- 40 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 40., nüzûl sıralamasına göre 60., mesânî kısmı üçüncü
sûreler grubunun ikinci sûresi olan Mü’min sûresi, Mekke’de nâzil olmuş olup
âyetlerinin sayısı 85’dir.
“Rahmân ve
Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne, O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Mekke’de
Rasulullah Efendimizin ve beraberindeki bir avuç müslümanın çok zor günler
geçirdiği, işkencelerin had safhaya ulaştığı, Rasûlullah’ı öldürme
girişimleriyle, dâvetinin önünün kesilmek istendiği, peygambere olan muhalefetin
körüklendiği bir dönemde nâzil olmuş bir sûre ile karşı karşıyayız.
Sûrenin evvelindeki
âyetlerde bu konunun gündeme getirildiğini görüyoruz. Rabbimiz peygamberinin
üzerine yüklenen Mekke müşriklerine, Firavun ve çevresindekilerin, Allah elçisi
Hz. Mûsâ’ya yaptıklarını anlatarak, sizler de şu anda Allah elçisine aynen
onların tutumlarını sergiliyorsunuz, buyurarak onların âkıbetlerinin de Firavun
ve çevresindekilerin âkıbetinden farklı olmayacağı uyarısında bulunmaktadır.
Sûrenin bu
âyetleri Mekkeli kâfirler için böyle bir tehdit unsuru oluştururken, Rasulullah
Efendimiz ve beraberindeki bir avuç müs-lümana da güç, moral ve destek oluşturuyordu.
“Korkmayın ey müs-lümanlar, şu sizin karşınızdaki düşmanlardan çok daha güçlü,
dünyanın en süper gücüne, en süper ordusuna sahip olan Firavun, Mûsâ (a.s) karşısında
nasıl mağlup olmak zorunda kalmış, nasıl boğulmaktan kurtulamamışsa, Allah size
de yardım edecektir. Allah sizin düşmanlarınızı da yok edecektir; bu konuda en
ufak bir endişeniz olmasın,” buyurulmaktadır.
Devam eden
âyetlerde de Firavun’un sarayında Firavun hânedanından iman etmiş bir mü’min
kişiden söz edilmektedir. Uzun bir süre imanını gizleyen ama Firavun ve
taraftarları Hz. Mûsâ’yı öldürmeye teşebbüs edince, artık gizlenmenin bir
anlamının kalmadığını anlayarak yavaş yavaş kendini ortaya koyarak, kendisini
Allah elçisinin önüne atıp kalkan yaparak onu müdafaa ettiğini, peygamberin öldürülüşüne
engel olmaya çalıştığını, ama Firavun ve çevresindekilerin Allah korumasında
olan bir tek kişiye bir şey yapmaya güçlerinin yetmediğinin anlatıldığını
görüyoruz.
Allah
bilgisiyle bilgilenmiş gerek Allah elçisi Hz. Mûsâ (a.s), gerekse ona tabi
olmuş Allah eri o mü’min kişi karşısında, Firavun ve çevresindekilerin hiçbir
delillerinin olmadığı anlatılarak Mekke müşriklerine cevaplar verilmiş, küfürlerinden,
inatlarından, düşmanlıklarından vazgeçip imana dâvet edilmiştir. İşte bu minval
üzere devam eden Mü’min sûresinin ilk âyetleri bakın şöyle başlıyor:
1.“Hâ, mîm”
Sûre, huruf-ı
mukatta ile başlar. Huruf-ı mukatta, kesik kesik okunan harfler demektir. Bu
harfler Kur’an’ı Kerîm’de altı sûrenin başında gelen ve o sûrelere ait birer
âyettirler.
Hâ-Mîm’lerin
ilk sûresi olan Mü’min sûresinin başındaki bu âyetler Kur’an’ın müteşabih
âyetlerindendir. Biliyoruz ki Kur’an’ı Kerîm’de muhkem ve müteşâbih âyetler
vardır. Muhkem âyetler en genel tarifiyle okuyucu tarafından ilk okunuşta
mânâsı anlaşılabilen, bizim beş duyumuza hitap eden ve bizden imanla birlikte
amel isteyen âyetlerdir. Meselâ namazı kılın, zekâtı verin âyetleri muhkem
âyetlerdir ve bizden hem iman, hem de amel isteyen âyetlerdir. Yâni biz hem
namazın farz olduğuna inanacağız, hem de namazı bizzat kılacağız.
Kur’an’ı
Kerîm’deki müteşabih âyetler ise ilk okuyuşta mânâsı anlaşılamayan,
duyularımızla kavrama imkânımızın olmadığı, ancak muhkemlerle anlayıp
çerçevesini çizebileceğimiz âyetlerdir ki, bunlar bizden amel istemez, sadece
iman ister. Sırat, haşr, neşr, cennet, ce-hennem, ruh, melek, cin, şeytan,
vahiy, arş, kürsî, semâvât, yedullah gibi konuları anlatan âyetlerdir. (Elif, lâm
mîm), (Yâsîn), (Tâhâ) gibi âyetler müteşabih âyetlerdir. Bunların ne
olduklarını, ne anlama geldiklerini biz bilemeyiz, hiç kimse de bilemez, sadece
bunların Allah’tan gelme birer âyet olduklarına öylece inanırız.
Peki madem
ki bu âyetlerin mânâları bilinmeyecekti de niye gelmiş Kur’an’da? Hani Kur’an
Mübîndi, hani Kur’an herkesin anlayabileceği bir açıklıkta ve netlikte idi,
demenin de anlamı yoktur. Çünkü biz kimi âyetlerin künhünü, aslını bilir,
kimilerinin de sadece rolünü ve fonksiyonunu biliriz. Meselâ arabada akü diye
bir aygıt vardır. Bunun ne olduğunu, neden yapıldığını, aslını, künhünü herkes
bilmez, bile-mez, bilmesi de gerekmez zaten. Biz nesini biliriz bunun? Rolünü
biliriz sadece. Biliriz ki akü, arabada elektrik donanımını sağlayan bir
aygıttır. İşte aynen bunun gibi biz bu tür âyetlerin aslını, künhünü bilemesek
de, bunların rolünü ve fonksiyonlarını biliriz. Meselâ cennetin ne olduğunu,
nasıl olduğunu, enini, boyunu, genişliğini, şeklini, tipini bilemeyiz. Peki
neye yarar bu? Yâni rolü nedir bu âyetlerin? Tanıtıldığı kadarıyla iman eder,
anlatıldığı şekliyle iman eder ve bizim hedefimiz olduğunu biliriz. Bizi kötülüklerden
koruyup iyiliklere teşvik ettiğini biliriz. Yâni cenneti anlatan âyetlerin rolü
bize hedef göstermektir. Bakın eğer benim istediğim şekilde yaşarsanız, size
bunu vereceğim diye Rabbimiz bize hedef gösteriyor. Meselâ cennette ırmaklardan
bahseder âyetler. Süt ırmakları, bal ırmakları, şarap ırmakları… Bunların
niceliğini bilmeyiz.
İşte
Kur’an’ı Kerîm’de sûre başlarında gördüğümüz bu âyetler de müteşabih âyetlerdir.
Bunların da Allah’tan geldiğine inanır ve biliriz ki bunlar âyettir. Peki bu
tür âyetlerin rolü nedir acaba? Yâni acaba bu âyetler bize nasıl bir hedef
gösteriyor? Rasulullah Efendimizden bize intikal etmiş bu konuda herhangi bir
açıklama göremiyoruz. Kur’an’ın başka herhangi bir yerinde de bu konuda açıklayıcı
bir bilgi bilmiyoruz. Selef bu konuda şunları söylemiştir:
1. Sûrelerin
başında gelen bu âyetler Kur’an’a dikkat çekmedir. Rabbimiz o güne kadar
insanların, Kur’an’ın muhataplarının alışık olmadıkları bir ifadeyle söze
başlayarak onların dikkatlerini kitap üzerine çekmek istemiştir, deniyor.
Allah sanki bu âyetleriyle: “Kullarım!
Dinleyin şu anda Allah konuşuyor! Bunu kendi sözlerinize benzetmeyin! Şu anda
içinizden birisi konuşmuyor! Şu anda Peygamber de konuşuyor! Bu benim sözümdür!
Şu anda Rabbiniz konuşuyor! Gelin bunu benim sözüm olarak dinleyin!” buyurarak
kitabına ve kitabının önemine dikkat çekiyor. Sanki daha sözlerinin başında
Rabbimiz, “Gelin ey insanlar, ey kullarım şu anda Allah konuşuyor! Bu söz insan sözüne benzemez!
Âlim, fazıl, filozof, psikolog, sosyolog, amir, müdür, baba-ana sözü gibi
dinlemeyin bunu! Sakın ha benim sözümü içinizden birinin sözüne benzetmeyin!
İçinizden birinin sözünü dinleyip de çöpe attığınız ya da kulak ardı yaptığınız
gibi benim sözümü de öylesine dinlemeye kalkışmayın! Şu anda ben konuşuyorum!
Bu söz Allah sözüdür! Ben konuşuyor olarak dinleyin ve gereğini yerine getirin!”
diyor. İşte insanlar bu söze daha bir ciddi kulak versinler, daha bir ciddi
dinlesinler diye böyle bir dikkat çekmedir denmiştir.
2. Sûre
başlarında gelen bu tür âyetlerden sonra Kur’an’ı Kerîmde genellikle Kur’an’a
dikkat çekilmektedir.
Meselâ
bakın A’râf sûresinin başında:
Yine Tâhâ
sûresinin başında:
Yine meselâ Yâsîn sûresinin başında:
Yunus sûresinde de:
Veya burada
olduğu gibi:
Bu
âyetlerden sonra Rabbimiz hep Kur’an’a dikkat çekiyor. Bu âyetlerden sonra
kitabın gündeme geldiğini görmekteyiz. Öyleyse sûre başlarındaki bu âyetlerle
Rabbimiz Kur’an’la alakalı tüm insanlığa meydan okuyor, demektir. Buyuruyor ki
Rabbimiz: “Elif, Lâm, Mîm; Elif, Lâm, Râ; Yâ-Sîn, Hâ-Mîm. Ey insanlar! İşte
elinizdeki Kur’an bu harflerden meydana gelmiştir. Sizler bu harfleri tanıyor,
okuyor, yazıyorsunuz. Bu harfleri okuyan yazan sizler, bu harfleri tanıyan
sizler, haydi gücünüz yetiyorsa bu kitabın bir benzerini meydana getirin!
Kur’an gibi bir kitap ortaya koyun bakalım!” diye tüm insanlığa bununla
Rabbimiz meydan okuyor denilmiştir.
3. Yine bu
harflerle Kur’an’ın Allah’tan geldiği beyan ediliyor denilmiştir. Yâni bu kitap
herhangi bir insan sözü değil, insan kaynaklı bir kitap değil, Allah kaynaklı
bir kitaptır mesajını ulaştırma adına Rabbimiz sûrelerin başında böyle bir
hitabı uygun bulmuştur, deniyor. Ama en güzeli, mânâsını bilmesek de bunlar
aynen öteki âyetler gibi Allah’tan gelmiş birer âyettir ve biz öylece iman
ediyoruz.
Öyleyse
Elif, Lâm, Mîm. Dinleyin ey Allah’ın kulları! Şu anda Allah konuşuyor! Bu söz
Allah sözüdür! Rabbiniz konuşuyor olarak
dinleyin ve gereğini yerine getirin, diyoruz.
2. “Bu kitabın indirilmesi Azîz ve Alîm
olan Allah’tandır."
Bu kitabı Azîz ve Alîm olan Allah
indirmiştir. Bu kitap Azîz ve Alîm olan Allah’ın kitabıdır. Bu kitap öyle bir
makamdan, öyle bir Allah’tan gelmiştir ki, o Allah Azîzdir. Her şeye güç
yetiren mutlak güç sahibi, her konuya hakim olan mutlak hâkimiyet sahibi,
mutlak otorite sahibi bir Allah’tır. Hiç kimsenin kendisine galip gelemeyeceği,
hiçbir şeyin kendisini âciz bırakamayacağı, yenilmez ve yanılmaz bir Allah…
Öyle bir Azîz ki, izzetine kimse toz konduramaz… Öyle bir Azîz ki, sa-hasına
kimse giremez… Öyle bir Azîz ki, aldığı kararları hiç kimse gözden geçiremez...
Öyle bir Azîz ki, yönetimine hiç kimse karışa-maz...
Hâkimiyeti konusunda, gökleri ve
yerleri idaresi konusunda hiç kimse O’na ortaklık iddiasında bulunamaz.
Rubûbiyeti ve ulûhiyyeti konusunda ortağı olmayan, vekilleri, yetkilileri,
yardımcıları olmayan bir Allah. Kitabını gönderirken, emirlerini indirirken hiç
kimsenin etkisi altında kalmayan, göklerde ve yerde ne varsa hepsi kendisinin
kulu olan ve kullarını kendisinden başkalarının arzularına itaati konusunda,
kendisinden başkalarının emirlerini dinleme konusunda onları soğanın dişisinden
bile kıskanan bir Allah. Evet bu kitap, böyle Azîz olan bir Allah’tan gelmiştir.
Azîz
oluşunun yanında, o Allah aynı zamanda Alîmdir. Her şeyi bilen, bilgi
kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, göklerde ve yerde olan hiçbir şeyin
ilminden gizli kalamayacağı bir Allah... Her şeyi vasıtasız olarak bilen bir
Allah... İşte bu kitap böyle mutlak bilgi sahibi bir Allah kelâmıdır.
İnsanların, yarattıklarının ihtiyaçlarını en güzel bilen Allah’tır. Onların
nasıl yaşamaları gerektiğini, hayatlarını nasıl tan-zim etmeleri gerektiğini,
hangi kurallara uymaları gerektiğini en iyi bilen Allah’tır. Yâni kullarına
nasıl bir kitap göndereceğini, nasıl bir sistem göndereceğini, onları nelerle sorumlu
tutacağını en güzel bilen Allah’tır. O’nun emirleri, O’nun kanunları bir ilme
ve hikmete dayanmaktadır. O’nda yanlışlık, O’nda yanılma kesinlikle yoktur. O
Allah ki, insanların sadece eylemlerini, amellerini değil, aynı zamanda niyetlerini
de bilmektedir.
İşte bu
Allah, bu yenilmez ve yanılmaz olan Allah size bir kitap göndermiştir. Kitap
"Ketebe" kökünden gelir. O da ‘yazgı’ demektir. Alın yazgısı, kâinatın
yazgısı, kâinatın hayat programı, kulluk kitabı, hidâyet rehberi, cennet kılavuzu
olarak, levh-i mahfûzdan dünyamıza yansıyan hayatımızın programıdır. Var mı
bunun gibi hidâyete ulaştıran başka bir kitap? Var mı bunun gibi kâinatın
yazgısı ve hayat programı olabilecek başka bir kitap? İnsanlara kulluğu anlatan,
insanları cennete ulaştıran, insanları hem dünyada hem de âhirette mutlu edebilecek
bunun gibi bir kitap bulabilir misiniz?
Kitap bir
de ‘kitâbe’ anlamınadır. Asırlar geçse de üzerinden, karlar, boralar fırtınalar
esse de, ezilip bozulmayacak, silinmeyecek, kazınmayacak, yok olmayacak, kalpte
olan, kabulde olan kitâbe demektir.
İşte böyle
Azîz ve Alîm, yenilmez ve yanılmaz bir Allah’tan gelmiş bir kitap dururken ey
insanlar siz nasıl oluyor da bu kitabı, bu kitabın size sunduğu mesajları bırakıyor
da başkalarının mesajlarına kulak veriyorsunuz? Böyle bir Allah’ın, böyle bir
kitabın arzularını bırakıp, kimin arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz?
Hayat programınız, kılık-kıyafetiniz, hukuk, eğitim, siyasal yapılanmanız konusunda
kimlere müracaat ediyorsunuz? Hayatınızın problemlerini kimlere arzediyorsunuz?
Kimlerin çözümünü çözüm kabul ediyorsunuz? Ben ki azîz, ben ki en güçlü, ben ki
karşı gelinmez güçlü. Ben ki alîm, her şeyi bilen, mutlak bilenim.
Azîz ve
Alîm… Bakıyoruz bugün dünya üzerindeki bütün devletler, tarihin
derinliklerinden bu yana tüm insanlık, bütçelerinin, güçlerinin yarısını hemen
hemen bu iki alana, bu iki sektöre yatırmışlardır. Birisi eğitim sektörü, ötekisi
de savunma sektörü. Her devlet en bilen ben olayım, en güçlü ben olayım diye kaynaklarının
en büyük kısmını eğitim ve savunma alanına aktarmaktadır. Belki de hâkimiyet ve
bilgeliği Allah’tan çalıp, kendi elinde bulundurabilmek ve böylece Allah’a kafa
tutabilecek bir noktaya gelebilmek için. Sen güçlüysen ben de güçlüyüm, sen
biliyorsan ben de biliyorum diyerek Allah’ın kitabını diskalifiye edebilmek
için. Allah’ın ve O’nun kitabının en güçlü ve en bilen oluşunu diskalifiye
edebilmek ve böylece yeryüzünde Allah’a kafa tutabilmek için bunu yapmaktadırlar.
Kur’an’ı
Kerîmde bu ve benzeri âyetleriyle sanki Rabbimiz şöyle diyor: “Kullarım, ben
Azîzim. Ben güçlüyüm. İzzet ve hâkimiyet bana aittir. Bana karşı gelemezsiniz.
Beni mağlup edemezsiniz. Ben dilediğimi aziz, dilediğimi zelil ederim. Gücü,
kuvveti, izzeti bende görenleri başlara taç yapar, izzeti benim dışımda
arayanları da ayaklar altında sürünmeye mahkum ederim. Ben Azîzim. Hayata hakim
olan, tüm kâinata egemen olan benim. Ben Alîmim, Ben her şeyi eksiksiz bilenim,
bilgi bendendir. Öyleyse ey kullarım, gelin eğer derdiniz güçse, güçlü olmaksa,
derdiniz yeryüzünün en süper gücü olmaksa, benimle beraber olun. Güçlüyle
beraber olun. Güçlünün safında yer alın. Benim kitabımla beraber olun. O zaman
dünyanın en güçlü insanı siz olacaksınız. Yok eğer derdiniz eğitimse, bilgin
olmak, bilge olmak, yeryüzünün en üstün âlimleri olmak istiyor, hikmetli
olmayı, âlim olmayı arzu ediyorsanız benimle beraber olun, benim kitabımla
beraber olun. Hikmeti, bilgeliği ve ilmi benden öğrenin. Güç konusunda da,
bilgi konusunda da başkalarına değil bana müracaat edin. Benim kitabıma başvurun.
Böyle Alîm ve Azîz bir Allah kitabı dururken siz izzeti ve ilmi nerelerde
arıyorsunuz, bir düşünün,” diyor Rabbimiz.
3. “Günâhı bağışlayan, dönüşü kabul
eden, cezası pek şiddetli olan ve lütuf sahibidir o Allah. O’ndan başka İlâh
yoktur. Dönüş O’nadır."
Evet Allah
Azîz ve Alîm oluşunun yanında aynı zamanda:
olandır da. Günâhları bağışlayan,
hataları affeden ve tevbeleri kabul edendir. Allah günâhlar konusunda Ğafirdir.
Yâni onları siliveren, yok eden, yok farzeden, işlenmemiş kabul eden, ciddiye
almayandır. Aynı zamanda o Allah tevbeleri kabul eden, kendisine dönenleri,
kendisine yönelenleri hüsnü kabulle kabul eden, karşılayandır. Tevbe, dönüş,
yöneliş demektir. İslâm literatüründe tevbeyi ilk olarak Hz. Adem’le öğreniyoruz.
Bir an kıblesini değiştirmiş, ağaca, yasaklanmış meyveye, şeytanın yörüngesine,
ebedî yaşamaya, ölümsüzlüğe ermeye doğru giden Hz. Adem, hemen hatasını anlar, pişmanlık
ihraz ederek Rabbinin arzularına, Rabbinin kıblesine doğru yönelir, işte tevbe
budur. İşte böyle dünyaya doğru dönmüş, dünyayı kıble edinmiş, dünyalık programlar
peşinde giderken, şeytana yönelmiş, şeytanın
yörüngesine girmiş, onun arzuları istikametinde bir hayat yaşarken, nefsin
istekleri peşinde koşarken, Allah’ın kendisi için gönderdiği hayat programından
habersiz, kitabına sırt dönmüş, peygamberine ilgisiz kalmış bir hayat yaşarken,
bir anda yönünü, kıblesini değiştirip, Rabbine yönelen ve onun istediği bir hayatı
yaşamaya karar veren kişinin bu yaptığına tevbe denir.
Allah böyle yıllarca kendisine dargın yaşayan,
kendisinden habersiz yaşayan bir kulunun dönüşüne o kadar sevinir ki, Allah’ın
Resûlü bunu şöyle ifade eder: “Çölde sırtındaki yükü ve erzakıyla birlikte
devesini kaybeden, ümitsizlik içinde perişan bir ruh haleti ile uykuya varıp da,
uyanınca bir anda sırtındaki yüküyle birlikte devesini yanı başında bulan bir
adamın sevindiği gibi, hattâ ondan daha fazla Allah sizin dönüşünüze sevinir.”
Âyetin ifadesinden
anlıyoruz ki, günâhları affetmekle tevbeleri kabul etmek ayrı ayrı şeylerdir.
Zira Rabbimiz tevbe edilmeden de kimi günâhları affedebilir. İşlenmiş bir günâhın
arkasından tevbe edilmemiş bile olsa, yapılacak hayırlı bir amel sebebiyle de
Rabbimiz o günâhı affediverir. Yâni günâh işleyen mü'min, günâhının hemen arkasından
tevbe etmeyi unutmuş olsa bile, işleyeceği salih bir amel karşılığında Rabbimiz
onun günâhını affediverir.
Yine
dünyada insanın başına gelen kimi sıkıntılar da hadislerin ifadesine göre günâhların
affedilmesine sebep olmaktadır. Bu yüzden âyet-i kerîmede tevbe ile günâhların
affedilmesi ayrı ayrı zikredilmiştir diyoruz. Allah en iyisini bilir. Evet:
dir
o Allah. Tevbe eden, kendisine yönelen kullarını affeden, onları hüsnü kabulle
kabul edendir o Allah. Ama:
dır da aynı zamanda. Yâni tevbe etmeyen, kendisine yönelmeyen,
kitabından ve peygamberinden habersiz yaşayan, Allah’ın kendisi için gönderdiği
hayat programından habersizce kendi kendine hayat programı yapmaya çalışan kimseler
için de ikâbı, cezası, yakalaması pek şiddetli olandır o Allah.
Aynı
zamanda,
“Lütûf ve kerem sahibidir o.”
“Kendisinden
başka İlâh olmayandır ve dönüş onadır.”
Allah,
kendisinden başka İlâh olmayan tek İlâhtır. Tüm varlıkların kulluk ipleri elinde
olan, sadece kendisine ibadet edilen, sadece kendisinin sözü dinlenen, sadece
kendisinin hayat programı program kabul edilen, göktekiler ve yerdekiler
konusunda sadece kendisinin kanunları geçerli olan, herkesin kendisine boyun
büktüğü tek varlık, Allah’tır. Kendisine yönelinecek, kendisine kulluk edilecek
tek varlık Allah’tır. O’ndan başka İlâh yoktur. O’ndan başka sözü dinlenecek, O’ndan
başka hatırı kazanılacak varlık yoktur. İbadetin, duanın, tevekkülün sadece
kendisine yapılacağı, imdadın, yardımın sadece kendisinden isteneceği tek
varlık, Allah’tır.
Siz
bilirsiniz! Eğer O’nun dışında da İlâhların, O’nun berisinde de Rabblerin
varlığına inanıyor, O’ndan başkalarına da kulluk yaparız, O’ndan başkalarının
hayat programlarını da kabul ederiz, başkalarından da yardım isteriz, başkalarının
önünde de eğiliriz diyorsanız, unutmayın ki sonunda:
Dönüşünüz O’nadır. İşin sonunda O’na
döneceksiniz, hesabı O’na ödeyeceksiniz. Sizi hesaba çekecek olan O’dur. Unutmayın
ki yegâne hüküm sahibi, yegâne hâkimiyet sahibi O’dur ve bu hükmünü,
hâkimiyetini ölüm ötesi hayatta da devam ettirecek olan O’dur. Siz bilirsiniz,
ama unutmayın ki bir gün hayat bitecek, ömür tükenecek, kıyamet kopacak,
imtihan için size tanınan süre dolacak, imtihan sonuçlarının okunma dönemi gelecek
ve tüm sorumlu varlıklar hesap vermek üzere O’nun huzuruna çıkacak. Yeryüzünde
kendilerine geçici olarak yetki verilmiş tüm varlıkların yetkileri geri
alınacak ve herkes hiçbir yardımcısı olmadan yegâne egemen olan Allah’ın
huzuruna çıkarılacak. Şu anda mü'minlerin ellerinde hayat programı olan, mü'-minlerin
sürekli onunla beraber oldukları, gece-gündüz onu okuma, anlama ve yaşama
savaşı verdikleri, ama kimilerinin de ondan hiç ha-berdar olmadan bu dünyadan
göçüp gittikleri Allah’ın kitabına göre yargılanacaklar. Tüm insanlık bu
kitapla yargılanacak. Kitabın hakemliğiyle, Kur’an’ın hakemliğiyle kimileri
cennete, kimileri de cehenneme gidecekler.
Ta başa
dönüyoruz şimdi. Ey insanlar, işte bu kitap böyle Azîz, böyle güç ve kuvvet
sahibi, günâhları affeden, tevbeleri kabul eden, lütf-u keremi bol, ama azabı,
ikabı da çok şiddetli olan, kendisinden başka sözü dinlenecek, kendisinden
başka ibadet edilecek İlâh olmayan, sonunda kendisine dönülecek ve tüm varlıklardan
hesap soracak olan Allah’tan gelmiş bir kitaptır. İşte böyle bir makam indirdi
bu kitabı. Bu kitabı dinleyenler, bu bilgiyle dinlesinler, reddedenler de bu
bilgiyle reddetsinler.
4. “Allah’ın âyetleri konusunda
mücâdele edenler ancak kâfirlerdir. Onların şehirlerde dönüp dolaşmaları sakın
seni aldatmasın.”
Allah’ın
âyetleriyle mücâdele edenler ancak kâfirlerdir. Öyle değil mi? Allah kendisini
bu kadar net anlatırken, Allah’ın, kullarıyla ilişkisi bu kadar net ve açıkken,
Allah bu sıfatların sahibiyken, gökler ve yerler, göktekiler ve yerdekiler
hepsi O’nun iken, göklerde ve yerlerde O’ndan başka İlâh, O’ndan başka egemen
varlık yokken, yegâne hâkimiyet sahibi güç kuvvet sahibi O iken, her şey ve herkes
O’na muhtaçken, varlığın sebebi, bilginin kaynağı O iken, var olmak için her
şey O’na muhtaç, bilgilenmek için tüm varlıklar O’na muhtaç iken, ne gariptir
ki insanlar O’nunla, O’nun âyetleriyle savaşa kalkışıyorlar.
Öyleyse ne bedbahttır bu kâfirler!
Bunlardan daha zâlim, bunlardan daha azgın, bunlardan daha nankör birini düşünmek
mümkün değildir yeryüzünde. Allah’ın kendilerine sunduğu sayısız nimetlerden
istifade ettikleri halde, yine de nankörlük ederek Allah’ın âyetleri konusunda
mücâdele ederler.
Âyet-i
kerîmede anlatılan mücâdeleden kasıt, Allah’ın âyetlerine rağmen, kendi
hayatlarını sürdürme konusunda ısrar etmeleridir. Çünkü bunlar
küfretmektedirler. Küfür, örtmek, örtbas etmek, kamufle etmek, gündeme almamak,
gündemden saklamak anlamlarına gelir. İşte bunlar Allah’ın âyetlerini
örtmüşler, işaret levhâlârının üzerini örtmüşler ve böylece farklı
istikâmetlere gitmeye çalışan zavallılar durumuna düşmüşlerdir. Allah’ın,
kullarının hayat yolları üzerine yerleştirdiği işaret levhâlârını örttükleri, âyetleri
gizleyip kamufle ettikleri için, ısrarla kendi hayatlarını, kendi anlayışlarını
savunuyorlar. O âyetleri kendilerine sunan Allah elçilerine karşı kendi hayat
felsefelerini gündeme getiriyor ve onu savunuyorlar. Âyetleri görmezden,
duymazdan geliyor, yok etmek, örtmek istiyorlar. İşaret levhâlârını örttükleri
için de, ne yaptıklarını, nereye gittiklerini kestiremeyecek bir duruma düş-müşlerdir.
Gözleri vardır görmez, kulakları vardır işitmez, kalpleri vardır anlamaz
kimseler olarak hayvanlar durumuna düşmüşlerdir bunlar.
Bu tür
insanlar konusunda Rabbimiz peygamberine ve peygamber yolunun yolcusu olan biz
mü'minlere buyurur ki: “Ey peygamberim ve ey müslümanlar! Allah’ın âyetleriyle
savaşan, Allah’ın âyetlerini örtüp, âyetlerin defterini dürüp kendilerince bir
hayat yaşamaya çalışan bu kâfirlerin, bu insanların dünyada sahip oldukları güç
ve kuvvetleri, imkân ve saltanatları seni aldatmasın, sizi aldatmasın. Onların
beldelerde, şehirlerde, metropollerde, ülkelerde, kıtalarda egemenmiş gibi
görünmeleri, yeryüzünün mülk ve saltanatına sahipmiş gibi görünmeleri,
saltanatlarının müslümanlardan daha büyükmüş gibi görünmesi seni üzmesin. Bu
insanların yeryüzünde kibir ve gurur için-de yaşamaları, makamlarının,
mevkilerinin, mallarının, mülklerinin çokluğu, iktidarlarının, saltanatlarının
sarsılmayacakmış, hiç yıkılmayacakmış gibi görünmesi, dünyada refah içinde
yüzmeleri seni üzmesin.
Tüm mevcudat Allah’a teslim
olmuş, tüm mevcudat Allah’ın âyetlerini dinlerken, Allah’la ve Allah’ın
âyetleriyle savaşa tutuşan bu inkâr ehlinin maddî gücü ne olursa olsun, malları,
mülkleri, mevkileri, iktidarları, saltanatları ne kadar da büyük olursa olsun,
dünya metaı çok azdır ve onlar bir gün bitecek, öbür tarafa intikal etmeyecektir.”
Bir gün bitecek ve asla âhirete intikal etmeyecek şeyler ne kadar da büyük olsa
boştur ve küçüktür. Şimdi Allah böyle buyururken onların ellerindeki güç ve
kuvvetleri karşısında, iktidar ve saltanatları karşısında kahrolan, onların
ellerindekileri baygın baygın seyreden, onlara imrenen ve onlar karşısında
aşağılık duygusu içine düşen günümüz müslümanlarına ne demek lazım?
Evet,
onların ellerindekilerinin tamamı geçicidir. Ellerindekiler yarın kendilerini
kurtaramayacak ve onlar öbür tarafta cehenneme yuvarlanacaklardır. Bu
yeryüzünde Allah’ın hiç değişmeyen yasasıdır. İşte size örnekler diyecek ve
bakın burada Rabbimiz değişmeyen bu yasasına örnekler sunmaya başlayacak:
5. “Kendilerinden
önce Nuh kavmi de yalanladı ve arkalarından çeşitli topluluklar da
yalanlamışlardı. Her ümmet kendi peygamberlerini susturmak için yakalamaya
yöneldi. Hakkı bâtılla yok etmek için boşuna mücâdele ettiler. Ben de onları
yakalayıverdim. Bakın ki benim cezalandırmam nasılmış?”
Bakın
burada Rabbimiz âyetlerle mücâdele eden, Allah’la savaşa tutuşan insanların âkıbetlerini
ortaya koymak için tarihe intikal ediyor. Tarihin sahibi olan Allah, zamanın
sahibi olan Allah tarihi gözlerimizin önüne seriyor. Bir tarih sunuyor Allah
burada bize. Ama sadece geçmişi sorgulamak için değil, aynı zamanda geleceği de
sorgulamak için. Geçmişi sorgulayan, ama aynı zamanda geleceğe de ışık tutan
bir tarih sunacak Rabbimiz. Bizi bu tarihle yüzleştirecek ve ibret alıp aynı
duruma düşmememiz için bize bir mesaj sunacak.
Daha önce
Nuh toplumu da yalanladı Allah’ın âyetlerini. Nuh toplumu da Allah’la, Allah’ın
âyetleriyle, Allah’ın peygamberiyle savaşa tutuştu. Nuh'a (as) ve ona inanan
bir avuç müslümana nazaran o toplum çok güçlüydü. Ama bu güç onları
kurtaramadı. Peygamber karşısında güçlü görünen o toplumu, Allah dağlar gibi
yükselen sularla yakalayıverdi. Onlar karşısında güçsüz gibi görünen
peygamberini ve müslümanları gemide kurtarırken, ötekileri dağlar gibi
dalgaların arasında yok ediverdi.
Sonra onun
arkasından başkaları da yalanladılar. Meselâ Âd kavmi… Bu toplum da villalarına,
köşklerine gömülüp, yapıştıkları hayata güvenerek Allah’ın âyetlerine karşı
savaş açtılar, hayatlarını Allah’ın âyetlerine kalkan yaptılar. Güçlerine,
kuvvetlerine güvenerek Allah’ın âyetleri karşısında ısrarla kendi hayatlarını
savundular. Kendilerine Allah’ın âyetlerini sunmaya çalışan Allah’ın elçisine ihtiyaçlarının
olmadığını, onsuz da hayatlarını düzenleyebileceklerini iddia ettiler. “Bizim
Allah’a da, kitabına da peygamberine de ihtiyacımız yoktur,” dediler. Allah’ın
âyetlerine rağmen, kendileri kendi hayatlarına program yapmaya kalkıştılar da,
Allah da onları yakalayıverdi. Neyle yakaladı Allah onları? Hakka sûresi bakın
onu şöyle anlatır:
“Âd kavmine gelince, kasıp kavuran bir
fırtına ile helâk edildiler.”
(Hakka 9)
Âd kavmini
de Rabbimiz "Sarsar" denen çok soğuk bir rüzgarla, bir fırtınayla, ya
da taş yağdıran azgın, atiye bir fırtınayla helâk etti. Allah yedi gece ve
sekiz gün onlara musallat ettiği bir rüzgar gönderdi. O rüzgar onların üzerlerine
esip durdu, yâni salladı durdu orayı. Her şeyi birbirine vurdu, her şeyi
birbirine kattı, her şey yerle bir oldu. Yirmi-otuz metre boyundaki insanlar,
sanki içi boş hurma ağaçları gibi diz üstü çöküverdiler.
Sonra Semûd
kavmi, Hz. Salih’in toplumu. Bu toplum da Allah’ın âyetleriyle mücâdeleye
girdiler. Ekonomik güçlerini, paralarını, servetlerini tanrılaştırıp bunun
aksini söyleyen Allah’ın âyetlerine, toplumlarında geçit vermemeye çalıştılar.
Özellikle Allah’ın peygamberine verilen deve âyetine tahammül edemediler.
Allah’ın âyetini yok etmeye çalıştılar da, Allah da o toplumu taağıye ile yakalayıverdi.
Ta-ğıye belki bir ses, belki bir sayha, belki de bir titreşim bilemiyoruz; belki
de “geberin!” diye bir ses. Allah bir sarstı ki yerlerini yurtlarını, o kıyamet
kopsa da yıkılmaz bildikleri köşkleri, villaları yerle bir oluverdi.
Sonra ahlâksızlığı,
fuhşu doruk noktaya çıkaran, şehvetlerini putlaştıran ve buna imkân tanımadı
diye Allah’la, Allah’ın âyetleriyle savaşan, onları yok etmeye çalışan Lût
kavmini de yakalayıverdi Allah.
Onlardan
önce, onlardan sonra yeryüzünde hâkimiyeti, rubû-biyeti kendilerinde gören,
yeryüzünde tanrılık taslayan, Allah’ın arzında Allah’ın kullarının, Allah’ın
âyetleri istikâmetinde bir hayat sürmelerine izin vermeyen, Allah’ın arzında,
Allah’a hayat hakkı tanımayan, Allah’ın kullarını Allah’a ibadet ve itaatten
koparıp kendi kanunlarına tapınmaya zorlayan ve bu yüzden de onları bir kaosa
düşürmemek için onlara Allah’ın âyetlerini duyurmamaya çalışan ve böylece
Allah’ın âyetleriyle savaşa tutuşan Firavunların, Nemrutların hepsini yakalayıverdi
Rabbimiz.
Bazen bir
rüzgar, bazen bulut, bazen bir ses, bir sayha, bir çığlık, bazen su, bazen bir
sinek, bazen bir deniz, bazen da birkaç tane melekle yakalayıverir Allah. Tarih
bunun şahitleriyle doludur. Bunların hepsi de sonunda mağlup oldular. Hepsi de
ellerindeki güç ve kuvvetlerinin, imkân ve saltanatlarının hiçbir işe yaramadığını,
kendilerini kurtaramadığını gördüler. Hiçbirisi Allah’ın âyetlerini yalanlamalarının
ve onlarla savaşa tutuşmalarının karşılığı olarak Allah’ın kendilerine takdir
buyurduğu azaptan kurtulamadılar.
Rabbimizin
ifade buyurduğu gibi, hepsi de kendi peygamberlerini susturmak için onları
yakalamaya yöneldiler. Peygamberi susturmak için harekete geçtiler. Peygamberi
susturdukları zaman rahatlayacaklarını zannettiler. Meselâ bakın Şuara
sûresinde anlatılır:
“Dediler
ki ey Nuh! (Bu dâvâdan) Vazgeçmezsen iyi bil ki taşlanmışlardan olacaksın.”
(Şuara 116)
Diyorlar ki
Allah’ın elçisine: “Eğer vazgeçmezsen, eğer bu işe bir son vermezsen, senin
canına okuyacağız.” Kime diyorlardı bunu? Peygambere. Yâni teklifsiz bir dâvetçiye,
hatasız bir insana, günâhsız bir insana diyorlardı bunu. Hatasızlığın doruk
noktasında olan bir örneğe, bir peygambere diyorlardı bunu. “Vazgeç bu işten!
Bırak bu yolu.” Peki neden diyorlardı bunu? Dertleri neydi bu adamların? Çünkü
peygamber onların aralarında var olduğu, Peygamber onların arasında görevini yerine
getirdiği sürece onlar bundan rahatsız oluyordu. Onun varlığından, onun
mesajından rahatsız oluyorlardı. Onun varlığından, onun konumundan, durumundan
ötürü onların programları, onların anlayışları bozuluyordu. Çünkü Hz. Nuh vardı
ortada. Nuh (a.s) oldukça, mesajını etrafa yaydıkça, varlığını sürdürdükçe,
yanlışlıklar fark edilecekti. Hak ortada olunca, tüm bâtıllar fark edilecekti.
Hz. Nuh kriter olarak, kıstas olarak bulunacak ve onun varlığıyla tüm bozukluklar
kendini gösterecek ve sırıtacaktı.
İşte bunun için, onun varlığına
tahammül edemiyorlar ve onu yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlardı.
Peygambere hayat hakkı, söz hakkı tanımadılar. “Toplumda herkes fikrini açıklayabilir,
ama peygamber asla konuşamaz,” dediler. “Her türlü sistem uygulanabilir,
herkesin fikri denenebilir ama peygamberin sistemine kesinlikle geçit yoktur,”
dediler. Allah’ın arzında Allah’ın elçilerine hayat hakkı tanımadılar.
Peygamberle
savaştılar. Ama bu savaşta kiminle savaştıklarını unuttular. Karşılarında
sadece peygamberin olmadığını unuttular. Giriştikleri bu savaşta karşılarında sadece
gariban Müslümanların olmadığını unuttular. Gerek peygamberle, gerekse
müslümanlarla savaşırken, karşılarında Allah’ın bulunduğunu hesaplamadılar.
Zannettiler ki, karşılarında sadece peygamber var, zannettiler ki karşılarında
sadece gariban ve güçsüz müslümanlar var. Bunu hesaplamadılar, Allah da onların
defterlerini dürüverdi.
Bugün de
aynen böyledir. Yeryüzünde müslümanlar yaşadıkları, misyonlarını icra ettikleri
sürece, kesin biliyorlar ki bâtılların yaşamasına imkân kalmayacak. Onun
içindir ki, müslümanın varlığını, hakkın varlığını ortadan kaldırabilmek için,
bu kâfirler de ellerinden geleni arkalarına koymayacaktır. Kriteri, kıstası yok
etmek için ne gerekiyorsa yapmaya çalışacaklardır.
Meselâ
koskoca bir okulda iki tane kız çocuğunun başını örtmesine bile tahammül
edemiyorlar. Niye? Ne olacak iki bin kişi açıkken, ha iki tanesi de
kapanıversin. Ne olur bundan? Hayır! O zaman o okulda açıkların varlığı anlaşılacak
da onun için buna tahammül edemiyorlar. Evet kriter olarak, kıstas olarak
peygamberin ve müs-lümanın varlığına tahammülleri yoktur bunların.
Peygamberleri
yok etmek ve hakkı onunla kaldırabilmek için bâtıla sarıldılar ve bâtılla
mücâdele verdiler diyor Rabbimiz. Hakkın karşısına bâtıllarla çıktılar. Bunun
mânâsı, hakkı yok edebilmek için bâtıl silâhlar kullandılar, ya da bâtılı ikame
edebilmek için hakla mücâdeleye kalkıştılar, demektir. Meselâ Sâd sûresinde, peygamber
karşısında tutunabilmek için şöyle dedikleri anlatılır:
“Onlardan ileri gelenler dediler ki:
Yürüyün! İlâhlarınıza bağlılıkta sabredin! (dayanın, direnin) Şüphesiz ki
sizden istenen de budur.”
Evet,
diyorlar ki “yürüyün! Ona ve onun getirdiği mesaja aldırış etmeden hayatınıza
devam edin. Aman İlâhlarınıza sıkı tutunun. İlâhlarınıza bağlılık konusunda
direnin, dayatın, sabredin. Eğer siz İlâhlarınıza sımsıkı sarılırsanız, o
peygamberin size karşı yapabileceği bir şey yoktur!” Tıpkı günümüzde peygamber
düşmanlarının peygamber mesajı gündeme geldiği zaman, “aman İlâhlarınıza sahip
çıkın! Aman laikliğe sahip çıkın! Aman demokrasiye sahip çıkın! Aman şu düzeninize
sahip çıkın! Eğer sizler bu İlâhlarınıza sımsıkı sarılırsanız peygamber mesajının
da, peygamber yolunun yolcusu olanların da size yapabileceği bir şey yoktur,”
dedikleri ve İlâhlarına sadâkat yeminleri istedikleri gibi.
Dün de
bugün de Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın peygamberleriyle mücâdele edenler hep
olagelmiştir. Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki, bu savaş çok eskilere dayanmaktadır.
Beşeriyetin doğuşuyla birlikte başlamış hak-bâtıl savaşıdır bu. Aslında bu
kâfirler tüm kâinatla bir savaşa girişmiş kimselerdir. Çünkü kâinattaki tüm
varlıklar Allah’ın âyetlerine boyun bükmüşken, bu kâfirler tüm varlıklardan
ayrılarak, Allah’la savaşa tutuşmuş kimselerdir.
6. “Böylece Rabbinin kâfirler
üzerindeki sözü hak oldu ki, onlar ateşin sohbetçisidirler.”
Allah’ın bu
kâfirler üzerindeki hükmü hak oldu. Neydi Allah’ın onlar konusundaki hükmü?
Onlar cehennem ashabıdır, onlar cehenneme gideceklerdir. Âyetin ifadesinden
anlıyoruz ki, helâk sadece dünyadaki helâkle bitmiyor. Sadece iş dünya helâkiyle
bitseydi, öbür tarafta cehenneme yuvarlanmasalardı, belki dünyadaki yemeleri içmeleri,
keyif çatmaları yanlarına kâr kalacaktı.
Bu dünyada yediler, içtiler,
ipini koparmış deve gibi sorumsuzca gezdiler, eğlendiler. Kendilerini yoktan
var eden ve yaşadıkları bu hayatı kendilerine lütfeden Rabblerini, o Rabbin hayat
için koyduğu yasalarını, kitabını tanımadan, o Rabbin âyetlerini örterek örtbas
ederek, o âyetleri kendilerine ulaştırmaya çalışan Allah’ın elçilerini susturmaya
çalışarak, onlara hayat hakkı tanımayarak bir hayat yaşadılar. Bu hayatı
yaşarken de kendilerini emniyette hissediyorlardı. Zannediyorlardı ki, ölüm onlara
hiç gelmeyecekti. Güçleri, kuvvetleri, saltanatları sanki hiç bitmeyecekti.
Sanki hiç hesaba çekilmeyecekler, sanki yaptıkları yanlarına kâr kalacaktı.
Müslümanlara yaptıkları zulümlerin hesabı sorulmayacaktı. Sanki ölünce unutulup
gidecekler, sanki sümen altı olacaklardı. Ama Allah diyor ki, “bakın, buradaki
helâklerinin yanında onlar kesinlikle cehenneme de gidecekler. Cehennemin
sohbetçisi olacaklardır bunlar. Bu sözüm, bu hükmüm onlar hakkında hak oldu,
kesinleşti.” Allah’ın hükmü birisi için kesinleşti mi, mutlaka o yerine
gelecektir. Bu konuda tartışma bitmiştir, itirazlar boştur.
Bu âyetiyle
Rabbimiz tüm dünya insanlığına şunu söylüyor: “Ey yeryüzünde kendilerinde güç
ve kuvvet görerek, bu güç ve kuvvetlerinin kendilerine ebedîlik sağlayacağını
zanneden ve bu yüzden de Allah’ın kitabına, Allah’ın peygamberine karşı ilgisiz
ve hattâ düşmanca tavırlar sergileyen müstekbirler! Unutmayın ki çok kısa bir zaman
sonra sizin saraylarınıza, sizin şehirlerinize baykuşlar bile m
"Böyleleri
ateşe ne de sabırlıdırlar?"
(Bakara
175)
Evet, bunlar, imana, teslimiyete, iyiliğe, hayra, hakkı insanlara duyurmaya,
dünya zevklerinden birini terk edip müslümanların ayağına gitmeye asla tahammül
gösteremeyen bu insanlar, ateşe götürecek amellere karşı, cehenneme karşı ne
kadar da tahammüllüler? Ateşe karşı ne kadar da cesur ve sabırlılar diyor
Rabbimiz.
Öyleyse
gelin ey insanlar! Kendisinden başka İlâh olmayan, göklerde ve yerde ne varsa
hepsinin boyunlarındaki ipin ucu elinde olan, kullarına karşı çok merhametli olan,
kulları yanlış yollarda giderken, kendisine karşı, âyetlerine karşı ilgisiz bir
hayat yaşarlarken, bir anda kendisine yöneliveren kullarının dönüşlerini kabul
eden, onların dağlar kadar günâhları da olsa tümünü affeden, tevbeleri kabul
eden bir Rabbe yönelin ki, dünyanız da ukbânız da mâmûr olsun.
Bundan
sonra Rabbimiz arşın taşıyıcısı meleklerinden söz edecek. Arşın taşıyıcısı olan
meleklerin görevlerini ve şu anda onların ne ile meşgul olduklarını anlatarak,
bilginin kaynağı olan Rabbimiz bizi bilgilendirecek ve biz müslümanları, bu
kitaptan haberdar olanları, yeryüzünün en bilgin, en âlim insanları yapacak.
Çünkü biraz sonra Rabbimizin bize anlatacağı konu başka hiç kimsenin bilemeyeceği,
başka hiçbir kaynaktan öğrenme imkânımızın olmadığı bir bilgidir. Bu haberin
yanında şu meşgul olduğunuz, şu öğrenmeden edemeyiz diye çırpındığınız haberlerin
ne önemi olabilir ki? İşte en büyük haber:
7. “Arşı
taşıyan (Melek)ler ve çevresinde bulunan melekler, Rabblerini hamd ile tesbih
ederler ve ona inanırlar. Ve mü’minler için de şöyle istiğfar ederler: “Ey
Rabbimiz senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O tevbe edip senin
yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru.”
Mü'min
sûresinin bu bölümünde Rabbimiz arştan ve arşı taşıyan meleklerden söz ediyor.
Arşı da, arşın taşıyıcısı olan melekleri de bu meleklerin arşı nasıl yüklendiklerini
de, arşın çevresindekileri de bilmiyoruz, bilmemiz de mümkün değil. Ama Efendimizin
ifadesiyle şu kadarını söyleyelim: Dünyamızı çepeçevre kuşatan semâvât vardır.
Semâvâtın yanında bizim şu üzerinde yaşadığımız dünya, koskoca bir çölün
ortasına atılmış bir yüksük kadardır. Dünyanın yanında yüksük neyse, semâvatın
yanında bizim dünyamızın büyüklüğü de o kadardır.
Evet dünyayı bir yüksük farz
ettirecek kadar büyüklükte bir se-mâvât. Sonra o semâvâtı da bir yüksük farz ettirecek
kadar onu da çepeçevre kuşatmış Kürsî vardır. Kürsîyi de bir yüksük
farzettirecek kadar onu da kuşatmış arş vardır. İşte arş budur. Bunu başka
türlü anlamak da mümkün değil, anlatmak da. Yanında Kürsînin küçüldüğü, semâvâtın
bir nokta bile kalmadığı, dünyamızın ise yanında noktadan milyar kere milyar
daha küçüldüğü bir arşı ve o arşı taşıyan melekleri düşünün. Bu meleklere “Hamele-i
arş” denir. Bunlar büyüklüklerini tasavvur bile edemeyeceğimiz
meleklerdir. Hakka sûresinde bu meleklerin sayılarının sekiz olduğu anlatılır.
“O gün Rabbinin arşını onların üzerinde
sekiz melek yüklenir.”
(Hâkka 17)
Kimileri de
bugün bu arşı yüklenen meleklerin sayılarının dört olup, kıyamet günü bu sayıya
dört daha ilâve edilip sekiz olacaklarını söylemişlerdir. Arşın taşıyıcısı olan
bu melekler ve bir de arşın etrafındaki meleklerden söz ediliyor. Zümer
sûresinde bu meleklerden söz edilir. Bunların sayılarını ancak Allah bilir.
İşte gerek bu arşı taşıyanlara, gerekse arşın etrafında bulunan meleklere, Allah’a
en yakın anlamına Kerûbiyyûn ya da Mukarrabûn melekler denilir.
İşte bu
meleklerin iki görevinden söz ediyor Rabbimiz.
Birincisi:
“Rablerini
hamd ile tesbih ediyorlar ve ona iman ediyorlar.”
Bu melekler
Rablerini tesbih ediyorlar. Yâni bu melekler Allah’ın müslümanlardan istediği
bir görevi yerine getiriyorlar. Sübha-nallah, “ya Rabbi seni tesbih ederiz,”
diyorlar. “Ya Rabbi sen seni nasıl tanıttıysan, seni öylece kabul ediyoruz, sen
seni hangi sıfatlarla muttasıf olarak bildirmişsen, hangi sıfatlardan münezzeh
olarak anlatmışsan sana öylece iman ediyoruz,” diyorlar. “Ya Rabbi, seni senin
sıfatlarınla tanıyor, sana lâyık olmayan, sana yakışmayan noksan sıfatlardan
tenzih ederiz,” diyorlar. “Seni, sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul
ediyoruz. Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz, senin sıfatlarını
parçalamayız,” diyorlar. “Senin sıfatlarından bazılarını senden başkalarına
dağıtarak sana şirk koşmayız. Ya Rabbi, üstünlük sendedir, güç-kuvvet sendedir,
azamet sendedir, kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını dinlemeyiz.
Senden başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz,” diyorlar.
İşte tesbih
budur. Dikkat ederseniz tesbihin üç boyutunu belirtmeye çalıştım.
1. Tesbih,
Allah’ı, Allah’ın haber verdiği sıfatlarıyla muttasıf bil-mektir. Allah
kendisini Bakara’da, Âl-i İmrân’da, Nisâ’da nasıl anlatmış, hangi sıfatlarla
muttasıf olarak bildirmişse, öylece Allah’a inanmak tesbihtir.
Öyle bir
Allah’a inanacağız ki, O mükemmeldir. O’nda zaaf, unutma, hata, cehalet yoktur.
İşte Allah’a böylece, Allah’ın istediği biçimde iman, tesbih demektir. O’nu
mükemmel tanırken tüm noksan sıfatlardan da tenzih edeceğiz. O’nu bu şekildeki
sıfatlarıyla tanıdıkça da “sübhanallah!” diyeceğiz.
Burada pek
çoğumuzun içine düştüğü bir yanlışa işaret etmek isterim: Allah’ı, kitabında
kendisini bize tanıttığı şekilde tanımadan veya O’nda olmayanları O’nda bilerek
her dakika yüz bin de “sübha-nallah”, desek bunun hiçbir faydası yoktur. Yani,
Allah kitabını, peygamberini, hukukunu, ekonomiyi nasıl tanıtmışsa, Allah’ın
tanıttığı gibi bilecek, sonra da bunları bildikçe “sübhanallah” diyeceğiz. “Süb-hanallah!
Ya Rabbi sen ne büyüksün! Sübhanallah! Ya Rabbi sen ne mükerremsin,” diyeceğiz.
Yoksa
bunları tanımadan sübhanallah demenin bir kıymeti yoktur. Meselâ bakın rızık
konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip de, ikinci, üçüncü derecedeki rezzâklarının
korkusundan ötürü bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin, günde yüz
bin defa da “ya Rezzâk” demesinin hiçbir kıymeti yoktur. İlimde Allah’a tam olarak
gü-venmeyip, yerde O’nun eksikliğini tamamlamak üzere bir takım gayb biliciler
aramaya kalkışan bir adamın, milyon kere “ya Alîm” demesinin bir kıymeti
yoktur.
Rubûbiyette
Allah’a güvenmeyip yerde Allah’ın bu eksiğini tamamlamak üzere bir kısım kanun
koyucular arayan, bir kısım program yapıcılar arayan ve bunların kanunlarını da
kanun bilen bir insan, günde milyon kere de “ya Rab” diye zikretse de boştur.
Şifa konusunda Allah’a güvenmeyip, Allah’ı şâfî bilmeyip yerde bir kısım şifâ
dağıtıcılar arayan kişinin, “ya Şâfî” diye Allah’ı zikretmesi boştur. Öldürmede,
diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin “ya Muhyî, ya Mümîd” diyerek
zikretmesi boştur. Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti Allah’ta değil de malda,
mülkte, makamda, mansıpta arayan birinin “ya Azîz” demesi boştur.
Mağfirette,
afta, tevbede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan
birinin “ya Tevvab” demesi boştur. Veya kendi kendisini kontrol etmede, murâkabe
etmede, Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen
birisinin “ya Hafız” demesi, “ya Müheymin” demesi boştur.
Öyleyse
Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı şekilde tanıyacak ve sonra da “sübhanallah”
diyeceğiz. İşte bu Yahudiler, bu Hıristiyanlar kendilerince bir Allah’a inanıyorlar,
ondan sonra da cennete girmeyi umuyorlar, olacak şey midir bu?
İşte böyle
bildiğimiz, tanıdığımız bir Allah’ın yeryüzünde oğlu yoktur, hanımı yoktur,
yeryüzünde temsilcileri, yetkilileri yoktur, kimseye de böyle bir yetki
vermemiştir, buna da ihtiyacı yoktur.
“Hükmünde, mülkünde ortağa da ihtiyacı yoktur
onun.”
(Kehf 26)
Demek ki
tesbih, Allah’ı, Allah’ın kendini bize tanıttığı gibi tanımak, o şekilde
Allah’a inanmak, ya da Allah’ın tanıttıklarını Allah’ın tanıttığı biçimde
tanıyıp o şekilde kabul etmek ve iman etmektir.
3. Tesbihin
bir üçüncü anlamı da, Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmaktır. Bir
varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi de tesbih demektir. Bir
varlığın yaratılış gâyesi istikâmetinde hareket etmesi, o varlığın tesbih
etmesi demektir. Bu mânâda suyun akışı tesbihtir, ateşin yakışı, gülün kokuşu,
bülbülün ötüşü tesbihtir. Güneşin doğuşu, yağmurun yağışı, gündüzün geceyi kovuşu
tesbihtir.
Bu melekler
Rabblerini tesbih ederler. Şimdi yeryüzünün en küçük bir köyünde etrafını saran
sayısız kâfirlerin arasında kalmış, kendisine arkadaşlık edecek, inancını paylaşacak
hiç kimsesi bulunmayan ve çevresindeki kâfirlerin çokluğu, güç ve kuvvetlerinin
büyüklüğü karşısında ne yapacağını bilemeyen, yapayalnız bir mü'min düşünün.
Tüm dünya kendisine karşı yabancı.
Şimdi bu müslüman Rabbine açılan
evinin içinde bu kitabı eline alıyor ve bu kitabın âyetlerini okurken Mü'min
sûresindeki bu âyetlere geliyor. Bu âyetle anlıyor ki, kendi imanına benzer bir
imanla arşın taşıyıcısı olan o azîm melekler de iman ediyorlar, kendi tesbihine
benzer bir tesbihle o melekler de Allah’ı tesbih ediyorlar. O bunu âdeta gözleriyle
görüyor, onların tesbihlerini kulaklarıyla duyuyor ve öyle bir ruh hali
kazanıyor ki, âdeta o küçücük evin içinde, o küçücük köyün içinde o kadar
yükseliyor o kadar büyüyor ki, karşısında evler, köyler, dağlar, çöller,
ülkeler, devletler, dünya küçülüyor, semâvât dürülüyor gözünün önünde, etrafını
saran kâfirler onun karşısında âdeta sinek kadar küçülüveriyor. Her şey küçülüyor
gözünde ve o mü'min kendi büyüklüğünü anlıyor. Bir mü'min olarak kendisini
arşın taşıyıcılarının safında hissediyor.
Bunu önce bu mü'min kendi iç
dünyasında hissediyor, sonra ailesine duyuruyor, sonra toplumuna duyuruyor,
sonra tüm dünyaya bunu ilân ediyor. Diyor ki, “ey insanlar! Gelin, izzet ve
şeref Allah-tadır! İzzet ve şeref Allah’a imandadır! İzzet ve şeref Allah’ın
kitabından haberdar olmadadır! İzzet ve şeref peygamberde ve ona iman eden
mü'minlerdedir! Gelin siz de iman edin ve benim ulaştığım yüceliklere ulaşın! Gelin
siz de iman edin benim ulaştığım şerefe ulaşın!”
Bu melekler
Rabblerini tesbih ediyorlar ve aynen mü'minler gibi Allah’a iman ediyorlar.
Demek ki bu meleklerin birinci görevi buymuş. Başka ne yapıyormuş, ne görevleri
varmış bu meleklerin?
2. Bu meleklerin
ikinci görevleri de:
“Mü'minlere
şöyle istiğfar etmektedirler:
“Ey
Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.”
“(Ey Rabbimiz!) (Kullarından) Tevbe
edenlere ve senin yoluna tâbi olanlara mağfiret buyur ve onları cehennem azabından
koru!”
Görüyor
musunuz, bu meleklerin ikinci görevi de buymuş. Mü’-minler için istiğfarda
bulunmak. Bu melekler Allah’ın affının, Allah’ın mağfiretinin yeryüzündeki
mü'minlere ulaşması için Allah’a dua ediyorlar. Bu ne büyük bir şeref değil mi?
Arşın taşıyıcısı olan melekler ve arşın etrafındaki bu azîm kullar, yeryüzünde
Allah’tan başka hiç kimsenin önünde eğilmeyen, sadece Allah önünde eğilen,
yeryüzünde Allah’tan başkalarına asla kulluk yapmayan, Allah’tan başkalarının
kıblelerine yönelmeyen müslümanlar için dua ediyorlar, müslümanlar için
istiğfarda bulunuyorlar.
Dikkat
ederseniz bu arşın taşıyıcısı melekler burada bize bir de duanın edebini, usûlünü
de öğretiyorlar. Âyet-i kerîmede anlatıldığına göre melekler önce Allah’ı
tesbih ediyorlar. "Ey Rabbimiz, senin ilmin ve rahmetin her şeyi
kuşatmıştır" diyerek Allah’ı tesbih ettikten sonra isteyeceklerini
istiyorlar. Duadan önce hiçbir şeyi ileri sürmeyip sadece Allah’ın rahmetini
gündeme getiriyorlar, yalnız bu rahmetten medet umuyorlar. Allah’ın geniş ilmine
ve sınırsız rahmetine dikkat çekiyorlar, sonra da isteyeceklerini istiyorlar. “Ya
Rabbi rahmetin hatırına mü'minlere mağfiret ediver, mü'minlerin hatalarını
görmeyiver, onların kusurlarını siliver ya Rabbi, yok farz ediver, ciddiye
almayıver ya Rabbi! O mü'minlerden tevbe edenlere mağfiret ediver ya Rabbi!
Dönenlerin dönüşünü kabul ediver ya Rabbi! Dünyanın peşinde giderken, şeytanın
peşinde giderken, nefisleri ve şehvetleri peşinde giderken, seni unutmuş, senin
kitabını ve peygamberini hatırlarından çıkarmış, yanlış yollarda giderken bir
anda sana dönüveren kullarını sen affediver ya Rabbi!” diyorlar.
Bu ne büyük
bir şereftir değil mi? Düşünebiliyor musunuz, arşın taşıyıcıları bizi
düşünüyorlar, bizi anıyorlar, bizim affımız için her an Allah’a yalvarıyorlar.
Bundan daha büyük müjde, bundan daha büyük şeref olur mu söyleyin! Öyleyse bu
müjdeyi siz de müjdeleyin! Bu müjdeyi siz de çocuklarınıza, hanımlarınıza ve
çevrenizdeki tüm insanlara ulaştırın. “Ben arşın meleklerini öğrendim! Rabbim
kitabında bana arşın meleklerini ve onların görevlerini anlattı! Ben arşın meleklerinin
dualarını duydum! Onların bizim hakkımızdaki niyazlarına şahit oldum! Müjde!
müjde!” diyerek bunu tüm insanlığa duyuralım. Bize bunu duyuran hatırına, biz
de bunu tüm insanlığı duyurmaya çalışalım inşallah.
Ama
unutmayalım ki, onların bu dualarına lâyık olabilmenin yolu da âyet-i kerîmede
gösterilmiştir. Nedir o? Tevbe etmek, dönüş yapmak, başka yolları bırakıp Allah
yoluna girmek, başkalarının yörüngesinden kurtulup Allah yörüngesine girmek,
başkalarına kulluktan, başkalarının kıblesine tâbi olmaktan, başkalarının
arzuları peşinde koşmaktan kurtulup Allah’a ve Allah’ın kitabına dönmektir. Müşriklerin,
ateistlerin, kâfirlerin, zâlimlerin yollarından, sistemlerinden vazgeçip Allah
sistemine dönmektir. Eğer biz bunu gerçekleştirebilirsek, o zaman meleklerin
dualarına lâyık hale gelmişiz demektir. Değilse meleklerden de, onların
dualarından da mahrum kalmışız demektir. Bu ne büyük bir kayıp, ne büyük bir
hüsrandır değil mi? Allah’ın melekleri mü'minlere böyle her an dua ede
dursunlar, bu duaya lâyık olmamak için direnenlere ne demek lazım? Hele hele
kâfirler için her şey tüm mevcudat lânet etmekte, öfkeler yağdırmaktadır Allah
korusun.
Evet
meleklerin duaları devam ediyor:
8. “Ey Rabbimiz onları kendilerine
vaadettiğin Adn cennetlerine koy! Hem onları, hem de babalarından, eşlerinden
ve çocuklarından salih olanları da o cennetlere koyuver. Muhakkak ki sen üstün
olansın, hüküm ve hikmet sahibi olansın.”
Bakın
melekler bizim için Allah’tan cennet istiyorlar. “Onları Adn cennetlerine
koyuver ya Rabbi!” diyorlar. Cennete girmek en büyük nimettir. Ama bakın bizim
cennette yalnız olmamızı da istemiyorlar. “Ya Rabbi onlar Adn cennetlerinde
yalnız olmasınlar! Yalnız kalmasınlar! Babalarından eşlerinden ve evlatlarından
salih olanları da onlarla beraber cennetlere koyuver ya Rabbi! Yâni yeryüzünde
bu dini birlikte yaşama ve yaşatma kavgası veren babalarını, analarını,
zevcelerini ve çocuklarını, top yekûn ailelerini de onlarla beraber kıl ya
Rabbi!” diyorlar.
Dikkat
ederseniz, “onlardan salih olanları da onların girdikleri cennetlere koyuver,”
diyorlar. Demek ki mü'minlerin salih olmayan akrabaları için bu dua geçerli
değildir. Yâni mü'minler cennete girdiler diye onların salih olmayan tüm
akrabaları da cennete girecek değillerdir. Âyet-i kerîmeden meleklerin
duasından bunu anlıyoruz.
Meleklerin
duasından bir de şunu anlıyoruz; eğer bizler âyet-i kerîmede anlatıldığı gibi
iman ehli olur, tevbe eder ve Allah yoluna tabi olursak, o zaman bizim bu salih
hâlimiz, meleklerin dualarının bizim akrabalarımıza da ulaşmasına sebep
olacaktır. Veya değişik ifade edelim: Biz salih olursak, bizim akrabalarımız da
meleklerin duasına lâyık olacaklardır. Ya da bizim salahımız onları da salaha
kavuşturacaktır diyoruz.
Meleklerin
duaları devam ediyor:
9. “Ve o kullarını kötülüklerden koru.
O gün sen kimi kötülüklerden korumuşsan, gerçekten ona rahmet etmişsindir. İşte
büyük kurtuluş ve mutluluk budur.”
Bakın diyor
ki melekler, “ya Rabbi mü'minleri her türlü kötülüklerden sen koru! Sen o gün kimi
kötülüklerden korumuşsan, muhakkak ki onu rahmetine mazhar etmiş olursun. İşte
bu da en büyük kurtuluştur.”
Evet onları
tüm kötülüklerden koru ya Rabbi! Şu anda yaşadığınız dünyada, yaşadığınız
hayatta, yaşadığınız çevrede çaresizlik mi izhâr ediyorsunuz? Sıkıntı içinde olduğunuzu
mu iddia ediyorsunuz? İçinde bulunduğunuz bu sıkıntılardan, bu dertlerden nasıl
kurtulacağınızı, çevrenizi saran ve sizi boğacak noktaya gelen bu ahlâksızlardan
ve ahlâksızlıklardan nasıl kurtulacağınızı, nasıl korunacağınızı mı
soruyorsunuz? Bu günâh çemberinden, bu isyan ateşinden, bu küfür pisliklerinden
nasıl korunacağız mı diyorsunuz? Bu dünyanın aldatıcı zevklerinden, bu nefsin
öldürücü arzu ve isteklerinden, bu şeytanların tuzaklarından, bu zâlimlerin bu
kâfirlerin desiselerinden nasıl korunacağız? Nasıl kurtulacağız? Bu
barikatlardan bu ağlardan nasıl kurtulup da Rabbimize kulluk yapacağız mı
diyorsunuz? Fert olarak toplum olarak tüm bu belâlardan nasıl korunacağız mı
diyorsunuz? İşte bunun çaresini bakın Rabbimiz söylüyor.
Eğer bizler içimizle dışımızla
yönelebilirsek, tüm bu pisliklerden iraz edip samimiyetle Rabbimize yönelebilirsek,
bilelim ki arşın meleklerinin desteği bize ulaşacak ve Allah bizi tüm bu kötülüklerden,
tüm bu pisliklerden koruyacaktır. Bakın Allah’ın melekleri bizim adımıza bizim
kötülüklerden korunmamız konusunda Rabbimize dua ediyorlar.
Allah kimi
kötülüklerden korumuşsa, kimi küfürden, şirkten, nifaktan, isyandan, kullara
kulluktan, kullarının kıblelerine uymaktan, nefsin, şeytanın ve tâğutların kulu-kölesi
olmaktan korumuş, kendi yoluna iletmiş, yâni müslüman yapmışsa, işte o kişiyi
rahmetine ulaştırmış, cennetine ulaştırmış demektir. İşte onun için en büyük
kurtuluş, en büyük fevz, en büyük başarı budur. Cennete gidiş budur. Cehennemden,
ateşin ashabı olmaktan kurtuluş budur. Rızaya giden yol budur. Allah’ın
müslümanlara en büyük lütfu budur. Bundan daha büyük bir kurtuluş düşünmek
mümkün değildir. Ve melekler de müslü-manlar için bunu istiyorlar. Rabbim bizi
meleklerin bizim adımıza istedikleri bu mutlu sona ulaştırsın! Onların bu
konudaki dualarına desteklerine lâyık kullar kılsın inşallah.
10. “Şüphesiz ki küfredenlere de şöyle
seslenilir: “Muhakkak ki Allah’ın gazaplanması sizin kendinize ga-zaplanmanızdan
daha büyüktür. Çünkü sizler imana çağrıldığınız zaman küfrediyordunuz.”
1.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu âyet-i kerîmede anlatılan şudur: Ey kâfirler!
Sizler dünyada iken sizi hakka, İslâm’a, Allah’a kulluğa çağıran peygamberlere
karşı, müslümanlara karşı kızıyordunuz, gazaplanıyordunuz. Halbuki Allah size,
sizin onlara gazaplanmanız-dan daha fazla gazaplanıyordu.
2. Dünyada
iken sizler, sizi İslâm’a çağıran, namaza, tesettüre, hayatınızın tümünde
Allah’a kulluğa çağıran kişilerin çağırdıkları şeylerin çok çirkin, çok kötü
şeyler olduğunu zannediyordunuz ve onlara icâbet konusunda gazaplanıyordunuz
ya, halbuki Allah sizin onlara gazaplandığınızdan daha çok sizin içinde
bulunduğunuz küfrünüze gazaplanıyordu. Yâni sizin namaza gazaplandığınızdan
daha çok, Allah namazsızlığınıza gazaplanıyordu. Sizin tesettüre gazaplandığı-nızdan
daha çok, Allah sizin tesettürsüzlüğünüze gazaplanıyordu.
3. Ya da ey
kâfirler! Şu andaki durumunuza kızıyorsunuz, cehennemin berzahına
yuvarlanmanıza, ateşle kucaklaşmanıza gazap-lanıyor ve kahroluyorsunuz. Sizler
şu anda azabı görünce dünyada sizi imana çağıranlara karşı küfürle karşılık
veren nefislerinize, tutumlarınıza, tavırlarınıza kızıyor, gazaplanıyorsunuz ya,
halbuki Allah sizin şu anda bu durumunuza gazaplanmanızdan daha çok sizin dünyadaki
durumunuza gazaplanıyordu deniyor, Allahu âlem.
Cehennemi
boylayan kâfirler iki sebepten dolayı kendi kendilerine kızacaklar,
gazaplanacaklar:
a. Dünyada
iken inkâr ettikleri, reddettikleri cenneti, cehennemi, azabı, ikabı, tüm
gerçekleri gözleriyle görünce kendi kendilerine kızacaklar, gazaplanacaklar. Vay
biz ne yapmışız! Biz ne akılsız insanlarmışız! Rabbimiz bize karşı sonsuz
rahmet ve merhameti gereği bu kadar âyetiyle bu cenneti, bu cehennemi anlattığı
halde dinlemeyerek, kulak vermeyerek ne aptalca bir hayatın adamı olmuşuz! Diyerek
hasret ve pişmanlıklar içinde mahvolacaklar, kahrolacaklar.
b. Dünyada
bu konuda başkalarına tabi olanlar, kendilerini cehenneme sürükleyen bu tabi
oldukları önderlerinin kendilerini yüzüstü terk edip, ortada bıraktıklarını görünce,
onlara gazaplanacaklar, kahrolacaklar. Onlarla dünyada hiç tanışmamış olmayı,
hayatlarının onlarla hiç kesişmemiş olmasını ya da onlarla kendileri arasında
doğu ile batı arası kadar bir mesafenin olmasını temenni edecekler.
Meselâ bu konuda, kendilerinin
sapması konusunda yeryüzünde en etkili varlık olan şeytanın o saptırdığı, yoldan
çıkardığı kimselerin karşılarına geçip uzunca bir hutbe irad edip ve hutbesinin
sonunda da:
“İş olup
bitince, şeytan: “Doğrusu Allah size gerçeği söz vermişti. Ben de size söz
verdim ama, sonra caydım; esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu; sadece çağırdım,
siz de geldiniz. O halde, beni değil kendinizi kınayın. Artık ben sizi
kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce
kabul etmemiştim; doğrusu zâlimlere can yakan bir azab vardır” der.”
(İbrahim
22)
“Bugün beni
kınamayın, siz kendi kendinizi kınayın! Zira dünyada iken benim sizin
üzerinizde bir sultam, bir saltanatım, bir gücüm, kuvvetim yoktu. Bir göz
kırptım, hemen peşime takılıverdiniz. Kalplerinizin ibresi o kadar zayıfmış ki,
hemen peşime düştünüz!” deyince ona ve kendilerine gazaplanacaklar,
mahvolacaklar kahrolacaklar.
Bundan
sonra Rabbimiz bu kâfirlerin şöyle diyeceklerini haber veriyor:
11. “Dediler ki: “Rabbimiz! Bizi iki
kere öldürdün ve iki kere de dirilttin. Biz de günâhlarımızı itiraf ettik.
Şimdi acaba bizim için bir çıkış yolu var mı?”
Diyorlar ki,
“Rabbimiz bizi iki kere öldürdün, iki kere dirilttin. Bu iki kere ölme iki kere
diriltilme konusu Bakara sûresinde geçmişti.
“Ey kâfirler! Siz ölü iken sizi
dirilten (Dünyaya getirip hayat veren) Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz? Sonra
sizi öldürecek, sonra sizi tekrar diriltecek ve sonunda ona döndürüleceksiniz.”
(Bakara 28)
Kâfirler
ilk üç safhayı inkâr edemiyorlardı. Nasıl inkâr etsinler ki, zaten bu hayatı
yaşıyorlardı. Ancak son safhayı gözleriyle göremedikleri için reddediyorlardı.
Şöyle söyleyelim: Burada iki ölümden ve iki dirilmeden söz ediliyor. Ölümlerden
birincisi, bizim varoluşumuzdan önceki durumumuzdur. Bizim birinci durumumuz
ölümdü, yokluktu. Biz önce yoktuk. Ademin sulbündeyken, ana rahmindeyken, henüz
yaratılmamışken biz ölüydük, yoktuk.
İşte bu
birinci ölüm halidir. Sonra Allah bizi yokluktan diriltti, işte bu da bizim
birinci dirilişimizdir. Bu dirilişimizden sonra Allah bizi bir daha öldürecek.
İşte bu ölüş bizim ikinci ölüşümüzdür. Sonra bu ölüşümüzden sonra Allah bizi
bir daha diriltecek ve hesap-kitap için huzuruna çağıracak. İşte bu da bizim
ikinci dirilişimizdir.
Kâfirler
yeniden dirilmeyi ve hesaba çekilmeyi reddediyorlardı. Bunu peygamberleri
vasıtasıyla Allah bildirdiği için reddediyorlardı. Ama şimdi bu safhayı
gözleriyle görünce, bu kâfirler bize bu konuda daha önce haber gelmişti diyerek
kabul edecekler, itiraf edecekler. Diyecekler ki:
“Biz günâhlarımızı itiraf ediyoruz!
Yâni bu hayatı yaşarken, yeniden dirilmeyi inkâr ederken, hayatımızı bu anlayışa
bina ederek, ‘âhiret yoktur, öldükten sonra dirilme yoktur, hesap-kitap yoktur!’
düşüncesine bina ederek, günâhlar peşinde koştuğumuz için ne büyük hata
ettiğimizi anladık!” diyorlar. İşte bu, tüm ümitleri kaybolmuş, tüm
beklentileri inkisâra uğramış, her şeyini kaybetmiş, perişan olmuş bir adamın hâli
pür melâlidir.
Bu duruma
düştükten sonra, bu perişanların ifade tarzına bir bakın ne diyorlar?
“Rabbena”
diyorlar, “ey bizim Rabbimiz,” diyorlar. “Ey bizim hayatımıza hakim olan Rabbimiz!
Ey bizim hayatımıza yegâne program yapmaya yetkili olan Rabbimiz!” Hainler!
Şimdi mi anladınız bunu? Oysa dünyada iken O’ndan başkalarının programlarına
uyuyorlardı, kibirleniyorlardı. Ama şimdi diyorlar ki, “Ya Rabbi! Bizi iki kere
öldürdün iki kere dirilttin! Tüm gerçekleri şimdi anladık! Şimdi kavradık!
Şimdi, şimdi:
“Acaba
bizim için bir çıkış yolu var mıdır?”
Acaba içine
düştüğümüz bu durumdan bize bir çıkış yolu var mıdır? Bunun bir kaç mânâsı
vardır.
a. Acaba
bizim için tekrar dünyaya dönmek gibi bir yol, bir imkân var mıdır?
b. Ya da
içine düştüğümüz şu ateşten kurtulabilmek için bize bir imkân var mıdır?
c. Ya da
bizim için bir daha ölmek gibi bir çıkış yolu var mıdır?
Aslında
bunu derken, “eyvah bizim için hiçbir çıkış yolu yoktur,” diyerek kahroluyorlar
mahvoluyorlar. Veya, “ya Rabbi eğer sen istersen buna da yol bulursun,” diye yalvarıp
yakarmak istiyorlar. “Sen bunu istersen lütfedersin ya Rabbi!” diyerek özür
dileme pozisyonuna giriyorlar.
12. “Sizin durumunuz böyledir. Çünkü
bir olan Allah’a çağrıldığınız zaman inkâr ettiniz. Ona şirk koşulduğu zaman da
buna inanıp onayladınız. Artık hüküm yüce olan Allah’ındır.”
Siz dünyada
böyleydiniz. Sizin şu anda bu içinde bulunduğunuz azabın sebebi şudur: Tek olan
Allah’a çağrıldığınız zaman bunu inkâr ediyordunuz. Ya da tek olarak Allah’a
kulluğa çağrıldığınız zaman bunu reddediyordunuz. Ama öyle değil de:
Ona şirk koşulunca, Allah’a şerikler,
ortaklar bulununca da iman ediyordunuz, memnun oluyordunuz. Zümer sûresinde
Rabbimiz bunu çok hoş anlatır:
Sadece
Allah’tan bahsettiniz mi, sadece Allah dendi mi, her konuda etkin sadece Allah
dendi mi, âhirete inanmayanların yüzlerinde bir ekşilik, bir rahatsızlık
görürsün. Ama:
Ama onun
berisinde bir şeylerden söz ettiniz mi, bir konuda sadece etkin ve yetkin
olarak Allah’tan başkalarından da söz etmeye başlandı mı, gülüp sevinmeye
başlarlar, yüzleri tabak tabak açılır.
Meselâ
yağmurun yağması konusunda sadece Allah dediniz mi yüzleri ekşir ama bu konuda
Allah’tan başka şeylerden, meselâ işte antisiklon, siklon hava hareketinden,
rüzgarlardan filan bahsettiğiniz zaman yüzleri gülmeye başlar. Veya çocuğun
doğması, oluşması konusunda, “bu konuya etkin sadece Allah” dendi mi, ekşir
yüzleri; ama çocuğun oluşumu konusunda Allah berisinde bir şeylerden, işte
spermadan, hücreden, hücrenin döllenmesinden filan bahsettiniz mi, adamların
yüzü tabak tabak açılır. Veya bir mecliste sadece Allah’tan söz ettiniz mi,
çatlar patlar adamlar, ama öyle değil de Allah’ın berisinde bir şeylerden, meselâ
senetten, çekten, geçimden, seçimden, arabadan, piyasadan, ölenden, öldürenden,
yemeden, içmeden bir şeylerden söz edince, adamların yüzleri gülmeye başlar.
Coşarlar, gülerler, tabak tabak açılırlar. Niye? “Hep Allah, hep Allah bıktık
yahu! Yeter! Bu kadarı da olmaz ki!” derler.
Yâni her
zaman Allah dendi mi, her konuda Allah dendi mi mahvoluyorlar. Ama bazan Allah
dendi mi, bundan razı oluyorlar. Meselâ namaz deyin razı adam, oruç deyin razı...
Zekâttan bahsedin, isterseniz malınızın tamamını dağıtın, onu hiç ilgilendirmez.
Ama her konuda sadece Allah dediniz mi, işte o zaman patlıyor, çatlıyor, kahroluyor,
mahvoluyor adam. Yemede, içmede, giyimde, kuşamda, eğitimde, hukukta, her şeyde
sadece Allah dendi mi, pili bitiyor adamın. Meselâ çocuk eğitiminden söz ederken
İslâm’ın çocuk eğitimi konusundaki görüşlerinden de bahsetseniz, fark etmez
bundan razıdır adam. Ama bunu sadece Allah’a izafe ediverdiniz mi, bu konuda
sadece Allah’ın emirlerini söyleyiverdiniz mi, işte bundan razı değildir adam. İnsan
haklarından dolayı filan diye anlatsanız razıdır adam. Meselâ okulda dersin
filan konusunun gündemi diye İslâm’ı anlatsan, bundan razıdır adam. Ama yeter
ki gündemi İslâm değil, ders konusu tespit etsin. Yeter ki gündemi Allah değil
de başka şeyler tespit etsin.
Meselâ İslâm’ın zekâtından,
İslâm’ın infakından, hayırdan, yardımlaşmadan bahsedelim, İslâm’ın
kurallarından söz edelim ama programı başkaları yapsın. Kandil için program
yapsın, filorans programları yapsın, mevlit programları yapsın, o programı o
yapsın. Programı Allah yapmasın yeter ki.
Evet bu
adamlar dünyada böyleydi. Ama bakın ki şu anda onlar, o Allah’a ortak
koştuklarınız hepsi dağılıp gittiler, hepsi yok olup gittiler.
Artık şimdi hüküm yüce olan Allah’a
aittir. İşte şimdi o yüce Allah sizin hakkınızda ebedî azabı hükmetti, cehennem
ateşini hükmetti. Zira o asla kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz, şirke asla
rızası yoktur onun. Halbuki:
13. “O size âyetlerini göstermekte ve
sizin için gökten rızık indirmektedir. Ama gönülden Allah’a yönelip dö-nenden
başkası öğüt alıp düşünmez.”
Allah
varlığına, imana, cennete, kulluğa, rubûbiyetine, ulûhi-yetine dair âyetlerini
göstermiştir. Delillerini, alâmetlerini işaretlerini sunmuştur. İşte bu
âyetlerden birisi de yağmur âyetidir. Buradaki rızık ifadesi, yağmura
işarettir. Zira rızkın çeşitleri yağmur vasıtasıyladır. İşte Allah’ın sadece
üzerinde düşünüp akıl yormanız gereken bir âyeti… Bir yağmur âyeti… Sadece bu
âyet üzerinde bile ciddi ciddi düşünüp akıl yorduğunuz zaman, Kur’an’ın hak
olduğunu anlayacaksınız. Bu bir tek âyet bile size Rabb olarak ve İlâh olarak
Allah’ın varlığını anlatmaya yetecektir. Ancak tüm bu âyetleri ancak onlara yönelen,
onlarla gönülden ilgilenen, ciddi ciddi bu âyetler üzerinde düşünen insanlar
anlayacaktır.
Düşünün bir kere! Gökten size
muhtaç olduğunuz bir damla yağmuru indirebilecek birileri var mı Allah’tan
başka? Eğer varsa böyle birileri, onlara da kulluk yapabilirsiniz. Burada Rabbimiz
sadece âyetlerinden bir tanesini zikretmiştir. Bunun dışında da sayısız görsel
âyetler vardır, ama bunları, sadece bunlara yönelen kimselerin anlayabileceği
vurgulanıyor.
14. “Öyleyse dini sadece Allah’a hâlis
kılarak Allah’a dua edin. Kâfirler hoş görmese de.”
Dini sadece
Allah’a halis kılarak Allah’a dua edin. Katışıksız din sahipleri olarak,
muhlisler olarak Allah’a dua edin. Allah’a dua edin, Allah’ı çağırın, Allah’a
dâvetiye gönderin. Ama zarfın üzerine başka isimler yazmayın, birilerini
duanıza ortak etmeyin. Ya da Allah’a ibadet edin, birilerini ibadetinize ortak
etmeyin. Zümer sûresinde ifade edildiği gibi:
“Allah’ı bırakıp da kendilerine bir
takım velîler edinenler, “Biz onlara, bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye
kulluk ediyoruz,” derler.”
(Zümer 3)
Kâfirler
sadece Allah’a ibadet etmeye asla razı olmazlar. Kâfirler sadece Allah’a dua
etmeye asla razı olmazlar. Veya mü'minler ne yaparlarsa yapsınlar, kâfirler
hiçbir zaman onlardan razı olmazlar, olmayacaklardır. Öyleyse ey mü'minler, siz
kendi yolunuza devam edin. Sadece Allah’a dua edin, Allah’a duanıza başkalarını
karıştırmayın.
Sadece
Allah’a kulluk edin, kulluğunuza başkalarını karıştırmayın. Hayatınızın bazı
bölümlerinde Allah’ın kulu, bazı bölümlerinde de başkalarının kulu olmayın.
Hayatı bölmeyin, ikilem içinde bir hayata razı olup şirke düşmeyin, diyor Rabbimiz.
Ki O dua edeceğiniz, ibadet edeceğiniz Allah:
15. “Dereceleri yükselten, arşın sahibi
olan, kavuşma günüyle korkutmak üzere kullarından dilediğine emrinden ruh indiren
(Allah’tır).”
O Allah,
dereceleri çok yüksek olandır. Meleklere ve sevdiği kullarına bahşedeceği
dereceleri çok olan, çok yüce dereceleri olan bir Allah’tır. Ya da kullarının
derecelerini yükselten, katında çok yüce dereceler olan Allah’tır. Kullarına
dereceler verir Allah. Bakıyoruz, bugün de birileri dereceler veriyor. Kendi
kullarına, kendi kölelerine, kimi insanların da dereceler verdiğini görüyoruz.
Birinci derece, ikinci derece, üçüncü, beşinci derece gibi dereceler veriyorlar.
İlk üç dereceye girenlere, yâni limon gibi suyunu sıkıp posasını
çıkardıklarına, pillerini bitirdiklerine yeşil pasaport veriyorlar. Sen
dekansın, sen bakansın, sen profesörsün, sen doçentsin gibi dereceler
dağıtıyorlar. Veya seni mahiyetime aldım, sen mukarrabûn’dansın gibi lütuflarda
bulunanlar filan görüyoruz. Her Rabb, kullarına elbette dereceler verir. Ama Allah’ın
dereceleri o kadar yüce ki, katında o kadar yüce dereceler var ki, O’nun
verdiği dereceleri hiç kimse veremez.
“Herkesin yaptığı amellere göre
dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından asla gafil değildir.”
(En'âm 132)
“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size
verdiği nimetler hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle
üstün kılan odur.”
(En'âm 165)
Bu âyetler,
Rabbimizin bu derecelerini anlatan âyetlerdir. Kimisini zengin, kimisini fakir,
kimisini güçlü, kimisini zayıf, kimisini beyaz, kimisini siyah kılarak,
kimilerine imkân vererek, kimisine sıhhat, kimisine hastalık vererek dereceler
takdir etmiştir Rabbimiz. Ama tüm bu verdiklerini, imtihan için veriyor
Rabbimiz. Bu verdikleriyle kullarını denemek istiyor.
Allah, arşın
sahibidir. Allah öyle yüce ki, arşın sahibidir. Ama Allah Teâlâ arşa
hükmediyor, arşla ilgileniyor, ta arşın üstünde bizi nereden görecek? Bizi
nereden duyacak? Bizimle nereden ilgilenecek? demeyin sakın:
“Siz
neredeyseniz o Allah sizin yanınızdadır.”
(Hadîd 3)
diyordu Hadîd
sûresi. Burada da diyor ki Rabbimiz:
O Allah
emrinden, işlerinden bir bölümünü göndermek üzere Ruh gönderir. Ama bu Ruhla,
yâni melekle gönderdiği, O’nun işlerinin, emrinin tamamı değildir.
İfadesinden
bunu anlıyoruz. Allah’ın başka işleri, başka emirleri de vardır. Semâvâtla
alakalı, arşla alakalı, meleklerle alakalı ve diğer varlıklarla alakalı
emirleri, işleri vardır Allah’ın. Ama bunlardan sadece bir kısmını, yâni
bizimle alakalı, dünyayla alakalı olanları gönderir. Dünyaya, hayata, kullarının
hayatına karışmak üzere gönderir bu emirlerini. Evet bizim hayatımıza karışmak
üzere Ruh indirir Allah. Buradaki Ruh, Kur’an’dır, kalpleri ve ruhları dirilten
vahiydir. Çorakları, ölüleri diriltmek üzere Rabbimiz vahyini indiriyor. İşte
dereceleri yüce olan Allah’ın kullarına verdiği en büyük ve en yüce derecelerinden
biri de bu vahiydir.
Biliyoruz
ki, Kur’an’ın bir adı da Ruhtur. Ruhla münasebeti kesilmiş olanlar da
ölüdürler. Kur’an’la ilgisi kesilmiş insanlar ölüdür.
“Ey iman edenler, Allah ve Resûlü sizi
size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman onlara uyun.”
(Enfâl 24)
Âyeti bunu anlatır.
Allah,
emrinden Ruh gönderir peygamberlerine. Peki ne için gönderir bu Ruhu? Telâk
günüyle korkutmak için. Telâk günü, telâki günü, kavuşma günü, karşılaşma günü,
mülâki olma günü, randevu günüdür. O gün ruhlar bedenlere, göktekiler yerdekilere,
öncekiler sonrakilere, amel işleyenler işledikleri amellerine, kullar Mâbuduna,
salih kullar cennete, diğer kullar cehenneme, ateşe kavuşur… Her şey birbirine
kavuşur o gün.
Telâk,
Kur’an’da Rabbimizin bize haber verdiği kıyametin isimlerinden biridir. Yevm’ül
ceza, yevm’üt teğabun gibi kıyametin isimlerinden biridir. Bir önceki sûrede,
“Size
Rabbinizin âyetlerini okuyan ve karşılaşacağınız bu günle sizi uyaran elçiler
gelmedi mi?”
(Zümer 71)
buyurulmuş
ve bu günün adı liga olarak sunulmuştu.
Yine Hakka
sûresinde:
“Ben bu
günle karşı karşıya geleceğime kesinlikle inanıyordum.”
(Hakka 20)
Buyurularak
bu günün adı mülâki olarak anlatılmıştır.
Evet
peygamberler, ya da gönderilen Ruh, insanları öyle bir telâk günüyle uyarsın
ki:
16. “O gün onlar meydana çıkarlar.
Onların hiç bir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Kahhâr olan tek
Allah’ındır.”
O gün onlar
açığa çıkarlar, her şeyleri açığa çıkar. Mantar bitiyormuş gibi kabirlerinden
dışarı fırlayıp atılırlar. Halbuki bu adamlar dün bunu inkâr ediyorlardı.
Dünyada iken bunu, bu günü akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Bir daha
dirilmeyeceklerini, sümen altı edileceklerini, gizlenip saklanabileceklerini
tüm yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını zannediyorlardı. Ama iş hiç de öyle
olmamış şimdi diriltilmişler, gizli-aşikâr tüm yaptıkları, tüm suçları ortaya
dökülmüş, tıraşları gözlerinin önüne inmiştir. Her şeyleriyle açığa çıkarlar.
Kendileri, amelleri, niyetleri, gizledikleri, sakladıkları, yaptıkları,
yapmadıkları her şey açığa çıkar, her şey ortaya dökülür. Fâili meçhul hiçbir
şey kalmaz o gün.
İşte insanların dirilip açığa
çıktıkları o gün Allah buyuracak ki: “Mülk kimin bugün? Göktekiler yerdekiler,
kasalarınızdakiler, keselerinizdekiler, altınızdakiler, üstünüzdekiler kimin
bugün? Evleriniz, arabalarınız, kadınlarınız, çocuklarınız kimin bugün? Hâkimiyet
kimin? Söz hakkı kimin bugün?” Yine Allah cevap verecek, buyuracak ki: “Bu gün
mülk, hâkimiyet, Kahhâr olan tek Allah’ındır.”
Peki sadece o gün mü diyecek
Allah bunu? Bugün sormuyor mu Allah bunu? Ya da sadece o gün mü mülkün
sahibidir Allah? Bugün mülkün sahibi o değil mi? Bugün söz sahibi Allah değil
mi? Evet, bugün de mülkün sahibi O’dur. Bugün de, yarın da söz sahibi O’dur.
Bugün de, yarın da mâlik O’dur. Ama imtihan gereği, dünyanın konu-mu gereği
dokunmuyor Allah. O’nu mülkün sahibi bilenlere de, mülkün sahibi kabul
etmeyenlere de dokunmuyor Allah. O’nu Rabb bilenlere de, ondan başka Rabbler
kabul edenlere de dokunmuyor Allah. Namaz kılanlara da kılmayanlara da
dokunmuyor.
Evet diyor
ki Rabbimiz: “Bugün mülk, hâkimiyet tek olan, Kah-hâr olan Allah’ındır.” Heybet
ve korkusundan tüm mahlukâtın sustuğu Kahhâr olan Allah’ındır. Kendisinden
başka her şeyi mağlup ederek üstün gelen Kahhâr Allah’ındır.
17. “Bugün herkese kazandığının karşılığı
verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz ki Allah hesabı çabuk görendir.”
O gün hüküm, o gün ceza, o gün adalet günüdür.
Adaletin ve hakkın ikame edildiği gündür. O gün hiç kimseye haksızlık yoktur.
Yâni o gün hiç kimseye, hiçbir varlığa en küçük bir adaletsizlik ve zulüm
yapılmayacaktır. Ne yapmadıklarından ötürü birinin mükafatlandırılması, ne de
hak etmediği halde haksız yere cezalandırılması biçiminde bir adaletsizlik
yoktur o gün. Yâni cezalandırılması gerekirken hak ettiği bu cezadan kurtulması,
cehenneme gitmesi gerekirken yanlışlıkla cennete gitmesi, cennete gitmesi gereken
birinin de yapmadığı şeyler kendisine isnat edilerek haksız yere cehenneme
gitmesi türünde bir zulüm olmayacaktır. Ya da hiç kimseye hak ettiği cezadan daha
fazlasını yüklemek biçiminde veya yanlışlıkla birinin günâhının bir başkasına
yüklenmesi, yâni birinin yerine başkasının cehenneme gitmesi gibi bir
adaletsizlik olmayacaktır. O yüce mahkemede böyle bir adaletsizlik yoktur.
Herkese yaptıklarının karşılığı tastamam verilecektir.
Üstelik Allah
hesabı seri olandır. Hesabı çabuk görendir. Bu serilik, hesap-kitap başladıktan
sonradır. Ondan önce hadislerden anladığımız kadarıyla, uzunca bir bekleme
olacaktır. Mahşer yerinde insanlar peygamberlere gidecekler, onlardan hesaplarının
bir an evvel bitmesi konusunda şefaat talep edecekler. Bunu biliyoruz, ama hesap-kitap
başladı mı, bu çok seri olacaktır. O gün süre tanıma, erteleme, geciktirme
yoktur. Çünkü hiçbir durum onu başka bir durumla meşgul olmaktan engelleyemez.
Allah hesabı o kadar çabuk görür ki, Rasûlullah’ın ifadesiyle:
“Gündüz
yarılanmadan cennet ehli cennete, cehennem ehli cehennemde yerini almıştır.”
(Kurtubî)
18. “Yaklaşan gün hususunda onları
uyar. Çünkü o gün dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir.
Zâlimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefaatçileri vardır.”
Yevm’ül azîfe,
yaklaşmakta olan felaket, gelmekte olan tehlike, ölüm saati veya ölümü bile
aratan ateşe atılma zamanıdır. Kullarına karşı sonsuz merhamet sahibi olan
Rabbimiz merhametinin gereği olarak, her fırsatta onları uyarmaya devam ediyor.
“Kullarım! Unutmayın ki kıyamet günü size çok yakındır. Sizi size yaklaşmakta olan
bu korkunç günle uyarıyorum. Uyarılarıma kulak verin. Akıllarınızı başlarınıza
alın. O gün için hazırlıklı olun, ansızın beyninizde patlayacak olan o günü hiç
bir zaman hatırınızdan çıkarmayın,” diye sürekli uyarıyor. Meselâ bakın Enbiya
sûresinde:
“İnsanların hesaba çekilecekleri gün
yaklaştı. Hal böyleyken onlar hâlâ gaflet içinde yüz çeviriyorlar.”
(Enbiya 1)
Buyurulmaktadır.
Yine Kamer sûresinin başında:
“Kıyamet
yaklaştı ve ay yarıldı.”
(Kamer 1)
Buyurulmaktadır.
Tüm bu âyetlerde kaybedilecek, boşa harcanacak bir tek saniyenin bile olmadığı
anlatılarak kullarını uyarmaktadır Rabbimiz.
O günün dehşetinden
insanların kalpleri boğazlarına gelmiş ve yutkunmaktadırlar. Kalpleri
boğazlarına kadar gelmiş ve onu yutmak istiyorlar, yâni kalpler boğazlarından
fırlayacak hale gelmiş, kalpler boğazlarına gelip takılmış ne yutabiliyorlar,
ne çıkıyor ne de yerine dönüyor. İnsanlar gerçeği anlamışlar ama bunu yutmaya
çalışıyorlar.
Herkes susmuştur o gün. Zaten o gün
Allah huzurunda ağızları bıçak açmayacak. Allah huzurunda kimin haddine
konuşmak. Allah’ın izin verdiklerinin dışında hiç kimse konuşmaya güç yetiremeyecektir.
Konuşan da o gün doğru konuşacaktır.
“O gün Rahmân’ın izin verdiklerinden
başkası konuşamaz, konuşan da doğru konuşacaktır.”
(Nebe' 38)
O gün
zâlimler için hamîm yoktur. Yâni o gün onlara sıcak bir kucak yoktur. Kimse
onlara sıcak bir kucak açmayacak, onlarla ilgilenen kimseleri olmayacak, hiç
kimse onların hallerini hatırlarını sormayacaktır. “Yahu ne âlemdesiniz?
Başınızda bir sıkıntı mı var? Bir derdiniz mi var? Yapabileceğimiz bir şey var
mı?” diye onlara sıcak bir kucak açacak kimseleri yoktur.
Sözü
dinlenecek bir şefaatçileri de yoktur onların. Tüm dostları, tüm arkadaşları
kendi dertlerine düşmüşler, kimse onların halini hatırını soramayacaktır.
19. “O Allah gözlerin hain bakışlarını
ve kalplerin gizlediğini bilir.”
Gözler O’nundur,
kalpler O’nundur. Gözleri de bilir, kalpleri de bilir. Gözlerin bakışlarını da,
kalplerin gizlediklerini de bilir. Rabbimiz burada her şeyi ince teferruatına
kadar, en ince noktalarına kadar bilirken, kendisinden utanmamızı, kendisine
karşı saygılı ve dikkatli davranmamızı istemektedir. Allah her şeyi bilir ama
dokümantasyon olarak değil, bilgi merkezi olarak bilmez. Aksine o bilgilerle
hükmeder o Allah. Öyleyse biz de bilgiyi böyle anlatmak zorundayız. Kafamızda
sır küpü gibi, bilg
20.
“Allah adaletle hükmeder. Onu bırakıp ta taptıkları ise hiç bir şeye
hükmedemezler. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işiten ve görendir.”
Allah bu
bilgilerle hükmeder, hâkimiyetini gündeme getirir. Allah sizin mabutlarınız
gibi kör ve sağır değildir. Allah her şeyi bildiği için, kullarından birini
yargılarken, ona onun hallerinden bazı ayrıntıların gizli kalması söz konusu
değildir. Gizlide, tenhada işlediği amellerin O’na gizli kalması, ya da o
amelleri işlerken içinden geçirdiği niyetin Allah’a gizli kalması gibi bir şey
söz konusu değildir. Çünkü Allah her şeyi bilendir. Ama sizin şu anda mâbud kabul
ettikleriniz, ilâh kabul ettikleriniz bu gizlilikleri asla bilemezler.
İşte görüyoruz, onlar bir insanı
yargılarlarken işlediği bir amelin sadece dış görünüşüne bakarak yargılarlar.
Kişinin o anda kalbinden geçen niyetini kesinlikle bilemezler. İşte görüyoruz
Allah’tan başka hükmedenlerin hükümleri ortada. Allah’tan başka kanun koyanların
kanunları ortada. Bilgileri tam olmadığından, suçsuzu suçlu, suç-luyu suçsuz yapabiliyorlar.
Kanunları bir kaç yıl bile dayanmıyor.
Bir de
Allah hak ile hükmeder. Kitabını hak ile indirmiş, Peygamberini hak olarak
göndermiştir. Gökleri ve yeri hak olarak yaratmıştır. Hak ile hükmeder ve
hükmünü de tamamıyla icra eder. Allah hakkı gerçekleştirir, hakkı yerine
getirir. Allah dışında onların putlaştırdıklarının hiçbirisi, hiçbir şeyi kaza
edemezler. Kendi başlarına hiçbir şeye hüküm verip onu infaz edemezler. Çünkü
hepsi de Allah’a boyun büküp teslim olmuşlardır. İşte ateş yakmadı İbrahim’i,
işte bıçak kesmedi İsmail’i… Onlar hükmedemedikleri gibi hükümlerini yerine de
getiremezler.
Çünkü Allah
her şeyi hakkıyla işiten ve bilendir. Peki ne demektir hakkıyla işitmek?
Hakkıyla işitmek, işittiğine icabet edebilmek demektir. Allah işittiklerine
icabet etmek üzere işitir. Başka şeyler de işitir, ama hiçbirisi icabet edemez.
İşittiklerinin imdadına yetişemez. Hadi çağırın bakalım imdadınıza yetişen
birilerini bulabilecek misiniz?
21. “Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı
ki, kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğunu görsünler. Onlar
kuvvet ve yeryüzündeki eserleri yönünden bunlardan daha da üstündüler.
Böyleyken Allah onları günâhları yüzünden yakalayıverdi. Onları Allah’ın
azabından kurtaran da olmadı.”
Kim
koruyabilir ki onları Allah’ın azabından? Allah’ın azabından onları koruyacak
sadece imandı, sadece ameldi. Ama onların ne imanları vardı, ne de amelleri.
Halbuki onlar sizden çok daha güçlüydüler. Güçlerinin zirvesinde
bulunuyorlardı. Eserleri de sizinkilerden çok güçlüydü. Çığır açmaları
yönünden, iz bırakmaları yönünden, arza hakim olmaları yönünden sizden çok daha
güçlüydü onlar.
“Andolsun ki onları sizleri yerleştirmediğimiz
yerlere yerleştirmiştik.”
(Ahkâf 26)
“Toprağı alt üst etmişler ve onu
kendilerinden daha çok imar etmişlerdi.”
(Rum 9)
Bu kadar
güçlü olmalarına rağmen günâhları sebebiyle Allah onları yakalayıverdi de, ağızlarının
payını veriverdi. Günâhları sebebiyle Allah onları muâheze ediverdi. Demek ki günâh
yakayı ele verme sebebidir. Tüm yakalanmalar, tüm muâhezeler günâhla ilgilidir.
22. “Bunun
sebebi peygamberleri kendilerine apaçık mûcizeler getirdikleri halde inkâr
etmeleri idi. Allah da onları tutup yakalayıverdi. Doğrusu o kuvvetlidir, cezalandırması
da pek şiddetlidir.”
Peygamberleri
onlara apaçık Beyyine’lerle, Allah’ın âyetleriyle gelmişlerdi. Taşıdıkları
sıfatlar ve özellikler yönünden peygamberler hiç kimsenin inkâr edemeyecekleri
kimselerdi. Bu yönden apaçıktı Allah’ın elçileri, getirdikleri âyetler de
öyleydi. Hiç kimsenin inkâr edemeyeceği, reddedemeyeceği âyetlerdi onlar. Ama
onlar, o peygamberleri de, getirdikleri mesajı da reddedince Allah da onları
yakalayıverdi. Allah’ın yakalaması pek çetindir. Kimse Allah gibi yakalayamaz,
kimse O’nun gibi cezalandıramaz.
Bakın
burada bir örnek verecek Rabbimiz. Bu yakalamaya ve cezalandırmaya bir örnek.
Daha önceki âyetlerde anlatıldığı gibi, güçlerine, kuvvetlerine, devletlerine,
saltanatlarına güvenerek Allah’a ve onun elçilerine karşı müstekbirce bir tutum
sergileyen, kendilerine apaçık Beyyine’lerle gelen Allah elçilerini yakalamaya
çalışan, onları susturmaya çalışan ve bu yüzden de helâk edilenlerden bir örnek
daha sunacak Rabbimiz:
23,24.
“Andolsun
ki biz Mûsâ’yı mûcizelerimiz ve apaçık hüccetle Firavun, Hâmân ve Kârun’a gönderdik.
Onlar, “bu çok yalancı bir sihirbazdır,” dediler.”
Diyor ki
Rabbimiz, “biz Mûsâ’yı âyetlerimizle gönderdik.” Bizim varlığımıza, kendisinin
peygamberliğine delil olmak üzere âyetlerle gönderdik onu. Âsâ âyeti, yed-i
beyzâ âyeti ve diğer âyetlerle, apaçık alâmetlerle gönderdik onu. Hz. Mûsâ’nın
kendisiyle gönderildiği âyetler, Zuhruf sûresinde ve diğer sûrelerde anlatılır.
Bunları şöylece özetleyebiliriz:
1.
Sihirbazların Hz. Mûsâ’nın karşısında yenilmeleri ve müs-lüman olmaları âyeti.
2. Hz.
Mûsâ’nın önceden haber verdiği açlık ve kıtlığın, Mısır’ı kasıp kavurması.
3. Hz.
Mûsâ’nın duasıyla Mısır üzerine bir bulut gibi çullanan çekirgeler ordusu.
4. Allah’ın
peygamberinin arzusuyla, tüm Mısır’ı bit ve pirelerin sarması. Tüm evleri
barkları, yatakları yorganları bitle dolmuş, buğday ambarları ve ekonomileri
mahvolmuştu.
5. Mûsâ’nın
(as) işaretiyle kurbağaların yağması ve tüm evlerine, eşyalarına kurbağaların
dolup istilâ etmesi.
6. Allah’ın,
Firavun oğullarına kan göndermesi. Mısır’ın tüm çeşmeleri kan, lavaboları kan,
kuyuları kan, nehirleri kan tüm suları bir anda kan oluvermişti.
7. Tufanın
gelişi. Her şeyi yerle bir eden tufanın gelişi.
İşte
Rabbimiz peygamberini bu tür âyetlerle göndermişti, bir de:
Açık bir
sultanla, açık bir sultayla, yâni haklılıkla gönderdik diyor Rabbimiz. Yâni
Mûsâ giderken haklıydı. Tâ baştan haklıydı Mûsâ (as).
Mûsâ’nın
Firavun’a gönderiliş misyonunu A’râf sûresinden öğreniyoruz. Görevi ilk olarak Firavun’u
ve çevresindekileri Allah’a imana dâvet etmek, ikinci olarak da İsrail
oğullarını Firavun’un köleliğinden kurtarmaktı.
Dediler ki,
“bu bir sihirbazdır.” Hz. Mûsâ, Firavun’un karşısına ilk çıktığında ona
gösterdiği âsâ ve yed-i beyzâ mûcizelerinden sonra, Firavun ve çevresindeki
danışmanları, “bu bir sihirbazdır,” dediler. Peki şimdiye kadar hangi sihirbaz
bunları gösterebilmişti? Hangi sihirbaz bu cesareti gösterebilmişti? Bir adam
öldürmüş, Mısır’dan kaç-mış, uzun bir süre Medyen’de sığındıktan sonra şimdi
güpegündüz elinde âsâsıyla Mısır’a, hem de dünyanın en büyük, en zâlim, en
güçlü devletinin sarayına elini kolunu sallaya sallaya girip, karşısına dikilip
onlara hakkı tebliğ ediyordu. Hangi sihirbaz becerebilirdi bunu? Hangi sihirbaz
kendisine mutlak ceza verecek olan yeryüzünün en zâlim ve en güçlü ordusuna
sahip olan bir kralın sarayına böyle bir cesaretle girebilmişti bugüne kadar? Şimdi
böyle zâlim bir idarecinin karşısında hangi sihirbaz bir asayı yılan haline
getirebilirdi? Hangi sihirbaz bir el çabukluğuyla, bir göz işaretiyle koskoca
bir ülkeyi böyle açlık ve felakete sürükleyebilirdi? Hangi sihirbaz bir ülkenin
tamamının evlerine kurbağalar, çekirgeler, bitler doldurabilirdi? Hangi sihirbaz
tüm suları kan haline getirebilirdi?
Evet bu güne kadar hangi sihirbaz
becerebilmişti bütün bunları? Firavun Hz. Mûsâ’nın gösterdiği bu müthiş
mûcizeler karşısında öylesine şaşırmıştı ki şöyle diyordu: “Sen bizi sihrinle
yurdumuzdan çıkarmaya, bizim dinimizi değiştirmeye ve Mısır’ın yönetimini eline
ge-çirmeye mi geldin?” Oysa kesinlikle biliyorlardı ki, o güne kadar hiç bir
sihirbazın sihir gücüyle bir memleketi fethettiği görülmemişti. Sihirbazlar
sadece kendisinden mükafatlar alabilmek için o güne kadar onun ayaklarını
öpmekten başka bir şey yapmamışlardı, bunu çok iyi biliyordu.
Onun içindir ki Firavun’un, hem “sen
bir sihirbazsın” demesi, hem de arkasından “sen benim krallığımı ele geçirmek
istiyorsun” de-mesi onun kafasının ne denli karıştığını göstermektedir. Bu, Firavu-n’un
ve onun yanında yer almış peygambere sihirbaz diyen bu devlet erkanının onun
bir sihirbaz değil tüm bunları Allah desteğiyle gösteren bir peygamber olduğunu
anladıklarını, ama saltanatlarının, statülerinin yok olmasından endişe
ettikleri için onu reddetmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Firavun ve
adamları, Hz Mûsâ’nın mantıklı konuşması ve de gösterdiği mûcizeler karşısında,
sadece saraydaki adamları değil, aynı zamanda bütün halkı da etkileyeceğini anlamıştı,
bu yüzden ellerindeki mevkileri, iktidarları ve nüfûzları ile hakka karşı
koymak isti-yorlardı.
Burada
dikkat ederseniz Hz. Mûsâ’nın (as) Firavun, Karun ve Hâmân’a gönderildiği
anlatılıyor. Bu üç kişiden Firavun ve Hâmân Kıptilerin ileri gelenlerinden,
Karun da İsrail oğullarındandır. Hâmân, Firavun’un veziridir. Karun da para
babasıdır. Parasının büyük bir bölümünü düzenin devamına harcayan, düzen devam
ettikçe de para kazanan birisidir.
25. “İşte Mûsâ tarafımızdan kendilerine
hakkı getirince, “Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınları
sağ bırakın!” dediler. Ama kâfirlerin tuzağı elbette boşa çıkar.”
“Mûsâ’ya
iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın” diyorlar. İşte
küfrün, kaba kuvvetin mantığı budur. Hak karşısında delil bulamayınca, bâtılın
sarıldığı sarılacağı en kestirme yol budur. Tarih boyunca bu hep böyle
olmuştur. Dün de, bugün de küfrün mantığı hiç değişmemiştir. Asmak, kesmek,
hapsetmek, susturmak ve öldürmek. Firavun, Hz. Mûsâ doğduğu günlerde de böyle
bir tedbir almıştı. Bu emir ya Firavun’un ikinci bir emridir, ya da öncekini
uygulayan Firavun ölmüştür de onun yerine geçen oğlu ikinci Firavun böyle bir
emir vermiştir.
26. “Firavun,
“bırakın beni, Mûsâ’yı öldüreyim! Eğer kurtulabilirse Rabbine yalvarsın! Çünkü
ben onun dininizi değiştireceğinizden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından
korkuyorum” dedi.”
Daha önceki
âyetlerde geçmişti; her toplum, yok etmek, susturmak, öldürmek için
peygamberlerin peşine takıldılar buyurmuştu ya Rabbimiz, işte burada buna bir
örnek veriliyor. Bakın Firavun diyor ki, “bırakın beni, tutmayın beni de onu
öldüreyim.” Korkak pehlivan. “Bırakın beni be! Tutmayın beni! Tutun beni de bırakın
öldüreyim onu!” Tam bir korkak pehlivan yâni. Bakın Mûsâ’yı öldürmek istediğini,
onu öldürecek güçte olduğunu, buna gücünün yettiğini, ama birilerinin kendisini
engellediğini ifade etmeye çalışıyor. Oysa onun içini kemiren korku, Allah’ın
elçisine el kaldırmasına engel oluyordu.
Nitekim bakıyoruz, daha sonra ona
iman eden sihirbazları öldürüyor, ona inanan garibanları öldürüyor ama Mûsâ’ya
yine de do-kunmuyor, dokunamıyor. Mûsâ’ya (as) ilişmeye cesaret bulamıyor
kendisinde. Mekke’de de görülen buydu. Mekkeli müşrikler, Rasûlul-lah’a iman
eden garibanları öldürmeye çalışırken, Rasûlullah’a dokunmaya cesaret
edemiyorlardı. Biliyorlar aslında bu kâfirler peygam-beri öldüremeyeceklerini.
“Bırakın
beni, onu öldüreyim! Eğer kurtulabilirse Rabbine dua etsin!” diyor. Eğer
kurtulabilirse Rabbine dua etsin ifadesini iki sebeple söylediğini düşünüyorum:
1. Firavun,
bu sözüyle Mûsâ’yla alay ediyor, istihzâ ediyor. Hem Mûsâ’yı, hem de Mûsâ’nın
Rabbini küçük düşürmek istiyor. Yâni kendi iktidarı ve saltanatı karşısında
Mûsâ’nın duasının bir işe yaramayacağını, dua etse de kendisine herhangi bir
yardım ulaşmayacağını ortaya koymak istiyor. “Hadi dua et de, kurtarabilirse
benim elimden kurtarsın seni Rabbin!” demeye çalışıyordu alçak.
Yâni Mûsâ’nın sözünü ettiği Rabbi
sakın sizi korkutmasın. Çünkü onun hakikati yoktur. “Sizin en yüce Rabbiniz
benim! Sizin benden başka Rabbiniz yoktur. Bu ülkede kanun koyma hakkı, emretme
ve yasaklama hakkı, haram ve helal koyma hakkı bana aittir!”
2. Bir
ikinci sebebi de çevresindekilere karşı dindarlık gösterisinde bulunuyordu.
Yâni bir yandan bu sözleriyle Allah’a ve peygamberine karşı küfrünü ortaya
koyarken, öbür taraftan da dikkat edin bu sizin dininizi değiştirecek, diyerek
çevresindekilere karşı dindarlık gösterisinde bulunuyordu. “Dikkat edin ey
ahali, bu adam sizin dininizi değiştirecek! Halbuki bizler dinimize bağlı insanlarız!
Bunun dininizi değiştirmesine asla müsaade etmeyin!” demeye çalışıyordu.
Bu adam
sizin dininizi değiştirecek. Din bir hayat tarzıdır, din bir yaşam biçimidir.
Din yönetimin işleyiş biçimidir. Yâni diyor ki Firavun, “o sizin hükümdarınızı
değiştirecek, siyasetinizi, yaşam biçiminizi, kültürünüzü, medeniyetinizi,
ekonomi anlayışınızı, kılık-kıyafet anlayışınızı, eğitim düzeninizi
değiştirecek!” Yâni, “ben onun sizi bana ibadetinizden koparıp, kendi Rabbine
ibadete götüreceğinden korkuyorum,” diyordu. “Sizi benim arzularımı gerçekleştirmenizden,
bana kulluktan çıkarıp, kendi Rabbinin arzularını gerçekleştirmeye götüreceğinden
korkuyorum,” diyordu.
Demek ki Firavun, Mûsâ’nın
bunları değiştirmek üzere geldiğini biliyordu. Biliyordu ki peygamber içinde
bulunduğu topluma uymak için gelmez. Biliyordu ki peygamber uzlaşmacı değildir.
Biliyordu ki peygamber yeryüzünde Allah’ın istediği hayat tarzını gerçekleştirmek
üzere gelirdi. Biliyordu ki peygamber kesinlikle yeryüzünde Allah’ın kullarının
Allah’tan başkalarının kanunlarına itaat ederek, Allah’tan başkalarının
arzularını gerçekleştirerek Allah’tan başkalarına kulluk etmelerine asla razı
olmayacaktı. Biliyordu ki, peygamber yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirmek
ve Allah berisinde tüm tâğutların hâkimiyetlerine son vermek üzere gelmektedir.
Firavun bunu çok iyi biliyor ve
korkuyordu. Fakat her sahtekâr politikacı gibi, kendi iktidarının, kendi
egemenliğinin elden gideceğini söylemiyor da, “ey ahali, dikkat edin bu adam
sizin dininizi, sizin hayat programınızı, sizin sisteminizi değiştirmek, sizin
huzurunuzu kaçırmak istiyor. Bırakın beni de onu öldüreyim!” diyordu. “Ben
kendimi değil, kendi saltanatımı değil, kendi iktidarımı değil sizleri düşünüyorum.
Zira o bir vatan hainidir. O bir vatan düşmanıdır. O sizin düşmanınızdır”
diyerek çevresindekilerin desteğini almaya çalışıyordu. “Ken-dim için
istiyorsam namerdim! Onun yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum,” diyor.
Peki acaba Firavun’a göre fesat
nedir? Firavun’a göre fesat, kendi düzeninin bozulmasıdır. Firavun’a göre fitne,
kendi egemenliğinin sarsılması, insanların kendisine kulluğunun bitmesidir. Halbuki
fesat, yeryüzünde yeryüzünün sahibi olan Allah’ın koyduğu düzenin bozulmasıdır.
Yeryüzünde en büyük fesat kulların kullara rabliği ve kulluğudur. Kendisini
yaratıcısına kulluk makamından indirip ya kendi kendisine ya da kendisi
gibilere kulluğa yönelten kişi yeryüzünde en büyük fesadı gerçekleştirmiş
demektir.
Tüm
tâğutların, Allah’a hâkimiyet tanımayan, Allah’a söz hakkı vermeyen, yeryüzünde
Allah sisteminin uygulanmasına geçit vermeyen, yeryüzündeki Allah kullarının,
Allah’a kulluğunu engelleyerek kendilerine kulluğa çağıran tüm tâğutların
iddiasıdır bu. Ne zamanki kendi tanrılıklarını bitirecek bir hareket görürlerse,
hemen düzen elden gidiyor, fesat çıkarıyorlar diye feryadı basarlar. Halbuki
esas fesat, esas bozgunculuk, yeryüzünde Allah kullarının Allah’tan başkalarına
kulluk etmesidir. Esas fitne, yeryüzünde Allah’ın kullarının kendi hür
iradeleriyle kime kulluk edeceklerine, kimin kanunlarına itaat edeceklerine
karar verme haklarının ellerinden alınmasıdır. İnsanları zorla kendi
kanunlarına uyarak kendilerine kulluğa zorlamaktır. İşte asıl fitne, asıl fesat
budur.
27. “Mûsâ da: “Ben hesap gününe inanmayan
her kibirliden benim de Rabbim sizin de Rabbinize sığındım!” dedi.”
Mûsâ (a.s)
diyor ki, “ben, beni koruması için Allah’tan eman istiyorum. Allah’ın koruması
altına giriyorum.” Zaten böyle bir durumda bir müslümanın yapabileceği başka
bir şey de yoktur. Tüm dünya kendisine düşman bile olsa, o tüm dünyadakilerin
zimamı elinde olan Allah’tır. Allah mutlak güç, kuvvet sahibidir. Kendisine
sığınanı koruyacak ve tüm dünyayı onun önünde eğilmeye zorlayacaktır.
28.
“Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mü’min adam şöyle dedi: “Siz bir
adamı “Rabbim Allah-tır” diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki o, size Rabbi-nizden
apaçık mucizeler getirmiştir. Eğer o bir yalancı ise yalanı kendisinedir. Eğer
doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği azabın bir kısmı gelip size çatar. Şüphesiz
ki Allah haddi aşan, yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez.”
Kimileri bu
mü'min kişinin İsrail oğullarından birisi olduğunu söylemişlerse de, âyet-i
kerîmedeki:
İfadesine
bakılırsa, onun Kıptilerden, Firavun’un hânedanından, Firavun’un akrabalarından
birisi olması daha muhtemeldir. Süddî, bu mü'min kişinin Firavun’un amcasının
oğlu olduğunu söyler. İbni Abbas, Kasas sûresinde daha önce Hz. Mûsâ Mısır’da
bir Kıptiyi öldürünce, kendisine yardım eden mü'min kişiden ve Firavun’un karısından
başka hiç kimse Mûsâ’ya inanmamıştır der:
“Şehrin
öbür ucundan bir adam koşarak geldi: “Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek
için hakkında müzâkere ediyorlar. Derhal buradan çık! İnan ki ben senin iyiliğini
isteyenlerdenim,” dedi.”
(Kasas 20)
İşte bu
mü'min kişi, Allah’ın elçisini öldürmek isteyen Firavu-n’un karşısına dikilmiş,
bu yüzden de kendisine âl-i Firavun’un mü'mi-ni denmiştir. İşte bu müminin
şanlı mücâdelesi, bu sûrede anlatıldığı için de bu sûreye onun adına izâfeten, “Mü'min
sûresi” denmiştir.
Bu Allah’ın
mü'min kulu, önceleri imanını gizliyordu. Ama iş ciddiydi. Allah’ın peygamberi
Mûsâ’nın öldürülmesi söz konusuydu. Böyle ciddi bir durumda artık gizlenmenin
anlamı kalmamıştı. Önce bu mü'min kişinin yavaş yavaş nasihatle işe
başladığını, sonra da açıktan açığa savaşın içine girdiğini görüyoruz. Bakın
diyor ki:
“Rabbim Allah’tır” diyen bir adamı
öldürmek mi is-tiyorsunuz?”
Rabbim
Allah dediği için bir adamı öldürmek mi istiyorsunuz?
“Halbuki o size Rabbinizden apaçık mûcizeler
ge-tirmiştir.”
Mûsâ (a.s) onlara
âsâ ve yed-i beyzâ mûcizelerini gösterdikten sonra diyordu bunu. O size
gösterdiği bu mûcizelerle bir peygamber olduğunu ispat etti.
“Eğer o bir yalancıysa yalanı
kendisinedir.”
Eğer bu
iddiasında o bir yalancıysa, bunun zararı kendisinedir. Bu yalanının vebâlini
kendisi çekecektir. Size herhangi bir zararı dokunmayacaktır. Eğer o bir
yalancıysa, bunun zararı sadece kendisine dokunacaktır. O yalanının zararı
kendisinden öteye geçmeyecektir. Yalancının mumu yatsıya kadar yanacak ve
sonunda sönecektir. Dolayısıyla hemen onu öldürmeye kalkmayın, ona mühlet
tanıyın ki, yalancı mı doğru mu olduğu anlaşılsın.
“Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit
ettiği azabın bir kısmı bile olsun size gelip çatar.”
Eğer doğru
söyleyen bir elçiyse, o zaman onun sizi tehdit ettiği azapların bir kısmı
dünyada sizin başınıza gelebilir.
“Şüphesiz ki Allah haddi aşan yalancı
kimseyi doğru yola eriştirmez.”
Allah
kesinlikle yalancı ve müsrif kimseyi başarıya ulaştırmaz. Mü'min kişi bu sözüyle
şunu anlatmaya çalışıyordu:
1. İyi
düşünün ey kavmim, bu adam gerçekten yalancı birisi olsaydı, Allah kesinlikle
ona yardım etmez, ona müzâhir olmaz, yâni size gösterdiği bu mûcizeleri ona vermezdi.
Allah, onu bu tür mûcizelerle desteklemezdi.
2. Eğer o
bir yalancıysa, toplumda hiçbir değeri olmayacağından, hiç kimse böyle bir
yalancıya itibar edip onun peşine takılmayacağından, korkmanıza gerek yoktur.
Mekke’de Rasûlullah’ı
bu işten vazgeçirmek için yanına gidip onu dinledikten sonra, tüm düşünce
sistemi allak bullak olarak dışarıya çıkan Velid bin Muğire de böyle demişti.
Velid onun Allah’ın peygamberi olduğunu anlamış ve kendisini merakla bekleyenlere
şöyle demişti: “Vallahi ben şiirin âlâsını bilirim, bu adamın dediklerinin
şiirle uzak ve yakından hiçbir ilgisi yoktur. Ben sihiri de tanırım, bunun dediklerinin
sihirle de ilgisi yok. Benim size diyebileceğim bir tek şey var. Bırakıverin
onu kendi haline. Eğer doğru söylüyorsa, gerçekten bir peygamberse, Allah onu
mutlaka zafere ulaştıracak ve siz de onun zaferlerinden, şereflerinden istifade
edersiniz. Yok eğer o bir yalan-cıysa, zaten kimse peşine takılmayacaktır,
korkmanızın bir mânâsı kalmaz.”
3. Bir de
bu mü'min kişi aslında bu sözleriyle Firavun’a laf dokunduruyor ve taş
atıyordu. “Eğer sizler yalan uydurarak, haddi aşar ve Allah’ın elçisini
öldürmeye kalkarsanız, Allah size hiçbir zaman hidâyeti nasip etmeyecektir,”
diyordu.
Buna istidrâc’ül
muhâtap denir. Yâni karşıdakini yavaş yavaş istediği noktaya getirme sanatı.
Dikkat ediyorsanız, “ey kavmim Rab-bim Allah diyen bir adamı öldürecek misiniz?”
diyor. Hz. Mûsâ’yı tanı-mıyormuş gibi davranıyor, Firavun’un sadık adamlarından
birisiymiş ve kavminin iyiliğini düşünüyormuş gibi davranıyordu. Böylece sözünün,
nasihatinin etkili olacağını düşünüyordu. Hz. Mûsâ’yı tanımış ve ona inanmış
biri edâsıyla nasihat ettiği zaman çevresindekilerin, “tamam, zaten sen de
onlardansın! Sen de ona inanmış birisin!” diyerek sözlerine itibar
etmeyeceklerinden endişe ediyordu.
Dikkat
ederseniz, "Eğer o bir yalancıysa" sözünü öne almış, böylece
kendisini kamufle etmeyi denemiştir. Ama giderek daha da etkili olabilmek için,
sözlerinin dozajını artırarak imanını ortaya koymaya başlıyor:
29. “Kavmim! Bugün yeryüzüne hakim
kimseler olarak hükümranlık sizindir. Ama Allah’ın azabı gelip bize çatarsa
bize kim yardım eder?” Firavun: “Ben size kendi görüşümü söylüyorum ve yine
size ancak doğru yolu gösteriyorum,” dedi.”
Diyor ki
mü'min kişi: “Ey kavmim! Şu anda mülk sizindir. Şu anda mülk sizdedir. Yâni
Mısır’ın iktidarı bugün sizin elinizdedir. Mısır’da İsrailoğullarına galip
gelmiş ve egemenliği onların elinden almış, onları ezip köle haline getirmiş
durumdasınız. Allah’ın şu anda size verdiği güç, kuvvet, iktidar, saltanat gibi
nimetlerini hiç düşün-müyor musunuz? Tüm bunları size Allah vermedi mi? Bütün
bu nimetleri size Allah’tan başkaları mı verdi? Bütün bu nimetleri size bahşeden
Rabbinize karşı niçin nankörlük yapıyorsunuz? Niçin onu ve nimetlerini unutup
da onun elçisine böyle davranarak onun gazabına dâvetiye çıkarıyorsunuz? “Rabbim
Allah” diyen ve size Rabbinden mûcizeler getirmiş bir Allah elçisini öldürmeye
kalktığınız zaman onun azabından bizi kim kurtarabilecek?” “Biz,” diyerek hem
kendisinin de onlardan olduğunu hissettiriyor hem de onları düşünmeye dâvet ediyor.
İfadeden
anlaşılıyor ki, bu tartışma büyük bir kalabalığın önünde cereyan etmiştir. Bu
akıllıca ve düzgünce yapılan nasihatler karşısında, gururu kendisini günâha
götüren, çevredekilerin bu nasihatlerden etkilenmesinden korkan ve başka âyetlerin
ifadesinden anlıyoruz ki, kendisi de onun hak peygamber olduğunu bilen Firavun,
o mü'minin sözlerini keserek hemen ileri atılır ve söze karışır.
Halbuki o
da biliyordu ki Mûsâ Allah’ın elçisiydi.
“(Mûsâ Firavun’a:) “Pekâlâ sen de
biliyorsun ki, bunları birer ibret olmak üzere ancak göklerin ve yerin Rabbi
indirdi,” dedi.”
(İsrâ 102)
“Kendileri de bunlara yakînen
inandıkları halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler. Bozguncuların
sonlarının nasıl olduğuna bir bakın.”
(Neml 14)
Hz.
Mûsâ’nın hak elçi olduğunu Firavun da biliyordu, çevresindekiler de
biliyorlardı. Ama Firavun kibrinden ötürü, mahiyetindekiler de Firavunun
korkusundan dolayı reddediyorlardı.
“Andolsun ki Mûsâ’yı mûcizelerimizle ve
apaçık bir delille Firavun’a ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar
Firavun’un emrine uydular. Oysa Firavun’un emri doğru değildi.”
(Hud 97)
Onun
Allah’ın elçisi olduğunu Firavun da, çevresindekiler de biliyordu ama gururu
kendisini günâha sevk eden Firavun, o mü'minin sözünü keserek şöyle diyordu: “Fitnenin
kökünü kesmek için ben size diyeceğimi dedim. Mûsâ’yı öldürmenin dışında benim
ortaya koyabileceğim bir fikrim yoktur. Bununla da ben size sadece doğru yolu
ve iyiliği göstermiş oluyorum.” Firavun’un bu ifadelerine bakılırsa, onun, bu
mü'min kişinin mü'min olduğunu anlamadığı anlaşılıyor. Değilse Mûsâ’ya kızacak
yerde ona kızmalıydı. Ama bakıyoruz, Firavun hâlâ Mûsâ’ya kızgınlığını dile
getiriyor.
Fakat bu
yiğit mü'mini bu palavralar da durduracak değildi. Ne pahasına olursa olsun, o
bu beyinsizleri bu işten engelleyecekti. Allah’ın elçisinin öldürülmesine asla
izin vermeyecekti. Önceki nasihatlerinin neticeyi sağlamadığını gören yiğit
mü'min, onlara başka yönden tesir etmeyi dener. Öncekilerin âkıbetlerine dikkat
çekerek onları uyarmayı ve kalplerini eritmeyi dener. Kendilerinden öncekiler
de tıpkı onlar gibi Allah’ın elçilerini yalanlamış ve Allah onları yerin dibine
batırmıştı. Öncekilerin bu korkunç âkıbetleri, sonrakiler için elbette canlı
birer ibret levhasıydı. Ve bir silâh olarak bu mü'min bunu kullanmalıydı.
30,31. İman etmiş kişi dedi ki: “Ey
kavmim! Doğrusu ben sizin için Nuh kavminin, Âd, Semûd ve onlardan sonra
gelenlerin durumu gibi (Peygamberleri yalanlayan) toplulukların başlarına gelen
bir günün benzerinden korkuyorum. Allah kullarına bir zulüm dileyecek değildir.”
“Ey kavmim,
ben sizin için sizin başınıza Nuh, Âd ve Semûd kavminin başına gelen yevm’ül
ahzâb’dan korkuyorum. Allah’ın elçilerini yalanlayan bu toplumların başına
gelen bir günün, sizin de başınıza gelmesinden korkuyorum. Onların âkıbetlerine
sizin de mâruz kal-manızdan endişe ediyorum. Allah asla kullarına azap etmeyi
murad etmez, kullarını suçsuz yere cezalandırmaz, asla kullarını helâk etmeyi
istemez. Ama onlar haddi aşarak azabı hak edince de, artık adaleti gereği Allah
azabını gönderiverir. Öyleyse onların yok edilmesi adalettir. Zira
yaptıklarıyla onlar bunu hak ettiler. İşte ben, sizin için böyle bir azabın
gelmesinden ve tıpkı onlar gibi yerin dibine batırılacağınızdan endişe ediyorum.”
32,33. “Ey kavmim! Gerçekten sizin için
o tenâd gününden, arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. (O gün) sizi
Allah’tan (ve onun azabından) kurtaracak hiç kimse yoktur. Allah kimi
saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek de yoktur.”
O mü'min diyor
ki: “Ey kavmim sizin için tenâd gününden korkuyorum. Yevm’üt Tenâd; Tenâdi
günü, nidalaşma günü, bağrışıp çağrışma günü demektir ki, bu, kıyamet günüdür.
O gün insanlar bağrışıp çağrışacaklar. “Aman! İmdat! Yetişin! Yetişen yok mu?
Kurtaran yok mu?” diye feryad u figan edecekler. İniltilerin gürültülerin ayyûka
çıktığı bir ortam olacak. Diyor ki o mü'min, “ey kavmim, ben sizin için böyle
bir günde bağrışıp çağrışacağınızdan korkuyorum. Allah’ın elçisine karşı
takındığınız bu tutumunuzdan ötürü, kıyamet günü ateşle karşı karşıya geleceğiniz
gün bağırıp çağırarak kaçışacağınızdan, böyle bir durumla karşı karşıya
kalacağınızdan korkuyorum.” Buradaki bağrışıp çağrışmayı şöyle anlıyoruz:
1.
Cehennemi görünce insanların oraya girmemek için bağrışıp çağrışmaları, acı acı
feryat etmeleridir. Rahmân sûresinde Rabbi-miz, melekler insanları cehenneme
doğru sürüklerken onların bağırıp çağırarak, acı acı feryatlar atarak kaçmaya
çalışacaklarını ama asla ateşten kaçamayacaklarını anlatır.
“Ey cin ve insan toplulukları! Hadi
gücünüz yetiyorsa göklerin ve yerin çevresinden geçip kurtulun. Ferman
olmadıkça asla geçemezsiniz”
(Rahmân 33)
Buyuracak
ama insanların asla buna güçleri yetmeyecek ve o ateşten kurtulma imkânı
bulamayacaklar. Veya o gün insanları bir araya toplayan melekler nida ederler,
bağırıp çağırırlar. Cennetliklerin cehennemdekilere, cehennemdekilerin de
cennetliklere nida edecekleri bir gündür. A’râf sûresinde bu şöyle anlatılır:
“Cennet ehli cehennem ehline: “Biz
Rabbimizin bize vaadettiğini gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vaa-dettiğini
gerçek buldunuz mu?” diye seslenirler.”
(A’râf 44)
Yâni, “nasılmış?
Ne diyorsunuz? Yapar mıymış Allah dediklerini? Vaadleri gerçek miymiş? Biz
Rabbimizin bize vaadettiği cenneti, devlet ve nimeti hak bulduk, gerçek bulduk;
nasıl, siz de cehennem ateşini hak buldunuz mu? Gerçek miymiş, yoksa yalan mıymış
söyleyin bakalım,” diye nida edecekler. Yine aynı sûrenin devamında cehennem
ehlinin de şöyle nida edecekleri anlatılır:
“Cehennem ehli cennet ehline: (Ey ehli
cennet!) Şu sularınızdan ve Allah’ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin!”
diye seslenirler. Onlar da: “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır,” derler.”
(A’râf 50)
“İşte ey
kavmim! Gelin Allah’ın elçisini yalanlamaya kalkmayın! Onu öldürmeyi hiç
denemeyin! Eğer ona karşı böyle davranırsanız, sizin için bu bağırıp çağırma
gününden korkuyorum,” diyerek onların yüreklerini hoplatmaya ve bu işten
vazgeçirmeye çalışıyordu. Devam ediyor kahramanın nasihatleri:
34. “Andolsun ki (Mûsâ’dan) önce Yusuf
da size açık deliller getirmişti ve onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe
edip durmuştunuz. Nihâyet o vefat edince: “Allah ondan sonra bir daha peygamber
göndermez,” dediniz. İşte Allah o aşırı giden şüphecileri böylece saptırır.”
“Evet ey
kavmim! Sizler Yusuf’u biliyorsunuz. Allah’ın izniyle onun, kralın rüyasını en
güzel biçimde tabir ederek ülkenizi yedi yıl süren kıtlıktan nasıl kurtardığını,
Hz. Yusuf’un yönetiminin ne kadar bereketli ve âdil olduğunu, Mısır’ın ondan
sonra böyle mutlu bir dönem yaşamadığını biliyorsunuz. Buna rağmen sizler yine
de ona iman etmediniz. Hatırlasanıza, bir zamanlar Yusuf da size gelmişti de
sizler onu dinlememiştiniz! İtiraz etmiştiniz! İhanet etmiş, reddetmiştiniz de,
Allah onu sizin aranızdan alıp gidince de “vah! Tüh! Ne büyük, ne mübarek
insandı! Onun kıymetini bilemedik! Fırsatı kaçırdık!” demiştiniz. Şimdi aynı
kaynaktan gelen, aynı Allah’ın gönderdiği Mûsâ’ya da aynı şeyi yapmak
istiyorsunuz! Vazgeçin bundan! Heyhat ki akıllanmayan sizler, yine eski
huylarınızdan vazgeçmiyorsunuz! Dün Yusuf’u inkâr ettiğiniz gibi, şimdi de
Mûsâ’yı inkâra kalkışıyorsunuz!” diyordu.
35. “Kendilerine gelmiş hiçbir delil
olmadığı halde Allah’ın âyetleri hakkında mücâdele edenler, gerek Allah yanında,
gerekse iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır. Allah büyüklük
taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.”
Sûrenin
başında hatırlayacaksınız, Allah’ın âyetleriyle mücâdele edenlerin durumları ve
acı sonları anlatılmıştı. Allah’ın âyetleri konusunda mücâdele, Allah’ın
âyetlerine rağmen onlardan habersiz, kendi kendine hayat programı yapmaktı.
Allah’ın âyetlerinin varlığına rağmen, onlar yokmuş gibi bir hayat yaşamaktı.
Yâni bir insan Allah’ın onun hayatına karışması adına kendisi için gönderdiği
âyetlerine karşı ilgisiz kalır, onlardan habersiz bir hayat yaşarsa, işte bu,
Allah’ın âyetleriyle mücâdele anlamına gelecektir. İşte böyle yaşayan insanların
kalplerini Allah mühürleyecektir. Allah’a karşı müstekbir davranan, Allah’ın
âyetlerine karşı eyvallahsız davranan, Allah’a ve Allah’ın âyetlerine iman
etmeyen, bu âyetler doğrultusunda bir hayat yaşamaya yanaşmayan ve de Allah’ın
âyetlerine dil uzatan kimselerin kalplerini Allah mühürleyecektir.
Şurası bir gerçek ki, Allah
haksız yere hiç kimsenin kalbini mühürlemez. Bu insanlar Allah’ın kendileri
için hayat programı olarak gönderdiği âyetlerden yüz çevirmişler, kendi
kendilerine bir hayat programı yapmışlar, amelleriyle öylesine fısk-u fücûra
dalmışlardır ki, artık o amellerden hoşlanmaya, durumlarından, yaşantılarından
memnun olmuşlar, hayatlarından mutmain olmuşlardır. Şu anda bizim yaşadığımız
hayat, hayatların en güzelidir. Bizim başka şeye ihtiyacımız yoktur. Allah’a da,
Allah’ın âyetlerine de peygambere de ihtiyacımız yoktur demeye başlamışlar,
Allah’ın âyetleriyle kendilerini sağlama almaya, doğru yolu bulma ve ıslah
olmayı hiç düşünmedikleri için, peygamberin getirdiği mesaja da hep şüphe ile
bakmaya başlamışlardır. Hayat programını kabul etmeyerek, âyetleriyle
ilgilenmeyerek Allah’a kafa tuttukları ve de Cebbârlık yapıp Allah’ın kullarına
zul-mettikleri için, Allah da onların kalplerini mühürleyivermiştir.
Bu yüzden
de bu tip insanlar, Allah yanında da mü'minler yanında da büyük bir nefretle
karşılanmaktadır. Onların bu konuda Allah tarafından kendilerine gelmiş hiçbir
delilleri olmadığı halde, Allah’ın âyetleri, Allah’ın şeriatı konusunda
bilgisizce mücâdeleye girişmeleri, Allah’ın da mü'minlerin de büyük öfkesine
sebep olmuştur. Zaten sev-gi ve nefrette, rahmet ve gazapta mü'minler Allah
safındadırlar. Mü'-minler, Allah’ın gazap ettiklerine gazap ederler, Allah’ın
rahmet ettiklerine de rahmet ederler. Sevgililerinin sevdiklerini severler,
gazap ettiklerine de gazap ederler. Allah da sevdiği kullarının gazap ettiklerine
gazap, sevdiklerine de rahmet eder.
36,37. “Firavun:
“Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap! Belki yollara, göklerin yollarına erişirim
de, Mûsâ’nın İlâhını görürüm. Doğrusu ben onu yalancı sanıyorum,” dedi. Böylece
Firavun’a yaptığı iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı
tamamen boşa çıktı.”
Âyetin
ifadesinden anlıyoruz ki, mü'min kişi konuşurken onun sözlerine değer vermemeye
çalışır, Firavun da hemen Hâmân’a döner ve müstekbir bir edâyla onunla
konuşmaya başlar. Kasas sûresinde bu konu şöyle anlatılır:
“Firavun: “Ey ileri gelenler! Sizin
için benden başka bir İlâh tanımıyorum! Ey Hâmân! Haydi benim için çamur
üzerine ateş yak (Ve tuğla imâl et!) Bana bir kule yap ki, Mûsâ’nın İlâhına
çıkayım. Ama sanıyorum ki o muhakkak yalan söyleyenlerdendir,” dedi.”
(Kasas 38)
Evet, Firavun
saçmalamaya başlıyor ve diyor ki, “ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap ki, belki
ben sebeplere, o göklerin sebeplerine, göklerin yollarına ererim de, Mûsâ’nın
İlâhının ne olduğunu anlamış olurum.”
Kelimenin
tam anlamıyla saçmalıyor. Bir gözetleme kulesi yaptırarak, yâni teknik bir
teşebbüste bulunarak güya Mûsâ’yı yalancı çıkarmaya çalışıyordu. Tıpkı
günümüzde bilime sarılarak, bilimi putlaştırarak Allah’ı inkâr etmeye
çalışanlar gibi… “Evet, yüksek kuleye çıktım, ama bakın Mûsâ’nın Rabbini göremedim!
Eğer benim dışımda böyle bir İlâh olsaydı, mutlaka O’nu görmemiz lazımdı,”
diyecek ve Mûsâ’yı yalan çıkaracaktı. Ya da tıpkı günümüz kâfirlerinin iddia
ettikleri gibi, bakın bu kadar bilim ilerlemişken, bu kadar teknik imkânlara
sahipken gökyüzüne çıkamadık. Bu Mûsâ nereden çıkmış gökyüzüne de, onların
Rabbinden bize mesaj getirdiğini iddia ediyor? demeye çalışıyordu.
38. “O iman eden kimse: “Ey kavmim!” dedi,
“Siz gelin bana uyun, sizi doğru yola götüreceğim.”
Mü'min kişi,
daha önce Firavun’un çevresindekilere dediğini diyordu. Az evvel Firavun da
aynı şeyleri demişti. “Ben sizi ancak doğru yola götürüyorum,” diyordu.
Allah’ın mü'min kulu, ne gaddar Firavun’un zulmünden, ne de Karun ve Hâmân gibi
O’na destek verenlerin gücünden, kuvvetinden hiç korkmadan, hiç tınmadan,
kavmini Firavun’un dediklerine değil, kendi dediklerine uymaya çağırıyordu. “Bana
ve benim dediklerime tabi olursanız, benim nasihatlerimi dinler, kurtulursunuz;
değilse azaptan kurtulamayacaksınız,” diyordu.
39. “Ey kavmim! Şüphesiz ki bu dünya
hayatı geçici bir eğlenceden ibarettir. Ama âhiret gerçekten istikrar yurdudur,
karar yeridir.”
“Ey kavmim!
Dünya hayatı, deni hayat, alçak hayat, yakın hayat, gelip geçen bir oyundan,
eğlenceden ibarettir. Dünya karar kılma yeri değildir, gelip geçici bir
hayattır. Dünya bağlanılacak bir yer değildir,” diyerek Firavun’un ve
adamlarının dünyayı tercih ederek Allah’ın elçisine karşı gelişini, dünyayı
Allah’ın elçisine tercih edişini, onun bu tavrını reddederek toplumunu
düşünmeye dâvet ediyordu. Peygambere kafa tutmak için tercih ettiğiniz şu
saltanatınız, bu gücünüz, bu imkânlarınız, bu sıhhatiniz, bu gençliğiniz bir
gün gelip bitecektir. Ama âhiret yurdu istikrar, karar yeridir. O zevâlsizdir.
Dünya gibi gelip geçici değildir.
Bu noktadan
itibaren bu mü'min kişinin Allah’ın peygamberine yardım edebilmek için Firavun’a
açıktan açığa isyan ettiğini, kavminin Firavun’un dediklerine değil de,
kendisinin söylediklerine uymaları gerektiğini söyleyerek açıktan açığa imanını
izhar ettiğini görüyoruz.
40. “Kim bir kötülük işlerse ancak onun
misliyle ceza görür. Kadın veya erkek kim inanarak amel-i salih işlerse, işte
onlar cennete gireceklerdir. Orada hesapsız şekilde rızıklandırılırlar.”
Kötülük işleyenlerin
cezası, sadece işledikleri o kötülük misliyledir. Bir kötülüğe bir ceza
verilmektedir. Ama iyilik yapanların iyiliklerinin karşılığı kat kat
verilmektedir. Kur’an’ın başka âyetlerinden öğreniyoruz ki, o iyiliği yaparken
kişinin taşıdığı niyetin derecesine göre, bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen
de sonsuz mükafat verir. İyiliğin katsayısı böyle iken, kötülüklerin katsayısı
da sadece bire birdir. Bir kötülük işleyene sadece bir kötülük yazılmaktadır.
Hattâ bir kötülük yapmaya niyetlenip de Allah korkusundan ötürü onu işlemekten
vazgeçenlere bir iyilik yazılmaktadır. Yine bir iyilik yapmaya niyet edip de
onu yapamayanlara da bir iyilik sevabı yazılmaktadır. Yine iyiliklerimiz
kötülüklerimizi giderdiği halde, kötülüklerimiz iyiliklerimizi gidermemektedir.
Rabbimiz hep bizim lehimizde takdirde bulunuyor.
41. “Ey kavmim! Nedir başıma gelen? Ben
sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz.”
“Ey kavmim!
Bana ne oluyor? Ben nasıl bir ortamdayım? Bana ne düşüyor? Ben sizi kurtuluşa
dâvet ediyorum, sizse beni ateşe çağırıyorsunuz. Ben sizi cennete çağırıyorum,
siz beni cehenneme çağırıyorsunuz.”
41. “Siz beni Allah’ı inkâr etmeye,
bilemediğim bir şeyi ona ortak koşmaya çağırıyorsunuz; ben ise sizi güçlü olan,
çok bağışlayan Allah’a çağırıyorum.”
“Siz beni
İlâhlığı konusunda hakkında hiçbir bilgim olmayan, İlâhlığı konusunda Allah’ın
hiçbir bilgi indirmediği Firavun’a kulluğa çağırıyorsunuz. İlâh dediğiniz
Firavun’un arzularını yerine getirmeye, onun yasalarına itaate çağırıyorsunuz.
Oysa ben sizi tek olan, mutlak güç ve kuvvet sahibi, göklerin ve yerin
yaratıcısı, yegâne hakimi, hâkimiyet elinde olan, rızık veren, doyuran,
yaratan, öldüren, kullarını işiten, onların dualarına anında icâbet eden,
kullarının tümünden haberdar olan, yenilmeyen, yanılmayan bir Allah’a
çağırıyorum.”
43. “Şüphe yok ki beni kendisine
kulluğa çağırdığınız (Firavun) dünyada da âhirette de çağırabilecek kabiliyette
değildir. Hepimizin Allah’a döneceğinde ve aşırı gidenlerin ateşlikler
olduklarında şüphe yoktur.”
Mü'min kişi
diyor ki:
1. Sizin
beni kendisine kulluğa çağırdığınız kişi, yâni Firavun ibadet edilmeye lâyık
değildir. Zira o dua edenlerin, imdada çağıranların dualarına, dâvetiyelerine
icabet edemiyor. Darda kalanların imdadına yetişemiyor. Yetişemez de zaten.
Bırakın Firavunların başkalarının imdadına yetişmelerini, onlar kendi imdatlarına
bile yetişemezler. Var mı bunlarda böyle bir güç? Meselâ bu Firavunlar
kendilerine bir menfaat sağlayabilirler mi? Kendilerine dokunacak bir zararı
defedebilirler mi? Bu Firavunlar ölüme, hastalığa çare bulabilmişler mi? Acıkmamaya,
üşümemeye tuvalete gitmemeye çare bulabilmişler mi? Öyleyse bu Firavunların
dünyada da, âhirette de herhangi bir İlâhlık hakları yoktur. Bunların İlâhlık
hakları yoktur ki, ben onlara kulluk edeyim ya da insanları onlara kulluğa çağırayım?
2. Bu sözün
ikinci mânâsını da şöyle anlıyoruz: Bu Firavunlar kendi başlarına bir İlâhlık
iddiasında bulunmamışlardır. Kendileri, bizzat insanları kendilerine kulluğa
çağırmamışlardır. Sizler onlara İlâhlık izâfe ettiniz. Hani “şeyh uçmaz ama uçururlar”
diye bir söz vardır ya, işte aynen bunun gibi, bunlar İlâhlık iddiasında
bulunmuyorlar. Bunlar İlâh olmadıklarını kendileri de biliyor, ama sizler bu
adamları uçuruyorsunuz. Sizler bu adamları İlâhlık makamına çıkarıyorsunuz. Onların
Allah’ın ortakları olduğunu sizler söylüyorsunuz. Sizler bu adamların arzularına
mutlak itaat ederek, bunların yalanlarına, yanlışlarına ses çıkarmayarak
bunları şımartıyorsunuz. Bunlar da sizin bu mutlak itaatlerinize bakarak
kendilerini bir şey zannetmeye başlıyor, şımarıyor, İlâh olduklarını zannediyorlar.
Halbuki
müsrifler, haddi aşanlar, yeryüzünde Allah’tan başka İlâh kabul ederek,
kendilerini İlâh yerine koyarak haddi aşanlar, Allah’a isyan edenler, dünyaya
Allah’ı karıştırmayarak haddi aşanlar, dünyada Allah’ı hesaba katmadan hayat
programı yapanlar, bunların ateşe gidecekleri de kesindir, bunda en küçük bir
şüphe yoktur.
44. “Size söylediğimi yakında
hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Doğrusu Allah kullarını
görendir.”
Bu kahraman
mü'min, dünyanın en zâlim tâğutu Firavun’dan da, onun gücünden, saltanatından,
zulmünden, çevresindekilerin hış-mından hiç korkmadan, çekinmeden bu son
sözlerini söylüyordu.
Bunları
söylerken, bu tarihî hitabesini irâd ederken, Firavun’un sarayında, yönetimde
işgal ettiği mevkii, bakanlığı kaybetme, görevinden atılma bir yana, kesin
öldürüleceğini bile bile, Allah yolunda ölümü, şehadeti göze alarak, çevresinde
kendisine yardım edecek hiç kimsesi olmadığı halde, sadece Allah’a tevekkül
ederek yapması gereken son görevini yapmaya çalışıyordu. Canını ortaya koyarak,
Allah’ı ve Allah’ın elçisini müdafaa ediyordu.
Bakın diyor
ki, “ey insanlar! Sizler yakında benim size söylediklerimin ne anlama geldiğini
anlayacaksınız. Size emrettiğim, sizi menettiğim, size nasihat ettiğim şeylerin
ne anlama geldiğini yakında anlayacaksınız. Bu sözlerimin doğruluğunu yakında
anlayacaksınız. Birkaç gün sonra Kızıldeniz’de boğulurken, ya da size azap
geldiği dönemde bunları anlayacaksınız. Anlayacaksınız ama pişmanlığın fayda vermediği
bir ortamda, geriye dönüşün olmadığı, tevbenin kabul edilmediği bir zamanda
anlayacaksınız.”
Allah’ın
adına müstakil bir sûre indirdiği kahraman, yapması gerekenleri yaptıktan,
Allah’ın kendisinden istediği kulluğu icra ettikten, sorumluluğunu yerine
getirdikten sonra, vazifesini yapmış olmanın gönül rahatlılığı içinde diyor ki,
“ben yapacağımı yaptım, ben görevimi yerine getirdim, sizi bildiklerimle
uyardım. Artık bundan sonra ben işimi Allah’a havale ediyorum. Bundan sonra
Allah size ne takdir edecekse edecektir. Benim o konuda yapabileceğim bir şey
yoktur. Bundan sonrası O’na aittir.”
Bu tartışma
Mûsâ (a.s) ile Firavun arasındaki uzun mücâdelenin son dönemlerine denk
geliyor. Bundan birkaç gün sonra zaten Hz. Mûsâ Allah’tan emir alacak, İsrail
oğullarını alıp bu mü'min kişiyle beraber Mısır’ı terk edecek ve Firavun
oğulları tamamen denizde yok olacaktır. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
onu şöyle anlatıyor:
45. “Allah onu onların kurmak
istedikleri tuzaktan korudu. Kötü azap Firavun’un adamlarını sarıverdi.”
Allah onu,
onların tuzaklarından korudu. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun iki mânâsı var:
1. Allah
onu içinde doğup büyüdüğü Firavun ailesinin düştükleri kötü amellere düşmekten
korudu. O aileden birisi olarak Allah onu küfürden kurtardı, yardım buyurarak
onu hidâyete ulaştırdı. Firavun’un sistemi aslında bu tür insanların çıkmasını
engellemek için kurulmuş bir sistemdi. Ama sistemin eğitim politikasına rağmen
Allah bu mü'min kişiyi korumuş, bu eğitim çukurlarına batıp çıktıktan sonra
mü'min kalabilmeyi nasip etmiştir. Şu anda bizim için söz konusu olduğu gibi…
2. Allah,
onu Firavun ve çevresindekilerin tuzağından korudu. Firavun sistemi ona hiç bir
şey yapamadı, kılına bile dokunamadı. Birileri birine diyor ki seni öldüreceğiz.
Öldürmek isteyenler karşıdakini öldürecekleri bir anda, Allah onları
öldürüverdi mi, doğal olarak karşıdakini korumuş demektir. İşte Rabbimiz o mü’mini
öldürmek isteyenleri öldürünce, onu korumuş oluyordu.
Allah’ın
onu dünyada koruması, Hz. Mûsâ ile birlikte Mısır’ı terk edip, Kızıldeniz’den
geçirerek kurtarmasıdır. Âhiretteki koruması ise, Allah’ın onu cehennem
azabından korumasıdır. Allah onu ve beraberindeki mü'minleri korudu ve
denizdeki kötü azap, Firavun’u ve adamlarını sarıverdi.
46. “Onlar sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet
çattığı gün, “Firavun’un adamlarını azabın en ağırına so-kun!” denilir.”
Âyet-i
kerîmede Firavun ailesine iki azaptan söz ediyor Rabbi-miz:
1. Firavun
ailesine verilecek şiddeti az olan bir azap.
2. Kıyamet günü
ise onlar asıl cezayı görecekler. Asıl şiddetli azap, kıyametin kopmasından
sonra gelecektir.
Allah diyor
ki, onlar sabah akşam ateşe arz olunurlar. Sabah akşam ateş onlara arz edilir.
Her an ateş onlarla, onlar da ateşle beraberdirler. Bu ateş azabı, kıyametteki
azaptan önce bir azaptır, âyetin ifadesinden böyle anlaşılıyor. Bu birinci
azaba âlimlerimiz, kıyametten önce vaki olacak kabir azabıdır demişlerdir.
Ancak bu azap, sadece Firavun ailesine mahsus bir azap değil, tüm kâfirler için
bir azaptır. Tüm kâfirler kıyamete kadar aynı azabı tadacaklardır.
Allah
buyuruyor ki, onlar sabah akşam azaba sürülürler, ateşte yakılırlar, ateşe arz
edilirler. Yâni onlar dünyada denizde boğulma gibi bir azapla yok oldukları
gibi, kıyamet gününe kadar da berzah âleminde, yâni kabirde sabah akşam ateşe
arz olunacaklardır. Mü'min-lere de sabah akşam cennetteki makamları gösterilir.
Bu konuda Ra-sulullah’ın şu hadisi bunu anlatır: Buhârî ve Müslim’in Abdullah bin
Ömer’den birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle
buyurur:
“Sizlerden
biri öldüğünde, ona ölümünden sonra, cennet ya da cehennem ehli de olsa, sabah
akşam gideceği yer gösterilir ve “İşte dirildikten sonra Allah’ın seni göndereceği
yer burasıdır,” Denilir.”
Ama bu konu
gaybî bir konudur, imanî bir konudur, binaenaleyh amelî bir konuymuş gibi,
bilginin konusuymuş gibi ele alarak uzun uzun bilgiler bulmaya çalışmanın
anlamı da yoktur.
Benim bundan anladığım şudur:
Burada Firavunlara, Firavun misyonunu üstlenenlere ölürken, ölmeden önce,
öldükten sonra, kabirde, haşirde, cehennemde azap var, hep azap vardır. Ama
burada anlatıldığı gibi onun karşıtı olan mü'min kişi için, bu mü'min fonksiyonunu
üstlenen kimseler için de cennet, rahmet, lütuf, mükafat vardır. Eğer ben
yaşadığım hayatta Firavun misyonunu üstlenmişsem, yâni Allah’ın elçisine
rağmen, elçinin getirdiği kitaba rağmen bunlara müracaat etmeden bir hayat
yaşarsam, o zaman onun âkıbeti benim için de kaçınılmazdır.
Yok eğer ben bu mü'min kişinin
rolünü üstlenir, Allah’ın peygamberine ve onun getirdiği mesaja sahip çıkarak
hayatımı o mesaja uygun olarak yaşamaya çalışırsam, o zaman ben de onun gittiği
yere gideceğim demektir. İşte esas anlamam gereken burada budur.
47,48. “Ateşin
içinde birbirleriyle tartışırlarken, mustaz’aflar (Güçsüzler) müstekbirlere
(Büyüklük taslayanlara): “Doğrusu biz size uymuştuk, şimdi ateşin bir parçasını
olsun bizden savabilir misiniz?” derler. Müstek-birler de: “Doğrusu hepimiz
onun içindeyiz. Şüphesiz ki Allah kullar arasında hükmünü vermiştir,” derler.”
Cehennemde,
ateşin içinde aynı azabı paylaşan insanların tartışmalarını, birbirlerini suçlamalarını
anlatıyor burada Rabbimiz. Demek ki bu iki grup da cehennemdedir. Demek ki
mustaz’afların zayıflığı onları kurtaramayacaktır. Davar sürüsü gibi
idarecilerinin kanunlarına itaat etmek zorunda kalmış bu insanların, “ne
yapalım, biz güçsüzdük, zayıftık, gücümüz kuvvetimiz yoktu, elimizden bir şey gemli-yordu,”
demeleri onları kurtaramayacaktır. Çünkü Allah onlara akıl, irade vermişti.
Seçme hürriyeti vermişti Allah onlara. Bunlar hiçbir zaman böyle sürüler
değildi. Berikiler onların iradelerini satın almak istedikleri zaman,
boyunlarına ip takıp kendilerine kul-köle yapmaya zorladıkları zaman, hiçbir
tepki göstermediler. Sanki bu işe dünden razıymış gibi boyunlarını teslim
ettiler.
Bakın
mus’taz'aflar, yâni yönetilenler, idare edilenler, müstek-birlere, yâni
yöneticilere, idarecilere, yönlendirenlere diyorlar ki: “Ey müstekbirler!
Doğrusu biz dünyada iken size uymuştuk! Dünyada emirlerinize boyun eğiyor,
kanunlarınıza itaat ediyor, arzularınızı yerine getiriyor, bizi neye
çağırdıysanız koyun gibi arkanızdan geliyorduk. Sürüler gibi size tâbi
oluyorduk. Sizler güçlüydünüz, sizler kendinizi dünyada Rabbler görüyordunuz,
İlâh olduğunuzu iddia ediyordunuz. Hadi bakalım, gücünüzü gösterin,
İlâhlığınızı, Rabliğinizi gösterin de, şu azabın bir kısmını olsun bizden
defedin.” Ya da, “azabın bir kısmını olsun bizim yerimize yüklenebilir misiniz?”
diyorlar.
Müstekbirler,
idareciler de ne diyorlar bakın: “Boşuna bağırıp çağırıp da kendinizi yormayın
ey sürüler! Bağırsanız da çağırsanız da çare yok, siz de, biz de bu ateşin
içindeyiz! Çare yok siz de, biz de bu ateşe razı olmak zorundayız. Şüphesiz ki
Allah kulları hakkında hükmünü vermiştir. Yâni her birimizin müstahâk olduğu
kadar azabı aramızda paylaştırmıştır. Allah azabı paylaştırmıştır ve bu konuda iş
bitmiştir. Eğer Rabbimizin takdir buyurduğu bu azabı sizden giderecek bir
gücümüz olsaydı, sizden önce kendimizinkini kaldırır, kendi azabımızı
giderirdik.”
49. “Ateşte
olanlar, cehennemin bekçilerine: “Rab-binize yalvarın da hiç değilse bir gün
azabımızı hafifletsin” derler.”
İdarecilerinden
bir fayda göremeyeceğini anlayan cehennemlikler, çaresizlik içinde bakın
cehennemin bekçilerine şöyle yalvarmaya başlıyorlar: “Ey cehennemin bekçileri!
Ne olur Rabbinize bir yalvarın da hiç olmazsa şu azabımızı bir günlüğüne bir
azaltsın! Dayana-mıyoruz! Fazla değil, sadece bir günlüğüne şu azabımızı hafifletsin
de bir nefes alalım!” Onların bu taleplerine karşı bakın melekler ne diyorlar:
50. Bekçiler:
“Size belgelerle peygamberleriniz gelmemiş miydi?” derler. Onlar da: “Evet
gelmişti!” derler. Bekçiler: “O halde kendiniz yalvarın!” derler. İnkârcıların
yalvarışı şüphesiz boşunadır.”
Cehennemin
bekçileri bir yandan onları kınayarak, bir yandan da azarlayarak diyorlar ki, “dünyadayken
Allah’ın elçileri apaçık âyetlerle sizlere geldi de siz onları inkâr etmediniz
mi? Allah’ın elçilerine karşı ilgisiz kalmadınız mı? Şimdi kendiniz dua edin Allah’a!
Kendiniz yalvarın Rabbinize! Allah’ın elçilerini yalanlayan, Allah’ın
elçilerine değer vermeyen, elçilerle ilgisiz bir hayat yaşayan kâfirler için
biz nasıl dua edebiliriz? Böyle birileri için dua etmekten Allah’a sığınırız!
Sizler duaya lâyık insanlar değilsiniz! Bizim cesaretimiz yoktur bu konuda
duaya! Çok fazla istiyorsanız, haydi buyurun kendiniz dua edin, kendiniz
müracaat edin Allah’a! Ama şunu da söyleyelim ki, size, sizin gibilerin duası
asla kabul görmeyecektir.” Evet, kâfirlerin duaları boşa gidecek, kabul
görmeyecek ve icâbet edilmeyecektir. Çünkü onların en küçük bir mâzeret hakları
yoktur.
51. “Muhakkak ki biz peygamberlerimize
ve iman edenlere dünya hayatında da, şahitlerin şahitlik için duracakları günde
de elbette yardım edeceğiz.”
Bu Allah’ın
değişmez va’didir. Allah hem dünyada hem de şahitlerin şehadet için
toplandıkları kıyamet gününde peygamberlerine ve mü'minlere yardım edecektir.
Allah, peygamberini ve müslümanları dünya hayatında destekleyecek, onlara
yardım edecek ve onları mutlaka zafere ulaştıracaktır. Allah’ın dünyada peygamberlerine
yardımı iki türlü olur:
1. Peygamberlerine
delil göndermek, vahiy indirmek, kendi bilgisinden bilgi indirmek sûretiyle
onları destekler.
2. Bizzat
düşmanlarına karşı onlara yardım ederek, onlara müzâhir olarak, dünyada onların
dâvâlarını muzaffer ederek murad-larına ulaştırır.
3. Onu
kulluğa muvaffak kılmasıdır. Allah’ın peygamberine dünyada yardım etmesi, onu
kulluğa muvaffak kılmasıdır. Allah, peygamberlerini dünyada kulluğu icraya
muvaffak kılmıştır. Bu konuda peygamberlerine yardım etmiştir. Ama bakıyoruz ki,
bu yardımı bazen zindana atarak, bazen taşlanarak, bazen şehid edilerek, bazen
ateşe atılarak, bazen sürgünle, bazen hastalıkla olmuştur.
Allah,
peygamberlerini ve mü'minleri mutlaka tüm düşmanlarına karşı galip
getirecektir. Ama unutmayalım ki zafer ya da hezimet, galibiyet ya da
mağlubiyet dünya şartlarına göre değil, galibiyet ya da mağlubiyet âhiret
şartlarına göre hesap edilir.
Allah diyor
ki, “Ben peygamberlerime ve müslümanlara yardım edeceğim. Hem dünyada, hem de
âhirette onları galip getireceğim.” Halbuki bakıyoruz Allah’ın elçilerinden
kimileri düşmanları tarafından öldürülmüş, kimileri yalanlanarak yerinden, yurdundan
sürgün edilip hicrete mecbur edilmiş, kimileri kavmi tarafından türlü
işkencelere maruz kalmış, kimileriyle toplumu hiç ilgilenmemiş, getirdikleri
mesaja hiç değer vermemişlerdir. Allah da buyuruyor ki, “Ben onlara yardım edip
onları galip getireceğim.” Peki bununla bunun arasını nasıl bulacağız?
Şunu
kesinlikle unutmamalıyız ki, sosyal hadiseler değerlendirilirken o hadiseleri
sadece belli bir zaman dilimi, dar bir zaman çerçevesi içinde ele alıp
değerlendirmek çok yanlış olacaktır. Bir hadiseyi değerlendirirken geniş zaman
ve mekân açısından değerlendirmek zorundayız. Allah elçilerinin dâvetlerine bu
perspektiften baktığımız zaman her bir peygamberin dâvâsının muzaffer olduğunu
göreceğiz. Kendisinden sonra da olsa dâvâsının, akidesinin muzaffer olması
peygamberin muzaffer olması mânâsına gelecektir.
Meselâ Hz. İbrahim ateşe atılırken bile
galip ve muzafferdi. Çünkü o halindeyken bile yine de Allah’a imandan,
insanları Allah’a çağırmaktan vazgeçmemişti. Yine şehid edilen bir peygamber de
şe-hadet şerbetini içerken galibiyetin zirvesine yükseliyordu. Çünkü o, Allah’ın
kendisinden istediği hayatı yaşıyordu. Başkalarının dirilişi adına, dâvâsının
ve dâvetinin dirilişi adına kendisini feda ediyordu. Zira nice şehitler vardır
ki, dâvâsının dirilişine şehadetiyle yaptığı hizmeti, bin sene yaptığı
hizmetten daha üstündür. Şehadet şerbetini içerken, dâveti muzaffer oluyordu.
Allah bazen
peygamberlerinin düşmanlarını suda boğarak, peygamberinin intikamını
düşmanlarından alma türünde bir yardımla galip getirir, bazen da peygamberinin
irtihalinden sonra onun dâvetini yeryüzünde hakim kılarak, düşmanlarını zelil
ederek peygamberini galip getirir. Tarih bunun her çeşidine de şahittir.
Peygamberi hayattayken düşmanlarını hezimete maruz bırakarak peygamberlerine yardım
ettiği gibi, peygamberinin vefatından sonra da düşmanlarını yok ederek,
peygamberinin dâvâsını galip getirdiği de olmuştur.
Rabbimiz
Peygamberlerine ve mü'minlere dünyada yardım edeceği gibi, bir de eşhâd
gününde, yâni şahitlerin, peygamberlerin, meleklerin, mü'minlerin ve tüm
şahitlerin şehadetlerini ortaya koymak üzere toplanacakları kıyamet gününde de
yardım edecektir. Ama Allah’ın peygamberlerine ve mü'minlere yardım edeceği o
gün:
52. “O gün zâlimlere özür dilemeleri
fayda vermeyecektir. Onlara lânet vardır, onlara yurtların en kötüsü vardır.”
O gün
zâlimlere mâzeretleri hiçbir fayda sağlamayacaktır. Çünkü onların hiçbir
mâzeret hakları yoktur. Mürselât sûresinde şöyle buyrulur:
“Onlara izin verilmeyecektir ki özür
dilesinler.”
(Mürselât
36)
O gün mâzerette
bulunabilmeleri için konuşamayacaklar, onlardan hiçbir özür ve fidye de kabul
edilmeyecektir. Onlar için sadece lânet vardır. Yâni Allah’ın rahmetinden
mahrumiyet, Allah’ın cennetinden uzaklaşmak vardır. Onlar için yurdun en kötüsü,
yurtların en kötüsü vardır. Yâni onlar cehennem yurduna gideceklerdir. Orası ne
kötü bir konak, ne kötü bir karar yeridir.
53,54. “Andolsun ki biz Mûsâ’ya hidâyet
verdik ve İsrailoğullarına da kitabı miras kıldık. (Ki o) Temiz akıl sahipleri
için bir hidâyet rehberi ve bir zikirdir.”
Andolsun ki
biz Mûsâ’ya hem kendisini hem de toplumunu hidâyete ulaştıracak mûcizeler
verdik, kitap verdik, sahifeler verdik, şeriat verdik ve de önceki âyetlerde
anlatıldığı gibi düşmanlarına karşı zafer, galibiyet verdik. İsrailoğullarına
da Tevrat’ı miras bıraktık. Onlar için güzel bir âkıbet hazırladık. Firavun ve
çevresindekileri denizde boğup onların yerlerine, yurtlarına, mallarına,
mülklerine, saraylarına, mahsullerine varis kıldık. Ama unutmayın ki Hz.
Mûsâ’ya bu hidâyeti, bu başarıyı, bu galibiyeti
düşmanlarına karşı sabretmesinden ötürü, dayanıp direnmesinden ötürü verdik.
Onun toplumu olan İsrail oğul-larına da bu mirası Onların peygamber yanında
sabretmelerinden ötürü, peygamberin kendilerini çağırdıklarına sabırla icabette
bulunmalarından ötürü lütfettik. İşte bu onlara miras bırakılan Tevrat, akıl sahipleri
için bir hidâyet rehberi ve bir zikirdir, zikradır.
Burada,
yukarıdaki yardıma bir örnek sunuluyor. “Mûsâ’ya yol gösterdik,” diyor
Rabbimiz. Hz. Mûsâ’nın delikanlılık döneminde, o adamı öldürdükten sonra Mısır’ı
terk edişini bir düşünün. Ne arabası vardı, ne arabasının benzini vardı, ne
yol, ne iz biliyordu, ne bir mihmandarı vardı, ne pusulası, ne de haritası.
Nereye gideceğini dahi bilmiyordu. Üstelik böyle bir çöl yolculuğu hakkında
herhangi bir tecrübesi yoktu. Tabiri caizse muhallebi çocuğuydu, saray çocuğuydu,
sıkıntı görmemişti, deneyimi yoktu. Ama Allah ona yol gösterdi ve Medyen’e
ulaştırdı. Bir de Hz. Mûsâ’nın Medyen’den Mısır’a dönüşünü düşünün. Yapayalnız,
sadece âsâsıyla dünyanın en zâlim, en güçlü devlet başkanının huzurunda dikiliyordu.
Burada da Allah yardım etmiştir ona. Öyleyse:
55. “Ey Muhammed! Sen sabret, Allah’ın
verdiği söz şüphesiz gerçektir. Suçunun bağışlanmasını dile; Rab-bini akşam
sabah överek tesbih et.”
Peygamberim
sen sabret, diren, dayan, durma, dönme, devam et. Peygamberim sen yoluna devam
et. İnsanların yalanlamalarına, alay edişlerine, eziyetlerine, zaferin
gecikmesine, bâtılın ve bâtıl ehlinin geçici bir süre güçlüymüş gibi görünerek
borusunu öttürmesine karşı sabret. İnsanların kul olmamasına, dostların
azlığına, düşmanların çokluğuna karşı sabret. Zaman uzasa da, şartlar aleyhte gibi
görünse de, şimdilik aleyhte gibi görünen tüm kötü şartlara karşı sabret
peygamberim. Şunu kesinlikle bilesin ki, Allah’ın vaadi haktır. Allah’ın vaadi
kesindir ve gerçektir. Muhakkak ki senin sözünü üstün getirecek, senin dâvânı
galip getireceğiz. Biz bu konuda kesin va-adde bulunmuşuzdur. Hiç şüphen olmasın
ki Allah vaadinden asla dönmez.
Rabbimiz bu
âyetleriyle peygamberine sabır tavsiye ediyordu. Zira Rasulullah’a yapılan
iftiralar, hakaretler onu üzüyordu. Ona sihirbaz, kahin, şair diyorlardı.
Kâfirlerin her türlü fiil ve sözleri onu üzüyordu. Halbuki peygamberliğinden önce
herkes onu kabul ediyordu. “Muhammedü’l Emin” diyorlar, mallarını ırzlarını,
namuslarını ona teslim ediyorlardı. İsmet sıfatının sahibi görüyorlardı onu.
Ama şimdi peygamberliği ortaya koyunca, sanki herkes onun aleyhine geçivermişti.
Bu duruma üzülen peygamberine Rabbimiz sabır tavsiye ediyor.
Biz de
peygamber misyonunu üstlenip hakkı ortaya koyduğumuz zaman, bizi de
yalanlayacaklar. Kendi kafalarındakinin aksini ortaya koyunca, kendi
hayatlarının zıddını söyleyince, hayatlarını değiştirmeye yönelik bir şeyler
söyleyince insanlar bizi de reddedecekler. O zaman biz de sabredeceğiz ve kesin
bileceğiz ki Allah’ın vaadi haktır. Allah, dinine sahip çıkanlara mutlaka
yardım edecektir. Allah dinini mutlaka üstün getirecektir. İşte örneklerini
sundu Rabbimiz. Mûsâ’ya nasıl yardım etmişse, Mûsâ’yı savunan mü'mine nasıl
yardım etmişse, Allah size de yardım edecektir.
Firavun’un,
Firavunların karşısında olacaksınız, kardeşleriniz sizi çok ucuz bir pahaya
satacaklar, kralın evine köle olarak girebileceksiniz, kralın karısı size göz
koyacak, kadın ve şeytan bütün güzelliğiyle size meyledecek, iffetinizin
karşılığı olarak zindana atılacaksınız, orada Yusuf gibi unutulacaksınız ama
sonunda Allah size yardım edecek ve Mısır’a sultan olacaksınız. Bütün bunlara
sabredeceksiniz. Veya Hz. Adem (a.s) gibi cennette olacaksınız, şeytan gelip
sizi kandıracak, çok deni ve alçak bir hayata indirecek, buna karşı da sabredeceksiniz.
Her şartta sabredecek, Allah’ın bizden istediği kulluğu icra etmeye çalışacağız.
Bütün bunların sonunda da Allah mutlaka bize yardımını ulaştıracaktır. Sabır
budur zaten. Değilse, “efendim ne yapalım bizim kaderimiz böyleymiş,
yapabileceğimiz bir şey yoktur,” diyerek içinde bulunduğu şartlara uyum
göstermek sabır değil zillettir Allah korusun. Sabır, her şart altında Allah’a
kulluktan vazgeçmemek, kişinin tavrında değişiklik yapmamasının adıdır. Sabır,
her şeye rağmen Allah’a kullukta değişiklik yapmamanın adıdır. Ötekisi zillet
ve meskenettir.
Peygamberim,
sen sabret ve günâhının bağışlanması konusunda da istiğfarda bulun, sabah akşam
Rabbini överek tesbih et. "Sabah akşam" ifadesinin anlamı, her an,
her zaman demektir. Yâni her an, her zaman Rabbimizi tesbih edeceğiz. O’nu O’nda
olan sıfatlarla bilecek, O’nda olmayan, O’na yakışmayan sıfatlardan tenzih ederek
Rabbimizi tesbih edeceğiz.
Resul-i
Ekremin günâhlardan münezzeh olduğunu biliyoruz. Allah kontrolünde bir beşer
olarak onun günâhlardan korunmuş olduğunu biliyoruz. Öyleyse buradaki günâhlardan
Rabbine istiğfarda bulun ifadesinin anlamını şöyle açıklayabiliriz:
1. Kendi
içtihadıyla verdiği bir kararın Allah’ın kararına muhalefet etmesi gibi bir
tecelli söz konusu olmuşsa, bu konuda istiğfar etmesi öğütleniyor.
2. Peygamberlik
öncesi hayatına istiğfar emrediliyor.
3. Peygamber
de dahil hiç kimsenin tam kulluk etmesi mümkün değildir, bu nedenle, “eksiklerinin
tam kabul edilmesi konusunda Rabbine istiğfar et,” deniliyor.
4. Burada
peygambere emredilen istiğfar, ümmeti istiğfara dâvettir. Müslümanları
istiğfara dâvet etmek için Rabbimiz peygamberine hitap buyurmaktadır.
56. “Allah’ın âyetleri üzerinde
kendilerine gelen bir delil olmadan tartışanların gönüllerinde, ulaşamayacakları
bir büyüklenme vardır. Sen Allah’a sığın. Şüphesiz ki o işitendir, görendir.”
Hakkında
bir delilleri, bir bilgileri olmadığı halde Allah’ın âyetleri, Allah’ın sistemi
konusunda tartışmaya girenler, Allah’ın âyetlerini örtmeye, Allah’ın âyetlerini
yok etmeye çalışanlar, Allah’ın âyetlerini gündemden düşürmeye çabalayanlar,
Allah’ın sistemini, Allah’ın nûrunu söndürmeye çalışanlar bu hedeflerine asla
ulaşamayacaklardır. Sana üstün gelme arzularına asla ulaşamayacaklardır.
Bunlarda asla ulaşamayacakları bir kibir ve gurur var. Bu kibirlerinden ötürü
bunlar imana yanaşmıyorlar ve de Allah’ın âyetlerini örtmeye çalışıyorlar.
Bakın
dikkat ederseniz bu adamların iman etmeyişlerine sebep olarak kibirleri
gösteriliyor. Gerçekten bu kibir konusu çok önemlidir. Bu konu üzerinde birkaç
söz söylemek istiyorum. Peygamber Efendimiz Müslim’in rivâyet ettiği bir
hadislerinde kalbinde kibir taşıyan bir kişi cennete giremez buyuruyor.
Demek
ki bir adamda kibir varsa iman yoktur, iman varsa da kibir olmaz. Yâni ikisi
birlikte olmaz. Peki kibir nedir? Bizi cennetten uzaklaştırıp cehenneme
götürecek olan kibri bir tanıyalım. Bunu tespit etme, her konuda olduğu gibi
Allah ve Resûlüne aittir. Zira cennet ve cehennem konusunda söz sahibi Allah ve
Resûlüdür. Cennete gitme ve cehenneme yuvarlanma konusunda yetki Allah ve
Resûlünündür. Allah ve Resûlünden başka hiç kimsenin bu konuda yetkisi yoktur.
Kibir;
orada bulunan o sahabenin anladığı gibi elbisenin güzelliği değildir. Tamam,
kişi elbisesinin güzelliğinden hoşlanır, ama bu hoşlanma İslâm’ın çerçevesinde
olmalıdır. Meselâ bir sahabe mescide girer, elbisesinin etekleri biraz
uzuncadır. Onu gören bir başka sahabe ikaz eder; kardeşim, bu elbisen olmamış
der. Berikisi sorar; peki nasıl olmalıydı? Uyaran sahabe der ki; ben
Resûlullah’tan duydum ki elbise şöyle diz kapaktan bir karış aşağıda olacak, bu
kadar uzun olmayacak. Uyarılan sahabe de bunu duyunca hemen o uzunluğu yırtıverir
oracıkta. Çünkü amel etmek üzere öğrenmişti onu. İşte Resû-lullah’ın emridir
diye elbisesini o şekilde kısaltan kişi, onu o şekliyle sevecektir. Zira
sevgisi, hevâsı, hevesi Resûlullah’ın sevgisine, getirdiğine teslim olmuştur.
Değilse efendim işte bu elbise çok güzel. Niye? İpekten, zebercetten, zümrütten
imal edilmiştir, hayır. Elbise sünnete uygunsa güzeldir ve sevilecektir. Allah
güzeldir, güzeli sever. O halde Rabbimizin din olarak, hayat programı olarak
bize sunduğu her şey güzeldir. Meselâ namaz güzeldir, oruç güzeldir, infak güzeldir.
Niye? Allah istedi, Allah güzel gördü diye. Ama bir kadının başını açarak
sokağa çıkması güzel değildir. Niye? Allah güzel demedi diye.
Kibiri
tarif etmeye çalışıyordum; hak karşısında, Allah’ın ve Resûlünün hak dedikleri
karşısında, bu hakka teslim olmayarak kendi haklılığını savunan kişi
kibirlidir. Kendi haklılığı konusunda Allah ve Resûlünün dediklerinin
haksızlığını savunan kişi kibir sahibidir. Allah haktır, Allah’ın hak dedikleri
haktır, Kur’an haktır, din haktır, peygamber haktır, Allah’tan gelenlerin
tamamı haktır. Kendini, kendi bilgisini, kendi anlayışını Allah’tan gelen bu
haklara tercih eden kişi kibirlidir. Allah’ın hakla gönderdiği, hak olarak
gönderdiği, haklı olarak gönderdiğini hak olarak kabul etmeyen ve onların
dışında hak arayan kişi asla cennete giremeyecektir. Bir tek âyetin, bir tek
hükmün bile haksızlığına hükmeden kişi cennete giremez.
Yine
kendisini insanlardan üstün gören, insanlara tepeden bakan kişi de kibir
sahibidir. Neden? Çünkü Allah bizi imtihan ediyor. Kimisine vererek, kimisinden
de alarak imtihan ediyor. Kimisine el ve-rerek, kimisine de vermeyerek,
kimisine mal vererek, kimisine de ver-meyerek. Bu, Allah’ın takdiridir. Verilen
kendisi bulmuş olmadığı gibi, verilmeyen de kendisi kaybetmiş değildir. Onun
sorusu öyledir, ötekisininki de böyledir. Öyleyse bir insanın kendisine
verilenleri bir imtihan sorusu, bir imtihan vesilesi değil de, bir üstünlük
sebebi kabul ederek kendisini diğer insanlardan üstün görmesi ve de Allah’a
karşı kendisini garanti konumunda hissetmesi kibrinin alâmetidir.
Hadiste
geçen “zerre kadar” ifadesini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Zerre kadar iman.
Meselâ bir adamın elinde yiyebilecek bir lokması varsa, onun ekmeği var demektir.
Ama onu şarapla yoğurmuşsa, bir ton ekmeği varsa bile onun ekmeği yok demektir.
Veya bir adamın bir damla suyu varsa bile, onun suyu var demektir. Ama bir
tanker suyu olan bir adamın bu suyunun içine bir damla şarap karışmış olsa, bu
adamın suyu yok demektir. İşte iman da böyledir. Onu yok edecek, nakzedecek
küfür ve şirki yoksa, zerre kadar da olsa onun imanı var demektir. Ama aksi söz
konusuysa, o zaman hiç imanı yok demektir.
Bir de
burada yıllardır insanların birbirlerine naklettikleri ve kimi müslümanların
sanki can simidi gibi tutunmaya çalıştıkları, israflarına, gayri İslâmî
harcamalarına delil göstermeye çalıştıkları bir hadisten söz etmek istiyorum.
Hani Allah’ın Resûlü bir hadislerinde; “Allah kuluna verdiği nimeti onun
üzerinde görmek ister.” Buyuruyordu. Evet Allah kuluna bir nimet vermişse, onun
eserini kulunun üzerinde görmek ister. Bunun için müslümanlar zenginliklerine
göre farklı elbiseler giymeye, farklı sofralarda oturmaya, farklı arabalara
binmeye çalışıyorlar. Eh Allah görecek ya nimetinin eserini üzerlerinde. Hep
böyle anladılar müslümanlar bu hadisi. Halbuki burada kastedilen o değildir.
Burada anlatılmak istenen; Allah bir kişiye bir milyar mı verdi, o bir
milyarlık bir infakta, Allah için Allah kullarına harcama yaparak, on milyar mı
verdi, o da on milyarlık bir infakta bulunarak nimetin eserini üzerinde,
hareketlerinde, tavırlarında gösterecektir. Öyle ya, adamın on milyarlık mı,
yüz milyarlık mı olduğunu nereden bileceğiz? Ne miktar nimete sahipse adam,
bunu gösterecek ki herkes bilecek. Ama müslümanlar bu hadisi böyle değil de hep
işte atı, arabası, elbisesi, sofrası farklı olacak şeklinde anlamaya
çalıştılar. Öyle değil, C. Hak kuluna bir nimet vermişse ilim gibi, beden gibi,
evlât gibi bunun karşılığında kulundan şükür istiyor Rabbimiz. Şükür de elbette
o nimet cinsinden olacaktır.
Meselâ
size göre eğer bana ilim nimeti verilmişse, ben burada susmayacağım, bu nimeti
size aktararak üzerimde nimetin eserini göstereceğim. İnsanlar benim üzerimde
görmeliler bu nimetin eserini. Veya eğer Allah birine çokça para vermişse nimet
olarak, o da onu Allah kullarına harcayarak, infak ederek bu nimetin eserini
gösterecek üzerinde. Kendisi bizzat gidip ihtiyaç sahiplerini bulmalı iken, bunu
yapmadığı halde, bir de üstelik ayağına kadar istemeye gelenlere; kim ya hu,
ben de para mı var ki istiyorsunuz? Demeyecek. Nimetin eserini gizlemeden,
örtmeden yana olmayacak. Gerçekten bu çok garip bir tavırdır. Neden? Çünkü C.
Hak hem peygamber efendimiz aracılığıyla malın, ilmin, sağlığın, sıhhatin,
elin, ayağın, paranın nerelerde sarf edileceğini bildirecek, hem de bunun
sarfını bize bırakacak, olacak şey midir bu? Allah bu konuda, her konuda
müslümanlara basîret versin, anlayış versin inşallah.
Evet, kâfirler kalplerinde olan
kibirden, büyüklük anlayışlarından ötürü iman etmiyorlar ve Allah’ın âyetlerini
örtüp örtbas etmeye çalışıyorlar. Örneğin içinde bulunduğumuz toplum o kadar
Allah’ın âyetlerini örtbas etmeye, kamufle etmeye çalışıyor ki, yâni atından,
arabasından, bilg
Meselâ
Allah’ın su üzerinde gemileri yüzdürme ve bunu bizim istifademize sunma âyeti. Hiçbir
kimse bu âyeti de görmek istemiyor. Bu âyet üzerinde de düşünen kimse kalmamış.
İnsanlar gemilerden haberdardır, gemiler, firkateynler yapmışlar, füzeler, yeni
yeni arabalar icad etmişlerdir. Ama şunu niye kabullenmek istemiyorlar? Niye
gündeme getirmek istemiyorlar? Bunların suyun üzerinde durabilme imkânını,
suyun üzerinde batmadan durabilme yasasını Rabbim takdir etmemiş midir? Eğer
onların istifade ettikleri bu yasayı Rabbim tespit etmese, her şeyi alabora
ediverse, bu kanunları tepetaklak getiriverse, “artık suyun üzerinde hiçbir şey
durmayacak!” deyiverse bu insanlar ne yapabileceklerdir? Bunu hiç düşünmüyorlar
mı? O zaman bu yaptıkları gemilerle nasıl övünebileceklerdi? Nasıl hava
atabileceklerdi? Üstelik bu gemileri yapma ameliyesinin ilki de Rabbimize
aittir.
“Nezaretimiz altında, sana
bildirdiğimiz gibi gemiyi yap.”
(Hud 37)
Rabbimiz, “Bizim
gözetimimizde yap bu işi,” diyordu Hz. Nu-h’a. Şu anda imal ettikleri
füzeleriyle, arabalarıyla, uçaklarıyla ve füzeleriyle, gemileriyle öğünen
insanlar, Rabbimizin bir emriyle şu andan itibaren bütün yer altındaki
petroller su haline gelse, nasıl bir duruma düşerler? Bunu hiç düşünmüyorlar
mı? Düşünmeyecekler mi? O zaman bu yaptıkları şeyler, içinde tavukların bile
yaşayamayacağı şeyler haline gelecektir. Peki o zaman insanlar niye Allah’ın bu
âyetlerinin bilincine ermek istemiyorlar? Kendi yaptıklarıyla öğünen bu insanlar,
niye bütün bu yaptıklarını Allah’ın yasalarına bağımlı olarak yaptıklarını
anlamaya yanaşmıyorlar? Demir olmasaydı, benzin olmasaydı, suya Allah
tarafından bu kaldırma yasası verilmeseydi, havaya sesi iletme gücü
verilmeseydi, ne anlama gelecekti bütün bu yaptıkları? Suyun üzerinde gemilerin
yürüme yasasını, bu konudaki âyetleri zikretmiyorlar, gündeme getirmiyorlar da,
kendi yapmış oldukları putların önünde secdeye kapanıp onlarla öğünmeye çalışıyorlar.
“Efendim,
insanlık artık bilg
“Allah’ın gökten su indirerek ölü araziyi
onunla diriltmesinde âyetler vardır.”
(Bakara
164)
İşte yine
büyük bir âyet. Haydi bu insanlar gökten su indirsinler. Gökten fazla değil,
sadece bir tek damla indirsinler, mümkün mü? İsterse bütün dünya birleşsin, bir
damla su bile indiremeyeceklerdir. Bu âyetin alternatifi olarak haydi bir âyet
çıkarsınlar insanlar. İnsanlar barajlar yapıyorlar, barajlar başkalarının
ismiyle anılıyor. Sulardan enerji alıyorlar, elektrikler çıkarıyorlar, onlar da
yine başkalarının ismiyle anılıyor. Herkes gücü kendisinde görüyor, herkes
kendisini putlaştırmaya çalışıyor. Herkes bir şeyleri parsellemeye çalışıyor.
Halbuki sanki bunlar Allah’ın âyetleri değil de kendilerinin âyetleriymiş gibi,
kendilerini zikretmeye çalışıyorlar. Haydi güçleri yetiyorsa şu yağmuru indirsinler
bakalım. Nasıl ormanların sahibi benim, benim ismim oraya konulacak diyebilir
bu insanlar? Nasıl barajlar kralı benim diyebilir bu insanlar? Nasıl sulara
egemen benim diyebilir bu insanlar? Nasıl da Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini
böylece örtme cesareti bulabiliyor bu insanlar? Nereden alabiliyorlar bu yetkiyi?
Yeryüzünde
her bir hayvanı sınıf sınıf, cins cins, çeşir çeşit yaymasında da büyük âyetler
vardır. Çeşit çeşit varlıklar, denizlerde ayrı, karalarda ayrı varlıklar
yarattı Allah. Bilelim ki bütün bunlar âyettir. Tüm bu varlıklar Allah’ın
âyetleridir. Haydi bakalım bu insanlar bu varlıklardan bir tanesini
yaratsınlar. Atom çağında, bilg
Ama
bakıyoruz ki, tüm bu âyetleri kapatıyorlar, gündeme getirmiyorlar, örtüyorlar,
örtbas ediyorlar, kamufle ediyorlar ve kendi âyetlerini gündeme getirmek için
ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar. Korkunç bir gelişme, müthiş bir
gelişme, müthiş bir buluş, gökyüzüne çıkıyoruz, yeryüzüne iniyoruz numaralarıyla
insanlığın gözlerini büyülemeye çalışıyorlar. Böylece gerçek âyetler gündemden
düşürülmüş, şeytan âyetleri her tarafı kaplamış ve sonunda da insanlar kendi
kendilerine ibadet eder olmuşlar. Kutsiyet insana ait olmuş, üstünlük insana izâfe
edilir olmuş. Halbuki hiçbir konuda tek yetkileri bile yoktur bu insanların.
Söyleyin
bakalım, gök ve yer tanrıları onlara söz geçirebiliyorlar mı? Yoksa ekonomik,
siyasal tanrılar, egemenlik bizim diyenler, ruhaniler mi bu işi yapıyorlar?
Rüzgarları onlar mı hareket ettiriyor? Bulutları onlar mı hareket ettiriyor?
Bitkileri onlar mı çıkarıyor? Varlıkları onlar mı yaratıyor? İnsanları onlar mı yaratıyor? Dağları onlar
mı yaratmış? Gökleri onlar mı bina etmiş? Gemileri onlar mı hareket ettiriyor?
Hayır hayır, bunların hepsi Allah’ın âyetleridir. O’ndan başka kimsenin de bu konuda
en küçük bir yetkisi yoktur.
Allah’ın
iki tür âyeti vardır: Metlûv âyetler ve meşhûd âyetler. Metlûv âyetler, kulağa
hitap eden işitsel âyetlerdir ki, şu elimizdeki Kur’an’ın âyetleri bu tür
âyetlerdir. Bir de göze hitap eden görsel dediğimiz âyetler vardır ki, bunlar
da tüm arzda semada gördüğümüz âyetlerdir. Bunlara da meşhûd âyetler denir.
Güneş, ay, yıldızlar, bulutlar, dağlar, denizler, ağaçlar, kuşlar, insanlar,
bunların hepsi Allah’ın meşhud âyetleridir. İşte çevremizdeki Allah’ın
yarattığı bu âyetleriyle eğer ciddi bir ilişki kurar, bunlar üzerinde birazcık
düşünürsek, mutlaka Allah’ın varlığını anlayacak ve O’nu tanıma imkânı bulabileceğiz
demektir. İş bu kadar açıkken, iş bu kadar kolayken bu adamlar Allah’ın
âyetlerini görmezden geliyor, örtmeye çalışıyor ve onlarla mücâdeleye tutuşuyorlar.
Peygamberim
sen Allah’a sığın, şüphesiz ki O işiten ve görendir.
57. “Göklerin ve yerin yaratılması,
insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
İşte gökler
ve yer, işte iki âyet gözünüzün önünde duruyor. Dünyamızı bir nokta
farzettirecek kadar çepeçevre kuşatmış semâvât var, onu da bir yüksük farzettirecek kadar kuşatmış Kürsî var, onu
da bir yüksük farzettirecek biçimde kuşatmış arş var. Dünyamızı mikrobun trilyonda
biri farzettirecek kadar büyük olan bu varlıkları yaratmak mı, yoksa trilyonda
bir durumunda olan dünyanın içindeki insanı yaratmak mı büyüktür?
Aslında
Allah’ın azameti yanında daha büyük ve daha küçük diye bir şey olmaz. Allah
için daha kolay, daha zor diye bir şey söz konusu değildir. Allah için zor diye
bir şey düşünülemez. O, “ol” der, her şey oluverir. Aslında bu âyet insanı
düşünmeye dâvet ediyor. Şu kendini bir şey zannedip Rabbine karşı, Rabbinin âyetlerine
karşı mücâdeleye girişen insanı derin derin düşünmeye sevk ediyor. Ey insan!
bir düşün hele! Sen nerde, şu büyük kâinat nerede? Şu koskoca kâinatı yaratmak
nerde, seni yaratmak nerde? diyerek kibirlilerin kibrini kırmayı hedefleyen bir
âyet-i kerîme. Tüm bu varlıkları yaratan, gökleri ve yeri yaratan Allah, sizi
ilk defa yaratan Allah, sizi ikinci defa yaratamaz mı? Bütün bunlara güç yetiren,
sizi ikinci defa yaratmaya güç yetiremez mi?
Ama
insanlardan pek çoğu bunu anlayamaz. Yaptıklarıyla, bulduklarıyla kendi icatlarını,
kendi buluşlarını büyük zannederler kendilerini putlaştırırlar ama Allah’ın
yarattıklarını hiç düşünemezler.
58. “Körle,
gören, inanıp salih ameller işleyenlerle kötülük yapan bir değildir. Ne kadar
da az düşünüyorsunuz?”
Görenle kör
bir olmaz. Bilenle bilmeyen bir olmaz. İlim sahibiyle, basiret sahibiyle cahil
ve kör asla bir olmaz. İlmi olup da bu ilimle amel eden kişiyle, ilmi olup da
bu ilmiyle amele koşmayan kişi de bir olmaz. Rabbi karşısında kendi haddini,
kendi konumunu bilenle bunu bilmeyen cahil asla bir olmaz.
Vahye tabi
olan kişi görendir, vahiyle irtibatı kesik olan da kördür. Vahyi tanımayan,
vahye tabi olmayan kâfirler de kör değillerdir, aslında görmektedirler ama
gerekeni görmemektedirler. Meselâ birisi arabadan anlayan, ama ötekisi arabadan
hiç anlamayan iki adam arabanın kaputunu açıyorlar. İki göz var o anda bakan,
ama birisi saatlerce baksa hiçbir şey anlayamıyor, öbürü bir bakışta görüyor ki
akünün kutup başlığı çıkmış. Bir olayı iki ayrı kişi görüyor, ama birisi ayrı
görüyor, ötekisi ayrı görüyor. Meselâ açık bir kadın gören iki gözden birisi,
ona yiyecek gibi bakarken, ondan zevk almaya çalışırken, ötekisi üzüntüsünden,
hâyâsından mahvolmaktadır. “Aman Allah’ım, bunun ne işi var bu kıyafetle bu
sokakta?” diye üzülmektedir. Birisi vahiyden habersiz olması sebebiyle o işin günâh
olduğunu bilmediği için çok farklı hareket ediyor, öbürü böyle bir günâh
karşısında farklı davranıyor. İki kulak, biri mü'min kulağı, öbürüyse kâfir
kulağı. Birine paradan, puldan, içkiden, kumardan, kadından, kızdan
bahsedilince girer ama dinden imandan bahsedilince kesinlikle girmez. Veya
meselâ birinin yanında Allah’a hakaret edilir hiç rahatsız olmaz, ama böyle bir
durumda berikisi kendini yiyecek noktaya gelecektir.
Ölü iken
Allah’ın kalbini dirilttiği, kör iken gözlerini açtığı, hidâyetle tanıştırdığı
insanla, karanlıkta kalan insan hiç bir olur mu? Bir adam düşünün ki kör. Ama
bu körlük onun gözlerinin işlevini yitirmesi anlamında bir körlük değildir.
Gözleri görürken kördür bunlar. Kişi eğer vahiyle, Kur’an’la beraber değilse,
Kur’an’dan, peygamberden ve onun ashabından örnek alacak kadar onlara yakın
değilse, Rasulul-lah’ın ve ashabının tatbikatından haberdar değilse, o insan kördür.
Böyle karanlıkta el yordamıyla düşe kalka yürüyen bir adamla, Allah’ın kendisine
bir nûr verdiği ve onunla yürüyen insan bir olur mu? İşte iki insan tipi
duruyor karşımızda. Biri nûr, basiret, yâni Kur’an sahibi, hadiseler karşısında
ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini bilen bir insan, öbürü de zulmette kalmış
bir insan.
Evet, bu
iki insan asla bir olmaz. Görenle kör asla bir olamı-yacağı gibi, salih amel
işleyen kişiyle kötülük peşinde olan da asla bir olmaz. Bu ikisinin denk
olduğunu, eşit olduğunu zannederek ne kadar da az düşünüyorsunuz? Aklınız ne
kadar da az çalışıyor?
59. “Kıyamet
günü mutlaka gelecektir. Bunda şüphe yoktur, fakat insanların çoğu inanmıyor.”
Âyet-i
kerîme, âhiret hayatının akla ve mantığa uygun olduğunu anlatıyor. Âhiret
gününün varlığı değil yokluğu, âhiret gününün olması değil olmaması insan aklına
ve mantığına terstir. Çünkü şu dünya hayatında insanlara zulmeden,
çevresindekilerin hayatlarını kendilerine zindan eden zâlim birinin bu
yaptıklarının yanına kâr kalması, yaptıklarının cezasını görmemesi veya salih
ameller işleyen, başkalarının mutluluk ve saadeti için kendisini bile unutacak
kadar güzel ameller işleyen birinin de yaptığı bu amellere karşı hiç bir
mükafat görmemesi son derece mantıksız, akla ve mantığa aykırı bir şeydir.
Gerçekten
de eğer bu dünyada böyle bir gerçek olmasaydı, yâni âhiretin varlığı, hesabın,
kitabın varlığı söz konusu olmasaydı, bu dünyanın da beş paralık bir değeri
olmaz, yaşadığımız hayatın bir tadı da kalmazdı. O zaman hiçbir güç ve kuvvetle
zâlimin önüne geçile-mezdi. Yaptıklarının yanına kâr kalacağına, bir daha
dirilip hesaba çekilme olmayacağına inanan zâlim daha çok zulmedecek, hiçbir
şey onu durduramayacaktı. İyilik yapmaya çalışan insanlara da kesinlikle iyilik
yaptıramayacaktık. Bir daha dirilme olmayacaksa, bir hesap kitap olmayacaksa,
yaptıkları boşa gidecekse, karşılığını görmeyecekse niye iyilik yapsın ki adam?
Enayilik olmayacak mı bu adamın yaptıkları? İşte eğer âhiret inancı olmasaydı,
hiçbir insana iyilik yaptıramazdınız ve hiçbir kuvvetle hiç bir zâlimin de
önünü alamazdınız.
60. “Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin,
size icabet edeyim. Doğrusu bana ibadet etmekten büyüklenen müs-tekbirler
cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir.”
Birdenbire bir dua âyetiyle karşı karşıya
geliyoruz. Bir kişinin Allah’a en yakın olduğu zaman, sabırla ve duayla
birlikte olduğu zamandır. Dua, Allah’la beraber oluştur. Rabbimiz, bizi
kendisine muhatap kabul ediyor, bize yöneliyor ve bizzat kendisi bizim sorularımıza
cevap verme lütfunda bulunuyor. “Yakınım,” diyor, “dualarınızı işitirim,”
demiyor; “siz bana dua edince ben anında icabet ederim,” diyor. Bu âyet-i
kerîmede anlayabildiğimiz kadarıyla bize anlatılmak istenenleri şöyle özetleyebiliriz:
1. Allah
bize bizden, bize her şeyden daha yakındır. Bize şah damarımızdan daha yakındır
Allah.
“İki zabıt memuru zabıt tutarlarken, bir
sağdan oturmuş biri soldan.”
(Kaf 16) âyeti bunu anlatır.
Buna göre madem ki Allah bize bu
kadar yakındır, o halde:
a. Allah’a
dua ederken onu uzakta bilip, işitmez zannedip bağırıp çağırmanın, hoplayıp
zıplamanın anlamı yoktur. Nitekim birilerinin böyle yüksek sesle bağırıp
çağırarak dua ettiklerini gören Allah’ın Resûlü şöyle buyurmuştur:
“Sizler
sağıra ve gaibe dua etmiyorsunuz. Herhalde işiten ve yakın olan birine dua
ediyorsunuz.”
b. Madem ki
Allah bize bizden ve herkesten yakındır, o halde duada birilerinin aracılığına
ne gerek var? Aracı kullanmaya da gerek yoktur. Bir kere Rabbime ben kendim
bizzat dua edebilmeliyim. Birilerinin gölgesinde, birilerinin vasıtasında dua
ederek şahsiyetimin ezilmesine gerek yoktur. Bundan sonra kime boyun eğecek ki
mü'min? Kimden korkacak ki? Kime sığınacak? Allah kendisine o kadar yakın ki, “Ya
Rab!” dediği anda telsizsiz, telefonsuz, aracısız anında duyan bir Allah’la
karşı karşıyaysa, aracılara ne gerek var? Hiç kimse kişiye Allah kadar yakın
olmadığına göre, aracılar kullanarak veya Allah’a gönderdiği dâvetiyenin
üzerine, zarfın üzerine başkalarının ismini yazarak şirke düşmesinin de anlamı
kalmamıştır.
2. Günâhsız
bir ağızla dua etmeye çalışmalıyız. Allah’ın Resûlü Tirmizî’nin rivayet
ettiğine göre şöyle buyurmuştur:
“Kişi günâh
işleyip sıla-i rahîmi kesmedikçe ve de acele etmedikçe, Allahu Teâlâ onun
duasını reddetmez."
Yine helal
gıda çok önemlidir dua için. Allah’ın Resûlü bir adamdan söz eder. Adam Allah
için yollara düşmüş, cihada, sefere çıkmış, Allah’a dost kazandırmak, tebliğ
yapmak, emr-i bi’l ma’ruf yapmak için veya savaşarak Allah düşmanlarının işini
bitirmek üzere yola çıkmış. Bu yolda büyük sıkıntılar çekmiş, büyük zorluklara
katlanmış, yüzü gözü toza toprağa batmış ve bu haldeyken el kaldırıp: “Ya Rab!
Ya Rab!” diyerek Allah’a dua ediyor, bir şeyler istiyor Allah-tan. Çocukları
için istiyor, ülkesi için istiyor, memleketinde ittifaktan dem vurarak istiyor,
devlet istiyor, düzen dirlik istiyor, Bosna’dakiler, Çeçenistan’dakiler için
istiyor, istiyor… Ama Allah’ın Resûlü buyuruyor ki, “bu adamın yediği haram,
içtiği haram, giydiği haram, gıdası haram, özü haram, sözü haram. Nerde kaldı
Allah bunun duasını kabul edecek?”
3. Duada
acele etmeyeceğiz. Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Sizden
biriniz acele etmedikçe Allahu Teâlâ duanızı kabul buyurur.”
(Buhârî ve
Müslim)
Duada acele
etmek, “dua ettim de Allah kabul etmedi,” demektir.
Dua ile
istenen ihtiyacın karşılanması hemen de olabilir, bir müddet sonra da olabilir.
Bazen da istenen şey âhirete kalabilir, bazen da hayır, istediğimizin dışında
bir şey olabilir. Öyleyse “olmadı! Dua ettim de kabul edilmedi!” diye acele
etmeyelim. Allah istediği zaman, istediği biçimde bizim duamızı kabul
edecektir.
Veya bazen
bizim daha çok dua etmemizi istediği için Rabbi-miz istediğimiz şeyleri geç
verebilir. Bu durumda kesinlikle ümitsizliğe düşmemeliyiz. Değilse yâni bizim
istediklerimiz ne kadar olabilir ki? Bütün dünya insanlığı birleşse, herkes
isteyebileceğinin en son sınırını istese, Allahu Teâlâ’nın mülkünden bir şey
eksilir mi? Öyleyse bizim istediklerimizi geciktirmesinin sebebi, bizim biraz
daha dua ederek kulluğumuzu artırmamızı istemesinden başka bir şey değildir.
4. Şurası
da unutulmamalıdır ki, “Dua bir ibadettir.” (Ebu Dâvut,
Tirmizi, İbni Mâce)
Dua, dua
edileni büyük tanımak, büyüklük mevkiine oturtmak, büyüklüğünü, gücünü
kuvvetini kabul etmektir. Öyleyse dua eden kişiyi, bu duası her an Rabbinin
karşısında ve O’na muhtaç olduğu şuuruna götürecektir.
5. Dua
ederken Allah’tan istenmesi gereken, istenmesi caiz olan şeyleri istemeliyiz. Mûcize,
nübüvvet, haramları istemek gibi caiz olmayan şeyleri istemeyeceğiz.
6. Oruçlu
dua etmeye çalışacağız. Hele hele iftar vakti yapılan duanın reddedilmeyeceğini
söyler Allah’ın Resûlü:
“Oruçlunun
iftar vakti yapmış olduğu duası mutlaka kabul olur.”
“İftar
zamanı oruçlunun duası reddedilmez .”
Yine Ebu
Hureyre’nin rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur: “Üç
kimsenin duası asla reddedilmez.
1. Âdil
devlet reisinin duası.
2. İftar
edinceye kadar oruçlunun duası.
3. Zulme
uğrayan mazlumun duası.”
Allah
bizden dua etmemizi istiyor. Duaya o kadar önem verelim ki, öyle bir dua hayatı
uygulayalım ki, artık bizim hayatımız hep dua olsun. Yâni Allah’la ilişkimizi
hiç kesmeyelim. Çünkü dua sürekli Allah’la ilişki içinde olmaktır. Her zaman O’na
dua edelim. Hem de isteklerimiz meşru olduğu sürece utanmadan isteyelim O’ndan.
“Bu da istenir mi?” demeyelim. İstenilen kim? Allah. Yâni anamız değil, baba-mız
değil, ağamız, patronumuz değil. Üstelik biz yalvardıkça bizi seviyor Rabbimiz.
Biz ona yöneldikçe, O bizim kendisine yönelmemizden memnun oluyor. Öyleyse
hemen yalvaralım, hemen yakaralım. Karnımız acıktı yalvaralım, susadık yalvaralım,
ayakkabımız kayboldu yalvaralım, ayakkabımız bulundu yalvaralım, sıkıntımız var
yalvaralım, cennet istiyoruz yalvaralım, cehennemden korkuyoruz yalvaralım,
yalvaralım, yalvaralım...
Kur’an’daki
dua modellerini de iyi belleyelim. Kur’an’daki dua modelleri yanında bir de
Resul-i Ekrem Efendimizin dua usullerini, ezkârını iyi belleyelim. Bizim
toplumun en büyük hastalıklarından biri de duayı bilmemeleridir. Gerçi mekânik
bir hayatımız var. İmam bize namazı kıldırırken duayı bile biz ona yaptırırız
ve biz arkasından amin deriz. Duayı bir başkasına ettirip, ben de arkasından
amin dedikten sonra, benim dua yeteneğim kayboluyor demektir. Hacca gidiyor
müslümanlar, başlarında birileri var, duayı ona yaptırıyorlar. Kişi kendisi
yapmalı aslında duayı.
Hani İsrailoğullarının
hastalığıdır, bunu daha önce demeye çalışmıştım. Ağzı kurumuş sanki insanların
da kendileri dua edemiyor hep başkalarına dua ettirmeye çalışıyorlar. Aslında
müslüman kendi duasını kendisi yapmalıdır. “Ya Rabbi! Bana özgürlük ver! Ya
Rabbi bana hürriyet ver! Ya Rabbi benim ülkeme dirlik düzenlik ver! Ya Rabbi
bana cennet ver!” diyemez mi müslümanlar? Elbette herkes söyleyebilir bunu, ama
yine de alışmış insanlar, ille de birileri dua edecek, onlar da amin diyecekler.
Garip bir şey!
Allah korusun,
Hristiyanlıkta olduğu gibi namazını birileri kılıverecek, orucunu birileri
tutuverecek, hatmini, Kur’an’ını birileri oku-yuverecek, duasını birileri
yapıverecek, haccını birileri yapıverecek, tamam. Hristiyan dünyada olduğu gibi
birileri papaz olacak, ötekiler ümmî olacak, günâhı oldu mu onun yerine para
verecek, namazını kılamadı mı onun yerine para verecek, birileri hallediverecek,
Allah korusun böylece din kaybolup gidecektir.
Halbuki dua, bizim Allah’la ilişkimizi
sağlayan ve hiç bitmeyen, tükenmeyen bir ibadettir. Dua etmeyi bilmeyen kişi,
kulluk da yapa-maz. İşte namaz bir duadır, hac bir duadır. Duanız da olmasa Rab-biniz
sizi ne yapsın?
61.
“Size geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü de çalışasınız diye
aydınlık olarak yaratan Allah’tır. Doğrusu Allah insanlara karşı lütufkârdır,
ama insanların çoğu şükretmezler.”
Allah
dinlenesiniz, sükun bulasınız diye geceyi bir örtü gibi üzerinize örtüvermiş,
gündüzü de çalışasınız, değerlendiresiniz, maişet temin edesiniz diye aydınlık
kılmıştır. Sizi sizden çok düşünen Rab-biniz size karşı çok lütufkardır.
Rabbiniz size karşı çok merhametlidir ama insanların pek çoğu ona teşekkür
etmezler. Allah’ın verdiklerini Allah yolunda kullanmak sûretiyle ona şükreden
azdır.
Gece ve
gündüz âyetini bir düşünün. Gündüzün ve
gecenin uzayıp kısalması, peş peşe gelmesi, birbiri ardınca gelmesinde ve buna
bağlı olarak idrak ettiğiniz zamanın sırrında ve bunun size temin ettiği
menfaatlerin ortaya çıkış tarzında siz insanlar için, akıl sahipleri için âyetler
vardır. Gece ve gündüz insan gücünün, insan egemenliğinin ulaşamadığı iki âyettir.
Haydi her şeyin hakimi biziz diyenler, egemenlik
hakkı bizdedir diyenler, söz sahibi olarak kendilerini görenler müdahale
etsinler geceye, müdahale etsinler, söz geçirsinler gündüze. Bazen geceyi, bazen
gündüzü uzatsınlar bakalım. Yapabilirler mi bunu? Geceyi, ya da gündüzü bir
saniye bile oynatabilirler mi? Geceye ve gündüze söz geçirebilirler mi?
İşte bu,
sürekli gözümüzün önünde bulundurmamız gereken ve karşılığında bunu bize
lütfeden Rabbimize karşı şükretmemiz gereken bir âyettir. Şükür, teşekkür,
verileni verenin yolunda kullanmaktır. Şükür nimet cinsinden olur. Allah bize
hangi nimeti vermişse, o nimet cinsinden infakta bulunarak şükredilir. Geceyi
ve gündüzü bize lütfeden Allah yolunda kullanmak, Allah’ın rızasını tahsilde
harcamak şükürdür. Onu, onu bize vermeyenler yolunda harcamak geceyi ve gündüzü
onu bize verenin razı olmadığı şeyler yolunda itlaf etmek nankörlüktür Allah
korusun. İşte Rabbimiz buyurur ki, “insanların pek çoğu bunun farkında
değillerdir, pek çoğu şükretmemektedir.”
62. “İşte bu sizin Rabbiniz olan
Allah’tır, her şeyin yaratıcısıdır; O’ndan başka İlâh yoktur. Öyleyse nasıl
olur da çevriliyorsunuz?”
Sizi
yaratan, sizin şu anda hizmetinize sunulmuş bulunan her şeyi yaratan Allah
sizin Rabbiniz iken, sizin kendisine kulluk yapmanız gereken, boyunlarınızdaki
ipin ucu elinde olması gereken, hayat programınızı sadece O’ndan, O’nun
kitabından almanız gereken Rab-biniz iken, nasıl oluyor da O’nu bırakıp hiçbir
şey yaratmayan, sizin yaratılışınızda en ufak bir katkısı olmayan, kendilerini
bile yaratmamış olan, kendileri de Allah tarafından yaratılmış olan bir kısım
varlıkları Allah’a ortak koşmaya kalkışıyorsunuz. Onları dinliyor, onlara itaat
ediyor, onların hayat programlarına tabi oluyor ve onlara teşekkür ederek,
kulluk yaparak Rabbinize karşı nasıl da nankörlük yapıyorsunuz.
Yâni
Rabbinizin tek Rabb oluşuna sayısız delillerden, sayısız âyetlerden sadece iki
tanesi gece ve gündüz âyetidir. Bu iki âyeti yaratan Allah olduğu gibi, şu anda
düzenli bir biçimde varlıklarını ve fonksiyonlarını sürdüren de Allah’tır. Eğer
böyle olmasaydı düzen bozulur ve sizin hayatınız altüst olurdu. Yâni bu gece ve
gündüzün düzenli bir biçimde hareket etmesi, ikisinin de bir sisteme boyun eğdiğini
gösterir. Yaratıldıkları günden beri bu iki varlık Rabblerinin emrine teslimken,
boyun bükmüşken ey insanlar siz kime teslimsiniz? Siz kimin arzularına boyun
büküyorsunuz? Siz hayat programınızı kimden alıyorsunuz? Siz kime kulluk
ediyorsunuz?
Gece de,
gündüz de Allah’a boyun bükmüş Allah’ın iki âyetidir. Üstelik bunu anlayabilmek
için uzun uzun araştırmalara da gerek yoktur. İnsanların istifadesine sunulmuş
bu iki âyeti her an müşahede et-mektesiniz. O kadar ki, kör, sağır, dilsiz biri
bile bu iki âyeti görmez-likten gelemez. Bu iş elbette tesadüfi olamaz. Bu muazzam
düzen ne tesadüfe, ne kör tabiat kuvvetlerine ne de kendilerini bile
yaratmaktan aciz olan şu egemenlik bizimdir diyen yeryüzü tanrıçalarına verile-mez.
Bu düzeni kuran başkası değil sizin Rabbinizdir. O’ndan başka da kulluk
yapılmaya lâyık ilâh yoktur, bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
63. “İşte Allah’ın âyetlerini inkâr
etmekte olanlar da böylece çevriliyorlar.”
Allah’ın
âyetlerinin üzerini örttükleri, işaret levhâlârını kamufle ettikleri, Allah’ın
âyetlerinden habersiz yaşadıkları için haktan, hakikatten, hidâyetten, dosdoğru
yoldan yüz çeviriyorlar. Allah’tan yüz çevirip başkalarına yöneliyorlar.
Allah’a kulluk yapmaları, Allah’ın razı etmeleri gerekirken, başkalarına kulluk
etmeye, başkalarını razı etmeye çalışıyorlar. Hayat programlarını hayatın
sahibi olan Allah’tan almaları gerekirken, başkalarının hayat programlarını
alıp uygulamaya yöneliyorlar.
Öyleyse ey peygamberim, kavminin
bu şekilde senden ve senin getirdiğin mesajdan yüz çevirmelerine üzülme! Unutma
ki, bu tavır sadece sana karşı bir tavır değildir, senden önceki peygamberlere
de aynı tavırlar sergilenmişti. Onlar kendilerine karşı takınılan bu tavırlara
karşı nasıl sabretmişler, direnip dayanmışlar ve benim kendilerinden istediğim
kulluk yolunda olmayı sürdürmüşlerse, sen de tıpkı onlar gibi davran ve
insanların sana karşı, dinine karşı takındıkları tavır yüzünden kulluğunu
bozmaya kalkışma.
64. “O Allah ki, yeri sizin için bir
karargah, göğü de bir bina yapmıştır. Size şekil vermiş, sonra şekillerinizi
güzelleştirmiştir. Hoş nimetlerden size rızık vermiştir. İşte Rabbiniz o
Allah’tır. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!”
Allah,
yeryüzünü sizin için bir karar yeri, bir karargâh, üzerinde yaşayacağınız,
gezip dolaşacağınız, yatıp uyuyacağınız bir beşik, bir döşek kılmıştır. Daha
sizler dünyaya gelmeden önce size müsait bir yer tayin ettik. Sizin rahat
etmeniz için her türlü rahat ortamı hazırladık. Hayatınızda da, ölümünüzden sonra
da yeri sizin için bir karargah kılmıştır. Hem diriyken, hem de öldüğünüz zaman
sizin için bir karar, konaklama yeri kılmıştır. Gökyüzünü de koruyucu bir tavan
kılmıştır. Sizi en güzel bir biçimde, ahsen-i takvîm üzere yaratmıştır. En
güzel sûreti size bahşeden O’dur. Uzuvlarınızı en güzel bir şekilde
birbirlerine uyum içinde yarattı. Bu vücutlarınızı, bu uzuvlarınızı, bu
varlığınızı size kim verdi? Analarınızdan mı aldınız? Babalarınız mı verdi onu?
Bir düşünün…
Yâni o
Allah ki mülkünde size bir yer ayırmıştır. Sizin muhtaç olduğunuz her şeyi size
o vermişken, yalnız O’na teşekkür etmeniz gerekirken nasıl da nankörlük yapıp
başkalarına teşekkür etmeye kal-kışıyorsunuz? Kimin nimetlerini yiyip kimin
kılıcını salladığınızı bir düşünün.
O Allah ki
sizi dünyada temiz şeylerle rızıklandırmaktadır. O hem yaratan, hem de
yarattığının hayatını sürdürendir. Yaratan ve rızık veren, yaratan ve
doyurandır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. İşte hayat programınızı kendisinden
almanız gereken ve sadece kendisine kulluk yapmanız gereken Rabbiniz budur.
65. “Daimi bir
hayat sahibi ancak O’dur. O’ndan başka İlâh yoktur. Onun için dini halis
kılarak hep O’na dua edin. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.”
O Hayydır,
diridir. Ezelde de diri, ebedde de diri kalacak olan O’dur. Evvel’dir,
Âhir’dir. Öyleyse dini yalnız O’na halis kılarak, O’ndan başka İlâh olmadığına
inanarak dua edin, O’na sığının.
Hamd olsun
âlemlerin Rabbi olan Allah’a. Elhamdülillah ki tek İlâh O’dur. Elhamdülillah ki
O’ndan başka İlâh yoktur. Elhamdülillah ki O’ndan başka sorumlu olduğumuz
yoktur. Mülkün sahibi O’dur. Eğer şu anda kullandığımız şeylerin sahibi insanlar
olsaydı, bu kadar rahat bir şekilde onları ondan alma imkânımız olmayacaktı.
Sizler de
şu anda hayat sahibi iseniz de, asıl hayat O’nundur. O, evvel ve ahirdir, O’nun
dışında her şey fânidir. O’nun dışında hamde lâyık hiçbir varlık yoktur.
66. “De ki: “Bana Rabbimden apaçık
deliller geldiği zaman, ben o sizin Allah’ı bırakıp taptıklarınıza ibadet
etmekten kesinlikle meneldildim ve bana âlemlerin Rab-bine teslim olmam
emredildi.”
Yanımda
delil var, ben O’na inanıyorum, O’na dayanıyorum. Yanımdaki bu delili önce
kendim tasdik etmem ve de ilân etmem gerekiyor. O delil de şudur ki, Rabbim
sizin kulluk yaptıklarınıza kulluk yapmamı bana yasakladı. Ben sizin kulluk
yaptıklarınıza kulluk yapmaktan men olundum ve imtina ettim. Ben her şeyi
bırakıp âlemlerin Rabbine teslim oldum. Hayatımı âlemlerin Rabbine teslim ettim,
irademi O’na teslim ettim. O’nun seçimini kendim için seçim kabul ettim.
Boynumdaki kulluk ipinin ucunu O’na teslim ettim. O ne tarafa çekerse oraya
gideceğime, O nasıl isterse öyle yapacağıma söz verdim. Gecem, gündüzüm, malım,
mülküm, işim aşım, mesleğim ve her şeyim konusunda sadece Rabbimi dinleyeceğim.
O’ndan başkasını asla dinlemeyecek ve O’ndan başkasına teslim olmayacağım.
67. “Sizi önce bir topraktan, sonra bir
damla sudan, sonra bir alaka’dan yaratan, sonra sizi bir bebek olarak çıkaran,
sonra güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyar olmanız için yaşatıp
büyüten O’dur. İçinizden kimi de daha önce vefat ettiriliyor. (Bunları Allah)
Belirli bir süreye ulaşasınız ve aklınızı kullanasınız diye (böyle yapıyor).”
Âyet
insanın yaratılışındaki evreleri anlatır. Ey insanlar! Kudretiyle, ilmiyle sizi
yaratan, sizi yoktan var eden Allah’tır. Yaratılışınız konusunda siz sadece
Allah’a muhtaçsınız. O, atanız Adem’i topraktan yarattı. Sonra da onun soyunu,
yâni sizleri nutfeden, meniden, sonra da katı bir embriyodan yarattı. Cenin
anne karnından çıkınca tıfıl olur. Sonra güçlü kuvvetli bir çağa erişir. Sonra
da ihtiyarlık dönemini idrak eder.
Rabbimiz,
insan ömrünü çocukluk, olgunluk ve ihtiyarlık olmak üzere üçe ayırıyor. İşte
bütün bu dönemleri idrak edecek biçimde sizleri yaşatıp büyüten Allah’tır.
İçinizden kimilerini de daha önce vefat ettirir. Yâni kimilerini de bu
dönemlere erişmeden öldürür. Kimilerinizi dünyaya gelmeden önce öldürür ki,
buna düşük diyoruz. Bazıları doğ-madan önce, bazıları çocukluk döneminde, yâni
olgunluk dönemine ulaşmadan önce, bazıları gençlik döneminde yâni ihtiyarlık dönemini
idrak etmeden, bazılarını da yaşlılık döneminde öldürür. Kendisine takdir
edilmiş ecel zamanına kadar Allah onu yaşatır. Tüm dünya toplansa bile bu dönemden
önce kimse onu öldüremez. Ama Allah onun ölümüne karar vermişse, kimse de onun
önüne geçemez. Kimse onun ölümünü geciktiremez.
68. “O hem yaşatır, hem öldürür. O bir
şey yapmak dileyince ona sadece “OL” der, o şey de hemen oluverir.”
Hayatın
sahibi de, ölümün sahibi de O’dur. Hayatı veren de, alan da O’dur. Diriltmeye
de, öldürmeye de gücü yeten O’dur. Herhangi bir şeyin yaratılmasını, ya da
öldürülmesini istediğinde, o Allah kesinlikle güçlük, zorluk ve meşakkat
çekmez. O’na muhalefet edil-mez, karşı durulmaz. Ne dilerse o mutlaka
gerçekleşir. Ölmüş bir toprağın yeniden hayat bulması, dirilmesi, bir mevsim
yapraklarını dökmüş, dalları kurumuş bir ağacın bir mevsim sonra her tarafından
hayat fışkırdığı gibi. Allah için herhangi bir şeyin yaratılması "ol"
emrine bağlıdır. Arkasından bir de bakarsın ki, o oluvermiştir.
69. “Bakmaz mısın şimdi Allah’ın
âyetleriyle mücâdeleye kalkışanlara! (Haktan) nasıl da döndürülüyorlar?”
Hal
böyleyken onların delâlete düştüğünü görmüyor musun? Çevrelerinde her an
yaratılan, öldürülen binlerce varlığı görüp dururken, hâlâ Allah’ın âyetleriyle
tartışanların bu durumu ne kadar da garip bir şeydir. Bunu tebliğ edeni
yalanlamak da öyle akıl almaz ve acayip bir şeydir. Dinleyip, okuyup, ciddi
ciddi düşünüp araştırmak ve bir sonuca gitmek yerine, bu adamlar tartışmayı
seçen insanlardır.
70,71,72. “Kitaba
ve Resullerimizi gönderdiğimiz şeylere yalan diyenler, artık ilerde bilecekler.
O zaman boyunlarında zincirler ve halkalar olduğu halde sürükleneceklerdir.
Kaynar suda, sonra da ateşte kaynatılacaklardır.”
Tıpkı davarlar
veya vahşi hayvanların sürüldükleri gibi, hattâ daha beter bir aşağılık durumda
onlar kaynar suya sürüleceklerdir. Çünkü bunlar zaten dünyadayken kendilerini
insanlık seviyesinden aşağıya düşürmüş kimselerdi.
73,74. “Sonra da onlara: “Nerede ortak
koştuklarınız?” denilecek. O Allah’tan başkaları (Nerede denilecek). Onlar da
diyecekler ki: “Hepsi bizden uzaklaşıp gittiler. Daha doğrusu biz bundan önce
hiç bir şeye ibadet etmi-yormuşuz!” İşte Allah o kâfirleri böyle şaşırtır."
Rabbimiz Bakara
sûresinde de bu konuyu anlatır:
“O zaman küfür öncüleri azabı görerek
kendilerine tâbi olanlardan kurtulmaya çalışacaklardır.”
(Bakara
166)
Bu dünyada
kendilerine tâbi olunanlar, hacılar, hocalar, beyler, ağalar, paşalar, liderler,
kendilerine tâbi olup kendilerini takip eden kimselerden kaçacaklar. Bakacaklar
ki iş pek iyi değil, hesap kitap pahalıya mal olacak, hemen onlardan
kaçacaklar, teberri edecekler, biz sizden uzağız diyecekler. Ne zaman olacak bu
iş?
Azabı gördükleri zaman.
“Ve
aralarındaki bütün bağlar da kesiliverecek.”
Aralarındaki
bütün ipler de kopuverecek. Makam, mevki, para, pul, rüşvet, şan, şöhret,
protokol gibi aralarındaki bütün bağlar kopuverecek. Halbuki bu dünyada neler
yapmamışlardı ki birlerine? “Sen olmazsan biz olmayız!”, “bütün hayatımızı size
borçluyuz!”, “siz bizim kurtarıcımız, her şeyimizsiniz!” demişlerdi. “Başarımı
karıma borçlu-um!” diyen adam, orada karısından kaçacak; “liderime borçluyum,”
demişti, orada liderinden kaçacak. Hocasına borçluydu, hocasından kaçacak, efendisine
borçluydu, efendisinden kaçacak. Dün birbirlerinin salyalarını beraber
içtikleri, birbirlerinin günâhlarına yardımcı oldukları gibi, bugün de günâhlarını
beraber yüklenecekler, “iş kötü, en iyisi ben bundan kaçıp gizleneyim” diyecek
ve insanları Allah’a kulluğa değil de başka şeylere kulluğa çağıran önder
takımı insanlardan kaçacak. Uyanlarla uyulanların, sevenlerle sevilenlerin birbirlerinden
kaçış manzaraları.
Bu sapık
liderlere aldanıp onların peşlerine takılan zavallı insanların pişmanlıkları,
kin ve nefretleri açığa çıkıyor. Bu sefer de:
“Ve tâbi olanlar: “Ah! Keşke bizim için
dünyaya tekrar bir dönüş olsaydı da şu anda onların bizden kurtulup
uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!” diyeceklerdir.”
(Bakara
167)
Tâbi
olanlar, onların arkasından gidenler, bu dünyada birilerini bilinçsizce takip
edip, şuursuzca onları taklit edip, onların götürdüğü bir hayata evet diyen
zavallı insanlar da diyecekler ki: “Şu anda sizin bizden kaçtığınız gibi, ah
biz de sizden kaçsak! Ah bir dünyaya dönebilseydik de, sizin bizden kaçtığınız
gibi biz de sizden kaçabilseydik.” İşte müslüman bu olayı burada yaşar ve burada
aklını başına alır. “Ben kime kul olacağım ve kimin yolunu takip edeceğim? Eğer
yarın şu karşımdaki kimseden kaçacaksam, şimdiden kaçmalıyım,” der ve kaçar
ondan. Kiminle beraber cennete doğru gidecekse, işte onun ortağı odur, onun
dostu odur ve onunla beraber olmaya çalışır. Ama bilinçsizce onu taklit ederek,
hevâ ve hevesine tâbi olarak değil. Hiçbir delili olmadan, birilerine tâbi olup
Allah severmiş gibi onları seven kişi, yarın korkunç bir durumla karşı karşıya
kaldıkları zaman birbirlerinden kaçacaklar, bu kaçışın da hiçbir faydası
olmayacaktır.
Evet insanlar
birbirlerinden kaçacaklar ama:
“İşte
böylece Allah onlara amellerini bir pişmanlık olarak gösterecektir.”
(Bakara 167)
“Eyvah,
keşke yaşamasaydım böyle bir hayatı!” diyecekler. “Niye ben böyle şuursuzca bir
hayat yaşamışım. Kitap varken, ona ulaşma imkânım varken, Rasul varken, örnek
varken niye ben başka başka hayat yaşamışım!” diyecek.
Burada da
öyle deniyor:
“Doğrusu biz bundan önce hiçbir şeye
ibadet etmi-yormuşuz!”
Yâni, “bu
kendilerine kulluk yapmaya çalıştıklarımız bir şey değilmiş, bir hiçmiş, hiçbir
değer ifade etmiyorlarmış, ama bunu şimdi anladık,” diyecekler.
A’râf’ta
bunların kavgaları da anlatılır. “Ya Rabbi bunlara bizim kat kat azabımızı ver!
Zira bizi bunlar saptırdı,” diyecekler. Onlar da diyecekler ki, “zaten siz bize
değil, kendi hevâ ve hevesinize tâbiy-diniz.” Gerçekten de bakıyoruz meselâ
politik hayatta bunun aynısını görüyoruz. “Ey anam! Ey babam! Kurtar bizi baba!
Kurtar bizi ana!” filan diyorlar..
Bakanlık
hesapları, dekanlık hesapları, müdürlük hesapları, ekonomik hesaplar, dün
birbirlerine fevkalade bağlanan adamlar, bugün birbirlerinin baş düşmanı
oluyorlar. Yâni, “biz sizi takıp ettiğimiz için bu hale geldik” diyenlere,
ötekiler de diyecekler ki, “zaten siz bizi takıp etmiyordunuz, siz kendi
menfaatlerinizi takip ediyordunuz,” diyecekler. Allah’ın dinini bırakıp da
dünyanın peşinde koşan insanlardan hangi biri menfaatlerini takip etmiyor?
Herkes keyfini, menfaatini takıp ediyor bugün. Yarın ya Rabbi bunlar bizi saptırdılar
demelerinin ne anlamı olacaktır ki? Halbuki ne şeytanın, ne de kâfirlerin
hiçbir güç ve kuvveti yoktur. Yâni bir müslüman gerçekten Allah’a kulluğa yöneldiği
zaman hiçbir güç ve kuvvet onu bundan uzaklaştıramaz. Yeter ki müslüman
samimiyetle müslüman olmaya karar versin; bu durumda ona kimsenin yapabileceği
bir şey yoktur.
Bu âyet-i
kerîme Allah’tan bir delil olmaksızın körü körüne başkalarını taklitten men
ediyor bizi. Allah’tan başkalarını ortak tutup, onları Allah sever gibi sevmek,
onları uyulacak varlıklar kabul ederek emirlerine, arzularına itaat etmek ve
sadece Allah’a ait olan rubûbiyet ve ulûhiyet sıfatlarını Allah’tan alıp
bunlara dağıtmak, yâni Allah’a şirk koşmak, yeryüzünde en büyük zulümdür.
75,76. “Bunun
sebebi şudur: Çünkü siz yeryüzünde haksız yere seviniyor ve güveniyordunuz.
İçlerinde ebedî olarak kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Bak ne kötü
o kibirlenenlerin yeri?”
Dünyada çok
lüzumsuz şeylere seviniyordunuz. Evlendik diye seviniyordunuz, ev yaptırdık
diye, dükkan açtık diye, iktidara geldik diye, mal mülk sahibi olduk diye,
filan makama geldik diye seviniyordunuz. Bu tür boş şeylerle avunup
duruyordunuz. Hayatınızdan mem-nundunuz, kendinizi güven ve emniyet içinde
hissediyordunuz. Hayatınız, işleriniz yerindeydi. Bilgilerinize,
bilginlerinize, iktidarınıza, gücünüze, kuvvetinize, makamlarınıza,
medeniyetinize güveniyordunuz. Allah’ın âyetlerine eyvallahsız davranıyordunuz.
Allah’ın peygamberlerine karşı ihtiyaçsız davranıyordunuz. “Bizim Allah’a da,
Allah’ın kitabına da, peygambere de, peygamberin hayat anlayışına da, onun
hayat programına da ihtiyacımız yok,” diyordunuz. Şimdi içinde ebedî kalmak
üzere hiç çıkmamacasına, hiç kurtulmamacasına girin cehennemin kapılarından.
Allah’ın âyetlerine, Allah’ın elçilerine, Allah’ın sistemine karşı böyle savaşa
tutuşan insanlar için o cehennem ne kötü bir durak, ne kötü bir yerdir?
77. “Ey peygamberim! Sen sabret,
şüphesiz ki Allah’ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Onlara yaptığımız
tehdidin bir kısmını sana göstersek de veya seni vefat ettirsek de onlar
mutlaka döndürülüp bize getirileceklerdir.”
“Ey
peygamberim! Sen sabret! Her şeye rağmen, tüm bu karşı gelmelere, tüm alay
edişlere, tüm bu müstekbirce davranışlara sabret! Aldırış etmeden yoluna devam
et! Bıkma! Usanma! Şunu kesinlikle bilesin ki, Allah’ın vaadi haktır. Allah
seni ve dâvânı mutlaka galip getirecektir. Allah senin düşmanlarını mutlaka
mağlup edecektir, bun-dan en küçük bir endişen olmasın. Sen görevini yap,
gerisini düşünme. Şunu kesinlikle unutma ki, netice sana ait değildir. Bu dâvâ
senin değil, Allah’ın dâvâsıdır ve bu dâvâ sana bağımlı değildir. Dünyada, hayatında
bu dâvânın galibiyeti veya düşmanlarının kahredilişi düşüncesiyle sen kendini
meşgul etme. Senin görevin sadece çalışmak ve Rabbinin istediği biçimde yürümektir.
Ama bilesin
ki onlara, düşmanlarına vaadettiğimiz azabın bir kısmını sana hayattayken göstereceğiz.
Ya da senin hayatına son vereceğiz. Seni kendimize alacağız. Dâvânın ulaştığı
yüceliklerin bir kıs-mını veya düşmanlarına yaptıklarımızın bir kısmını
göremeyebilirsin.” Öyle de olmuş nitekim. Rabbimiz Bedir günü düşmanlarından en
büyüklerinin geberişini ona göstererek Peygamberinin gözünü aydın et-miş, sonra
hayatındayken Mekke’nin fethini ve Arap yarımadasının hemen hemen tamamının
fethini göstererek Peygamberini sevindirmiştir. “Ama bir kısmını göremesen bile
ne gam, onlar sonunda benim huzuruma gelecekler ve onlara ne yapacağımı sana o
zaman göstereceğim,” buyuruyor Rabbimiz.
Gerçekten
zor bir şeydir bu. Her dâvâ adamı mü’min, hayatındayken dâvâsının yeşerdiğini,
dâvâsının önünü kesmek isteyen düşmanlarının mağlubiyetini görmek ister. Bunu
görememeye dayana-maz. Anlıyoruz ki, buradaki sabır bir tekrar değil, sûrenin başındaki
sabırdan farklı bir sabırdır. Bu tür bir sabır sûrenin başında tavsiye edilen
yalanlamalara, alaylara karşı sabırdan daha önemli ve zor bir sabırdır. Allah
bu konuda bizlere de sabırlar versin inşallah.
78. “Andolsun ki biz senin önünden nice
peygamberler göndermişizdir. Onlardan kimini sana anlatmışız kimini de
anlatmamışızdır. Hiçbir peygamber, Allah’ın izni olmaksızın bir mûcize
getiremez. Allah’ın emri gelince de hak yerine getirilir. Bâtıl bir dâvâ peşinde
koşanlar, işte bu noktada hüsrana uğrarlar.”
Senden önce
nice peygamberler gelip geçmiştir, ama onlardan kimilerinin hayatını,
kimilerinin hayatlarının sadece kısa bir bölümünü, sana lazım olan kadarını
anlattık. Kimilerinin de hayatlarını hiç anlatmadık. Yüz yirmi dört bin
peygamber… Bunlardan sadece çok azının hayatını anlatmıştır Rabbimiz.
Çevresindekiler
önceki peygamberlerin toplumları gibi ondan mûcizeler, harikalar istiyorlardı
da Rabbimiz buyurdu ki: “Hiçbir peygamber Allah’ın izni olmaksızın bir mûcize,
bir harika getiremez.” Kaldı ki, Allah’ın bu tür inkârı mümkün olmayan mûcizeler
göndermesi de o toplumun hayrınadır. Onlara merhametinden dolayı Rabbimiz bu
tür âyetler göndermemektedir.
Çünkü
Allah’ın bu tür âyetleri geldiği zaman, hak yerine getirilmiş olacaktır. Yâni
bu görsel âyetleri de reddedince, Allah onların defterlerini dürüverecektir.
Böylece bâtıl yolda yürüyenler, bâtılla hakka karşı koymaya çalışanlar hüsrana
uğrayacaklardır. Bunu bilmeyen bu cahiller sanki helâklerini dâvet ediyorlar.
Bu
cahiller, bu bilgisizler senden âyet mi istiyorlar? Âyetlerin azlığından mı
şikâyet ediyorlar? Bunca âyet varken hâlâ yeni âyetler mi bekliyorlar? Alın
işte size âyetler! diyerek, Rabbimiz çevremizden âyetler sunmaya başlayacak:
79,80. “Kimine binesiniz, kimini de
yiyesiniz diye sizin için o yumuşak başlı hayvanları yaratan Allah’tır. Sizin
için onlarda daha nice menfaatler vardır. Onların üzerlerinde gönüllerinizdeki
bir arzuya erersiniz. Hem onlar üzerinde hem de gemiler üzerinde taşınırsınız.”
Size boyun
bükmüş, sizin emrinize âmâde olan o zelûl hayvanları sizin için yaratan, sizin
hizmetinize sunan Allah’tır. Bunlar koyun, keçi, sığır, inek ve devedir denmiştir.
Kimisine binesiniz, kimisini de yiyesiniz diye tüm bu hayvanları yaratan
Allah’tır. Sizin için onlarda daha nice menfaatler vardır. Etlerinden,
sütlerinden, yünlerinden, derilerinden istifade ediyorsunuz. Yüklerinizi,
eşyalarınızı hem bu hayvanlar üzerinde, hem de gemiler üzerinde taşırsınız.
81,82. “Allah
size âyetlerini gösteriyor. Şimdi Allah’ın âyetlerinin hangisini inkâr
edersiniz? Veya yeryüzünde gezip de bir bakmazlar mı? Kendilerinden öncekilerin
sonu nasıl olmuş? Onlar kendilerinden hem sayıca da-ha çok, hem de kuvvetçe ve
yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetindiler. Öyle iken o
kazandıkları şeyler kendilerini kurtaramadı.”
Allah size
hem enfüsünüzdeki hem de dışınızdaki âyetlerini böylece gösteriyorken,
Rabbinizin hangi âyetini inkâr ediyorsunuz? Ama siz bilirsiniz! İsterseniz inkâr
edin bütün bu âyetleri. Unutmayın ki, sizden öncekiler sizden çok daha
güçlüydüler, ama onların bu güçleri, bu medeniyetleri kendilerini Allah’ın
azabından kurtaramadı; bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın.
83. “Çünkü onlara peygamberleri, delillerle
geldikleri zaman, kendilerinde bulunan delillere güvendiler de, o alay ettikleri
şey onları kuşatıverdi.”
Kendi
yanlarında bulunan delillere güvendiler. Eşyayla ilgili bilgilerine, insan
eğitimi konusundaki bilgilerine, hukuk uzmanlarının, ekonomi tanrılarının
bilgilerine, siyasî tanrılarının tecrübelerine, kılık-kıyafet konusunda moda
tanrılarının güçlerine, kendi kanunlarına, kendi sistemlerine güvendiler de
Allah’la ve Allah’ın elçileriyle alay ettiler. Kendi hayat programlarını Allah’ın
elçileriyle gönderdiği hayat programından üstün tuttular, kendi kitaplarını Allah’ın
kitabına tercih ettiler. Kendi bilgilerini Allah bilgisine tercih ettiler de,
alay ettikleri azap onları kuşatıverdi. Âyetin bir mânâsı böyledir. Bir de
şöyle anlamaya çalışıyoruz:
Peygamberler
onlara bizim delillerimizle geldiler. Bu peygamberler kendilerinde bulunan
delillere güvendiler, dâvâlarından, yollarından, kulluklarından asla şüpheye
düşmediler. O peygamberler gâyet rahattılar. Çünkü yanlarında Allah’tan gelme
deliller vardı. Ellerinde Allah’ın âyetleri vardı. Ama berikiler onların
ellerindeki delilleri inkâr ettiler ve inkâr ettikleri azap onları yakalayıverdi.
84,85. “O zaman hışmımızı
gördüklerinde: “Allah’ın birliğine inandık ve ona şirk koştuğumuz şeyleri in-kar
ettik” dediler. Ama hışmımızı gördükleri zaman imanları kendilerine fayda
verecek değildi. Bu, Allah’ın kulları hakkında öteden beri yürürlükte olan
yasasıdır. İşte kâfirler bu noktada hüsrana düştüler.”
Yâni tevbe
ve iman ancak azap gelmeden, ölüm gelip çatmadan önce geçerlidir. Ölüm gelip
çattıktan sonra artık hiçbir mâzeret geçerli değildir. Allah’ın yeryüzünde
işleyen yasası bu tür imanları kabul etmemektir. Nitekim son nefesinde
Firavun’un imanını, Rabbimiz Yunus sûresinde şöyle anlatır:
“Denizde boğulmayla karşı karşıya
kaldığında: “İs-railoğullarının iman ettiği İlâhtan başka İlâh olmadığına
inandım!” demiş, Allah da: “Şimdi mi inandın? Halbuki daha önce baş kaldırmış
ve bozgunculardan olmuştun!”
(Yunus
90,91)
Buyurarak,
Firavun’un imanını kabul buyurmamıştır. Tüm yeryüzü Firavunlarına bunu örnek
olarak sunmuştur Rabbimiz. İşte bu, Allah’ın yeryüzünde kadîmden beri işleyen
sünnetullahıdır. Azabı gördükten sonra tevbe edenlerin tevbesini Allah asla
kabul etmeyecektir.
Bu sûre ile
alâkalı bu kadar söz yeter. Rabbim gereği gibi anlayıp, iman edip amele
dönüştürmeyi hepimize nasip buyursun. Ve âhiru dâvana enilhmdü lillahi
Rabbil’âlemîn.