Mushaftaki
sıralamada kırkbirinci, iniş sırasına göre altmışbirinci sûredir. Mü'min(Gâfir)
sûresinden sonra, Şûra sûresinden önce Mekke'de inmiştir. "Hâ mîm"
harfleriyle başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ikincisidir.[1]
Adı
Sûrenin
adı, Kur'an'm, âyetleri apaçık anlaşılır hale getirilmiş Arapça okunan bir
kitap olduğunu belirten 3. âyet İle 44. âyette geçmektedir. Başındaki "hâ
mîm" harfleri ve 37. âyetindeki secde buyruğu dolayısıyla Buhârî ve
Tirmizî'nin hadis mecmualarında sûrenin adı "Hâ mîm es-secde" olarak
kaydedilmiştir. Kısaca Secde Sûresi olarak anıldığı gibi 10. âyetteki
"akvât" ve 12. âyetteki "mesâbîh" kelimeleriyle ve daha
başka isimlerle de anılmaktadır. [2]
Konusu
Kur'an'm,
Rahman ve Rahîm olan Allah'ın katından indirilmiş bir kitap olduğunu belirten
açıklamayla başlayan
sûrede,
Mü'min sûresinde olduğu gîbi büyük ölçüde iman konulan işlenmiş ve bu bakımdan
Mekke putperestlerinin durumu; Peygamber, Kur'an ve İslâm karşısındaki inkarcı,
inatçı ve baskıcı tutumları, özellikle Kur'an karşısındaki peşin hükümleri ve
onun sesini boğma gayretleri, nihayet bütün bu davranışlarıyla nasıl bir
akıbeti hak ettikleri üzerinde durulmuş; yer yer geçmişteki bazı kavimlerin,
kendi dinleri ve peygamberleri karşısındaki haksız tavırlanyla bu yüzden
başlarına gelen felâketlere dair uyancı mahiyette kısa bilgiler verilmiştir.
Sûrenin özellikle 30-36. âyetlerinde Kur'an'm, Allah'a iman temeline dayanan,
daima dürüst olunmasını, insanlar arasında sıcak dostluğa, banş ve uzlaşmaya
dayalı ilişkiler kurulmasını amaçlayan ahlâk öğretisi özetlenmiştir. [3]
Fazileti
İbn
Âşûr'un Beyhakî'den naklettiğine göre (XXIV, 227) Hz. Peygamber'in Tebâreke
(Mülk) ve Hâ mîm es-secde (Fussilet) sûrelerini okumadan uykuya yatmadığı
rivayet edilmiştir. [4]
Meali
Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... İ. Hâ-mîm.
2. Bu, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın katından indirilmiştir; 3-Bilen bir
topluluk için âyetleri apaçık anlaşılır hale getirilmiş Arapça okunan bir
kitaptır. 4. Müjdeleyin ve uyarıcı olarak indirilmiştir ama çokları yüz
çevirdi, artık onu işitmezler. 5. Dediler ki: "Bizi çağırdığın şeylere
karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda da bir ağırlık var; seninle bizim
aramızda bir perde bulunmaktadır. Sen yapacağım yap, biz de yapıyoruz!" 6.
De ki: "Ben de sadece sizin gibi bir beşerim; bana tanrınızın tek tanrı
olduğu vahyedihniştir, doğru O'na yönelin, O'ndan bağışlanma dileyin. Allah'a
ortak koşanların vay haline! 7. Ki onlar mallarından muhtaçları
yararlandırmazlar; onlar âhireti de inkâr ederler. 8. İman edip erdemli işler
yapanlara gelince, onlar için eksilmeyen bir mükâfat vardır." [5]
Tefsiri
1. Bazı sûrelerin başında gelen bu tür harflere
"hurûf-ı mukattaa" denir.[6]
2-4. "İndîrilen"den maksat Kur'ân-ı Kerîm veya özellikle bu
sûredir. Muhataplara bu hatırlatmanın yapılmasının sebebi, okunanın İlâhî kelâm
olduğunu bilerek onu lâyık olduğu şekilde derin bir saygıyla dinlemeleri
gerektiğini onlara hissettirmektir. Ayrıca bu ifade, bilhassa Kur'an'ın Allah
tarafından indirildiğini kabul etmeyen, onu Hz. Muhammed'in yakıştırdığını
ileri süren inkarcılara cevap teşkil etmektedir. Bu cevapta Kur'an'in başlıca
şu özelliklerine dikkat çekildiği görülüyor:
Kur'an,
Allah katından indirilmiştir, ilâhî vahiydir; onun Hz. Muhammed'in kendi sözü
olduğu İddiası tamamen asılsızdır.Kur'an, Allah'ın Rahman ve Rahim isimlerinin
tecellisidir, dolayısıyla insanlık için bir rahmet ve lütuftur. O bir
"kitap"tır, yani sadece söylenip geçen bir söz değil, aynı zamanda yazıya
geçirilerek korunması gereken ve korunan ölümsüz bir belgedir.
"Âyetleri
açık açık ortaya konmuştur." Râzî, bu kısmı açıklarken özetle şöyle der:
Kur'an'ın âyetleri değişik konulara ayrılmıştır, farklı anlamlar taşımak tadır.
Şöyle ki: Bazı âyetler Allah'ın zâtını tanıtmakta, sıfatlarını açıklamakta;
ilim ve kudretinin, rahmet ve hikmetinin mükemmelliğini; göklerin, yerin ve
yıldızla rın yaratıljşuıdaki, geceyle gündüzün birbirini izlemesindeki sırları;
bitkiler, hay vanlar ve insanlardaki hayranlık verici özellikleri anlatmaktadır.
Bazı âyetler, ruhlara ve bedenlere ait yükümlülükler hakkında bilgi vermekte;
bazıları âhiretle ilgili vaad ve uyan, sevap veceza konularında, cennet ve
cehennem ehlinin derecele
hakkında açıklamalar İçermektedir. Bazı âyetlerde öğüt ve uyarılar, bazılarında
ahlâk güzelliğine ve ruh terbiyesine dair konular işlenir; bazıları da eski
topluluk ların tarihlerinden söz eder. Kısacası, insafla düşünen herkes kabul
eder ki insan lığın elinde, çeşitli bilgilerin ve birbirinden çok farklı
konuların yer aldığı
Kur'an'ın benzeri başka bir kutsal kitap yoktur (XXVII, 94).
Kur'an'ın
dili Arapça'dır; bunun da asıl sebebi, İslâm Peygamberi'nin Arap asıllı, hitap
ettiği ilk topluluğun da Araplar oluşudur. Nitekim "İstisnasız her peygamberi
kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (gerçekleri) açık açık anlatsın"[7]
buyurulmuştur [8]
Kur'an,
özünde kusursuz bir ilâhî hakikat, rahmet ve rehber olmakla birlikte ondan
doğru olarak ve gerektiği kadar yararlanabilmek için olabildiğince zihinsel
donanıma sahip olmak, samimi bir niyetle hakikat ve fazilet arayışı içinde bulunmak
gerekir. 4. âyette belirtildiği gibi "çokları" yani inkarcılar. [9] peşin bir hükümle Kur'an'a sırt çevirdikleri,
onu dinlemedikleri, açıklama ve uyanlarını dikkate almadıkları için Kur'an'dan
nasiplerini alamazlar; hatta "Kur'an zâlimlerin (İnancı, niyeti ve ahlâkı
bozuk olanların) ancak hüsranını arttırır"[10]
Kur'an
müjdeci ve uyarıcıdır; sadece bilgi vermez, sadece görev de yüklemez; aynı
zamanda hakikati arayan, hak olana inanmaya ve hakka göre yaşamaya niyeti
olanlara, aradığını bulduğunda da ona sımsıkı sarılanlara güzel bir akıbet,
mutluluklarla dolu ebedî bir hayat müjdeler; bâtıla sapanları; İnkâr, haksızlık
ve ahlâksızlık peşinde olanları da acı bir akıbetle ve ağır cezalara
çarptırılmakla tehdit edip uyarır.
Bazı
tefsirlerde 3. âyetteki "bilen bir topluluk" İfadesiyle Arapça bilen
i)k Kur'an muhataplarının kastedildiği belirtilir. [11]
Ancak bu İfadenin, "dinleyip anlamasını bilen, Kur'an'dan doğru olarak ve
gerektiği kadar yararlanabilmek için olabildiğince zihinsel donanıma sahip
olması yanında dürüstçe hakikat ve fazilet arayışı içinde bulunan
topluluk" şeklinde anlaşılması Kur'ân-ı Kerîm'in ifade ve üslup tarzına
daha uygun düşmektedir.[12]
5.
İbn Âşûr'un da işaret ettiği gibi (XXIV, 233) Araplar kalp kelimesini akıl
anlamında kullanırlardı; Kur'ân-ı Kerîm'de de bu kelime ve çoğulu (kulûb)
genellikle akıl anlamında kullanılmıştır.
Hz.
Peygamber Mekke putperestlerine Kur'an'ı tebliğ ederek onları Allah'ın birliğine
inanmak, sadece O'na kulluk etmek, bencil duygulardan ve haksız davranışlardan
arınarak insanlara iyilik etmek gibi ilkeleri benimseyip yaşamaya davet ediyor;
fakat muhataplarının çoğu, âyette belirtilen küstahça ifadelerle bu daveti
reddediyorlardı. Bunu yaparken ileri sürdükleri gerekçe oldukça ilginçtir. Zira
onlar, "Davetini, bize tebliğ ettiklerini düşündük taşındık, ama
inandırıcı bulmadık, onun için de reddediyoruz" demiyorlardı. Aksine,
tebliğ ettiği şeylere kalplerinin, akıllarının kapalı, kulaklarının tıkalı
olduğunu söylüyorlardı. Şu halde onlar, gerçeği arayan samimi bir insanın iyi
niyetli tavnyla kendilerine okunan Kur'an'a kulak verip dinlemeye, anlamları
üzerinde akıllarını kullanıp zihin yormaya bile gerek görmemişlerdir. Râzî'ye
göre sûrenin asıl amacı,bunu eleştirmek, bu zihniyetin yanlışlığını ve
tehlikesini ortaya koymak, muhatapları buna ikna etmektir (XXVII, 133).
Özetle,
ilk âyetlerde ifade buyurduğu üzere Kur'an Allah'ın Rahman ve Ra-hîm
isimlerinin tecellisi olarak ilâhî rahmetin insanlar üzerine doğuşudur; onun
"âyetleri Arapça bir okunuşla (Arapça olarak) ayrıntısıyla
açıklanmıştır." Fakat ondan gerektiği gibi yararlanmak için bunu istemek,
dolayısıyla ona samimiyetle kulak vermek ve tebliğleri üzerinde akıl yoluyla değerlendirme
yapmak gerekir. Bu, anlamanın ve inanmanın vazgeçilmez şartıdır. Mekke
putperestleri ve Kur'an'a karşı tavır alan bütün inkarcıların temel yanlışı İse
bu şarta uymamalarıdır.
"Sen
yapacağını yap, biz de yapıyoruz!" şeklinde çevirdiğimiz cümle iki şekilde
açıklanmaktadır: a) Sen kendi dinînin gerektirdiğini yap, biz de kendi dinimize
göre yaşayacağız; b) Sen bize karşı elinden geleni yap, biz de seni başarısız kılmak
için elimizden ne gelirse yapacağız. [13] Bize göre ikinci yorum Mekke putperestlerinin
karakterlerine daha uygun görünmektedir. [14]
6-7. Yukarıdaki tutumu sergileyenleri Kur'an'in gerçeklerine inandırıp
gereğince davranmalarını sağlamak için yapılacak bir şey olmadığına işaret
edilmekte; Kur'an'ın Allah kelâmı, dolayısıyla Hz. Muhammed'in de peygamber
olduğunu kesinlikle reddeden putperest Arapîar'a cevap verilmektedir. Buna göre
-yukarıdaki âyetler de dikkate alındığında- Resûlullah'ın onlara şu gerçeği
bildirmesi istenmektedir: İnanıp kabul etmenin temel şartı, kulağıyla dinleyip
aklıyla değerlendirmektir; bu olmadan İnanma gerçekleşmez, İnanmayana
Peygamber'in dahi yapabileceği bir şey kalmaz. Çünkü Peygamber bir beşer olup
inanmayanları zorla inandıracak bir güce sahip değildir, böyle bir görevi de
yoktur. Ona sadece vahiy gelmekte, doğrular ve yanlışlar, iyilikler ve
kötülükler hakkında bilgiler verilmekte; muhataplarını Allah'a yönelmeye ve
kötülükleri için O'ndan bağış dilemeye davet etmektir; insanların bunları kabul
veya reddetmeleri ise kendi isteklerine ve gereken şartlan yerine getirmelerine
bağlıdır. Son noktada hidayeti nasip etmek de ondan mahrum bırakmak da Allah'a
aittir. İbn Âşûr'a göre burada, "Sen yapacağını yap, biz de
yapıyoruz!" diyerek Resûlullah'a meydan okuyan putperestlere karşı,
"Ben sîze karşı ne yapabilirim; ben Allah'ın bir elçisiyim, sizin
hesabınızı görecek olan ise Allah'tır" şeklinde dolaylı bir uyarı, ayrıca
"İnsandan peygamber mi olurmuş!" şeklindeki itirazlarına da bir cevap
vardır (XXIV, 236-237).
Şevkânî'ye
göre 6. âyet, Peygamber'in söylediklerine karşı akıllarının örtülü,
kulaklarının tıkalı olduğunu söyleyen inkarcılara, "Bana vahiy gelmesi
dışında ben de sizden biriyim; sizden farklı bir türden gelmiyorum (dolayısıyla
farklı bir dil konuşmuyorum) ki söylediklerime karşı akıllarınız örtülü,
kulaklarınız tıkalı olsun, beni aramızda anlamanızı engelleyen perdeler
bulunsun. Sizi akla sığmayan şeylere çağırmıyorum, sadece tevhide davet
ediyorum" şeklinde bir cevap anlamı taşımaktadır (IV, 579).
7.
âyetin metnindeki "zekât" kelimesini farz olan zekât olarak anlayanlar
olmuşsa da (meselâ bk. Taberî, XXIV, 93), müfessirlerin çoğu, zekâtın Medine'de
farz kılındığını hatırlatarak Mekke'de inen bu sûrede ondan söz edilmiş
olamayacağını belirtirler. Bazı müfessirler, zekât kelimesinin
"arınma" anlamına geldiğini dikkate alarak âyetin bu kısmını
"Nefislerini armdırmayanlar" şeklinde açıklamışlar, bu arındırmanın
da öncelikle "Lâ ilahe illallah" diyerek müslünıan olmak, böylece
şirk ve inkâr kirinden temizlenmekle gerçekleşeceğini ifade etmişlerdir. İbn Atıyye
bu hususta şöyle der: "İbn Abbas ve âlimlerin çoğunluğu (cumhur), bu
âyetteki zekât kelimesinin 'Lâ ilahe İllallah' cümlesini söylemek olduğunu
belirtirler... Bu yorum, âyetin Mekke'de İndiği, zekâtın ise Medine'de farz
kılındığı bilgisine dayanır. Bu durumda âyetteki zekât, kalbin ve bedenin şirk
ve günahlardan anndınlmasıdır. Mücahid ve Rebî bu görüştedirler. Dahhâk ve
Mukatil'e göre İse burada zekâtın anlamı, ihtiyaç sahiplerine ibadet maksadıyla
malî yardımda bulunmaktır" (V, 5). Bize göre de en isabetli yorum bu sonuncusudur.
Müşriklerin
pek çok kötü özellikleri varken âyetin, mal yardımından kaçınmalarını özellikle
zikretmesinin sebebini Zemahşerî şöyle açıklar: "Çünkü insanın en çok
sevdiği şey malıdır; mal canın yongasıdır. İnsan onu Allah rızası için
harcaya-biliyorsa bu onun, (inancındaki) kararlılığının, istikamet sahibi
oluşunun, iyi niyetinin ve içtenliğinin en güçlü delilidir. Nitekim Allah
Teâlâ, 'Mallarını Allah rızâsını dileyerek ve içlerinden gelerek harcayanların
misali, tatlı bir yamaçta bulunan, üzerine bolca yağmur yağan, bu sebeple
ürününü iki misli veren bir bahçedir'[15] buyurmuştur. Âyette bu kişilerin inançlarında
kararlılık gösterdikleri ve bunu mallarım infak ederek kanıtladıkları
anlatılmaktadır. Vaktiyle müslüman olmakla birlikte henüz Kalpleri İslâm'a
ısınmamış olanlardan (müellefe-i kulûb) bîr kısmı daha sonra önemsiz maddî
menfaatlerle kandırıldılar, böylece dine bağlılıklarını kaybettiler; keza Hz.
Peygamber'in vefatından sonra İslâm'dan dönenler de (ehl-i ridde) önce zekât
vermemek için birlik oluşturdular ve bu yüzden onlara karşı savaş açıldı,
çarpışıldı. Ayrıca zekât toplamak üzere müslümanlara görevliler gönderildi,
zekât vermekten kaçınmaya kalkışanlar şiddetle uyarıldı, öyle ki zekât vermemek
müşriklerin özelliklerinden biri olarak kabul edildi, (konumuz olan âyette de
zekât vermemek) âhireti İnkâr etmekle birlikte anıldı"
Kureyş
kabilesi hacılara yemek yedirirlerdi; fakat Hz. Muhammed'e inananları bundan
mahrum bırakmaya kalkıştılar. Âyetin bu davranışı eleştirdiği de söylenmektedir. [16]
8. Yukarıda inkarcıların başlıca olumsuz tutumları anılıp eleştirildikten
sonra burada da müminlerin inançtan, güzel davranışları ve mutlu akıbetleri
özetlenmektedir. Bazı tefsirlerde bu âyetin, mazeretleri nedeniyle dinî
vecibelerini gerektiği gibi yerine getiremeyen hasta ve sakat müslümanlar
hakkında indiği bildirilmektedir. Buna göre mazeretleri sebebiyle bazı
kişilerin ibadetleri eksik de olsa Allah onlara ecirlerini tam verecektir. [17]
Meali
9. De ki: "Arza iki evrede yaratanı inkar edip
O'na başkalarını ortak mı koşuyorsunuz? O yaratıcı, âlemlerin Rabbi olan
Allah'tır." 10. Arz üzerinde sarsılmaz dağlar oturttu, orayı bereketli
hale getirdi; gerekli besinlerini orada -bunlara ihtiyacı olan varlıklar için
eşit derecede olmak üzere- uygun Ölçülerle yarattı. (Bütün bunlar) dört
evrede oldu. 11. Dahası O, duman halinde olan semâya iradesini yöneltti;
ardından ona ve arza, "İsteyerek veya istemeyerek (varlık
sahnesine) gelin!" buyurdu.
"Boyun eğerek geldik" dediler. 12. Böylece onları iki evrede yedi gök
olarak yarattı, her göğe işlevini ilham etti. Biz, yakın semâyı kandillerle
donattık ve onu koruduk. İşte bu, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Allah'ın
takdiridir. [18]
Tefsiri
9.
" İki evre" olarak çevirdiğimiz âyet metnindeki
"yevmeyn" kelimesinin sözlük anlamı "iki güiTdür. Ancak, henüz
dünyanın yaratılmadığı bir dönemde, bildiğimiz anlamda gün ve geceden de söz
edilemeyeceği açıktır. Nitekim Kur'an'da, "Bilinmeli ki, rabbinin
katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın binyılı gibidir"[19]
buyurularak insanlardaki zaman kavramının göreli olduğuna, ilâhî tasarrufla
ilgili zaman kavramlarının, binlerce seneyle ifade edilebilecek evreleri
gösterdiğine işaret eder. [20]
Taberî
âyetin son cümlesini şöyle açıklar: "Arzı iki evrede yaratan güç, insü
cînnİn ve diğer varlık türlerinin mâliki, kendisinden başka bütün varlıklar da
onun memlûküdür. Bu durumda O'nun nasıl dengi bulunabilir? Hiçbir şeye muktedir
olmayan âciz memlûk, kendisi üzerinde mâlik ve kadir olana denk olabilir
mi?" (XXIV, 95). Râzî'nin de belirttiği gibi (XXVII, 102) Araplar, evrenin
yaratılışıy-la ilgili olarak Tevrat'ın başlarında [21]
verilen bilgilerden haberdar olup orada anlatılanların gerçek olduğuna
inanıyorlardı. Ayette onların bildikleri ve kabul ettikleri gibi arzı
belirtilen sürede yaratan güce denk tutulmaya değer hiçbir varlık olamayacağı
ifade edilmekte, dolayısıyla putperest Araplar'ın Allah'a ortak koşmakla içine
düştükleri çelişki ortaya konmaktadır. Aslında putperest Araplar Allah'ın
varlığına inandıklarını söylüyorlardı. Ancak onlar bazı alelade varlıklara da
tanrılık işlev ve nitelikleri yüklüyor, Allah'tan beklemeleri gereken yardımı
onlardan bekliyor ve bunun için de onlara tapıyorlardı. Ayrıca insanların
yeniden yaratılıp bu dünyadaki inanç ve davranışları konusunda yargılanmalarını
ve diğer âhiret hallerini kabul etmemekle Allah'ın bütün bunları
gerçekleştirmeye muktedir olduğunu inkâr etmiş; dolayısıyla Allah'ın insanları
bazı ödevlerle yükümlü kıldığına ve sorumlu tutacağına da inanmamış
oluyorlardı. İşte bütün bu telakkiler, her yönden eşsiz benzersiz olan, dengi
ve ortağı bulunmayan gerçek Tanrı inancıyla çeliştiği İçin âyette putperest
Araplar'ın bu telakkileri bir tür inkâr olarak değerlendirilmiş; bu ve bundan
sonraki âyetlerde kendisine inanılması gereken Allah'ın azametine, üstün İlim,
irade ve kudretine delâlet eden bazı örnekler verilmiştir. [22]
10. "Arzın bereketli kılınması", özetle hayatın devamı için
gerekli olan hava, su, besin vb. imkânlara elverişli şartların
oluşturulmasıdır. İbn Abbas'a nispet edilen bir yorumda buradaki bereket,
"nehirlerin açılması, dağların, ağaçların, meyvelerin yaratılması, çeşitli
hayvan türlerinin geliştirilmesi, yaşayanların ihtiyaç duyduğu bütün imkânların
oluşturulması" şeklinde açıklanmıştır. [23] Esasen âyetin devamı da bu anlamı vermektedir.
Bir
yoruma göre âyetteki besinlerden maksat, arz üzerindeki dağlar, nehirler,
ağaçlar, kayalar, madenler gibi arzın yararlı oluşunu sağlayan değerli şeyler;
diğer bir yoruma göre de özellikle insanlar için gerekli olan gıdalardır. Âyet
metninde besinlerin arza izafe edilmesinin sebebi ise bunların arzda bulunması,
oradan elde edilmesidir. [24]
Şevkânî'ye
dayanarak (IV, 581) "(bunlara) ihtiyacı olan varlıklar" diye
çevirdiğimiz "sâilîn" kelimesi, varlığım sürdürmek için besin vb.
maddelere muhtaç olan yer yüzü varlıkları; "eşit derecede" diye
çevirdiğimiz "sevâen" kelimesi ise "eksiksiz fazlasız, tam
yeteri kadar, her varlığın ihtiyacı ölçüsünde" şeklinde açıklanmıştır. Bir
yoruma göre "sevâen" kelimesi "dört gün"ün sıfatıdır. Buna
göre âyetin ilgili kısmı "tamı tamına dört gün" anlamına gelir. [25] "Uygun ölçülerle yarattı" diye
çevirdiğimiz "kaddere" fiilinin asıl anlamı "ölçme, takdir
etme"dir; tefsirlerde bu bağlamda "belirledi, yarattı, elverişli hale
getirdi, -İbn Mes'ud mushafindaki "kasseme" okunuşu da dikkate
alınarak- "paylaştırdı" gibi değişik şekillerde açıklanmıştır.
Taberî'nin de bu açıklamaları aktardıktan sonra belirttiği gibi (XXIV, 97)
âyet, Allah Teâlâ'nın, bütün yeryüzü varlıklarına ihtiyaçları olan her konudaki
ihsanlarını içine alacak şekilde geniş kapsamlıdır. O, her varlığa yarayışlı
olan besinleri lütfetmiş; bir ülkede vermediğini başka ülkede, karada
vermediğini denizde vermiştir. Bütün bu hikmetli, anlamlı ve amaçtı işler,
ancak üstün bir kudretin varlığına ve birliğine delalet eder; O var olduğu, bîr
olduğu içindir ki bu varlıklar, bu hayat ve bu hikmetli düzen vardır.
Allah'ın,
bütün yarattıklarının ihtiyacını karşılayacak Ölçülerde var ettiği nesneleri,
bazı fert ve grupların tekellerine almaları veya israf ve zayi etmeleri, diğerlerinin
haklarına tecavüzdür. Bu sebeple israf ve ihtikâr yasaklanmış, infak
emredilmiştir.
Tefsirlerde
âyetteki "dört evre"nin, 9. âyette geçen iki evreyi de kapsadığına
dikkat çekilir. Bu nedenle ilgili bölümü, "(Bütün bunlar) dört evrede
oldu" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. [26]
11. "Geliniz" anlamındaki "i'tiyâ"
fiili tefsirlerde göklerin ve yer kürenin yaratılmasını, oluşmasını (tekvin)
sağlayan ilâhî buyruk olarak mecazî anlamda yorumlanmıştır. Bu sebeple söz
konusu fiili "(varlık sahnesine) gelin" şeklinde çevirdik. Nitekim
âyetteki "duhân" kelimesi de bu buyruğun kozmik yaratılışı sağlayan
bir buyruk olduğunu göstermektedir. Sözlükte "duman" anlamına gelen
duhân kelimesi tefsirlerde "su buharı" olarak yorumlanmıştır[27] Bu yorum yanında bilimsel gelişmeler de
dikkate alınarak söz konusu kelimenin hidrojen gazı olarak yorumlanması[28]
bugünkü bilgilere göre isabetli görünmektedir.
Önceki
iki âyette yerkürenin yaratılışından ve nimetlerle donatılmasından söz
edilmişti. Ancak bu âyetteki, "Ardından ona (semâya) ve arza, 'İsteyerek
veya istemeyerek varlık sahnesine gelin!' dedi" cümlesi, arzın semâdan
önce yaratılmadığını göstermektedir. Şu halde 11. âyetin başındaki
"sümme" edatı sözlükte "sonra" anlamına gelmekle birlikte
-Şevkânî (IV, 582) ve İbn Âşûr'un (XXIV, 245) da haklı olarak belirttikleri
gibi- bu bağlamda zaman yönünden sonralığı değil, semânın yaratılmasının, arzın
yaratılmasına göre daha büyük bir önem taşıdığını göstermektedir. Bu yüzden
"sümme" kelimesini, "dahası" şeklinde çevirmeyi uygun
bulduk.
"Boyun
eğerek geldik dediler" cümlesi, yaratılışın her alanında olduğu gibi
göklerin ve yerin yaratılmasında da Allah'ın irade ve kudretinin mutlak surette
geçerli olduğunu, buyruğunun gerçekleşmemesi diye bir durumun
düşünülemeyeceğini İfade eden temsilî bir anlatım olarak da yorumlanmıştır. [29]
12. "Yedi
gök" deyiminin evrendeki birçok kozmik sisteme delâlet ettiği düşünülebilir. [30]
"Her göğe işlevinİ ilham etti" cümlesi, kozmik sistemlerin Allah'ın
iradesiyle kurulup işlediğine işaret eder. "Biz, yakın semâyı kandillerle
donattık" anlamındaki cümle ise gök yüzünün, çıplak gözle izlenebilen
yıldızlarla bezeli görüntüsünün tasviridir. "İşte bu, her şeye gücü yeten,
her şeyi bilen Allah'ın takdiridir" anlamındaki son cümle, kozmik
varlıklardaki bu oluş ve düzenin bir tesadüf ürünü olmadığını; kesinlikle her
şeye gücü yeten, her şeyi bilen yüce bir yaratıcının takdiriyle yani bilinçli,
ölçülü ve amaçlı yaratmasıyla gerçekleşebileceğini dile getirmektedir.
Klasik
tefsirlerde semânın "korunması", Yüce Allah'ın manevî âlemde herhangi
bir şeytanî güce karşı meleklere verdiği bilgileri ve özellikle vahyi koruması
olarak yorumlanmaktadır. [31] Bu ifade, Allah'ın
evrende kurduğu kozmik düzeni koruyup devam ettirmesi olarak da anlaşılabilir. [32]
Meali
13.
Eğer onlar yine de yüz çevirirlerse de
ki: "Sizi, Âd ve Semûd'un başına düşen yıldırım gibi bir yıldırıma karşı
uyarıyorum." 14. Hani onlara peygamberler gelip (ikna etmek için) her yolu deneyerek "Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin" demişlerdi. Ama onlar, "Rabbimiz (buna
inanmamızı) isteseydi mutlaka (elçi
olarak) melekler gönderirdi. Bu durumda
biz, elçiliğinizle gönderilen şeyi reddediyoruz" dediler, 15. Anılan Âd
kavmi, yer yüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve "Bizden daha güçlü
kim var!" dediler. Onları yaratan Allah'ın kendilerinden daha güçlü
olduğunu düşünmezler miydi? Onlar, âyetlerimizi de inatla inkâr ediyorlardı.
16. Sonunda dünya hayatında onlara alçaltıcı cezayı tattırmak için o kara
günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Âhiret azabı ise daha da
alçaltıcı olacak, onlara yardım da edilmeyecektir. 17. Semûd kavmine gelince,
onlara doğru yolu gösterdik ama körlüğü, doğru yolu görmeye tercih ettiler;
nihayet kendi yapıp ettiklerinin sonucu olarak alçaltıcı bir yıldırım azabı
yakalayıvcrdi onları! 18, İnanan ve Allah'a karşı gelmekten sakınanları da
kurtardık. [33]
Tefsiri
13. Yukarıdaki âyetlerde Kur'an'ın İlk muhatapları olan Mekke müşriklerine,
Allah'ın birliğini, bilgisinin ve kudretinin genişliğini kanıtlayan bazı
deliller gösterilmişti. Bu bölümdeki âyetlerde ise iki eski Arap topluluğu olup
inkâr ve isyanda diretmiş bulunan Âd ve Semûd adlı kavimlerin başına gelenler
özetlenerek müşriklerin hâlâ inanmamakta ısrar ettikleri takdirde kendilerinin
de benzer şekilde cezalandırılacaklarına işaret edilmektedir. [34]
14. Metindeki "nıin beyni eydîhim ve min halfihim" ifadesinin
asıl anlamı"önlerinden ve arkalarından" şeklindedir. Tefsirlerde bu
ifadeye mümkün mertebede sözlük anlamına yakın yorumlar getirilmeye
çalışılmıştır. [35] (Ancak biz, Zemahşerî, Râzî,
İbn Âşûr gibi mü-fessirlerin tercih ettiği deyimsel anlamı dikkate alarak söz
konusu ifadeyi,"(iknaetmek için) her yolu deneyerek" şeklinde serbest
bir çeviriyle karşılamayı uygun
bulduk. Türkçe'de de "Birini ikna etmek için her yolu denedi"
anlamında "Sağından girdi, solundan girdi" şeklinde benzer bir deyim
kullanılmaktadır.
İnkarcıların,
Allah katından gelecek elçinin insanlardan değil, mutlaka meleklerden olması
gerektiği şeklindeki itirazları, Mekke müşriklerinin de İleri sürdükleri bir
bahane idi[36]
15-16. "Haksız yere büyüklük tasladılar" diye
çevirdiğimiz 15. âyetteki cümleyi Zemahşerî, "Aslında büyüklenmeye haklan
olmadığı halde ülkelerinin halkına karşı büyüklük taslayıp tepeden
baktılar" veya "Yönetici olma niteliklerini taşımadıktan halde haksızlıkla
ülke yönetimini ellerine geçirip halk üzerinde hakimiyet kurdular"
şeklinde açıklamıştır (III, 387). Râzî, bütün güzel Özelliklerin
"yaratılmışlara iyilik ve Yaratıcı'ya saygı" şeklindeki İki temel
ilkeye dayandığını hatırlatarak Âd kavminin haksız yere büyüklük taslamalarının
birinci ilkeyi İhlâl, Allah'ın âyetlerini inatla inkâr etmelerinin de ikinci
ilkeyi ihlâl anlamı taşıdığını belirtir (XXVII, 112).
Kur'an,
gerek Arap putperestlerinin gerekse eski kavimlerin ilâhî dinlere
inanmamalarının temelinde aklî ve fikrî sebeplerden ziyade büyüklük taslama,
mevki ve menfaat hırsı gibi duygusal sebeplerin yattığına sık sık vurgu yapar.
Âd kavminin, peygamberleri Hûd'un risâletini reddetmelerinin de aynı psikolojik
temele dayandığı görülmektedir. [37]
Âd
kavminin, "Bizden daha güçlü kim var!" şeklindeki küstahça
iddialarına karşı onlara, kendilerini de yaratmış olan Allah'ın sonsuz gücü
hatırlatılmaktadır. Âd kavmi de Allah'ın gücünün sınırsızlığına inanıyordu. Şu
halde her şeye gücü yeten Allah'ın kendilerinden daha güçlü topluluklar meydana
getirmeye muktedir olduğunu düşünememeleri bir ahmaklık işareti idi. Böylece
onların beşerî duygulan akıllarına galip gelmiş ve kendilerini inkâra
sürüklemiş; bu da dünyada felakete uğrayarak yok olmalarına, âhirette de azabı
hak etmelerine sebep olmuştur.
16.
âyette dünyevî cezanın "alçaltıcı", uhrevî azabın İse "daha da
alçaltıcı" olarak nitelenmesi ilgi çekicidir. Aynı niteleme 17. âyette
Semûd kavminin uğradığı felâketle ilgili olarak da tekrarlanmaktadır. Buna göre
insan onuruna yakışan akıbet, işlediği kötülükler yüzünden cezaya çarptırılarak
rezil ve aşağılık bir duruma düşmek değil, iyilikleri sebebiyle
ödüllendirilmektir.
Yıkıcı
rüzgârın niteliği olan, "dondurucu" diye çevirdiğimiz
"sarsar" kelimesine, "uğultulu, homurtulu" anlamı da
verilmektedir. [38]
17-18. "Doğru yol" diye çevirdiğimiz hidayet kelimesi 17. âyette körlüğün
zıddı olarak kullanılmış olup bu kullanım kelimenin bir tür aydınlanmayla
ilgisi olduğunu göstermektedir. Önü aydınlanan yolunu bulur, kör olan veya
karanlıkta kalan İse yolunu kaybeder, Kur'an'da genellikle birinci durum için
hidayet, ikincisi için dalâlet deyimleri kullanılır. Hidayet Allah'tandır; şu
halde ilâhî kaynaklı olan vahyin ışığına yönelip onunla aydınlanan doğru yolu
bulur, bu ışıktan kendini uzaklaştıran da yolunu şaşırır ve bir kör gibi nereye
bastığını, nereye gittiğini bilemez. Diğer benzerleri gibi Semûd kavmi de,
Allah kendilerine Salih Peygamber vasıtasıyla doğru yolu gösterdiği halde
körlüğü, dalâleti hidayete tercih etmişler; böylece yollarını şaşırmışlar ve bu
gidiş onları, kendi kazanımlarının sonucu olan alçaltıcı bir yıkıma götürmüş;
ilâhî ışığa yönelerek onunla aydınlanan, bu sayede inanan ve kötülüklerden
korunanlar ise Allah'ın kurtarıcı yardımına mazhar olmuşlardır. [39]
Meali
19. Allah düşmanlarının ateşe doğru sevk
edilecekleri gün, öncekilcriylc sonrakileriyle onların hepsi bir araya
getirilir. 20. Nihayet oraya geldiklerinde vaktiyle yaptıklarından dolayı
kulakları, gözleri ve derileri onların aleyhine şahitlik eder. 21. Derilerine,
"Neden aleyhimize şahitlik ettiniz?" diye sorarlar. "Her şeyi
konuşturan Allah bizi de konuşturdu" derler. İlk önce sizi O yarattı,
şimdi de yine O'na dönüyorsunuz. 22. Vaktiyle siz, ne kulaklarınızın ne
gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinizde şahitlik etmesinden
sakınıyordunuz; üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini
sanıyordunuz. 23. İşte Rabbiniz hakkında taşıdığınız bu kanaatiniz sizi
mahvetti, sonunda kaybedenlerden oldunuz. 24. Artık dayanabilirlerse
kalacakları yer ateştir; kendilerine yeni bir fırsat verilmesini talep etseler
de bu talepleri kabul edilmez, 25. Onların yanlarına bazı arkadaşlar kattık;
sonra bunlar, önlerinde bulunanı da arkalarında olanı da onlara şirin gösterdi.
Böylece kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları
hakkındaki hüküm onlar için de kesinleşti. Kuşkusuz onlar hüsrana
uğramışlardır. [40]
Tefsiri
19. "Allah düşmanları" deyimi, "O'nun buyruklarını
reddeden inkarcılar[41] veya
"ilklerinden sonlarına kadar bütün inkarcılar[42] olarak
açıklanmıştır. Ancak Taberî, bu deyimin özellikle Kur'an'in ilk muhatapları
olan Mekke putperestleri için kullanıldığına işaret eder (XXIV, 106); İbn Âşûr
da aynı görüşü ısrarla savunur. Ona göre Ku-reyş müşriklerinin bu şekilde
anılmalarının sebebi, Resûlullah'a düşman olmalarıdır. Nitekim Resûlullah'ı ve
müslümanları yurtlarından çıkarmaları sebebiyle Allah Teâlâ onlardan
"benim ve sizin düşmanlarınız" [43] diye
söz etmiştir (XXIV, 264-265).
"Öncekiler
ve sonrakiler"den maksat, tarihin bütün dönemlerinde inkâr ve İsyanı iman
ve itaate tercih etmiş olanlardır. Âyette bunların kıyamet günü, cehenneme
atılmak üzere bir araya getirilecekleri, böylece inkârda birleştikleri gibi
ceza görmekte de birleşecekleri bildirilmektedir. [44]
20-23. Âhirette insanlarının dünyadayken yapıp ettikleri ortaya konduğu
sırada, kötülük işlemiş olanların bazı organlarının kendi aleyhlerine şahitlik
edeceği başka âyetlerde de bildirilmektedir. [45]
Süddî, Ferrâ gibi bazı müfessirler, derilerinin onlar aleyhinde tanıklık
etmesiyle, vücutlarının cinsel günahları hakkında şahitlik yapacağının
kastedildiğini ileri sürmüşlerdir. [46] Âyette şu gerçek anlatılmaktadır: Âhirette hiç
kimseye haksızlık edilmeyecek, yargı sırasında günahkârların bizzat kendi
organları da Allah tarafından verilen bir tür ifade kabiliyetiyle veya
işledikleri günahların onlarda bıraktığı izler vasıtasıyla suçlarını ortaya
koyacaklardır.
Râzî,
derinin dokunma duyusuyla ilgili olduğunu hatırlattıktan sonra âyette beş
duyudan özellikle işitme, görme ve dokunma ile İlgili duyu organlarına yer
verilirken tatma ve koklama duyularından söz edilmemesini özetle şöyle açıklar:
Tatma duyusu bazı yönlerden dokunma duyusuyla aynıdır; çünkü tat algılaması dil
derisinin tadılan nesneye temasıyla gerçekleşir. Koklama duyusuna gelince bu,
insanda yükümlülüklere konu olması bakımından diğer duyular kadar önemli
değildir, bununla ilgili buyruklar ve yasaklar bulunmamaktadır (XXVII, 116).
Buhârî
ve Müslim'in Sahîh'lm gibi hadis kaynakları, 22. âyetin, müşriklerin
Allah hakkındaki telakkilerini ifade eden "...üstelik yaptıklarınızın
çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz" mealindeki bölümüyle ilgili
olarak Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle bir bilgi aktarırlar: "Bir ara
Kabe'nin örtüsüne tutunmuş duruyordum. Bİri Benî Sakîf ten, ikisi Kureyş'ten
veya biri Kureyş'ten ikisi Benî Sa-kîf'ten olan üç kişi geldi. Bunların
göbeklerinin eti çok ama akıllarının bilgisi azdı. O güne kadar duymadığım
laflar ettiler. Biri dedi ki: 'Ne dersiniz, Allah konuşmamızı işitiyor mudur?'
Diğeri, 'Sesimizi yükseltirsek duyar, yükseltmezsek duymaz', üçüncüsü ise
'Bence açıktan konuştuğumuzu duyuyorsa gizli konuşmalarımızı da duyar' dedi. Bu
konuşmaları Hz. Peygamber'e anlattım; bunun üzerine 'Vaktiyle siz, ne
kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinizde şahitlik
etmesinden sakınıyordunuz; üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini
sanıyordunuz. İşte Rabbiniz hakkında taşıdığınız bu kanaatiniz sizi mahvetti,
sonunda umduklarım kaybedenlerden oldunuz' mealindeki âyetler indi"[47]"Taberî'nin
kaydettiğine göre (XXIV, 112) Hasan-ı Basrî, "İşte Rabbiniz hakkında
taşıdığınız bu kanaatiniz sizi mahvetti, sonunda kaybedenlerden oldunuz"
mealindeki 23. âyeti açıklarken şöyle demiştir: "İnsanların amellerinin
değeri Allah hakkındaki kanaatlerine bağlıdır. Mümin, Allah hakkında hüsnü
zanda bulunur, bu sayede işini de güzelleştirir. İnkarcı ve münafık ise Allah
hakkında sû-izanna sahip olduğu için ameli de kötü olur." Aynı âyet
dolayısıyla Katâde, Kur'an'da biri "kurtarıcı zan", diğeri "mahvedici
zan" olmak üzere iki çeşit zan-dan söz edildiğini belirtmiştir. Allah'a
kavuşacaklarına [48] ve âhirette hesap vereceklerine[49] inananların
bu inançları için kullanılan "zan" kavramları kurtarıcı zannın,
konumuz olan âyetlerde geçen "zan" da mahvedici zannın örnekleridir. [50]
24. Farklı kıraat şekillerine göre âyetin son cümlesi, "Allah'ın
hoşnutluğunu kazanabilmeleri için kendilerine fırsat verilmesini talep etseler
de bunu yapamazlar, bu imkânı elde ede»ıezler" veya "Rablerinin
kendilerini bağışlamasını dilemek isterlerse de buna güçleri yetmez"[51]
"Sevdikleri şeylere tekrar kavuşmaları için Allah'a yalvarsalar da buna
layık olmadıkları için İstekleri kabul edilmez" gibi değişik şekillerde
yorumlanmıştır. Son yorumu aktaran Şev-kânî âyetten şu anlamı çıkarır:
"Allah'ın kendilerinden hoşnut olmasını dilerler fakat dilekleri kabul
edilmez; çünkü artık ateşe atılmaları kesinleşmiştir" (IV, 586). [52]
25. Klasik tefsirlerde "arkadaşlarda, Peygamber'e ve Kur'an'a
inanmamakta ısrar eden müşriklere dünyada musallat olan şeytanların kastedildiği
belirtilir. İbn Âşûr ise bu arkadaşların, insanın ya dışında veya içinde
olabileceğini, dışındakilerin "küfür davetçİleri ve öncüleri" olan
insanlar, içindekilerin ise kişiye vesveseler veren, onu günah ve kötülüklere,
haksızlıklara kışkırtan şeytanlar olduğunu ifade eder (XXIV, 274).
"Sonra
bunlar, önlerinde bulunanı da arkalarında olanı da şirin gösterdi" diye
çevirdiğimiz âyetin ilgili kısmı hakkında yapılan ve müfessirlerin çoğunluğu
tarafından benimsenen açıklamaları Şevkânî'den (IV, 588) yararlanarak şöyle
özetleyebiliriz: Sözü edilen arkadaşları kendilerine, içinde yaşadıkları dünya
işlerini, onun bayağı zevklerini çekici gösterdiler; onları tamamen dünyaya
bağlayarak günah ve isyanlara boğulmalarını sağladılar; keza dünya hayatının
ötesiyle yani âhi-retle ilgili olarak da onları aldattılar; yeniden dirilme,
âhiret sorgusu, cennet, cehennem gibi geleceğe dair inanç konularını inkâr
ettirdiler. İbn Âşûr ise âyetin aynı bölümünü özetle şöyle açıklar:
"Önlerinde bulunan" ifadesi dünya işleriyle ilgilidir ve su anlama
gelir: Kötü arkadaşları onlara putlara tapmak, evlât katli, başkasının malını
yemek, el ve dil ile insanlara zarar vermek, kumar oynamak, ahlâksızlık yapmak,
zina etmek gibi çirkin işleri şirin gösterdi; onları bu işlere alıştırdı.
"Arkalarında olan" ise Allah'ın sıfatlan, âhiret halleri gibi duyu
sınırlarını aşan, gayb âlemine dahil olan konulardır. Putperestlerin Allah'a
ortak koşmaları, ona evlât nispet etmeleri, gizli yaptıkları işlerin Allah'ın
bilgisi dışında kalacağı şeklindeki ahmakça kanaatleri, peygamberler
gönderilmesini imkânsız görmeleri, yeniden dirilme ve âhiret sorgusu gibi inanç
esaslarım reddetmeleri saptırıcı arkadaşlarının putperestlere şirin gösterdiği
tavırlardan bazılarıdır (XXIV, 275). Âyet, sosyal çevrenin, arkadaşlık ve
dostluk ilişkilerinin, inanç ve ahlâk telakkilerinin oluşması ve gelişmesi
üzerindeki tesirine de dikkat çekmektedir.
Cin kelimesi
Kur'an'da genellikle varlığı kabul edilen, insanlar gibi yükümlülük taşıyan,
iyileri ve kötüleri bulunan, duyu ötesindeki ruhanî varlıkları İfade eder.
Bunların kötüleri ve putperestler hakkında kesinleştiği bildirilen
"hüküm", Peygamber ve Kur'an'ın'ikazlanm, irşatlarını ciddiye
alacakları yerde onlara karşı mücadele açan ve böylece kendilerine musallat kılınan
arkadaşların saptırıcı kışkırtmalarıyla yanlış inançlara ve kötülüklere
boğulanların mâruz kalacakları dünyevî ve uhrevî ceza hükmüdür. Âyette onların
bu akıbetleri "hüsran" olarak değerlendirilmektedir. [53]
Meali
26. İnkarcılar dediler ki: "Bu Kur'an'a kulak
vermeyin, okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız." 27. O inkâra
sapanlara mutlaka şiddetli bir azap tattıracağız, onları yaptıklarının en
kötüsüne denk bir şekilde cezalandıracağız. 28. İşte Allah düşmanlarının
cezası: Ateş! Âyetlerimizi inatla inkâr etmelerinin cezası olarak orası onların
sonsuza kadar kalacakları yer olacaktır. 29. İnkâra sapmış olanlar şöyle
diyecekler: "Rabbimiz! Bizi saptıran şu cinleri ve insanları bize göster,
onları ayaklarımızın altına alalım ki[54]
Tefsiri
26. Hz. Peygamber, âyetler kendisine geldikçe bunları
çoğunlukla Kabe çevresinde yüksek sesle insanlara okur, inanan ve İnanmayan
herkes onu dinlerdi. [55] Râzî'nin de belirttiği
gibi (XXVII, 119-120) Araplar, Kur'an'ın mânasının ve sözlerinin mükemmel
olduğunu biliyor; onu işiten herkes, lafızlarının güzelliğini fark ediyor,
anlamlarını kavrıyor; benzersizlik, doğruluk ve tutarlılığına aklıyla
hükmediyordu. Bu yüzden toplumsal konumlarını kaybedeceklerinden korkan
Mekke'nin ileri gelenleri, nüfuzları altındaki insanların âyetleri dinlemelerini
önlemek için tedbirler düşündüler. Sonuçta adamlarından, Hz. Peygamber âyetleri
okurken yüksek sesle şiirler okuyarak, ıslık çalıp el çırparak, anlamlı
anlamsız sözler söyleyerek gürültü çıkarmalarını, yaygara koparmalarını ve
böylece Resûlullah'tn sesini bastırarak okuduğu âyetlerin anlaşılmasını
önlemelerini istemişlerdir. [56]
27-28. Müşriklerin, âyetleri inkâr etmekle kalmayıp onları
etkisiz hale getirmek ve bu suretle insanların Kur'an'ın sesine serbestçe kulak
verip ondan yararlanmalarını engellemek İçin her yola başvurmalarının cezasını
ağır bir şekilde Ödeyecekleri bildirilmektedir. 27. âyetteki "şiddetli
azap", müşriklerin müsliimanlar karşısında uğrayacakları yenilgiler,
"yaptıklarının en kötüsüne denk ceza" da âhi-ret azabı olarak yorumlanmıştır
(İbn Atıyye, V, 13). Bu son ifade iki şekilde açıklanmıştır: a) Yaptıklarının
en kötüsü Allah'a ortak koşmakolduğu için cezaları da buna uygun ağırlıkta
olacaktır; b) Onların bazı iyi işleri de olmakla birlikte iman etmedikleri İçin
âhirette iyilikleri dikkate alınmayacak, kötülüklerine göre yargılanıp ceza
göreceklerdir. [57]
Putperestlerin
Allah'ın âyetleri karşısındaki olumsuz tutumları "inatla inkâr etme"
(cahd) şeklinde ifade edilmiştir. Râzî bunu şöyle açıklar: Çünkü onlar,
Kur'an'ın karşı konulamaz etkisinin farkında oldukları için insanların onu
dinlemeleri halinde mutlaka ona inanacaklarından korkuyor; buna karşı önlem
olarak da belirtilen çirkin yola başvuruyorlardı. Bu da gösteriyor ki aslında
onlar Kur'an'ın mucize olduğunu biliyor, ancak kıskançlık yüzünden onu inkâr
ediyorlardı (xxvn, 120). [58]
29. Kur'an, En'âm sûresinde (6/112) saptırıcı güçler olarak iki tür
varlıktan söz ederek bunları "cin ve insan şeytanları" şeklinde anar;
Nâs sûresinde de (114/4-6) aynı varlık türleri içinde, insanların kalplerine
vesvese veren (olumsuz veya asılsız duygu, düşünce fitleyen) İki şer kaynağının
bulunduğuna dikkat çeker. Böylece insan, dıştan kendi türünden olan kötü
insanların saptırıcı etkileriyle, içten de şeytan denilen görülmez güçlerin
yanıltma ve aldatmalanyla doğru yoldan uzaklaştığı, inkâr ve günah yoluna
saptığı için âhirette de Yüce Allah'tan âyette belirtilen dilekte bulunacaktır.
Bir yoruma göre inkarcıların hu husustaki duasıyla ilgili ifadenin anlamı
şöyledir: Ey Rabbimiz! Gerek insanlardan gerekse görülmez varlıklardan olup da
dünyada bizi yoldan saptırmış olanları göster bize; onları ayaklarımızın altına
alıp öyle tepeleyelim ki bizimkinden daha aşağıdaki cehennem katlarına
insinler; cehennemin en alt tabakasındaki en şiddetli azabı boylasm-lar. [59]
Meali
30. "Rabbimiz Allah'tır" deyip de dosdoğru
çizgide yaşayanlar, işte onların üzerine melekler şu müjdeyle inerler:
"Korkmayın, kederlenmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin! 31-32. Biz,
dünya hayatında da âhirette de sizin dostunuzuz. Orada, çok bağışlayıcı, çok
merhametli olan Allah'tan bir ikram olarak sizin için canınızın çektiği her şey
bulunacak, yine orada umduğunuz her şeyi elde edeceksiniz." 33. Allah'a
çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım" diyenden daha güzel
sözlü kim vardır! 34. İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en
güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda
düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş! 35. Bu sonuca
ancak sabırlı olanlar ulaşabilir, yine buna ancak (erdemlerde) büyük pay sahibi olanlar ulaşabilir. 36. Eğer
şeytandan sana bir fitleme gelirse hemen Allah'a sığın! Allah işitendir,
bilendir. [60]
Tefsiri
30-31. Yukarıda Kur'an'a karşı inatla mücadelelerini sürdürüp
onun sesini boğmak ve etkisini önlemek için tertipler hazırlayan İnkarcıların
karşılaşacakları ağır cezalardan söz edilmişti; buradan 36. âyete kadar da
müminlerin temel nitelikleri ve uhrevî ödülleri özetlenmektedir. İnancını
yüreklice dile getirenleri takdirle anan bir ifade tarzının sezildiği 30.
âyette, belirttiğimiz niteliklerin en önemlileri olan, hatta bir bakıma onları
da kuşatan şu iki nitelik öncelikle zikredilmektedir: a) Allah'ı rab tanımak,
b) Dosdoğru çizgide yaşamak. Hz. Peygamber de kendisinden sımsıkı sarılacağı
temel ilkenin ne olduğunu soran bir sahâbîye, "Allah'a inandım de ve sonra
dosdoğru ol" buyurmuşlardır. [61] Dinî
terminolojide yalnızca Allah'ı rab tanımaya "tevhîd-i rubû-biyet"
denmektedir. Bu tevhid, insan varlığının en yüksek amacı, bütün yetkinlik
şartlarının en önemlisi kabul edilen mârifetullah'ı
da içerir. Mârifetullahın bir ifadesi olan "Rabbim Allah'tır"
ikrarı gönüllere her türlü sekten şüpheden uzak bir şekilde işleyince bu ikrar,
insanın duygu, düşünce ve eylem dünyasına da yansıyarak onu doğru, iyi ve
adaletli çizgiye yöneltir. Âyette bu yöneliş, "dosdoğru çizgide
yaşamak" diye çevirdiğimiz istikamet
kavramıyla ifade edilmiştir. Râzî, buradaki istikametin din, tevhid ve
bilgiyle (marifet) veya erdemli işlerle ilgili olduğu yönünde iki farklı görüş
bulunduğunu belirtir (XXVII, 121). Ancak bize göre her iki görüş de
isabetlidir. Yorumlarında Kur'an'ın ilk muhatapları olan putperest Araplar'ın
dinî telakkilerini, psikolojik, sosyal ve siyasal yapılarını ve davranışlarını
dikkate almaya özen gösteren Taberî de kelimeyi bu geniş kapsamına göre
yorumlamıştır (XXIV, 114).
Müminlerin
üzerine meleklerin inmesi ne zaman gerçekleşir? Bu soruya başlıca şu cevaplar
verilmiştir: a) Ölüm sırasında; b) İnsanlar yeniden diriltilip kabirlerinden
çıkartıldıkları sırada; c) Ölüm sırasında, kabirdeyken ve yeniden dirilme
sırasında olmak üzere üç defa. [62] 25. âyette inkarcılara sapkınlıklarını
arttıran kötü dostların musallat edildiği bildirilmişti. Burada ise müminlerin
üzerine, onlara müjdeler getiren meleklerin İnmesinden söz edilmekte; bu
meleklerin, sadece ankette değil, dünya hayatında da müminlerin dostu oldukları
belirtilmektedir. Bundan anlaşıldığına göre bazı melekler, "Rabbi-miz
Allah'tır" dedikten sonra bu inanç çizgisini sürdüren ve hayatım bu inanca
uygun eylemlerle bezeyen insanların iyiliklerini arttırmalarına yardımcı
olmakta; bu suretle ilâhî inayetin melekler vasıtasıyla müminler üzerine inmesi
süreklilik kazanmaktadır. [63]
Râzî'ye
göre 31. âyetteki "canınızın çektiği her şey" ifadesiyle cennetteki
maddî nimetler, "umduğunuz her şey" ifadesiyle de manevî nimetler
kastedilmiştir (XXVII, 123). Aynı müfessir, "ikram" diye çevirdiğimiz
metindeki "nüzul" kelimesinin özellikle misafire yapılan ikram için
kullanıldığını hatırlatarak, bu kelimeden, nasıl ki cömert bir ev sahibi
misafirine, sahip olduğu şeylerin en değerli olanlarını ikram ederse Allah
Teâlâ'nın da cennetine kabul buyurduğu mümin kullarına en güzel nimetlerini
ikram edeceği anlamının çıktığını belirtmektedir. [64]
33. "Allah'a çağırmak"tan maksat, tevhid inancına ve Allah'a
itaate davet etmektir. [65] Bazı müfessirler, burada özellikle Hz.
Peygamber'in övüldüğünü belirtmişlerdir, Övülenin müezzinler olduğu söylenmişse
de ezan uygulamasına Medine döneminde geçildiğinden bu görüş isabetli değildir.
Hz. Peygamber Allah'a davet eden ve Allah'ın iradesine uygun güzel işler yapan
İlk müs-lüman olduğundan âyetteki övgünün öncelikle onunla ilgili olduğu
muhakkaktır; ancak âyetin, Resûllah'ın yolunu izleyerek aynı niteliklere sahip
olan her müslü-manı kapsadığını da kabul etmek gerekir.
Âyet,
kendisini İslâmî kimlikle tanıtan kimsenin bu kimliğe yaraşır bir hayat
yaşamasının (amel-i sâlih^ahibi olmasının), insanları her şeyden önce güzel
ahlâk ve örnek davranışlarla İslâm'a kazandırmaya çalışmasının önemine ve
gerekliliğine de dikkat çekmektedir. [66]
34-35. Zemahşerî, kötülüğün en güzel davranışla savılmasını şöyle açıklar:
"Biri sana kötülük ettiğinde onu affetmen bir iyiliktir; ama bundan da iyi
olanı, onun sana yaptığı kötülüğe iyilikle karşılık vermendir... Eğer bunu
yaparsan amansız düşmanın sıcak bir dost haline gelir" (in, 392). Râzî,
âyetin bağlamını da dikkate alarak buradaki iyilik ve kötülüğün özellikle şu
anlamlan içerdiğini belirtir: İyilikten maksat, Resûlullah'ın insanları hak
dine davet etmesi, inkarcıların küstahça davranışlarına sabretmesi, intikam
peşinde koşmaması, kötülüğe kötülükle karşılık vermemesidir, Kötülükten maksat
ise putperestlerin "Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz
kapalıdır" (5. âyet); "Bu Kur'an'a kulak vermeyin, okunurken gürültü
yapın" (26. âyet) gibi ifadeleriyle sergiledikleri aşağılık davranışlardır.
Âyette bir bakıma şöyle buyurulmuş olmaktadır: "Ey Muhammed! Sana yakışan
davranış iyilik, onlara yakışan da kötülüktür. İyilikle kötülük bir olmaz; yani
eğer sen iyilik yaparsan dünyada saygınlığı, âhirette de sevabı hak edersin;
onlar da (kötülükleri nedeniyle) bunun tersini hak ederler. Şu halde onların
kötülüklere yönelmeleri senin iyiliği sürdürmene engel olmamalıdır... Onların
barbarca ve câhilce hareketlerini bütün tutumların en güzeliyle savmaya bak;
eğer onların kötü huylarına karşı sabrını ısrarla sürdürür, terbiyesizliklerine
öfkeyle, verdikleri zararlara eza ve cefa ile karşılık vermezsen bir gün gelir
onlar da kendi kötü huylarından dolayı utanır, o çirkin davranışlarını da artık
terk ederler"[67]
Kur'ân-ı Kerîm de Resûlullah'ı müslümanlara bir davranış modeli olarak gösterdiğine
göre[68] her
müslümamn iyiliğe en güzel davranışla kargılık vermek gibi yüksek erdemlerle
donanması ahlâkî bir görevdir; buna göre âyet, bütün müslümanlar İçin bir ahlâk
ilkesi koymaktadır. Nitekim 35. âyetin İfade tarzından da bu anlaşılmaktadır.
Bu âyette ayrıca kötülüğe iyilikle karşılık vermenin, nefse ağır geldiğine, ama
aynı zamanda yüksek bîr ahlâkî hedef olduğuna da işaret edilmekte, bu hedefe
ulaşmanın birinci şartının da sabır olduğu belirtilmektedir. Âyetteki
"büyük pay sahibi olanlar" anlamına gelen ifade, bu bağlamda sabrın
yanında onu destekleyici mahiyetteki ahlâkî erdemlerle bezenmiş olanları ifade
etmektedir. [69] İbn Atıyye, "büyük
pay" deyimiyle akıl ve erdemin kastedildiğini belirtir; aynı müfessire
göre bununla cennet ve uhrevî mükâfat da kastedilmiş olabilir. Bu takdirde âyet
uhrevî bir vaad içermektedir (V, 16).
Kötülüğe
İyilİklelcarşılık vermenin düşmanlıkları sıcak dostluklara çevireceği yönündeki
açıklama, ahlâk psikolojisi ve toplumsal barış açısından son derece önemli bir
gerçeği ortaya koymaktadır. Kuşkusuz insanların bazı kötülüklerini hukukî
yaptırımlarla önlemek mümkündür; ancak hiçbir toplumu sadece bu yaptırımlarla
uzun süre ayakta tutmanın, hele bu yolla insanlar arasında dostluk ve kaynaşma
sağlamanın, kalıcı toplumsal ilişkiler kurmanın mümkün olmadığı hemen bütün
siyaset ve hukuk felsefecileri tarafından kabul edilmektedir. Özellikle
bireysel özgürlüklerin öne çıkarıldığı yönetimlerde bu özgürlüklerin anarşiye
dönüşmemesi için hakkına razı olmak, bağışlamak, yardımlaşmak, sıkıntıları
paylaşmak vb. feragat örneği davranışların geliştirilmesine, bunun için de
insanların bu yönde eğitilmelerine büyük ihtiyaç vardır. Bu yapıcı
davranışların en ileri derecesi, kişinin kendisine yapılan bir kötülüğü
cezalandırması mümkün olduğu halde bunu yapmak yerine bağışlama yolunu seçmesi,
hatta kötülüğü iyilikle karşılama yüceliğini gösterebilmesidir. İslâm ahlâkında
bu erdemin adı bilim'dir. Nitekim İbn Atıyye âyetteki kötülüğe iyilikle
karşılık vermeyi öğütleyen kısmın, "bütün ahlâk güzelliklerini ve hilim
çeşitlerini" kapsadığını belirtir ve selâm verme, öfke duygusunu bastırma,
alacak-verecek ilişkilerinde kolaylaştırıcı olma gibi güzel davranışları bu
çerçevede değerlendirdikten sonra Abdullah b. Abbas'ın şu sözünü aktarır: "Mümin
kişi bu erdemli işleri yaparsa Allah onu şeytanın etkilerinden korur,
düşmanının dahi ona saygı duymasını sağlar" (V, 16). Bu açıdan
bakıldığında Hz. Peygamber'in feragate dayalı ahlâkî tutumu ile siyasî ve
sosyal basanları arasında kesin bir ilişkinin bulunduğu görülür.Kur'ân-ı
Kerîm'İn affetme, kötülüğe iyilikle karşılık verme gibi öğütleri bireysel
hakların ihlaliyle ilgili olup kamu haklarını kapsamadığı bizzat Hz.
Pey-gamber'in uygulamalarından anlaşılmaktadır. [70] daha sonraki müslüman devlet ve hukuk adamlarının
görüş ve uygulamaları da bu yönde olmuştur. [71]
36. Buraya kadar insanların, "Rabbimiz Allah" dedikten sonra
dosdoğru çizgide yürümeleri, Allah yolunun davetçileri olmaları, güzel ve
yararlı işler yapmaları, Allah'a teslim olup müslüman olmayı en yüce değer
olarak bilmeleri, kötülüğe iyilikle karşılık vererek aralarında sıcak dostluk
ve kardeşlik ilişkileri kurmaları ve bunu başarmak için başta sabır olmak üzere
gerekli erdemlerle bezenmeleri, bsaca -İbn Atıyye'nİn deyimiyle- "bütün
ahlâk güzellikleri ve bilim çeşitleriyle" yani barışçıl duygu, düşünce ve
davranışlarla donanmaları ideal bir müslüman olmanın ve sağlıklı bir toplum
ilişkisi kurmanın gerekleri olarak ortaya kondu. Ancak bu yol, pürüzsüz,
engelsiz değildir; en büyük engel de şeytanın içimize attığı olumsuz duygular,
dürtülerdir. Şeytan, insanın içinde kin ve öfke duygularını alevlendirir,
İntikam arzularını tahrik eder, günah ve isyan eğilimlerini güçlendirir;
sonuçta kişiyi Kur'an'ın öğütlediği üstün ahlâktan uzaklaştırmak ister. İşte
âyet bu büyük ve tehlikeli engeli aşmanın en güvenli çaresini göstermektedir:
Allah'a sığınıp O'nun yardım ve desteğini istemek... Müfessirler, Allah'a
sığınma buyruğunun aynı zamanda şeytana boyun eğmeme iradesini ve çabasını da
içerdiğini ifade ederler. Âyete Allah Teâlâ'nın, kendisine sığınanın yardım
talebini işittiğine, şeytan tarafından onun içine atılan dürtüleri bildiğine
işaret edilmektedir. Allah, -Ankebût sûresinin 69. âyetinde de vaad ettiği
üzere- elbette kendisine sığınan kulundan yardımını esirgemeyecek, onun ruhunu
bu olumsuz etkilerden arındıracaktır. [72]
Meali
37. Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun
işaretlerindendir. Eğer gerçekten Allah'a tapıyorsanız güneşe de aya da secde
etmeyin, onları yaratan Allah'a secde edin. 38. Şayet kibirlerine
yediremezlerse bilsinler ki Rabbinin katında bulunanlar bıkıp usanmadan, gece
gündüz O'nu teşbih etmektedirler. 39. O'nun işaretlerinden biri de şudur: Sen
arzı kupkuru görürsün; ama üzerine yağmur indirdiğimizde toprak canlanıp
kabara*. Ona can veren, elbette ölülere de can verir. O ber şeye kadirdir. 40.
Âyetlerimiz konusunda gerçekten sapanlar bizden gizlenemezler. Bu durumda ateşe
atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü (huzurumuza)
güvenle gelen mi? İstediğinizi yapın!
O, yaptıklarınızı görmektedir. [73]
Tefsiri
37. Bazı müfessİrler bu âyetin muhatabının Sâbiîler olduğu
anlamına gelen açıklamalar yapmışlarsa da [74] bu yaklaşıma katılmak mümkün değildir. Zira
Araplar'daki putperestlik inancının gök cisimlerine kutsallık yükleyen
telakkilerle yakın ilgisi vardır. Şöyle ki, arkeolojik kaynaklar, İslâm'dan
önce Güney Arabistan'da ay, güneş ve Zühre (Aster, Işter) yıldızlarından oluşan
üçlü bir tanrılar sistemine inanıldığını göstermektedir. Çevre kültürlerde
yaygın olan bu tür inançların zamanla İslâm'ın zuhur ettiği Hicaz coğrafyasına
da yayıldığı anlaşılmaktadır. Câhiliye dönemi Araplan'nda güneşe tapınmanın
başlangıcı milattan öncesine kadar uzanır. Güneşle ilişkisi olduğuna inanılan
birçok tanrı veya put adı kullanılmaktaydı. Bunlardan Kur'an'da Menât'la
birlikte anılan[75] Lât ve Uzzâ, güneşi
temsil eden birer tanrıça sayılıyordu. Özellikle Güney Arabistan kültünde
önemli yeri olan ay tanrısına Ved (Vüd, Ed) adı verilirdi. Semûd ve Lihyan gibi
kuzey Arabistan kitabelerinde de Ved adına rastlanmakta,keza Kur'an'da Câhiliye
tanrıları arasında Ved ismi de geçmektedir[76] Abdüved (Ved'İn kulu), Abdüşşems (güneşin
kulu) gibi erkek isimlerinin kullanılması, aya ve güneşe tapınmanın Kuzey
Arabistan ve Hicaz'da da yaygın olduğunu gösteren başka kanıtlardır. [77] Bu
bilgiler dikkate alındığında Câhiliye döneminde tapılan birçok putun güneş, ay
ve diğer bazı gök cisimlerini temsil ettiği ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple
konumuz olan âyetin muhataplarım Sâbiîler'le sınırlama çabalan yanında İbn
Âşûr'un, "Kur'an'ın indiği dönemde Araplar arasında güneşe ve aya
tapanların bulunduğunu tespit edemedim" şeklindeki ifadesini (XXIV, 299),
doğrudan doğruya bu gök cisimlerine tapınmanın bulunmadığı anlamında düşünmek
gerekir.Âyette, gece ve gündüzün akışı gibi güneş ve aym arbği ü iih: kudretin
birer işareti, kanıtı olduğuna göre bu tür gök cisimlerine tapmak yerine onları yaratan Allah'a
tapmanın gerekli olduğu, basit bir aklî çıkarım olarak ortaya konmaktadır.
Burada asıl vurgu, tapılmaya lâyık olanın, sadece yüce yaratıcı olduğu,
O'nun
dışındaki bütün nesneler, olgular yaratılmış olduklarından bunların tapılmaya
da değer olmadıkları gerçeğidir. [78]
38. Mekke'nin aristokrat
kesiminin İslâm'ı reddetmelerinin temel sebeplerinden biri de Hz. Peygamber'e
tâbi olmayı ve onun etrafında toplanan sıradan insanlar arasına katılmayı,
onlarla birlikte Allah'a secde etmeyi kendilerine yedirernemeleri şeklindeki
ilkel bir benlik duygusuydu; bunu bizzat kendileri de ifade ederlerdi. İşte
âyette bu zihniyete değinilmekte ve Allah'ın, onların secdelerine, ibadetlerine
ihtiyacı olmadığı, esasen O'nun bıkıp usanmadan kendisine ibadet eden başka
kullarının bulunduğu bildirilmektedir. Tefsirlerde bu kulların melekler olduğu
belirtilir.
"Rabbinin
katında bulunanlar" ifadesi meleklerin mekân yönünden değil, itibar, değer
ve O'na yakın olma çabası içinde bulunma yönünden Allah'a yakınlıklarını
gösterir. Râzî, bu ifadeye göre meleklerin insanlardan daha üstün olduğunu
belirtir (XXVII, 129). Melek olsun insan olsun, Allah katında yücelik ve değer
kazanmış varlıklar bile O'na secde ederlerken daha aşağı derecede bulunanların
secde etmeyi benliklerine yedirememeleri büyük bir kusurdur, İdraksizliktir. [79]
39. Müşrik Araplar'ın İslâm karşısındaki temel bir tutumları da herkesin bu
dünyada benimsediği inanç, tutum ve davranışlarının hesabını vereceği âhiret
hayatını, dolayısıyla yeniden dirilmeyi inkâr etmeleriydi. Âyette kuru toprağa
can veren gücün insanı yeniden diriltmeye de muktedir olduğu hatırlatılmaktadır.
Ancak, âyette Allah'ın ölüleri dirilten gücü mutlak ifade edildiğinden, burada
sadece insanların öldükten sonra diriltilmesi kastedilmeyip bunun yanında
mutlak olarak canlılık, sağlık, zindelik, verimlilik, üretkenlik, zihin
açıklığı, kalp aydınlığı gibi her türlü olumlu yetenek ve aktiviteleri verenin
Allah olduğuna işaret edildiği de düşünülebilir. [80]
40. "Gerçekten sapma" olarak çevirdiğimiz âyet metnindeki ilhad kavramı, sözlükte "sapma,
ayrılıp uzaklaşma" anlamına gelir. Buradaki manasıyla ilgili olarak şu
açıklamalar getirilmiştir: Kur'an'a imandan sapmak; Kur'an tilâveti sırasında
ıslık çalarak, el çırparak, şarkı söyleyip kuru gürültü yaparak Kur'an'ın
sesini boğmak suretiyle haksızlığa sapmak, âyetler hakkında yalan dolan sözler
sarfetmek, inatçılık ve zorbalık yapmak, şirke sapmak[81] Âyetteki ilhad kavramının bütün bu olumsuz
davraiuşlan kapsadığı, dolayısıyla inkarcıların Kur'an ve İslâm konusunda
gerçeği saptırmayı amaçlayan, haksızlık ve şiddete dayanan inatçı tutumlarını
ifade ettiği düşünülebilir. Âyet, bu tutumları sergileyenlerin Allah tarafından
çok iyi bilindiği uyarısında bulunmakta; bu tavırları yüzünden ateşe atılmayı
hak edenlerle dürüstlüğü ve hakikati ilke edinenlerin eşit değerde
olmadıklarını, uhrevî akıbetlerinin de aynı olmayacağını, birincilerin ateşte,
ikincilerin güvenlik yurdu olan cennette olacaklarını haber vermektedir. [82]
Meali
41. Bu uyarıcı kitap kendilerine geldiğinde onu
inkâr edenler (cezalarını görecekler). O, gerçekten çok değerli bir kitaptır. 42. Ne
başlangıcında ne de sonrasında ona asılsız bir şey girebilir; O, hikmet sahibi,
övgüye layık olan Allah katından indirilmiştir. 43. Sana, senden önceki
peygamberler için söylenenlerden farklı bir şey söylenmemektedir. Gerçekten
Rabbin hem mağfiret sahibidir hem de O'nun çok yakıcı bir azabı vardır. 44.
Şayet biz onu yabancı dilde okunan bir kitap olarak indirseydik mutlaka şöyle
diyeceklerdi: "Âyetlerinin açık seçik anlaşılır olması gerekmez miydi?
Arab'a yabancı dilden bir kitap, öyle mi!" De ki: "O, inananlar için
bir rehber ve şifadır; inanmayanlara gelince onların kulaklarında bir sağırlık
vardır, Kur'an onlara kapalıdır, (sanki) onlara uzaktan sesleniliyor. 45. Biz, vaktiyle Musa'ya Ki-tab'ı
indirmiştik ama onda da ihtilâfa düşülmüştü. Eğer Rabbin tarafından daha önce
verilmiş bir söz olmasaydı haklarında hüküm kesinleşmişti bile. Onun hakkında
gerçekten koyu bir kuşku içindedirler. 46. Kim doğru ve yararlı bir iş yaparsa
kendi iyiliği için yapmış olur; kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş
olur. Senin Rabbin kullarına asla haksızlık etmez. 47, Kıyametin zamanım bilmek
sadece Allah'a havale edilir; keza O'nun bilgisi olmadan ne meyveler
kabuklarını çatlatıp çıkar ne de bir dişi gebe kalıp doğurur. Allah onlara,
"Tanrılıkta bana ortak saydıklarınız nerede!" diye seslendiği gün,
"Sana açıkça söyleyelim, içimizde buna şahitlik edecek hiç kimse
yoktur" derler. 48. Artık daha önce taptıkları şeyler onları terkedip
kaybolmuş; kendileri de kaçıp kurtulacakları bir yer bulunmadığını
anlamışlardır. [83]
Tefsiri
41-42. Vahyin temel amacı insanlara inanç ve yaşayış
konularında doğruyu ve yanlışı, faydalıyı ve zararlıyı göstererek onları
aydınlatmak olduğu için âyette Kur'ân-ı Kerîm "uyarıcı kitap" (zikir)
diye anılmıştır. Bu kullanımı nedeniyle Kur'an'ın İsimlerinden biri olarak
gösterilen zikir kelimesi,
"değerli hatıra" anlamına da gelir. Kur'an, ona inanan ve yolundan
giden ilk neslin dilleri, inançları, erdemli yaşayışları ve mücadeleleriyle
saygm bir topluluk olarak daima y âdedi! -melerine vesile olacağı için bu isimle anılmıştır. "Çok
değerli" diye çevirdiğimiz âyet metnindeki azız kelimesi "güçlü"
anlamına da gelir. Esasen Kur'an'ın değerli oluşu, Allah kelâmı olup O'nun
katından gelmesinden, ayrıca 42. âyette de belirtildiği gibi kesinlikle asılsız
ve faydasız bir unsur içermemesinden, yani baştan sona gerçeği ihtiva
etmesinden; nihayet bu nitelikleri sayesinde onun özüne ve mesajına aykırı
bütün inanç ve ideolojilere karşı galip çıkmasından ileri gelir. Bu böyledir,
çünkü Kur'an, "hikmet sahibi, övgüye layık olan Allah katından
indirilmiştir"; hikmet sahibi olandan da ancak hikmete uygun olan, yani
mutlak doğru ve mutlak yararlı olan sözler İner.
"Ne
başlangıcında ne de sonrasında ona asılsız bir şey girebilir" cümlesi
genellikle, Hz. Peygamber ve Kur'an'ı ona indiren Cebrail de dahil olmak üzere
hiç kimsenin onda herhangi bir eksiklik veya fazlalık meydana getiremeyeceği
anlamına gelecek ifadelerle yorumlanmıştır. [84]
43. Mekke putperestleri, bir kısmına bu sûrede de değinilen bazı haksız
isnat ve suçlamalarla, alay ve tehditlerle Hz. Peygamber'i üzüyorlardı. Âyette
bu tür haksızlıklara, barbarca davranışlara önceki peygamberlerin de mâruz
kaldığı haber verilerek Resûlullah (s.a.) teselli edilmekte, dolayısıyla geçmiş
peygamberler gibi onun da sabırlı olması gerektiği hatırlatılmakta; Yüce
Allah'ın ona ve onunla birlikte inananlara mağfiretiyle, inkarcı ve haksız
davranışlarıyla onları incitenlere de şiddetli azabıyla karşılık vereceği
bildirilmektedir. Ayet, benzer tutumlara mâruz kalan her dönemdeki müsl
umanları da böyle durumlarda insanlığın önderleri olan peygamberlerin takındıkları
ortak tutum konusunda aydınlatmakta; dolayısıyla peygamberleri onlara ideal
örnekler olarak göstermekte, aynca onlara da hem teselli hem de ümit ve moral
aşılamaktadır. [85]
44, Kur'ân-ı Kerîm'in ilk muhatapları Araplar olduğu için onun Arap
diliyle indirilmesi de doğaldır. Eğer başka bir dilde indirilseydi âyette
belirtilen itirazı öne sürenler haklı olacaklardı. Bu âyet, Kur'an'ın Arap
olmayan toplumlar tarafından anlaşılıp gereğinin yerine getirilebilmesi için o
toplumların dillerine çevrilmesi gerektiğine de işaret etmektedir. Ancak bu
çeviriler, Kur'an'ın anlam ve içeriğini yansıtması bakımından elbette değerli
olmakla birlikte, "Allah'ın muradını eksiksiz kuşatan ve anlatan,
dolayısıyla İlâhî kelâm olarak özel değer taşıyan asıl kutsal kitap" anlamında
Kur'an, orijinal Arapça metinden ibarettir; çeviriler ise bu metni okuyanın,
yetenekleri ölçüsünde ondan anlayabildiği, anladıklarını kendi kelimeleriyle
ifade ettiği beşerî eserlerdir[86] Sonuç itibariyle Kur'an, mânalarının
anlaşılması ve hükümlerinin yerine getirilmesi İçin indirilmiştir; Arapça
bilenler orijinal metninden, bilmeyenler çeviri ve tefsirlerinden yararlanarak
onun içeriği hakkında bilgi edinirler. Ancak âyet, Kur'an'in rehberliğinden,
ruhlara şifa verici anlamlarından yararlanmanın bir iman konusu olduğuna;
Kur'an'ın ilkelerini ve hedeflerini kendi sosyal, ekonomik, siyasal vb.
konumlarına ve hedeflerine engel gören, bu nedenle Kur'an'a önyargılı bakan
inkarcıların, onun gerçek anlamını ve yol göstericiliğini de
kavrayamayacaklanna dikkat çekmektedir. "Kur'an onlara kapalıdır";
çünkü amaçlan Kur'an'ı anlamak değil, 26. âyette anılan davranışlarıyla da
ortaya koydukları gibi onu etkisiz kılmaktır. Âyetin, "(sanki) onlara
uzaktan sesleniliyor" anlamındaki son cümlesi, bu tutumlarıyla onların
Kur'an'ın ruhuna ve anlamına ne kadar uzak olduklarına işaret etmektedir.
Râzî'ye
göre (XXVII, 133-134) Kur'an'a inanmamakta haklı olduklarını göstermek için
türlü bahaneler arayan, gerekçeler icat etmeye çalışan putperestlerin, sûrenin
başında geçen "Bizi çağırdığın şeylere kargı kalplerimizin (akıllarımızın)
üzerinde örtüler, kulaklarımızda da bir sağırlık var; seninle bizim aramızda
bir perde bulunmaktadır" mealindeki sözlerine bu sûre bütünüyle bir cevap
oluşturmaktadır. Nitekim daha sürenin başında Kur'ân-ı Kerîm'İn başlıca özellikleri
anlatılırken, "Bilen bir topluluk için âyetleri apaçık anlaşılır hale
getirilmiş Arapça okunan bir kitaptır" buyurulmuştu. 44. âyette de
Kur'an'a karşı itirazlar üretmeye çalışanlara şu cevap verilmektedir: Eğer
Kur'an Arapça'dan başka bir dilde inseydi doğal olarak onu anlayamayacağınız
için anılan sözlerinizde haklı olabilirdiniz; ama Kur'an kendi dilinizde
indiğine göre artık onu anlamadığınızı ileri sürmeniz bir yalandan ibarettir.
Râzî,
âyet metnindeki "hüdâ" kelimesini, Kur'an'ın bütün iyiliklere rehber
ve bütün mutluluklara vesile" olmasıyla; "şifâ" kelimesini ise
Kur'an'ın rehberliğinden yararlanıp hidayete ulaşan insanın inkâr ve cehalet
hastalıklarından kurtul-masıyla izah eder (XXVII, 134). [87]
45. Allah'ın kitabı hakkında insanların ihtilâfa düşmelerinin, bazıları
ona içtenlikle inanırken bazılarının onu susturmaya çalışmalarının yeni
olmadığı gerçeği, Hz. Musa'ya indirilen kitap (Tevrat) örneğiyle
hatırlatılmaktadır. Âyete göre Allah Tealâ inkarcıları hak ettikleri cezaya
hemen çarptırmıyorsa bunun sebebi, O'nun, inkâr ve isyana'sapan insanlara,
isterlerse dönüş yapıp doğru yola yönelmelerini mümkün kılacak şekilde fırsat
tanıyan hükmü ve yasasıdır. [88]
46. Başta Kur'an'ın ilk muhatapları olmak üzere bütün insanlığa Allah'ın
evrensel bir yasası hatırlatılmaktadır. "Doğru ve yararlı iş" diye
çevirdiğimiz metindeki sâlih kelimesi,
Allah'ın varlığına ve birliğine inanıp O'nun hükümlerine göre yaşamak; mümkün
olduğunca çok sayıda insana, hatta diğer canlılara ve doğaya yararlı olabilecek
şeyler yapmak; meşru ölçüler çerçevesinde herkesle barış ve uzlaşma içinde olma
çabası göstermek gibi yapıcı davranışları içine alan geniş kapsamlı bir
kavramdır. Âyete göre bu şekilde doğru ve yararlı işler yapan bir kimse, -bu
dünyanın bazı arızî şartlan yüzünden hak ettiği iyiliği elde edemese, hatta
iyilik ettiği halde sıkıntı çekse bile- nihaî planda asla haksızlığa
uğratılmayacak, iyiliklerinin karşılığını bulacak; aynı şekilde kötülük
İşleyenler de cezalarını çekeceklerdir. "Senin Rabbin kullarına asla
haksızlık etmez" ifadesi, bir bakıma bu hususta ilâhî bir teminat anlamı
taşımaktadır. [89]
47-48. Herkesin, iyilik veya kötülük olarak yapıp
ettiklerinin karşılığını bulacağı, böylece ilâhî adaletin eksiksiz
gerçekleşeceği zaman ve yer, kıyametle başlayan öteki dünyadır. Müminler, bu
imanın verdiği sorumluluk bilinciyle yaşadıkları için olabildiğince "doğru
ve yararlı işler" yapmaya, kötülükten uzak durmaya çalışırlar.
"Kıyametin
zamanını bilmek sadece Allah'a havale edilir" İfadesi, müminlerin, bu
konudaki bilginin yalnızca Allah'a mahsus olduğuna inandıkları, gerçeği bu
şekilde dile getirdikleri anlamına gelir.Eski tefsirlerde 47. âyetin ilgili
kısmı, kıyamet saatinin bilgisi gibi, bitkilerin ürün vermesiyle dişilerin
hamilelik ve doğum yapma zamanına, ceninin cinsiyetine[90] dair
bilgilerin de sadece Allah'a mahsus olduğu şekilde yorumlanmıştır [91] Süleyman
Ateş'in de, "Allah'tan başka hiçbir varlık böyle gizli şeylere vakıf
değildir" diyerek aynı yorumu benimsediği görülmektedir (VIII, 146). Oysa
âyette kıyamet saatinin bilgisi sadece Allah'a tahsis edilirken, meyvelerin
ürün vermesi, dişinin gebe kalması ve doğurması örneklerinde böyle bir tahsis
yapılmayıp Allah'ın onları da bildiği belirtilmiş, O'ndan başkasının
bilemeyeceği anlamana gelebilecek bir ifade kullanılmamıştır. Buna göre,
kıyametin vaktini sadece Allah bilir; ürün verme, gebe kalma ve doğurma
zamanlarını, ceninin cinsiyetini ise insanlar da bilebilir. Nitekim günümüz
teknik imkânlarıyla bu bilgilere kolaylıkla ulaşılmaktadır. Ancak insanların
önceden bilgi edinebildiği şeylerin vakti geldiğinde mutlaka gerçekleşeceği de
düşünülmemelidir: Zira bizim önceden kestiremeyeceğimiz bazı engeller yüzünden
beklediğimiz olaylar umduğumuz gibi gerçekleşmeyebilir; âyetteki örneklerle ekinler,
meyveler ürün vermeyebilir, dişiler hamile kalmayabilir veya kannlanndakini
düşürebilirler. Ama Allah'ın bilgisi asla şaşmaz; çünkü O, olabilecek bütün
ihtimalleri de önceden bilir ve bildiği her şey bilgisine uygun olarak mutlaka
gerçekleşir. Bu sebeple âyette Allah'ın yaratmasıyla bilgisi arasındaki
ilişkiye de dikkat çekilmektedir[92] "İçimizde
buna şahitlik edecek hiç kimse yoktur" diye çevirdiğimiz cümle,
"Vaktiyle taptığımız o şeyleri şu anda hiçbirimiz göremiyoruz" veya
"Artık aramızda onların tanrı olduğuna şahitlik eden, böyle bir inanç
taşıyan hiç kimse yoktur" şeklinde yorumlanmaktadır. 48. âyetteki ifade,
ilk yorumun daha isabetli olduğu kanaatini vermektedir. [93]
Meali
49. İnsan, iyi şeyleri istemekten usanmaz; başına
bir kötülük geldiğinde ise büsbütün ümitsiz ve karamsardır. 50. Uğradığı bir
sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırsak mutlaka şöyle diyecektir: "Bu
benim hakkımdır; ayrıca kıyametin kopacağını sanmıyorum ama dönüp Rabbime
varacak olsam bile O'nun huzurunda benim için güzel şeyler bulunduğundan
eminim." Biz, inkâra sapanlara neler yaptıklarını mutlaka açık seçik
bildireceğiz ve onlara kesinlikle ağır bir azap tattıracağız! 51. Ne zaman
insanoğluna bir lütufta bulunsak arkasını dönüp uzaklaşır; başına bir kötülük
geldiğinde de uzun uza-dıya yalvarıp yakarır. 52. De ki: "Hiç düşündünüz
mü, ya bu (Kuran) Allah katından gelmiş, siz de onu inkâr etmişseniz? Bu durumda böylesine
kesin bir çatışma içine düşenden daha sapkın kim olabilir!" 53. Onun
gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve
kendilerinde bulunan kanıtlarımızı hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanıklık
etmesi (onlar için) yeterli
değil midir? 54. Bilesin ki onlar Rablerinin huzuruna çıkacakları konusunda
kuşku içindedirler. Kesinlikle unutulmamalı ki Allah her şeyi kuşatmıştır. [94]
Tefsiri
49-51. "İyi" diye çevirdiğimiz metindeki hayır kelimesi, bu bağlamda özellikle
zenginlik, sağlık, mevki, İtibar, güç gibi dünyevî imkân ve menfaatleri ifade
ettiği için kelimeyi bu bağlamda "çıkarına uygun şeyler" diye anlamak
uygun otur.
Burada
aslında Mekke putperestlerinin karakter yapısına dair bilgi verilmekle
birlikte, daha genel olarak sağlıklı bir din ve ahlâk eğitiminden geçmemiş,
ruhsal yetkinlik kazanmamış pek çok insanı da kuşatan bir karakter tipi
tanıtılmaktadır. 49. âyette ilâhî vahyin terbiyesinden geçip gönül zenginliğine
ulaşamamış, ruhsal arınmasını gerçekleştirememiş İnsanın dünyevî menfaatler
konusundaki açgözlülüğü; aynca böyle birinin, yine ruhî gelişmemiştik ve manevî
yoksulluk nedeniyle hayatın mİhnetleriyle, belâ ve sıkıntılarıyla
karşılaştığında sergilediği dayanıksızlık, ümitsizlik ve karamsarlık dile
getirilmektedir.
Bir
sıkıntıdan sonra nimet ve bolluğa, rahatlığa kavuştuğunda bunu Allah'ın lütfü
bilerek O'na şükran ve minnet duygularını arzetmek yerine, "Bu benim hakkınıdır;
bunu hak ederek kazandım; buna layık bir adam olduğum için Allah lütfetti"
gibi sözler söylemek veya bu anlama gelebilecek küstahça bir tavır takınmak,
51. âyetteki ifadesiyle "arkasını dönüp uzaklaşmak" da açıkça Mekke
putperestlerinin "cehalet ve sefâhet" olarak anılan barbarlık
zihniyetiyle örtüşen bir iman ve ahlâk yoksulluğu, hamlık ve cehalet alameti,
ahmakça bir kendini beğenmişlik ve kendine güven İşaretidir. Keza bu tiplerin,
"Rabbime varacak olsam bile O'nun huzurunda benim için güzel şeyler
bulunduğundan eminim" şeklindeki ifadeleri de aynı zihniyet ve karakter
yapısının dışa yansıması olan bir sorumsuzluk, ciddiyetsizlik ve küstahlık
Örneğidir. Bu âyetlerden çıkardığımız derse göre iman ve ahlâkta kemale ermiş
olan kişi ise, tam aksine, Allah karşısında kulluğunun bilincinde olur; nimeti
O'ndan bilir, sahip olduğunda şükreder, kaybettiğinde sabreder; yoklukta olduğu
gibi varlıkta da Allah'a kulluğunu ve niyazını sürdürür; nihayet âhiret
konusunda tam bir sorumluluk kaygısı duyar, buna göre yaşar, buna göre konuşur. [95]
52. Müfessirlerin ağırlıklı tercihini benimseyerek "bu (Kur'an)"
diye çevirdiğimiz zamirle dinin (şer') kastedildiği de söylenmiştir. [96] "Kesin bir çatışma içine düşen"den
maksat, Kur'an karşısında kalplerinin kapalı, kulaklarının tıkalı olduğunu
söyleyen (5. âyet), âyetler okunurken insanları gürültü çıkarmaya çağıran (26.
âyet) ve böylece Kur'an'ın sesini boğmayı amaçlayan muannit inkarcılardır.
Kur'an'ın Allah katından geldiği gerçeğinin, "Hiç düşündünüzmü"
diyerek başlayan soru cümlesiyle ortaya konması, putperestlerin olumsuzyargılarının
ve tutumlarının bilgi ve kanıta dayanmadığını göstermektedir. Onların, bu
şekilde düşünüp taşınmadan, kanıtsız ve gerekçesiz olarak Kur'an mesajına karşı
tavır koymaları âyette "çatışma" ve sapkınlığın en aşın derecesi
olarak değerlendirilmiştir. [97]
53. Allah, Kur'an'ın gelmeye başlamasından sonraki zaman diliminde öyle olaylar
gerçekleştirecek ki Kur'an muhalifleri bunları gördükten, duyduktan sonra artık
onun gerçekten Allah katından indirilmiş Hak kelâmı olduğunu tereddütsüz
anlayacaklardır. "Çevre" diye çevirdiğimiz metindeki "âfâk"
kelimesine ve "kendileri" diye çevirdiğimiz "enfüsihim"
(kendi nefisleri) ifadesine verilen farklı anlamlara göre âyet iki şekilde yorumlanmıştır: [98]
a) Eskİ müfessirlerin, bazı önemsiz farklılıklarla, yaygın olarak
benimsedikleri yoruma göre "âfâk", Mekke dışındaki çeşitli yöreler,
bölgeler (nevâhî), "kendi nefisleri" de putperestlerin yaşadığı Mekke
kentidir. Buna göre âyette vakti geldiğinde gerek müşriklerin yaşadığı
Mekke'nin gerekse Mekke çevresindeki diğer yörelerin, hatta dünyanın birçok
bölgesinin Hz. Muhamnıed (s.a.) ve daha sonraki müslüman liderler tarafından
fethedileceği; böylece putperestlerin asılsız olduğu-nu ileri sürdükleri Kur'an
mesajının, İslâm dininin cihana yayılacağı müjdelen-mektedir. Nitekim daha Hz.
Peygamber zamanında Mekke fethedildiği gibi Arap Yanmadası'nın tamamına yakını
da İslâm hakimiyetine girmiş; böylece hayatta olan birçok Mekkeli bu müjdenin
gerçekleştiğini görmüştür. [99]
b) Diğer bir yoruma göre "âfâk"tan maksat yıldızları, ayı ve
güneşiyle semanın uçsuz bucaksız köşeleri (kozmik evren), astronomik,
meteorolojik, biyolojik vb. olaylar, yasalar; "kendilerinden maksat da en
ince sanatların ve yaratılış hikmetlerinin örneği olan insanın biyolojik ve
ruhsal dünyasıdır; kısacası "dış dünyadaki kanıtlar", kozmolojik
evrenin sırları, "kendilerinde bulunan kanıtlar" ise insanın
biyolojik, psikolojik, parapsikolojik yapısındaki sırlardır. Âyette ileride
insan oğluna bu sırların gösterileceği, yani insanlığın bu konularda keşifler
yapacağı bildirilmektedir. [100]
Eski
müfessirlerüı çoğu ikinci yoruma katılmamışlardır. Çünkü onlara göre âyet,
henüz bilinmeyen bazı şeylerin ileride bilineceğini haber vermektedir; halbuki
bu âyetin indiği dönemde insanlar bakışlarını semâya çevirdiklerinde
oradakileri zaten görüyor, biliyorlardı. Ancak, Râzî'nin de önemle belirttiği
gibi (XXVII, 139) bu gerekçe zayıftır; zira o dönemin insanları gerek kozmik
evrendeki gerekse insanın biyolojik ve psikolojik varlığındaki sayısız
harikalardan habersizdi; "Yüce Allah insanlara bu harikaları zaman içinde
adım adım keşfettirmektedir." Şu halde âyette Allah Teâlâ, zaman içinde
insanlara hem kendi varlık yapıları hakkında hem de dış dünyada yaratıcı
kudretinin eserleri olan nice kanıtlarını göstereceğini haber vermektedir ki bu
da o döneme göre ileride gerçekleşecek olan bilimsel keşiflerden başka bir şey
değildir. Yine Râzî'ye göre âyette Allah'ın zamanla göstereceği bildirilen
kanıtlan fetihler olarak anlamak isabetli görünmemektedir. Nitekim tarih bize
göstermektedir ki, müslümanlar bazı ülkeleri fethettikleri gibi gayrimüslimler
de İslâm ülkelerini ele geçirebilmektedir. Kuşkusuz Mekke'nin fethedileceğine
dair bazı müjdeler varsa da bu âyet fetihle ilgili değildir. Bize göre
"kanıtlar" hem ilk muhataplara hem de sonradan gelenlere -her
dö-nemdekilerin idrak kapasitelerine uygun düzeyde- gösterilmiştir ve
gösterilmeye devam edecektir.
Son
cümlesinden de anlaşılacağı üzere bu âyette, Mekke putperestleriyle on-lann
tutumlarını tekrar edenler, Allah'ın kitabına ve Peygamberine karşı inatla ve
câhilce sürdürdükleri inkâr ve İsyandan vazgeçmeye; böylesine üstün kudrete sahip
olan Allah'ın, kutlan arasından seçtiği bir peygambere kitap göndermeye de
muktedir olduğunu kabul edip o kitabın hükümlerine uymaya ve o Peygamber'İn
yolundan gitmeye davet edilmekte; her şeye şahit olan Allah'ın onların hâlâ
sürdürdükleri haksız ve yanlış tutumlarım da çok İyi Bildiği uyarısında
bulunulmaktadır.
Ayetin
son cümlesi, putperestler kabul etmese bile her şeye şahit olan Allah'ın, Hz.
Muhammed'in doğruluğuna tanıklık etmesinin yeterli olduğu, dolayısıyla
düşmanlarının tutumları nedeniyle onun üzülmemesi gerektiği şeklinde de
yorumlanmıştır. [101]
54. Putperestlerin, bu sûrede özetlenen olumsuz tutumları genellikle
âhiret hayatına inanmamalarından ileri geliyordu; zira bu inançsızlık onlarda
yaptıklarından dolayı hesap verme durumunda kalmayacakları kanaatini
uyandırıyor; bu da onlara güçlerinin yettiği her türlü haksızlığı yapma
cesaretini veriyordu. Son cümlede kesinlik bildiren bit üslûpla Allah'ın
ilmiyle her şeyi kuşattığı, dolayısıyla inkarcıların bu haksız tutumlarından da
haberdar olduğu hatırlatılarak, onların zannettiklerinin aksine bir gün bunun hesabını
mutlaka vereceklerine işaret edilmektedir. [102]
[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/591
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/591.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/591.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/591-592.
[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/592.
[6] bilgi için bk. Bakara 2/1
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/592.
[7] İbrahim 14/4
[8] ayrıca bk. Zümer, 39/28
[9] Şevkânî,TV,578-579
[10] İsrâ 17/82
[11] Taberî, XXIV, 91; İbn Atıyye, V, 4
[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/592-594.
[13] Râzî, XXVII, 98
[14] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/594-595.
[15] Bakara 2/265
[16] Zemahşerî, III, 383; Râzî, XXVII, 99
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin
Gümüş, Kur’an Yolu: IV/595-596.
[17] İbn Atıyye, V, 5; Zemahşerî, III, 383; Râzî, XXVII,
100
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/596.
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/597.
[19] Hac 22/47
[20] bilgi için bk. A'râf 7/54
[21] Tekvin, 1/1-31,2/1-3
[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/597-598.
[23] Râzî, XXVII, 102
[24] İbn Atıyye, V, 6
[25] Taberî, XXIV, 98; İbn Âşûr, XXIV, 245
[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/598-599.
[27] meselâ bk. Şevkânî,IV, 581
[28] Esed, III, 972
[29] Şevkânî, IV, 581
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/599.
[30] Esed, ÜT, 972; bilgi için bk. Bakara 2/29; A'râf 7/54
[31] ayrıca bk. Sâffât 37/7
[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/599-600.
[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/600-601.
[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/601.
[35] meselâ bk. Taberî,XXIV, 100-101; İbn Atıyye, V, 8
[36] bu itirazın eleştirisi konusunda ayrıntılı bilgi için
bk. En'âm 6/8
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/601.
[37] bilgi için bk. A'râf 7/65-72
[38] Râzî, XXVII, 112
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/601-602.
[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/602.
[40] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/603.
[41] İbn Atıyye, V, 10
[42] Zemahşe-rî, İÜ, 389; Râzî, XXVII, 115
[43] Mümtehine 60/1
[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/603-604.
[45] Nûr 24/24; Yâsîn 36/65
[46] bk. Ta-beri, XXIV, 106; Şevkânî, IV, 585
[47] Buhârî, "Tefsir", 41/2
[48] Bakara 2/46
[49] Hakka 69/20
[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/604-605.
[51] Zemahşerî, III, 390
[52] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/605.
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/605-606.
[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/606.
[55] İbn Atıyye, V, 13
[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/607.
[57] Şevkânî, IV, 588
[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/607.
[59] Taberî, XXIV, 114
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/607-608
[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/608.
[61] Müsned, III, 413; Müslim, "İman", 62
[62] Râzî, XXVII, 123; Şevkânî, IV, 589
[63] benzer görüşler içîn bk. İbn Âşûr, XXIV, 286
[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/608-610.
[65] Şevkânî, IV, 590
[66] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/610.
[67] XXVII, 126* 1271Hz. Âişe, bir soru dolayısıyla Hz.
Peygamber'İn ahlâbnrn Kur'an ahlâkı olduğunu bildirmiştir (Müslim,
"Müsâfirîn", 139
[68] Ahzâb 33/21
[69] İbn Âşûr, XXIV, 295
[70] meselâ bk. Buhârî, "Menâkıb", 32;
"Hudûd", 10, 12; Müslim, "Hudûd", 8,9; "Fezâil",
77
[71] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/610-612.
[72] bu yöndeki açıklamalar için bk. Taberî, XXIV, 120;
Şevkânî, IV, 591
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr.
İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/612.
[73] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/613.
[74] meselâ bk. Zemahşerî, IH, 392; Râzî, XXVII, 129; İbn
Âşûr, 299-300
[75] Necm 53/19
[76] Nûh 71/23
[77] Bilgi için bk. Mustafa Çağncı, "Arap [İslâm'dan
Önce Araplarda Dİn]", Dİ A, III, 316-321
[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/613-614.
[79] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/614.
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/614.
[81] İbn Atıyye, V, 19; Şevkânî, IV,593); doğruluktan
sapmak, kozmolojik deliller ortaya koyan âyetlerin ifade ettiğigerçeklerden yüz
çevirmek <îbn Âşûr, XXIV, 304
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/614-615.
[83] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/615-616.
[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/616.
[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/616-617.
[86] Kur'an'ın Arapça İndirilmesinin gerekçeleri hakkında
ayrıca bk. Zümer 39/28
[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/617-618.
[88] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/618.
[89] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/618.
[90] Zemahşerî, III, 394
[91] meselâ bk. Râzî, XXVII, 136; İbn Âşûr, XXV, 6
[92] ayrıca bk. Lokman 31/34
[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/618-619.
[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/620.
[95] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/620-621.
[96] İbn Atıyye, V, 23
[97] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/621.
[98] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/621
[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/621-622.
[100] Bu iki farklı yorum için bk. Taberî, XXV, 4-5; Râzî,
XXVII, 139;Şevkânî,IV,598
[101] Şevkânî, IV, 598; İbn Âşûr, XXV, 20
Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin
Gümüş, Kur’an Yolu: IV/622-623.
[102] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu:
IV/623.