüncenin kendisine nisbet edilmesinin uzak addedilmeyeceği
bir noktada bulunuyordu. Eğer karşı taraf, Müşebbihe, bu hayalin Firavuna
nisbet edilmesini uzak addediyorlarsa, bu şey (o zaman) kendilerine uygun
düşer. Çünkü onlar, Firavunun dini üzere olunca, onlara, ona saygı duymaları
gerekir.
Müşebbihe'nin,
"Firavun'un fıtratı, bir ilâhın mevcut olması halinde, onun mutlaka
göklerde bulunacağına dair şehâdet ettiğini..." söylemelerine gelince, biz
diyoruz ki: Biz de, İnsanların ekserisinin fıtratının, onlara, bunun doğru
olduğunu vehmettirdiğini inkâr etmiyoruz. Hele de bu kimseler, ahmaklıkta
Firavun derecesine /armışlarsa!.. Böylece Müşebbihe'nin sözlerinin geçersiz
olduğu sabit olmuş olur.
[118]
İnsanlar, Flravun'un,
kendisinden göklere çıkması için bir kule yapmaya yeltenip yeltenmediği
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Müfessirlerden, ayet-i kerimenin zahirine göre
hareket edenler, bunun böyle olduğuna kesinkes hükmetmiş ve onun o kuleyi
nasıl yaptığı hususunda uzunca bir hikaye anlatmışlardır. Buna göre onların
anlattıkları bu şey uzak bir ihtimal olup, delili şudur: Firavun'un, ya deli
ya akıllı olduğu ileri sürülebilir. Eğer biz, onun
deli olduğunu söylersek, o zaman Allah Teâlâ'nın ona bir elçi yollaması caiz
olmaz. Çünkü mükellef tutulmada, akıl şarttır. Ve yine, Allah'ın, bir delinin
sözünü Kur'ân'da nakletmesi caiz değildir. Biz onun akıllı olduğunu söylersek,
o zaman şöyle deriz: Her akıllı kimse, aklının bedahet hissine dayanarak,
beşerin, yüksek bir dağdan daha yüksek bir bina yapmasının imkânsız olduğunu
bildiği gibi, yine aklının bedaheti ile, gökyüzüne bir dağın dibinden bakan
ile, o dağın üst noktasından bakan arasında bir fark olmadığını anlar. Bu iki
bilgi şekli de bedihî (apaçık surette doğru, kesin) olunca, insanın kendisinden
göklere yükselip çıkacağı bir bina yapmaya yeltenmesi, anlamsız olur, imkânsız
olur. Bunun yanlışlığı zaruri olarak açık olunca, Firavuna isnat edilmesi de
imkânsız olur.
Buna göre bu ayetin
tefsiri hususunda söylenilecek şey şudur: Firavun "dehrî" idi. Onun
bu sözü söylemesinin maksadı ise, yaratıcıyı kabul etmeme hususunda ortaya bir
şüphe atmaktır. Bunun izahı şöyle yapılabilir: Firavun şöyle demiştir:
"Biz, kendisinin, alemin ilâhı olduğuna hükmedeceğimiz bir şey göremiyoruz.
Binâenaleyh böyle bir ilâhın var olduğunu söylemek doğru değildir. Onu
göremeyisimize gelince, şayet o mevcut olsaydı, göklerde olurdu. Bizim ise,
göklere tırmanma imkânımız yoktur. Binâenaleyh, biz onu daha nasıl görme
imkânına sahip olabiliriz?.. Daha sonra Firavun, göklere tırmanmanın imkânsız
olduğunu iyice vurgulamak için, "Ey Hâmân, benim için yüksek bir kule yap.
Olur ki ben, o yollara, göklerin yollarına ulaşınm..." demiştir ki, onun
bu sözü söylemesinden maksadı şudur: "Herkes, böyle bir şeyin imkânsız
olduğunu anlayınca, Allah'ın varlığını, duyu organları yoluyla anlamaya vasıl
olmanın da imkânsız olduğunu anlar."
Bu ifâdenin bir
benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "... kendilerine bir ayet getirmen için yerde
bir baca veya gökte bir merdiven araman (gibi ham ve icabsız tekliflere) uymak
istersen.,."(En1âm,35) ayetidir. Bu ifadeden, Hz. Muhammed (s.a.s)'in,
yerin dibine doğru tünel kazması veya kendisiyle gökyüzüne doğru çıkacağı
merdivenler kurması kastedilmemiştir. Tam aksine mana, o böyle bir şeyin
imkânsız olduğunu anlayınca, o maksadı gerçekleştirmenin imkânsız olduğunu da
anlamış olur. Binâenaleyh mevzûbahs bu ayette de Firavunun, "£y Hâmân,
benim için yüksek bir kule yap..." sözünden maksadı şudur: "Musa'nın
ilâhına yükselmek için, işte bu yoldan başka bir yol olmayıp, bu yol da
imkânsız olunca, bundan, Musa'nın isbata çalıştığı o ilâhı tanıyıp bilmenin
imkânsız olduğu neticesi çıkar." Binâenaleyh biz diyoruz ki, işte bu
konuda söyleyeceğimiz bundan ibarettir.
[119]
Bil ki, böyle bir
şüphe yanlıştır. Çünkü bilgi kaynakları: jdrak (duyu organları), haber (nakil)
ve nazar (tefekkür, düşünce) olmak üzere üçtür. Bu üç yoldan birinin, yani duyu
organlarının O'nu göremeyişinden, matlûbun, yani aranılan o şeyin yokluğu
neticesi çıkmaz. Bu böyledir, zira Musa (a.s) Firavuna, Allah'ı tanıyıp
bilmenin yolunun, Cenâb-ı Hakk'ın, Musa (a.s)'dan naklen bildirdiği "(O),
sizin de, evvelki atalarınızın da Rabbidir..."(Şuar&.x)ve"(O),
meşrıkla mağribin ... /?abb/dir..."(Suarâ, 28) ayetterindeki gibi,
bilmenin yolunun, hüccet ve delil olduğunu beyan etmiştir. Ancak ne var ki,
Firavun, kötülüğünden ve kuracağı tuzaktan dolayı bu delillere iltifat
etmemiş, cahil kimselerin kalbine, "Bu ilâhı,
duyu organlarıyla tanımak imkânsız olunca, onun kabul edilmemesi gerekir"
fikrini atmıştır. Benim bu konuda söyleyeceklerim bundan ibarettir.
Muvaffakiyet ve koruma ancak, Allah'a aittir.
[120]
Bazı kimseler, Cenâb-ı
Hakk'ın, feleklerin kütlelerini ve hareketlerini süflî alemde
meydana gelen hadislerin
sebepleri olabilecek
bir biçimde yarattığı
fikrini
benimseyerek, "Olur ki ben, o
yollara, göklerin yollarına ulaşırım..." cümlesiyle istidlal etmişler ve
şöyle demişlerdir: Bunların, ancak bu alemdeki hadiselerin birer sebepleri
olduğu malumdur. Bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın, Sâd Sûresi'ndeki, "Öyle ise
sebeplerine yapışarak göğe yükselsinler" (SAd, ıoj ifadesi de
desteklemektedir. Müfessirlere gelince, onlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Olur ki
ben, o yollara, göklerin yollarına ulaşırım" ifâdesi hakkında şunu söylemişlerdir:
Ayetteki, "göklerin yolları, kapılan ve oraya ileten her şey"
kastedilmiştir. Çünkü, seni bir şeye iletip ulaştıran şeye "sebep"
denilir. Meselâ, (hidayete ulaştıran) doğruluk (reşâd) gibi...
[121]
Yahudiler şöyle
demiştir: "İsrailoğullanyla Ftravun'un
tarihini araştıranlar, Hz. Musa (a.s) ile Firavun zamanında,
Hamftn denilen bir kimsenin hiç mevcut olmadığı;
bunun,
Hz. Musa (a.s) ve
Firavun'dan çok uzun zaman asırlar sonra bulunduğu hususunda müttefiktirler.
Binâenaleyh, Firavun zamanında Hamân'ın varolduğunu söylemek tarihen hatadır.
Bir kimse, "Firavun zamanından sonra Hamân adında bir şahsın bulunması,
Firavun zamanında aynı ismi taşıyan bir başka şahsın bulunmuş olmasına mâni
değildir" de, diyemez.. Çünkü, Firavun zamanında Hamân adını taşıyan bu
şahıs, Firavunun nezdinde, değeri olmayan bir kimse değil, tam aksine, onun
veziri mesabesinde olan bir şahıstır. Böylesi bir kimsenin ise, şekli ve
şemaili meçhul olamaz... Binâenaleyh, şayet böyle bir şahıs olmuş olsaydı, onun
hali ve durumu, mutlaka ve mutlaka bilinirdi. Firavun ve Musa (a.s)'nın
hallerini tetkik edenler, Firavun zamanında, Hamân ismini taşıyan birisinin
bulunmadığı, bunun asırlar sonra yaşamış birisi olduğu konusunda hemfikir
olunca, bu ifâdenin, tarih nokta-i nazarından yanlış olduğu anlaşılmış
olur." Bunlar sözlerine devamla şöyle derler: "Bunun bir benzeri de,
bizim, İslâm dininde, Ebû Hanîfe'nin Hz. Muhammed (s.a.s)'den sonra yaşamış
birisi olduğunu bilmemizdir. Şimdi, birisi kalksa, Ebû Hanîfe'nin, Hz. Muhammed
(s.a.s) zamanında yaşamış olduğunu iddia etse ve bunun, birincisinden başka,
farklı bir şahıs olduğunu ve bunun da Ebû Hanîfe adını aldığını ileri sürse,
tarihçiler, bunun hata olacağına hükmettikleri gibi, işte burada da
böyledir."
[122]
Musa (a.s) ile
Firavun'un tarihleri hususunda, aradan uzun yıllar geçmiş, durumlar ve devirler
birbirine karışmış, belirsizleşmiştir. Böylece de, tarihçilerin sözlerine, bu
konuda güven kalmamıştır. Binâenaleyh bu hususta, Allah'ın sözüne yapışmak daha
uygun olur. Bizim peygamberimizin durumunun Ebû Hanffe'yle birlikte ele
alınması ise böyle değildir. Çünkü bu tarih, yakın zamana aittir. Henüz
zamanlar, işler, durumlar ve bilgiler birbirine girip
karışmamıştır. Tam aksine, iyice tesbit edilmiş bir tarih söz konusudur.
Böylece, bu iki konu arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Bu ayetteki mana ile
ilgili hususların tamamı bundan ibaret olup, geriye, onun lafızlanyla ilgili
hususların açıklanması kalmıştır.
Bu cümleden olarak
ayetteki şartı kelimesine gelince, bunun, her ne kadar uzakta olsa dahi, bakan
herkesin göremeyeceği kadar yüksek bir bina anlamına geldiği ve bu kelimenin,
ortaya çıkıp göründüğünde kullanılan deyiminden alındığı söylenmiştir. ayeti de
"göklerin yollan" anlamındadır. İmdi, eğer, "Ayetteki bu
tekrarın hikmeti nedir? Şayet, "Olur ki, göklerin yollarına
ulaşırım.." denilmiş olsaydı yeterli olurdu" denilirse, Keşşaf sahibi
bu hususa cevap vererek şöyle der: "Bir şey mübhem bırakılıp, sonra da
açıklandığında, o şeyin durumu ve şanı yüceltilmiş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı
Hakk, göklerin yollarının tazim edilip yüceltilmesini murad edince, bunu Önce
müphem bırakmış, daha sonra da açıklamıştır."
[123]
Ayetteki, Ve Musa'nın
tanrısına yükselip çıkarım" cümlesine gelince, Asımın ravisi Hafs, ayn'ın
fethastyla okurken, diğer kıraat alimleri, ref ile şeklinde okumuşlardır.
Müberred şöyle der: "Merfû kıraat, bunu ebluğu fiiline atfetmiş olur. Buna
göre kelamın takdiri, şeklinde olur. Ne var ki,
(sümme) edatı, fâ'dan daha fazla sonralığı (terahî) ifade eder. Mansûb
okuyanlar ise, bunu, cevap addetmiş olurlar. Buna göre mana, "Olur ki ben,
o yollara ulaşırım.. Oraya ulaştığımda ise, Musa'nın ilâhına muttali
olurum" şeklinde olur. Ama manalar, farklı farklıdır. Çünkü mana
birincisinde, "Belki muttali olurum..."; ikincisinde ise,
"İçimden, "Göklerin yollarına ulaştığımda, bence artık Musa'nın
ilâhına muttali olmam kesindir" şeklinde olur.
Bil ki, Cenâb-ı Hakk,
Flravun'un bu sözünü nakledince, bunun peşinden "İşte bu suretle
Firavun'un kötü ameli, kendisine süslü gösterildi. O, yoldan saptırıldı"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[124]
Asım, Hamza ve Kisâi,
sâd harfinin dammesiyie, (ve sudde) şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyde şöyle der:
"Bu şekilde
okunabilir, zira bu İfadeden önceki ifade de meçhuldür. Böylece, meçhule
atfedilen şey de meçhul kılınmış olur." Diğer kıraat imamları ise,
Flravun'un insanları" imandan men ettiği manasında sadde şeklinde okuyarak
şöyle demişlerdir: "Flravun'un, "Elbet ve elbet ellerinizi,
ayaklarınızı çaprazına kestireceğim" (avaı, 124) sözü de, onun böyle
yaptığını, men ettiğini göstermektedir. Bu kıraati, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Küfredip de Allah 'm yolundan men edenler..." (Muhammed,m 1);
"Onlar küfreden, siziMescid-iHaram'dan men edenlerdir"(fmı.25)
ayetleri de destekler.
[125]
Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetindeki ifadesine göre ,mutlaka bir süslü gösterenin
bulunması gerekir. cümleden olarak
Mu'tezlle, bunun, şeytan olduğunu
söyleyince onlara, "Eğer Firavun 'a bu işleri
süslü gösteren şeytan ise, o şeytana, bu işleri hoş gösteren eğer bir başka
şeytan ise, o zaman ya şeytanların bu işi zincirleme olarak yaptıklarının
söylenmesi gerekir, yahut "devr-i fasit" lazım gelir. Ki, hem teselsül,
hem de devr-i fasit imkânsızdır. Bu, batıl olunca, sebep ve neticelerin,
ihtiyaçlann dereceleri bakımından bir Vâcibü'l-Vücûd'a varıp dayanması gerekir.
Hem,
ayetin bu ifadesi bu şey, onu yapanın
inancına göre hayır, güzel, hoş değilse, o kimsenin bunu yapmaya
yönetmeyeceğine delâlet eder. Eğer bu inanç doğru İse, bu bir ilimdir. Yok,
eğer hata ise, bu da cehalettir. Binâenaleyh, bu cehaletin faili, bu insan
olamaz. Çünkü, aklı olan kimse, kendisi için cehaleti elde etmek istemez. Bir
de o, onun cehalet olduğunu bildiği zaman ancak, kendisi için cehaleti elde
etmeye yönelir. O onun bir cehalet olduğunu anladığı an, onun artık, câhil
olarak kalması imkânsız olur. Böylece, bu cehaletin failinin, bu insan olmadığı
sabit olmuş olur. Bunun faili şeytan da olamaz. Çünkü birinci bahis, aynen bu
konuda da söz konusu olur. Binâenaleyh geriye, bunun failinin Allah Teâlâ
olduğu hususu kalır. Allah en iyisini bilendir. Bizim bu söylediğimizi, Keşşaf
sahibinin, ayetin bu ifadesinin, malum olarak okunduğunu; failinin de Allah
olduğunu nakletmiş olması da destekler. Yine bunun delili, ayet-i kerimedeki
ifadesidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Firavun'un hilesi zaten helake mahkûmdu" buyurmuştur. Tebâb,
helak ve hüsran anlamında olup, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "sahte
tanrılar, Rabbimin (azâb) emri geldiği zaman, onlara hiçbir filde vermedi"
(Hûd, 10i) ve "Ebu Leheb'in elleri kurusun.."crebbet, 1) ayetleridir.
Allah en iyisini bilendir.[126]
"iman eden (o
zât), "Ey kavmim, siz bana uyun. Size doğru yolu
göstereceğim. Ey kavmim, bu dünya hayatı, ancak fani
bir eğlencedir. ağabeyret
ise, asıl durulacak
yurdun ta kendisidir. Kim bir kötülük işlerse, ona, bunun
denginden başkasıyla
karşılık verilmez. Kim de, -erkek olsun kadın olsun,
(fakat) mü'min olarak- iyi amel ve harekette
bulunursa, işte onlar, içinde
hesapsız azıklara
kavuşturulmak üzere, cennete girerler. Ey kavmim, benim
(karşılaştığım) bu hal nedir? (Çünkü), ben sizi
kurtuluşa davet ediyorum, sizise, beni ateşe çağırıyorsunuz? Siz, beni Allah'a
küfredeyim, (rubûbiyyetini)asla tanımadığım şeyleri O'na eş koşayım diye
çağırıyorsunuz. Ben ise sizi,
Azîz-u Gaffara davet
ediyorum. Sizin beni (tapmaya) davet ettiğiniz şeylerin,
dünyada da, ahirette
de (hakka) davete hiçbir selâhiyyeti yoktur. Hakikatte,
hepimizin dönüp gidişimiz Allah'adır. Size söylemekte
olduklarımı, yakında
hatırlayacaksınız.
Ben işimi, Allah'a havale ediyorum. Çünkü Allah, kullarını
çok iyi görendir"
{Mü'min, 38-44).
[127]
Bil ki, Firavunun
hanedanından iman eden o zâtın, son sözleridir. Çünkü o, onları, Hz. Musa
(a.s)'yı tasdike ve onun yoluna sımstkı girmeye davet etmişti. Yine bil ki, bu
zât, kavmi içinde üç kez çağrıda bulunmuştu. Birincisinde onları, o dini
kabule, icmâlen davette bulunmuş; diğer ikisinde ise, tafsilatlı bir biçimde
davette bulunmuştur. İcmalî olana gelince, bu, onun, "Ey kavmim, siz bana
uyun. Size doğru yolu göstereceğim..." şeklindeki sözüdür. "Bana
uyun..." ifadesiyle, takfîden uymak kastedilmemistir. Çünkü O, bu ifadesinin
hemen peşinden, "Size doğru yolu göstereceğim" demiştir. el-Hüda
masdarı, işaret etmek, yol göstermek anlamındadır. Binâenaleyh, başkasına
delilleri gösteren kimse, "O, onu falanca şeye şevketti, o ona onu
gösterdi.." diye tavsif edilip, "Sebîlü'r-Reşad"
"mükâfaatın, haynn ve bunlara ileten her şeyin yolu'* anlamındadır. Çünkü,
"reşâd" sapmak ve azgınlığın zıddtdır. Bu ifadede, Firavun ve
kavminin izledikleri yolun sapıklık yolu olduğunu çok net biçimde bir anlatma
bulunmaktadır.
Bu çağrının,
tafsilatlı şekline gelince, bu zât, dünyanın halinin önemsiz; ahiretinkinin
ise, kâmil ve mükemmel olduğunu beyan etmiştir. Dünyanın önemsiz olduğunu,
onun, "Ey kavmim, bu dünya hayat,
ancak
fani bir eğlencedir.." şeklindeki sözü ifade etmektedir ki bu, "Dünya
hayatından çok az bir süre içinde istifade edilir. Ama daha sonra bu hayat,
sona erer ve nihayet bulur. Ama ahirete gelince o, karar, beka ve devamlı kalış
yurdudur. Velhasıl ahiret bakî; dünya ise fanidir. Devamlı olan ise, son
bulandan daha iyi ve hayırlıdır" demektir. Ariflerden birisi şöyle
demiştir: "Şayet dünya, fanî olan altın; ahiret de, devamlı olan kiremit
olsaydı, ahiret, dünyadan yine hayırlı olurdu. Dünya, son bulan kiremit, ahiret
ise, devamlı olan attın mesabesinde iken, nasıl böyle olmasın ki?!..
Bil ki, ahiretteki
nimetlerin devamlı ve süresiz olmasj gibi, ahiret azabı da, devamlı ve
sonsuzdur. Devamlı olan nimetlere teşvik; devamlı olan-azâbtan sakındırmak ise,
"terğîb ve terhîb" nevilerinin en kuvvetiilerindendir.
Daha sonra, bu zât,
ahiretteki cezanın nasıl tahakkuk edeceğini beyan etmiş ve burada, rahmet
tarafının ikâb tarafına gâlib geleceğine işarette bulunarak "Kim bir kötülük işlerse, ona, bunun
denginden başkasıyla karşılık verilmez" demiştir. Bu cümledeki misi
kelimesiyle, müstehak olmada, o kötülüğe denk düşen, ona muâdil olan şey, ceza
kastedilmiştir.
[128]
Eğer, "Bir anlık
küfür, ebedî bir cezayı gerektirdiğine göre, daha bu söz nasıl doğru
olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Kâfir, küfrünün, bu taât ve iman
olduğuna inanır, (taât ve imanın bu olduğunu zanneder), işte bundan dolayıdır
ki kâfir ömür boyu böyle bir inanç üzere ısrar etme azmi içindedir. İşte bundan
dolayı, hiç şüphesiz, azabı da, ebedî ve devamlı kılınmıştır. Ama fasık böyle
değildir. Çünkü o, fışkının bir hiyanet ve masiyet olduğuna inanmaktadır.
Böylece fasık, fışkında ısrar etmeme azmini taşımaktadır. İşte bundan dolayı
pek yerinde olarak biz, fasık kimsenin azabının sonlu olacağını söylüyoruz.
Mutezilenin, fasıkın cezasının ebedî olduğunu söylemesi ise, bâtıldır. Çünkü bu
günahın müddeti sonludur. Bunu yapma konusundaki azim ve niyeti de devamlı
olmayıp, tam aksine sonludur. Binâenaleyh, fasıkın fışkına, devamlı bir cezanın
terettüp edeceğini söylemek, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim bir kötülük işlerse,
ona, bunun denginden başkasıyla karşılık verilmez" ayetinin hilâfına olur.
[129]
Bil ki, bu ayet, şer'ı
ilimlerde, ahkâm-ı cinayet (suçlarla ilgili olan hükümlerde), son derece mühim
olan bir esastır. Çünkü bu ayet, "misl"in, meşru olup,
"misl"den fazla olanın ise, meşru olmamasını iktizâ eder. Sonra biz
diyoruz ki, ayette, bu denkliğin hangi hususlarda nazar-ı dikkate alınacağı
beyan edilmemiştir. Binâenaleyh, bu muayyen şey ayette mezkûr olmayıp ele
alınmadığına göre biz kalkar da, ayetin hükmünü, "belli bir şeyde
denkliğin gözetilmesi" manasına alırsak, ayet mücmel; "bütün işlerde
denkliğin gözetilmesi" manasına alırsak, ayet tahsis edilmiş bir genel
hüküm olmuş olur. Halbuki, usûl-i fıkıhta, "mücmel ifade ile tahsis görmüş
ifade arasında bir çelişki bulunursa, mücmel olanı almamak daha evlâ
olur.." şeklinde bir kaide bulunmaktadır. Binâenaleyh, bizim bu ayeti,
tahsis edilen hususlar hariç, "her
bakımdan
denkliğin gözetilmesi gerektiğine" hamletmemiz gerekir. Bunun böyle olduğu
sabit olduğuna göre, canlara, uzuvlara ve mallara karşı işlenmiş suçlardaki
pekçok hükmü, bu ayete göre çıkarmak mümkün olur.
[130]
Daha sonra biz diyoruz
ki: Cenâb-ı Hak, "seyyie"nin cezasını beyan edince,
"hasene"nin karşılığının, dengi bir karşılık değil, tam aksine,
hesapsız ve sınırsız olduğunu beyan buyurmak üzere "Kim de, -erkek olsun
kadın olsun, (fakat) mü'min olarak- iyi amel ve harekette bulunursa, işte
onlar, içinde hesapsız nzıklara kavuşturulmak üzere, cennete girerler"
buyurmuştur. Alimlerimiz bu ayetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: ifâdesi,
müsbet tarafta (manada), şart sadedinde getirilmiş, belirsiz bir ifâdedir.
Binâenaleyh bu ifâde, "kim bir kelime söyler ve zikreder veya kim tek bir
adım atarsa, onun için şu şu ... vardır" denilmesine benzer. Çünkü bu
İfadenin içine, o kelimeyi veya o adamı, tek bir defa söyleyen ve atan herkes
girer. İşte burada da, "Salih amellerden tek bir tanesini, (iman şartıyla)
yapan herkes, cennete girer ve orada hesapsız olarak nzıklandırılır" denilmesi
gerekir. İman etmiş, seksen yıl tevhide ve teşbihe devam etmiş olan bir kimse,
salih amellerin en büyüğünü, taatların en güzelini yapmış kimsedir. Binâenaleyh
bu kimsenin, cennete girmesi gerekir. Halbuki muarızımız, (Mu'tezlto), büyük
günah işlemiş kimsenin, ebedî olarak cehennemde kalacağını söylüyor. Bu iddia
ise, bu açık nassın hilafına bir hareket tarzı olmuş olur. Mu'tezlle şöyle
demektedir: "Allah Teâlâ burada, kişinin mü'min olma şartını koşmuştur.
Halbuki, bize göre, büyük günah sahibi mü'min değildir. Binâenaleyh, bu vaadin
kapsamına girmez..."
Cevap: Biz, Bakara
Sûresi'nin başında, (Bakam, 3) ayetini tefsir ederken, büyük günah sahibinin
mü'min olduğunu delilleriyle açıklamıştık. Dolayısıyla bu söz sakıt olur.
[131]
Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Orada hesapsız rızıklara kavuşturulurlar" ifadesinin tefsiri
hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bu cümleden olarak kimileri, "Bu mükâfaat
sonsuz olduğu için, "hesapsız" denilmiştir" derken, diğerleri,
"Çünkü Allah Teâlâ onlara, yaptıklarının mukabilini vermiş ve bu karşılığa
da, lütfunun çeşitlerinden, sınırsız ve sonsuz olanı ilâve etmiştir. Ayetteki,
ifadesi, az önce geçen, I4& *i\ 'nın mukabili olan bir ifade olup, bu,
"Hak edilenden ve müstehak olunandan fazla olmasın diye, günahın cezası, hesap
ve takdir iledir; ölçüyle verilir. Ama, salih amelin karşılığı ölçülmez ve
biçilmez, hesapsızdır. Hatta alabildiğine, hak edilenden ve istenilenden daha
fazla, daha çok ve daha boldur. Ben derim ki: Bu, rahmet ve lütfün, kahr ve
ikâb tarafına baskın çıktığını gösterir. Binâenaleyh biz, vaad bildiren umûm
ifadeleri, vaadle bildiren umûmî ifadelerle karşılaştırdığımızda, vâ'dle ilgili
umumî ifâdelerin tarafını, diğerine tercih etmemiz gerekir. İşte bu,
MutszHt'nln temellerini yıkar.
Daha sonra bu mü'min
zat, yeniden söze başlar, üçüncü olarak çağrıda bulunarak "Ey kavmim,
benim (karşılaştığım) bu hal nedir? (Çünkü), ben sizi kurtuluşa davet ediyorum,
siz ise, beni ateşe çağırıyorsunuz" demiştir. Ki bu, "Ben sizi,
kurtuluşunuzu gerektiren imana; siz ise beni, cehennemi gerektiren küfre davet
ediyorsunuz" demektir. Şayet, "Bu zât, kavmine yaptığı çağrıyı niçin
tekrarlamış ve ikincisinde değil de, üçüncü nidanın başına vâv
getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Nidanın tekrar tekrar yapılmasında
onların, İyice dikkatlerinin çekilmesi, gaflet uykusundan uyandırılmaları,
kendisinin bu işe çok önem ve ihtimam gösterdiğini bildirme ve o topluluğa son
derece şefkat duyulması gibi kusurların beyanı bulunmaktadır. Vâv harfinin
getirilişine gelince, ikinci nida birincisinin aynısı olmaya daha yakındır.
Çünkü, ikinci nida birincisinin beyânıdır. Beyân ise, beyân edilenin aynısıdır.
Üçüncü nidaya gelince bu, birinci nida ile ikinci nidadan farklıdır.
Dolayısıyla, bu sözün başında atıf harfinin getirilmesi güzel ve yerinde olmuştur.
Bu mû'min zât,
kendisinin onları, kurtuluşa; onların ise kendisini cehenneme çağırdıklarını
beyan edince, bunu, onların kendisini Allah'ı inkâr etmeye ve O'na şirk koşmaya
davet ettikleri hususu ile açıklamıştır. Allah'ı inkâş meselesine gelince
Firavun'un kavminin ekserisi, bir ilâhın mevcudiyetini kabul etmiyordu.
Kavminin içinde, Allah'ın varlığını kabul edenler de vardı, ancak ne var ki,
putlara da ibadet etmenin gerekli olduğunu söylüyorlardı.
Ayetteki, hiçbir
surette asla tanımadığın şeyleri O'na eş koşayım deme..." ifadesine
gelince, bu ifâdede ilmin nefyedilmesiyle, malûmun nefyi kastedilmiştir. Buna
göre bu zât adetâ, "İlâh olmayanı O'na ortak koşmaya beni çağırıyorsunuz.
Halbuki, ilah olmayanın, ilâh olana ortak kılınması nasıl düşünülebilir?.."
demiştir. O, onların, kendisini küfre ve şirk koşmaya davet ettiklerini beyan
edince, kendisinin onları, Aziz ve Gaffar olan Allah'a inanmaya davet ettiğini
beyan etmiştir. Binâenaleyh, ayetteki el-Azîz ism-i celîli C'nun kudretinin
mükemmel olduğuna bir işarettir. Ki burada, ilâh olanın, kudreti mükemmel ve en
üstün olan zât olduğuna dikkat çekme vardır. Firavun ise, alabildiğine aciz bir
kimsedir. Öyleyse, nasıl ilâh olabilir? Putlar da yontulmuş taşlardır. Şu
halde, onların ilâh olmaları nasıl düşünülebilir. Ayetteki, el-Gaff&r ism-i
şerifi de, kişinin, uzun süreden beri küfürde ısrar etmiş olması sebebiyle,
Allah'ın rahmetinden ümit kesmemesi gerektiğine; çünkü, bu âlemin ilâhı, her ne
kadar mağlup edilemeyen bir Azîz; karşı konulamayan bir kadir ise de, ne var ki
O'nun bir anlık iman ile yetmiş senelik bir küfrü bağışlayan bir Gaffar
olduğuna bir işarettir.
[132]
Daha sonra bu mü'min
zât, demiştir. Bu ifadenin ne demek olduğu hususundaki açıklamamız, Cenâb-ı
Hakk'ın HÛd Sûresi'ndeki (HOd, 22) ayetin tefsirinde geçmişti. Ne var ki,
Keşşaf sahibi, bu hususu burada yeniden ele almış ve şöyle demiştir:
"Basralılara göre, bu ifâdenin getirilişi şöyledir LA kelimesi burada,
kavminin-davet ettikleri şeyi reddetmek için
getirilmiştir. kelimesi ise, "hak oldu, gerekti, sabit
oldu..." manasında bir fiildir.O ise, kendisinden sonra gelenlerle
birlikte, bu fiilin failidir. Yani, "Bu davetin bâtıl oluşu, hak ve vacib
oldu; zorunludur.." demektir. Yahut da bu kelime, manasında olabilir.
Nitekim (Makfc.2) ayetindeki kelimesinde
bu mâna vardır. Yani, "Yapılan o davet, davetin bâtıl olmasını
sağlamıştır" demektir. Ki bu da, "Bu davetten ancak, bu davetin batıl
olması hakikati ortaya çıkmıştır" anlamındadır.
Şöyle de
denilebilir: deyimi, 'nin benzeri bir
ifade olup, bu ifade, tıpkı (budd..)
kelimesinin, ayırmak ve dağıtmak anlamına gelen "tebdtd" kökünden bir
fiil olması gibi, kesmek, kat etmek anlamında olan cerm veya curm kökünden bir
kelimedir. 'nin manasının, "Şen,
şunu yaparsın, mutlaka bunu yapman lazım" şeklinde olması gibi,
(Nahi,62> ayetinin manası da, "Onlar ebedî olarak cehenneme
müstehaktıriar. Bu müstehaklığın sonu yoktur" manasında olmak üzere,
"bu ateşin sonu yoktur" şeklindedir. Putların davetinin batıl oluşu
da sonsuzdur, yani bu her zaman batıldır. Bu batıllık sona ermez, hiçbir zaman
hakka dönüşmez.
Bazı Arapların bu
deyimi, cimin zammesi ve râ'nın sükûnu ile, "büdvün" vezninde,
"mutlaka o onu yapacak" manasında, şeklinde kullandıkları rivayet
edilmiştir. Ki fa'al ve fü'l, tıpkı ve "rüşd", "adem" ve
Müdm" kelimeleri gibi, kardeş vezindirler. Bütün bunlar Keşşaf sahibinin
söylediği sözlerdir.
[133]
Daha sonra o zat
"Sizin beni tapmaya davet ettiğinizin dünyada da, âhirette de (hakka)
davete hiçbir selâhiyeti yoktur" demiştir. Bu, "Beni, ibadete davet
ettiğiniz o putlarınızın, ne dünyada, ne âhirette, davet imkânları yoktur"
demektir. Bu davetin ne demek olduğu hususunda şöyle iki ihtimal vardır:
Birinci İhtimal: Bu,
"Sizin beni, ibadete çağırdığınız o şeyler, kendisine davet edemezler.
Çünkü onlar cansızdırlar. Cansızlar ise hiç kimseyi, kendisine ibadete
çağıramaz" demektir. Bu manaya göre, ayetteki "âhiret" kelimesi
şu manayı ifade eder: Allah Teâlâ bu putları âhirette canlı hale getirdiğinde,
bunlar dünyada iken kendilerine tapan o kimselerden kaçar, uzak durur, onlara
sahip çıkmazlar."
İkinci İhtimal: Bu
tabir, "Bu putların ne dünya, ne ahiret konusunda, kabul edilebilecek bir
duaları yoktur" demektir. Bu izaha göre, eşanlamlı iki kelimeden
birisinin, diğeri yerine kullanılması suretiyle, "davet" (dua)
kelimesi ile, duanın kabulü manası kastedilmiş olup, bu tıpkı, "Kötülüğün
cezası, misliyle kötülüktür" (Sur», *o) ayetinde olduğu gibidir.
[134]
Daha sonra o,
"Hakikatte hepimizin dönüp gidişimiz Allah'adır" deyip, bu putlarda
hiç bir faydanın olmadığını, neticede herkesin dönüp varacağının,
herşeyi bilen, herşeye kadir olan, katında sözün
(hükmün) değişmediği, kullarına zulmetmeyen ve hertürlü ihtiyaçtan müstağni
Allah olacağını; binâenaleyh hiç kimsenin, bu batıl şeylere ibadetle meşgul
olmasının yerinde ve uygun olacağını, mutlaka herkesin vanp huzurunda duracağı
bu İlah'dan yüz çevirmenin caiz olacağını savunamayacağını anlatmak istemiştir.
Bu zat, "Haddi
aşanlar cehennemliklerin tâ kendileridir" demiştir. Katade, o zatın bu
ifadeyle müşrikleri kastettiğini; Mücahid ise, kan dökenleri kastettiğini
söylemiştir. Doğru olan onların, kemiyet ve keyfiyet bakımından Allah'a isyanda
ileri gidip, böylece israf etmiş, haddi aşmış olmalarını ifadedir. Kemiyet, bu
isyanın devamlılığını; keyfiyet de, bunun tekrar tekrar ve ısrarla yapılmasını
ifade eder.
[135]
Firavunun hanedanından
olup, iman etmiş olan bu zat, bütün bunları böylece tafsilatlı bir şekilde
anlatınca, sözünü güzel bir hatime ile tamamlayıp, "Size söylemekte
olduklarımı yakında hatırlayacaksınız" demiştir. Bu, tehdit manası taşıyan
kapalı (müphem) bir ifadedir. Bu ifadedeki "hatırlatma (zikr)"
işinin, dünyada ölüm vaktinde olması muhtemel olduğu gibi, Kıyamette, insanın
Kıyamet dehşetlerini müşahede ettiği zamanda olması da muhtemeldir. Velhasıl bu
söz son derece kuvvetli bir uyarıdır.
[136]
Daha sonra bu zat,
"Ben işimi Allah'a havale ediyorum" demiştir. Bu, kişiyi korktuğu
şeyle tehdid edenin söyleyeceği bir sözdür. Binâenaleyh sanki onlar, bu zâtı
ölümle tehdid etmişler, bu da onları, Önce, "Size söylemekte olduklarımı
yakında hatırlayacaksınız!" diyerek uyarmış; daha sonra onların tehdid,
hile ve tuzaklarını savuşturma hususunda, Allah'ın lütfuna ve korumasına dayanarak,
"Ben işimi Allah'a havale ediyorum" demiştir ki bu zat, bu yolu, Hz.
Musa (a.s)'dan öğrenmişti. Çünkü Firavun Musa (a.s)'yı ölümle tehdid edince, o
da, bu belayı savuşturma hususunda Allah'a tevekkül etmiş, "Ben, hesap
gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan
Allah'a sığındım" (uvmin.zr) demiştir. Nflfl ve Ebû Amr, "emr"
kelimesini, yâ'nın fethasıyia ^/' (emrlye), diğerleri sükûn ile emri şeklinde
okumuşlardır.
Bu zat sonra da,
"Çünkü Allah kullarını çok iyi görendir" buyurmuştur ki bu, "O,
kullarının hallerini ve ihtiyaçlarının miktarlarını bilendir" demektir.
Ehl-i sünnet
âlimlerimiz, ayetteki, "Ben işimi Allah'a havale ediyorum " cümlesine
dayanarak, herşeyin Allah'dan olduğunu ve Allah'dan geldiğini söyleyip, şöyle demişlerdir:
"Hayır ve şerrin, insanın kendi kudret ve yaratmasıyla meydana geldiğini
söyleyen Mu'tezile, işlerini kendilerine havale etmiş, Allah'a havale
etmemişlerdir." Mu'tezlle de yine bu ayeti delil getirerek, "Ayetteki
"havale ediyorum" ifadesi,
insanın,
fiilinin bağımsız olarak faili olduğunu itiraftır" demişlerdir. "Eûzü
Besmele'de (Tefsirin başında) ele alınan konuların tamamı, bu ayet için de söz
konusudur. Firavun Hanedanından mü'min olan o zatın sözleri burada
tamamlanmıştır. Hidayet eden.
ancak Allah
Teâlâ'dır.
[137]
"Nihayet Allah,
onların kurdukları tuzakların fenalıklarından onu korudu.
Firavun'un kavmini ise kötü azap kuşatıverdi. (O azap)
ateştir ki, onlar buna,
sabah-akşam
arzolunurlar. Kıyametin koptuğu gün ise, "Firavun hanedanını
azabın en çetinine sokun" (denilecek). (Kâfirler)
ateşin içinde birbirleriyle
hüccet göstererek
çekişirlerken, zayıf olanlar büyüklük taslayanlara, "Biz, size
tabî olanlardık. Şimdi siz, hiç olmazsa ateşten bir
parçasını bizden savabilir
misiniz? Bari bunu
yapın" derler. O büyüklük taslayanlar da derler ki: "Biz
hepimiz bunun içindeyiz. Şüphe yok ki Allah kullan
arasında hükmü verdi."
Ateşte bulunanlar
cehennem bekçilerine, "Rabbimize duâ edin bizden bir gün
olsun azabı hafifletsin" dediler. (Bekçiler de)
şöyle derler: "Size
peygamberleriniz,
apaçık burhanlar getirmedi mi?" (Öbürleri) "Evet getirdiler"
diye
cevap verirler. (Bekçiler de onlara:) "Öyleyse kendiniz dua edip
isteyin."
Fakat ne var ki kâfirlerin duası boşa
çıkmaya mahkûmdur"
(Mû'mİn, 4640).
[138]
Bil ki Allah Teâlâ, o
zatın hak dini anlatma ve müdafaada kusur etmeyip, bu işi tastamam yaptığını
anlatınca, kendisinin bu zâtı, kâfirlerin tuzaklarından ve kötü emellerinden
kurtardığını beyân buyurmuştur. Binâenaleyh ayetteki, "Nihayet Allah
onların kurdukları tuzakların fenalıklarından onu korudu" cümlesi, o zatın
hakkı açıkça anlattığı zaman, kâfirlerin ona suikasd düzenlediklerini gösterir.
Bundan dolayı Mukfttll şöyle der: "O zat bunları söyleyince, onlar onu
öldürmek istediler. O da onlardan kaçıp dağa sığındı. Aradılar, ama bulup
yakalayamadı I ar" demiştir. Bu ifade ile, onların onu, küfre sokmayı,
İslâm'dan geri döndürmeyi isteyip, buna gayret ettikleri, ama Allah'ın onu
bundan koruduğu manasının kastedildiği de söylenmiştir. Fakat birinci mana daha
uygundur. Çünkü bu sözün peşinden gelen "Firavun'un kavmini ise kötü azab
kuşatıverdî" cümlesi ancak birinci izaha uygun düşer. Bu: "Firavun
hanedanını, en şiddetli bir azap kuşattı, yani denizde boğuldular"
demektir.
Bununla, bundan
sonraki "Onlar bu (ateşe) sabah-akşam arzolunurlar" İfadesinde
bahsedilen cehennem azabının kastedilmiş olduğu da söylenmiştir. Zeccâc en-Nfir
(ateş) kelimesinin, "sû-ü'l-azâb (kötü azab)"dan bedel olduğunu
söylemiştir. Nâr (ateş) kelimesinin, "kötü azab"ı tefsir eden şeyden
ötürü merfû olması da mümkündür: Buna göre sanki birisi, "Bu kötü azab
nedir?" demiş de, buna cevaben, "Bu ateştir. Onlar bu (ateşe)
sabah-akşam arzolunurlar" denilmiştir.
Namza, hâ'nın
kesresiyle J^ şeklinde okumuştur. O, bu kelimeyi Kur'ân'ın heryerinde böyle
okur. Diğer kıraat imamları ise bunu, hâ'nın fethasıyla ji*-şeklinde
okumuşlardır.
[139]
Ayetteki "(O
azab) ateştir ki, onlar buna sabah-akşam arzolunurlar" ayetiyle ilgili
birkaç mesele var:
[140]
Ehl-i sünnet
âlimlerimiz, kabir azabının olduğuna bu ayeti delil getirerek şöyle
demişlerdir: "Bu ayet, sabah-akşam onların ateşe arzolunduklarını
(sunulduklarını) gösterir. Bu arzolma İle, ahiret azabı kastolunmustur. Çünkü
Hak Teâlâ, bu ifadenin peşisıra da, "Kıyametin koptuğu gün ise,
"Firavun hanedanını azabın en çetinine sokun*' buyurmuştur. Bu ayetle,
dünyadaki azab da kastedilmemiştir. Çünkü dünyada iken, onlara böyle,
sabah-akşam bir ateş (azabı) verilmemiştir. Dolayısıyla, bu arz işinin, Ölümden
sonra, Kıyametten önce olduğu anlaşılır. Bu, bu kimseler için kabir azabının
olacağına delâlet eder. Bu azap, onlar hakkında söz konusu olunca, başkaları
hakkında da söz konusu olur. Çünkü başkalarıyla bunlar arasında bir fark
olduğunu söyleyen yoktur.
[141]
İmdi eğer denirse ki
"sabah-akşam onların ateşe arzolunmalarından, dünyada iken yapılan
nasihatiann kastediimesi niçin mümkün olmasın? Çünkü dindarlar onlara teraib ve
terhibden (teşvik ve korkutmalardan) bahsedip, onları Allah'ın azabı ile
korkuttuklarında, sanki onlara ateşi arzetmiş
olurlar." Hem sonra, biz deriz ki: Ayetin kabir azabı manasına
hamledilmesine mâni birtakım hususlar vardır. Çünkü:
a) Bu
azabın, kesintisiz devam etmesi gerekir. Halbuki "sabah-akşam"
ifadesi, bu azabın ancak bu iki vakitte olduğunu gösterir. Böylece bunu kabir
azabı manasına almanın imkânsızlığı sabit olur.
b) Ayetteki
"sabah-akşam" ifadesi, ancak dünya için söz konusudur. Kabirde ise,
sabah-akşam söz konusu değildir. İşte bu iki izah ile, ayetteki azabı, kabir
azabı manasına hamletmenin mümkün olamayacağı sabit olur."
Cevap: Sualin birinci
şıkkına şöyle cevap verilir: Dünyada iken bunlara ateşin durumunu anlatan
kelimeler-sözler arzedilmiştir, yoksa ateşin kendisi arzolunmamıştır.
Dolayısıyla, bu görüştekilere göre ayetin manası, "Cehennemin durumunu
anlatan sözler onlara arzolunur" şeklinde olur, ki bu mana, ayetin
lafzının zahirî manasını bırakıp, mecazî manayı tercihi gerektirir.
Bu görüşte olanların,
"Ayet, azabın iki vakitte olduğuna delâlet eder, bu ise caiz olmaz"
şeklindeki sözlerine karşı da deriz ki: Kabirde işte bu iki vakitte, onlara bu
azabın yapılmasıyla yetinilmesi ve Kıyamet kopunca da. cehenneme atılıp,
devamlı bir azaba sokulmaları niçin düşünülmesin? Hem tıpkı, "Cennette
sabah-akşam onlar için nzıklar vardır" (Meryem, 62) ayetinde olduğu gibi,
"sabah-akşam" deyiminin devamlılık manasında mecazî bir ifade olması
da imkânsız değildir.
Bunların "kabirde
ve Kıyamette sabah-akşam mefhumları söz konusu olmaz" şeklindeki sözlerine
cevaben de pekâla şöyle denilebilir: "Dünyadakiler için bu vakitler
geldiği zaman, işte tam bu sıralarda onlara azap edilir." Allah en iyi
bilendir.
[142]
Nâfî, Hamza, Klsâî,
Âsım'ın ravisi Hafs, şeklinde okurlar ki
bu, "Cehennem bekçilerine, "Al-i
Firavn'ı,
azabın en şiddetlisine sok un "denilir" manasın-dadır. Diğer kıraat
imamları ise bunu, "O kâfirlere "Ey Firavun hanedanı. Azabın en
şiddetlisine girin" denilir" manasında, şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraati Ebû
Ubeyde tercih eder ve bu hususta ayetteki (arzotunurlar) ifadesini delil
getirerek şöyle der:"Bu arzolunma işi başkası tarafından yapıldığına göre,
cehenneme sokma işi de başkası tarafından yapılır" demiştir. İkinci
kıraatin delîli ise, Hak Teâlâ'nın, bir başka ayetteki "Haydi cehennem kapılarından
girin" ifadesidir.
Firavun hanedanından
iman eden o zatın hadisesiyle ilgili ayetlerin sonu
burasıdır.
Bil ki bu hâdise
hakkındaki söz, cehennemin hallerinin açıklanmasına kadar uzayınca, Allah
Teâlâ, cehennemlik liderlerle onlara tabî olanlar arasında cereyan eden
münazara ve münakaşalardan bahsetmek üzere; buyurmuştur
ki bu "Ey Muhammed, kavmine, onların
biribirleriyle nasıl cedelleşeceklerini de hatırlat" demektir. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, onların nasıl cedelieşeceklerini açıklamıştır: ÇÛnkü zayıf olup,
tâbi durumunda olanlar, liderlere
"Biz, dünyada iken size tabî olmuştuk" derler. Keşşaf sahibi,
"Bu cümledeki "tebeün" kelimesi, tıpkı hadimin çoğulu olan hedem
gibidir, yahut "tâbi olanlar" manasındaki "zevî tebâin"
takdirindedir. Yahut da, "tebeün" masdanyla, ism-i fail manası
kastedilmiştir" der.
[143]
Ayetteki, "Şimdi
siz, hiç olmazsa ateşten, bir parçasını bizden savabilir misiniz?"
ifadesi, "Ey liderler, bizim o azabımızın hiç değilse bir kısmını
savuşturabilir misiniz, bari bunu yapın" demektir. Bil ki tabî olanlar
liderlerin bu azabın hafifletme ve giderme imkânları olmadığını bitiyorlardı.
Onların böyle söylemekten maksadları, o liderleri alabildiğine utandırmak ve
üzmektir. Çünkü tabî olanları hertühü sapıklığa düşürmeye gayret gösteren
bunlardır. İşte bu noktada o liderler de "Biz hepimiz bunun
içindeyiz" yani "Hepimiz bu azabın içindeyiz. Eğer biz, bu azabı
sizden defedebilecek olsaydık, önce kendi başımızdan savuştururduk"
demişlerdir. Daha sonra bu liderler, "Şüphe yok ki Allah kullan arasında
hükmü verdi" demişlerdir. Bu, "Allah herkese tayıkı olan nimet veya
azabı vermiştir" demektir.
[144]
Daha sonra tabî
olanlar, liderlerinden ümid kesince, cehennem bekçilerine dönüp, onlara,
"Rabbinize duâ edin bizden bir gün olsun azabı hafifletsin" derler.
Eğer, "Niçin
onlar, zamir kullanarak" oranın bekçilerine dediler ki..."
denitmeyip, cehennemi bizzat zikrederek, "cehennemin bekçilerine dediler
ki..." denildi? diye sorulursa, bu, hususta şu iki izah yapılır:
a) Burada cehennemin bizzat söylenmesinin
maksadı dehşete düşürmek ve alabildiğine korkutmaktır.
b) Bu ifadedeki "cehennem", cehennemin
en dip yerinin adı olup, Arapların "derin kuyu, derin çukur"
manasındaki, fuj*- j* deyimine dayanır.
Bu ifadede, o
kâfirlerin azap cihetinden en ileri derecede olduklarına ve o yerin
bekçilerinin de, Allah katında, cehennem bekçilerinin pek büyük ve itibarlıları
olduklarına bir işaret vardır. O kâfirler durumun böyle olduğunu anlayınca,
cehennem bekçisi olan o meleklerden medet umacak, onlar da bu kâfirlere,
"Size peygamberleriniz apaçık burhanlar getirmedi mi?" diyecekler. Bu
sözün gayesi şudur: Allah Teâlâ, peygamber göndermeseydi, kâfirler, "Bize
hiçbir uyana ve müjdeci (peygamber) gelmedi" (Maidajs) diyebilirlerdi. Ama
peygamberler gönderilmiş olduğu için, onların hiçbir mazeretleri ve
tutunacakları dal kalmamıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz peygamber
göndermedikçe, hiçbir kimseye azabedici
değiliz"(kra,
15) buyurmuştur. Bu ayet, insanın mükellefiyetinin ancak, şeriat geldikten
sonra söz konusu olacağını gösterir.
Sonra o melekler bu
kâfirlere, "Siz kendiniz dua edin. Çünkü biz buna cesaret edemeyiz ve iki
şan:, yani:
a) Şefaat
edilecek şahsın mü'min olması,
b) Şefaat
izninin verilmesi şartı olmadan, biz şefaatçi olamayız. (Bu iki şart sizde
bulunmadığına göre), size şefaatçi olmamız imkânsız. Fakat "dua
edecekseniz siz edin (bizden birşey beklemeyin)" demişlerdir. Melekler,
onlara "Bir fayda umarak dua edin" dememişler, ama "Artık iş
işten geçmiştir" manasında böyle demişlerdir. Çünkü bu konuda mukarreb
meleklerin duası bile geçerli olmadığına göre, kâfirlerin duası hiç dinlenmez. Melekler onlara daha sonra, dualarının hiçbir
faydası olmayacağını açıkça ifade ederek, "Fakat ne var ki, kâfirlerin
duası boşa çıkmaya mahkumdur (bir değere sahip değildfr)" demişlerdir.
[145]
İmdi eğer, sorulursa
ki: "Allah Teâlâ'nm herhangi bir şeye muhtaç olduğu düşünülemez. Durum
böyle olunca da Allah o mücrimlerden, suçları sebebiyle etkilenmiş, rahatsız
olmuştur" denilemez. Eziyet duygusu, rahatsız olma, etkilenme gibi şeyler
Allah için imkânsız olunca, Allah'ın intikam alma duygusuna kapılması da
düşünülemez. Bu sabit olduğuna göre diyoruz ki: O kâfirlere böyle eziyet
etmede, böyle zarara düçâr etmede, ne Allah'ın, ne herhangi bir kulun faydası
vardır. Binâenaleyh bu azab, hiçbir faydası olmayan bir zarardır. Binâenaleyh
Rahîm ve Kerîm Allah'a, onların ihtiyaçları içinde kıvranmalarına acımaksıztn,
yakarışlarına aldırmaksızın ve dualarına ve hükümlerine iltifat etmeksizin, yıllarca
ve asırlarca bu azabı sürdürmesi nasıl uygun düşer? İnsanların en katı kalplisi
bile, bir kölesine böyle işkence etse, onun keremi ve merhameti, yine de
kendisinin faydalanma, zarar görme, ihtiyaç içinde olma özelliklerinin
bulunmasına rağmen, o köleyi affetmeye sevkeder. Öyleyse ekremü'l-ekremîn
(kerimlerin en kerimi, cömertlerin en cömerti) Allah'a, böylesi bir zarar veriş
nasıl uygun düşer?" denilirse, biz deriz ki: Allah'a yaptığı işlerin
sebebi sorulmaz. "Çünkü O yaptıklarından mes'ûl değildir, ama insanlar
mes'ûldürler" (Enbiyâ, 23>. Allah, hak kitabında hak hükmü getirince,
onu kabullenmek gerekir. Allah en doğrusunu bilendir.
[146]
"Şüphesiz biz,
peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında,
hem şâhidlerin dikileceği o günde mutlaka yardım
edeceğiz. O gün,
zâlimlere, özür
dilemeleri hiç fayda vermeyecek. Lanet onlann, fena yurd
onlarındır. Yemin olsun ki biz, Musa'ya hidayeti
verdik. Kendisinden sonra
îsrailoğullanna, hem
doğru yolun rehberi, hem halis akıl sahipleri için bir
öğüt olsun diye, kitabı miras bıraktık. Şimdi sen
sabret. Çünkü Allah'ın vaadi
gerçektir. Günahının
affedilmesini iste. Sabah-akşam Rabbini ham dile teşbih et"
(Mü'mln, 51-55).
[147]
Bil ki ayetin, önceki
ayetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir:
a) Allah
Teâlâ, hem Hz. Musa (a.s)'yı, hem de o mü'min zâtı, Firavun un hile ve
tuzaklarından koruduğunu anlatınca, bu ayetinde de, genel olarak, peygamberlere
ve onlara İnananlara yardım ettiğini (ve edeceğini) beyan etmiştir.
b) Allah Teâlâ biraz önce, cehennemlikler
arasında geçen münakaşa ve mücâdelelerden,
onların korku esnasında,
cehennem bekçilerine başvurup, cehennem bekçilerinin de,
"Size peygamberleriniz, o delilleri getirmedi mi?" dediklerinden
bahsedince, bunun peşinden, peygamberlerden ve onlara dünya ve ahirette yardım
edeceğinden bahsetmiştir.
c) Bence en
doğru izaha göre, sûrenin başında bu konuyla ilgili söz, tâ, ''Allah'ın
ayetleri hakkında kâfir olanlardan başkası mücadele etmez"(Momm, 4)
ayetinden başlamış ve bu mücâdele edenleri redde ve hak ehli olanların her
zaman, bâtılcıların tuzak ve belâlarını savuşturmakla meşgul olduklarını
anlatmaya kadar varmıştır. Bütün bu hususları Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed
(s.a.s)'i teselli edip, kavminin eziyetlerine göğüs germeye teşvik için
zikretmiştir.
[148]
Söz, anlatılmak
istenilen şeyi, iyice ortaya koyunca, Allah Teâlâ Peygamberine, hem dünyada hem
ahirette, düşmanlarına karşı yardım vaadinde bulunarak, "Şüphesiz biz,
peygamberlerimize ve iman edenlere ... mutlaka yardım edeceğiz"
buyurmuştur. Bu yardımın dünyada olacağı hususu ayetteki, "dünya
hayatında" kaydından, ahirette olacağı da, "şâhidlerin dikileceği o
günde" kaydından anlaşılmaktadır. Velhasıl Allah Teâlâ, gerek
peygamberlerine, gerekse onları destekleyenlere, neticesi hem dünya, hem
ahirette gözükecek bir biçimde yardım edeceğini
vaat etmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ'nın
hakkı savunanlara yardımı şu şekillerde tahakkuk edebilir:
1) Hüccet
(delil) bakımından yardım... Allah, hücceti, birçok ayette
"sultan"(güç) olarak isimlendirmiştir. Böylesi yardım, hakkı savunan
herkes için söz konusudur. Allah'ın bu çeşit yardıma "sultan" adı
vermesi ne kadar güzel ve yerindedir. Çünkü dünya sultanlığı (saltanatı), bazan
sona erer, bazan yerini fakirlik, zillet, ihtiyaç ve gevşekliğe bırakır. Ama
delil ile meydana gelen üstünlük, hüccet bakımından olan saltanat, hep devam
eder gider. Buna gevşeklik ve zarar-ziyanın arız olması imkânsızdır.
2) Böylesi "sultarTa (güce) sahip olanlar,
övülerek yardım olunurlar. Çünkü zalimler, hakkı savunan birisini zulm ile ezip
geçseler bile, onun namını nesiller boyu insanların dillerinden düşürmeye kadir
olamazlar.
3) Bunlar,
hüccetlerin nuru ve yakînî delillerin kuvveti ile içleri dopdolu olmaları
sebebiyle yardıma nail olmuşlardır, Çünkü bunlar, zâlim ve câhil kimselere
âdeta, gökteki meleklerin en değersiz varlığa bakışları gibi bakarlar.
4) Bâtılı
savunanlar için, tesadüfen (bazan) hakkı savunanlara karşı bir galibiyet söz
konusu olsa bile, genelde bu uzun sürmez. Aksine insanlar, gerçek ve doğrunun,
onun aksi olduğunu kısa zamanda anlarlar.
5) Hakkı savunan, tesadüfen bir bela ve musibet
içine düşse bile, bu onun mükâfaatıntn artmasına sebep olur.
6) Zâlimler
ve bâtılcılar, Ölümlü oldukları gibi, eserleri de ölümlüdür. Dünyada adı-sanı
kalmaz. Ama hakkı savunanların eserleri, nâmları, tesirleri asırlarca sürer,
insanlar iyi ve güzel işlerinde hep onları örnek alırlar. İşte bütün bunlar,
hak taraftarları için söz konusu olan, dünyadaki çeşitli ilahî yardımlardır.
7) Allah
Teâlâ, tıpkı Yahya (a.s) ve Zekertyyfl (a.sVya yardımı gibi, ölümlerinden sonra
da, peygamberlerinin ve velilerinin İntikamını alır. Çünkü Zekerlyyft (a.s)
öldürülünce, ona karşılık yetmiş bin kişi öldürülmüştür.
Cenâb-ı Hakk'ın,
peygamberlere ve onlara destek olan mü'minlere âhiretteki yardımı da, onların
mükâfaat mertebelerindeki derecelerini yükseltmek ve o mü'minleri,
peygamberlerini arkadaş (ashab), kılmakla olur. Nitekim Cenâb-ı Allah,
"İşte bunlar, Allah'ın in'âm ettiği peygamberler, sıddîkîer, şahidler ve
sâlih kimselerle birlikte olanlardır. Bunlar ne güzel arkadaştırlar"
(Ni*a, bsj buyurmuştur.
Bil ki Hak Teâlâ'nın,
"Şüphesiz biz peygamberlerimize ve iman edenlere ... mutlaka yardım
edeceğiz1' ayetinde, şöyle bir kıymetli incelik var: En büyük padişah (Allah),
has kullarından birine, şarktan garba bütün ahalinin huzurunda, büyük bir
ikramda bulunup, mükemmel bir şeref verdiğinde, bu çok hoş ve o insana tad
veren birşey olur. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın bu ayetinde, işte bu incelik vardır.
Alimler ayetteki,
"şahidler" ile ne kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Ayetin
zahirine göre bununla, kulların amellerine Kıyamet gününde, melek, peygamber ve
mü'minlerden herkesin şâhid olacağı manası kastedilmiştir. Şâhid olacak melekler, kAtihîn fkıvmetli vazıcı melekler) olup,
bunlar kul için, gördükleri her şeye
şâhidlik
edeceklerdir. Peygamberlerin şâhid oluşu, "Her ümmetten bir şâhid, o
(ümmeti Muhammed) üzerine de seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman, onların
hali nice olacak?.." (nim,4i) ayetinde anlatılmıştır. Mü'minlerin şâhid
oluşu da, "Sizi (ey Muhammed ümmeti), insanlara karşı şâhidler olasınız
diye, (...) örnek bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) ayetinde beyan
edilmiştir. Müberred, buradaki eşhâd kelimesinin müfredinin, tâir (c.etyar,
kuşlar); sahib (c.ashab, arkadaşlar) kelimelerinde olduğu gibi,
"şâhid" kelimesinin cem'i olabileceği gibi, şerif (c.eşraf); yetim
(c.eytam) kelimelerinde olduğu gibi şen id, (şâhid olan) kelimesinin çoğulu
olabileceğini de söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Allah, "O gün zalimlerin özür dilemeleri hiç fayda vermeyecek. Lanet
onların, fena yurt onlarındır" buyurmuştur. İbn Kesîr, Ebû Amr ve İbn
Âmir, "maziret" kelimesinin müennes oluşundan Ötürü, fiili müennes
olarak, tâ ile şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları, "maziret"
İle l'tizar masdan kastedilmişcesine, fiili, ile, şeklinde okumuşlardır.
Bil ki, bu ifadenin
maksadı da, mükâfaatı hak etmiş kimselerin mükâfaatlarının büyük olduğunu
anlatmaktır. Bu böyledir, zira Allah Teâlâ, evvelkilerin ve sonrakilerin bir
araya geldiği o günde, bu kimselere yardım edeceğini beyan buyurmuştur.
Binâenaleyh bunların o günde derecelerinin âli ve yüce olacağı konusundaki
durumları, (biraz önce) anlattığımız gibidir. Ama, onlara düşman olanların
durumlarına gelince, onlar için şu üç şey söz konusu olur:
a) Onlara,
mazeret namına hiçbir şey fayda veremez!..
b)
"Lanet, o gün, onların üzerinedir.." İşte bu cümle, hasr İfade edip,
lanetin onlara hasredildiğini, başkasına olmadığını gösterir. Lanet ise, hakîr
ve zelil kılmaktır.
c) Ayetteki,
ifadesidir ki, bu, "çetin azap" anlamındadır. Binâenaleyh, işte bugün
bu düşmanlar, bu üç vahşet, yalnızlık ve belânın içine düşeceklerdir.
Allah Teâlâ, o büyük
kalabalığın içinde meydana gelecek muhtelif şereflendirme ve İkramları, peygamberlerine
ve velilerine tahsis edecektir. İşte o noktada, müminin sevincinin ne kadar
olacağı; kâfirin kederinin ise, nereye varacağı zuhur edecektir.
[149]
İmdi eğer:
"Ayetteki, "O 3ün zalimlerin özür dilemeleri hiç faydı vermeyecek.."
cümlesi, o kâfirlerin mazeret beyanında bulunacaklarına ve fakat bunun
kendilerine fayda vermeyeceğini gösteriyor. Binâenaleyh bu ifade ile, Cenâb-ı
Hakk'ın, ''Onlara izin de verilmeyecek ki, özür dilesinler.." (Mür»iat,
36) ayeti nasıl birleştirilebilir?" denilirse biz deriz ki: "O gün
zalimlerin özür dilemeleri hiç fayda vermeyecek.." buyruğu, onların
mazeret beyanında bulunduklarına delâlet etmez. Hatta bu ifadede, onların
nezdinde, makbul ve faydalı bir mazeretin olmadığı manast vardır. Bu İse, onlann
bu Özrü dile getirip getirmediklerini göstermez. Ayrıca şöyle de denebilir:
Kıyamet günü çok uzun bir gündür. Binâenaleyh onlar, bu günün herhangi bir
safhasında, mazeret beyanında bulunabilirler, diğer safhalarında ise bulunmaybilirler.
Cenâb-ı Hak,
peygamberlerine ve mü'min kutlarına, dünya ve ahirette yardımoa bulunacağını
beyan Duyurunca, dünyada olan o yardım nevilerinden birisini dite getirmek
üzere, "Yemin olsun ki biz, Musa'ya
hidayeti verdik.." buyurmuştur. Bu ayette geçen hüdâ kelimesiyle, Cenâb-ı
Hakk'ın Hz. Musa (a.s)'ya verdiği, dünya ve ahirette faydalı olacak olan pek
çok ilim kastedilebileceği gibi, bununla Hz. Musa (a.s)'ntn Firavun ve
tabilerine karşı getirip de, böylece onun tuzaklarına bir karşı tuzak
oluşturduğu o kesin delillerin kastedilmiş olması da mümkündür. Yine bununla,
insana ait makamların en büyüğü olan nübüvvet makamı kastedilmiş olabileceği
gibi, Hz. Musa (a.s)'ya, Tevrat'ın indirilmiş olması da kastedilmiş olabilir..
[150]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kendisinden sonra israiloğulİarma, hem doğru yolun rehberi, hem
halis akü sahipleri için bir öğüt olsun diye, kitabı miras bıraktık"
buyurmuştur ki, bu ayette, "Cenâb-ı Hak, Tevrat'ı Hz. Musa (a.s)'ya
indirince, bu ilim, (Tevrat kültürü) onların içinde kalakaldı, onlar bu ilme,
nesil nesil varis oldu.." manası kastedilebileceği gibi, bununla, Allah'ın
İsrailoğulİarma indirdiği diğer kitaplar da kastedilmiş olabilir ki, bu
kitaplar da, İsrailoğullarının diğer kitapları olan Tevrat'la birlikte Zebur ve
İncil'dir. Ayetteki hüdâ ve zikrâ kelimeleri arasındaki fark da şudur:
"Hüdâ, bir şeye delil ve rehber olan şeydir. Daha evvel malûm olup da
sonra unutulan herhangi bir şeyi zikretmek de, şartından değildir.
"Zlkrfi" ya gelince, bu da böyledir. Binâenaleyh, bu demektir ki,
Allah'ın kitapları, bir kısmı hadd-i zâtında müstakil olan delilleri, bir kısmı
da, eski ilahî kitaplarda bildirilen şeyleri hatırlatıcı olmak üzere,
müzekklrât durumundadırlar.
Allah Teâlâ, dünya ve
ahirette, peygamberlerine ve onlara destek veren mü'miniere yardım edeceğini
beyan edip, bu hususta, Hz. Musa (a.s)'nın durumunu örnek vererek, bundan sonra
da Hz. Muhammed (s.a.s)'e hitap etmiş ve
"Şimdi sen
sabret. Çünkü Allah 'm vaadi gerçektir.." buyurmuştur. Bu, "Allah,
onlara yardım ettiği gibi, sana da yardım eder. Onların hakkında
gerçekleştirdiği gibi, senin hakkındaki vaadini gerçekleştirir" demektir.
Daha sonra Hz. Muhammed (s.a.s)'e, dünya ve ahiret hususunda faydalı olan,
Allah'a taate yönelmeyi emretmiştir. Çünkü kim Allah için olur, (O'nun için
çalışır, çabalar, hareket ederse), Allah da onun için olur.." (O'nun
lehinedir..).
[151]
Bil ki, taatiarın tümü
şu iki kısımda toplanır:
a) Uygun olmayan şeylerden tevbe etmek.
b) Uygun
olanlarla meşgul olmak. Birincisi, zatî mertebe bakımından, ikincisinden önce
gelir. Binâenaleyh bunun, önce ifade edilmesi gerekir. Uygun olmayanlardan
tevbe edilmesi hususu, ayetteki, "Günahının affedilmesini İste, ifadesiyle
anlatılmıştır. Peygamberlerin ismet sıfatlarını tenkit edenler bu ayete
tutunmuşlardır. Biz ise, ayetin manasının, daha uygun
ve efdal olanı yapmamadan dolayı tevbe etmek manasına hamlederiz; ya da,
peygamberlerden nübüvvetten önce sudur edenlerden tevbe etmeleri anlamına
alırız. Ayrıca bununla, sırf taabbüdün kasdedildiği de ileri sürülmüştür.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "£y Rabbimiz, peygamberlerinin lisanı ile bize vaad
ettiklerini bize ihsan et" (A-tı imrân, ıö4) buyurmuştur. Çünkü bu şeyi
vermek zaten söz konusudur. Ama buna rağmen Cenâb-ı Hak, yine de onu talep etmeyi
bize emretmiştir. Ve yine bizim, Allah'ın sadece hak ile hükmedeceğini
bilmemize rağmen, "Rabbim, hak ile hükmet.." (Enbiyâ, 112) demesi de
böyledir. Yine, masdarın failine ve mef'ûlüne izafe edilebileceği, nahivde
sabit olan bir gerçektir. O halde, cümlesi, masdarın mef'ûlüne izafe edilmesi
kabilindendir. Yani, "ümmetinin, senin hakkındaki günahlarına istiğfarda
bulun.." demektir.
Yapılması uygun olan
şeylerle meşgul olmaya gelince, bu da, ayetteki, "Sabah-akşam teşbih
et.." cümlesinden anlaşılmaktadır. "Tesbîh" kendisine yakışmayan
her türlü şeyden Allah'ı tenzih ve takdis etmek demektir. Bi'l-aşiyyi
ve'l-ibkâr kelimelerine gelince, bunların ikindi ve sabah namazları olduğu
ileri sürüldüğü gibi, "Ibkflr, gündüzün evvelinden yarısına kadar, asiyy
ise, yarısından sonuna kadar olan kısım demektir" de denilmiştir. Böylece
bu ifadenin içine bütün vakitler girmiş olur. Bununla, gündüzün iki tarafının
kastedilmiş olduğu da söylenmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gündüzün iki
tarafında namaz kıl.." (hm, H4) buyurmuştur. Netice olarak, bu ifâdeyle
kişinin, Allah'ı zikretmeye devam etmesi, lisanının, o zikirden ayrılmaması,
kalbinin bundan gafil olmaması ve bu sayede de melekler zümresine girmesi
kastedilmiştir. Ki Cenâb-ı Hak melekleri vasfederken, "Onlar gece gündüz ara
vermeyerek (onu) teşbih ediyorlar.." (Enbiya, 20) buyurmuştur. Allah en
iyisini bilendir.
[152]
"Kendilerine
gelmiş kati bir delil olmaksızın, (körü körüne) Allah'ın ayetlen
hakkında mücadele edenlerin göğüslerinde, hiç şüphe
yok ki, asla yetişemeyecekleri bir büyüklük (hevesinden) başka bir şey yoktur.
Hemen,
Allah'a sığın. Çünkü O, hakkıyla işiten
ve görendir. Göklerin ve yerin,
Örneksiz
ilk yaratılışı, insanların (ikinci) yaratılışından elbet daha büyüktür.
Fakat insanların çoğu bilmezler. Kör olanla gören;
iman edip de iyi amellerde
bulunanlarla kötülük
yapan bir olmaz. Ne az düşünüyorsunuz! O saat,
muhakkak ve mutlaka gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ne var ki
insanların çoğu buna inanmazlar"
(Mü'min, 56-59).
[153]
Bil ki, bu sûrenin
başındaki söz, başlangıçta, Allah'ın ayetleriyle mücadele edenlere reddiye
olarak başlamış, söz sözü aça aça, biraz Önce özetle bahsettiğimiz tertib ve
ifade ettiğimiz tarz üzere, buraya kadar devam edip gelmiştir. Derken Allah Teâlâ
bu ayette, o kâfirleri bu mücadeleye şevkeden sebebe dikkat çekerek,
"Kendilerine gelmiş kati' bir delil olmaksızın; (körü körüne) Allah'ın
ayetleri hakkında mücadele edenler.,," buyurmuştu*. Ki bu, "Onları bu
bâtıl mücadeleye şevkeden şey, kalplerindeki kibirdir. İşte onları, bu bâtıl
mücadeleye şevkeden şey, bu kibirdir. Bu kibir ise onların, senin nübüvvetini
kabul etmeleri halinde, senin elinin altına, emir ve yasaklamak altına
girmelerini gerektirmesinden neşet eder. Çünkü her hükümdar ve reis, nübüvvetin
komutası altındadır. Onların göğüslerinde ise, senin hizmetinde bulunmaya razı
olmayan bir kibir yatmaktadır. İşte onları bu bâtıl mücadeleye ve fasit
düşmanlığa şevkeden de budur" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Mak, . buyurmuştur. Yani "Onlar, senin elinin altında da olmayı
istemezler. Ama onlar, bu muratlarına ulaşamayacaklar; tam aksine, mutlaka ve
mutlaka, emir ve yasakların altında olacaklar, bunun hükmü altında
olacaklardır" demektir. Daha sonra buyurmuştur W bu, "Seninle
mücadele edenlerin, hile ve tuzaklarından bana sığın. Çünkü "onların ve
senin dediklerini hakkıyla duyan; senin ve onların yaptıklarını hakkıyla
görendir. Binâenaleyh O, seni, onlara hükümran kılan ve onların hile ve
tuzaklarından koruyandır" demektir.
[154]
Bil ki Allah Teâlâ,
onların Allah'ın ayetleri hakkındaki mücadelelerini, delilsiz diye, vasfedince,
buna bir misâl getirerek, "Göklerin ve yerin, ömeksiz. ilk yaratılışı
insanların (ikinci) yaratılışından elbet daha büyüktür" buyurmuştur. Daha
büyüğüne kadir olan, muhakkak ki, küçüğüne de kadirdir. Allah'ın bu ayetini şu
şekilde izah etmemiz mümkündür: Bir şeyle, başkasıyla istidlalde bulunmak şu üç
şekilde olur:
a) "En
basitine kadir olanın, en kuvvetlisi ve en ilerisine de kadir olması
gerekir" denilmesi ki bu, fasittir.
b) "Bir
şeye kadir olan, onun dengi şeye de kadir olur" denilmesi. Bu gerçek bir
istidlaldir. Çünkü, bir şeye hükümran olanın, onun dengi şeye kadir olacağı,
aklen sabittir.
c) "En kuvvetli en mükemmeline kadir olan,
en az ve en basitine haydi haydi kadir olur" denilmesi. İşte bu istidlal,
atabildiğine sıhhatli ve kuvvetlidir ki, bunda hiçbir insan, asta şüphe etmez.
Gel gör ki bu kimseler, göklerin ve yerin yaratıcısının Allah (c.c) olduğunu
kabul ediyor ve gökleri ve yeri yaratmanın, insanları yaratmaktan daha çetin
olduğunu da, ister istemez biliyorlardı... Binâenaleyh bunlara düşen, gökleri
ve yeri yaratmaya kadir olanın, doğrudan doğruya yarattığı o insanı, yeniden
yaratabilme kudretine sahip olduğunu kabul etmeleridir. İşte bu, bu neticeyi ifâde
etmede çok net bir aklî delildir. Bu burhanın bu'denli kuvvetli olmasına
rağmen, insanların ekserisi,-ki bu ifadeyle haşri ve neşri kabul etmeyenler
kastedilmiştir- bunu tanımayan bir tavır takınmışlardır. İşte bu misâl ile bu
kâfirlerin, Allah'ın ayetleri hakkında bir delil ve hüccet bulunmadan, hatta
sırf haset, cehalet, kibir ve taassuplarıyla mücadele ettikleri ortaya çıkmış
bulunmaktadır.
Allah Teâlâ, kibir,
cehalet ve hasetle içice olarak yapılan mücadele ile, hüccet ve burhanla içice
olan mücadelenin nasıl yapılacağını beyan edince, bu iki şekil arasındaki farka
bir misal getirerek "Kör olanla gören bir olmaz" buyurmuştur ki, bu,
"istidlalde bulunan ile körükörüne hareket eden mukallit bir olur mu"
demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İman edip de iyi amellerde bulunanlarla
kötülük yapan bir olmaz" buyurmuştur. Ki bu ifadelerden birincisiyle,
alimle cahil arasındaki fark; ikincisiyle de, salih amel yapanla fasit ve bâtıl
amel yapan arasındaki fark murad edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Ne az düşünüyorsunuz?"
buyurmuştur ki bu, "Onlar, her ne kadar ilmin, cehaletten; amel-i sâlihin
de, fasit ve bozuk amelden hayırlı olduğunu biliyor idiyseler de, belli bir
itikâd türünde, bunun ilim mi yoksa, cehalet mi; yine, belli bir amel türünde,
bunun saiih amel mi yoksa fasit amel mi olduğu hususunda az düşünürler. Çünkü
haset, onların kalplerini kör eder, böylece de, cehalet ve takîîdin, sırf
marifet ve bilgi olduğuna; haset, kin ve kibrin de katıksız taat olduğuna
inanırlar ki, işte Cenâb-ı Hakk'ın, "Ne az düşünüyorsunuz!"
buyurmasından kastedilen de budur. Asım, Hamza ve Kisâî, tâ ile, muhatap
sığasında, yani, "onlara de ki, "Ne kadar da az
düşünüyorsunuz?.." şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları yâ İle gâib
sigasmda, şeklinde okumuşlardır.
[155]
Cenâb-ı Hak, Kıyametin
varlığının mümkün olduğuna dair delilleri izah edince, bunun peşinden,
(muhakkaku'l-vukû olduğundan, olmuş bitmiş şey gibi olduğunu)
haber veren ifadeyi getirerek, "O saaf, muhakkak
ve mutlaka gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ne var ki insanların çoğu buna
inanmazlar" buyurmuştur. Ayetteki, İnsanların çoğu" ifadesiyle,
öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti İnkâr eden kâfirler kastedilmiştir.
[156]
"Rabbiniz
buyurdu: "Bana dua edin, size icabet edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük
taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakîr olarak cehenneme
gireceklerdir. Allah, sizin için, içinde dinlenesiniz
diye geceyi; görüp
işlemenize (vasıta)
olarak gündüzü yaratandır. Şüphesiz ki Allah, insanlar
üzerinde lütf-u inayet sahibidir. Fakat insanların
çoğu şükretmezler, işte
Rabbimiz olan, her
şeyi yaratan Allah budur. Ondan başka hiçbir tann
yoktur. O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz? Allah'ın ayetlerini
bilerek
inkâr edenler, işte böyle
döndürülür"
(MO'min, 6043).
Bil ki Allah Teâtâ
Kıyamete dair olan hükmün, Kıyamet görüşünün hak ve doğru olduğunu beyan edip,
insanın Kıyamet gününde ancak, Allah'a yapmış olduğu taatlardan yararlanacağı
zorunlu olarak malum olunca, hiç şüphesiz, taatlaria meşgul olmak en mühim
şeyierden olmuştur. Taat çeşitlerinin en kıymetlisi de, yalvarıp yakarma ve duâ
etmek olunca, hiç şüphesiz Allah Teâlâ bunu bu ayette emrederek, "Rabbiniz
buyurdu: "Bana duâ edin. Size icabet edeyim..." buyurmuştur.
İnsanlar, bu ifadedeki, "Bana duâ edin" cümlesiyle neyin kastedildiği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, bu ifadenin, dua etmeyi
emreden bir söz olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun, Allah'a ibadet etmeyi
emreden bir ifade olduğu da söylenmiştir. Bunun delili ise, bundan sonraki,
"Çünkü bana İbadetten büyüklük taslayıp..." kısmıdır. Şayet, duâ
etmek, mutlak anlamda ibâdeti de emretmek olmasaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın,
"Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp..." ifadesinin bir manası
kalmazdı.
Hem, ibâdet manasında
duâ, Kur'ân'da pekçok kullanılmaktadır. Meselâ bu, Cenâb-ı Hakk'ın İ
"Onlar O'nu bırakırlar da yalnız dişilere taparlar." (nişi, 117)
ifadesinde böyledir. Buna, "Duâ, kişinin kulluğu, Allah karşısındaki
zillet ve miskinliği kabul edip, itiraf etmesi demektir. Buna göre sanki,
"Duayı terkeden, onu, kulluğunu ortaya koyma konusunda bûyüklenip ar
duyduğu için terketmiştir" denilmek istenmiştir" şeklinde cevap
verilir. Karşı tarafın, "ibâdet manasında duâ kelimesi, Kur'ân'da çok
kullanılmaktadır" şeklindeki görüşüne de, "Nassın zahiri, ancak ayn
bir delil (munfasıl delil) bulunduğunda terkedilebilir..." diye cevap
verilir.
[157]
İmdi şayet,
"Çokça duâ edilip, fakat bir türlü makbul olmamasına rağmen daha nasıl
Cenâb-ı Hak, "Bana duâ edin. Size icabet edeyim" buyurmuştur?"
denilirse, Ka'bî buna şöyle cevap vermiştir: "Duâ ancak, şarta göre
yapılır. Şartına uygun olarak duâ edenin, duası kabul edilir, icabet olunur. Bu
şart ise, duâ etmekle talep edilen o şeyin, bir maslahat ve hikmet
olmasıdır."
Ka'bî, daha sonra
kendi kendine bir soru sorarak, "Aslah"ı (daha faydalı olan şeyi), o,
kişi duâ etmeksizin de bilir yapar. Binâenaleyh, duâ etmenin hikmeti
nedir?" demiş, bu sorusuna şu iki şekilde cevap vermiştir:
a) "Duâ etmede, Allah'a sığınma, O'na
yalvarıp yakarma manası vardır.
b) Bu, her
şey için söz konusudur. Çünkü kul, Cenâb-ı Hakk'ın, yapacağını bildiği zaman, O
onu mutlaka yapar. Binâenaleyh duâ etmede fayda yoktur. Eğer kul, Allah'ın
yapmayacağını biliyorsa, mutlaka O onu kesinlikle yapmaz. Binâenaleyh, duâ
etmede yine bir fayda yoktur. Onların bu konuda söyledikleri her şey, bizim de
cevâbımızdır." Ka'bf'nin söylediği şeyin tamamı budur.
Bana göre bu hususta
şu şekilde bir izah da yapılabilir: Allah Teâlâ, "Bana duâ edin. Size
icabet edeyim" buyurmuştur. Binâenaleyh, kalbinde, malına, makamına,
akrabasına, dostlarına, sa'y ü gayretine dair zerre kadar bir itimat ve güven
olduğu halde, Allah'a duâ eden herkes, gerçekte, Allah'a, sadece diliyle duâ
etmiştir. O kimsenin kalben gafil oluşu, o matlubunun hasıl olması hususunda
Allah'tan başkasına güvenmiş olmasındadır. Demek ki o şahıs, hiç bir zaman,
esasen Rabbine duâ etmemiştir. Ama, kalbinde, Allah'tan başkasına bir iltifat
ve itimat bulunmaksızın dua ettiğinde ise, zahir olanı onun duasına icabetin
tahakkuk etmesidir.
Bunu iyice
kavradığında, bunda, kâmil manada söyle bir müjde vardır: Kalbin, Allah'ın
dışında kalanlardan tamamiyle sıyrılması, o kişinin ölümü yaklaştığında
yaklaşır. Çünkü insan, işte o vakitte, Allah'ın lütf-u inayetinden başka hiçbir
şeyin kendisine fayda veremeyeceğine kesinkes inanmış, karar vermiştir.
Binâenaleyh, bizim biraz önce kabul ettiğimiz düstura göre, işte bu vakitte
yapılan duanın, Allah nezdinde makbul olması gerekir. Biz, Allah'ın lütfü ve
ihsanından bizi, işte bu vakitte, ihlâs ve tazarrû ile içice olan duaya
muvaffak kılmasını ümid ederiz. Bil ki, duâ hususundaki detaylı izahımız,
Bakara Sûresi'nde, (Bakara, ıw) ayetinin tefsirinde geçmişti.
[158]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar, hor ve hakir
olarak cehenneme gireceklerdir" buyurmuştur. Dflhirîn "aşağılanmış ve
hor hakir olarak" demektir. Ki, duayı terketme hususunda böylesi şiddetli
bir tehdidi getirmiş olması bakımından bu, Allah'ın büyük bir lütfü ve ihsanıdır.
Buna göre şayet, "Hz. Peygamber, bir hadis-i kudsîde, Allah (c.c)'ın,
"Beni zikretmesinden dolayı Benden istemeye (bana duâ etmeye) vakit
bulamayan kimseye, (bana duâ etmek suretiyle) isteyenlere verdiğimden daha
fazlasını veririm"[159]
buyurduğunu anlatmıştır. Binâenaleyh bu haber, duâ etmemenin efdal olduğunu; bu
ayet ise, duayı terketmenin, büyük bir tehdidi gerektirdiğini göstermektedir.
Şu halde, bu iki durum nasıl birleştirilebilir?" denilirse, biz deriz ki:
Akıl, Allah'ı övgüye dalıp buna garkolduğunda, bu hal, duâ etmekten daha efdal
ve üstün olur. Çünkü duâ etmek, bir pay elde etmek için yapılır. Halbuki,
Allah'ın yüce marifetine dalıp garkolmak ise, pay talep etmeden daha üstündür.
Ama böylesi bir istiğrak ve manevî dalış söz konusu değilse, duâ etmek evlâ
olur. Çünkü duâ, rubûbiyyetin izzetini, kulluğun ise, zilletini tanımayı ve
bilmeyi ifâde eder.
[160]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Allah sizin için, içinde
dinlenesiniz diye geceyi... yaratandır" buyurmuştur. Bil ki, bu ifadenin
kendinden öncekilerle ilgisi, şu iki bakımdandır:
a) Cenâb-ı Hak adetâ, "Ben sana, bu büyük
ve yüce nimetleri, senin talep etmenden önce lütfettim, in'âm ettim. Sen
istemeden bu muazzam nimetleri lütfeden yüce zât, talep ettikten sonra, bu az
ve basit şeyleri niçin İn'âm etmesin?" demek istemiştir.
b) Cenâb-ı
Hak, duâ etmeyi emredince sanki, "kişinin duâ etmeden önce mutlaka seni
tanıması gerekir. Şu halde, kadir bir ilahın (senin) varlığına dair delil
nedir?" denilmiş de, bunun üzerine de Allah Teâlâ, varlığına, kudret ve
hikmetine dair şu on delili zikretmiştir:
[161]
Bil ki biz, Allah'ın
varlığının ve kudretinin delillerinin, ya felekî (göksel), yahut da unsurî
(yersel) olduğunu beyân etmiştik. Felekî olanların kısımları pek çoktur.
1) Gece ve
gündüzün, peşpeşe gelmeleri. Âlemin faydasına olan şeylerin büyük bir kısmı, bu
iki şeye, yani gece ile gündüzün ardarda gelmesine bağlı olunca, Allah Teâlâ bu
mekânda bu ikisini zikretmiş ve gecenin yaratılmasındaki hikmeti, uyku ve
sükûnet sebebiyle, rahatlığın tahakkuk etmesi olduğunu; gündüzün
yaratılmasındaki hikmetin de, kendisinde, en faydalı bir biçimde tasarrufta
bulunabilme İmkânının sağlanması için, eşyayı göstermek olduğunu beyân
buyurmuştur.
Uyurken sükûnetin,
rahatlığın vesilesi olduğu meselesini, şu iki bakımdan izah edebiliriz:
a) Yapılan
hareketler, hareketin, yanmayı ve kurumayı gerektirmiş olmasından dolayı,
yorgunluğa yol açar ki bu da, vücutta bir elem ve acıya sebep olur.
b) Eşyayı
algılamak ancak, cismanî olan ruhların (canlılık ve hayatî aktivitenin), hissin
(duyu organlarının) zahirine ulaşması sayesinde mümkün olur. Sonra bu ruhlar,
hareketlerin çokluğu sebebiyle sökülür. Böylece de hisler, (duyu organları) ve
bunların sağladığı algılama zayıflar. Ama insan uyuduğunda, bu cismanî aktivite,
bedenin içine yeniden döner, orada odaklaşır ve kuvvetlenir, böylece de
yorgunluktan ve acziyyetten uzak kalır.
Hem gece, soğuk ve
nemlidir. Binâenaleyh, gecenin soğuk ve rutubetli olması, çokça hareket
sebebiyle meydana gelen, gündüzdeki yanma ve kuruma hususunda meydana gelmiş
olan şeyleri telâfi eder, bunları yeniden tedarik ederler. Binâenaleyh işte bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah sizin için, içinde dinlenesiniz diye
geceyi...yaratandır" ifadesinden anlaşılan mana ve faydalardır.
[162]
Ayetteki, "Görüp işlemenize (vasıta) olarak
gündüzü yaratandır" ifadesine gelince, bil ki insan, yaratılışı itibariyle
medenîdir. Bu şu demektir: Tam bir medeniyyet tahakkuk etmediği müddetçe,
insanın yemesi, içmesi, giyimi ve aile hayatındaki işleri nizama girmez. Bu
işler ise, ancak pekçok işin bir araya gelmesi sonucunda, çalışıp çabalama ile
elde edilir. Bu işler birtakım şeylerde tasarrufta bulunmak demektir. Bu
tasarruflar ise, insanın, o aydınlık ve o nûr (gündüz) sebebiyle, uygun olan
ile uygun olmayanı ayırabilmesi için, ancak ışık ve aydınlık vasıtasıyla
mükemmel biçimde tahakkuk eder. İşte cümlesindeki hikmet de budur.
[163]
Şayet, "Bu ayetin
içindeki üslûbuna riâyet etmek için, nazmın, ya
şeklinde, yahut da şeklinde olması gerekirdi. Ancak ne var ki, Cenâb-ı
Hak böyle buyurmamış, tam aksine, gece hakkında, fiilini, gündüz hakkında
da, sıfatını kullanmıştır. Şu halde,
bunun hikmeti ne olabilir?
Bir de, gündüz geceden
daha kıymetli olmasına rağmen, bu ayette, gecenin gündüzden önce zikredilmenin
hikmeti nedir?" denilirse, biz diyoruz ki, bunlardan birincisinin cevabı
şudur: Gece ve uyku, gerçekte olumsuz (menfî, selbî) karakterlerdir.
Binâenaleyh bunlar, zâtları gereği matlûb değillerdir. Ama uyanıklık ise,
olumlu karakterdir. Binâenaleyh bu, zâtı gereği maksûd otan bir husustur.
Ayrıca, allâme Abdulkâhtr en-Nahvî, "Delallu'l-İ'câz" adlı eserinde,
"İsm-i fail kalıbının, tanrılığa ve mükemmelliğe delâleti, fiil sîgasının
bunlara delâletinden daha kuvvetlidir" şeklinde bir beyanatta bulunmuştur
ki, işte farklılığın sebebi budur. Allah en iyisini bilendir.
[164]
İkincisine de şu
şekilde cevap verebiliriz: Zulmet, olumsuz, selbî bir karakterdir.
Nûr,
aydınlık ise, olumlu, müsbet bir karakterdir. Sonradan yaratılmışlar hakkında
adem ve yokluk, varlıktan önce gelir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, En'âm
Sûresi'nin başında, (En-tm. i) buyurmuş (böylece, "zulumât"
kelimesini "nûr"dan önce getirmiştir).
Bil ki Allah Teâlâ,
gece ve gündüzdeki fayda ve üstün hikmetlerin neler olduğunu belirtince,
"Şüphesiz ki Aliah, insanlar üzerinde lutf-u inayet sahibidir. Fakat
insanların çoğu şükretmezler..." buyurmuştur ki bu, "Allah'ın,
(benim), mahlûkata olan lütfum, cidden çoktur. Ancak ne var ki, ontar, buna şükretmezler"
demektir.
[165]
Bil ki, şu sebeplerden
dolayı şükür terkedilir:
1) Kişinin, bu nimetlerin, Allah'tan olmadığına
inanması... Meselâ, kişinin bu feleklerin, zâtları gereği var olduklarına ve
zâtları gereği döndüklerine inanması gibi... Bu durumda kişi, bu nimetlerin
AHah'dan olduğuna inanmaz...
2) Kişi, her ne kadar bu âlemin, Allah'ın
yaratması ve var etmesiyle vücûd bulduğuna inansa bile, ancak ne var ki, bu
büyük nimet, yani gece ve gündüzün birbirini takip etmesi nimeti, sürüp giden
ve devamlı bir şey olduğu için, onun bir nimet oluşunu unutur. Binâenaleyh
İnsan, herhangi bir nimeti elden kaçırmak suretiyle onu yitirdiğinde, o zaman
onun kadr-u kıymetini anlar. Bu meselâ, -Allah'a sığınırız-bazı kimselerin,
derin, karanlık bir kuyunun içinde uzun süre hapsedilmesi gibidir... Bu durumda
bu insan, o temiz hava ve o ışık nimetinin kadr-u kıymetini anlar.
Bir hükümdarın,
hizmetçisine ceza vermek istediğinde, bazı kimselere, bunun duvarlara
yaslanmasına ve uyumasına manî olmaları emrini verdiğini gördüm. İşte böylece,
buna yapılan eziyet, iyice büyük olmuş olur.
3) Kişi her
nekadar bu nimetlerin kadr-ü kıymetini bilse de, dünyaya düşkün, mal ve makamı
seven birisi olursa, pek çok mal elde edememe ve yüksek bir makama sahip
olamama sebebiyle, bu büyük nimetleri inkâr etme suçuna düşebilir, İnsanların
çoğu, bahsettiğimiz bu Üç uçurumdan birinde helak olup gittiği için, Cenâb-ı
Allah, "Fakat insanların çoğu şükretmezler" buyurmuştur. Bunun bir
benzeri de, "Kullarımızdan şükredenler ne azdır!" {$#*, 13) ayeti ve
İblls'in "Sen onların çoğunu şükredici bulamayacaksın"<A'r*ı, 17)
ifadesidir.
Allah Teâlâ, bu
ayetlerde bahsedilen delillerle, kadir, rahîm ye hakim bir İlahın varlığını
beyan edince, "İşte Rabbiniz olan, herşeyi yaratan Allah budur. O'ndan
başka hiçbir tann yoktur" buyurmuştur. Keşşaf sahibi, bu ayete, "Size
diyorum, kendisinde hiç kimsenin ortak olmadığı bu hususî işlerle temayüz etmiş
ve malum olan bu zat, Allah'dır, Rabbinlzdir. Herşeyin yaratıcısı, O'dur ve
O'ndan başka ilah yoktur" manasını vermiş ve bunların ardarda sıralanmış
birer haber olduğunu söylemiştir ki bu, "O, ulûhiyyet, rubûbiyyet, yaratma
ve eşi olmama gibi sıfatların hepsine birden sahip olandır. Binâenaleyh o halde
nasıl
olup da döndürülüyorsunuz" demektir.
Bu da "Nasıl saptırılıyorsunuz; bu delillerden nasıl dönüp, bunları
yalanlıyorsunuz?" demektir.
Daha sonra Cenab-ı
Hak, "Allah'ın ayetlerini bilerek inkâr edenler işte böyle
döndürülür" buyurmuştur, yani Allah'ın ayetlerini bile bile inkâr edip,
onlar üzerinde düşünmeyen, içinde hakkı elde etme endişesi ve cezalandırılma
korkusu duymayan herkes, tıpkı bu kâfirler gibi, haktan döndürülürler.
[166]
"Allah sizin
için, yeryüzünü bir karargâh, gökyüzünü de bir bina yapan, size suret veren,
sonra suretlerinizi güzelleştiren; en temiz ve güzel şeylerden sizi
nzıklandırandır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Demek ki âlemlerin Rabbi ne
yücedir! O, dâima yaşayandır. O'ndan başka hiçbir
tanrı yoktur. O halde O'na dininde muhlis olarak, "Hamdolsun kâinatın
Rabbi Allah'a" diyerek dua edin. De ki: "Bana Rabbimden apaçık
deliller gelince, o sizin, Allah'ı bırakıp
taptıklarınıza
kulluk etmekten kesinlikle nehyolundum. Âlemlerin Rabbine
teslim olmam emrolundu. O, sizi bir topraktan, sonra
bir meniden, sonra bir
alakadan yaratıp, sonra
bebek olarak (ana kamından) çıkaran, sonra sizi,
güçlü-kuvvetli bir çağa eriştirip, sonra ihtiyar olmanız için
yaşatandır.
İçinizden kimi daha evvel öldürülür.
Muayyen bir vakte ulaşmanız ve aklınızı
kullanmanız
için (O böyle yapar)"
(Mû'min, 64-67).
Bil ki biz, Allah'ın
varlığının ve kudretinin delillerinin, yâ âfâkî deliller, ya enfüsî deliller
cinsinden olduğunu beyân etmiştik. Âfâkî deliller ile, insanın dış dünyasında
kalan, bu âlemdeki herşey kastedilmiş olup, bunların kısımları pek çoktur.
Fakat âfâkî delillerden, bu ayetlerde bahsedilenler, gece ile gündüzün
durumları ki, bu biraz önce geçti ve yer ile göğün halleridir. İşte bu da,
"Allah sizin için, yeryüzünü de bir bina yapandır" ayetinde ifade
edilmektedir. Ibn Abbas. buradaki karar (karargâh) ifadesine, "yaşarken de
ve öldükten sonra da, insanın bulunduğu yer" manası vermiştir. Gökyüzünün
bir "bina" oluşuna da, "yeryüzü üzerine kurulmuş bir kubbe"
manası vermiştir. Bu ifadeyle, üzerinde tasarruf edilebilmesi için, yöryüzünün
direksiz olarak tutulması, "gökyüzünün bir bina olması ifadesiyle de,
duran, sabit olan, böyle olmasaydı üzerimize düşecek olan" manasının
kastedildiği de söylenmiştir.
[167]
Enfüsî deliller ile,
insanın bedeninin halleri ile ruh hallerinin, kadir ve hakîm bir yaratıcının
varlığına delâleti kastedilmiştir ki, bu tür delillerden, bu ayetlerde şu ikisi
ele alınmıştır:
a) İnsanın halinin kemâle ermesinde,
olgunlaşmasında görülen halleri,
b) Yaratılışının ve varedilişinin
başlangıcındaki hali...
Bunlardan birincisinin
pek çok çeşitleri olup, bu ayette, onlardan şu üçü ele
alınmıştır:
1) İnsanın şeklinin yaratılışı... Bu, ayette
"Size suret verdi" ifadesiyle anlatılmaktadır.
2) İnsanın
suretinin-şeklinin güzelliği ve mükemmelliği... Bu da ayette, "Sonra
suretlerinizi güzelleştirdi" ifadesiyle anlatılmaktadır.
3) İnsanı,
tayyibât hoş ve güzel şeylerle) rızıklandırması... Bu da, "En temiz ve güzel şeylerden sizi
nzıklandırdı" ifadesidir. Biz, bunların tefsirini, bu kitabımızda
defalarca uzun uzadıya yaptık ve bilhassa fi1 (ista. 7o> ayetinin tefsirinde
detaylıca anlattık.
Allah Teâlâ, iki âfâkî
delillere, üçü de enfüsî delillere âıt olan bu beş delili anlatınca, "İşte
Rabbiniz olan Allah budur. Demek ki âlemlerin Rabbi ne yücedir!"
buyurmuştur. Bur*c!cki "tebâreke", ya devam ve sebatı olan, yahut da
hayrı bol olan demektir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "O dâima yaşayandır. O'ndan başka hiçbir tann yoktur"
buyurmuştur. Bu ayet, hasr (sadece) manası ifade eder ve "O'ndan başka
hayy (diri) yoktur" demektir. Binâenaleyh bunu "zâtı bakımından
ölmesi imkânsız bir hayy oluş" manasına hamletmek gerekir. Bu durumda,
Allah'dan başka böyle hayy (diri) olan olamaz. Böylece Cenâb-ı Hak, yok olması
düşünülebilen şeyi adetâ yok hükmünde kabul etmiştir. Bil ki "hayy",
derrâk (son derece idrâk edici) ve fa'âl (son derece aktif olan) demektir.
Binâenaleyh derrâk oluş, tam ve
mükemmel
bir ilme, fa'âl oluş İse mükemmel manada bir kudrete işarettir. Allah Teâlâ,
celâl sıfatlarından bu iki sıfata böylece dikkat çekince, üçüncü bir sıfatı
olan vahdaniyyetine de, "O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur" cümlesiyle
dikkat çekmiştir.
Allah Teâlâ, kendisini
bu sıfatlarla tavsîf edince, kullarına iki şey; a) duayı, b) duada ihlası
emretmiştir. Bunun için Önce, "O halde O'na dininde muhlis olarak dua
edin" buyurmuş ve sonra "Elhamdülillah) Rabbi'l-alemîn"
demiştir. Binâenaleyh bu ifadeyle, "Elhamdülillah..." ifadesinin
bizzat lafzı murad edilmiş olabileceği gibi, "Allah, celâl ve İzzet
sıfatlarıyla mevsûf olduğuna göre, zatı gereği O'nun hakkında, "Hamd
âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur" denilmeye müstehaktır" manasının
kastedilmiş olması da mümkündür.
Hak Teâlâ, celâl ve
azamet sıfatlarını zikredince, "De ki:" O sizin Allah'ı bırakıp
taptıklarınıza kulluk etmekten kesinlikle nehyolundum" buyurmuş, böylece
bunu, müşrikleri putperestlikten çevirebilmek için, en yumuşak bir tarzda,
müşrikler için zikretmiş, bu husustaki nehyin sebebinin, getirilen o beyyineler
(deliller) olduğunu beyân etmiştir. O beyyineler de, âlemin gerçek tanrısının,
biraz önce de geçtiği gibi, celâl ve azamet sıfatlarıyla mevsûf olduğunun,
aklın açıkça ibâdetin O'na yapılması gerektiğine şehâdet ettiğinin, yontulmuş,
şekil verilmiş taş ve ağaçların ma'bûd olmada, O'na ortak olmalarının
kötülüğünü aklın açıkça gösterdiğinin sabit olmasıdır.
Allah Teâlâ, kendisine
ibadeti emredince, peygamberine "Âlemlerin Habbine teslim olmam
emrolundu" demesini emretmiştir. Hak Teâlâ, kendisi hakkındaki bu
gerçekleri zikretmiştir. Çünkü müşrikler onun, son derece akıllı ve mükemmel
bir cevher (öz) olduğuna inanıyorlardı. Herkesin, kendisi için, en üstün ve en
mükemmeli isteyeceği zarurî olarak bilinir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, kişinin
faydasına olan şeyin, Allah'dan başkasından yüz çevirmesi ve tamamen Allah'a
itaata yönelmeyle olacağını bildirince, bu yolun, dışındaki her yoldan daha
mükemmel ve sağlam olduğu ortaya çıkmış olur.
[168]
Daha sonra Hak Teâlâ,
"O sizi bir topraktan yaratandır" buyurmuştur. Bil ki biz,
delillerin, âfâkî ve enfüsî olarak ikiye ayrıldığını söylemiştik. Âgâkî
deliller pek çok olup, bu ayetlerde bahsedilenler, gece ile gündüz, yer ile gök
olmak üzere dörttür. Enfüsî delillerin de, şu iki kısma ayrıldığını biraz önce
söylemiştik:
a) Kişinin bedenen
ulaştığı kemâl noktasındaki halleri... Bunlar pek çok olup, bu ayetlerde onlardan
ele alınanlar, insanın şekli, şeklinin güzelliği ve güzel rızıkla beslenme
olarak, üçtür. İkinci kısma, yani bedenin Önce nutfe (meni) ve cenîn oluşundan
başlayıp, ihtiyarlayıp ölmesine kadar geçirdiği devrelerin nasıllığı hususu da
bu ayetlerde ele alınmış ve Cenâb-ı Hak, "O sizi bir topraktan, sonra bir
meniden, sonra da bir alakadan., .yarattı" buyurmuştur. Buradaki
"sizi" ifadesiyle, Hz. Âdem (a.s)'in kastedildiği söylenmiştir. Bana
göre, bunu söylemeye gerek yok. Çünkü her insan meniden ve hayız kanından (yani
yumurtadan) yaratılmıştır. Meni de kandandır.
O halde insan kandan yaratılmıştır. Kan da, gıdalardan meydana gelir.
Gıdalar, ya hayvansal, ya bitkisel olurlar. Dolayısıyla hayvanların
oluşumundaki durum, tıpkı insanın oluşumundaki durum gibidir. Binâenaleyh
gıdaların tümü bitkilere varıp dayanır. Bitkiler de topraktan ve sudan meydana
gelir. Böylece her insanın topraktan oluştuğu; bu toprağın Önce nutfe, sonra
alaka, sonra da -ana karnından ayrılıncaya kadar- pek çok merhaleler geçiren
bir cenin olduğu, Allah'ın bu mertebeleri, başka ayetlerde anlattığı için
zikretmediği sabit olmuş olur.
[169]
Bil ki Allah Teâlâ,
insanın ömrünü şu üç mertebeye göre düzenlemiştir:
a)
Çocukluğu,
b) Erginlik çağı,
c)
İhtiyarlık dönemi... Bu, akla uygun, güzel ve doğru bir sıralamadır. Çünkü
insan, ömrünün ilk çağlarında büyümeye, gelişmeye, gürleşmeye başlar. Buna
tufûliyyet (çocukluk) çağı denir. İkinci merhale insanın gelişme çağına,
zayıflık namına hiçbirşeyin yer almadığı yaşının en mükemmel çağına ulaşmasıdır
ki işte bu mertebe, "güçlü-kuvvetli bir çağa erişmeniz için.."
ifadesiyle anlatılmaktadır. Üçüncü merhale de, insanın, geriye sayması,
âcizlik-noksanfık eserlerinin başgöstermesidir. Bu da ayette, "Sonra
ihtiyar olmanız için..." cümlesi ile kastedilmiştir. Bu taksimatı iyice
kavradığında, yapılan bu taksimata göre, ömrün derecelerinin esasta bu üçden
fazla olmadığını anlamış olursun. Keşşaf sahibi ayetteki, 'deki lâm harf-i
cerrinin, mahzûf bir fiile taalluk ettiğini ve takdirin, "Güçfü-kuvvetli
bir çağa erişesiniz diye, sizi sağ bırakır" şeklinde olduğunu söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"içinizden kimi daha evvel öldürülür" buyurmuştur. Ayetteki,
"daha evvel" İfadesi, ya "ihtiyarlık yaşına gelmezden önce"
yahut da "düşük olarak doğduğunda, ayette bahsedilen devreleri
tamamlamazdan önce.." demektir.
Allah Teâlâ sonra, 3i
"Muayyen bir vakte ulaşmanız için..." buyurmuştur ki bu da, "O
bunu, belli bir zamana, yani ölüm vaktinize ulaşmanız İçin böyle yapar"
demektir. "Muayyen (belli) vakif'in, Kryamet günü olduğu da söylenmiştir.
Sonra Hak Teâlâ,
"ve aklınızı kullanmanız için..." buyurmuştur. Bu da, "Bu
enteresan durumlardaki çeşitli delilleri ve ibretleri düşünesiniz diye..."
demektir.
[170]
"O, dirilten ve
öldürendir. O, bir işin olmasını dilediği zaman, sadece "Ol"
der, o iş de
oluverir"
(Mü'min, 68).
Bil ki Allah Teâlâ,
insanın toprak oluştan, nutfe oluşa, sonra alaka, sonra çocuk, sonra ergin,
sonra da ihtiyar oluşa geçişinden bahsedip, bu değişiklikleri kadir bir ilâhın
varlığına delil gösterince, "O, dirilten ve öldürendir" buyurmuştur
ki bu, biraz önce de bahsi geçtiği gibi, "Bir sıfattan başka bir sıfata
geçiş, kadir bir ilahın varlığına delâlet ettiği gibi, hayattan ölüme, ölümden
hayata geçiş de kadir bir İlahın varlığına delâlet eder" demektir.
Ayetteki, "O, bir
işin olmasını dilediği zaman, sadece "ol" der, o iş de oluverir"
ifadesi ile İlgili olarak şu izahlar yapılabilir:
a) Bu,
"Allah, bu maddeleri, bir halden bir hale geçirince, bu işlerinde
yorulmaz, herhangi bir alet-edevâta da ihtiyaç duymamıştır. Binâenaleyh
kâinatta ve muhdesâtta (yaratılmış şeylerde) kudretinin, herhangi bir karşı
koymayla yüzyüze gelmeksizin, geçerliliğini, "ol" der, o iş de
oluverir.." demek suretiyle anlatmıştır.
b) Diriltme
ve öldürmeyi, "ol" der, o da oluverir.." ifadesiyle anlatmak
istemiştir. Buna göre sanki, "İnsanın toprak iken nutfe oluşu ve alaka
oluşa geçişi, tedricî olarak, kademe kademe meydana gelen bir tekâmüldür. Ama
hayatın meydana gelişi, ruh cevherinin insanla ilgi kurması anında derhal
olur" demektir. İşte bu sebepten Ötürü, hayat verme İşi, ayette bu
ifadeyle anlatılmıştır.
c) Bazı
kimseler şöyle derler: "İnsan, ana rahminde belli bir müddet içinde, meni
ve kandan ve bunların çeşitli devrelerinden meydana gelir. Buna göre sanki
âdeta "Her insanın başka bir insandan meydana gelmesi imkânsızdır. Çünkü
"teselsül" imkânsızdır. Sonradan var olan muhdes bir varlığın ezelde
bulunması da muhaldir. Binâenaleyh mutlaka bir İlk insanın olduğunu kabul etmek
gerekir. Bu durumda o insanın meydana gelişi, meni ve kan (yumurta) ile değil,
aksine Allah'ın doğrudan doğruya yaratmasıyla meydana gelir. İşte Allah Teâlâ
bunu, "Kün feyekûn" ifadesiyle anlatmıştır.
[171]
"Allah'ın
ayetleri hakkında çekişenlere bakmadın mı, nasıl haktan döndürülüyorlar? Onlar,
kitabı ve peygamberlerimizle gönderdiğimiz şeyleri
yalanlayanlardır. Artık bilecekler, boyunlarında
bukağılar ve zincirler bulunduğu zaman... Onlar sıcak suyun içinde
sürüklenecekler, sonra ateşte
yakılacaklar. Sonra
onlara, "Allah'a şerik sayıp taptığınız şeyler nerede?"
denilecek, onlar da, "Bizden uzaklaşıp
kayboldular. Daha doğrusu zaten biz
daha
evvel de asla onlara tapmadık" diyecekler. İşte Allah kâfirleri böyle
şaşırtır. Size olan azap şundandır: Çünkü siz yeryüzünde
haksız yere
şımarıklık
ediyorsunuz, Cehennem kapılarından, içinde ebedî kalıcı olarak
girin. Bak o kibirlenenterin varıp gidecekleri yer ne
kötüdür!"
(MCı'min, 69-76}.
Bil ki Allah Teâlâ,
ayetleriyle mücâdele edenleri tekrar kınamaya başlayarak, "Allah'ın
ayetleri hakkında çekişenlere bakmadın mı, ..." buyurmuştur. Bu, Allah'ın
ayetlerine karşı mücadele edip, kabullenmeyip onları yalanlamaları yüzünden,
onları kınayan bir ifadedir. Böylece Allah Teâlâ, "nasıl döndürülüyorlar"
ifadesiyle, onlar hakkındaki taaccübünü (hayretini) bildirmiştir ki bu, tıpkı
bir kimsenin, sebebini açıklamayan birisine, onun gafletine şaşarak,
"Nereye götürülüyorsunuz?" demesi gibidir.
Allah Teâlâ sonra,
kitabı yani Kur'ân'ı ve peygamberleriyle gönderdiği diğer kitapları
yalanlayanların, bu mücâdele edenler olduğunu beyan etmiştir. Eğer, sevfe edatı
geleceği ifade eder, iz edatı ise geçmiş zaman için kullanılır. Binâenaleyh
ayetteki ifadesi tıpkı, "oruç tutacağım dün" demene benzer"
denilirse, biz deriz ki: "Buradaki iz ile Izâ manası kastedilmiştir. Çünkü
gelecek zamana âit şeyler Allah'ın haberleri içinde, kesin ve seksiz şeyler
olduğu için, Allah bunları olup-bitmişliği İfade eden lafızlarla anlatmıştır.
Bu lafızlara rağmen mana gelecekle ilgilidir. Bu açıklama Keşşaf sahibine
aittir,
Daha sonra Cenâb-ı Hak
onların azaplarının nasıl olacağını anlatmak üzere "Boyunlarında bukağılar
ve zincirler bulunduğu zaman, onlar sıcak suyun içinde sürüklenecekler"
buyurmuştur. Bu, "Onların boyunlarında bukağılar ve zincirler olduğu halde,
bu zincirlerle, hamîm'de, yani cehennem ateşiyle kaynatılmış sıcak su
içerisinde sürüklenirler. Sonra da ateşte yakılırlar" demektir. Arapça'da
"secr", ateşte yakma manasınadır ki bu da, "Onlar
cehennemde iken, ateş onları her taraftan
kuşatır" demektir. Hak Teâlâ'mn, "O, Allah'ın tutuşturulmuş bir
ateşidir ki tırmanıp yüreklerinin tâ üstüne çıkacak (kaplayacak)tır
o"(Hümera, 6-7) ayeti de buna yakın bir manadadır.
[172]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sonra onlara, "Allah 'dan başka şerik sayıp taptığınız şeyler
nerede?" denildiğinde onlar yani
sıvışıp gözümüzden kayboldular. Artık onları göremiyor, onlardan medet
umamıyoruz" diyecekler, sonra da "Daha doğrusu zaten biz, daha evvel
de asla onlara tapmadık" diyecekler ki bu, "Putperestler putların bir
şey olmadıklarını anlayıp, "Onlara asla ibadet etmemiştik"
diyecekler" demektir ki bu tıpkı senin, birisini deneyip onda hiçbir hayır
bulamadığında, "Ben falancayı birşey sanırdım. Meğer o hiçbir şey
değilmiş" demen gibidir. Bu ifade ile, Allah TeâJâ'nın, En'âm Sûresi'nde,
onların, "Allah'a yemin olsun ki ey Rabbimiz, biz şirk koşmamıştık"
(En'âm. 23) dediklerini haber verişinde de olduğu gibi, "Onlar âhirette
yalan söyleyip, Allah'dan başkasına ibadet edişlerini inkâr ettiler"
manasının kastedilmiş olması da mümkündür.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"İşte Allah kâfirleri böyle şaşırtır" buyurmuştur. Kâdî şöyle der:
"Bu ifade, "Allah kâfirleri cennet yolundan şaşırtır, saptırır"
manasındadır. Çünkü Allah'ın onları, delillerden ve hüccetlerden saptırıp
uzaklaştırdığı söylenemez. Zira dünyada iken onları Allah bu delillere
sevketmiştir." Keşşaf sahibi ise buna, "Onların putlarının sıvışıp
kaybolması gibi, Allah onları da putlarından saptırıp, uzaklaştırır. Öyle ki,
eğer onlar putlarını, yahut putları (taptıkları şeyler) onları arayacak
olsalar, birbirlerini bulamazlar" şeklinde mana vermiştir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra "Size olan (azap) şundandır: Çünkü siz yeryüzünde haksız yere
şımarıklık ediyorsunuz" buyurmuştur ki bu: "Busaptırılışınız, haksız
yere şımarıklık ve taşkınlık etmenizden ötürüdür. Bu şımarıklık ve
taşkınlığınız da, müşrik olup, putlara tapmanızdır. Sizin için ayrılmış, o yedi
cehennem kapısından giriniz." demektir. Bir başka ayette de, "Onun
yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için, ayrılmış bir kısım (insanlar)
vardır" (Hk*, 44) buyurulmuştur "Onlar orada ebedî kalıcı olarak,
(oraya girerler). O kibirlilerin varıp gidecekleri yer ne kötüdür!"
Bununla, önceki ayetlerde, Kur'ân ayetleriyle mücâdele edenlerin sıfatlarından olarak
belirttiği, "Allah'ın ayetleriyle mücâdele edenlerin göğüslerinde ... bir
büyüklükten başka bir şey yok" (Manam, se) hususu kastedilmiştir.
[173]
"Artık sen
sabret. Şüphesiz Allah'ın vaadi bir gerçektir. Velhasıl ya onlara
yapmakta olduğumuz tehdidin (gerçekleşmesini) kısmen
sana göstereceğiz,
yahut seni kendi
(katımıza) alacağız. Nihayet onlar ancak bize döndürülüp
getirileceklerdir. Andolsun ki senden evvel de
peygamberler gönderdik.
Onlardan, sana
kıssalarını anlattığımız kimseler de, sana anlatmadığımız
kimseler de var. Hiç bir peygamber, Allah'ın izni
olmaksızın herhangi bir
mucizeyi
kendiliğinden getiremez. Allah'ın emri gelince de, hak İle
hükmohnur. Bâtılı savunanlar, İşte burada hüsrana
düşmüşlerdir"
(MO'min, 77-76).
Bil ki Allah Teâlâ, sûrenin
başından buraya kadar, ayetlerine karşı mücâdele edenlerin yollarını çürütmek
için söz söyleyince, bu ayette, Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)'e, onlartn
eziyetlerine ve bu mücadelelerle rahatsız edilişine sabretmesini emretmiş,
sonra da, "Şüphesiz Allah'ın vaadi bir gerçektir" demiş, bu vaad ile,
ona söz verdiği yardımı ve düşmanlarına azap indirmeyi kastetmiş, daha sonra
da, *'ya onlara yapmakta olduğumuz tehdidin (gerçekleşmesini) kısmen sana
göstereceğiz" buyurmuş; "onlar" ifadesi ile o kâfirleri, tehdid
ile de, Bedir günündeki öldürülmeleri gibi, onların başına gelen azabı
kastetmiştir ki matlub olan budur. "Yahut, onlara bu azabı indirmezden
önce, seni kendi (katımıza) alacağız. Çünkü nihayet onlar, Kıyamette bize
döndürülüp getirileceklerdir. Biz de onlardan, alabildiğine intikam
alacağız." Bunun bir benzeri ayet de, "Eğer seni (alır) götürürsek de
şüphe yok ki biz onlardan mutlaka intikam alırız. Yahut onlara vaadetüğimiz
azabı, hemen kendilerine göstereceğiz. Çünkü biz onlara hükümranız"<zuhmf,4i-42)
ayetidir.
[174]
Dahasonra Cenâb-ı
Hak, "Andolsun ki senden evvel de
peygamberler gönderdik. Onlardan, sana kıssalarını anlattığımız kimseler de,
sana anlatmadığımız kimseler de var" buyurmuştur. Bu, şu manayadır: Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Sen de, senden önceki peygamberler
gibisin. Biz onlardan bazısını sana anlattık, diğerlerini ise anlatmadık. Onlar
içinde de, Allah'ın ayetler ve mucizeler verdiği, ama kavminin mücâdele edip,
kavmince yalanlanan; senin başına gelenlere benzer, başlarına keder ve belâlar
gelip, sabredenler vardı. Onların kavimleri hep bir inad ve İşi yokuşa
sürme babında, onlardan fazladan mucizeler
istiyorlardı. Ama Allah, göstermesinde fayda olan mucizeleri veriyordu. Fakat,
fayda olmayan mucizeleri göstermiyordu. İşte bu durum nasıl onların
nübüvvetlerini zedeleyen bir şey değilse, senin için de aynı durum geçerlidir.
Senin kavminin de fazladan mucize istemedeki durumu da aynıdır. Onları
göstermede bir fayda olmadığı için, pek yerinde olarak onlan göstermedik."
İşte, "Hiç bir peygamber, Allah'ın izni olmaksızın, herhangi bir ayeti
(mucizeyi) kendiliğinden getiremez" ifadesi ile anlatılmak istenen budur.
Daha sonra Cenâtn Hak,
"Allah'ın emri gelince de, hak ile hükmolunur.." buyurmuştur ki bu,
yeniden mucize talebinin peşinden gelmiş olan, bir tehdittir. Ayetteki,
"Allah'ın emri.." ifadesiyle, kıyamet günü; "bâtılı
savunanlar" ifadesiyle de, işi sarpa sardırmak maksadıyla, gereğinden
fazla mucize getirilmesini isteyenler ile, Allah'ın ayetleri hakkında dedikodu
yapan muannitler kastedilmiştir.
[175]
"Allah, kimine
binesiniz, kimini yiyesiniz diye, sizin için davarlar yaratandır. Onlarda,
size, (daha başka) faydalar da vardır. Göğüslerinizdeki bir hacete
ermeniz için, onların üzerine biniyorsunuz. (Karada),
onların üzerinde,
(denizde) gemilerin
üstünde taşınıyorsunuz. (Allah) size ayetlerini gösteriyor.
Artık siz, Allah'ın ayetlerinden hangisini İnkâr
edebilirsiniz?"
(MÜ'min, 79-81).
Bil ki Allah Tealâ,
vaTd ve tehditlerini iyice anlatınca, hem rahîm, hakîm bir ilâhın varlığına
delâlet edecek şeyleri, hem de kullarına in'âm ve lütuf sayılacak şeyleri,
yeniden anlatmaya başlamıştır. Zeccâc, "En'âm, sadece devedir"
derken, Kadî, buradaki "en'am" sözüyle sekiz çift hayvanın
kastedildiğini (En-am, 143) söylemiştir. Bu ayetle ilgili söyleşi birkaç soru
sorulabilir:
[176]
Birinci Soru: Niçin,
ayetteki ve ifadelerine, "ta'lîl (maksat) lâm'ı, gelmiş de, diğerlerinin
başına gelmemiştir? Bunun sebebi nedir?
Cevap: Keşşaf sahibi
şöyle der: "Binmek, ister vacip ister mendûb olsun, hac ve savaş için söz
konusudur. Binâenaleyh, bu iki şey de, dinî bir hedef taşır.
Dolayısıyla, bu iki ifadenin başına bu harf (garaz
lâm'ı) gelmiştir. Ama, yemek ve menfaat temin etme işleri ise, mubah olan
şeyler türündendir. Bu sebeple, pek yerinde olarak bu ifâdelerin başına bu harf
getirilmemiştir. Ki, bunun bir benzeri de, (Nam. b> ayetidir... Dolayısıyla,
burada da, binmeye delâlet eden fiilin başına lâm getirilmiş, ama zînete ait
kelimenin başına getirilmemiştir.
İkinci Soru: Cenâb-ı
Hakk'ın ifadesinin manası, "Karada ve denizde taşınırsınız..."
şeklindedir. Bunu iyice kavrayınca, hatıra şöyle bir soru gelmektedir: Cenâb-ı
Hak, (hm, «> ayetinde (l^i "orada") buyurduğu halde, niçin bu
ayette dememiş de, buyurmuştur?
Cevap: lafzı, istilâ
(bir şeyin üzerinde olmayı ifâde) içindir. Binâenaleyh, gemiye konulan o şey
hakkında, "oraya konuldu..." denildiği gibi, "onun üzerine
konuldu..." da denilebilir. Bu iki kullanılış da, sahih ve doğru olunca, jfâdesindeki mananın tamam olabilmesi için,
ala lafzının kullanılması daha uygun olmuştur. (Yani, iüilt Jtj denilmesi
gerekirken ifei* kelimesine uygun olsun diye, ifadesinin kullanılması daha
uygun ve yerinde olmuştur).
Cenâb-ı Hak, bunca
delillerden bahsedince, "(Allah), size ayetlerini gösteriyor. Siz,
Allah'ın ayetlerinden hangisini inkâr ediyorsunuz?" buyurmuştur. Bu,
"sayıp Çöktüğünüz bu delillerin hepsi, açık ve net delillerdir..."
demektir. Binâenaleyh, "Siz, Allah'ın ayetlerinden hangisini inkâr
ediyorsunuz?" ifâdesi, bahsi geçen delillerin hiçbirinin inkâr edilmesinin
mümkün olmadığına bir dikkat çekmedir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Ayetteki,
"hangi" kelimesi, meşhur ve yaygın olan kullanılışa göre
getirilmiştir. Çünkü şeklindeki
kullanış, azdır. Çünkü, müzekkerlik ve müennesliği belirtmek, sıfatlarda değil,
isimlerde söz konusu olur. Meselâ denildiği gibi de denilebilir.
[177]
"Ya onlar,
yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin
akibeti nice olmuştur, baksınlar? Hem onlar, bunlardan
daha çok idi.
Kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerce de
daha güçlü ve satvetli idiler. Fakat,
kazanıp
durdukları, kendilerine asla fayda vermedi. Öyle ya, kendilerine
peygamberleri apaçık mucizeler getirince, onların
nezdindeki ilme karşı,
şımarıklık
gösterdiler de, istihza edegeldikieri şey kendilerini çepeçevre
kuşatıverdi. Artık, vaktaki o çetin azabımızı
gördüler. "Allah'a, bir olarak
inandık.
O'na eş koşmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik" dediler. Fakat,
hışmımızı gördükleri zaman, imanları fayda verecek
değildi. Allah'ın, kullan
hakkında carî olan
âdeti budur. İşte kâfirler, burada hüsrana uğradı"
(Mü'min, 82-65).
Bil ki, Allah Teâlâ,
bu sûrenin sonunda hoş ve güzel bir tertibi gözetmiştir. Çünkü O, ilk Önce,
ulûhiyyetinin delilleri ile kudret, rahmet ve hikmetinin mükemmel oluşu
hususunda bir fasıl zikretmiş, bunun peşinden de, tehdit ve vaîdleri hususunda
diğer bölümü getirmiştir. Bu sûrenin sona erdiği fasıl ise, işte bu tehdidi
ifade eden bölümüdür ki, bundan maksad ise, "Allah'ın ayetleri hakkında
mücadele eden ve bu sebeple de göğüslerinde alabildiğine kibir bulunan o
kâfirler yok mu, bütün bunların sebebi, riyaset peşinde koşmak, mal ve makamca
başkalarını ileri geçmek arzusudur. Binâenaleyh, işte bu tür şeyleri elde etmek
maksadıyla, kim hakka inkiyâd etmezse, dünyaya mukabil, âhiretini satmış
olur!" manasıdır. Böylece Allah Teâlâ, bu yolun yanlış olduğunu, zira
dünyanın fani ve geçici olduğunu beyan etmiş, bu hususa delil olarak da,
"Ya onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden evvelkilerin
akibeti nice olmuştur, baksınlar?.."buyurmuştur. Ki bu, "şayet onlar,
yeryüzünü köşe bucak gezmiş olsalardı, direten ve kibirlenen kimselerin
akibetlerinin, sonrakilerden malca, sayıca ve makamca daha üstün ve ileri olmalarına
rağmen, yok olmak olduğunu görür ve anlarlardı. Binâenaleyh onlar, bu büyük
imkânlarından ve ezici kudretlerinden ancak, hayal kırıklığı, hüsran, nedamet
ve helak elde edebildiler. Ya bu, miskin yoksulların hali nasıl olacaktır?!
Onların bunlardan
sayıca çok olmalarının izahına gelince, bu, haberlerden anlaşılan bir husustur.
Onların yeryüzünde kuvvet ve eserce ileri olmaları ise, onların, kendilerinden
geriye kalan, büyük ve göz alıcı eserlerinden anlaşılır. Ki bunlar, meselâ
Mısır'da bulunan ehramlar gibi büyük kale mezarlar, eski kralların kurdukları
büyük beldeler ve Cenâb-ı Hakk'ın onların dağlardan yontarak evler
edindiklerine dair nakletmiş olduğu şeylerdir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
Fakat, kazanır oldukları
şeyler, kendilerine
asla fayda vermedi.." buyurmuştur.
ifadesinin başında mâ kelimesi, ya olumsuzluk manasındadır, yahut da
istifham manasında olup, mahallen mansûbtur. ifâdesinin başındaki mâ ise, ya
mâ-i mevsûle veya masdariyye olup, mahallen merfûdur. Yani, "Onların
kazanmış oldukları ya da kazanmaları, onlara ne fayda verebildi ki?!"
demektir.
[178]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o kâfirlere, peygamberlerinin, delil ve mucizeler getirdiğinde, kendi
yanlarındaki ilimleriyle şımardıklarını beyan buyurmuştur. Bil ki, ifâdesindeki
vâv zamirinin, kâfirlere de, peygamberlere de râci olmast muhtemeldir.
[179]
Ama biz bunun,
kâfirlere râcî olduğunu söylersek, bu durumda "o kâfirlerin şımarıp
sevinmelerine sebep olan ilim, hangi ilimdir?" diye bir soru sorulabilir.
İşte bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Bununla,
onların ilim adını verdiği şeyler, yani Allah'ın, onlardan, Kur'ân'da
naklettiği şüpheleri kastedilmiştir.. Bu meselâ onların, "Bizi ancak o
dehr helâk eder" (Câsiye, 24); "Şayet Allah dileseydi biz şirk
koşmazdık, atalarımız da... "(En'a™, 107), "Unufak olmuşlarken, bu
kemikleri kim diriltecekmiş?!"(Yasin,78) ve "...Eğer ben Rabbime
döndürülüpgötürülürsem, elbette, bundan daha hayırlı bir akıbet
bulurum..."{Kehf,36) şeklindeki sözleridir. Ki oniar, bu sözleriyle
sevinip şımarıyor, taşkınlık ediyor, böylece de peygamberlerin sözlerini kabul
etmeyip, onlara tepeden bakıyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Hak da "her fırka
kendi ellerindeki ile böbürlenmek suretiyle parça parça oldular"
(Mü'minun, 53) buyurmuştur.
b) Bununla,
felsefecilerin ilimlerinin kastedilmiş olması da mümkündür. Çünkü onlar,
Allah'ın vahyini duyduklarında onu kabul etmez, peygamberlerin ilimlerini,
kendi ilimleri yanında küçük görürlerdi. Nitekim, Sokrat'ın, bir peygamberin
gelmiş olduğunu duyduğu; ona, "Keşke onun yanına gitsen"
denildiğinde, onun, "Biz yolumuzu bulmuş kimseleriz, artık bize doğru yol
gösterecek bir kimseye ihtiyacımız yoktur" dediği söylenmiştir.
c) Bununla,
o kâfirlerin, dünya işlerini bilmeleri, o işleri güzelce yürütmeleri de
kastedilmiş olabilir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Onlar dünya hayatından
yalnız bir dış taraf bilirler.. Ahiretten ise onlar, gafillerin ta
kendileridir"(Rum,7) ve "Onların ilimden erebildikleri işte budur.,." (N«cm, 36)
buyurmuştur. Binâenaleyh, peygamberleri
onlara, dinî ilimleri, yani Allah'ı tanıma, ahireti bilip inanma, ruhu kötü
şeylerden temizleyip arındırma bilgilerini getirince, onlar bunlara aldırmamış,
bunlarla alay etmiş, kendilerininkinden daha faydalı, daha kapsamlı ve daha
yararlı olan bir ilim bulunmadığına inanmışlar ve bununla şımarmışlardır.
[180]
Ama biz, bu zamirin,
peygamberlere râcî olduğunu söylersek, bu hususta da şu iki izahı yapabiliriz:
a) Bu
sevinme, peygamberler için söz konusudur. 8u, "O peygamberler, kendi
kavimlerinden İleri derecede bir cehalet; haktan yüz çevirme müşahede edip,
onların akıbetlerinin kötü olacağını ve onların, cehaletlerinden ve haktan yüz
çevirmelerinden dolayı başlarına gelecek olan ceza ve ukubeti anlamış
olduklarında, işte o zaman o peygamberler kendilerine verilen bir ilimle
sevinmişler ve Allah'a şükretmişlerdir. Kâfirleri de, cehalet ve istihzalarının
cezası kuşatmıştır.
b) Bu ifadelerle, "kâfirler, peygamberlerin
yanındaki ilimlerle, ona gülmek ve onunla alay etmek suretiyle şımarmışlardır"
manası kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Şımararak, bu
deliller ve onların getirdiği vahiy bilgisiyle alay ettiler.." demek
istemiştir. Mananın böyle olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "istihza
edegeldikleri şey kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.." ifadesidir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Artık, vaktaki o çetin
azabımızı gördüler, "Allah'a, bir olarak inandık. O'na eş koşmakta
olduğumuz şeyleri inkâr ettik.." dediler" buyurmuştur. Bu ifâdede
geçen be's kelimesiyle, şiddetli azap kastedilmiştir ki, (ayaı, ıes) ifadesi
de, bu anlamdadır.
Buna göre eğer:
"Ayetteki, ifadesiyle, şayet söylenmiş olsaydı, ifadesi arasında ne fark
olurdu?" denilirse, biz deriz ki: Bu tıpkı, "Allah hiçbir oğul
edinmemiştir.." (Mefy«m, 53) ayetindeki
gibidir. Buna göre mana, "Onların imanlarının onlara fayda vermesi
sahih ve doğru olmamıştır, olmaz!" şeklindedir.
[181]
İmdi şayet, "iman
etmesinin kişiye fayda vermeyeceği vakit hakkında katî bir şey söyleyebilir
misin?" denilirse, biz deriz ki: Bu, kendisinde, rahmet ve azap
meleklerinin inişinin bizzat müşahede edildiği vakittir. Çünkü bu vakitte kişi,
iman etmeye mecbur kalmış olur. Bu iman ise, fayda vermez. İman ancak, aksini
yapabilmeye muktedir olunup, kişi böylece hür ve irâde sahibi olduğunda fayda
verir, geçerli ve sahîh olur. Ama insanlar, ahiret alametlerini, (Ölürken)
görüp müşahede ettiklerinde, (ettikleri iman ise), fayda vermez.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Allah'ın, kullan hakkında carî oian âdeti budur..." buyurmuştur. Bu,
"ye's halinde, (iman etmekten başka bir çaresi salmadığı durumunda),
imanın makbul olmayışı, Allah'ın, bütün ümmetler hakkında sürüp gelen değişmez
yasasıdır" demektir.
cümlesindeki kelimesi, zaman manasını ifade eden bir
kelime olup, buna göre mana, "Onlar, o şiddetli azabın vaktini
gördüklerinde hüsrana uğradılar.." şeklindedir. Doğruya ileten ise,
Allah'dtr.
Bu sûrenin tefsiri,
Herât şehrinde, hicrî 603 yılının Zilhicce ayının ikinci cumartesi gününde
tamamlandı.
Ey niteleyenlerin en
mükemmel nitelemelerinin bile, celâl ve izzetin adına, (bilgisini ancak)
kendisine ayırdığın şeylerin en küçüğüne dahi ulaşılamayan! Ey, tefekkür
edenlerin anlayışlarının ve düşünenlerin fikirlerinin, senin kibriyânın
sırlarının ilke ve yasalarını kuşatmaktan aciz olan zât! Lütfunla ve rahmetinle
bizi, bâtılı savunan, böylece de ziyana uğrayan kimseler arasına katma. Ve,
bizi, Kıyamet gününde mahrum olanlardan kılma... Çünkü sen, ekremü'l-ekremîn ve
erhamu'r-râhimîn'sin...
Hamd, alemlerin rabbi
olan Allah'a, salât ü selâm, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'e, O'nun âline,
ashabına ve bütün ümmet-i Muhamed'e olsun...
[182]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/239
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/240
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/240
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/240-241
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/241
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/241-242
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/242
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/243-244
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/244
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/244
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/244-245
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/245
[13]
Müsned, 2/256, 478.
[14]
Müsned, 2/475, 478. 494.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/245
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/246
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/246
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/246-247
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/247-248
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/248
[21]
Müsned, 2/353. 363. camiüs-Sağir. 1/132.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları:
19/248-249
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/249-250
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/250
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/250
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/250-251
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 19/251-252
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/252
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/253
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/253
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/253
[32] Bu ifade bazı eski kimyacılar arasında yapgın dan bir
idealin doğru telakki edilmesini nazar-ı iıibare alan bir mecazdır. Yoksa,
mufessirin bunu doğru kabul ettiği manasına gelmez (ç.).
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/254
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/254
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/255
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/255
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/255-256
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/256
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/256-257
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/257-258
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/258-259
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/259
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/259
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/259-260
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/261
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/261
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/261-262
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/262
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/262
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/262
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/262-263
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/263-264
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/264-265
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/265-266
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/266
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/266
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/266-267
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/267-268
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/268
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/269
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/269-270
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/270-271
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/271
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/271
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/271-272
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/272
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/273
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/273-274
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/274-275
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/275
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/275-276
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/276-278
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/278-279
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/279-280
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/280
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/280-281
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/281
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/281
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/281
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/281-282
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/282
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/282
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/283
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/283
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/283
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/283
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/283-284
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/284
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/284-285
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/285
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/285
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/285-286
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/286
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/286
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/286
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/287
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/287
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/287-288
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/288
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/289
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/290-291
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/291
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/291-292
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/292
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/292
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/292-293
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/293-294
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/294
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/294
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/294
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/294
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/294
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/294-295
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/295
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/295
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/295
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/296
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/296-297
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/297-298
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/298-299
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/299
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/299
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/299-300
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/300
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/300
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/301
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/301-302
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/302-303
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/303
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/303-304
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/304
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/304-305
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/305-306
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/306
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/306-307
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/307
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/307-308
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/308
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/309
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/309
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/309
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/309-310
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/310-311
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/311
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/311-312
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/312
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/312-313
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/313
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/313-315
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/315-316
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/316
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/316-317
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/317-318
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/318
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/318-319
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/319-320
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/320-321
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/321
[159] Tirmizİ, Sevabu'l-Kur'ân, 25(5/184).
[160] Fahruddin
Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/322
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/322
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/322-323
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/323
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/323
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/323-324
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/324-325
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/325-326
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/326-327
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/327-328
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/328
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/328-329
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/329-330
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/331
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/331-332
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/332-333
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/333
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/333-334
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/334-336
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/336
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/336
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/337
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 19/337-338