41

 

Fussilet Sûresi

 

İndiği Yer :

 

Mekke

 

İniş Sırası :

 

 61

 

Âyet Sayısı :

 

 54

 

Nüzulü       

 

Mushaftaki sıralamada kırkbirinci, iniş sırasına göre altmışbirinci sûredir. Mü'min(Gâfir) sûresinden sonra, Şûra sûresinden önce Mekke'de inmiştir. "Hâ mîm" harfleriyle başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ikincisidir.[1]

 

Adı

 

Sûrenin adı, Kur'an'm, âyetleri apaçık anlaşılır hale getirilmiş Arapça okunan bir kitap olduğunu belirten 3. âyet İle 44. âyette geçmektedir. Başındaki "hâ mîm" harfleri ve 37. âyetindeki secde buyruğu dolayısıyla Buhârî ve Tirmizî'nin hadis mecmualarında sûrenin adı "Hâ mîm es-secde" olarak kaydedilmiştir. Kısaca Secde Sûresi olarak anıldığı gibi 10. âyetteki "akvât" ve 12. âyetteki "mesâbîh" kelimeleriyle ve daha başka isimlerle de anılmaktadır. [2]

 

Konusu

 

Kur'an'm, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın katından indirilmiş bir kitap olduğunu belirten açıklamayla başlayan

sûrede, Mü'min sûresinde olduğu gîbi büyük ölçüde iman konulan işlenmiş ve bu bakımdan Mekke putperestlerinin durumu; Peygamber, Kur'an ve İslâm karşısındaki inkarcı, inatçı ve baskıcı tutumları, özellikle Kur'an karşısındaki peşin hükümleri ve onun sesini boğma gayretleri, nihayet bütün bu davranışlarıyla nasıl bir akıbeti hak ettikleri üzerinde durulmuş; yer yer geçmişteki bazı kavimlerin, kendi dinleri ve peygamberleri karşısındaki haksız tavırlanyla bu yüzden başlarına gelen felâketlere dair uyancı mahiyette kısa bilgiler verilmiştir. Sûrenin özellikle 30-36. âyetlerinde Kur'an'm, Allah'a iman temeline dayanan, daima dürüst olunmasını, insanlar arasında sıcak dostluğa, banş ve uzlaşmaya dayalı ilişkiler kurulmasını amaçlayan ahlâk öğretisi özetlenmiştir. [3]

 

Fazileti

 

İbn Âşûr'un Beyhakî'den naklettiğine göre (XXIV, 227) Hz. Peygamber'in Tebâreke (Mülk) ve Hâ mîm es-secde (Fussilet) sûrelerini okumadan uykuya yatmadığı rivayet edilmiştir. [4]

 

Meali

 

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... İ. Hâ-mîm. 2. Bu, Rahman ve Rahîm olan Allah'ın katından indirilmiştir; 3-Bilen bir topluluk için âyetleri apaçık anlaşılır hale getirilmiş Arapça okunan bir kitaptır. 4. Müjdeleyin ve uyarıcı olarak indirilmiştir ama çokları yüz çevirdi, artık onu işitmezler. 5. Dediler ki: "Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda da bir ağırlık var; seninle bizim aramızda bir perde bulunmaktadır. Sen yapacağım yap, biz de yapıyoruz!" 6. De ki: "Ben de sadece sizin gibi bir beşerim; bana tanrınızın tek tanrı olduğu vahyedihniştir, doğru O'na yönelin, O'ndan bağışlanma dileyin. Allah'a ortak koşanların vay haline! 7. Ki onlar mallarından muhtaçları yararlandırmazlar; onlar âhireti de inkâr ederler. 8. İman edip erdemli işler yapanlara gelince, onlar için eksilmeyen bir mükâfat vardır." [5]

 

Tefsiri

 

1. Bazı sûrelerin başında gelen bu tür harflere "hurûf-ı mukattaa" denir.[6]

 

2-4. "İndîrilen"den maksat Kur'ân-ı Kerîm veya özellikle bu sûredir. Muhataplara bu hatırlatmanın yapılmasının sebebi, okunanın İlâhî kelâm olduğunu bilerek onu lâyık olduğu şekilde derin bir saygıyla dinlemeleri gerektiğini onlara hissettirmektir. Ayrıca bu ifade, bilhassa Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğini kabul etmeyen, onu Hz. Muhammed'in yakıştırdığını ileri süren inkarcılara cevap teşkil etmektedir. Bu cevapta Kur'an'in başlıca şu özelliklerine dikkat çekildiği görülüyor:

Kur'an, Allah katından indirilmiştir, ilâhî vahiydir; onun Hz. Muhammed'in kendi sözü olduğu İddiası tamamen asılsızdır.Kur'an, Allah'ın Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisidir, dolayısıyla insanlık için bir rahmet ve lütuftur. O bir "kitap"tır, yani sadece söylenip geçen bir söz değil, aynı zamanda yazıya geçirilerek korunması gereken ve korunan ölümsüz bir belgedir.

"Âyetleri açık açık ortaya konmuştur." Râzî, bu kısmı açıklarken özetle şöyle der: Kur'an'ın âyetleri değişik konulara ayrılmıştır, farklı anlamlar taşımak tadır. Şöyle ki: Bazı âyetler Allah'ın zâtını tanıtmakta, sıfatlarını açıklamakta; ilim ve kudretinin, rahmet ve hikmetinin mükemmelliğini; göklerin, yerin ve yıldızla rın yaratıljşuıdaki, geceyle gündüzün birbirini izlemesindeki sırları; bitkiler, hay vanlar ve insanlardaki hayranlık verici özellikleri anlatmaktadır. Bazı âyetler, ruhlara ve bedenlere ait yükümlülükler hakkında bilgi vermekte; bazıları âhiretle ilgili vaad ve uyan, sevap veceza konularında, cennet ve cehennem ehlinin derecele
hakkında açıklamalar İçermektedir. Bazı âyetlerde öğüt ve uyarılar, bazılarında ahlâk güzelliğine ve ruh terbiyesine dair konular işlenir; bazıları da eski topluluk ların tarihlerinden söz eder. Kısacası, insafla düşünen herkes kabul eder ki insan lığın elinde, çeşitli bilgilerin ve birbirinden çok farklı konuların yer aldığı
Kur'an'ın benzeri başka bir kutsal kitap yoktur (XXVII, 94).

Kur'an'ın dili Arapça'dır; bunun da asıl sebebi, İslâm Peygamberi'nin Arap asıllı, hitap ettiği ilk topluluğun da Araplar oluşudur. Nitekim "İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (gerçekleri) açık açık anlatsın"[7] buyurulmuştur [8]

Kur'an, özünde kusursuz bir ilâhî hakikat, rahmet ve rehber olmakla birlikte ondan doğru olarak ve gerektiği kadar yararlanabilmek için olabildiğince zihinsel donanıma sahip olmak, samimi bir niyetle hakikat ve fazilet arayışı içinde bulunmak gerekir. 4. âyette belirtildiği gibi "çokları" yani inkarcılar. [9]  peşin bir hükümle Kur'an'a sırt çevirdikleri, onu dinlemedikleri, açıklama ve uyanlarını dikkate almadıkları için Kur'an'dan nasiplerini alamazlar; hatta "Kur'an zâlimlerin (İnancı, niyeti ve ahlâkı bozuk olanların) ancak hüsranını arttırır"[10]

Kur'an müjdeci ve uyarıcıdır; sadece bilgi vermez, sadece görev de yüklemez; aynı zamanda hakikati arayan, hak olana inanmaya ve hakka göre yaşamaya niyeti olanlara, aradığını bulduğunda da ona sımsıkı sarılanlara güzel bir akıbet, mutluluklarla dolu ebedî bir hayat müjdeler; bâtıla sapanları; İnkâr, haksızlık ve ahlâksızlık peşinde olanları da acı bir akıbetle ve ağır cezalara çarptırılmakla tehdit edip uyarır.

Bazı tefsirlerde 3. âyetteki "bilen bir topluluk" İfadesiyle Arapça bilen i)k Kur'an muhataplarının kastedildiği belirtilir. [11] Ancak bu İfadenin, "dinleyip anlamasını bilen, Kur'an'dan doğru olarak ve gerektiği kadar yararlanabilmek için olabildiğince zihinsel donanıma sahip olması yanında dürüstçe hakikat ve fazilet arayışı içinde bulunan topluluk" şeklinde anlaşılması Kur'ân-ı Kerîm'in ifade ve üslup tarzına daha uygun düşmektedir.[12]

 

5. İbn Âşûr'un da işaret ettiği gibi (XXIV, 233) Araplar kalp kelimesini akıl anlamında kullanırlardı; Kur'ân-ı Kerîm'de de bu kelime ve çoğulu (kulûb) genellikle akıl anlamında kullanılmıştır.

Hz. Peygamber Mekke putperestlerine Kur'an'ı tebliğ ederek onları Allah'ın birliğine inanmak, sadece O'na kulluk etmek, bencil duygulardan ve haksız davranışlardan arınarak insanlara iyilik etmek gibi ilkeleri benimseyip yaşamaya davet ediyor; fakat muhataplarının çoğu, âyette belirtilen küstahça ifadelerle bu daveti reddediyorlardı. Bunu yaparken ileri sürdükleri gerekçe oldukça ilginçtir. Zira onlar, "Davetini, bize tebliğ ettiklerini düşündük taşındık, ama inandırıcı bulmadık, onun için de reddediyoruz" demiyorlardı. Aksine, tebliğ ettiği şeylere kalplerinin, akıllarının kapalı, kulaklarının tıkalı olduğunu söylüyorlardı. Şu halde onlar, gerçeği arayan samimi bir insanın iyi niyetli tavnyla kendilerine okunan Kur'an'a kulak verip dinlemeye, anlamları üzerinde akıllarını kullanıp zihin yormaya bile gerek görmemişlerdir. Râzî'ye göre sûrenin asıl amacı,bunu eleştirmek, bu zihniyetin yanlışlığını ve tehlikesini ortaya koymak, muhatapları buna ikna etmektir (XXVII, 133).

Özetle, ilk âyetlerde ifade buyurduğu üzere Kur'an Allah'ın Rahman ve Ra-hîm isimlerinin tecellisi olarak ilâhî rahmetin insanlar üzerine doğuşudur; onun "âyetleri Arapça bir okunuşla (Arapça olarak) ayrıntısıyla açıklanmıştır." Fakat ondan gerektiği gibi yararlanmak için bunu istemek, dolayısıyla ona samimiyetle kulak vermek ve tebliğleri üzerinde akıl yoluyla değerlendirme yapmak gerekir. Bu, anlamanın ve inanmanın vazgeçilmez şartıdır. Mekke putperestleri ve Kur'an'a karşı tavır alan bütün inkarcıların temel yanlışı İse bu şarta uymamalarıdır.

"Sen yapacağını yap, biz de yapıyoruz!" şeklinde çevirdiğimiz cümle iki şekilde açıklanmaktadır: a) Sen kendi dinînin gerektirdiğini yap, biz de kendi dinimize göre yaşayacağız; b) Sen bize karşı elinden geleni yap, biz de seni başarısız kılmak için elimizden ne gelirse yapacağız. [13]  Bize göre ikinci yorum Mekke putperestlerinin karakterlerine daha uygun görünmektedir. [14]

 

6-7. Yukarıdaki tutumu sergileyenleri Kur'an'in gerçeklerine inandırıp gereğince davranmalarını sağlamak için yapılacak bir şey olmadığına işaret edilmekte; Kur'an'ın Allah kelâmı, dolayısıyla Hz. Muhammed'in de peygamber olduğunu kesinlikle reddeden putperest Arapîar'a cevap verilmektedir. Buna göre -yukarıdaki âyetler de dikkate alındığında- Resûlullah'ın onlara şu gerçeği bildirmesi istenmektedir: İnanıp kabul etmenin temel şartı, kulağıyla dinleyip aklıyla değerlendirmektir; bu olmadan İnanma gerçekleşmez, İnanmayana Peygamber'in dahi yapabileceği bir şey kalmaz. Çünkü Peygamber bir beşer olup inanmayanları zorla inandıracak bir güce sahip değildir, böyle bir görevi de yoktur. Ona sadece vahiy gelmekte, doğrular ve yanlışlar, iyilikler ve kötülükler hakkında bilgiler verilmekte; muhataplarını Allah'a yönelmeye ve kötülükleri için O'ndan bağış dilemeye davet etmektir; insanların bunları kabul veya reddetmeleri ise kendi isteklerine ve gereken şartlan yerine getirmelerine bağlıdır. Son noktada hidayeti nasip etmek de ondan mahrum bırakmak da Allah'a aittir. İbn Âşûr'a göre burada, "Sen yapacağını yap, biz de yapıyoruz!" diyerek Resûlullah'a meydan okuyan putperestlere karşı, "Ben sîze karşı ne yapabilirim; ben Allah'ın bir elçisiyim, sizin hesabınızı görecek olan ise Allah'tır" şeklinde dolaylı bir uyarı, ayrıca "İnsandan peygamber mi olurmuş!" şeklindeki itirazlarına da bir cevap vardır (XXIV, 236-237).

Şevkânî'ye göre 6. âyet, Peygamber'in söylediklerine karşı akıllarının örtülü, kulaklarının tıkalı olduğunu söyleyen inkarcılara, "Bana vahiy gelmesi dışında ben de sizden biriyim; sizden farklı bir türden gelmiyorum (dolayısıyla farklı bir dil konuşmuyorum) ki söylediklerime karşı akıllarınız örtülü, kulaklarınız tıkalı olsun, beni aramızda anlamanızı engelleyen perdeler bulunsun. Sizi akla sığmayan şeylere çağırmıyorum, sadece tevhide davet ediyorum" şeklinde bir cevap anlamı taşımaktadır (IV, 579).

7. âyetin metnindeki "zekât" kelimesini farz olan zekât olarak anlayanlar olmuşsa da (meselâ bk. Taberî, XXIV, 93), müfessirlerin çoğu, zekâtın Medine'de farz kılındığını hatırlatarak Mekke'de inen bu sûrede ondan söz edilmiş olamayacağını belirtirler. Bazı müfessirler, zekât kelimesinin "arınma" anlamına geldiğini dikkate alarak âyetin bu kısmını "Nefislerini armdırmayanlar" şeklinde açıklamışlar, bu arındırmanın da öncelikle "Lâ ilahe illallah" diyerek müslünıan olmak, böylece şirk ve inkâr kirinden temizlenmekle gerçekleşeceğini ifade etmişlerdir. İbn Atıyye bu hususta şöyle der: "İbn Abbas ve âlimlerin çoğunluğu (cumhur), bu âyetteki zekât kelimesinin 'Lâ ilahe İllallah' cümlesini söylemek olduğunu belirtirler... Bu yorum, âyetin Mekke'de İndiği, zekâtın ise Medine'de farz kılındığı bilgisine dayanır. Bu durumda âyetteki zekât, kalbin ve bedenin şirk ve günahlardan anndınlmasıdır. Mücahid ve Rebî bu görüştedirler. Dahhâk ve Mukatil'e göre İse burada zekâtın anlamı, ihtiyaç sahiplerine ibadet maksadıyla malî yardımda bulunmaktır" (V, 5). Bize göre de en isabetli yorum bu sonuncusudur.

Müşriklerin pek çok kötü özellikleri varken âyetin, mal yardımından kaçınmalarını özellikle zikretmesinin sebebini Zemahşerî şöyle açıklar: "Çünkü insanın en çok sevdiği şey malıdır; mal canın yongasıdır. İnsan onu Allah rızası için harcaya-biliyorsa bu onun, (inancındaki) kararlılığının, istikamet sahibi oluşunun, iyi niyetinin ve içtenliğinin en güçlü delilidir. Nitekim Allah Teâlâ, 'Mallarını Allah rızâsını dileyerek ve içlerinden gelerek harcayanların misali, tatlı bir yamaçta bulunan, üzerine bolca yağmur yağan, bu sebeple ürününü iki misli veren bir bahçedir'[15]  buyurmuştur. Âyette bu kişilerin inançlarında kararlılık gösterdikleri ve bunu mallarım infak ederek kanıtladıkları anlatılmaktadır. Vaktiyle müslüman olmakla birlikte henüz Kalpleri İslâm'a ısınmamış olanlardan (müellefe-i kulûb) bîr kısmı daha sonra önemsiz maddî menfaatlerle kandırıldılar, böylece dine bağlılıklarını kaybettiler; keza Hz. Peygamber'in vefatından sonra İslâm'dan dönenler de (ehl-i ridde) önce zekât vermemek için birlik oluşturdular ve bu yüzden onlara karşı savaş açıldı, çarpışıldı. Ayrıca zekât toplamak üzere müslümanlara görevliler gönderildi, zekât vermekten kaçınmaya kalkışanlar şiddetle uyarıldı, öyle ki zekât vermemek müşriklerin özelliklerinden biri olarak kabul edildi, (konumuz olan âyette de zekât vermemek) âhireti İnkâr etmekle birlikte anıldı"

Kureyş kabilesi hacılara yemek yedirirlerdi; fakat Hz. Muhammed'e inananları bundan mahrum bırakmaya kalkıştılar. Âyetin bu davranışı eleştirdiği de söylenmektedir. [16]

 

8. Yukarıda inkarcıların başlıca olumsuz tutumları anılıp eleştirildikten sonra burada da müminlerin inançtan, güzel davranışları ve mutlu akıbetleri özetlenmektedir. Bazı tefsirlerde bu âyetin, mazeretleri nedeniyle dinî vecibelerini gerektiği gibi yerine getiremeyen hasta ve sakat müslümanlar hakkında indiği bildirilmektedir. Buna göre mazeretleri sebebiyle bazı kişilerin ibadetleri eksik de olsa Allah onlara ecirlerini tam verecektir. [17]

 

Meali

 

9. De ki: "Arza iki evrede yaratanı inkar edip O'na başkalarını ortak mı koşuyorsunuz? O yaratıcı, âlemlerin Rabbi olan Allah'tır." 10. Arz üzerinde sarsılmaz dağlar oturttu, orayı bereketli hale getirdi; gerekli besinlerini orada -bunlara ihtiyacı olan varlıklar için eşit derecede olmak üzere- uygun Ölçülerle yarattı. (Bütün bunlar) dört evrede oldu. 11. Dahası O, duman halinde olan semâya iradesini yöneltti; ardından ona ve arza, "İsteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesine) gelin!" buyurdu. "Boyun eğerek geldik" dediler. 12. Böylece onları iki evrede yedi gök olarak yarattı, her göğe işlevini ilham etti. Biz, yakın semâyı kandillerle donattık ve onu koruduk. İşte bu, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Allah'ın takdiridir. [18]

 

Tefsiri

 

9. " İki evre" olarak çevirdiğimiz âyet metnindeki "yevmeyn" kelimesinin sözlük anlamı "iki güiTdür. Ancak, henüz dünyanın yaratılmadığı bir dönemde, bildiğimiz anlamda gün ve geceden de söz edilemeyeceği açıktır. Nitekim Kur'an'da, "Bilinmeli ki, rabbinin katındaki bir gün sizin saymakta olduklarınızın binyılı gibidir"[19] buyurularak insanlardaki zaman kavramının göreli olduğuna, ilâhî tasarrufla ilgili zaman kavramlarının, binlerce seneyle ifade edilebilecek evreleri gösterdiğine işaret eder. [20]

Taberî âyetin son cümlesini şöyle açıklar: "Arzı iki evrede yaratan güç, insü cînnİn ve diğer varlık türlerinin mâliki, kendisinden başka bütün varlıklar da onun memlûküdür. Bu durumda O'nun nasıl dengi bulunabilir? Hiçbir şeye muktedir olmayan âciz memlûk, kendisi üzerinde mâlik ve kadir olana denk olabilir mi?" (XXIV, 95). Râzî'nin de belirttiği gibi (XXVII, 102) Araplar, evrenin yaratılışıy-la ilgili olarak Tevrat'ın başlarında [21] verilen bilgilerden haberdar olup orada anlatılanların gerçek olduğuna inanıyorlardı. Ayette onların bildikleri ve kabul ettikleri gibi arzı belirtilen sürede yaratan güce denk tutulmaya değer hiçbir varlık olamayacağı ifade edilmekte, dolayısıyla putperest Araplar'ın Allah'a ortak koşmakla içine düştükleri çelişki ortaya konmaktadır. Aslında putperest Araplar Allah'ın varlığına inandıklarını söylüyorlardı. Ancak onlar bazı alelade varlıklara da tanrılık işlev ve nitelikleri yüklüyor, Allah'tan beklemeleri gereken yardımı onlardan bekliyor ve bunun için de onlara tapıyorlardı. Ayrıca insanların yeniden yaratılıp bu dünyadaki inanç ve davranışları konusunda yargılanmalarını ve diğer âhiret hallerini kabul etmemekle Allah'ın bütün bunları gerçekleştirmeye muktedir olduğunu inkâr etmiş; dolayısıyla Allah'ın insanları bazı ödevlerle yükümlü kıldığına ve sorumlu tutacağına da inanmamış oluyorlardı. İşte bütün bu telakkiler, her yönden eşsiz benzersiz olan, dengi ve ortağı bulunmayan gerçek Tanrı inancıyla çeliştiği İçin âyette putperest Araplar'ın bu telakkileri bir tür inkâr olarak değerlendirilmiş; bu ve bundan sonraki âyetlerde kendisine inanılması gereken Allah'ın azametine, üstün İlim, irade ve kudretine delâlet eden bazı örnekler verilmiştir. [22]

 

10. "Arzın bereketli kılınması", özetle hayatın devamı için gerekli olan hava, su, besin vb. imkânlara elverişli şartların oluşturulmasıdır. İbn Abbas'a nispet edilen bir yorumda buradaki bereket, "nehirlerin açılması, dağların, ağaçların, meyvelerin yaratılması, çeşitli hayvan türlerinin geliştirilmesi, yaşayanların ihtiyaç duyduğu bütün imkânların oluşturulması" şeklinde açıklanmıştır. [23]  Esasen âyetin devamı da bu anlamı vermektedir.

Bir yoruma göre âyetteki besinlerden maksat, arz üzerindeki dağlar, nehirler, ağaçlar, kayalar, madenler gibi arzın yararlı oluşunu sağlayan değerli şeyler; diğer bir yoruma göre de özellikle insanlar için gerekli olan gıdalardır. Âyet metninde besinlerin arza izafe edilmesinin sebebi ise bunların arzda bulunması, oradan elde edilmesidir. [24]

Şevkânî'ye dayanarak (IV, 581) "(bunlara) ihtiyacı olan varlıklar" diye çevirdiğimiz "sâilîn" kelimesi, varlığım sürdürmek için besin vb. maddelere muhtaç olan yer yüzü varlıkları; "eşit derecede" diye çevirdiğimiz "sevâen" kelimesi ise "eksiksiz fazlasız, tam yeteri kadar, her varlığın ihtiyacı ölçüsünde" şeklinde açıklanmıştır. Bir yoruma göre "sevâen" kelimesi "dört gün"ün sıfatıdır. Buna göre âyetin ilgili kısmı "tamı tamına dört gün" anlamına gelir. [25]  "Uygun ölçülerle yarattı" diye çevirdiğimiz "kaddere" fiilinin asıl anlamı "ölçme, takdir etme"dir; tefsirlerde bu bağlamda "belirledi, yarattı, elverişli hale getirdi, -İbn Mes'ud mushafindaki "kasseme" okunuşu da dikkate alınarak- "paylaştırdı" gibi değişik şekillerde açıklanmıştır. Taberî'nin de bu açıklamaları aktardıktan sonra belirttiği gibi (XXIV, 97) âyet, Allah Teâlâ'nın, bütün yeryüzü varlıklarına ihtiyaçları olan her konudaki ihsanlarını içine alacak şekilde geniş kapsamlıdır. O, her varlığa yarayışlı olan besinleri lütfetmiş; bir ülkede vermediğini başka ülkede, karada vermediğini denizde vermiştir. Bütün bu hikmetli, anlamlı ve amaçtı işler, ancak üstün bir kudretin varlığına ve birliğine delalet eder; O var olduğu, bîr olduğu içindir ki bu varlıklar, bu hayat ve bu hikmetli düzen vardır.

Allah'ın, bütün yarattıklarının ihtiyacını karşılayacak Ölçülerde var ettiği nesneleri, bazı fert ve grupların tekellerine almaları veya israf ve zayi etmeleri, diğerlerinin haklarına tecavüzdür. Bu sebeple israf ve ihtikâr yasaklanmış, infak emredilmiştir.

Tefsirlerde âyetteki "dört evre"nin, 9. âyette geçen iki evreyi de kapsadığına dikkat çekilir. Bu nedenle ilgili bölümü, "(Bütün bunlar) dört evrede oldu" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. [26]

 

11.     "Geliniz" anlamındaki "i'tiyâ" fiili tefsirlerde göklerin ve yer kürenin yaratılmasını, oluşmasını (tekvin) sağlayan ilâhî buyruk olarak mecazî anlamda yorumlanmıştır. Bu sebeple söz konusu fiili "(varlık sahnesine) gelin" şeklinde çevirdik. Nitekim âyetteki "duhân" kelimesi de bu buyruğun kozmik yaratılışı sağlayan bir buyruk olduğunu göstermektedir. Sözlükte "duman" anlamına gelen duhân kelimesi tefsirlerde "su buharı" olarak yorumlanmıştır[27]  Bu yorum yanında bilimsel gelişmeler de dikkate alınarak söz konusu kelimenin hidrojen gazı olarak yorumlanması[28] bugünkü bilgilere göre isabetli görünmektedir.

Önceki iki âyette yerkürenin yaratılışından ve nimetlerle donatılmasından söz edilmişti. Ancak bu âyetteki, "Ardından ona (semâya) ve arza, 'İsteyerek veya istemeyerek varlık sahnesine gelin!' dedi" cümlesi, arzın semâdan önce yaratılmadığını göstermektedir. Şu halde 11. âyetin başındaki "sümme" edatı sözlükte "sonra" anlamına gelmekle birlikte -Şevkânî (IV, 582) ve İbn Âşûr'un (XXIV, 245) da haklı olarak belirttikleri gibi- bu bağlamda zaman yönünden sonralığı değil, semânın yaratılmasının, arzın yaratılmasına göre daha büyük bir önem taşıdığını göstermektedir. Bu yüzden "sümme" kelimesini, "dahası" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk.

"Boyun eğerek geldik dediler" cümlesi, yaratılışın her alanında olduğu gibi göklerin ve yerin yaratılmasında da Allah'ın irade ve kudretinin mutlak surette geçerli olduğunu, buyruğunun gerçekleşmemesi diye bir durumun düşünülemeyeceğini İfade eden temsilî bir anlatım olarak da yorumlanmıştır. [29]

 

12. "Yedi gök" deyiminin evrendeki birçok kozmik sisteme delâlet ettiği düşünülebilir. [30] "Her göğe işlevinİ ilham etti" cümlesi, kozmik sistemlerin Allah'ın iradesiyle kurulup işlediğine işaret eder. "Biz, yakın semâyı kandillerle donattık" anlamındaki cümle ise gök yüzünün, çıplak gözle izlenebilen yıldızlarla bezeli görüntüsünün tasviridir. "İşte bu, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Allah'ın takdiridir" anlamındaki son cümle, kozmik varlıklardaki bu oluş ve düzenin bir tesadüf ürünü olmadığını; kesinlikle her şeye gücü yeten, her şeyi bilen yüce bir yaratıcının takdiriyle yani bilinçli, ölçülü ve amaçlı yaratmasıyla gerçekleşebileceğini dile getirmektedir.

Klasik tefsirlerde semânın "korunması", Yüce Allah'ın manevî âlemde herhangi bir şeytanî güce karşı meleklere verdiği bilgileri ve özellikle vahyi koruması olarak yorumlanmaktadır. [31] Bu ifade, Allah'ın evrende kurduğu kozmik düzeni koruyup devam ettirmesi olarak da anlaşılabilir. [32]

 

Meali

 

13. Eğer onlar yine de yüz çevirirlerse de ki: "Sizi, Âd ve Semûd'un başına düşen yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyarıyorum." 14. Hani onlara peygamberler gelip (ikna etmek için) her yolu deneyerek "Allah'tan başkasına kulluk etmeyin" demişlerdi. Ama onlar, "Rabbimiz (buna inanmamızı) isteseydi mutlaka (elçi olarak) melekler gönderirdi. Bu durumda biz, elçiliğinizle gönderilen şeyi reddediyoruz" dediler, 15. Anılan Âd kavmi, yer yüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve "Bizden daha güçlü kim var!" dediler. Onları yaratan Allah'ın kendilerinden daha güçlü olduğunu düşünmezler miydi? Onlar, âyetlerimizi de inatla inkâr ediyorlardı. 16. Sonunda dünya hayatında onlara alçaltıcı cezayı tattırmak için o kara günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Âhiret azabı ise daha da alçaltıcı olacak, onlara yardım da edilmeyecektir. 17. Semûd kavmine gelince, onlara doğru yolu gösterdik ama körlüğü, doğru yolu görmeye tercih ettiler; nihayet kendi yapıp ettiklerinin sonucu olarak alçaltıcı bir yıldırım azabı yakalayıvcrdi onları! 18, İnanan ve Allah'a karşı gelmekten sakınanları da kurtardık. [33]

 

Tefsiri

 

13. Yukarıdaki âyetlerde Kur'an'ın İlk muhatapları olan Mekke müşriklerine, Allah'ın birliğini, bilgisinin ve kudretinin genişliğini kanıtlayan bazı deliller gösterilmişti. Bu bölümdeki âyetlerde ise iki eski Arap topluluğu olup inkâr ve isyanda diretmiş bulunan Âd ve Semûd adlı kavimlerin başına gelenler özetlenerek müşriklerin hâlâ inanmamakta ısrar ettikleri takdirde kendilerinin de benzer şekilde cezalandırılacaklarına işaret edilmektedir. [34]

 

14. Metindeki "nıin beyni eydîhim ve min halfihim" ifadesinin asıl anlamı"önlerinden ve arkalarından" şeklindedir. Tefsirlerde bu ifadeye mümkün mertebede sözlük anlamına yakın yorumlar getirilmeye çalışılmıştır. [35] (Ancak biz, Zemahşerî, Râzî, İbn Âşûr gibi mü-fessirlerin tercih ettiği deyimsel anlamı dikkate alarak söz konusu ifadeyi,"(iknaetmek için) her yolu deneyerek" şeklinde serbest bir çeviriyle karşılamayı uygun
bulduk. Türkçe'de de "Birini ikna etmek için her yolu denedi" anlamında "Sağından girdi, solundan girdi" şeklinde benzer bir deyim kullanılmaktadır.

İnkarcıların, Allah katından gelecek elçinin insanlardan değil, mutlaka meleklerden olması gerektiği şeklindeki itirazları, Mekke müşriklerinin de İleri sürdükleri bir bahane idi[36]

 

15-16. "Haksız yere büyüklük tasladılar" diye çevirdiğimiz 15. âyetteki cümleyi Zemahşerî, "Aslında büyüklenmeye haklan olmadığı halde ülkelerinin halkına karşı büyüklük taslayıp tepeden baktılar" veya "Yönetici olma niteliklerini taşımadıktan halde haksızlıkla ülke yönetimini ellerine geçirip halk üzerinde hakimiyet kurdular" şeklinde açıklamıştır (III, 387). Râzî, bütün güzel Özelliklerin "yaratılmışlara iyilik ve Yaratıcı'ya saygı" şeklindeki İki temel ilkeye dayandığını hatırlatarak Âd kavminin haksız yere büyüklük taslamalarının birinci ilkeyi İhlâl, Allah'ın âyetlerini inatla inkâr etmelerinin de ikinci ilkeyi ihlâl anlamı taşıdığını belirtir (XXVII, 112).

Kur'an, gerek Arap putperestlerinin gerekse eski kavimlerin ilâhî dinlere inanmamalarının temelinde aklî ve fikrî sebeplerden ziyade büyüklük taslama, mevki ve menfaat hırsı gibi duygusal sebeplerin yattığına sık sık vurgu yapar. Âd kavminin, peygamberleri Hûd'un risâletini reddetmelerinin de aynı psikolojik temele dayandığı görülmektedir. [37]

Âd kavminin, "Bizden daha güçlü kim var!" şeklindeki küstahça iddialarına karşı onlara, kendilerini de yaratmış olan Allah'ın sonsuz gücü hatırlatılmaktadır. Âd kavmi de Allah'ın gücünün sınırsızlığına inanıyordu. Şu halde her şeye gücü yeten Allah'ın kendilerinden daha güçlü topluluklar meydana getirmeye muktedir olduğunu düşünememeleri bir ahmaklık işareti idi. Böylece onların beşerî duygulan akıllarına galip gelmiş ve kendilerini inkâra sürüklemiş; bu da dünyada felakete uğrayarak yok olmalarına, âhirette de azabı hak etmelerine sebep olmuştur.

16. âyette dünyevî cezanın "alçaltıcı", uhrevî azabın İse "daha da alçaltıcı" olarak nitelenmesi ilgi çekicidir. Aynı niteleme 17. âyette Semûd kavminin uğradığı felâketle ilgili olarak da tekrarlanmaktadır. Buna göre insan onuruna yakışan akıbet, işlediği kötülükler yüzünden cezaya çarptırılarak rezil ve aşağılık bir duruma düşmek değil, iyilikleri sebebiyle ödüllendirilmektir.

Yıkıcı rüzgârın niteliği olan, "dondurucu" diye çevirdiğimiz "sarsar" kelimesine, "uğultulu, homurtulu" anlamı da verilmektedir. [38]

 

17-18. "Doğru yol" diye çevirdiğimiz hidayet kelimesi 17. âyette körlüğün zıddı olarak kullanılmış olup bu kullanım kelimenin bir tür aydınlanmayla ilgisi olduğunu göstermektedir. Önü aydınlanan yolunu bulur, kör olan veya karanlıkta kalan İse yolunu kaybeder, Kur'an'da genellikle birinci durum için hidayet, ikincisi için dalâlet deyimleri kullanılır. Hidayet Allah'tandır; şu halde ilâhî kaynaklı olan vahyin ışığına yönelip onunla aydınlanan doğru yolu bulur, bu ışıktan kendini uzaklaştıran da yolunu şaşırır ve bir kör gibi nereye bastığını, nereye gittiğini bilemez. Diğer benzerleri gibi Semûd kavmi de, Allah kendilerine Salih Peygamber vasıtasıyla doğru yolu gösterdiği halde körlüğü, dalâleti hidayete tercih etmişler; böylece yollarını şaşırmışlar ve bu gidiş onları, kendi kazanımlarının sonucu olan alçaltıcı bir yıkıma götürmüş; ilâhî ışığa yönelerek onunla aydınlanan, bu sayede inanan ve kötülüklerden korunanlar ise Allah'ın kurtarıcı yardımına mazhar olmuşlardır. [39]

 

Meali

 

19. Allah düşmanlarının ateşe doğru sevk edilecekleri gün, öncekilcriylc sonrakileriyle onların hepsi bir araya getirilir. 20. Nihayet oraya geldiklerinde vaktiyle yaptıklarından dolayı kulakları, gözleri ve derileri onların aleyhine şahitlik eder. 21. Derilerine, "Neden aleyhimize şahitlik ettiniz?" diye sorarlar. "Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu" derler. İlk önce sizi O yarattı, şimdi de yine O'na dönüyorsunuz. 22. Vaktiyle siz, ne kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinizde şahitlik etmesinden sakınıyordunuz; üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz. 23. İşte Rabbiniz hakkında taşıdığınız bu kanaatiniz sizi mahvetti, sonunda kaybedenlerden oldunuz. 24. Artık dayanabilirlerse kalacakları yer ateştir; kendilerine yeni bir fırsat verilmesini talep etseler de bu talepleri kabul edilmez, 25. Onların yanlarına bazı arkadaşlar kattık; sonra bunlar, önlerinde bulunanı da arkalarında olanı da onlara şirin gösterdi. Böylece kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları hakkındaki hüküm onlar için de kesinleşti. Kuşkusuz onlar hüsrana uğramışlardır. [40]

 

Tefsiri

 

19. "Allah düşmanları" deyimi, "O'nun buyruklarını reddeden inkarcılar[41] veya "ilklerinden sonlarına kadar bütün inkarcılar[42] olarak açıklanmıştır. Ancak Taberî, bu deyimin özellikle Kur'an'in ilk muhatapları olan Mekke putperestleri için kullanıldığına işaret eder (XXIV, 106); İbn Âşûr da aynı görüşü ısrarla savunur. Ona göre Ku-reyş müşriklerinin bu şekilde anılmalarının sebebi, Resûlullah'a düşman olmalarıdır. Nitekim Resûlullah'ı ve müslümanları yurtlarından çıkarmaları sebebiyle Allah Teâlâ onlardan "benim ve sizin düşmanlarınız" [43] diye söz etmiştir (XXIV, 264-265).

"Öncekiler ve sonrakiler"den maksat, tarihin bütün dönemlerinde inkâr ve İsyanı iman ve itaate tercih etmiş olanlardır. Âyette bunların kıyamet günü, cehenneme atılmak üzere bir araya getirilecekleri, böylece inkârda birleştikleri gibi ceza görmekte de birleşecekleri bildirilmektedir. [44]

 

20-23. Âhirette insanlarının dünyadayken yapıp ettikleri ortaya konduğu sırada, kötülük işlemiş olanların bazı organlarının kendi aleyhlerine şahitlik edeceği başka âyetlerde de bildirilmektedir. [45] Süddî, Ferrâ gibi bazı müfessirler, derilerinin onlar aleyhinde tanıklık etmesiyle, vücutlarının cinsel günahları hakkında şahitlik yapacağının kastedildiğini ileri sürmüşlerdir. [46]  Âyette şu gerçek anlatılmaktadır: Âhirette hiç kimseye haksızlık edilmeyecek, yargı sırasında günahkârların bizzat kendi organları da Allah tarafından verilen bir tür ifade kabiliyetiyle veya işledikleri günahların onlarda bıraktığı izler vasıtasıyla suçlarını ortaya koyacaklardır.

Râzî, derinin dokunma duyusuyla ilgili olduğunu hatırlattıktan sonra âyette beş duyudan özellikle işitme, görme ve dokunma ile İlgili duyu organlarına yer verilirken tatma ve koklama duyularından söz edilmemesini özetle şöyle açıklar: Tatma duyusu bazı yönlerden dokunma duyusuyla aynıdır; çünkü tat algılaması dil derisinin tadılan nesneye temasıyla gerçekleşir. Koklama duyusuna gelince bu, insanda yükümlülüklere konu olması bakımından diğer duyular kadar önemli değildir, bununla ilgili buyruklar ve yasaklar bulunmamaktadır (XXVII, 116).

Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lm gibi hadis kaynakları, 22. âyetin, müşriklerin Allah hakkındaki telakkilerini ifade eden "...üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz" mealindeki bölümüyle ilgili olarak Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle bir bilgi aktarırlar: "Bir ara Kabe'nin örtüsüne tutunmuş duruyordum. Bİri Benî Sakîf ten, ikisi Kureyş'ten veya biri Kureyş'ten ikisi Benî Sa-kîf'ten olan üç kişi geldi. Bunların göbeklerinin eti çok ama akıllarının bilgisi azdı. O güne kadar duymadığım laflar ettiler. Biri dedi ki: 'Ne dersiniz, Allah konuşmamızı işitiyor mudur?' Diğeri, 'Sesimizi yükseltirsek duyar, yükseltmezsek duymaz', üçüncüsü ise 'Bence açıktan konuştuğumuzu duyuyorsa gizli konuşmalarımızı da duyar' dedi. Bu konuşmaları Hz. Peygamber'e anlattım; bunun üzerine 'Vaktiyle siz, ne kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinizde şahitlik etmesinden sakınıyordunuz; üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz. İşte Rabbiniz hakkında taşıdığınız bu kanaatiniz sizi mahvetti, sonunda umduklarım kaybedenlerden oldunuz' mealindeki âyetler indi"[47]"Taberî'nin kaydettiğine göre (XXIV, 112) Hasan-ı Basrî, "İşte Rabbiniz hakkında taşıdığınız bu kanaatiniz sizi mahvetti, sonunda kaybedenlerden oldunuz" mealindeki 23. âyeti açıklarken şöyle demiştir: "İnsanların amellerinin değeri Allah hakkındaki kanaatlerine bağlıdır. Mümin, Allah hakkında hüsnü zanda bulunur, bu sayede işini de güzelleştirir. İnkarcı ve münafık ise Allah hakkında sû-izanna sahip olduğu için ameli de kötü olur." Aynı âyet dolayısıyla Katâde, Kur'an'da biri "kurtarıcı zan", diğeri "mahvedici zan" olmak üzere iki çeşit zan-dan söz edildiğini belirtmiştir. Allah'a kavuşacaklarına [48]  ve âhirette hesap vereceklerine[49] inananların bu inançları için kullanılan "zan" kavramları kurtarıcı zannın, konumuz olan âyetlerde geçen "zan" da mahvedici zannın örnekleridir. [50]

 

24. Farklı kıraat şekillerine göre âyetin son cümlesi, "Allah'ın hoşnutluğunu kazanabilmeleri için kendilerine fırsat verilmesini talep etseler de bunu yapamazlar, bu imkânı elde ede»ıezler" veya "Rablerinin kendilerini bağışlamasını dilemek isterlerse de buna güçleri yetmez"[51] "Sevdikleri şeylere tekrar kavuşmaları için Allah'a yalvarsalar da buna layık olmadıkları için İstekleri kabul edilmez" gibi değişik şekillerde yorumlanmıştır. Son yorumu aktaran Şev-kânî âyetten şu anlamı çıkarır: "Allah'ın kendilerinden hoşnut olmasını dilerler fakat dilekleri kabul edilmez; çünkü artık ateşe atılmaları kesinleşmiştir" (IV, 586). [52]

 

25. Klasik tefsirlerde "arkadaşlarda, Peygamber'e ve Kur'an'a inanmamakta ısrar eden müşriklere dünyada musallat olan şeytanların kastedildiği belirtilir. İbn Âşûr ise bu arkadaşların, insanın ya dışında veya içinde olabileceğini, dışındakilerin "küfür davetçİleri ve öncüleri" olan insanlar, içindekilerin ise kişiye vesveseler veren, onu günah ve kötülüklere, haksızlıklara kışkırtan şeytanlar olduğunu ifade eder (XXIV, 274).

"Sonra bunlar, önlerinde bulunanı da arkalarında olanı da şirin gösterdi" diye çevirdiğimiz âyetin ilgili kısmı hakkında yapılan ve müfessirlerin çoğunluğu tarafından benimsenen açıklamaları Şevkânî'den (IV, 588) yararlanarak şöyle özetleyebiliriz: Sözü edilen arkadaşları kendilerine, içinde yaşadıkları dünya işlerini, onun bayağı zevklerini çekici gösterdiler; onları tamamen dünyaya bağlayarak günah ve isyanlara boğulmalarını sağladılar; keza dünya hayatının ötesiyle yani âhi-retle ilgili olarak da onları aldattılar; yeniden dirilme, âhiret sorgusu, cennet, cehennem gibi geleceğe dair inanç konularını inkâr ettirdiler. İbn Âşûr ise âyetin aynı bölümünü özetle şöyle açıklar: "Önlerinde bulunan" ifadesi dünya işleriyle ilgilidir ve su anlama gelir: Kötü arkadaşları onlara putlara tapmak, evlât katli, başkasının malını yemek, el ve dil ile insanlara zarar vermek, kumar oynamak, ahlâksızlık yapmak, zina etmek gibi çirkin işleri şirin gösterdi; onları bu işlere alıştırdı. "Arkalarında olan" ise Allah'ın sıfatlan, âhiret halleri gibi duyu sınırlarını aşan, gayb âlemine dahil olan konulardır. Putperestlerin Allah'a ortak koşmaları, ona evlât nispet etmeleri, gizli yaptıkları işlerin Allah'ın bilgisi dışında kalacağı şeklindeki ahmakça kanaatleri, peygamberler gönderilmesini imkânsız görmeleri, yeniden dirilme ve âhiret sorgusu gibi inanç esaslarım reddetmeleri saptırıcı arkadaşlarının putperestlere şirin gösterdiği tavırlardan bazılarıdır (XXIV, 275). Âyet, sosyal çevrenin, arkadaşlık ve dostluk ilişkilerinin, inanç ve ahlâk telakkilerinin oluşması ve gelişmesi üzerindeki tesirine de dikkat çekmektedir.

Cin kelimesi Kur'an'da genellikle varlığı kabul edilen, insanlar gibi yükümlülük taşıyan, iyileri ve kötüleri bulunan, duyu ötesindeki ruhanî varlıkları İfade eder. Bunların kötüleri ve putperestler hakkında kesinleştiği bildirilen "hüküm", Peygamber ve Kur'an'ın'ikazlanm, irşatlarını ciddiye alacakları yerde onlara karşı mücadele açan ve böylece kendilerine musallat kılınan arkadaşların saptırıcı kışkırtmalarıyla yanlış inançlara ve kötülüklere boğulanların mâruz kalacakları dünyevî ve uhrevî ceza hükmüdür. Âyette onların bu akıbetleri "hüsran" olarak değerlendirilmektedir. [53]

 

Meali

26. İnkarcılar dediler ki: "Bu Kur'an'a kulak vermeyin, okunurken gürültü yapın, belki bastırırsınız." 27. O inkâra sapanlara mutlaka şiddetli bir azap tattıracağız, onları yaptıklarının en kötüsüne denk bir şekilde cezalandıracağız. 28. İşte Allah düşmanlarının cezası: Ateş! Âyetlerimizi inatla inkâr etmelerinin cezası olarak orası onların sonsuza kadar kalacakları yer olacaktır. 29. İnkâra sapmış olanlar şöyle diyecekler: "Rabbimiz! Bizi saptıran şu cinleri ve insanları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım ki[54]

 

Tefsiri

 

26. Hz. Peygamber, âyetler kendisine geldikçe bunları çoğunlukla Kabe çevresinde yüksek sesle insanlara okur, inanan ve İnanmayan herkes onu dinlerdi. [55] Râzî'nin de belirttiği gibi (XXVII, 119-120) Araplar, Kur'an'ın mânasının ve sözlerinin mükemmel olduğunu biliyor; onu işiten herkes, lafızlarının güzelliğini fark ediyor, anlamlarını kavrıyor; benzersizlik, doğruluk ve tutarlılığına aklıyla hükmediyordu. Bu yüzden toplumsal konumlarını kaybedeceklerinden korkan Mekke'nin ileri gelenleri, nüfuzları altındaki insanların âyetleri dinlemelerini önlemek için tedbirler düşündüler. Sonuçta adamlarından, Hz. Peygamber âyetleri okurken yüksek sesle şiirler okuyarak, ıslık çalıp el çırparak, anlamlı anlamsız sözler söyleyerek gürültü çıkarmalarını, yaygara koparmalarını ve böylece Resûlullah'tn sesini bastırarak okuduğu âyetlerin anlaşılmasını önlemelerini istemişlerdir. [56]

 

27-28. Müşriklerin, âyetleri inkâr etmekle kalmayıp onları etkisiz hale getirmek ve bu suretle insanların Kur'an'ın sesine serbestçe kulak verip ondan yararlanmalarını engellemek İçin her yola başvurmalarının cezasını ağır bir şekilde Ödeyecekleri bildirilmektedir. 27. âyetteki "şiddetli azap", müşriklerin müsliimanlar karşısında uğrayacakları yenilgiler, "yaptıklarının en kötüsüne denk ceza" da âhi-ret azabı olarak yorumlanmıştır (İbn Atıyye, V, 13). Bu son ifade iki şekilde açıklanmıştır: a) Yaptıklarının en kötüsü Allah'a ortak koşmakolduğu için cezaları da buna uygun ağırlıkta olacaktır; b) Onların bazı iyi işleri de olmakla birlikte iman etmedikleri İçin âhirette iyilikleri dikkate alınmayacak, kötülüklerine göre yargılanıp ceza göreceklerdir. [57]

Putperestlerin Allah'ın âyetleri karşısındaki olumsuz tutumları "inatla inkâr etme" (cahd) şeklinde ifade edilmiştir. Râzî bunu şöyle açıklar: Çünkü onlar, Kur'an'ın karşı konulamaz etkisinin farkında oldukları için insanların onu dinlemeleri halinde mutlaka ona inanacaklarından korkuyor; buna karşı önlem olarak da belirtilen çirkin yola başvuruyorlardı. Bu da gösteriyor ki aslında onlar Kur'an'ın mucize olduğunu biliyor, ancak kıskançlık yüzünden onu inkâr ediyorlardı (xxvn, 120). [58]

 

29. Kur'an, En'âm sûresinde (6/112) saptırıcı güçler olarak iki tür varlıktan söz ederek bunları "cin ve insan şeytanları" şeklinde anar; Nâs sûresinde de (114/4-6) aynı varlık türleri içinde, insanların kalplerine vesvese veren (olumsuz veya asılsız duygu, düşünce fitleyen) İki şer kaynağının bulunduğuna dikkat çeker. Böylece insan, dıştan kendi türünden olan kötü insanların saptırıcı etkileriyle, içten de şeytan denilen görülmez güçlerin yanıltma ve aldatmalanyla doğru yoldan uzaklaştığı, inkâr ve günah yoluna saptığı için âhirette de Yüce Allah'tan âyette belirtilen dilekte bulunacaktır. Bir yoruma göre inkarcıların hu husustaki duasıyla ilgili ifadenin anlamı şöyledir: Ey Rabbimiz! Gerek insanlardan gerekse görülmez varlıklardan olup da dünyada bizi yoldan saptırmış olanları göster bize; onları ayaklarımızın altına alıp öyle tepeleyelim ki bizimkinden daha aşağıdaki cehennem katlarına insinler; cehennemin en alt tabakasındaki en şiddetli azabı boylasm-lar. [59]

 

Meali

 

30. "Rabbimiz Allah'tır" deyip de dosdoğru çizgide yaşayanlar, işte onların üzerine melekler şu müjdeyle inerler: "Korkmayın, kederlenmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin! 31-32. Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dostunuzuz. Orada, çok bağışlayıcı, çok merhametli olan Allah'tan bir ikram olarak sizin için canınızın çektiği her şey bulunacak, yine orada umduğunuz her şeyi elde edeceksiniz." 33. Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve "Ben müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim vardır! 34. İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş! 35. Bu sonuca ancak sabırlı olanlar ulaşabilir, yine buna ancak (erdemlerde) büyük pay sahibi olanlar ulaşabilir. 36. Eğer şeytandan sana bir fitleme gelirse hemen Allah'a sığın! Allah işitendir, bilendir. [60]

 

Tefsiri

 

30-31. Yukarıda Kur'an'a karşı inatla mücadelelerini sürdürüp onun sesini boğmak ve etkisini önlemek için tertipler hazırlayan İnkarcıların karşılaşacakları ağır cezalardan söz edilmişti; buradan 36. âyete kadar da müminlerin temel nitelikleri ve uhrevî ödülleri özetlenmektedir. İnancını yüreklice dile getirenleri takdirle anan bir ifade tarzının sezildiği 30. âyette, belirttiğimiz niteliklerin en önemlileri olan, hatta bir bakıma onları da kuşatan şu iki nitelik öncelikle zikredilmektedir: a) Allah'ı rab tanımak, b) Dosdoğru çizgide yaşamak. Hz. Peygamber de kendisinden sımsıkı sarılacağı temel ilkenin ne olduğunu soran bir sahâbîye, "Allah'a inandım de ve sonra dosdoğru ol" buyurmuşlardır. [61] Dinî terminolojide yalnızca Allah'ı rab tanımaya "tevhîd-i rubû-biyet" denmektedir. Bu tevhid, insan varlığının en yüksek amacı, bütün yetkinlik şartlarının en önemlisi kabul edilen mârifetullah'ı da içerir. Mârifetullahın bir ifadesi olan "Rabbim Allah'tır" ikrarı gönüllere her türlü sekten şüpheden uzak bir şekilde işleyince bu ikrar, insanın duygu, düşünce ve eylem dünyasına da yansıyarak onu doğru, iyi ve adaletli çizgiye yöneltir. Âyette bu yöneliş, "dosdoğru çizgide yaşamak" diye çevirdiğimiz istikamet kavramıyla ifade edilmiştir. Râzî, buradaki istikametin din, tevhid ve bilgiyle (marifet) veya erdemli işlerle ilgili olduğu yönünde iki farklı görüş bulunduğunu belirtir (XXVII, 121). Ancak bize göre her iki görüş de isabetlidir. Yorumlarında Kur'an'ın ilk muhatapları olan putperest Araplar'ın dinî telakkilerini, psikolojik, sosyal ve siyasal yapılarını ve davranışlarını dikkate almaya özen gösteren Taberî de kelimeyi bu geniş kapsamına göre yorumlamıştır (XXIV, 114).

Müminlerin üzerine meleklerin inmesi ne zaman gerçekleşir? Bu soruya başlıca şu cevaplar verilmiştir: a) Ölüm sırasında; b) İnsanlar yeniden diriltilip kabirlerinden çıkartıldıkları sırada; c) Ölüm sırasında, kabirdeyken ve yeniden dirilme sırasında olmak üzere üç defa. [62]  25. âyette inkarcılara sapkınlıklarını arttıran kötü dostların musallat edildiği bildirilmişti. Burada ise müminlerin üzerine, onlara müjdeler getiren meleklerin İnmesinden söz edilmekte; bu meleklerin, sadece ankette değil, dünya hayatında da müminlerin dostu oldukları belirtilmektedir. Bundan anlaşıldığına göre bazı melekler, "Rabbi-miz Allah'tır" dedikten sonra bu inanç çizgisini sürdüren ve hayatım bu inanca uygun eylemlerle bezeyen insanların iyiliklerini arttırmalarına yardımcı olmakta; bu suretle ilâhî inayetin melekler vasıtasıyla müminler üzerine inmesi süreklilik kazanmaktadır. [63]

Râzî'ye göre 31. âyetteki "canınızın çektiği her şey" ifadesiyle cennetteki maddî nimetler, "umduğunuz her şey" ifadesiyle de manevî nimetler kastedilmiştir (XXVII, 123). Aynı müfessir, "ikram" diye çevirdiğimiz metindeki "nüzul" kelimesinin özellikle misafire yapılan ikram için kullanıldığını hatırlatarak, bu kelimeden, nasıl ki cömert bir ev sahibi misafirine, sahip olduğu şeylerin en değerli olanlarını ikram ederse Allah Teâlâ'nın da cennetine kabul buyurduğu mümin kullarına en güzel nimetlerini ikram edeceği anlamının çıktığını belirtmektedir. [64]

 

33. "Allah'a çağırmak"tan maksat, tevhid inancına ve Allah'a itaate davet etmektir. [65]  Bazı müfessirler, burada özellikle Hz. Peygamber'in övüldüğünü belirtmişlerdir, Övülenin müezzinler olduğu söylenmişse de ezan uygulamasına Medine döneminde geçildiğinden bu görüş isabetli değildir. Hz. Peygamber Allah'a davet eden ve Allah'ın iradesine uygun güzel işler yapan İlk müs-lüman olduğundan âyetteki övgünün öncelikle onunla ilgili olduğu muhakkaktır; ancak âyetin, Resûllah'ın yolunu izleyerek aynı niteliklere sahip olan her müslü-manı kapsadığını da kabul etmek gerekir.

Âyet, kendisini İslâmî kimlikle tanıtan kimsenin bu kimliğe yaraşır bir hayat yaşamasının (amel-i sâlih^ahibi olmasının), insanları her şeyden önce güzel ahlâk ve örnek davranışlarla İslâm'a kazandırmaya çalışmasının önemine ve gerekliliğine de dikkat çekmektedir. [66]

 

34-35. Zemahşerî, kötülüğün en güzel davranışla savılmasını şöyle açıklar: "Biri sana kötülük ettiğinde onu affetmen bir iyiliktir; ama bundan da iyi olanı, onun sana yaptığı kötülüğe iyilikle karşılık vermendir... Eğer bunu yaparsan amansız düşmanın sıcak bir dost haline gelir" (in, 392). Râzî, âyetin bağlamını da dikkate alarak buradaki iyilik ve kötülüğün özellikle şu anlamlan içerdiğini belirtir: İyilikten maksat, Resûlullah'ın insanları hak dine davet etmesi, inkarcıların küstahça davranışlarına sabretmesi, intikam peşinde koşmaması, kötülüğe kötülükle karşılık vermemesidir, Kötülükten maksat ise putperestlerin "Bizi çağırdığın şeylere karşı kalplerimiz kapalıdır" (5. âyet); "Bu Kur'an'a kulak vermeyin, okunurken gürültü yapın" (26. âyet) gibi ifadeleriyle sergiledikleri aşağılık davranışlardır. Âyette bir bakıma şöyle buyurulmuş olmaktadır: "Ey Muhammed! Sana yakışan davranış iyilik, onlara yakışan da kötülüktür. İyilikle kötülük bir olmaz; yani eğer sen iyilik yaparsan dünyada saygınlığı, âhirette de sevabı hak edersin; onlar da (kötülükleri nedeniyle) bunun tersini hak ederler. Şu halde onların kötülüklere yönelmeleri senin iyiliği sürdürmene engel olmamalıdır... Onların barbarca ve câhilce hareketlerini bütün tutumların en güzeliyle savmaya bak; eğer onların kötü huylarına karşı sabrını ısrarla sürdürür, terbiyesizliklerine öfkeyle, verdikleri zararlara eza ve cefa ile karşılık vermezsen bir gün gelir onlar da kendi kötü huylarından dolayı utanır, o çirkin davranışlarını da artık terk ederler"[67] Kur'ân-ı Kerîm de Resûlullah'ı müslümanlara bir davranış modeli olarak gösterdiğine göre[68] her müslümamn iyiliğe en güzel davranışla kargılık vermek gibi yüksek erdemlerle donanması ahlâkî bir görevdir; buna göre âyet, bütün müslümanlar İçin bir ahlâk ilkesi koymaktadır. Nitekim 35. âyetin İfade tarzından da bu anlaşılmaktadır. Bu âyette ayrıca kötülüğe iyilikle karşılık vermenin, nefse ağır geldiğine, ama aynı zamanda yüksek bîr ahlâkî hedef olduğuna da işaret edilmekte, bu hedefe ulaşmanın birinci şartının da sabır olduğu belirtilmektedir. Âyetteki "büyük pay sahibi olanlar" anlamına gelen ifade, bu bağlamda sabrın yanında onu destekleyici mahiyetteki ahlâkî erdemlerle bezenmiş olanları ifade etmektedir. [69] İbn Atıyye, "büyük pay" deyimiyle akıl ve erdemin kastedildiğini belirtir; aynı müfessire göre bununla cennet ve uhrevî mükâfat da kastedilmiş olabilir. Bu takdirde âyet uhrevî bir vaad içermektedir (V, 16).

Kötülüğe İyilİklelcarşılık vermenin düşmanlıkları sıcak dostluklara çevireceği yönündeki açıklama, ahlâk psikolojisi ve toplumsal barış açısından son derece önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır. Kuşkusuz insanların bazı kötülüklerini hukukî yaptırımlarla önlemek mümkündür; ancak hiçbir toplumu sadece bu yaptırımlarla uzun süre ayakta tutmanın, hele bu yolla insanlar arasında dostluk ve kaynaşma sağlamanın, kalıcı toplumsal ilişkiler kurmanın mümkün olmadığı hemen bütün siyaset ve hukuk felsefecileri tarafından kabul edilmektedir. Özellikle bireysel özgürlüklerin öne çıkarıldığı yönetimlerde bu özgürlüklerin anarşiye dönüşmemesi için hakkına razı olmak, bağışlamak, yardımlaşmak, sıkıntıları paylaşmak vb. feragat örneği davranışların geliştirilmesine, bunun için de insanların bu yönde eğitilmelerine büyük ihtiyaç vardır. Bu yapıcı davranışların en ileri derecesi, kişinin kendisine yapılan bir kötülüğü cezalandırması mümkün olduğu halde bunu yapmak yerine bağışlama yolunu seçmesi, hatta kötülüğü iyilikle karşılama yüceliğini gösterebilmesidir. İslâm ahlâkında bu erdemin adı bilim'dir. Nitekim İbn Atıyye âyetteki kötülüğe iyilikle karşılık vermeyi öğütleyen kısmın, "bütün ahlâk güzelliklerini ve hilim çeşitlerini" kapsadığını belirtir ve selâm verme, öfke duygusunu bastırma, alacak-verecek ilişkilerinde kolaylaştırıcı olma gibi güzel davranışları bu çerçevede değerlendirdikten sonra Abdullah b. Abbas'ın şu sözünü aktarır: "Mümin kişi bu erdemli işleri yaparsa Allah onu şeytanın etkilerinden korur, düşmanının dahi ona saygı duymasını sağlar" (V, 16). Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber'in feragate dayalı ahlâkî tutumu ile siyasî ve sosyal basanları arasında kesin bir ilişkinin bulunduğu görülür.Kur'ân-ı Kerîm'İn affetme, kötülüğe iyilikle karşılık verme gibi öğütleri bireysel hakların ihlaliyle ilgili olup kamu haklarını kapsamadığı bizzat Hz. Pey-gamber'in uygulamalarından anlaşılmaktadır. [70]  daha sonraki müslüman devlet ve hukuk adamlarının görüş ve uygulamaları da bu yönde olmuştur. [71]

 

36. Buraya kadar insanların, "Rabbimiz Allah" dedikten sonra dosdoğru çizgide yürümeleri, Allah yolunun davetçileri olmaları, güzel ve yararlı işler yapmaları, Allah'a teslim olup müslüman olmayı en yüce değer olarak bilmeleri, kötülüğe iyilikle karşılık vererek aralarında sıcak dostluk ve kardeşlik ilişkileri kurmaları ve bunu başarmak için başta sabır olmak üzere gerekli erdemlerle bezenmeleri, bsaca -İbn Atıyye'nİn deyimiyle- "bütün ahlâk güzellikleri ve bilim çeşitleriyle" yani barışçıl duygu, düşünce ve davranışlarla donanmaları ideal bir müslüman olmanın ve sağlıklı bir toplum ilişkisi kurmanın gerekleri olarak ortaya kondu. Ancak bu yol, pürüzsüz, engelsiz değildir; en büyük engel de şeytanın içimize attığı olumsuz duygular, dürtülerdir. Şeytan, insanın içinde kin ve öfke duygularını alevlendirir, İntikam arzularını tahrik eder, günah ve isyan eğilimlerini güçlendirir; sonuçta kişiyi Kur'an'ın öğütlediği üstün ahlâktan uzaklaştırmak ister. İşte âyet bu büyük ve tehlikeli engeli aşmanın en güvenli çaresini göstermektedir: Allah'a sığınıp O'nun yardım ve desteğini istemek... Müfessirler, Allah'a sığınma buyruğunun aynı zamanda şeytana boyun eğmeme iradesini ve çabasını da içerdiğini ifade ederler. Âyete Allah Teâlâ'nın, kendisine sığınanın yardım talebini işittiğine, şeytan tarafından onun içine atılan dürtüleri bildiğine işaret edilmektedir. Allah, -Ankebût sûresinin 69. âyetinde de vaad ettiği üzere- elbette kendisine sığınan kulundan yardımını esirgemeyecek, onun ruhunu bu olumsuz etkilerden arındıracaktır. [72]

 

Meali

 

37. Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun işaretlerindendir. Eğer gerçekten Allah'a tapıyorsanız güneşe de aya da secde etmeyin, onları yaratan Allah'a secde edin. 38. Şayet kibirlerine yediremezlerse bilsinler ki Rabbinin katında bulunanlar bıkıp usanmadan, gece gündüz O'nu teşbih etmektedirler. 39. O'nun işaretlerinden biri de şudur: Sen arzı kupkuru görürsün; ama üzerine yağmur indirdiğimizde toprak canlanıp kabara*. Ona can veren, elbette ölülere de can verir. O ber şeye kadirdir. 40. Âyetlerimiz konusunda gerçekten sapanlar bizden gizlenemezler. Bu durumda ateşe atılan mı daha iyidir, yoksa kıyamet günü (huzurumuza) güvenle gelen mi? İstediğinizi yapın! O, yaptıklarınızı görmektedir. [73]

 

Tefsiri

 

37. Bazı müfessİrler bu âyetin muhatabının Sâbiîler olduğu anlamına gelen açıklamalar yapmışlarsa da [74]  bu yaklaşıma katılmak mümkün değildir. Zira Araplar'daki putperestlik inancının gök cisimlerine kutsallık yükleyen telakkilerle yakın ilgisi vardır. Şöyle ki, arkeolojik kaynaklar, İslâm'dan önce Güney Arabistan'da ay, güneş ve Zühre (Aster, Işter) yıldızlarından oluşan üçlü bir tanrılar sistemine inanıldığını göstermektedir. Çevre kültürlerde yaygın olan bu tür inançların zamanla İslâm'ın zuhur ettiği Hicaz coğrafyasına da yayıldığı anlaşılmaktadır. Câhiliye dönemi Araplan'nda güneşe tapınmanın başlangıcı milattan öncesine kadar uzanır. Güneşle ilişkisi olduğuna inanılan birçok tanrı veya put adı kullanılmaktaydı. Bunlardan Kur'an'da Menât'la birlikte anılan[75] Lât ve Uzzâ, güneşi temsil eden birer tanrıça sayılıyordu. Özellikle Güney Arabistan kültünde önemli yeri olan ay tanrısına Ved (Vüd, Ed) adı verilirdi. Semûd ve Lihyan gibi kuzey Arabistan kitabelerinde de Ved adına rastlanmakta,keza Kur'an'da Câhiliye tanrıları arasında Ved ismi de geçmektedir[76]  Abdüved (Ved'İn kulu), Abdüşşems (güneşin kulu) gibi erkek isimlerinin kullanılması, aya ve güneşe tapınmanın Kuzey Arabistan ve Hicaz'da da yaygın olduğunu gösteren başka kanıtlardır. [77] Bu bilgiler dikkate alındığında Câhiliye döneminde tapılan birçok putun güneş, ay ve diğer bazı gök cisimlerini temsil ettiği ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple konumuz olan âyetin muhataplarım Sâbiîler'le sınırlama çabalan yanında İbn Âşûr'un, "Kur'an'ın indiği dönemde Araplar arasında güneşe ve aya tapanların bulunduğunu tespit edemedim" şeklindeki ifadesini (XXIV, 299), doğrudan doğruya bu gök cisimlerine tapınmanın bulunmadığı anlamında düşünmek gerekir.Âyette, gece ve gündüzün akışı gibi güneş ve aym arbği ü iih: kudretin birer işareti, kanıtı olduğuna göre bu tür gök cisimlerine tapmak yerine onları yaratan Allah'a tapmanın gerekli olduğu, basit bir aklî çıkarım olarak ortaya konmaktadır. Burada asıl vurgu, tapılmaya lâyık olanın, sadece yüce yaratıcı olduğu,

O'nun dışındaki bütün nesneler, olgular yaratılmış olduklarından bunların tapılmaya da değer olmadıkları gerçeğidir. [78]

 

38.     Mekke'nin aristokrat kesiminin İslâm'ı reddetmelerinin temel sebeplerinden biri de Hz. Peygamber'e tâbi olmayı ve onun etrafında toplanan sıradan insanlar arasına katılmayı, onlarla birlikte Allah'a secde etmeyi kendilerine yedirernemeleri şeklindeki ilkel bir benlik duygusuydu; bunu bizzat kendileri de ifade ederlerdi. İşte âyette bu zihniyete değinilmekte ve Allah'ın, onların secdelerine, ibadetlerine ihtiyacı olmadığı, esasen O'nun bıkıp usanmadan kendisine ibadet eden başka kullarının bulunduğu bildirilmektedir. Tefsirlerde bu kulların melekler olduğu belirtilir.

"Rabbinin katında bulunanlar" ifadesi meleklerin mekân yönünden değil, itibar, değer ve O'na yakın olma çabası içinde bulunma yönünden Allah'a yakınlıklarını gösterir. Râzî, bu ifadeye göre meleklerin insanlardan daha üstün olduğunu belirtir (XXVII, 129). Melek olsun insan olsun, Allah katında yücelik ve değer kazanmış varlıklar bile O'na secde ederlerken daha aşağı derecede bulunanların secde etmeyi benliklerine yedirememeleri büyük bir kusurdur, İdraksizliktir. [79]

 

39. Müşrik Araplar'ın İslâm karşısındaki temel bir tutumları da herkesin bu dünyada benimsediği inanç, tutum ve davranışlarının hesabını vereceği âhiret hayatını, dolayısıyla yeniden dirilmeyi inkâr etmeleriydi. Âyette kuru toprağa can veren gücün insanı yeniden diriltmeye de muktedir olduğu hatırlatılmaktadır. Ancak, âyette Allah'ın ölüleri dirilten gücü mutlak ifade edildiğinden, burada sadece insanların öldükten sonra diriltilmesi kastedilmeyip bunun yanında mutlak olarak canlılık, sağlık, zindelik, verimlilik, üretkenlik, zihin açıklığı, kalp aydınlığı gibi her türlü olumlu yetenek ve aktiviteleri verenin Allah olduğuna işaret edildiği de düşünülebilir. [80]

 

40. "Gerçekten sapma" olarak çevirdiğimiz âyet metnindeki ilhad kavramı, sözlükte "sapma, ayrılıp uzaklaşma" anlamına gelir. Buradaki manasıyla ilgili olarak şu açıklamalar getirilmiştir: Kur'an'a imandan sapmak; Kur'an tilâveti sırasında ıslık çalarak, el çırparak, şarkı söyleyip kuru gürültü yaparak Kur'an'ın sesini boğmak suretiyle haksızlığa sapmak, âyetler hakkında yalan dolan sözler sarfetmek, inatçılık ve zorbalık yapmak, şirke sapmak[81]  Âyetteki ilhad kavramının bütün bu olumsuz davraiuşlan kapsadığı, dolayısıyla inkarcıların Kur'an ve İslâm konusunda gerçeği saptırmayı amaçlayan, haksızlık ve şiddete dayanan inatçı tutumlarını ifade ettiği düşünülebilir. Âyet, bu tutumları sergileyenlerin Allah tarafından çok iyi bilindiği uyarısında bulunmakta; bu tavırları yüzünden ateşe atılmayı hak edenlerle dürüstlüğü ve hakikati ilke edinenlerin eşit değerde olmadıklarını, uhrevî akıbetlerinin de aynı olmayacağını, birincilerin ateşte, ikincilerin güvenlik yurdu olan cennette olacaklarını haber vermektedir. [82]

 

Meali

 

41. Bu uyarıcı kitap kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler (cezalarını görecekler). O, gerçekten çok değerli bir kitaptır. 42. Ne başlangıcında ne de sonrasında ona asılsız bir şey girebilir; O, hikmet sahibi, övgüye layık olan Allah katından indirilmiştir. 43. Sana, senden önceki peygamberler için söylenenlerden farklı bir şey söylenmemektedir. Gerçekten Rabbin hem mağfiret sahibidir hem de O'nun çok yakıcı bir azabı vardır. 44. Şayet biz onu yabancı dilde okunan bir kitap olarak indirseydik mutlaka şöyle diyeceklerdi: "Âyetlerinin açık seçik anlaşılır olması gerekmez miydi? Arab'a yabancı dilden bir kitap, öyle mi!" De ki: "O, inananlar için bir rehber ve şifadır; inanmayanlara gelince onların kulaklarında bir sağırlık vardır, Kur'an onlara kapalıdır, (sanki) onlara uzaktan sesleniliyor. 45. Biz, vaktiyle Musa'ya Ki-tab'ı indirmiştik ama onda da ihtilâfa düşülmüştü. Eğer Rabbin tarafından daha önce verilmiş bir söz olmasaydı haklarında hüküm kesinleşmişti bile. Onun hakkında gerçekten koyu bir kuşku içindedirler. 46. Kim doğru ve yararlı bir iş yaparsa kendi iyiliği için yapmış olur; kim de kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur. Senin Rabbin kullarına asla haksızlık etmez. 47, Kıyametin zamanım bilmek sadece Allah'a havale edilir; keza O'nun bilgisi olmadan ne meyveler kabuklarını çatlatıp çıkar ne de bir dişi gebe kalıp doğurur. Allah onlara, "Tanrılıkta bana ortak saydıklarınız nerede!" diye seslendiği gün, "Sana açıkça söyleyelim, içimizde buna şahitlik edecek hiç kimse yoktur" derler. 48. Artık daha önce taptıkları şeyler onları terkedip kaybolmuş; kendileri de kaçıp kurtulacakları bir yer bulunmadığını anlamışlardır. [83]

 

Tefsiri

 

41-42. Vahyin temel amacı insanlara inanç ve yaşayış konularında doğruyu ve yanlışı, faydalıyı ve zararlıyı göstererek onları aydınlatmak olduğu için âyette Kur'ân-ı Kerîm "uyarıcı kitap" (zikir) diye anılmıştır. Bu kullanımı nedeniyle Kur'an'ın İsimlerinden biri olarak gösterilen zikir kelimesi, "değerli hatıra" anlamına da gelir. Kur'an, ona inanan ve yolundan giden ilk neslin dilleri, inançları, erdemli yaşayışları ve mücadeleleriyle saygm bir topluluk olarak daima y âdedi! -melerine vesile olacağı için bu isimle anılmıştır. "Çok değerli" diye çevirdiğimiz âyet metnindeki azız kelimesi "güçlü" anlamına da gelir. Esasen Kur'an'ın değerli oluşu, Allah kelâmı olup O'nun katından gelmesinden, ayrıca 42. âyette de belirtildiği gibi kesinlikle asılsız ve faydasız bir unsur içermemesinden, yani baştan sona gerçeği ihtiva etmesinden; nihayet bu nitelikleri sayesinde onun özüne ve mesajına aykırı bütün inanç ve ideolojilere karşı galip çıkmasından ileri gelir. Bu böyledir, çünkü Kur'an, "hikmet sahibi, övgüye layık olan Allah katından indirilmiştir"; hikmet sahibi olandan da ancak hikmete uygun olan, yani mutlak doğru ve mutlak yararlı olan sözler İner.

"Ne başlangıcında ne de sonrasında ona asılsız bir şey girebilir" cümlesi genellikle, Hz. Peygamber ve Kur'an'ı ona indiren Cebrail de dahil olmak üzere hiç kimsenin onda herhangi bir eksiklik veya fazlalık meydana getiremeyeceği anlamına gelecek ifadelerle yorumlanmıştır. [84]

 

43. Mekke putperestleri, bir kısmına bu sûrede de değinilen bazı haksız isnat ve suçlamalarla, alay ve tehditlerle Hz. Peygamber'i üzüyorlardı. Âyette bu tür haksızlıklara, barbarca davranışlara önceki peygamberlerin de mâruz kaldığı haber verilerek Resûlullah (s.a.) teselli edilmekte, dolayısıyla geçmiş peygamberler gibi onun da sabırlı olması gerektiği hatırlatılmakta; Yüce Allah'ın ona ve onunla birlikte inananlara mağfiretiyle, inkarcı ve haksız davranışlarıyla onları incitenlere de şiddetli azabıyla karşılık vereceği bildirilmektedir. Ayet, benzer tutumlara mâruz kalan her dönemdeki müsl umanları da böyle durumlarda insanlığın önderleri olan peygamberlerin takındıkları ortak tutum konusunda aydınlatmakta; dolayısıyla peygamberleri onlara ideal örnekler olarak göstermekte, aynca onlara da hem teselli hem de ümit ve moral aşılamaktadır. [85]

 

44, Kur'ân-ı Kerîm'in ilk muhatapları Araplar olduğu için onun Arap diliyle indirilmesi de doğaldır. Eğer başka bir dilde indirilseydi âyette belirtilen itirazı öne sürenler haklı olacaklardı. Bu âyet, Kur'an'ın Arap olmayan toplumlar tarafından anlaşılıp gereğinin yerine getirilebilmesi için o toplumların dillerine çevrilmesi gerektiğine de işaret etmektedir. Ancak bu çeviriler, Kur'an'ın anlam ve içeriğini yansıtması bakımından elbette değerli olmakla birlikte, "Allah'ın muradını eksiksiz kuşatan ve anlatan, dolayısıyla İlâhî kelâm olarak özel değer taşıyan asıl kutsal kitap" anlamında Kur'an, orijinal Arapça metinden ibarettir; çeviriler ise bu metni okuyanın, yetenekleri ölçüsünde ondan anlayabildiği, anladıklarını kendi kelimeleriyle ifade ettiği beşerî eserlerdir[86]  Sonuç itibariyle Kur'an, mânalarının anlaşılması ve hükümlerinin yerine getirilmesi İçin indirilmiştir; Arapça bilenler orijinal metninden, bilmeyenler çeviri ve tefsirlerinden yararlanarak onun içeriği hakkında bilgi edinirler. Ancak âyet, Kur'an'in rehberliğinden, ruhlara şifa verici anlamlarından yararlanmanın bir iman konusu olduğuna; Kur'an'ın ilkelerini ve hedeflerini kendi sosyal, ekonomik, siyasal vb. konumlarına ve hedeflerine engel gören, bu nedenle Kur'an'a önyargılı bakan inkarcıların, onun gerçek anlamını ve yol göstericiliğini de kavrayamayacaklanna dikkat çekmektedir. "Kur'an onlara kapalıdır"; çünkü amaçlan Kur'an'ı anlamak değil, 26. âyette anılan davranışlarıyla da ortaya koydukları gibi onu etkisiz kılmaktır. Âyetin, "(sanki) onlara uzaktan sesleniliyor" anlamındaki son cümlesi, bu tutumlarıyla onların Kur'an'ın ruhuna ve anlamına ne kadar uzak olduklarına işaret etmektedir.

Râzî'ye göre (XXVII, 133-134) Kur'an'a inanmamakta haklı olduklarını göstermek için türlü bahaneler arayan, gerekçeler icat etmeye çalışan putperestlerin, sûrenin başında geçen "Bizi çağırdığın şeylere kargı kalplerimizin (akıllarımızın) üzerinde örtüler, kulaklarımızda da bir sağırlık var; seninle bizim aramızda bir perde bulunmaktadır" mealindeki sözlerine bu sûre bütünüyle bir cevap oluşturmaktadır. Nitekim daha sürenin başında Kur'ân-ı Kerîm'İn başlıca özellikleri anlatılırken, "Bilen bir topluluk için âyetleri apaçık anlaşılır hale getirilmiş Arapça okunan bir kitaptır" buyurulmuştu. 44. âyette de Kur'an'a karşı itirazlar üretmeye çalışanlara şu cevap verilmektedir: Eğer Kur'an Arapça'dan başka bir dilde inseydi doğal olarak onu anlayamayacağınız için anılan sözlerinizde haklı olabilirdiniz; ama Kur'an kendi dilinizde indiğine göre artık onu anlamadığınızı ileri sürmeniz bir yalandan ibarettir.

Râzî, âyet metnindeki "hüdâ" kelimesini, Kur'an'ın bütün iyiliklere rehber ve bütün mutluluklara vesile" olmasıyla; "şifâ" kelimesini ise Kur'an'ın rehberliğinden yararlanıp hidayete ulaşan insanın inkâr ve cehalet hastalıklarından kurtul-masıyla izah eder (XXVII, 134). [87]

 

45. Allah'ın kitabı hakkında insanların ihtilâfa düşmelerinin, bazıları ona içtenlikle inanırken bazılarının onu susturmaya çalışmalarının yeni olmadığı gerçeği, Hz. Musa'ya indirilen kitap (Tevrat) örneğiyle hatırlatılmaktadır. Âyete göre Allah Tealâ inkarcıları hak ettikleri cezaya hemen çarptırmıyorsa bunun sebebi, O'nun, inkâr ve isyana'sapan insanlara, isterlerse dönüş yapıp doğru yola yönelmelerini mümkün kılacak şekilde fırsat tanıyan hükmü ve yasasıdır. [88]

 

46. Başta Kur'an'ın ilk muhatapları olmak üzere bütün insanlığa Allah'ın evrensel bir yasası hatırlatılmaktadır. "Doğru ve yararlı iş" diye çevirdiğimiz metindeki sâlih kelimesi, Allah'ın varlığına ve birliğine inanıp O'nun hükümlerine göre yaşamak; mümkün olduğunca çok sayıda insana, hatta diğer canlılara ve doğaya yararlı olabilecek şeyler yapmak; meşru ölçüler çerçevesinde herkesle barış ve uzlaşma içinde olma çabası göstermek gibi yapıcı davranışları içine alan geniş kapsamlı bir kavramdır. Âyete göre bu şekilde doğru ve yararlı işler yapan bir kimse, -bu dünyanın bazı arızî şartlan yüzünden hak ettiği iyiliği elde edemese, hatta iyilik ettiği halde sıkıntı çekse bile- nihaî planda asla haksızlığa uğratılmayacak, iyiliklerinin karşılığını bulacak; aynı şekilde kötülük İşleyenler de cezalarını çekeceklerdir. "Senin Rabbin kullarına asla haksızlık etmez" ifadesi, bir bakıma bu hususta ilâhî bir teminat anlamı taşımaktadır. [89]

 

47-48. Herkesin, iyilik veya kötülük olarak yapıp ettiklerinin karşılığını bulacağı, böylece ilâhî adaletin eksiksiz gerçekleşeceği zaman ve yer, kıyametle başlayan öteki dünyadır. Müminler, bu imanın verdiği sorumluluk bilinciyle yaşadıkları için olabildiğince "doğru ve yararlı işler" yapmaya, kötülükten uzak durmaya çalışırlar.

"Kıyametin zamanını bilmek sadece Allah'a havale edilir" İfadesi, müminlerin, bu konudaki bilginin yalnızca Allah'a mahsus olduğuna inandıkları, gerçeği bu şekilde dile getirdikleri anlamına gelir.Eski tefsirlerde 47. âyetin ilgili kısmı, kıyamet saatinin bilgisi gibi, bitkilerin ürün vermesiyle dişilerin hamilelik ve doğum yapma zamanına, ceninin cinsiyetine[90] dair bilgilerin de sadece Allah'a mahsus olduğu şekilde yorumlanmıştır [91] Süleyman Ateş'in de, "Allah'tan başka hiçbir varlık böyle gizli şeylere vakıf değildir" diyerek aynı yorumu benimsediği görülmektedir (VIII, 146). Oysa âyette kıyamet saatinin bilgisi sadece Allah'a tahsis edilirken, meyvelerin ürün vermesi, dişinin gebe kalması ve doğurması örneklerinde böyle bir tahsis yapılmayıp Allah'ın onları da bildiği belirtilmiş, O'ndan başkasının bilemeyeceği anlamana gelebilecek bir ifade kullanılmamıştır. Buna göre, kıyametin vaktini sadece Allah bilir; ürün verme, gebe kalma ve doğurma zamanlarını, ceninin cinsiyetini ise insanlar da bilebilir. Nitekim günümüz teknik imkânlarıyla bu bilgilere kolaylıkla ulaşılmaktadır. Ancak insanların önceden bilgi edinebildiği şeylerin vakti geldiğinde mutlaka gerçekleşeceği de düşünülmemelidir: Zira bizim önceden kestiremeyeceğimiz bazı engeller yüzünden beklediğimiz olaylar umduğumuz gibi gerçekleşmeyebilir; âyetteki örneklerle ekinler, meyveler ürün vermeyebilir, dişiler hamile kalmayabilir veya kannlanndakini düşürebilirler. Ama Allah'ın bilgisi asla şaşmaz; çünkü O, olabilecek bütün ihtimalleri de önceden bilir ve bildiği her şey bilgisine uygun olarak mutlaka gerçekleşir. Bu sebeple âyette Allah'ın yaratmasıyla bilgisi arasındaki ilişkiye de dikkat çekilmektedir[92] "İçimizde buna şahitlik edecek hiç kimse yoktur" diye çevirdiğimiz cümle, "Vaktiyle taptığımız o şeyleri şu anda hiçbirimiz göremiyoruz" veya "Artık aramızda onların tanrı olduğuna şahitlik eden, böyle bir inanç taşıyan hiç kimse yoktur" şeklinde yorumlanmaktadır. 48. âyetteki ifade, ilk yorumun daha isabetli olduğu kanaatini vermektedir. [93]

 

Meali

 

49. İnsan, iyi şeyleri istemekten usanmaz; başına bir kötülük geldiğinde ise büsbütün ümitsiz ve karamsardır. 50. Uğradığı bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırsak mutlaka şöyle diyecektir: "Bu benim hakkımdır; ayrıca kıyametin kopacağını sanmıyorum ama dönüp Rabbime varacak olsam bile O'nun huzurunda benim için güzel şeyler bulunduğundan eminim." Biz, inkâra sapanlara neler yaptıklarını mutlaka açık seçik bildireceğiz ve onlara kesinlikle ağır bir azap tattıracağız! 51. Ne zaman insanoğluna bir lütufta bulunsak arkasını dönüp uzaklaşır; başına bir kötülük geldiğinde de uzun uza-dıya yalvarıp yakarır. 52. De ki: "Hiç düşündünüz mü, ya bu (Kuran) Allah katından gelmiş, siz de onu inkâr etmişseniz? Bu durumda böylesine kesin bir çatışma içine düşenden daha sapkın kim olabilir!" 53. Onun gerçek olduğu kendileri için apaçık belli oluncaya kadar onlara çevrelerinde ve kendilerinde bulunan kanıtlarımızı hep göstereceğiz. Rabbinin her şeye tanıklık etmesi (onlar için) yeterli değil midir? 54. Bilesin ki onlar Rablerinin huzuruna çıkacakları konusunda kuşku içindedirler. Kesinlikle unutulmamalı ki Allah her şeyi kuşatmıştır. [94]

 

Tefsiri

 

49-51. "İyi" diye çevirdiğimiz metindeki hayır kelimesi, bu bağlamda özellikle zenginlik, sağlık, mevki, İtibar, güç gibi dünyevî imkân ve menfaatleri ifade ettiği için kelimeyi bu bağlamda "çıkarına uygun şeyler" diye anlamak uygun otur.

Burada aslında Mekke putperestlerinin karakter yapısına dair bilgi verilmekle birlikte, daha genel olarak sağlıklı bir din ve ahlâk eğitiminden geçmemiş, ruhsal yetkinlik kazanmamış pek çok insanı da kuşatan bir karakter tipi tanıtılmaktadır. 49. âyette ilâhî vahyin terbiyesinden geçip gönül zenginliğine ulaşamamış, ruhsal arınmasını gerçekleştirememiş İnsanın dünyevî menfaatler konusundaki açgözlülüğü; aynca böyle birinin, yine ruhî gelişmemiştik ve manevî yoksulluk nedeniyle hayatın mİhnetleriyle, belâ ve sıkıntılarıyla karşılaştığında sergilediği dayanıksızlık, ümitsizlik ve karamsarlık dile getirilmektedir.

Bir sıkıntıdan sonra nimet ve bolluğa, rahatlığa kavuştuğunda bunu Allah'ın lütfü bilerek O'na şükran ve minnet duygularını arzetmek yerine, "Bu benim hakkınıdır; bunu hak ederek kazandım; buna layık bir adam olduğum için Allah lütfetti" gibi sözler söylemek veya bu anlama gelebilecek küstahça bir tavır takınmak, 51. âyetteki ifadesiyle "arkasını dönüp uzaklaşmak" da açıkça Mekke putperestlerinin "cehalet ve sefâhet" olarak anılan barbarlık zihniyetiyle örtüşen bir iman ve ahlâk yoksulluğu, hamlık ve cehalet alameti, ahmakça bir kendini beğenmişlik ve kendine güven İşaretidir. Keza bu tiplerin, "Rabbime varacak olsam bile O'nun huzurunda benim için güzel şeyler bulunduğundan eminim" şeklindeki ifadeleri de aynı zihniyet ve karakter yapısının dışa yansıması olan bir sorumsuzluk, ciddiyetsizlik ve küstahlık Örneğidir. Bu âyetlerden çıkardığımız derse göre iman ve ahlâkta kemale ermiş olan kişi ise, tam aksine, Allah karşısında kulluğunun bilincinde olur; nimeti O'ndan bilir, sahip olduğunda şükreder, kaybettiğinde sabreder; yoklukta olduğu gibi varlıkta da Allah'a kulluğunu ve niyazını sürdürür; nihayet âhiret konusunda tam bir sorumluluk kaygısı duyar, buna göre yaşar, buna göre konuşur. [95]

 

52. Müfessirlerin ağırlıklı tercihini benimseyerek "bu (Kur'an)" diye çevirdiğimiz zamirle dinin (şer') kastedildiği de söylenmiştir. [96]  "Kesin bir çatışma içine düşen"den maksat, Kur'an karşısında kalplerinin kapalı, kulaklarının tıkalı olduğunu söyleyen (5. âyet), âyetler okunurken insanları gürültü çıkarmaya çağıran (26. âyet) ve böylece Kur'an'ın sesini boğmayı amaçlayan muannit inkarcılardır. Kur'an'ın Allah katından geldiği gerçeğinin, "Hiç düşündünüzmü" diyerek başlayan soru cümlesiyle ortaya konması, putperestlerin olumsuzyargılarının ve tutumlarının bilgi ve kanıta dayanmadığını göstermektedir. Onların, bu şekilde düşünüp taşınmadan, kanıtsız ve gerekçesiz olarak Kur'an mesajına karşı tavır koymaları âyette "çatışma" ve sapkınlığın en aşın derecesi olarak değerlendirilmiştir. [97]

 

53. Allah, Kur'an'ın gelmeye başlamasından sonraki zaman diliminde öyle olaylar gerçekleştirecek ki Kur'an muhalifleri bunları gördükten, duyduktan sonra artık onun gerçekten Allah katından indirilmiş Hak kelâmı olduğunu tereddütsüz anlayacaklardır. "Çevre" diye çevirdiğimiz metindeki "âfâk" kelimesine ve "kendileri" diye çevirdiğimiz "enfüsihim" (kendi nefisleri) ifadesine verilen farklı anlamlara göre âyet iki şekilde yorumlanmıştır: [98]

 

a) Eskİ müfessirlerin, bazı önemsiz farklılıklarla, yaygın olarak benimsedikleri yoruma göre "âfâk", Mekke dışındaki çeşitli yöreler, bölgeler (nevâhî), "kendi nefisleri" de putperestlerin yaşadığı Mekke kentidir. Buna göre âyette vakti geldiğinde gerek müşriklerin yaşadığı Mekke'nin gerekse Mekke çevresindeki diğer yörelerin, hatta dünyanın birçok bölgesinin Hz. Muhamnıed (s.a.) ve daha sonraki müslüman liderler tarafından fethedileceği; böylece putperestlerin asılsız olduğu-nu ileri sürdükleri Kur'an mesajının, İslâm dininin cihana yayılacağı müjdelen-mektedir. Nitekim daha Hz. Peygamber zamanında Mekke fethedildiği gibi Arap Yanmadası'nın tamamına yakını da İslâm hakimiyetine girmiş; böylece hayatta olan birçok Mekkeli bu müjdenin gerçekleştiğini görmüştür. [99]

 

b) Diğer bir yoruma göre "âfâk"tan maksat yıldızları, ayı ve güneşiyle semanın uçsuz bucaksız köşeleri (kozmik evren), astronomik, meteorolojik, biyolojik vb. olaylar, yasalar; "kendilerinden maksat da en ince sanatların ve yaratılış hikmetlerinin örneği olan insanın biyolojik ve ruhsal dünyasıdır; kısacası "dış dünyadaki kanıtlar", kozmolojik evrenin sırları, "kendilerinde bulunan kanıtlar" ise insanın biyolojik, psikolojik, parapsikolojik yapısındaki sırlardır. Âyette ileride insan oğluna bu sırların gösterileceği, yani insanlığın bu konularda keşifler yapacağı bildirilmektedir. [100]

Eski müfessirlerüı çoğu ikinci yoruma katılmamışlardır. Çünkü onlara göre âyet, henüz bilinmeyen bazı şeylerin ileride bilineceğini haber vermektedir; halbuki bu âyetin indiği dönemde insanlar bakışlarını semâya çevirdiklerinde oradakileri zaten görüyor, biliyorlardı. Ancak, Râzî'nin de önemle belirttiği gibi (XXVII, 139) bu gerekçe zayıftır; zira o dönemin insanları gerek kozmik evrendeki gerekse insanın biyolojik ve psikolojik varlığındaki sayısız harikalardan habersizdi; "Yüce Allah insanlara bu harikaları zaman içinde adım adım keşfettirmektedir." Şu halde âyette Allah Teâlâ, zaman içinde insanlara hem kendi varlık yapıları hakkında hem de dış dünyada yaratıcı kudretinin eserleri olan nice kanıtlarını göstereceğini haber vermektedir ki bu da o döneme göre ileride gerçekleşecek olan bilimsel keşiflerden başka bir şey değildir. Yine Râzî'ye göre âyette Allah'ın zamanla göstereceği bildirilen kanıtlan fetihler olarak anlamak isabetli görünmemektedir. Nitekim tarih bize göstermektedir ki, müslümanlar bazı ülkeleri fethettikleri gibi gayrimüslimler de İslâm ülkelerini ele geçirebilmektedir. Kuşkusuz Mekke'nin fethedileceğine dair bazı müjdeler varsa da bu âyet fetihle ilgili değildir. Bize göre "kanıtlar" hem ilk muhataplara hem de sonradan gelenlere -her dö-nemdekilerin idrak kapasitelerine uygun düzeyde- gösterilmiştir ve gösterilmeye devam edecektir.

Son cümlesinden de anlaşılacağı üzere bu âyette, Mekke putperestleriyle on-lann tutumlarını tekrar edenler, Allah'ın kitabına ve Peygamberine karşı inatla ve câhilce sürdürdükleri inkâr ve İsyandan vazgeçmeye; böylesine üstün kudrete sahip olan Allah'ın, kutlan arasından seçtiği bir peygambere kitap göndermeye de muktedir olduğunu kabul edip o kitabın hükümlerine uymaya ve o Peygamber'İn yolundan gitmeye davet edilmekte; her şeye şahit olan Allah'ın onların hâlâ sürdürdükleri haksız ve yanlış tutumlarım da çok İyi Bildiği uyarısında bulunulmaktadır.

Ayetin son cümlesi, putperestler kabul etmese bile her şeye şahit olan Allah'ın, Hz. Muhammed'in doğruluğuna tanıklık etmesinin yeterli olduğu, dolayısıyla düşmanlarının tutumları nedeniyle onun üzülmemesi gerektiği şeklinde de yorumlanmıştır. [101]

 

54. Putperestlerin, bu sûrede özetlenen olumsuz tutumları genellikle âhiret hayatına inanmamalarından ileri geliyordu; zira bu inançsızlık onlarda yaptıklarından dolayı hesap verme durumunda kalmayacakları kanaatini uyandırıyor; bu da onlara güçlerinin yettiği her türlü haksızlığı yapma cesaretini veriyordu. Son cümlede kesinlik bildiren bit üslûpla Allah'ın ilmiyle her şeyi kuşattığı, dolayısıyla inkarcıların bu haksız tutumlarından da haberdar olduğu hatırlatılarak, onların zannettiklerinin aksine bir gün bunun hesabını mutlaka vereceklerine işaret edilmektedir. [102]

 



[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/591

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/591.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/591.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/591-592.

[5] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/592.

[6] bilgi için bk. Bakara 2/1

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/592.

[7] İbrahim 14/4

[8] ayrıca bk. Zümer, 39/28

[9] Şevkânî,TV,578-579

[10] İsrâ 17/82

[11] Taberî, XXIV, 91; İbn Atıyye, V, 4

[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/592-594.

[13] Râzî, XXVII, 98

[14] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/594-595.

[15] Bakara 2/265

[16] Zemahşerî, III, 383; Râzî, XXVII, 99

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/595-596.

[17] İbn Atıyye, V, 5; Zemahşerî, III, 383; Râzî, XXVII, 100

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/596.

[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/597.

[19] Hac 22/47

[20] bilgi için bk. A'râf 7/54

[21] Tekvin, 1/1-31,2/1-3

[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/597-598.

[23] Râzî, XXVII, 102

[24] İbn Atıyye, V, 6

[25] Taberî, XXIV, 98; İbn Âşûr, XXIV, 245

[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/598-599.

[27] meselâ bk. Şevkânî,IV, 581

[28] Esed, III, 972

[29] Şevkânî, IV, 581

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/599.

[30] Esed, ÜT, 972; bilgi için bk. Bakara 2/29; A'râf 7/54

[31] ayrıca bk. Sâffât 37/7

[32] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/599-600.

[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/600-601.

[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/601.

[35] meselâ bk. Taberî,XXIV, 100-101; İbn Atıyye, V, 8

[36] bu itirazın eleştirisi konusunda ayrıntılı bilgi için bk. En'âm 6/8

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/601.

[37] bilgi için bk. A'râf 7/65-72

[38] Râzî, XXVII, 112

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/601-602.

[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/602.

[40] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/603.

[41] İbn Atıyye, V, 10

[42] Zemahşe-rî, İÜ, 389; Râzî, XXVII, 115

[43] Mümtehine 60/1

[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/603-604.

[45] Nûr 24/24; Yâsîn 36/65

[46] bk. Ta-beri, XXIV, 106; Şevkânî, IV, 585

[47] Buhârî, "Tefsir", 41/2

[48] Bakara 2/46

[49] Hakka 69/20

[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/604-605.

[51] Zemahşerî, III, 390

[52] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/605.

[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/605-606.

[54] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/606.

[55] İbn Atıyye, V, 13

[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/607.

[57] Şevkânî, IV, 588

[58] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/607.

[59] Taberî, XXIV, 114

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/607-608

[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/608.

[61] Müsned, III, 413; Müslim, "İman", 62

[62] Râzî, XXVII, 123; Şevkânî, IV, 589

[63] benzer görüşler içîn bk. İbn Âşûr, XXIV, 286

[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/608-610.

[65] Şevkânî, IV, 590

[66] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/610.

[67] XXVII, 126* 1271Hz. Âişe, bir soru dolayısıyla Hz. Peygamber'İn ahlâbnrn Kur'an ahlâkı olduğunu bildirmiştir (Müslim, "Müsâfirîn", 139

[68] Ahzâb 33/21

[69] İbn Âşûr, XXIV, 295

[70] meselâ bk. Buhârî, "Menâkıb", 32; "Hudûd", 10, 12; Müslim, "Hudûd", 8,9; "Fezâil", 77

[71] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/610-612.

[72] bu yöndeki açıklamalar için bk. Taberî, XXIV, 120; Şevkânî, IV, 591

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/612.

[73] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/613.

[74] meselâ bk. Zemahşerî, IH, 392; Râzî, XXVII, 129; İbn Âşûr, 299-300

[75] Necm 53/19

[76] Nûh 71/23

[77] Bilgi için bk. Mustafa Çağncı, "Arap [İslâm'dan Önce Araplarda Dİn]", Dİ A, III, 316-321

[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/613-614.

[79] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/614.

[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/614.

[81] İbn Atıyye, V, 19; Şevkânî, IV,593); doğruluktan sapmak, kozmolojik deliller ortaya koyan âyetlerin ifade ettiğigerçeklerden yüz çevirmek <îbn Âşûr, XXIV, 304

[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/614-615.

[83] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/615-616.

[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/616.

[85] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/616-617.

[86] Kur'an'ın Arapça İndirilmesinin gerekçeleri hakkında ayrıca bk. Zümer 39/28

[87] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/617-618.

[88] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/618.

[89] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/618.

[90] Zemahşerî, III, 394

[91] meselâ bk. Râzî, XXVII, 136; İbn Âşûr, XXV, 6

[92] ayrıca bk. Lokman 31/34

[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/618-619.

[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/620.

[95] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/620-621.

[96] İbn Atıyye, V, 23

[97] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/621.

[98] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/621

[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/621-622.

[100] Bu iki farklı yorum için bk. Taberî, XXV, 4-5; Râzî, XXVII, 139;Şevkânî,IV,598

[101] Şevkânî, IV, 598; İbn Âşûr, XXV, 20

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/622-623.

[102] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu: IV/623.