- 44 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 44., nüzûl sıralamasına göre 64., Mesânî kısmı
dördüncü sûreler grubunun üçüncü sûresi olan Duhân sûresi, Mekke’de nâzil olmuş
olup, âyetlerinin sayısı 59’dur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Salât ve selâm Allah’ın Rasûlüne, O’nun pak aile halkına ve ashabına olsun.
Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
Sûrenin adı,
onuncu âyette geçen “Duhân” kelimesinden alınmıştır. Muhtevasından, Mekke’de Zuhruf
sûresinden sonra indiği anlaşılan “Havamîm” diye isimlendirilen, Hâ-mîm’ler
grubu denen yedi sûreden beşincisiyle karşı karşıyayız. Duhân
sûresinin konusu; Sû-rede kitaba ve peygambere imanın gereği ve önemi
vurgulanır. Sonra bu Allah’tan gelen bu kitaba ve onun pratiği olan peygambere inanmayanların,
kitap ve peygamberden habersiz bir hayat yaşayanların hem dünya hayatında
sıkıntı çekecekleri, hem de âhirette büyük bir azabın kendilerini beklediği
haber verilirken, bu kitaba ve peygambere iman edip vahiy rehberliğinde hayat yaşayan
mü’minlerin de bu dünyada Mes’ud oldukları gibi, öbür tarafta da büyük bir
mutluluğa erecekleri haberi verilir.
İlk
âyetler Kur’an-ı Kerimin her hikmetli işin hükme bağlandığı mübarek bir gecede
indirildiğini haber vererek böylece her şeyin ve herkesin Rabbi olan Allah’ın
böyle apaçık her şeyi ortaya koyan, kullarına yol gösteren bir kitap
göndermesinin de O’nun sonsuz rahmetinin, merhametinin ve hikmetinin eseri
olduğu belirtilir.
Az evvel de
ifade ettiğimiz gibi, Mekke’de Resûl-i Ekrem’in getirdiği hidâyet hediyesine
karşı kâfirlerin muhalefetlerinin arttığı bir dönemde geliyordu sûre.
Müşriklerin had safhaya varan muhalefetleri ve estirdikleri terör ve işkence
furyaları karşısında bunalan Allah’ın Resûlü, Cenâb-ı Hakka dua etmeye başlar:
“Ya Rabbi bir dönem elçin Yusuf’a
karşı savaş açanlara kıtlık günleri gönderip onları perişan ettiğin gibi, bana
da aynı yardımını gönder! Bunların burunları sürtülsün. Eziyetler karşısında
gönülleri erisin de, benim dâvetimi kabullensinler ya Rabbi!”
Rasulullah Efendimiz dua edip
yalvarmaya başlayınca, Rab-miz de sevgili elçisinin duasına icâbet buyurup
Mekkelilere müthiş bir kıtlık gönderdi. Allah’ın bu gönderisi karşısında
perişan duruma düşen Kureyş, tıpkı önceki sûrelerde anlatılan Firavun oğullarının
gelip Hz. Mûsâ’dan (a.s) Rabbine dua etmesini istedikleri gibi, müşriklerin de
Rasulullah Efendimize gelerek, “ey Muhammed, kavmine acı da Rabbine dua et,
bizi bu felâketlerden kurtarsın,” diye yalvardıkları rivâyet edilir.
İşte böyle
bir atmosferde gelen sûrenin ilk âyetlerinde, Rab-bimiz Mekke müşriklerini bu
kitabın kendisinden geldiği konusunda uyarır. “Siz ey müşrikler, Rabbinizden
gelen bu kitabın kıymetini takdir edemiyorsunuz. Sizi dünyada da, âhirette da
sahil-i selâmete çı-karacak, sizi dünya ve âhiret saadet ve mutluluğuna
götürecek bu ki-taba karşı çok kötü bir tavır takınıyorsunuz. Halbuki bu kitap
sizin için bereket kaynağıdır. Bereketin, diriliğin ve rahmetin kaynağından gelme
çok mübarek bir kitaptır bu. Bu kitap, mülkün sahibinden geliyor. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsinin sahibi olan, göklerde ve yerde kendisine boyun bükülen,
tüm varlıklara egemen olan, tüm varlıkları yaratan ve onların kulluk ipleri
elinde olan bir Allah’tan gelen bu kitaba karşı nasıl da bozuk bir tavır
sergiliyorsunuz? Size böyle bir hayat programı gönderen, size böyle merhametinden
dolayı rahmet kapıları açan Rabbinize ve O’nun elçisine karşı nasıl da nankörce
bir davranış içine giriyorsunuz? Nasıl oluyor da, size sizden daha çok merhamet
eden yaratıcınızı bırakıp O’nun berisinde kendiniz gibi aciz varlıkları İlâh
kabul edip onların yasalarını uygulamaya çalışıyorsunuz? Ama siz bilirsiniz,
bakın sizden önce, sizden daha güçlü toplumlar da benim kendilerine gönderdiğim
elçilerime sizin şu anda elçime takındığınız tavırları takındılar. Onlara ne
yaptığımı gördünüz,” diyerek Firavun ve toplumunun örneğiyle uyarılmaktadırlar.
Daha sonra gelen âyetler bu kitabın ilk muhatapları olan
Mekke müşriklerinin söz anlamaz, akıl kullanmaz, ibret almaz tutumlarının kötü
âkıbetini ortaya koymak üzere Firavun ve toplumunun tutumuyla onları
özdeşleştiriverir. Bir taraftan sizler ey Mekke müşrikleri, daha önceki elçim
karşısında takındıkları tavırlar sonucunda helâki hak eden Firavun ve
toplumunun âkıbetine hazır olun denilirken, diğer ta-raftan da peygamber
safında yer almış, tercihlerini Allah ve elçisinden yana kullanmış Müslümanlara
da; ey Müslümanlar, yolunuza devam edin, sizler de tıpkı sağ salim denizden
karşı tarafa geçirilip başarıya ulaştırılanların safında yer alacaksınız
müjdesi verilmektedir. Evet asırlar öncesine uzanılarak İsrail oğullarının
başından geçen hadise gözler önüne serilir. Allah’a ve elçisine iman eden,
Allah elçisi Musa aleyhisselâmın safında yer alan İsrail oğulları bir avuç
olmalarına rağ-men, güçsüz ve köle olmalarına Allah’ın izni ve yardımıyla
zafere ulaşırken, karşılarındaki yeryüzünün en güçlü, en zalim toplumu tüm ser-vetlerini,
tüm imkânlarını arkalarında bırakarak denizde boğulup gitmiştir. Üstelik
onların geberip gidişine ne gök ağlamış ne de yer.
Şimdi onların yerinde, onların misyonunu üslenmiş Mekke’de
bir avuç müslümana zulmetmeye çalışan Mekke müşrikleri var. Şimdi bu zalimler
nelerine güveniyorlar? Bunlar hiçbir zaman ne Firavunlardan ne Tübba hanedanından,
ne de daha öncekilerden daha güçlü değillerdir. Tarih boyunca Allah’a ve
elçilerine düşman kesilmiş tüm toplumlar Allah’ın helâk yasasının mahkumu
olmaktan kurtulamamışlar da şimdi Mekke kâfirleri, ya da şu anda tıpkı onlar
gibi yeryüzünden Müslümanları silmeye çalışan yirminci asrın kâfirleri mi
kurtulacaklar?
Daha sonra Mekkeli müşriklerin inkâr
ettikleri kıyâmet, hesap, kitap gündeme getirilerek her yönden onların
delillerle kuşatıldığını görüyoruz. Kıyâmet günü kurulacak İlâhî bir mahkemede
kim ne yap-mışsa mutlaka ortaya döküleceği ve herkesin yaptıklarının
karşılığını göreceği, Allah’a Allah’ın istediği biçimde kulluk yapanların cennete
uçacağı, Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın elçisine düşman kesilenlerin de
cehennemde dayanılmaz azapların içine yuvarlanacağı vur-gulanmaktadır.
Daha sonra Kur’an’ın kolaylaştırıldığına dikkat çekilir. Biz
kitabı insanlar onun üzerinde düşünüp kafa yorsunlar da ibret alsınlar, onunla
yol bulsunlar, hayatlarını bu kitaba sorarak yaşasınlar diye onu senin dilinde
kolaylaştırdık. Artık peygamberim sen sonucu bekle, onlar da beklesinler
âyetleriyle sûre son bulur. Sûrenin baş tarafındaki âyetlere atıfta bulunarak
böyle sona ermesi, hem konunun ba-şıyla sonu arasındaki bağlantıyı kurmak, hem
de kâfirlerin dünya ve âhirette karşılaşacakları felâketlere dair uyarıları
pekiştirmek amacını gütmektedir. Nitekim bu sûreden sonra gelecek olan Câsiye sûresi
onların başlarına gelecek bu felâketleri biraz daha pekiştirmektedir.
Şimdi
sûrenin âyetleri üzerinde kısa bir gezinti yaptıktan sonra inşallah tefsirine
geçelim. Mekkî sûrelerin ortak özelliğini taşıyan bu sûrenin temel
konusu, inkârcıların, Allah'ın gönderdiği "Kitab''a, Ra-sûlüne ve tekrar
dirilmeye inanmayı reddetmelerini ve başlarına gelecekleri dile getirmektedir.
Sûre, her
şeyin hikmetli bir şekilde ayırdedildiği mübarek bir gecede, Allah tarafından,
kullarına rahmet olması ve onları uyarması için indirilen "Kitab"a
and içerek başlıyor. Ardından da hemen insanlara, kendi Rablerini yani
göklerin, yerin ve her ikisi arasında bulunan varlıkların Rabbini anlatıyor.
O'nun birliğini ispat ediyor, gelmişleri ve geçmişleri O'nun diriltip öldürdüğünü
beyan ediyor. Bilâhare konuyu değiştirerek: "Fakat onlar şüphe içinde
eğlenip duruyorlar. " (9) ifadesi ile Kureyşliler'in durumuna temas ediyor.
Onların, hâlâ ölümden sonra dirilmeyi kabul etmeye yanaşmadıklarını; "Ölüm
ancak bir defadır" (35) deyip eğlenmelerine devam ettiklerine dikkati
çekiyor. Sonra, Kur'an'a inanmayıp onu alay ve şüphe konusu etmelerinin cezasını
şu korkunç tehditle dile getiriyor:
"Göğün,
apaçık görülecek bir duman çıkaracağı günü gözle. İnsanları bürüyecek elîm bir
azaptır bu. " (10-11). Bu arada aniden geliveren o günün azabım kaldırması
için Allah'a: " Rabbimiz bu azabı bizden kaldır. Doğrusu biz artık
müminleriz" (12) deyip yalvarışlarını ele alıyor, Rablerine dönmezden ve o
korkunç azaba çarpılmazdan evvel fırsatı değerlendirmeleri icabettiğini hatırlatıyor.
Lâkin: "Nerede onlarda öğüt almak! Onlara gerçeği açıklayan bir Peygamber
gelmişti de, O'ndan yüz çevirmişler ve: Öğretilmiş delinin biri'
demişlerdi" (14)
Allahu Teâlâ, onların
durumlarını çok iyi bilmektedir. Buna rağmen: "Biz az bir süre için azabı
kaldıracağız. Yine de siz eski halinize döneceksiniz" (15) diyerek mühlet
vermektedir.
Evet
varsınlar öğüt almasınlar, inkâr ve küfürlerine devam etsinler: "Onları
şiddetli bir şekilde çarpacağımız gün, şüphesiz intikam alırız. " (16).
Sûre,
bundan sonra sözü, Firavun ve kavmine getiriyor. Firavun'la kavmine gönderilen
şerefli peygamberin onları: "Ey Allah'ın kulları! bana gelin. Doğrusu ben
size gönderilmiş emîn bir peygamberim. Allah'a karşı azgınlık etmeyin"
(18) diyerek nasıl uyardığını, onların bu sese kulak asmadıklarını ve neticede
Allah elçisinin, onlardan ümidini kestiğini: "Bunlar suçlu bir kavimdir,
diyerek Rabbine dua etti" (22) ğini belirtiyor. Onların başına gelenler
işte bundan sonra olmuş, o azgınlığın ve büyüklenmenin sonu aşağılanma ve
felaket olmuştur:
"Onlar nice nice başları,
pınarları bırakmışlardı. Nice nice ekinleri, muhteşem konakları da. Zevk ve
sefâ sürdükleri nice nimetleri de. Bu böyle oldu. Biz de onları başka bir kavme
miras bıraktık. Gök ve yer onların helâkine ağlamadı. Onlara mühlet de
verilmedi." (25-29).
İbret
alanlar için, bu duygu yüklü tabloları gözler önüne serdikten sonra âyet,
âhireti yalanlayanların ve: "Ölüm bir defadır, tekrar diriltilmeyeceğiz.
Doğru sözlü iseniz bize babalarımızı getirsenize" (35-36) diyenlerin
durumuna geçmekte ve onlara Tübba' kavminin başına gelenleri hatırlatmaktadır.
Onlar sözü geçen kavimden daha hayırlı değiller ki bu gibi acı âkibetlerden
kurtulabilsinler. Bilahare, öldükten sonra dirilmeyle, Allah'ın gökleri ve yeri
yaratışındaki hikmeti arasında bağlantı kuruyor: "Biz gökleri, yeri ve
ikisi arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak ve
ancak hak ile yarattık. Ne var ki onların çoğu bilmezler." (38, 39). Ve
ardından onlara, her şeyin ayırt edileceği " ve hepsinin bir arada bulunacağı
vakit" (40)'ten söz etmekte: "O gün dostun dosta hiçbir faydası"
(41)'nın olmayacağı, "ancak Allah'ın merhamet ettiği kimse(nin)
müstesna" (42) olduğu belirtilmektedir. Bu arada, günâhkârların yiyeceği
olan zakkum ağacından, onların sürüklenerek Cehennem'e atılacaklarından,
"sonra azap olarak başlarına kaynar su" (48) döküleceğinden söz
ederek şiddet dolu tablolar çizmektedir. O gün onlara: "Tat bakalım! hani
şerefli olan, değerli olan yalnız sendin. İşte bu, doğrusu şüphelenip
durduğunuz şeydir." (49, 50) denilecektir.
Bu azap
sahnesinden sonra Allahu Teâlâ, muttakiler için hazırlanan mükâfatlardan söz
etmektedir: "Muttakîler ise muhakkak ki emîn makamdadırlar. Bahçelerde ve
pınar başlarındadırlar. İnce ipekten ve atlastan giyerler, karşılıklı
otururlar. İşte böylece onları siyah gözlülerle eşlendiririz. Orada emniyet
içerisinde olarak her meyveyi isteyebilirler. Orada ilk ölümden başka bir ölüm
tatmazlar. Ve onları cehennem azabından Allah korumuştur. Rabbinden bir lütuf
olarak. İşte büyük kurtuluş budur. " (51-57)
Nihayet
sûre başladığı gibi yine Kur'an'dan söz ederek son bulmaktadır: "Biz onu
öğüt alırlar diye senin dilinde indirerek kolaylaştırdık." (58). Ve bunun
yanı sıra, hâlâ öğüt alıp akıllanmayanlara inatlarına devam edenlere korku dolu
bir tehdit: "Öyleyse bekle, onlar da beklemektedirler." (59)
İşte bu
minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek iman etmek ve hayatımızı
onlarla düzenlemek üzere tanımaya çalışacağız.
1. “Hâ, Mîm.”
Önceki sûrelerde olduğu gibi yine
sûrenin ilk âyeti Huruf-ı Mu-katta ile başlıyor ve mukatta âyetinden sonra
Rabbimiz yine kitabına dikkat çekiyor.
2,3. “Apaçık olan Kitaba andolsun ki, Biz onu, kutlu
bir gecede indirdik. Doğrusu Biz, insanları uyarmaktayız.”
Mübîn olan, beyanı açık olan
kitaba yemin olsun ki… Apaçık kitaba yemin olsun ki… İfadeleri açık ve parlak olan,
inzali de, içinde-kiler de gün kadar apaçık olan kitaba yemin olsun ki… İçinde
insan yazgısı, insanın hayat programı bulunan ve kıyâmete kadar insanlığın tüm
problemlerini çözecek, kıyâmete kadar bir harfine bile halel gelmeyecek olan,
kalpte olan, kabulde olan yazgıya yemin olsun ki…
Bu kitabın
bir özelliğidir bu. Bu kitap mübîndir, apaçıktır. Hakkı apaçık hiçbir şüpheye
mahal bırakmayacak biçimde ortaya koyandır. Kehf sûresinin ikinci âyetinde de ifade
edildiği gibi:
Eğri büğrülüğü
olmayan bir kitaptır o. Yâni bu kitapta herhangi bir tenâkuz, herhangi bir
çelişki, bir uyumsuzluk, bir münâsebetsizlik yoktur. Onda insanların anlayamayacağı,
şaşkınlığa düşerek bocalayacakları bir karışıklık, bulanıklık, tutarsızlık
yoktur. Bu kitap her sınıf ve her dönem insanlığının anlayabileceği doğrulukta,
netlikte ve berraklıkta bir kitaptır. Sadece belli sayıda ve belli sınıf insanların
anlayabilecekleri, diğerlerinin anlayamayarak bocalayacakları, içinden
çıkamayarak sapıtacakları bir kitap değildir bu kitap. Tüm diğer kitaplardan
üstün, arınmış, insan eli değmemiş bir kitaptır.
Bir de "Kayyimen"dir bu
kitap. Kitabın ikinci bir özelliği de, "Kayyimen" oluşudur. Yâni
başka hiçbir şeye muhtaç olmayan bir kitaptır bu kitap. Dosdoğru, ama kendi
kendine kâim bir kitap. Bir başkasının kitabına ihtiyacı olmayan, bir
başkasının desteğine ihtiyacı ol-mayan kendi kendine var olan ve varlığını
sürdüren bir kitaptır bu. Bir başka kitabın sağlamasına, bir başkasının desteğine
ihtiyacı yoktur bu kitabın. Kendi kendine yeterli olan, kendi kendine kaim olan,
Hay-yu Kayyum olan bir Allah’ın bu ismi şerifi gereği, yine başka hiçbir şeye
muhtaç olmadan ayakta durabilmek üzere kuluna indirdiği bir kitaptır bu.
Nasıl ki bu kitabın göndericisi
kendi kendine kâim, yâni varlığı konusunda ve varlığını sürdürmesi konusunda
hiç kimseye muhtaç değil, hiç kimsenin yardımına muhtaç olmadan varlığını
sürdürebiliyor ve varların tümünü var eden O ise, işte böyle bir kaynaktan
gelen bu kitap da hiçbir yardımcı kitaba, hiçbir yardımcı kanuna ihtiyacı olmadan
kıyâmete kadar tüm insanlığın, tüm toplumların hayatlarını düzenleme ve
problemlerini çözümleme konusunda tek kitap olacaktır.
Hiç kimsenin kitabı bu kitapla
mukayese edilemez. Hiç kimsenin kitabı bu kitabın önüne geçirilemez. Hiç kimsenin
talimatları ve ya-saları bu kitaba tercih edilemediği gibi, bu kitabın onların
desteğine de ihtiyacı yoktur.
İşte bu
özelliklere sahip bir kitap, ancak yeryüzünde kulluk kitabı olabilir. İşte
Allah’tan gelen böyle bir kitap, ancak yeryüzünde hayat programı olarak
uygulamaya lâyık olabilir. İşte ancak böyle bir kitabı gönderen Allah, Rabb
olmaya, İlâh olmaya, hamd edilmeye lâyıktır.
İşte böyle
kapalılığı olmayan, insanları şaşkınlığa düşürecek bir bulanıklılığı olmayan
kitaba yemin olsun ki, “Biz onu mübarek bir gecede indirdik.”
Kur’an’ın
indirildiği bu gecenin Beraat gecesi mi, yoksa Kadir gecesi mi olduğu konusunda
ihtilâflar vardır. Bu konudaki ihtilâfın ya da anlayış farklılığının sebebi,
işte bu âyet-i kerimedir. Kimileri bu âyete dayanarak Kur’an-ı Kerim’in
indirildiği gecenin Beraat gecesi olduğunu, kimileri de Bakara sûresindeki
Kur’an’ın Ramazan ayında indirildiğini anlatan 185. âyeti ve de Kadir sûresinde
onun Kadir gecesi indirildiğini anlatan âyetine dayanarak Ramazan ayında ve
Kadir gecesinde indirildiğini iddia etmektedirler.
Bir başka rivâyette de Kur’an-ı
Kerim Beraat gecesi toptan ve bir çırpıda dünya semâsına indirilmiş, dünya semâsından
da Rasu-lullah Efendimize Ramazan ayının Kadir gecesinde ilk defa indirilmeye
başlanmıştır. Yâni Kur’an’ın bir toptan indirilişi vardır, bir de parça parça
Rasulullah Efendimize indirilişi vardır. İşte onun toptan indirilişi Beraat
gecesinde, peyderpey indirilişi de Kadir gecesinde olmuştur diyoruz. En
doğrusunu Allah bilir.
Bu kitap,
mübarek bir gecede indirilmiştir. Ya da böyle mübarek bir kitap, kendisinde
indirildiği için o gece mübarek bir gecedir. Siz de hayatınızın bereketlenmesini
ve hayatınızın şeref kazanmasını istiyorsanız, o kitabı hayatınıza indirerek
bereketlendirebilirsiniz. Siz de elinize alırsanız bu bereket kaynağını,
indirirseniz onu raflardan, indirirseniz onu hayatınıza, böylece bereket ve
şeref bulursunuz. Siz de onu mutfağınıza, meslek hayatınıza, kazanmanıza-harcamanıza,
eğitiminize, hukukunuza, küsmenize, sevmenize indirgerseniz, o zaman kesinlikle
bilesiniz ki sizin hayat da bereketlenecektir.
Unutmayalım ki, bu kitabı
hayatımıza indirdiğimiz gece, bu kitabı hayatımıza indirgediğimiz gece bizim de
kadir gecemiz olacaktır. Kadir kıymet bilme gecesi. Bu kitabın hayatımızdaki
kıymetini anladığımız ve onu elimize aldığımız gece, bizim için Kadir gecesi
olacaktır. Değilse geceler hep aynıdır. O geceye tesadüf etmek fazla bir şey ifade
etmeyecektir. Öyle değil mi? Muhammed bin Abdullah’ı Muham-med Rasulullah yapan
aynı kadir gecesi, Ebu Cehil’i de Ebu Cehil olarak bırakıyordu. Yâni o gece
kimilerinin hayatı bereketlenirken, kimileri hep aynı kalıyordu.
Bakın
Rabbimiz burada “enzele” ifadesini kullanıyor. Enzele, inzal, tenzil, tenzili
rütbe biliyorsunuz ki yüksekten indirmek anlamına geliyor. Rabbimiz, biz onunla
yol bulalım, yolumuzu ona sorarak bulalım diye onu mele-i â’lâ’dan dünyaya
indiriyor. Öyleyse bizler de Rab-bimizin yaptığının tam tersini yapmaya kalkmayalım.
O indirirken, biz kaldırmadan yana olmayalım. Biz de indirelim onu hayatımıza,
biz de alalım onu elimize ve en çok bu kitapla beraber olalım ki, onunla hayatımız
bereketlensin, hayatımız şeref kazansın inşallah.
O öyle
mübarek bir kitap ki, mânâları bitmez. İnsanlara göster-diği yolları tükenmez.
Onun hidâyetine ve kıyâmete kadar problemleri çözüşüne nihâyet yoktur.
“Muhakkak ki Biz uyarıcıyız,” diyor
Rabbimiz. Biz uyarıcılarız. Biz bu kitapla insanları uyarmaktayız. Gerçekten de
Rabbimiz bu kitapla bizi uyarmıştır. Dünyayı, yaşadığımız hayatın mânâsını,
ölüm ötesi hayatı en berrak biçimde anlatarak bizim gözlerimizin önüne sermiş
ve bizi gelecekle uyarmıştır. Şöyle bir hayat yaşarsanız sonun-da şununla
karşılaşacak, yok eğer böyle yaşarsanız sizi şunlar şunlar beklemektedir
diyerek cennetini de cehennemini de ortaya koyarak bizi uyarmıştır. Eğer böyle
yapmasaydı Rabbimiz, bize yaşadığımız hayatın mânâsını, nereden geldiğimizi,
niçin geldiğimizi, cenneti ve cehennemi anlatmadan bizi hesaba çekiverseydi,
belki o zaman insanların itiraz hakları olabilirdi. “Ya Rabbi, madem ki bizi
bunun için yaratmıştın, madem ki cennet ve cehennemin vardı, madem ki bizden
kulluk istiyordun bize bunu niye anlatmadın? Bize kendini niye tanıtmadın?”
deme hakkımız olabilirdi. Ama Rabbimiz öyle yapmadı. Gön-derdiği kitapları ve
elçileriyle bizi yeterince uyardı. Hem yeryüzünde kulluktan habersiz
yaşayacağımız bir hayatın doğuracağı bunalımları, hem de âhirette bizi bekleyen
bir azabı anlattı bize. Yeryüzünde seçtiği elçilerine kitaplar göndererek
uyarısını tam olarak yaptı Rabbimiz.
Öyleyse bu
kitap bizi de uyarmalıdır. Bu uyarıdan habersiz yaşayamayız. Biz bu kitapla
kendimizi uyarmak ve bu kitabın uyarılarından haberdar olmak zorundayız. Tüm
hayatımızı, tüm düşüncelerimizi, inanışlarımızı, amellerimizi bu kitapla
yargılamak zorundayız. Bu kitap kendisiyle beraber olduğumuz zaman bizim
hayatımızdaki tüm yanlışları, bozuklukları, tağutlukları, ölümü, kabri,
mahşeri, cenneti, cehennemi gösterecek, gözle görmüş gibi bu gerçeklerle bizi
yüz yüze getirecek ve elimizden tutup bizi cennete kadar götürecektir.
4,7. “Katımızdan bir buyrukla, her
hikmetli işe o ge-cede hükmedilir. Doğrusu Biz öteden beri peygamber gön-dermekteyiz.
Eğer kesin olarak inanırsanız bilin ki, bu senin Rabbinden, göklerin, yerin ve
ikisi arasında bulunanların Rabbinden bir rahmettir. O, işitendir, bilendir.”
Rabbimiz buyuruyor ki, “her
hikmetli iş bu gecede ayrışır, ayrıştırılır.” Her önemli muhkem iş, her sağlam
iş o gece ayrıştırılır ve takdir edilir. Her önemli iş icra edilmek üzere o
gece karara bağlanır, yazılır ve takdir edilir. Kâinatın kaderiyle ilgili olan,
insanların ve tüm varlıkların kaderleriyle ilgili olan, tüm olayların bir
yıllık takdiri, ya da değerlendirilmesi bu gecede yapılır. Gelecek seneye kadar
kulların kaderleri, kulların rızıkları, ecelleri ve başlarına gelecekler, olup
bitecekler ayrıntılı bir şekilde bu gecede belirlenir ve karara bağlanır.
Katımızdan bir emirle. Katımızdan bir
emir, bir yürütme, bir ya-sama, bir uygulama ve hikmet olarak cereyan edecektir
bu işler. Tüm bu işler, kararlar, kaderler, takdirler Allah katındandır. Her
işin ötesinde Allah vardır. Her işin arkasında Rabbimizin işleyen eli vardır. Kararlaştıran
Allah, takdir eden Allah, yürüten Allah, yasaları belirleyen ve uygulatan
Allah’tır. Bu işleri icra etmek üzere meleklerine emreden Allah’tır. Yeryüzündeki
elçilerine vahiy göndererek emreden de Allah’tır. Yaratan O’dur, hayat veren O’dur
ve öldüren de O’dur. Her şeyi bilen ve karara bağlayan O olduğuna göre,
hayatla, ölümle alâkalı tüm işleri düzenleme hakkı da elbette O’na ait
olacaktır.
Yeryüzünde dalından düşen bir
yaprak, gök yüzünden yere düşen bir damla yağmur, insanın ağaran saçının bir
teli, yıldızlar, ay, güneş, bulutlar, rüzgarlar, dağ başında biten bir çiçek
bile O’nun emriyle gerçekleşmektedir. O’nun bilgisinin dışında, O’nun haberi
olmadan hiçbir şey gerçekleşemez. Her şey O’nun emriyle ve takdiriyle meydana
gelir, O’nun emriyle yaşar ve O’nun emriyle son bulur.
“Ve biz elçiler göndeririz.” Bu takdir
ettiğimiz şeyleri gerçekleştirmek üzere görevlendirdiğimiz meleklerimizi
göndeririz. Kadir sûresinde şöyle buyrulur:
Melekler ve Cebrâil o gecede Rabblerinin
izniyle her türlü iş için inerler.”
(Kadir 4)
İşte aldığı
her bir kararı uygulatmak üzere Rabbimiz elçilerini gönderiyor.
Ya da şu
elimizdeki kitabında bizim kulluğumuz adına aldığı kararlarını bize ulaştırmak
ve insanlığı uyarmak üzere Rabbimiz bizim içimizden elçiler göndermektedir.
Bizim için uyarıcılar, resuller göndermektedir. Allah’ın bizim içimizden seçip
bizi uyarmak ve bizim hayatımıza karışmak üzere gönderdiği elçilerinin tamamı,
kendisinin yeryüzünde istediği hayatı en güzel biçimde yaşayan, kendisinin yeryüzünde
bizden istediği kulluğu en güzel biçimde örnekleyen kullardır. Yâni bu
peygamberler sanki bizim için Rabbimizin gönderdiği form dilekçelerdir. İşte bu
elçilerime bakın ve aynen onlar gibi bana kulluk yapın diye gönderdiği örnek insanlardır.
Yeryüzünde Allah’ın istediği bir hayatı yeryüzünde Allah’ın razı olduğu bir
insan tipini bizim gözümüzün önünde canlandıran numûnelerdir bu elçiler.
“Ey Allah’ın kulları! Bana bakın!
Beni izleyin! Kulluğu benden öğrenin! İşte kulluk budur! İşte Allah bundan
razıdır! İşte Rabbinizin rızası şöyle bir hayatın sonundadır!” diyerek yeryüzünde
kulluğun ve teslimiyetin zirvesini gerçekleştiren Allah’ın bu elçileri,
kıyâmete kadar insanlığın hiçbir itiraz haklarının kalmayacağı biçimde onlara
hakkı göstermişlerdir. Öyleyse bu elçiler ve bu elçilerin kendilerine Allah tarafından
gönderilen suhuflar ve kitaplar, Rabbimizin yeryüzünde insanlığa açtığı en
büyük rahmet kapılarıdır.
“İşte bu, Rabbinden en büyük bir rahmet
ve berekettir.” Kitabın indirilmesi, peygamberlerin gönderilmesi Rabbimizin rahmetidir.
Rabbimiz, kullarını karanlıklar içinde bocalar bir vaziyette bırakmak
istemediği için kitabını göndermiştir. Hakkı-bâtılı, doğruyu-yanlışı anlayabilmeleri
için kullarına bu kitabı göndermiş ve kendi bilgisiyle kullarını bilgilendirmiştir.
Allah bu elçilerini seçip bize göndermeseydi ve onları kendi bilgisiyle
bilgilendirip bize örnek yapmasaydı biz ne yapardık? Kim gibi olmaya çalışır,
kimi örnek alırdık? Allah’ı nereden bilebilirdik? Allah’a kulluğu nereden anlayabilirdik?
Cenneti nasıl elde edebilirdik? Yeryüzünde bu kadar güzel bir hayatı nasıl
gerçekleştirebilirdik?
Eğer öyle olmuş olsaydı, o zaman
herkes kendine göre bir hayat yaşar, herkes kendine göre örnekler bulur ve onlar
gibi olmaya çalışırdı. Allah’ın seçip bize örnek olarak gönderdiği ve hayatlarını
onayladığı örnekler olmayınca da, herkes kendi hevâ ve hevesine göre bir hayat
yaşar, hırsızlar hırsızları, ayyaşlar ayyaşları, zinacılar zinacıları örnek alır
ve asla Allah’ın rahmetine ulaşma imkânı da bula-mazlardı. Ama Rabbimiz öyle merhametli
ki, bize içimizden, bizim gibi insanlar seçerek örnek yapmış. Öyleyse bu sonsuz
rahmet karşısında bize düşen de Rabbimizin açtığı bu rahmet kapılarından
istifade etmek ve Allah’ın elçilerini tanıyarak aynen onlar gibi bir hayat
yaşamaya çalışmaktır.
Evet, her şey Rabbimizin rahmetinin eseridir. Rahmet;
incelik, ihsan, bağışlama, acıyıp esirgeme anlamlarına gelir. Allah'ın kullarına
acıması, onlara sevgi, şefkat ve merhametle muamele etmesi anlamında Kur'anî
bir tabir. Allah Teâlâ, kullarına rahmet ve şefkatle davranmayı nefsine vacip
kıldığını bize haber veriyor. (En'âm,54) Rahmet, bütün yaratıkların iyiliğini
isteyip onlara yardım etme arzusu duy-maktır. Allah Teâlâ'nın bu kelimeden
türemiş bazı güzel isimleri vardır; Rahmân: Esirgeyen, Rahîm: Bağışlayan,
Erhamürrâhimîn: Merhametlilerin en merhametlisi, Hayrürrâhimîn: Merhametlilerin
en hayırlısı, Zürrahme: Rahmet sahibi, Zü Rahmetin Vasia: En geniş Rahmet sahibi...
gibi. Kur'an-ı Kerim'de yüzden fala yerde geçen bu isimler, Allah'ın rahmetinin
çok ve tükenmez derecede bol ve her şeyi kapladığını gösterir. Cenab-ı Allah
yaratıklarına, şanına yakışır bir acıma ve şefkat duygusu ile muamele eder.
Esasen hayatın kaynağı da, bu ilâhî rahmettir. Yaratılışı düşünecek olursak,
insanı oluşturan sperm ve yumurta, çok sağlam, dış etkenlerden korunmuş, rahim
denilen çok müsait bir ortamda birleşerek gelişir. Hayatın ilk kıvılcımı, ancak
böyle bir rahmet ortamında başlayabileceği için ona, aynı kökten türemiş olan
rahim ismi verilmiştir. Dünyaya gelen her canlı yavrusu ancak, Allah'ın verdiği
nimetler ve ana-babasının sevgi ve merhametiyle gelişip büyüyebilir. Eğer bu
merhamet duygusu olmasa, hayatın devamı mümkün olmazdı. Allah Teâlâ'nın;
"Benim rahmetim her şeyi içine almıştır" (A’râf,156) sözü bu gerçeği
ifade etmektedir. Canlılar, ilahi rahmetin çeşitli tecellileri olan ve saymakla
bitirilemeyecek nice nimetler sayesinde hayatiyetlerini devam ettirirler.
Hak yolu bulmaları için Allah Teâlâ’nın insanlara kitaplar,
peygamberler göndermesi de rahmetinin bir tecellisidir: Ey Habibim Muhammed!
Biz seni, alemlere rahmet olasın diye gönderdik” (Enbiyâ, 107) "Bu Kitabı
(Kur'an'ı) sana, her şeyin açıklaması, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve
müslümanlar için de bir müjdeci olarak gönderdik" (Nahl,89) âyetleri bunu
göstermektedir.
"Allah Teâlâ, rahmetini yüz parçaya ayırdı, doksan
dokuzunu yanında bıraktı, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet
sebebiyle bütün yaratıklar birbirine merhamet eder. hattâ yavrulu bir kısrak,
yavrusu daha rahat emebilmesi için ayağını kaldırır" (Bu-hârî, Edep, 19)
hadisi, rahmet cevherinin aslında bir bütün olduğunu, sadece insanlara değil,
bütün mahlukata verildiğini gösterir. Buna göre, Allah Teâlâ'nın gerçek
rahmetinin büyüklüğünü düşünmek gerekir. Kalbinde merhamet duygusu taşıyan bir
insan, içinde ilâhî bir cevher taşıyor demektir. Merhameti olmayan kişi, bu
ilahi nimetten nasipsiz kalmıştır. Hz. Peygamber'in çocukları sevip okşamasına
hayret eden ve on çocuğundan hiçbirini öpmediğini övünerek söyleyen bedevîye;
"Şayet Allah senin kalbinden merhameti söküp almışsa, ben sana ne
yapabilirim? Acımayana acınmaz." (Buhari, Edep, 18) demesi de bunu
gösterir.
İbadetler, bilhassa oruç ve zekat, merhamet duygusunu arttı-rır.
Müslümanın merhameti bütün müminleri bütün insanları, hattâ bü-tün canlıları
içine almaktadır. Çünkü İslam, yaratıcıya hürmet, yaratı-lana şefkat ve
merhamet temeli üzerine bina edilmiştir. Rahmet Pey-gamberi (s.a.s);
"İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez" (Müslim,
Fedâil, 66) buyurur. Küçüklere, güçsüzlere, yardıma muhtaç olanlara,
hayvanlara... rahmet ve şefkatle davranmak Peygamberimizin en önemli
özelliklerinden ve ümmeti olan bizlere tavsiye ettiği şeylerdendir:
"Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden
değildir" (Tirmizi, Birr,15), "Merhamet e-denlere Allah da merhamet
eder. Siz yeryüzündekilere -bütün canlı-lara- merhamet edin ki, göktekiler de
-Allah ve melekler- size merha-met etsin" (Ebu Davud, Edep, 58).
“Eğer yakîn elde etmek isterseniz, göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin
Rabbidir O Allah.” Göklerde, yerde ve her ikisi arasında olanların tümünü
yaratan, yaşatan, ayakta tutan, onlar üzerinde hükmünü yürüten, onların
yasalarını belirleyen Allah’tır. Eğer yakîn sahibi olmak istiyor ve yakînen
iman etmek istiyorsanız... Göklerde ve yerde egemen olan O’dur. Tüm kâinatta
rubûbiyetini devam ettiren O’dur. O’nun izni olmadan ne göklerde ne de yerde
hiçbir varlığın var olması, varlığını sürdürmesi mümkün değildir.
8. “O’ndan başka İlâh yoktur; diriltir
ve öldürür. Sizin de Rabbiniz önceki babalarınızın da Rabbidir.”
Kendisinden başka İlâh da, kendisinden
başka kendisine kulluk yapılacak da yoktur. Kendisinden başka sözü dinlenecek
hatırı kazanılacak varlık yoktur. O, öldüren ve diriltendir. Hayat veren O’dur,
hayatın sahibi O’dur ve zamanı gelince de verdiği o hayatı geri alacak olan da
O’dur. İlâh olanın, sözü dinlenecek olanın yaratıcı ve öldürücü olması gerekir.
İlâh olanın, iradelerimizi kendisine teslim edip çektiği yere gitmemiz gereken
varlığın yaratıcı olması gerekir. Madem ki bizi yaratan, şu anda varlığımızı
kendisine borçlu olduğumuz, sonunda da bizi öldürüp huzuruna çağıracak olan O’dur,
öyleyse başkalarına niye minnet edelim? O’ndan başka kime minnet borcumuz olabilir
ki bizim? Hayatımız O’ndan, ölümümüz O’ndan, aklımız, bilgimiz, fırsatımız,
imkânımız her şeyimiz O’ndandır.
Tabii, sadece bizim dirilişimiz
ve ölümümüz değil, göklerde ve yerdeki tüm dirilişler, tüm dirilikler,
piyasanın dirilişi ve ölüşü, tabiatın dirilişi ve ölüşü de O’ndandır. Öyleyse
sözü dinlenecek, arzularına itaat edilecek, yasaları hayat programı kabul
edilecek, kitabı uygulanacak, darda kalınca kendisine imdat denilecek tek
varlık O’dur.
O Allah
sadece sizin değil, aynı zamanda sizden önceki atalarınızın da Rabbidir. Sizden
öncekilerin de Rabbi, onları da yaratan,
onları da yaşatan ve öldüren, onlara da dönemlerinde vahiy göndererek
hayat programlarını belirleyendir. Atalarınızın bunu anlayamayarak O’ndan
başkalarına kulluk etmiş olmaları asla bu gerçeği değiş-tirmez. Onların bu
yanlışları sizin için asla delil teşkil etmez.
Onların da,
sizin de Rabbiniz ve İlâhınız Allah olduğu halde, bu zavallı insanlar bu
gerçekten habersiz bir vaziyette şek ve şüphe içinde kıvranıp durmaktadırlar:
9. “Ama inkârcılar, dirilmekten şüphededirler,
bunu eğlenceye alırlar.”
Ama kâfirler şek ve şüphe
içindedirler. Kâfirler tekrar dirilme konusunda şüphe içindedirler. Kâfirler ve
müşrikler hayatlarından ve inanışlarından şüphe içindedirler. Kâfirler ve
müşrikler Allah berisinde tapındıkları varlıkların ilâhlığı konusunda kuşku
içindeler. Hayatlarından ve tapındıklarından emin değiller. “Acaba” diyerek bir
tereddüt içinde kıvranmaktadırlar. Hiçbir kâfir “Allah yok” diyerek Rabbini
inkâr ederken bundan emin değildir. Hiçbir kâfir “diriliş yok” derken bu konuda
emin değildir. Kâfirlerin de, müşriklerin de dinleri, hayat programları şüphe
üzerine bina edilmiştir.
Esasen onlar din konusunda, hayat
programı konusunda ciddi ciddi endişe taşıyan akıllı insanlar da değillerdir.
Onlar için din önemli değildir. Onlar için önemli olan dünyadır. Onlar için din
sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Bu yüzden de ciddi ciddi bu konuda düşünecek
zamanları da yoktur. Bu adamlar vahye karşı gözlerini ve kulaklarını
kapatıyorlar, kendilerine göre bir dünya kuruyorlar. Böyle bir durumda olan
insanlar elbette her şeyden şüphelenmek zorundadırlar. Bir şüpheden öteki
şüpheye böyle bocalayıp duracaklardır.
10,11. “Ey Muhammed! Göğün, insanları bürüyecek
bir duman çıkardığı günü bekle; bu can yakıcı bir azaptır.”
“Sen bekle peygamberim. Semâ
apaçık bir dumanla geldiği zaman... Semâyı apaçık bir duman kapladığı, bürüdüğü
zaman...” Âyet-i kerimede anlatılan bu duman konusunda iki yorum vardır: Bunlardan
birisi, bu dumanın kıyâmet alâmetlerinden birisi olduğudur. Rivâyetlere göre kıyâmetin
gerçekleştirilmesinden önce gökyüzünü apaçık bir duman bürüyecek. Bu korkunç ve
kör duman, yeryüzünü ve yeryüzü insanlığını bürüyüp kaplayacaktır. Yeryüzündeki
hayat, can yakıcı, korkunç bir azap atmosferine dönüşecektir. Hz. Ali Efendimizin
ifadesine göre tüm yeryüzü sanki içinde ocak yakılmış, deliksiz, penceresiz bir
eve dönecek ve bu dumanın etkisiyle kâfirlerin başları dönüp sarhoş hale
gelirken, duman kâfirlerin kulağından girip aşağısından çıkarken, mü'minler de
nezle etkisi gibi bir etkiyle etkileneceklerdir.
Buhârî’nin rivâyet ettiği bir
hadis-i şerife göre, bu duman yeryüzünün doğusuyla batısını dolduracak ve kırk
gün devam edecektir. İnsanlar korku ve dehşet içinde bu azaptan kurtulabilmek
için el kaldırıp Rabblerine, “ya Rabbi! Ne olur bize bir nefes alma imkânı ver!”
diyecekler ve Cenâb-ı Hakk da bu duman azabını biraz biraz onlardan kaldıracak,
ama arkasından gelen kıyâmetle en son ve en şiddetli azabını onlara
tattıracaktır.
Bunun şöyle
bir yorumu da var: Mekke’de Rasulullah Efendimize ve ona inanan bir avuç
Müslümana karşı müşrikler işkencelerini artırdıkları bir dönemde, bunalan Allah’ın
Resûlü, Allah’a dua eder: “Ya Rabbi, bu söz anlamazlara daha önce Yusuf dönemi
toplumuna gönderdiğin, yıllarca süren kıtlıklar gibi kasıp kavuran bir kıtlık
gönder ki, belki akılları başlarına gelir de sana ve senin elçine iman ederler.
Senin elçine ve ona iman edenlere işkence etmekten vazgeçerler.”
Rasûlullah’ın
bu duasından sonra Rabbimiz onlara öyle bir kıtlık gönderdi ki, açlıktan
dünyaları kararmış, gözleri dumanlanmış ve gökyüzüne baktıkları zaman da onu alabildiğine
dumanlı görmeye başlamışlardı. Mahvoldular, kahroldular, ne yapacaklarını
şaşırdılar ve tıpkı Zuhruf sûresinde anlatıldığı gibi Firavun oğullarının böyle
bir durumda Hz. Mûsâ’ya gidip de gibi şöyle dedikleri gibi bir tavır takındılar:
“Ey Sihirbaz! Sana verdiği ahde göre
Rabbine bizim için yalvar da doğru yola erişelim” dediler.”
(Zuhrûf 49)
Allah o
topluma da akılları başlarına gelsin diye tufan gönderdi. Mahvoldular,
kahroldular ve Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’ya gelip: “Ey Mûsâ! Allah’la aranızdaki
ahit hatırına, ya da seninle bizim aramızdaki ilişki hatırına Rabbine bir dua
ediver de Rabbin şu belâyı üzerimizden kaldırsın. Biz de o zaman senin getirdiğin
hidâyet hediyesini kabul e-delim. Biz de Müslüman olalım,” dediler. Dikkat ederseniz,
“Allah’la a-ranızdaki ahit hatırına O’na bir dua ediver,” diyorlar. Yâni bu adamlar
Hz. Mûsâ (a.s) ile Allah arasında bir risâlet ahdi olduğunu biliyorlardı.
Allah’ın elçisi Hz. Mûsâ’nın (a.s) Allah katında mümtaz bir yerinin, bir değerinin
olduğunu biliyorlardı.
İşte aynen
onların gidip Allah elçisine yalvarıp yakardıkları gibi, Mekke müşrikleri de
Resûl-i Ekrem Efendimize gelip bu dumanın, bu belânın üzerlerinden kaldırılması
için Rabbine dua etmesini istediler. Buradan anlıyoruz ki, bu adamlar, yâni
gerek Firavun oğulları ve gerekse Mekkeli müşrikler aslında Allah fikrine ve
peygamber düşüncesine yabancı değillerdi. Allah’ın, peygamberin kim olduğunu, peygamberin
ne için geldiğini, kim tarafından görevlendirildiğini biliyorlardı. Allah’la
elçileri arasında bambaşka bir bağ olduğunu bilen bu insanlar, onlardan bu bağ
hatırına Allah’a dua etmesini istiyorlardı.
Yine anlıyoruz ki bu insanlar
Allah’ın gücünü, kudretini de biliyorlardı. Başlarına gelen bu belâların O’ndan
geldiğini ve yine sadece O’nun kaldırabileceğini de biliyorlardı. Bu konuda dua
edilecek makamı da, duası istenecek makamı da biliyorlardı. Allah’a gerçek
kulluk yapan birisinden dua etmesini istiyorlardı.
Allah’ın
elçisinin yanına geliyor ve diyorlar ki, “ey Allah’ın Resûlü! Bizim için
Rabbine bir dua ediver de şu belâyı bizim başımızdan kaldırsın. Biz de böylelikle
sana ve senin Rabbine iman edelim ve hidâyette olalım.”
Zuhruf
sûresine dönüyorum. Hz. Mûsâ, Cenâb-ı Hakk’a dua eder, Allah da onların
üzerinden bu belâyı kaldırır, ama onlar verdikleri sözü unutup yan
çiziverirler. İnsanların genel karakteridir bu. Başlarına bir belâ gelince, bir
sıkıntı içine düşünce “aman aman” derler, ama bu belâyı Allah savuşturunca da
hemen yan çiziverirler. Bakıyoruz insanlar bugün de böyle yapıyorlar. Başları dara
gelince bugünküler de hemen Allah’la arası iyi olan hocalara, hacılara
koşuyorlar. “Aman yetişin! Kurtarın!” diyorlar. “Aman bir dua ediverin! Bir yalvarıverin
de şu sıkıntımız kaldırılsın” diyorlar. Peki siz nerdesiniz yahu? Siz kendiniz
nerdesiniz? Siz kendiniz niye dua etmiyorsunuz? Siz niye yalvarıp
yakarmıyorsunuz?
Ya da bu dinin öteki bölümleri
sizi ilgilendirmiyor mu? Firavun durumuna düşünce mi Allah’ı hatırlıyorsunuz?
Mekkeli müşriklerin durumuna düşünce mi Allah’ı hatırınıza getiriyorsunuz?
Başınız daralınca mı Allah’ı hatırlıyorsunuz? Hz. Mûsâ Allah’a dua etti ve
Allah onların başından bu belâyı kaldırdı ama bu adamlar Allah’a ve Mûsâ'ya (a.s)
verdikleri sözü unutuverdiler. Sanki Allah’a ve elçisine hiç ihtiyaçları
olmamış, sanki başlarına böyle bir belâ gelmemiş gibi her şeyi unutup yine eski
küfürlerine, eski şirklerine devam ediverdiler.
Sonra Allah
onların üzerine kurbağa yağdırır. Evlerinin içi, yiyecekleri ve tüm hayatları
kurbağa ile dolup da perişan bir hale gelince, yine gelip Hz. Mûsâ’dan Rabbine
dua etmesini isterler. Hz. Mûsâ (a.s) dua eder, Allah bu belâyı da kaldırır,
ama onlar yine iman etmezler, yine yola gelmezler. Sonra Rabbimiz onların
üzerlerine çekirgeler sürüsünü gönderir. Tarlalarındaki mahsuller çekirgeler
sürüsünün istilâsına uğrayınca, yine Hz. Mûsâ’nın dua etmesini isterler. Hz.
Mûsâ dua eder ve Allah onu da kaldırır. “Eh, zaten eskiden de bu tür şeyler
olmuştur, olağan şeylerdir bunlar,” diyerek yine yan çizerler. Mûsâ’nın (a.s)
duasının sonunda tarlalarından kaldırdıkları ürünleri ambarlarına doldururlar. “Tamam,
artık ürünlerimizi garantiye aldık” diye sevinip dururlarken, Rabbimiz onlara
bit gönderir. Öyle ki tüm vücutları, tüm yatak ve yorganları, tüm ambarları ürünün
defterini düren bitlerle doluverir. Mûsâ (a.s) yine dua eder ve Allah onu da
kaldırır. Arkasından onlara kan gönderir Rabbimiz. Her şeyleri kan olur. Ekmeğe
el atarlar kan, suya el atarlar kan, tüm yiyecek ve içecekleri kan haline geliverir.
Fakat işin garibi, bütün bu
gelenler Mısır’da yaşayan Firavun oğullarına geliyordu. Aynı şehirde yaşayan
İsrailoğullarına hiçbir şey olmuyordu. İsrailoğulları bunların hiçbirisinden
etkilenmiyorlardı. Hattâ rivâyetlere göre Firavun oğullarından olan birileri
suyu ağzına götürüyor, bakıyor kan. Sonra yanındaki İsrailoğullu kölesine
veriyor, bu sefer su oluyordu. Adam kölesinin ağzından emmeye çalışıyor, ama o-nun
ağzından dökülürken yine kan haline geliyordu. İşte Rabbimiz a-dam olsunlar
diye peş peşe, biri öncekinden daha etkili mûcizeler gönderdi, ama bu adamlar
yine adam olmayınca, bütün bu imtihanlar yine de onların akıllarını başlarına
getirmeyince, sonunda helâki hak etmiş oldular.
Unutmayalım ki, Allah bize de
bazen böyle bir şeyler gönderir, gönderir ama yine de Allah’ın istediğine gelmemeye
diretirsek, bilelim ki bizim defterimizi de dürüverir. Bütün bunlar geldikçe yine
Zuhruf’la söyleyelim:
“Ama, azabı
ülkelerinden kaldırdığımızda hemen sözlerinden döndüler.”
(Zuhruf 50)
Her defasında söz verdiler ama
sözlerinden döndüler. Onların bu sözlerinden döneceklerini bile bile Rabbimiz
rahmeti gereği yine de onların üzerlerinden belâlarını kaldırıyordu.
(Duhân
kelimesiyle alâkalı dinleyicilerden bir soru soruldu)
Arapça’da tütmek, duman çıkmak anlamına gelen “dahn” kökünden
isim olan duhân kelimesi kitabımızın iki sûresinde geçmektedir. Bunlardan
birisi Fussilet sûresinin 11. âyeti, diğeri de Duhân sûre-sidir ki onun adını
teşkil etmektedir. İslâm literatüründe duhân kıyametin büyük alâmetlerinden
birisidir. Resûl-i Ekrem efendimizin hadislerinde kıyametin zuhurundan hemen
önce gerçekleşecek hadiseler arasında zikredilmektedir. Bu kelimenin geçtiği
her iki sûrede de Rabbimiz, önce göklere ve yere egemen tek Rab ve İlâh oluşuna
dikkat çekmiş, daha sonra kullarına olan sonsuz rahmet ve merhameti gereği
peygamberlerini ve vahyini ulaştırdığı bildirilmiştir. Bütün bu uyarılara
rağmen yine de kendi istediği İslâm yoluna girmeyen, peygamberine ve onunla
gönderdiği vahyine teslim olmayarak zamanlarını boşa harcayan kâfirleri elem
verici bir azap olan duhânın saracağı, böyle bir felâketle karşı karşıya gelen
kâfirlerin; bu elîm azabın kaldırılması halinde iman edeceklerine dair söz
verecekleri ifade edil-mektedir. Âyetin devamında ise onların hiçbir zaman bu
sözlerinde durmayacakları şu sözlerle ortaya konur; ‘Biz azabı geçici bir zaman
için kaldıracağız, fakat siz yine eski küfür ve şirklerinize döneceksiniz.
Onları müthiş bir yakalayışla yakalayacağımız gün öcümüzü mutlaka alırız.
Müfessirlerimiz
bu âyette geçen onları saracak duhân ve müthiş bir şekilde onları yakalama
ifadelerini şöyle anlamaya çalışmışlardır: Abdullah b. Mes’ûd efendimiz der ki;
Mekke müşrikleri, özellikle Kureyş Resûlullah efendimizin getirdiği dâvete
karşı direnişlerini sürdürmede ısrarlı davranarak Müslümanlara karşı terör ve
işkenceleri artırdıklarını gören Resûl-i Ekrem Allah’a şöyle dua etmişti; Ya
Rabbi, bu zalimlere Hz. Yusuf dönemi kıtlığına benzer bir kıtlık ver. Rabbimiz
de Resûlullah’ın duasını kabul buyurarak Mekke halkını müthiş bir kıtlığa
uğratmıştır. İşte Allah’ın bu azabının etraflarını kuşattığı Mekke
müşriklerinin açlıktan gözlerinin feri gitmiş, etraflarını bir duman kaplamıştı.
Bunun üzerine çaresiz kalan Mekkeliler Hz. Peygambere gelerek bu felâketin kaldırılması
için onun Rabbine dua edip yalvarmasını istemişlerdir. Ve bu kıtlığın kaldırılması
halinde Allah’a ve peygamberine iman edeceklerine dair söz vermişlerdir. Fakat
Resûlullah efendimizin duası üzerine bu kıtlık biraz biraz kaldırılınca
zalimler peygambere ve beraberindeki Müslümanlara karşı işkencelerini daha da
artırmışlardır.
Âlimlerimizden bazıları da bu duhânın kıyamet öncesi
gerçekleşecek bir duman olduğunu iddia etmişlerdir. Abdullah b. Ömer, Abdullah
b. Abbas gibi Kur’an konusunda söz söylemeye yetkisine sahip müfessirlerimiz bu
görüştedirler. Rivâyetlere kıyamete yakın bir zamanda gökten bir duman inecek
ve kırk gün kırk gece süreyle dünyanın doğunu ve batısını kuşatacak ve yeryüzü
âdeta bacasız bir fırın halini alacak, içinde ateş yanmış bir oda gibi
ısınacaktır. Mü’minler bu dumandan nezleye tutulmuş bir kimse gibi çok hafif
etkilenirlerken, kâfirler ise şiddetle sarsılacaklar, âdeta sarhoşa
döneceklerdir. Mekkeli
müşrikler de böyle geldiler Rasulullah’tan bu kıtlığın kaldırılması için dua istediler
ve dediler ki:
12. “İnsanlar: “Rabbimiz! Bu azabı
bizden kaldır; doğrusu artık biz inananlarız” derler.”
Tıpkı Firavunlar gibi, tıpkı
selefleri gibi onlar da dediler ki, “ya Rabbi, eğer bunu bizden giderirsen o
zaman biz mü'min olacağız. O zaman biz de sana iman edeceğiz. Ya da biz
müminleriz,” dediler. Darda kaldıkları zaman derler bunu. En’âm’da da aynı konuyu
şöyle anlatıyordu Rabbimiz:
“De ki: “Kara ve denizin
karanlıklarından sizi kim kurtarır? Eğer bundan bizi kurtarırsan şükredenlerden
olacağız diye O’na gizli gizli yalvarır yakarırsınız. De ki: “Allah sizi ondan
ve her sıkıntıdan kurtarır, sonra da ona şirk koşarsınız.”
(En’âm 63)
Yâni böyle
karanın ve denizin karanlıklarında kaldığınız, yolunuzu yitirdiğiniz, bir
çıkmazla karşı karşıya kalıp eliniz böğrünüzde ne yapacağınızı şaşırdığınız,
ciddi bir tehlikeyle burun buruna gelip ondan kurtuluş ümitleriniz inkisâra
uğradığı zaman ne yaparsınız? Kime yalvarıp yakarırsınız? Kime yönelir ve kimi
imdadınıza çağırırsınız? Denizde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya gelip can
havliyle dalgalarla boğuşmaya başladığınız, ya da hanımınız hasta hanede ecel
teri dökmeye başladığınız bir sırada veya borçlularınız kapınıza gelip dayandıkları,
mahkemede hakim karşısında ecel teri dökmeye başladığınız, içinden çıkamayacağınız
ciddi bir dertle karşı karşıya geldiğiniz zaman gizli ve açık olarak, ya da
korku ve ümit içinde kime yalvarır, kime dua edersiniz? Yemin olsun ki, o bizi
bu sıkıntıdan kurtarırsa muhakkak biz şükredenlerden olacağız diye kime
müracaat edersiniz?
Allah’a dua edersiniz değil mi?
Yâni böyle bir durumda sizi kurtaracak tek varlığın Allah olduğunu, Allah’tan
başka hiç kimsenin yapabileceği bir şeyin olmadığını, Rabbinizden başka hiçbir
gücün sizin imdadınıza yetişemeyeceğini siz de biliyor ve itiraf ediyorsunuz
değil mi? Vicdanlarınız buna şahitlik ediyor değil mi? Size yardım edebilecek,
sizin tüm sıkıntılarınızı yok edecek, sizin kaderinizi belirleyen varlığın
sadece Allah olduğunu biliyor ve böyle durumlarda sadece Rabbinize dua
ediyorsunuz.
Sizi ondan ve her türlü
tehlikeden, her türlü kederden, her türlü sıkıntıdan kurtaran Allah’tır. Allah
sizi bu tehlikeden kurtarıp sahil-i selâmete çıkardığı zaman da hemen ona yan
çizmeye ve ona şirk koşmaya başlıyorsunuz. Darda kaldığınız zaman size rızık
gönderen Rabbinizi unutup, kendinize ondan başka Rezzaklar bulmaya ve onların
arzularını gerçekleştirmeye kalkıyorsunuz. Bu ikinci, üçüncü derecede rezzaklarınızın
gazabına maruz kalmamak için, tayininizin çıkarılmaması, maaşınızın kesilmemesi
için onların arzularıyla Rabbinizin arzuları çatıştığı zaman, Rabbinizin
hatırını ayaklarınızın altına alma pahasına onların hatırını başınıza taç
yapmaya kalkışıyorsunuz. Sizi koruyan Rabbinizi unutup, kendinize yeryüzünde
yeni yeni rabbler bulup onların koyduğu kanunları uygulamaya kalkışıyorsunuz. Allah’tan
başka sığınacak varlıklar bulup onlara sığınmaya, onlara dua edip yardımınıza
çağırmaya kalkışıyorsunuz. Darda kalınca gerçek Rabbi-nizi hatırlıyor, tehlike
geçince de başka Rabbler bulup onlara itaat etmeye kalkışıyorsunuz.
Çok ciddi
bir tehlike anında ister mü'min olsun ister kâfir herkes Allah’a
yalvarmaktadır. Bundan anlıyoruz ki, tüm insanlarda fıtrat tevhiddir, öz cevher
tevhiddir. Şirk ise sonradan ona ârız olmuş bir kabuktur. İşte böyle çok ciddi
bir tehlike anında insan fıtratı açığa çık-maktadır. Fıtratın üzerini örtmüş
olan kabuk o anda dökülüveriyor ve insanın fıtratı açığa çıkıveriyor. Bakın bu
husus İsrâ sûresinde biraz daha net anlatılır:
“Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka
yalvardıklarınız kaybolup gider, fakat O sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz
çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür.”
(İsrâ 67)
Yine Yunus
sûresinde de aynı konu şöyle anlatılır:
“Sizi
karada ve denizde yürüten Allah’tır. Bulunduğunuz gemi içindekileri güzel bir
rüzgarla götürürken; yolcular neşelenirler. Ama bir fırtına çıkıp da onları her
taraftan dalgaların sardığını, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise;
Allah’ın dinine sarılarak: “Eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan andolsun ki
sana şükredenlerden olacağız” diye ona yalvarırlar.”
(Yunus 22)
Meselâ
bakın bâtılı kâfirler Titanik diye bir gemiye binerler ve okyanusa açılırlar.
Yüzlerce mühendisin rapor vererek, bu gemi bat-maz dedikleri geminin içinde her
türlü günâhları işleyerek kâm almaya çalıştıkları bir sırada, gemi bir buzula
çarpar ve yavaş yavaş batmaya başlar. Birkaç saat öncesine kadar Allah’ı hiç
hatırlarına getirmeyen bu insanların tümünün güverteye çıkarak Allah’a dua ettiklerini
görüyoruz. Çünkü böyle bir durumda kendilerine Allah’tan başka yardım edecek
hiç kimse yoktur. O anda kabuk mahiyetinde bulunan şirkin yok olup,
fıtratlarının, mayalarındaki tevhidin açığa çıktığını görüyoruz.
Yine meselâ
Mekkeli müşriklerin, güçlü kuvvetli ordusuyla Eb-rehe kapılarına dayandığı
zaman, Kâbe’nin içindeki tüm putlarını unutup Kâbe’nin örtülerine sarılıp:
"Ey bu beytin Rabbi! Bizi böyle bir durumda ancak sen koruyabilirsin! Bu
putlarımızın bize bugün yapabilecekleri bir şey yoktur!” diye dua ettiklerini
biliyoruz. Bir tehlike anında fıtratlarındaki öz cevherin, tevhidin açığa çıktığını
görüyoruz. Ama tehlike geçtikten sonra bu insanların kendilerini kurtaran Rabblerini
unutup yine eski şirklerine, eski küfürlerine dönüverdiklerini görüyoruz. Bakın
bundan sonraki âyetinde Rabbimiz diyor ki:
13,14. “Nerede onlarda öğüt almak? Kendilerine
gerçeği açıklayan bir peygamber gelmişti ve ondan yüz çe-virmişler, “Belletilmiş
bir deli” demişlerdi.”
Bunlar nereden ibret alacaklar?
İbret almak kim, bunlar kim? Halbuki kendilerine gerçeği apaçık anlatan, hakkı
açıkça ortaya koyan ve kendisi de, hayatı da gözlerinin önünde gün kadar açık
ve net olan bir peygamber geldi de, ondan istifade etmek yerine, "bu öğretilmiş
bir mecnundur" deyiverdiler. Peygambere karşı böyle diyorlar, ama ciddi
bir tehlikeyle karşı karşıya kaldıkları zaman da, "biz mü’-minleriz"
diyorlar. Azap gelince öyle diyorlar, azap kaldırılınca da böyle diyorlar. Bunu
nasıl telif edeceğiz? Yâni hangisi doğrudur bu dediklerinin? Madem bunlar mü’minler
o zaman Allah’ın elçisini reddederken bu yetkiyi nereden alıyor bu adamlar?
Evet,
Allah’ın Resûlüne, “bu öğretilmiş bir mecnun” diyorlardı. Allah’ın Resûlünü
tanıyorlardı. O, aralarında doğup büyümüş, tüm ha-yatı, çocukluk ve gençliği
aralarında geçmişti. Onun en küçük bir kötülüğünü görmemişlerdi. Onun içindir
ki kendisine bir şey diyemiyor-lar da, “başkaları onu yoldan çıkararak bu hale
getiriyor,” diyorlardı. “Ona bu konuda ders verenler, onu yetiştirenler arka
planda kalıyorlar ama cezayı ona çektiriyorlar,” diyorlardı.
Muallem;
öğretilen, cinlerle ilgisi olan demektir. Birileri kendisi-ne öğretiyor,
birilerinden öğreniyor da ondan duyup öğrendiklerini bize söylüyor, diyorlardı.
Halbuki onlar cincileri biliyorlardı. Sihirbazları tanıyorlardı. Çevrelerinde
yığınlarla cinci ve sihirbaz vardı. Sormak lâzım: Bugüne kadar hangi cinci,
hangi sihirbaz söyleyebilmişti onun söylediklerini? Hangi sihirbazın arkasına
bu kadar insan takılmıştı bu-güne kadar? Ya da hangi sihirbazdan bu kadar korkulup,
ürkülmüş? Hangi sihirbaza karşı bu kadar tedbir almışlardı?
Evet, hem
peygambere cinlenmiş diyorlar, hem de sıkıntıya düşükleri zaman da “aman aman,
Rabbine bir dua ediver. Rabbine dua et ki bizi şu azaptan bir kurtarsın,”
diyorlar. Allah diyor ki:
15.
“Biz de azabı az bir süre için kaldıracağız, siz yine de eski inkârcılığınıza
döneceksiniz.”
“Biz sizden azabı biraz biraz
kaldıracağız, ama siz tekrar eski küfrünüze, eski şirkinize ve şikâkınıza
döneceksiniz.” Bunun için de tekrar azaba iâde olunacaksınız. Daha önce
selefleri de aynı şeyi yapmışlardı. Her bir azap kaldırıldıkça o azabı
kendilerinden kaldıran Rabblerini unutmuşlar, hiçbir şey yokmuş gibi yeniden
küfürlerine dön müşlerdi. Ama unutmayın ki buradakilerden kurtarılsanız bile:
16. “Onları çarptıkça çarpacağımız gün
öcümüzü şüphesiz alırız.”
Allah yakaladı mı, tam yakalar.
Büyük bir yakalayış… Bedir de yakaladığı gibi yakalar Allah. Ya da ferdî
kıyâmet dediğimiz ölümle yakalar insanları. Hiç kimse O’nun yakalamasından
kaçıp kurtulamaz. Veya toplumsal kıyâmet, toplumsal yakalama dediğimiz
toplumların yakalanıp yok oluşları türünde bir yakalamayla yakalar. Hiçbir
toplum yeryüzünden silinip gitmekten kurtaramaz kendisini. Ya da top yekûn
insanlığın yakalanıp defterlerinin dürüldüğü kevnî kıyâmetle tüm dünyanın ölümü
türünde bir yakalamayla yakalayıverir Allah. Hiçbir varlık bu yakalamadan
kurtulamaz.
Hem bu dünyada, hem de âhirette
yakaladı mı tam yakalar. Kimilerini suyla, kimilerini sinekle, kimilerini
dondurucu bir rüzgârla, kimilerini taş yağdıran bir fırtınayla, kimilerini bir
sayhayla yakalar ve intikam alır Allah. Kıyâmete kadar Allah düşmanlarına karşı
uygulana-cak bir yasadır bu. Kıyâmet günkü yakalaması ise daha başka olacaktır
Rabbimizin.
Eğer
Allah’ın bu yakalaması ve düşmanlarından intikam alması hususunda herhangi bir
şüpheniz varsa, haydi buyurun tarihten bu-nun bir sağlamasını yapalım. Size bu
konuda tarihten örnekler verelim, diyerek Rabbimiz burada bir örnek sunacak:
17,18. “Andolsun ki, onlardan önce,
Firavun milletini denemiştik. Onlara gelen değerli bir peygamber demişti ki: “Ey
Allah'ın kulları! Bana gelin, doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir
elçiyim. “
Onlardan önce, sizden önce
Firavun toplumu da imtihana konu edildi. Sizden önce Allah aynen sizin gibi
onları da denedi. Düşünün, Firavun toplumu dünyanın en büyük gücüne, en büyük
ordusuna ve medeniyetine sahip bir toplumdu. Aynen şu anda size olduğu gibi, bu
güçlü topluma da Allah elçi göndermişti. Firavun toplumuna da Allah’ın uyarıcı
elçileri gelmişti. Allah’ın kerîm elçileri, Allah’ın kendilerine ikramlarda
bulunduğu, kendi bilgisiyle kendilerini şereflendirdiği apaçık, ayan beyan
elçileri gelmişti. Mûsâ (a.s) gelmişti onlara. “Ey Allah’ın kulları! Ben size
Rabbiniz tarafından gönderilmiş bir elçiyim! Rabbiniz sizi benimle uyarmak için
gönderdi. Gelin beni dinleyin, benim size gösterdiğim biçimde Rabbinize kulluk
yapın, kurtulursunuz,” diyordu.
Firavuna da: “Ey Firavun! Şu
köleleştirdiğin, şu kanlarını emip, alın terlerini istismar ettiğin insanları
bana bırak. Artık bu Allah kullarını haksız yere kendi kulluğunda kullanmaktan
vazgeç. Artık onlar üzerinden elini çek, Allah’ın kullarına zulmetmekten vazgeç.
Onların erkeklerini öldürüp kadınlarını kullanmaktan, erkeklerini en zor
işlerde çalıştırıp kadınlarını hayâsızlaştırmaktan vazgeç. Allah’ın hür olarak
yarattığı bu insanlara sahiplenmekten vazgeç. Onlar üzerinde Rab-leşmeyi bırak.
Onlar üzerinde ilâhlık pozları oynamayı bırak. Onları Rabblerine kulluktan koparıp
kendi kanunlarına itaate zorlayarak tanrılık iddiana bir son ver. Ben Allah’ın
elçisiyim. Allah beni onları senin zulmünden kurtarmak üzere görevlendirdi.
Onları bana ver, ben onlara Rabblerinin yasalarını uygulayacağım. Onları
Rablerine kulluğa götüreceğim.
Yâni ey Firavun şunu iyice bil ki,
ben onları senden, senin egemenliğinden kurtardıktan sonra onlar üzerinde kendi
hegemonyamı kuracak ve onları kendime kul-köle edinecek değilim. Ben kendim adına
hareket eden birisi değilim. Ben senin de, benim de Rabbim olan Allah
tarafından görevlendirildim. Onların da, senin de hayatına karış-ma konusunda
Allah beni sözcü seçti. Benden şüphelenmenize gerek yok, ben sizler için emin
bir elçiyim.
Bu Allah
kullarını bana verin, siz de o Allah’a kul olun. Hz. Mûsâ Firavunu ve
çevresindekileri imana dâvet eder. “Eğer iman ederseniz, bu Allah kullarını
bana verin, götüreceğim onları,” der. Öyleyse peygamber yolunun yolcuları
olarak biz de bunu tüm tâğutlara ve çevresindekilere diyeceğiz. “Gelin Allah’ın
kullarına karşı İlâhlık taslamaktan vazgeçin. Gelin Allah kullarını Rabblerinin
yasalarına itaatten koparıp kendi yasalarınızın kulu-kölesi yapmayın. Gelin
yeryüzünde tanrılık taslamaya kalkışmayın. Hakkınız yoktur buna. Gelin siz de Allah’ın
emirlerine teslim olun, Allah’ın kullarını da Allah’a kul olma konusunda engellemeyin.
Verin o Allah kullarını bize, biz onlara Allah’ın belirlediği yasaları uygulayacağız,”
diyelim inşallah. Onları aldıktan sonra kendi hegemonyamızı kurup, bu defa da onları
kendimize kul-köle edinme niyetinde olmadığımızı, aksine bizim kendimizin de
Allah’ın kulu olduğumuzu, Allah’ın yasalarına teslim olduğumuzu ısrarla vurgulayalım
ki, bizden şüphelenmesinler inşallah.
Böylece hem köleleri uyaralım,
hem de onları köleleştiren tâ-ğutları birlikte uyaralım. Kölelere, “siz
Allah’ın kullarısınız! Sizler Allah’ın hür yarattığı kullarısınız! Siz köle
değilsiniz! Siz Allah’ın kullarısınız. Sahibiniz, yaratıcınız O’dur. Allah’tan
başkasına kulluk yapamazsınız! Sizi yaratanın yasalarından başka yasaların kulu
olamazsınız! Sizin gibi acizlerin yasalarına kulluk yapamazsınız! Çünkü sizin
sahibiniz olan Allah, sizin kulluk yapacağınız bir yasa belirlemiştir ve
Allah’tan başka size yasa belirleme hakkına sahip hiçbir varlık yoktur!”
diyelim. Onları böylece uyarırken, beri tarafta Allah’ın kullarına yasa
belirlemeye ve onları kendilerine kul-köle edinmeye çalışan tüm tâğutlara da, “vazgeçin,
bu sizin hakkınız değildir! Allah’ın kullarına zulmetmeyin!” diyelim. Tıpkı Hz.
Mûsâ’nın Firavun’a dediği gibi:
19. “Allah'a karşı üstün gelmeye
çalışmayın; doğrusu ben size apaçık bir delil getirdim.”
Hz. Mûsâ, Firavun’a da öyle
diyordu: “Ey Firavun! Allah’a karşı ululanma! Allah’a karşı Allah kullarına ilâhlık
ve Allahlık dâvâsına kalkışma!” Çünkü Firavun, İsrailoğullarını kendisine kul-köle
edinmişti.
“Sizin
en yüce rabbiniz benim” dedi.
(Nâziât 24)
Firavun,
insanlara karşı Rabblik iddiasında bulunuyordu. Hem de, “sizin en büyük
Rabbiniz benim,” diyordu. Allah’tan da büyük bir Rabb olduğunu iddia ediyordu.
Hz Mûsâ da;
“Ey Firavun, vazgeç bu tanrılık iddialarından.
Ben Allah’ın elçisi olarak seni uyarmaya geldim. Eğer benden şüphe
içindeysen, doğrusu ben size apaçık bir delil getirdim. Yâni peygamberliğimi
ispat edecek size apaçık mûcizeler getirdim. Rabbim beni mûcizelerle
destekledi. Ben size apaçık bir sulta, bir delille geldim” di-yordu. Allahu
âlem, âsa, yed-i beyzâ mûcizelerini ve Medyen’den dö-nüşünde kendisine Allah
tarafından verilmiş olan suhuf’u kastediyordu. Bu mûcizeler ve Hz. Mûsâ’ya
verilen diğer mûcizeler, alelâde bir insan tarafından gösterilemeyecek cinsten,
yâni insanları aciz bırakacak ve gönüllerine etki edecek türden mûcizelerdi.
Bu
sözleriyle Hz. Mûsâ şunu kastediyordu:
“Eğer
sizler şu anda benim size sunduğum bu mesaj karşısında bana gazaplanıyor ve
müstekbirce bir tavır takınıyorsanız, bilesiniz ki sizin bu tavrınız bana karşı
değil, Allah’a karşı bir tavırdır. Çünkü benim söylediğim bu sözler bana değil,
Allah’a aittir. Ben size Allah’ın elçisi olduğumu, Allah adına hareket ettiğimi
duyurdum.
Eğer benim
Allah elçisi oluşum konusunda bir şüpheniz varsa, o zaman ben size O’nun
tarafından gönderildiğime ve O’nun tarafından mûcizelerle desteklendiğime dair
deliller getiriyor, mûcizeler gösteriyorsam, bunları kabul etmek zorundasınız,”
diyordu.
“Ey
Firavun! Ey Firavun taslakları! Ey Firavun’un yolundan giden çağdaş Firavunlar!
Ey kendilerini bir şey zannedip Allah’ın yasalarını ilga edip Allah kullarına
yasa yapmaya çalışanlar! Ey yeryüzünde tanrılık iddiasında bulunanlar! Gelin bu
şımarıklıktan vazgeçin! Gelin Allah karşısında güç iddiasında bulunmayın! Gelin
Allah karşısında bilgi iddiasında bulunmayın! “O bilirse biz de biliriz! Onun
gücü varsa bizim de gücümüz var! Onun cehennemi varsa bizim de hapishanelerimiz
var!” diyerek Allah’a zulmetmeyin. Allah kullarına hakkınız olmadığı halde
zulmetmeyin! Allah’ın şu anda sizin döneminiz peygamberine gönderdiği
mûcizelerini, Allah’ın sizin adınıza gönderdiği kulluk programı olan kitabını
göz ardı etmeyin. Peygamberinin sünnetini göz ardı etmeyin.”
Bunu
diyenlere karşı o gün de, bugün de zalimlerin yapacakları bir tek şey vardı.
Yalanlamak, reddetmek, tehdit etmek... Hz. Mûsâ-yı da yalanlıyorlar. Onu
ölümle, hapisle tehdit ediyorlar ve Allah elçisi de bakın diyor ki:
20. “Beni taşlamanızdan ötürü, benim de
Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım.”
Rabbim Allah’tır diyen Hz. Mûsâ, “beni
taşlamanızdan, bana işkence etmenizden benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah’a
sığınıyorum. Benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah’la korunuyorum,” diyor. Allah’a
sığınan kişi, bilelim ki sığınılması gereken en güzel makama sığınmıştır.
Mutlak güç ve kuvvet sahibi olan Allah’a sığınan kişi, güç kaynağıyla irtibata
geçmiş ve kendisini garantiye almış demektir. Bu dönem -Allah en iyisini bilir-
Firavun ve çevresindekilerin, Hz. Mûsâ’yı öldürmeye karar verdikleri bir dönemdi.
Mûsâ (a.s)
diyor ki, “ben koruması için Allah’tan eman istiyo-rum. Allah’ın koruması
altına giriyorum.” Zaten böyle bir durumda bir Müslümanın yapabileceği başka
bir şey de yoktur. Tüm dünya kendisine düşman bile olsa, o, tüm dünyadakilerin
zimamı elinde olan Allah’a sığınacaktır. Allah mutlak güç ve kuvvet sahibidir. Kendisine
sığınanı elbette koruyacak ve tüm dünyayı onun önünde eğilmeye zorlayacaktır.
21.
“Bana inanmazsanız başımdan çekilin.”
“Benim size tebliğ ettiğim
şeylere ister iman edin, ister inanmayın. Ama inanmazsanız bile hiç olmazsa
beni serbest bırakın. Hiç olmazsa üzerimden gölgenizi çekin. Karşımdan çekilin.
Kendiniz inan-mayacaksanız bile tebliğimin karşısında durmayın. İman etmeyecekseniz
terk edin beni! Ayrılın benden! Yollarımız ayrılsın ve buyurun başınıza gelecek
belâyı bekleyin,” dedi ve ondan sonra da Rabbine dua etti:
22.
“Bunlar, suçlu bir millet olduğu için, Rabbine yardım etmesi için
yalvardı.”
“Ya Rabbi, bunlar mücrimdirler.
Bunlar sana ve senin elçine imana yanaşmayan suçlu kimselerdir. Ya Rabbi, bunlar
günâhkar bir kavimdir. Bunlar günâhta ısrar eden, lâf anlamaz, söz dinlemez bir
kavimdir. Kendilerinin tanrılığını iddia eden bir toplumdur bunlar.” Muhataplarının
yola geleceklerine dair bir ümit ışığı kalmayınca, Allah’ın elçilerinin bu
şekilde Rabblerine dua edip onlar konusunda O’ndan yardım istediklerini
görüyoruz.
Mücrim; suçlu, günâhkâr, günâh işleyen, haddi aşan kimsedir.
Mücrim ifadesi anlam itibariyle kapsamlı bir kelimedir. Yerine göre bir kişi,
bir grup, bir kavim, hattâ bir millet hakkında kullanılmıştır. "Cere-me",
"Cürm" kelimeleri de aynı şeyi ifade etmek için kullanılır. Cürm: Günâh
işlemek, haddi aşmak demektir. Cürm veya mücrim kelimeleri hadislerde de "günâhkâr
(suçlu)" karşılığında kullanılmıştır (Buharî, Ahkâm, 53; Diyât, 30)
Din konusunda, dini kavramlar konusunda söz söyleme yetkisinde
olan âlimlerimize göre mücrimlerden maksat, kâfirlerdir Buna delil olarak şu âyeti gösterir:
"Doğrusu âyetlerimizi yalan sayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara,
göğün kapıları açılmaz; deve iğnenin deliğinden geçmedikçe Cennet'e de
giremezler. Suçluları (mücrimîn) böyle cezalandırırız" (A'râf,40).
Mücrimlerin özellikleri, dünya ve âhirette karşılaşacakları
belâ, musibet ve azâplarla alâkalı kitabımızda pek çok âyet vardır. İşte burada
da suçlu kimselere karşı Allah’ın peygamberi Rabbinden yardım istiyor.
Tüm
peygamberin yaptığı duanın aynısıydı bu dua. Tarih boyunca tüm elçiler aynı
duayı yapıyorlardı. Zuhruf sûresinde görüyoruz ki Allah’ın Resûlü de aynı duayı
yapıyordu.
“Muhammedin
onlar hakkında: “Ey Rabbim! Bunlar inanmayan bir millettir” demesi üzerine
Allah: “Onları geç, esenlik dile; yakında bileceklerdir,” buyurdu.”
(Zuhruf 88,89)
Peygamberin “Ya Rabbi!” demesi hatırı
için, onun Allah’a yal-varması hakkı için. “Ya Rabbi! İşte bunlar iman etmeyen
bir topluluktur,” diyerek onların hidâyeti için dua etmesi hatırı için.
Allah’ın Resûlü, “ya Rab” diyerek onların hidâyetini istiyor. “Ya Rabbi! Ne
olur bunları hidâyete ulaştır! Bunlara hidâyeti nasip eyle ya Rabbi!” diyerek
dua ediyor, ya da inanmayan bu insanları Allah’a havale ediyor. “Sen bilirsin
bunları ya Rabbi!” İşte böyle diyen peygamberine Rabbimiz di-yor ki, “vazgeç
onlardan ey peygamberim! Onlardan yüz çevir! Onlarla oyalanmayıp sen kendi
işine, kendi dâvetine bak!”
Onlardan ayrılırken de, “İslâm,
selâm, veya Müslüman olun, teslim olun!” deyiver. “Yâni madem ki o Allah’ın
gökleri ve yeri yarattığına inanıyorsunuz, o halde bu gökleri ve yeri
yarattığına, sizi yoktan var ettiğine inandığınız Allah’a teslim olun,”
deyiver. “Teslim olun ki selâmete erin! Teslim olun ki, dâru’s selâmı elde
edin! Teslim olun ki dünya ve âhiret saadetlerini elde edin,” deyiver onlara.
Rabbimiz, onlardan yüz çevir
derken bile yat demiyor, dinlen demiyor, izine ayrıl, onlara tebliğden vazgeçip
kendi istirahatına bak demiyor. Ya ne diyor? Peygamberim, sen dâvetine devam
et, ilerde mutlaka onlar senin derdini anlayacaklar diyor. Yâni ayrılırken de onlardan
güzellikle ayrıl, zira yarın onlara bir daha gideceksin. Seni bir daha
dinlemeyecekleri biçimde onları kırıp dökme deniliyor.
Toplumlarında
artık yola geleceklerine dair bir emare, bir ümit ışığı kalmayınca tüm
peygamberlerin aynı duayı yaptıklarına şahit oluyoruz. “Ya Rabbi bunlar söz
dinlemez, yola gelmez mücrim bir kavimdir, bunlar hakkında son kararı sen ver,”
diyerek Allah’a kavimlerinin raporunu veriyorlardı. Allah’ın elçisi Rabbinin
kendisinden istediğini yapmıştı. Peygamber kendisine düşeni yapmış ve artık
onun görevi bitmişti. Artık bu dâvânın sahibi olan Allah işi ele alacaktı. Peygamber
merhale merhale mücâdelesini vererek toplumu Allah’la karşı karşıya getirmeyi
becerebilmiş, kendisine düşeni aynen icra etmişti. O noktadan itibaren toplumun
karşısında Allah vardı. Görevini lâyıkıyla tamamlayan, her türlü yalanlamalara,
her türlü işkencelere karşı sabretmeyi becerebilen peygamberine nasıl yardım
edeceğini, onun gözleri önünde düşmanlarını nasıl helâk edeceğini gösterecekti
Allah. Sünnetullah bunu gerektiriyordu. Allah yasalarını böyle belirlemişti.
Bakın bu noktadan sonra Allah buyurdu ki:
23. “Allah da şöyle buyurdu: “Kullarımı
geceleyin yola çıkar; şüphesiz takip olunacaksınız.”
Elçisinin bu duasına, bu
müracaatına karşılık Rabbimiz de buyurdu ki, “ey peygamberim, kullarımı gece
yürüt! Kullarımı geceleyin yürüyüşe çıkar! Kullarımı alıp geceleyin yola çık!
Onları alıp geceleyin şehri terk et!” Peki acaba burada “kullarım” sözüyle kimi
kastediyordu Rabbimiz?
Biliyoruz
ki Mısır’da iki grup insan yaşıyordu. Kıptiler, yâni Firavun oğulları ve Hz.
Yusuf (a.s) döneminden itibaren Mısır’a yerleşmiş olan İsrailoğulları, yâni
Yakub’un çocukları olan Müslümanlar. Hz. Yusuf ve daha sonra gelmiş Allah
elçisi Hz. Mûsâ’nın (a.s) gelişiyle Kıptilerden Müslüman olanlar da vardı. Hz.
Yusuf (a.s) ve ondan sonraki dönemlerde peygamber çocukları Mısır’da adaletle
hükmetmişler ve Mısır halkına çok mutlu yıllar yaşatmışlardı. Ama dönem gelmiş,
peygamber çocukları egemenliği Firavun oğullarına kaptırmışlar ve zalim Firavun
oğulları İsrailoğullarını köleleştirmişler, onlara çektirmediklerini bırakmamışlardı.
Peygamber çocukları yıllar yılı büyük işkenceler altında her şeylerini kaybetmişlerdi.
Daha sonra Rabbimiz kurtarıcı
olarak Hz. Mûsâ’yı (a.s) göndermiş. Hz. Mûsâ bir yandan onları bu kölelik psikozundan
kurtarıp imana ve Allah’a teslimiyete çağırırken, bir yandan da Firavun oğullarını
imana dâvet ediyordu. Ama bu köle toplum, yıllar yılı Firavun sisteminin kendilerine
verdiği eğitim ve çektirdiği işkenceler yüzünden, Firavun’un korkusundan kendilerini
kurtarmaya gelmiş Allah elçisi Hz. Mûsâ’yla birlikteliği çok geç ve zor
sağlayabilmişlerdi. Çünkü güçsüzdüler, çaresizdiler. Silahları alınmış, savunmasız
bir durumdaydılar. Yasalar onların aleyhine işliyordu. Suçları da yoktu
aslında. Tek suçları, peygamber çocukları olmaktı. Tek suçları Allah’a inanmak
ve Allah’ın istediği biçimde bir hayat yaşamaktı. Ama potansiyel suçluydu bu
Müslümanlar. Her dönemde bu böyle olmuştur. Her dönemde suçludur Müslümanlar.
Suçlular onlardır, dosyalananlar onlardır her dönem.
Onlar
Firavun’un korkusundan Mûsâ’ya (a.s) karşı soğuk davransalar da, Allah’ın
elçisi onlarla diyalogunu kesmedi. Mûsâ (a.s) bu peygamber çocuklarını
bırakmadı. Bıkmadan usanmadan onları uyarmaya devam etti. Nihâyet onları
Rabbinden aldığı emir gereği o gece Mısır’ı terk etmeye ikna etmişti.
Yıllar yılı ezilmiş, horlanmış,
en ağır işlerde çalıştırılmış, namusları kirletilmiş, iffetleri yok edilmiş,
Müslümanlıkları sadece kimlik olarak devam eden, ama inançlarını yaşayamayan,
Müslüman olan, ama Müslümanca bir hayat yaşamalarına izin verilmeyen,
inandıkları dinin gereği gibi giyinemeyen, Allah’ın istediği gibi çocuklarını
Müslü-manca eğitemeyen, hanımlarının ve çocuklarının namuslarına sahip
çıkamayan bu köleler, artık Allah’ın kendilerine gönderdiği peygamber
tarafından kurtarılacaktı. Artık çile bitiyordu. Yıllar boyu süren işkenceler
artık son bulacaktı. Bu iş için peygamberini görevlendiren Allah, o gece onlardan
şehri terk etmelerini emrediyordu.
Bakın Allah
diyor ki, “ey peygamberim, Mısır’da bana inanan mü’min kullarımı alıp geceleyin
şehri terk et. Ama:
Muhakkak ki sizler takip olunacaksınız.
Kesinlikle sizler takip edileceksiniz. Takibe uğrayacaksınız. Yakın takibe
alınacaksınız.”
Allah’ın
emrine uyarak bir gece beraberlerinde Allah’ın peygamberi Mûsâ (a.s) olduğu
halde İsrailoğulları Mısır’ı terk ederler. Ertesi sabah onların kaçtığını haber
alan Firavun hemen kentlerine haber salar ve çok büyük bir ordu hazırlar. Bu
kölelerin gücü yoktur, biz ise düzenli ve kuvvetli bir orduyuz gururuyla hemen
arkalarından harekete geçer. Elbette efendiler, kölelerini asla kaybetmek
istemezler. Bu adamlar giderlerse bizim işlerimizi kim görecek? Onlarsız biz ne
yaparız? Nasıl yaşarız? diyerek onları yakalamayı hedefler.
Bir de onlar bizim kontrolümüzden
çıkarlarsa, bizim kontrolümüzden uzak kendi başlarına kalırlarsa ne olur ne
olmaz belki hürleşiverirler, belki özgürlüğü anlayıverirler, belki bizim
kontrolümüzden uzakta Mûsâ’yla tanışırlar, vahiyle tanışırlar da hürriyetin ne
demek olduğunu anlayıverirler diye onları takibe karar verir.
Bir de Firavun’un korkusu şuydu:
Bu adamlar kaçarlarken tekrar geri dönerler de Firavun’un zaten çökmekte olan
sistemine hücum ederlerse, Mûsâ ile beraber işimizi bitirirler diye korkuyordu.
Bu yüzden elini çabuk tutup onların toparlanmalarına müsaade etmemeliydi.
Hürleşmelerine izin verip göz yumamazdı. Çünkü Firavun hayatı seven birisiydi,
ölümü göze alamayacak kadar da korkaktı. İsrailoğulları kendi kontrolü altında
oldukları sürece ona hizmet edecekler, ona kul-köle olacaklar ve ona karşı
gelme cesaretini kesinlikle kendilerinde bulamayacaklardı. Zira Firavun’un
sistemi onları bu şekilde eğitiyordu. Sistemin hedefi buydu. Ne olur ne olmaz,
bu köleler bu eğitimden uzak kalırlar, sistemin kontrolünden çıkarak Mûsâ ile
bir süre baş başa kalırlar, vahyi tanırlar ve bilinçleşirlerse geriye dönüp
kendisinin işini bitirebilirlerdi.
İşte bu
yüzden onları yakın takibe alması gerekiyordu. Bir hesabı vardı Firavun’un, ama
Allah’ın da bir hesabı vardı ve o bunun farkında değildi. Tıpkı bugün dünya üzerindeki
tüm Firavunî güçlerin Müslümanları yakın takibe aldıkları gibi. Müslümanlar bugün
tüm dün-yada kendilerine en yakın Firavunların yakın takibi altında bir hayat
sürmektedirler. Müslümanlara egemen olan güçler Müslümanları sürekli
kontrolleri altında tutup, onların birlikte hareket ederek kendilerine karşı
bir çıkış eyleminde bulunmamaları, birleşmemeleri için tüm imkânlarını
kullanmaktadırlar. Aynen o gün İsrailoğullarının Firavun oğulları tarafından yakın
takibe alındıkları gibi. Ama Allah’ın da bir he-sabı vardı. İsrailoğulları
kaçıyordu. Bıktıkları, usandıkları kölelikten kaçıyorlardı. Özgürlük aramak
için kaçıyorlardı. Namuslarını, iffetlerini kurtarmak, hürriyete kavuşmak, inançlarını
yaşayabilecekleri bir orta-ma kavuşmak için kaçıyorlardı. Allah’ın istediği bir
kulluğu yaşayabile-cekleri bir vasatı bulmak için kaçıyorlardı. Mısır’da
kölelik içinde bir hayat yaşamaktansa çölde seve seve açlığı ve ölümü yudumlamak
için kaçıyorlardı.
Kölelerini,
gönüllü hizmetçilerini kaybetmenin çılgınlığı içinde gözü dönmüş Firavun da
onları takip ediyordu. Tüm ordularını, tüm güçlerini toplamış ve kaçanları yakın
takibe almıştı. Gün ağarırken Firavun ve orduları göründü. Müslümanlar denizle
karşı karşıya kaldılar. Önlerinde deniz, arkalarında düşman vardı. “Eyvah, “yakalandık,
basıldık. Askerler geliyor. Eyvah, siyasal gücü elinde bulunduranlar geliyor.
Ne yapacağız şimdi?” diyerek korkuya kapıldılar. Halbuki karşılarındakiler
korkak insanlardı. Hayatı seven ve asla ölümü göze alamayan insanlardı. Arkalarına
dönüverseler, karşılarındakiler hayatı çok seven, ölümü göze alamayan, uğrunda
ölümü göze alacak bir inançları olmayan insanlar olduklarını göreceklerdi. Zaten
Allah kendilerini koruyacak, galip getirecekti. Eğer dönüverselerdi, şeref
kendilerinin olacaktı.
Ama berikiler de henüz vahiyle tümüyle
tanışmamış, henüz gerçek güç kaynağıyla irtibata geçememiş, yıllar yılı o
Firavunların eğitiminden geçmiş, onların eli altında büyümüş insanlardı.
Elbette onların da böyle bir cesareti göstermeleri düşünülemezdi.
Karşılarında
deniz arkalarında düşman böyle sıkışıp kalmıştı Müslümanlar. Ama ne gam, onlar
sahipsiz değillerdi. Onlar kendi başlarına hareket eden kimseler değillerdi.
Onlar Allah adına hareket eden, Allah’ın istediğini yapmaya çalışan ve
beraberlerinde Allah olan kimselerdi. Onları tek başına görme yanlışına düşen
Firavunların bir planı, bir hesabı varsa, elbette Allah’ın da bir hesabı vardı.
Allah buyurdu ki:
24. “Denizi
sakin iken geride bırakın, doğrusu onlar suda boğulacak bir ordudur.”
Kur’an’ın
başka yerlerinde anlatılır, Hz. Mûsâ Rabbinden aldığı emirle asasını denize
vurur, deniz yarılır, denizin ortasında kupkuru yollar açılır ve beraberindeki
Müslümanlarla birlikte sağ salim karşıya geçerler. Tabii denizin böyle
yarıldığını gören Firavun ve ordusu da o-radan geçmek için harekete geçer. Hz.
Mûsâ onların geçmelerini engellemek için asasıyla yeniden vurup denizde açılan
bu yolların kapanmasını isteyince, Rabbimiz buyurur ki, “dokunma ey Mûsâ! Dokunma
denizdeki o yollar açık kalsın.” Çünkü Rabbimizin muradı farklıydı. Rabbimizin
hesabı farklıydı. Rabbimiz düşmanlarından intikam alacaktı. Onların gözleri
önünde, tüm dünyanın gözleri önünde kendisiyle savaşmanın, elçisiyle
savaşmanın, Müslümanları yok etmeye çalışmanın ne demek olduğunu gösterecekti
onlara. İşlerini bitirecekti onların. Kıyâmete kadar gelecek kullarına bir
ibret levhası sunacaktı Rabbimiz.
Allah
buyurdu ki, “ey Mûsâ, dokunma, denizi açık bırak çünkü onlar boğulacaktır.” Hz.
Mûsâ da denizi açık bıraktı ve Kur’an’ın değişik yerlerinde, Tâhâ sûresinde,
Şuarâ sûresinde anlatıldığı gibi, Rab-bimiz düşmanlarını, yeryüzünün en süper
gücünü, en güçlü ordusunu denizde boğuverdi.
Düşünebiliyor
musunuz? Gerçekten de yeryüzünün en büyük olayı cereyan ediyordu. Öyle bir an
geldi ki, akıllara durgunluk veren, yeryüzünde emsali görülmemiş bir olay
yaşandı. Firavun, gariban müslümanların arkalarından yetişmişti. Önlerinde
alabildiğince haşin bir deniz, arkalarında
da azgın Firavun’un orduları. İsrailoğulları işte böyle bir kaos içindeydiler.
Ne yapacaklarını şaşırmışlardı, korku ve telaş içindeydiler. Ama Allah vardı.
Mûsâ (a.s) onları teskin etmeye çalışıyordu. “Korkmayın Allah bizimle beraberdir!”
diyordu. Allah buyurdu: “Ey Mûsâ, asanı denize vur!” Vurdu asasını denize ve o
asa denizde kupkuru yollar oluşturuverdi. Ya bir yol, ya da on iki yol açıverdi.
İsrailoğulları sağ salim karşıya geçtiler. Arkalarından yeryüzünün en büyük
gücü, yeryüzünün en büyük devleti, komutanlarıyla, askerleriyle onlar da
arkalarından o yola girdiler. Tam denizin ortasına geldiklerinde denizin
gemini, zimâmını salıverdi Allah. Deniz eski haline geldi ve Firavun oğulları
tümüyle denizin altına gömülüp hayata veda ettiler. Yeryüzünün en güçlü adamı,
en müstekbir insanı Firavun suda boğulurken şu sözü söylemekten kendini alamıyordu:
“İnandım ki İsrailoğullarının iman
ettiği Allah’tan başka İlâh yokmuş. Ben de Müslümanlardanım!”
(Yunus: 90)
Gerçekten
bugün bu sözü tüm dünya müstekbirlerine duyurmamız gerekmektedir. Tüm dünya
Firavunlarına duyurmalıyız bu sözü. Ey müstekbirler! Ey kendilerinde güç kuvvet
olduğunu zanneden zalimler! Firavun’un söylediği bu sözü sizler ne zaman söyleyeceksiniz?
Size hiç bir şey hatırlatmıyor mu bu söz? Ölürken mi söyleyeceksiniz bunu? Ama
Firavun’a fayda vermediği gibi o zaman söyleyeceğiniz bu sözün size de hiçbir
faydası olmayacaktır.
Firavun, “ben
İsrailoğullarının inandığı İlâhtan başka İlâh olmadığına inandım,” diyor. Ama
bunu ölürken söylüyordu. Halbuki şimdi inandım dediği İlâhın, göndermiş olduğu
Mûsâ’yı dün öldürmeye çalışıyordu. Yıllarca o İlâh’ın dinini reddetmiş, o İlâh’ın
gönderdiği peygamberi reddetmiş, o İlâh’a inanan İsrailoğullarına kan kusturmuş,
ülkesinin yegâne ilâhı olduğunu ilân etmişti. Şimdi ölürken inandım dediği İlâh’ın
hayat programına itiraz etmişti. Kendi yasalarını toplumda hakim kılabilmek
için o İlâh’ın yasalarına geçit vermemişti. Kendi arzularını Allah’ın
arzularına tercih etmişti. Allah’ı reddedip kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde
bir hayat yaşamayı yeğlemişti. Şimdi O İlâh’ın gücünü, kudretini görmüş ve
pişmanlık ortaya koyuyordu. Hayatı boyunca reddettiği Allah’a geberirken iman
etmeye çalışıyordu.
İşte
kıyâmete kadar gelecek nesiller içinde kendisine özenen, kendi yoluna imrenen,
yeryüzünde Rabliğini iddia ederek Allah’a ve Allah’ın dinine savaş açan, Allah
yasalarını ilga ederek kendi yasalarını insanlara dayatan, Allah’ın kullarını
Allah’a kulluktan çıkarıp kendisine kul-köle edinen, Allah kullarının
inandıkları gibi yaşamalarına, inandıkları gibi giyinmelerine, inandıkları gibi
hareket etmelerine izin vermeyen tüm Firavun taslaklarına bu sözleriyle boğulup
giderken Firavun şu mesajı veriyordu: “Gelin ey beni taklit edenler! Ey benim yolumdan
gidenler! Ey benim gibi Allah’la savaşa tutuşanlar! Ey yeryüzünde Allah’a hayat
hakkı tanımayarak, yeryüzünde Allah yasalarının, Allah sisteminin uygulanmasına
izin vermeyerek, Müslümanlara zulmederek Allah’la savaşa soyunanlar! Gelin
sizler de benim düştüğüm yanlışa düşmeyin! Ben imanı son dönemime tehir
etmiştim. Ama gördünüz ki o iman benden kabul edilmedi. Siz bunu önceden
anlayın da benim durumuma düşmeyin. Şimdiden hatalarınızdan dönüp, tâğut-luklarınızdan
vazgeçip Müslümanlığınızı ilân edin ve kurtulun.” Anlayanlara mesajlar
sunuyordu Firavun.
İşte
Allah’la, Allah’ın elçileriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşan kimselerin
âkıbeti böyle oldu. Hepsi de geberip gittiler. Güçleri, kuvvetleri, orduları,
planları, silahları hiçbir işe yaramadı. Çünkü karşılarında Allah vardı. Onlar
zannediyorlardı ki karşılarında gariban üç-beş Müslüman var ve onların çabucak
hakkından gelebilecekler. Halbuki Müslümanlarla savaşanlar karşılarında müslümanlardan
önce Allah’ı bulacaklardır. Bu, Allah’ın yeryüzünde koyduğu değişmez bir yasası,
bir sünnetullahdır.
25,27. “Orada nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel
konaklar, eğlenip durdukları nîmetler bırakmışlardı.”
Onlar nice bağları, bahçeleri,
nice ekinleri, nice köşkleri sarayları, eğlenip keyif çattıkları nice nîmetleri
terk edip gittiler. Nice imkânları, nice konumları geride bıraktılar. Müslümanları
takip etmek için Firavun tüm ordusunu, tüm kumandanlarını ve yardımcılarını
alarak yola koyulmuştu. Korkaklardı, çünkü dünyanın en büyük gücüyle sa-vaşacaklarmış
gibi hazırlık yaparak yola düşmüşlerdi. Ama elbette senaryoyu yazan Allah’tı.
Yâni onları yola çıkaran Allah’tı. Gece Müs-lümanların kaçtığını duyunca hemen
hazırlık yapıp şehirlerini, evlerini, bağlarını, bahçelerini, köşklerini,
saraylarını terk edip arkalarından yola çıkardı Allah onları.
İşte Allah yasasını böyle
işletir. İşte Allah şartları böyle hazırlar. Adamların hiçbir şeyden haberleri
yoktu. Başlarına gelecekleri nereden bilebilirlerdi? Güya kendi hesaplarına
göre Müslümanları yok edeceklerdi. Çünkü Müslümanlar azınlıktaydı, güçleri,
silahları, yardımcıları yoktu. Sadece küçük bir çıbandı onlar ve ezerek yok edeceklerdi
onları. Gariban Müslümanları yok ederek tüm dünyaya karşı süper güçlerini
göstereceklerdi. Ama gördünüz ki tam aksi oldu. Tüm dünyaya başka bir ibret
dersi verdi hainler. Allah’la savaşılamayacağının, Allah’la baş
edilemeyeceğinin, Müslümanların yalnız olmadığının ibretini veriverdiler tüm
gelecek nesillere. Verdiler ama, hâlâ bundan ibret almayan akılsızlar vardır
bugün. Onlar da Allah’la savaşarak, Allah’ın sistemine karşı savaş açarak,
Allah’ın kullarını yok etmeye çalışarak aynı yere gitmek ve aynı âkıbeti tatmak
istiyorlar. Allah böylelerine akıl versin, şuur versin inşallah.
Rabbimiz bu
âyetiyle dün Mekke’de Rasulullah Efendimizle savaşa tutuşmuş müşriklere ve
kıyâmete kadar Allah yasalarıyla savaşa
tutuşmuş kâfirlere şunu hatırlatıyor: “Bakın ey kâfirler! Ey zalimler! Sizden
çok daha güçlü olanları bile benimle, dinimle, elçilerimle savaşa tutuşunca ben
ne yaptımsa, onları nasıl helâk ettimse, kesinlikle bilesiniz ki, sizin
âkıbetleriniz de onlarınkinden farklı olmayacaktır. Bu gerçeği iyi anlayın ve
ona göre kendinize çeki düzen verin.”
Evet,
boğulup gittiler denizde de, tüm mallarını mülklerini, evlerini-barklarını, tüm
nîmetlerini terk edip, geberip gittiler.
28. “Bu böyledir; onları başka bir millete miras
bı-raktık.”
Onlar geberip gittiler de, bir
başka kavme, bir başka topluma Allah onların bırakıp gittiklerini miras yaptı.
Bu ifadeyle ya onların geberip gitmesinden sonra bıraktıkları evlerine,
şehirlerine, mallarına, mülklerine hakim olan İsrailoğulları kast olunmaktadır,
ya da işte onların çocukları onların mülküne varis oldular anlamınadır. Yâni bu
Allah’la çatışan Firavun ve hâkimiyetinin böylece son bulmasından sonra,
egemenlik Allah kulları mü’minlerin eline geçti. Dâvûd (a.s) ve Süleyman (a.s)
döneminde Müslümanlar yeryüzünün en büyük devleti oldular. Güçlerini,
iktidarlarını Allah’ın iradesine teslim ederek yeryüzünde insanlığa adaletin en
güzelini sergilemeye muvaffak oldular.
Bu konuda
böyle iki görüş vardır. Kimileri, onların ülkesine ve mülklerine Allah İsrailoğullarını
yerleştirdi derken, kimileri de diyorlar ki bunlar İsrailoğulları değildir.
Çünkü İsrailoğullarının Mısır’dan ayrıldıktan sonra tekrar Mısır’a geri
döndüklerine dair bir rivâyet yoktur.
Allah
düşmanları geberip giderken Allah diyor ki:
29.
“Gök ve yer, onlar için gözyaşı dökmedi, onlar erteye
bırakılmamışlardı.”
Onlar böylece denizin dibine
gömülüp giderlerken, bir Allah helâkiyle geberip giderlerken onların üzerine ne
gök, ne de yer ağladı diyor Rabbimiz. Firavunlara, Firavunluk yapanlara,
Firavun gibi olanlara ne gök ağlar, ne de yer ağlar. Allah’la, Allah’ın yasalarıyla,
Allah’ın elçileriyle savaşa tutuşan, Müslümanları sırf Müslümanlıklarından
ötürü yok etmeye soyunan Firavunlara, Firavunların yanında yer alanlara,
Firavunların ordusunu teşkil edenlere, Firavunlara yardım edenlere, Firavunların
safında yer alanlara göklerde olanlar da ağla-maz, yerdekiler de.
Çünkü bunlar başta Allah olmak
üzere tüm kâinatla, tüm varlıklarla çatışma halindedirler. Bunlar kendilerini
bir şey zannederek kendilerini çok değerli görerek Allah kullarına yasa
belirlemeye ve Rabliğe soyunuyorlardı. Allah yasalarını beğenmeyerek kendi yasalarını
ikame etmeye ve insanları bu yasalara itaate zorluyorlardı. Yeryüzünde Rabblik pozları
oynuyorlardı. Hayatlarında insanlar bunlardan çekindikleri için ses
çıkaramıyorlardı ama geberdikleri andan itibaren, ya da yıkıldıkları andan
itibaren bunların geberişlerine ve yıkılışlarına ne göktekilerden ne de
yerdekilerden hiç kimse ağlamadı. Canlı ve cansız hiçbir varlık ağlamadı.
Niye ağlasınlar ki? Çünkü bunlar zalimdiler.
Çünkü bunlar onların Rabblerine isyan içindeydiler. Çünkü bunlar onların kanlarını
emiyorlardı. Çünkü bunlar onlara zulmediyorlardı. “Egemenlik bizdedir,”
diyorlardı. “Sizi koruyan, sizi doyuran, size rızık ulaştıran bizleriz. Bizi
dinleyeceksiniz. Bizim emirlerimize itaat edeceksiniz. Bizim dediklerimizden
çıkmayacaksınız. Bizim istediğimiz gibi giyineceksiniz. Bizim istediğimiz gibi
yaşayacaksınız,” diyorlardı. İnsanlar da onların zulümlerinden korktukları için
itaat eder görünüyorlardı. Ama bu adamlar geberdikleri anda bunlar için
ağlayanların, üzülenlerin varlığı şöyle dursun, gökte ve yerde ne varsa hepsi
sevinip “oh!” çekerler. “Böyle bir pislikten Allah bizi kurtardı,” diye tüm
varlıklar sevinip Allah’a hamd ederler. Çünkü zalimlerin arkasından ağlanmaz.
Çünkü zalimler, kâfirler, müşrikler öldükleri zaman arkalarında kalanlara
onların üzülecekleri hiçbir iyilik bırakmamışlardır. Onlar arkaya sadece
gözyaşı ve ıstırap bırakmışlardır. Allah’la savaşa tutuşan, gökler ve
yerdekilerin Rabbine karşı savaş açan kimselere ağlamak, üzülmek yoktur.
Ama bir
insan gökler ve yerlerle uyuşma içindeyse, Allah’la, Allah’ın yaratığı
varlıklarla barışık, tüm varlıkların inandığı Allah’a iman eden, tüm
varlıkların saygı duyduğu Allah’a saygı duyan bir kim-seyse, göktekilerin ve
yerdekilerin kulluk yaptıkları Allah’a kulluk yapan bir kimse ise, işte böyle
bir kimse vefat ettiği zaman göktekiler ve yerdekiler ağlarlar. Çünkü gökler ve
yer hak ile yaratılmışlardır. Göktekiler ve yerdekiler hak yasalara
bağlıdırlar. Bir insan göktekilerin ve yerdekilerin boyun büktüğü bu hak yasalarına
teslim olur ve onlarla birlikte onların kulluk kervanına katılırsa, tüm
varlıklar onun ölümüne ağlayacaklardır. Çünkü göktekiler ve yerdekilerin
yöneldiği kıbleye yö-nelen, onların tesbihini benimseyen, onların salâtını icra
eden, onların kulluğunu icra eden kişi, onlardan bir parçadır. Nasıl ki biz
kendimizden kopan bir parçaya ağlıyor, üzülüyorsak, onlar da kendilerinden
kopan bir parçaya ağlarlar. Bir mü’minin vefatı gökleri ve yerleri ağlatacaktır.
Bir zamanlar kendisine dayanarak hutbe okuduğu bir kütük parçası Rasulullah’tan
ayrılığa ağlayacaktır.
Ama geberir
gebermez cehenneme gidecek olanlara ne göktekiler, ne de yerdekiler asla
ağlamayacaklardır. Bakın Allah’ın Resûlü Enes Bin Mâlik’in rivâyet ettiği bir hadislerinde
bu hususu şöyle anlatır:
“Hiçbir
kul yoktur ki gökte ona iki kapı olmasın. Bir kapıdan onun rızkı çıkar, bir
kapıdan da ameli girer. O öldüğü zaman onu kaybedenler ona ağlarlar.”
Buyurarak bu âyeti
okudu. Allah’ın bu tür insanlar için göktekilerin ve yerdekilerin ağlamadığını
anlatan âyetini okudu. Ve sonra şöyle buyurdu:
“Çünkü bunlar yeryüzünde salih
ameller işlememişlerdir ki yer ağlasın, göğe de ne salih bir amel ne de hoş bir
sözleri çıkmamıştır ki bunlar için gök ağlasın.”
(Tirmizi Duhân sûresi âyetin
tefsiri)
Veya
buradaki “gökler ve yerler ağlamadı” ifadesinin anlamı, onlara ne melekler
ağladı, ne de mü’minler ağladı demektir. Yâni göklerden, göktekilerden kasıt
meleklerdir, yerden, yerdekilerden kasıt ta insanlardır.
30,31. “Andolsun ki, İsrailoğullarını azgın
bir zorba olan Firavun’un alçaltıcı azabından kurtardık.”
“İşte böylece Mus’taz’afları,
İsrailoğullarını o zalimin, Firavu-n’un alçaltıcı, ezici azabından kurtardık,”
diyor Rabbimiz. Müslüman kullarımızı onun pençesinden kurtardık. Bir tarafa
azap olan, helâk olan yasa öbür tarafa rahmet oluyordu. Allah’la savaşa tutuşan
Firavun’a ve onun yanında yer alanlara işleyen helâk yasası Müslümanlara
işlemiyor. Birilerine hayat olan su, birilerinin helâkine sebep oluyor. Çünkü
eşyanın boynundaki ip, Allah’ın elindedir. Eşya sadece Rab-bini dinler. Tıpkı
birilerini yakan, kavuran ateşin İbrahim’e serin ve selâmet vesilesi olduğu
gibi. Veya boynundaki ipin ucu Allah’ın elinde olan bıçağın, İsmail’i kesmediği
gibi.
Allah diyor
ki, “kullarımızı Firavunun alçaltıcı azabından kurtardık. Çünkü o Firavun:
O Firavun
âli idi, müsrif idi.” Bu ifadelerle Kur’an’da Firavunların tanıtımını
görüyoruz. Onlar, Firavunlar adaletin, barışın, insanlığın, huzurun temsilcisi
değildirler. Onlar azaptırlar, azap kaynağıdırlar, ıstırap kaynağıdırlar. Çünkü
kendileri egemen olduklarından, hâkimiyeti ellerinde bulundurduklarından asla
hak, hukuk tanımazlar. Kendilerinin boyun büküp teslim oldukları, kendilerini
durduracak kendilerinden başka bir otorite olmadığından, yâni Allah’a inanmadıklarından,
âhiret, hesap, kitap endişesi de taşımadıklarından hiçbir sınır tanımadan,
hiçbir sorumluluk hissi duymadan dilediklerini yaptıkları için herkesi
aşağılar, herkesi küçümser, herkesin hakkını gasp ederler. Azap ederek,
öldürerek, idam ederek, ezerek, işkence ederek insanları kendi aralarında çatışmaya,
gruplaşmaya sevk ederler. İnsanların bir noktada birleşmeleri bunlar için en
büyük tehlikedir. Çünkü kendi egemenlikleri o zaman tehlikeye düşecek ve tüm
güçlerini kendisine doğru yönlendirebileceklerdir. Onun içindir ki, kendi
egemenliğinin sürmesi toplumun parçalanmasına ve enerjilerini birbirlerine boşaltmalarına
bağlıdır. Onun için onların toplumlarında zulüm vardır, ezen vardır, ezilen vardır,
israf vardır, insan hayatının ve insan emeğinin boşa harcanması vardır.
Firavun,
âli ve müsrifti diyor, Allah. Yâni israf böyle sadece ye-me-içme konusunda sınırı
aşmak değildir. Müsrif, hayatını israf eden demektir. Allah’ın kendisine
verdiği fıtrî özellikleri gereği gibi kullanamayarak boşa harcayan demektir.
Veya müsrif, böyle sere serpe istediği gibi bir hayat yaşamadan yana olan, ne
Allah, ne din, ne iman hiç bir kayıt tanımadan, hiçbir sınır tanımadan canı ne
isterse yapmaya çalışan kimsedir. Keyfine göre bir hayat, keyfine göre bir
kılık-kıyafet, keyfine göre bir hukuk, ekonomi, keyfine göre bir inanç, bir
itikat sistemi belirleyerek hayat yaşamak, israftır.
Allah’ı İlâh kabul etmeyerek
kendi kendini İlâh makamına koy-mak israftır. Allah’ı, Allah’ın yasalarını reddederek
kendi kendisini, kendi bilgisini putlaştıran bir insan, kendi hayatını israf
ettiği gibi, toplumu kendi aklına, kendi görüşüne, kendi yasalarına, kendi
düşüncesine çağırıp onları buna uymaya mahkum ettiği için tüm toplumunu da
israf etmiştir. Toplumunun iradelerini ipotek altına alarak herkesi kendisi
gibi düşünmeye, kendisi gibi inanmaya zorladığı için tüm toplumunu israf
ediyordu. Firavun gibilerin tüm hayatları baştan sona israftır. Onların
hayatları boşa giden bir hayattır. Kendilerini cehenneme göndererek kendi kendilerine
yazık eden insanlardır onlar. Kendilerini dinleyenleri de israf edip boşa
harcayan kimselerdir bunlar. Çocuklarını, hanımlarını kulluk bilincinden uzak
tuttukları için, israf edip kötüye harcamış insanlardır bunlar. Onların
yasaları altında geçen tüm ömürler, harcanan tüm kuruşlar, dökülen tüm terler,
yapılan tüm çalışmalar israftır. Çünkü bunlar Allah için değil, bunlar için
yapılmaktadır ve bunların elinde heba olup gitmektedir.
Evet, böyle
kendisini bir şey zanneden, kendisini üstün gören ve tüm hayatı israf olan
Firavun’u yok edip mü’min kullarımızı onların yerine egemen kıldık. Sonra:
32. “Andolsun ki, onların durumunu bilerek dünyaların
üzerinde seçkin kıldık.”
“Andolsun ki biz o müminleri
muhtar kıldık. Bilerek onları âlemler üzerine seçip iktidar mevkiine getirdik.
Biz onlara hayır verdik, hayırlar verdik. Onlara hayır kapılarını açtık. Onlara
hayır yollarını, cennet yollarını gösterdik. Ama bir bilgiyle, bir bilgi üzerine,
bir ilim üzere seçtik onları,” diyor Rabbimiz. Yâni Biz ezelî ve ebedî
ilmimizle onların bu işe lâyık olduklarını bildiğimiz için bir ilim üzerine
onları seçtik. Onlarda iman, takva ve teslimiyet gibi özellikler gördüğümüz
için seçtik onları. Seçilip iktidara getirilmeye lâyık oldukları için seçtik
onları.
Unutmayalım ki tüm insanlığa
önderler olarak seçilenler, Allah’ın ezelî ve ebedî ilmiyle kendilerinde hayır
gördükleri olacaktır. İman, takva ve teslimiyet olarak bu işe lâyık
olmayanların seçilmeleri de, iktidar mevkiine getirilmeleri de mümkün değildir.
Öyleyse Allah-tan bunu isteyenlerin durumlarını düzeltmeleri ve bu işe ehil
hale gel-meye karar vermeleri gerekmektedir. Ham hayallerle, kuru iddialarla bu
iş mümkün değildir.
Bu ilim
üzere, bilgi üzere seçilme işini bir de şöyle anlamaya çalışıyoruz: Biz onları
âlemlere egemen yapma, âlemler üzerine iktidara getirme işini şunun için seçtik
ki, onlarda bir ilim, onlarda bir bilgi vardı. Allah’tan gelen bir ilme, vahiy
bilgisine sahipti onlar. Allah bilgisine, kitap, peygamber bilgisine sahip
oldukları için seçtik onları, diyor Rabbimiz. Bakara sûresinde anlatıldığı
gibi, Hz. Adem’in Halife seçilmesinin altında yatan da buydu. Allah, Adem’e
eşyanın bilgisini vermiş ve onu üstün kılmıştı.
Çünkü
hilafet; Allah’ın yasalarından ve nizamından kaynaklanan ustaca idare esasına
göre evreni idare etmek demekti. İşte halife olarak yaratılan insan, Allah’ın
kendisine bahşettiği bu güçle, bu bilgiyle etrafını kuşatan varlıkları
tanıyabilecek ve yine Allah’ın kendisine verdiği ilim ve akıl gücüyle iyilik ve
kötülüğü, salah ve fesadı kavrayabilecek, karşılaştığı olayları birbirleriyle
kıyas ederek hayatın problemlerine çözümler getirebilecekti.
Allah, Hz.
Adem’e eşyanın hakikatini öğretiyordu. Bu, kullukta şu anlama gelir, şu şu
anlama gelir diye eşyanın hakikati öğretiliyor. Bunu şurada kullanman lâzım, bunu
şunun için yarattım, bunun görevi şudur, sakın bunu burada kullanmayasın, bu
burada olmasın gibi eşyanın varlık sebebi, bilgisi öğretiliyordu. Meselâ bıçağı
ben ekmek kesmek için yarattım, sakın bunu insan kesmekte kullanmayasın. Taşın
varlık sebebi şudur, sakın ha onu meyhane yapımında kullanmayasın. Üzümün
varlık sebebi şarap değildir. Domuzun varlık sebebi yemek değildir. Ağzın
varlık sebebi onu sadece yemek yemede, çay içmede kullanmak değil, vahyin sözcülüğünde
kullanmaktır gibi eşyanın varlık bilgisi ve hikmeti, hakikati öğretiliyor.
Buğday bunun içindir, ateş şunun içindir, erkek bunun içindir, kadın şunun
içindir, elbise bunun içindir, insan bunun içindir, hayvan bunun içindir, melek
şunun içindir, yağmur bunun içindir, kar bunun içindir, sema bunun içindir, arz
bunun içindir gibi eşyanın hakikati anlatılıyordu. İşte Allah’ın kendisine
öğrettiği bu bilgiler sayesinde Hz. Adem halife oluyor ve seçiliyordu.
Bu âyetten
de bunu anlıyoruz. Yâni onlarda bu işe ehil bir ilim vardı. Vahiy ilmine
sahiplerdi de onun için Allah yeryüzünün idareciliğine seçti onları. Eğer
bizler de Rabbimiz tarafından yeryüzünün idareciliğine seçilmek, âlemlere üstün
ve hakim bir konuma getirilmek is-tiyorsak, eğer derdimiz tüm dünyaya hakim bir
noktaya gelip, yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek ve dünyanın makus kaderini
değiştirmek, dünyalının yüzünü güldürmek istiyorsak, o zaman unutmayalım ki
bunun yolu ilimden geçmektedir. Biz de vahyi tanıyacağız, vahiy bil-gisiyle,
kitap ve sünnet bilgisiyle donanacağız ki, Allah da bizleri seçsin. Seçsin de
hem helâk olanların yanında bu helâk yasasından bizi kurtarsın, hem de helâk
olanların yerlerine egemenler olarak bizleri yerleştirsin inşallah.
33.
“Onların, her birine açıkça bir imtihan bulunan, mûcizeler verdik.”
Onlara âyetlerimizden verdik ki
onlarda onlar için çok açık imtihanlar vardı. Onları bu âyetlerle, bu mûcizelerle
eğittik, yetiştirdik, biledik, diyor Allah.
Belâ’nın
sözlük anlamı, denemek, yapmak, bitkin hale getirmek demektir. İmtihan için
başa gelen musibete de belâ denir. Elbisenin eskidiğini ifade etmek için de bu
kelime kullanılır. Denenmek veya bir sınamaya uğramak insanı yıprattığından
dolayı ‘belâ’ kelimesiyle ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerim'de daha çok
denemek, sınamak, imtihan etmek anlamlarında kullanılmaktadır.
Aynı
kökten gelen ‘belaya’ Türkçedeki belâ ve musibet
anlamına gelir. Terim anlamı; Gerek darlıkta ve gerekse genişlikte insanın
denenip imtihana tâbi tutulması, imtihan maksadıyla başa gelen musibet ve
meşakkat bulunan olay demektir. Başa gelen belâlar, musibetler birer deneme ve
sınama olduğundan ve insanı çeşitli biçimlerde eskitip yıprattığından dolayı,
başa gelen olaylara “belâ” denmiştir. Bu bakımdan, dinin emirleri ve yasakları,
çeşitli yönleriyle belâdır. Bazıları
bedene zorluk verdiğinden, insanların içindeki hayırlıları şerlilerden,
temizleri kirlilerden, mü’minleri münâfıklardan ayırmak için bir deneme, sınama
vasıtası olduklarından. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Sizden mücâhidleri ve sabredenleri bilelim
(ortaya çıkaralım) diye sizi deniyoruz.” (Muhammed:31) İnsanlar şükretsinler
diye sevinçlerle ve nimetlerle, sabretsinler diye de zorluklarla denenirler.
İnsanların bu şekilde denenmesi de “belâ”dır. Nitekim Hz. Ali (r.a.): “Kimin
dünyası genişletilir de, bunun bir imtihan olduğunu bilmezse, o kişi akıldan
yoksundur.” buyurmuştur. Yani, kişi
başına gelen bolluğun da darlığın da Allah’tan bir deneme vasıtası olduğunu bilmeli
ve ona göre davranmalıdır.
Dinin
emirleri bir bakıma ‘belâ’dır, yani
sınamadır. Çünkü bazı dinî emirler insan bedenine zorluk verir, insanların
iyilerinin ve kötüle-rinin ortaya çıkmasına sebep olur. Şükredenler veya nankörlük edenler bununla
belli olur. Zorluklara kim sabredecek, nimetlerin değerini ve sahibini kim
bilecek? Bütün bunlar bir ‘belâ’dır/sınamadır. İnsanlara verilen nimetler bir
deneme amacına yöneliktir. “Yeryüzünün ziynetleri
(süsleri) insanların denenmesi içindir.” (Hûd:7)
Hayat ve
ölüm, doğma ve yaşama birer sınamadır. Rabbimiz, herkese farklı şeyler, farklı
nimetler, farklı yetenekler vermiştir. Her bir insan farklı bir imkâna
sahiptir. Herkes kendine göre bir iş yapar veya mesleği yerine getirir.
Aralarında müslüman olanı vardır,
müslüman olmayanı vardır. Ancak Rabbimiz bütün insanları onlara verdiği
nimet, kabiliyet ve imkânlarla denemektedir. Allah (c.c.) verdiklerinin karşılı-ğını
kulluk ve şükür olarak ister. Her bir nimetin teşekkür borcu, her bir
kabiliyetin sorumluluğu vardır. Rabbimiz kişilere ve toplumlara ba-zen sıkıntı
verir, bazen musibetler gönderir, bazen zorluklara ve darlıklara düşürebilir.
Bunun sebebi onların akıllarını
başlarına almaları-nı, yanlış yolda olanların düzelmelerini ve isyan içerisinde olanların Allah’a itaate
dönmelerini sağlamaktır. Bazen de müslüman kullarına sıkıntı, musibet veya zorluklar
verir, onları sabırla dener. Böylece on-ların daha çok sevap kazanmasını,
derece yönünden daha çok yücel-mesini sağlar. Rabbimiz bütün insanları dener.
Herkesin denenme şekli, imtihanı ve araçları farklı olabilir. İyi insanlar
sabırla ve Allah’ın dinine yardımla; kötü insanlar hidayete, iyiliğe, Allah
yoluna dâvetle sınanırlar. Başına ‘belâ’nın, yani imtihanın nereden geldiğini
anlayan-lar onun gereğini yaparlar. Böyle bir denemenin karşısında mü’min o-lanlar
sabreder, Rablerine tevekkül ahlâkı kuşanarak O’na teslim o-lurlar.
Demek ki
sadece biz Müslümanız, biz Müslüman olduk demek yetmiyor. Biz de Müslümanız
demekle iş bitmiyor. Müslüman olduktan sonra Rabbimiz bize bir kısım iptilalar
göndermek sûretiyle bizi eğitecek, bizi bileyecek, olgunlaştıracak ve bizi daha
iyi hale getirecektir. Âlemler için seçilen İsrailoğullarının hayatında bu
iyileşme süreci başlamış, devam etmiş ve Hz. Dâvûd ve Süleyman (a.s) döneminde
Rabbimiz tüm dünyanın egemenliğini onlara vermiştir.
Öyleyse
yeryüzünün ıslahını, dünyanın yüzünün gülmesini ve tüm dünyada zulümlerin,
haksızlıkların, işkencelerin, gözyaşlarının bitmesini isteyen, bunun özlemini
çeken bizler de unutmayalım ki sabırla, savaşla, mahrumiyetle deneneceğiz.
Maldan ve candan geçmekle, zamanımızı ilme ayırmakla, fedâkârlıklarla
deneneceğiz. Bütün bu denenmeler karşısında yılmayacağız, fedâkarca Allah yasalarına
evet diyeceğiz. Bileneceğiz, olgunlaşacağız, hasbileşeceğiz. Allah için her
şeyi yapabilecek, her şeyi fedâ edebilecek bir konuma geleceğiz ve Allah da
bizi seçecek ve tüm yeryüzüne hakim bir konuma getirecektir.
34-36.
“Doğrusu inkârcılar, “Ölüm bir defadır bir daha diriltilmeyeceğiz. Eğer doğru
sözlü iseniz bize babalarımızı getirsenize,” derler.”
Diyorlar ki,
o sadece bizim ilk ölümümüzdür artık, bir daha dirilmeyeceğiz,
diriltilmeyeceğiz. Yaşadığımız hayat işte şu hayattır, bu-nun ötesinde başka
bir hayat yoktur. Varsa da, yoksa da hayat işte bu dünya hayatı vardır, bu hayatın
sonunda öldükten sonra dirilerek tekrar yeniden bir hayatın olacağını, yâni hesabın,
kitabın görüleceği bir âhiret hayatının olacağını sanmıyoruz, diyorlar. Aslında
ölüm tüm insanlığın gözlerinin önünde duran ve inkâr etmeleri, reddetmeleri
mümkün olmayan bir gerçek olduğu için onu inkâr edemiyorlar. “Ölüm bir keredir,”
diyorlar. “Bir kere öleceğiz, ondan sonra bir daha dirilme olmayacak,”
diyorlar. “Ölümümüzden sonra başka bir hayat yoktur,” diyorlar ve sanki kendi
yasalarını kendileri koyuyorlar.
Yâni sanki kendileri hakkında
yargılamayı kendileri yapıyorlar. Sanki kendilerini yaratan kendileriymiş gibi
kendi hesaplarını da kendileri görüyorlar. Sanki kendi kaderlerini kendileri
belirlemeye çalışıyorlar. Biz bizim hakkımızda bunu münasip gördük. Biz ölümümüzden
sonra tekrar dirilip yaptıklarımızın hesabını vereceğimiz bir hayatın ol-masını
istemiyoruz. Çünkü yaptıklarımızın bizi nereye götüreceğini, nasıl bir sonuç
doğuracağını biliyoruz. İyisi mi olmasın böyle bir hesap, kitap diyerek
yaşadıkları dünyada iştahlarını kaçıran bir gerçeği reddetmeye ve bu inkâra
dayalı yapabilecekleri günâhları rahat işleyebilecekleri bir anlayışın sahibi olmaya
çalışıyorlar. Kendileri dışında kendilerine egemen olan, kendilerini yaratan,
yaşatan, öldüren ve sonunda hesaba çekecek olan Allah’ı, karşı gelinmez mutlak
gücü reddediyorlardı.
Böyle düşünen, böyle yaşayan
insanlara sormak lâzım: Eh öy-leyse madem ki kendi kaderinizi kendiniz
belirliyorsunuz da ölüme ne-den çare bulamıyorsunuz? Madem ki her şey sizin
elinizde, o halde haydi ölmemeyi de becerebilseniz ya. Ölüme karşı gelebilseniz
ya. Neden ölüyorsunuz? Neden teslim oluyorsunuz Allah’ın ölüm yasasına? Ölüm
yasasına karşı gelemeyen sizler, dirilme yasasına nasıl karşı geleceksiniz?
Sizi öldüren Allah diriltemez mi? Öldürmeye güç yetiren, diriltmeye güç
yetiremez mi? Bütün bunları biliyorlar hainler de, ölümlerinden sonra tekrar dirildikleri
hayat kendileri için hiç de hoş olmayan hesabın, kitabın gündeme gelmesi
sebebiyle elleriyle işledikleri suçlar yüzünden ona inanmak istemiyorlar. Çünkü
böyle bir şeye iman, hayatın programını temelinden değiştirecektir. Yâni bu
imana göre hayatları değişecek ve işledikleri suçların pek çoğunu yapamaz hale
gelecekler de onun için reddetmek daha kolaylarına geliyordu.
Bakın ölüm
ötesi hayatı, ölümden sonraki dirilişi, hesabı, kitabı reddederken de güya
delilleri de şöyleydi: Eğer ölümden sonra diriliş vardır, herkes dünyada
yaptıklarının hesabını ödemek ve yaşadığı hayatın sonucuna göre ya cennete, ya
da cehenneme gitmek zorunda kalacaktır derken doğru söylüyorsanız, eğer bu
konuda iddialarınızı eyleme dönüştürme imkânlarınız varsa, o zaman haydi
babalarımızı getirin bakalım, diyorlar. Eğer doğru söylüyorsanız, haydi ölmüş
atalarımızı diriltip geri getirin de görelim, diyorlar. Eğer bunu yapamı-yorsanız,
atalarımızı diriltip dünyaya geri getiremiyorsanız biz de sizin dediklerinize
inanmıyoruz, diyorlar.
Âhiretin varlığını inkâr ederken
sarıldıkları delil de işte budur. Sanki Allah’ın Resûlü kendilerine böyle bir
şey demiş gibi. Yâni sanki Allah’ın Resûlü ölülerin geri geleceğini iddia etmiş
gibi, “haydi onları geri getir de görelim,” diyorlar. Halbuki kimse onlara
böyle bir şey de-memişti. Yâni bu dirilişin dünyaya tekrar dönüş olduğunu kimse
iddia etmemiştir. Ölmüş babalarını geri getirerek ölüm sonrası dirilişi ispata
Allah’ın ihtiyacı yoktur. İster inanırlar ister inanmazlar, keyifleri bilir.
Kaldı ki
inanacak olanlar için daha evvel bunları da yapmıştı Rabbimiz. Ölümlerinden üç
yüz küsur yıl sonra Ashab-ı Kehf’i tekrar dirilterek veya İbrahim’in (a.s)
elinde ölmüş kuşları tekrar dirilterek ve-ya yüz yıl öldürdükten sonra
dirilterek veya şu anda çevremizde yazın, kışın tabiatı her an öldürerek,
dirilterek aslında bunu gösteriyor Rabbimiz. Bunlar aslında ölüm ötesi
dirilişin mümkün olduğunu gösteren Allah’ın âyetleridir. Bu âyetlere kör ve sağır
kesildikleri için anla-mıyorlar da yeni deliller, yeni âyetler istiyorlar.
Bundan
sonra ölüm ötesi hayatı reddederek güya dünyada rahat bir hayat yaşamaya
çalışan bu kâfirlerle öncekiler arasında bir mukayese yaparak Rabbimiz şöyle buyurur:
37:
“Bunlar mı daha üstün yoksa Tübba milleti ve onlardan öncekiler mi?
Onları yok etmişizdir, çünkü onlar suçlu idiler.”
Bu adamlar mı daha üstün, yoksa
Tübba mı? Tübba, Yemen-de bir hükümdar, kendisi Müslüman ama kavmi kâfir bir devlet
reisi. Daha önce yaşamış ve kendisinin hayırlı bir kişi olduğuna dair hakkında
şehadette bulunup bir devlet reisinden söz ederek diyor ki Allah, “söyleyin
bakalım şimdi ölüm ötesi hayatı reddeden şu Mekkeli müşrikler mi daha hayırlı, yoksa
Yemen hükümdarı Tübba mı daha hayırlı? Yahut da söyleyin bakalım, Mekke müşrikleri
mi daha hayırlı, yoksa onlardan öncekiler mi daha hayırlı? Yâni Sâlih’in (a.s),
Lût’un (a.s), Hud’un (a.s) kavimleri mi daha hayırlı? Halbuki onlar güç kuvvet,
uzun ömür yönünden sizden çok daha üstündüler, sizden çok daha zengindiler ama
suçlu olmaları sebebiyle, suç işlemeleri sebebiyle Biz onların tamamını helâk
ettik.
Yâni sizden çok daha güçlü, ya da
sizden çok daha hayırlı olanlar ölüme çare bulamadılar da siz mi bulacaksınız?
Onlar helâk yasasından kurtulamadılar da, sizler mi kurtulacaksınız?” Onlar suç-luydular.
Rabblerine karşı suç işlediler, Rabblerinden kendilerine gön-derilen peygamberlerine
karşı suç işlediler. Allah’a ve O’nun elçilerine teslim olmadılar. Allah da
onları helâk ediverdi. Çünkü onlar suçluydular. Allah’ı inkâr eden, âhireti
reddeden her insan, her toplum suçludur. Allah’ı ve âhireti inkâr eden her fert
ve toplum sonunda helâk olmuştur. Yeryüzünde bu dengeyi bozan her toplum
sonunda iflas etmiştir.
38,39. “Biz
gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz
onları, ancak ve ancak gerektiği gibi yarattık, ama insanların çoğu bilmezler.”
“Gökleri ve yeri, göktekileri ve
yerdekileri oyun olsun, eğlence olsun, insanlar eğlensinler, hoşça vakit geçirsinler
diye yaratmadık,” diyor Allah. Onun ikisini de hakla yarattık, hak yasalarla
yarattık.
Allah gökleri
ve yeri hak ile yaratmıştır. Gökleri ve yeri eğlence olsun, fantezi olsun diye
yaratmamıştır, insanın imtihanı için yaratmıştır onları. Allah insandan kendisi
için, kendisinin imtihanı için yarattığı bu göklerin de, yerin de hesabını soracaktır.
Burada
göklerin ve yerin hak olarak yaratıldığı anlatılırken, başka yerlerde de
göklerin ve yerin bâtıl yere yaratılmadığını anlatan âyetler vardır.
“Rabbimiz
sen bunları bâtıl yere yaratmadın. Seni tesbih ederiz, bizi ateş azabından
koru.” (Âl-i İmrân:191)
“Ben gökleri, yeri ve bu ikisi
arasındakileri oyun olsun diye yaratmadım.”
(Enbiyâ:
16)
“Siz zannediyor musunuz ki sizi boş
yere yarattık ve bize hiç döndürülmeyeceksiniz?”
(Mü'minûn:115)
Kâinatta ne
varsa hepsi hak üzerine, yâni sağlam temeller üzerine kurulmuş ve belli bir
hikmetle yaratılmıştır. Yaratılan her şey üzerinde belli bir kanun
işlemektedir. Tüm kâinatta hak esastır. Her şey hak üzerine bina edilmiştir.
Bâtıl ise ârızî ve geçicidir.
Burada
göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğu anlatılmaktadır. Öyleyse kâinatta
ne varsa onların tümünü Allah yarattığı için hepsinin üzerinde söz sahibi, hak,
hukuk, hâkimiyet ve hüküm sahibi sadece Allah’tır. Allah’tan başka bu varlıklar
üzerinde hâkimiyet ve otorite sahibi yoktur. O bir şeye “ol” dediği zaman hemen
oluverir. O’nun sözü haktır. O’nun sözü hukuktur. O’nun sözü mutlak dinlenen
sözdür. İşte göklerde ve yerde, göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklarda da hak,
hukuk vardır. Onlarda da kulluk vardır. Onlar da kendilerini var edenin kulluk
yasalarına teslimdirler. Güneş hiçbir zaman O’nun hak yasasının dışına çıkamaz.
Ay sürekli O’nu dinlemektedir. Yıldızlar O’na teslimdirler. Yâni göklerde ve
yerde sadece Allah’a kulluk ve O’na itaat yasası işlemektedir.
Yine burada
Allah tarafından yaratılmış olan göklerin ve yerin hakka ve hakikate delâleti
anlatılmaktadır. Yaratıcıları Allah olan bu gökler ve yerler, hak olan Allah’ın
varlığına ve gücüne delildir. Eser, müessirin varlığına delildir deniyor.
40.
“Doğrusu hüküm günü hepsinin bir arada bulunacağı gündür.”
Kâfirlerin, eğer doğru sözlülerseniz
haydi ölmüş atalarımızı ka-birlerinden diriltip dünyaya geri getirin şeklindeki
isteklerine Allah böyle cevap veriyor. Hayır hayır, bu diriliş burada
olmayacaktır, bu dirilişi Allah fasıl gününe ertelemiştir. Onun günü fasıl günüdür.
Fasıl günü hem sizleri, hem de atalarınızı bir arada toplayacağız. Fasıl günü onların
randevu vakti ve günüdür ki, onların hepsini bir araya toplayacağız.
Fasıl günü
Mürselât’ta anlatıldığına göre hall-ü fasl günüdür. Her şeyin hall-ü fasl
edileceği gün. Her şeyin ve herkesin hesabının, kitabının görülüp karara
bağlanacağı veya her şeyin tafsilatıyla ortaya döküleceği, tüm detayların
gündeme getirileceği gün. Her şeyin, tüm amellerin ve o amelleri yaptıran
niyetlerin tafsilatıyla gündeme getirileceği, fâsılalı, fâsılalı ortaya
konulacağı gün. Hepiniz Allah’ın bu yasasına tabi tutulacaksınız. Herkes
birbirinden ayrılacak. Kâfir, mü’-minden, müşrik, münâfıktan, Müslüman, gayr-i
müslimden, iyiler, kötülerden, salihler, facirlerden ayrılacaktır o gün.
41.
“O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, yardım da görmezler.”
O gün artık başka bir gündür. O
gün kimsenin kimseye yapabileceği bir şey yoktur. Kimse kimseye sıcak bir kucak
açamayacak, kimse kimsenin halini hatırını soramayacaktır o gün. O gün
dostluklar bitmiştir. O gün bağlar kopmuştur. O gün protokoller sona ermiştir.
O gün ne babanın evlâdına, ne evlâdın babasına, ne kadının kocasına, ne kocanın
karısına sağlayabileceği bir fayda yoktur. Çünkü herkes o gün kendi başının
derdine düşmüştür. Kur’an’ın değişik yerlerinde bu konunun anlatıldığını
görüyoruz.
“Hiç kimse diğerinin yükünü yüklenemez!”
(Fâtır: 18)
“O gün herkes kendi derdine düşmüştür!”
(Abese:
37)
“Babanın oğluna, oğulum da babaya hiçbir şey ödeyemeyeceği günden çok
korkun!”
(Lokman: 33)
Ne zorla,
zorbayla ne de kolaylıkla hiç kimse kimsenin başına gelecek olanları defedemez.
Zorla defedemez, çünkü yardım yoktur o gün. Kolaylıkla da defedemez, çünkü
şefaat da yok o gün.
42. “Yalnız, Allah’ın merhamet ettiği
kimseler bunların dışındadır. O, şüphesiz güçlüdür, merhametlidir.”
Sadece Allah’ın merhametine
mazhar olanlar, Allah’ın razı olacağı bir hayat yaşayarak Rabblerinin rızasını
kazananlar müstesnadır. Onlara peygamberlerin ve Allah’ın kendilerine şefaat
konusunda izin verdiklerinin faydası dokunabilecektir. O gün tüm şefaat, tüm yetkiler
Allah’a aittir. Hiç kimsenin alacağı kararlar konusunda O’nu etkilemesi, O’na
tesir etmesi, O’na torpil yaparak fikrinden caydırması ke-sinlikle mümkün
değildir. Ancak dilediklerini affedip rahmetine idhal buyurması da kendisinin
bileceği bir iştir. Ama şurası muhakkaktır ki, Allah hiç kimse kendisini zorlamamışken,
kimse kendisine hesap sor-ma hakkına ve gücüne sahip değilken, kimse kendisini
minnet altında tutamazken, O kendi arzusuyla kullarına zulmü de haram kılmıştır.
Rabbimizin kullarıyla ilişkisi her zaman rahmet ilkesine dayanmaktadır.
Bu âyetten
anlıyoruz ki sadece Allah’ın merhamet buyurdukları kurtuluşa ereceklerdir. Peki
acaba Allah kimlere merhamet eder? Şunu kesin biliyoruz ki, Allah kesinlikle
kâfirlere ve müşriklere merhamet etmeyecektir. Yeryüzünde Allah’ın rahmetinden
istifade etmeyi istemeyenlere Allah rahmet etmeyecektir. Çünkü Allah yeryüzünde
kulları için rahmet kapıları açmıştır. Kitaplar, elçiler göndermek sûretiyle
Rabbimiz yeryüzündeki kullarına rahmet kapıları açmıştır. Allah’ın mü’min
kulları bu kapılardan istifade etmişler, ama kâfirler, müşrikler Rabblerinin
kendileri için açtığı bu rahmet kapılarından istifade etmeyi istememişlerdir.
İşte Allah’ın kendileri için açtığı bu rahmet kapılarından istifade edip
Allah’ın istediği şekilde bir hayat yaşayarak rahmete hak kazanan mü’minlere
merhamet ederken, bu rahmete karşı nötr davranan kâfirlere de merhamet etmeyecektir.
Kur’an
rahmettir. Rahmân olan Allah Kur’an’ı öğretmiştir. Öy-leyse Kur’an’la beraber
olan, Kur’an’la hareket eden kişi rahmete hak kazanmış demektir. Rasulullah,
rahmeten lil’âlemîndir. Tüm alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Öyleyse
böyle rahmet kaynağı bir elçiyle beraber olan, o elçiyi kendisine örnek alan, o
rahmetten istifade etmesini bilen kişilere Allah merhamet edecektir diyoruz.
43-46. “Doğrusu günâhkarların yiyeceği
zakkum ağacıdır; karınlarında suyun kaynaması gibi kaynayan, erimiş maden gibidir.”
Günâhkarların yiyeceği de zakkum
ağacıdır. Kıyâmet günü kâfirlerin yerleşim merkezlerinde hiç şüphesiz ki kâfirler
için de yiyecek ve içecekler söz konusudur, tıpkı dünya hayatında olduğu gibi. Dünya
hayatında mü’minler Allah’ın kendilerine helâl kıldığı temiz, güzel yiyecek ve
içeceklerden istifa etmişler, bir kısım şeyleri canları çekse de Rabbleri haram
kıldığı için onlardan tiksinerek uzak durmayı becermişlerdi. Kâfirler ve müşrikler
ise haram-helâl tanımadan, Allah ya-salarını reddederek aslında insan fıtratına
ters düşen şeyleri yiyip içmeye devam ediyorlardı. İşte dünyadaki bu suçlarına
denk olarak, dünyadaki bu haddi aşmalarına karşılık olarak, Allah da onları
orada zakkumla cezalandıracaktır.
Zakkum günâhkarların,
vebal yüklenenlerin yiyeceğidir. Hem kendi günâhlarını, hem de
çevrelerindekilerin veballerini ve günâhlarını yüklenerek günâh yüküyle
sırtları kamburlaşmış insanların yiyeceğidir.
Sanki o bir pota, erimiş bir maden
eriyiği veya suyun kaynaması gibi karınlarının içinde kaynayacaktır, Allah korusun.
Bu daya-nılmaz azapların içindeyken yarın onlara şöyle denecektir:
47-50.
“Suçluyu yakalayıp, cehennemin ortasına sürükleyin, sonra başına azap olarak
kaynar su dökün” denir, sonra ona: “Tat bakalım, hani şerefli olan, değerli
olan yalnız sendin. İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir” denir.”
Onu tutunuz. Yakalayınız o günâhkarı
de cehennemin ta ortasına atınız. Cehennemin ta ortasına sürükleyiniz. Sonra da
onun başı üzerine hamim dökünüz. Hamim, kaynar su ya da maden demektir. Onun başının
üzerine binlerce derece kaynatılmış maden eriyiği dökünüz. Sonra da deyin ki
ona: “Bak bakalım bunun tadına. Tat bakalım haydi bunun tadını. Haydi zevk al
bakalım bundan!” Azaplar içinde kıvranan kâfirin ruhunu rencide edici, gururunu
kırıcı bir ifade. Haydi ezil, haydi alçal bakalım. Dünyada izzet ve şeref sevdalısıydın.
Malınla, mülkünle, dükkanınla, tezgahınla, çoluğunla, çocuğunla, saltanatınla,
devletinle Allahlık iddiasına soyunuyordun. Benim hiçbir şeye ihtiyacım yoktur.
Benim ne Allah’a, ne Allah’ın dinine, ne Allah’ın kitabına, ne Allah’ın yasalarına
ihtiyacım yoktur. Benim aklım, mantığım, keyfim vardır. Hayatımı nasıl
düzenleyeceğimi, mala bakışımı, hayata bakışımı, kadına, kazanma-harcamaya bakışımı
nasıl ayarlayacağımı, nasıl giyineceğimi, neleri yiyip-içeceğimi ben kendim de
bilirim. Nasıl bir hayat yaşayacağımı ben kendim de bilirim, diyerek İlâhlık iddiasında
bulunuyordun.
Günâh nedir bilmiyordun. Günâhlarınla
böbürleniyordun. Kâfirliğinle övünüyordun. Müslümanlara zulmediyordun. Rabbim Allah
diyenleri takibe alıyordun. Onlar için dosyalar hazırlıyordun. Onlara hayat
hakkı tanımıyordun. Onların Rabblerinin istediği biçimde Müslü-manca bir hayat
yaşamalarına engel olmaya çalışıyordun. Bu konuda yasalar çıkararak
kulluklarını engellemeye çalışıyordun. Hayatına Allah’ı karıştırmayarak kendi
kendine hayat programı yapmaya çalışıyordun. Hayattan Allah’ı diskalifiye etmeye
çalışıyordun. Tâğutluk yapıyordun. Allah karşısında bilgi iddiasında
bulunuyordun. “O bilirse ben de bilirim! O böyle diyorsa ben de şöyle diyorum!”
diyordun. Allah karşısında güç iddiasında bulunuyordun. “Onun Cehennemi varsa
be-nimde hapishanelerim var! Onun melekleri varsa benim de askerlerim var!
Benim de avenem var!” diyordun. Toplumun en değerlisiydin, Herkes sana saygı duyuyordu.
Herkes senin önünde eğiliyordu, eğdiriyordun insanları önünde. Herkes çevrende
pervane olsun istiyordun. Haydi tat bakalım şimdi bu horluk hakirlik azabını,”
diyecek Rabbimiz onlara.
51,52.
“Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlar ise, güvenli bir yerde,
bahçelerde ve pınar başlarındadırlar.”
Ama beri tarafta muttakîler,
Allah’la yol bulanlar, yollarını Allah’a sorarak yaşayanlar, hayat
programlarını Allah’ın kitabından ve Resûlü’nün sünnetinden alanlar, Allah’ın
koruması altına girenler, Allah’ın velâyetini kabul edip iradelerini Allah’ın
iradesine teslim edenler, kendi bilgilerini, kendi akıllarını, kendi
anlayışlarını bir kenara bırakarak Allah’ın kendileri adına seçtiklerini,
kendileri için seçim kabul edenler, hâsılı hayatlarını Allah adına ve Allah’ın
istediği biçimde yaşayanlar var ya, işte onlar da güvenilir bir makamdadırlar.
Allah
yoluna girip kâfirlerin, müşriklerin davranışlarından uzak duran ve sadece
Allah’ı razı etmek için çırpınan muttaki mü’minler de bu tür azaplardan, bu tür
pisliklerden emniyet mahallerindedirler.
Hem
Firavunların geberip giderken bıraktıkları nîmetler, hem de âhiretteki cennet
nîmetleri muttakîler içindir. Onlar emin ve güvenilir makamlardadırlar. Yâni
dünyadaki gibi sallanan, sarsılan, yıkılan, yok olan, solan, kaybolan, ölümcül
makamlar değildir. Hiçbir şey cennetteki o makamları sarsamaz. Hiçbir şey o
makamları mü’minlerin ellerinden alamaz. Ölümle son bulan makamlar değildir
onlar, çünkü orada ölüm de yoktur. İhtilallerle, darbelerle de yıkılmaz o makamlar,
çünkü orada ihtilaller de yoktur. İhtiyarlamayla da sarsılmaz o makamlar, çünkü
orada ihtiyarlama da yoktur.
İşte bu son
âyetlerde bir diriliş, yeniden bir dirilişin gerçekleştiğini ve yaşadıkları
hayata göre insanların iki grup olduklarını görüyoruz. İşte bakın muttakîlerin
mükafatlarının zikri devam ediyor:
53.
“İnce ipekten ve parlak atlastan giyinerek karşılıklı otururlar.”
“İpekten ve
parlak atlastan en güzel elbiseler giyinerek karşılıklı otururlar.” Buradaki “mütekabilin”
ifadesi karşı karşıya gelirler, karşı karşıya otururlar ifadesi sadece
birbirlerine yönelirler, birbirlerine bakarak otururlar anlamına değil, aynı
zamanda gönüllerinin, kalplerinin, gözlerinin, duygularının aynı zevkleri
paylaşması, aynı şeylerden hoşlanması anlamına gelmektedir. Cennette buna
kavuşan mü’min-ler, zaten dünyada da birbirlerini severler, birlikte hareket
ederler, aynı şeylerden hoşlanırlar, aynı şeylerden nefret ederlerdi.
54.
“Bu böyledir; onları iri siyah gözlü hûrilerle eşlendiririz.”
O mü’minler orada iri gözlü
hûrilerle de evlendirilirler. Ceylan gözlülerle evlendirilecektir onlar. Bunlar
güzellikleri tahayyül bile edilemeyecek kadar güzel kadınlardır. Dünyada
kadınlar için güzellik ge-çicidir, fânidir. Ama oradaki kadınlar ve onların
güzellikleri ölümsüzdür. Bakara sûresinde de bu kadınların temizlikleri anlatılır:
“Bir de
orada onlar için tertemiz zevceler vardır.”
(Bakara 27)
Âyet-i kerimede kadının temizliğinden söz ediliyor.
Ya da eşlerin temizliğinden bahsediliyor. Bunun anlamı şudur: Oradaki eşler hem
madde olarak kan, idrar, koku, hayız, nifas, dışkı vs. gibi hiçbir şeyleri
olmayacak şeklinde tertemiz. Hem de mânâ olarak yalan dolan cinsinden, aldatma,
ahlâksızlık, geçimsizlik cinsinden de bir kötülüğü, bir pisliği, necisliği,
necesliği, bir küfrü, nifâkı, inkârı olmayacak tertemiz eşler verilecektir
onlara. Bütün bu anlatılanlar kâfirlerin kulağına gittiği, bunları duydukları
halde, hayret ki yine de âhireti inkâr etmeye sebep bulabiliyorlar. Cennette
Allah’ın mü'minler için hazırladığı bu nîmetler anlatılınca: “Ne yâni! Onları
biz de buluruz dünyada! Biz de elde ederiz! İstediğimizi buluruz dünyada. Bağ,
bahçe, elma, armut, karı, kız istediğimiz kadar buluruz!” diyorlar ama “Halidîne
fî ha ebeda” denince, yâni oradakiler ebedîdir, ebediyen bu nîmetler
onların ellerinden alınmayacak denince, işte orada duruyorlar. Çünkü dünyada
onların bulabildiklerinin tamamı ve de kendileri bir gün geliyor ki o nîmetlere
veda etmek zorunda kalıyorlar.
55.
“Orada, güven içinde olarak her yemişi isteye-bilirler.”
Sonra orada o mü’minler güven
içinde, huzur ve saadet içinde istedikleri her türlü meyvelere ulaşırlar.
Çağırdıkları, istedikleri her türlü meyveler onlara sunulur.
56,57.
“Orada, ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Rabbin lütfuyla onları
cehennem azabından korumuştur. İşte büyük kurtuluş budur.”
Orada ölüm de yoktur. Dünyada ilk
tattıkları ölümden sonra artık bir daha ölüm tatmayacaklardır. Az evvel anlatmıştı
Rabbimiz, kâfirler de öyle diyorlardı. “Bizim için tek ölüm vardır, biz bir
kere öldürüleceğiz. Bu ölümümüzden sonra artık bir daha dirilmeyeceğiz,” di-yorlardı.
Halbuki önceki âyetlerde gördük ki, Allah onları ölümsüzleştirdi. Onlar cehennemde
azaptan kurtulabilmek için ölümü temenni edecekler ama ölemeyecekler. Mü’minler
için de cennette ölümsüzlük vardır. Ama birisinde emniyet, güven, saadet,
mutluluk; öbür tarafta azap üstüne azap.
Allah mü’minleri
lütfu ve rahmetiyle o cehennem azabından korumuştur ve işte bu kurtuluşların en
büyüğü budur. Bundan daha büyük bir kurtuluş düşünmek mümkün değildir.
diyor Allah. Yâni tüm bu nîmetlere
Allah’ın fazlu keremiyle ulaşmıştır mü’minler. Hani sûrenin baş taraflarında
şöyle buyrulmuştu:
Bakın burada da “fazlen min Rabbik” buyruluyor.
Öyleyse Allah’ın fazl-ı keremi olan cennete ve cennetteki bu ölümsüzlüğe ulaşmanın
yolu, rahmet kaynağı, rahmet kapısı olan kitapla beraber olma-ya bağlıdır.
Allah’ın en büyük nîmeti ve rahmeti olan Kur’an ve sünnetten istifade edebilen,
dünyada Allah’ın kullarına rahmeti gereği bu iki rahmet kapısından girebilen,
onların istediği hayatı yaşayıp Allah’ın lütfuna lâyık hale gelebilen kişi,
sonunda cennete gidecek ve cehennemden de korunacaktır. Çünkü bakın son
âyetinde Rabbimiz cennete gidişin yolu olan bu Kur’an’ı kolaylaştırdığını
anlatıyor.
58,59.
“Ey Muhammed! Biz, öğüt alırlar diye, Kur’-an’ı senin dilinde indirerek kolayca
anlaşılmasını sağladık. Sen bekle, onlar da beklemektedirler.”
İnsanlar öğüt alsınlar, insanlar
onunla yol bulsunlar, hayat programlarını ona sorsunlar ve hayatlarının tüm problemlerini
onunla çözümlesinler ve de sonunda cennete, Allah’ın lütfuna ulaşsınlar diye
biz bu Kur’an’ı senin lisânında kolaylaştırdık, diyor Rabbimiz.
Bu kitap
Rasulullah Efendimizin dilinde kolaylaştırılmıştır. Okunması kolay,
öğrenilmesi, anlaşılması, ezberlenmesi, uygulanması, yaşanması kolay, istediği
hayat kolay, her şeyi çok kolaydır. Allah onu bizim için kolaylaştırmıştır.
Belki onu zikrederler, zikir haline getirirler, hatırlarlar, kafalarında,
kalplerinde canlı tutarlar da hayatlarını onunla düzenlerler diye. Belki onu
tezkira yaparlar, kafalarında kalplerinde hayat programı yaparlar da, haftalık
ders programı gibi, günlük, aylık, haftalık sürekli bakılacak bir konuma getirirler
diye Allah bizim için onu kolaylaştırmıştır.
Kur’an öyle olmalıdır zaten.
Kur’an anlaşılıp hayat onunla düzenlenecek ve kafalarda ve kalplerde canlı
tutulacaktır. Çünkü hayat programıdır o. Ona bakılmadan, ona sorulmadan hayat
yaşanmamalıdır. Çünkü bu kitap hayatımızın her bir saniyesinde bize yol gösterecek
bir kitaptır.
Allah, “biz
onu sizler için kolaylaştırdık,” diyor ama unutmayalım ki ona yönelenlere
kolaydır bu kitap. Onunla ilgilenenlere kolaydır. Ona yönelenlerin hayatları
kolaylaşacaktır.
Öyleyse ey
peygamberim, sen bekle, onlar da beklemektedirler. Öyleyse ey peygamber yolunun
yolcuları, sizler bekleyin, onlar da beklemektedirler. Neyi bekleyeceğiz? Yeryüzünde
bu kitabın varlığına rağmen, hayat programı olarak, hidâyete ulaştırıcı, hakkı
beyan edici, cenneti gösterici olarak yeryüzünde böyle bir hidâyet kaynağı,
böyle kolaylaştırılmış bir kitap olduğu halde yine de kâfirler olabilecektir. Yine
de inanmayanlar olabilecektir. Onların yok olmalarını, helâk olmalarını, yerin
dibine batırılmalarını hemen beklemeyeceğiz. Onlarla Allah’ın istediği biçimde
diyaloglarımızı, uyarılarımızı sürdürecek ve kesinlikle bileceğiz ki, şartlar
ne olursa olsun âkıbet muttakilerin olacaktır. Sonunda kazananlar, mutlaka
muttakiler olacaktır. Bunu hiçbir za-man hatırınızdan çıkarmayın, diyor
Rabbimiz. Onlar da beklesinler, sen de bekle, ama şunu asla unutmayın ki, son
kazanan mü’minler olacaktır. Son kazananlar Allah safında yer alanlar olacaktır.
Bu sûrenin
de sonuna geldik. Rabbim gereği gibi iman edip sâlih ameller işleyen
kullarından eylesin. 15. ciltte buluşmak üzere Allah’a emanet olun. Velhamdü
lillâhi Rabbil’âlemîn.