Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular
:
Kâinatın Mevcut Düzeni Belirlenmiş Bir Süreye Kadar Devam Eder
Hz. Muhammed (A.S.), Gönderilen
İlk Ve Tek Peygamber Değildir
Günlerin Ne Gibi Olaylara Gebe
Olduğunu Önceden Bilmek Mümkün Müdür?
İsrail Oğullarından Birinin Şehadeti
Kendilerini Hayra Ve İyiliğe Lâyık
Görenler
Ana-Baba Hakkı Ve Onlara İyilik
Ana, Babasına «Üf» Diyen Evlât
Dinî Eğitimden Yoksun Yetişenler
İnsan Birçok Yeteneklerle Dünyaya Gözlerini Açar
Âd Kavminin Yok Edilmesi Misal Veriliyor
Çevre Kasabaların İbretli Sonuçları
İlgili Hadîsler Ve Diğer Rivayetler
Cinlerin, Kur'ân Âyetlerini Dinleyince, Ondan Öğrendikleri
Va'd Olundukları Şeyi Görecekleri Gün
Allah'ın Razı Olduğu Dini Tebliğ Etmek
Tamamı Mekke'de
inmiştir. Hâ-Mim harfleriyle başlayan sûrelerin sonuncusudur. Hûd Peygamber'in (A.S.) kendi kavmini Ahkaf
denilen yerde Hakk'a davet edip uyardığı konu edildiğinden,
bu kelime aynı zamanda sûreye isim olmuştur.
Âyet sayısı : 35
Kelime » : 644 Harf » :
2595 [1]
1- Tevhîd'in esasını isbatlayıcı
anlamda delil ve belgelere yer veriliyor ve putperestlik, cok
ilâhlık kökünden red ediliyor.
2- Müşriklerin
Peygamber'e (A.S.) karşı olumsuz yönde tavır almaları ve onlara verilen
cevaplar, sonra da iddialarının boş ve anlamsızlığı açıklanıyor.
3- Allah'ın
birliğini, peygamberlerin doğruluğunu
tasdik edenlerin imân istikameti
üzere olduklarına ve öylelerinin âhiret gününde
mükâfatlarının ancak cennet olacağına değiniliyor.
4- Ana-babaya
iyilik ve ikramda ve Allah'ı hoşnut eden amelde bulunmamız tavsiye ediliyor.
5- Kendini
dünya lezzetlerine verip hayatını ilâhî rıza doğrultusunda değerlendirmiyenlerin
durumu yeriliyor.
6- Âd
Kavmi'nin kıssası, tarihî bir ibret ve öğüt olarak naklediliyor.
7- Cinlerden
bir kısmının gelip Hz. Peygamber'i
(A.S.) dinledikten sonra kendi
kavimlerine gidip uyarı ve tebliğde bulundukları haber veriliyor.
8- Hz. Muhammed'e (A.S.) ve ümmetinden mü'min
olanlara öğüt ve tavsiyelerde bulunuluyor.
9- Kur'ân-ı Kerîm'in kavim ve milletleri uyaran, doğru yolu
gösteren birçok esaslarla indirildiği açıklanıyor.
10-Allah'ın va'di ve adaleti gereği, ancak itaatten çıkanların azap edileceklerine
dikkatler çekiliyor.
1- Hâ-Mîm.
2- Kitab'ın indirilmesi, O çok üstün, çok güçlü hikmet sahibi
Allah'tandır.
3- Biz,
gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri ancak hak ile ve belli bir süreye
kadar yarattık, İnkâr edenlere gelince : Uyarıldıkları şeylerden yüzçevîrirller.
4- De ki :
Baksanıza, Allah'ı bırakıp yalvararak taptıklarınızın yeryü-
zünde neler yarattığını bana gösterir misiniz? Yoksa
onların göklerde bir ortaklığı mı var? Eğer doğrulardan iseniz bundan önce
(size verilmiş) bir kitap bana getirin veya ilimden bir eser ortaya koyun.
5- Allah'ı
bırakıp Kiyâmet'e kadar kendilerine cevap veremiyeoek ve yaptıkları duâ ve yalvandan
habersiz bulunan şeylere tapanlardan daha sapık, daha şaşkın kim vardır?
6- (Kıyamet
günü) insanlar sürülüp Mahşer'de biraraya
getirildiğinde, (tapındıkları putlar) onlara düşman kesilirler ve kendilerine
tapındıklarını inkâr ederler.
«Hâ-Mim. Kitabın
indirilmesi, O çok üstün, çok güçlü hikmet sahibi Allah'tandır.»
On beş asırdır mihrap
ve kürsülerde, mektep ve medreselerde tazeliğini koruyan; mü'minlerin
gönüllerinde ışıl ışıl yanan; kalp ve kafaları
ilimle, hikmetle, sağlam düzeni ayakta tutan hükümlerle aydınlatan Kur'ân-ı Kerîm, şüphesiz her asırda bu üstünlüğünü
sürdürmüş ve sürdürmektedir. Onunla boy ölçüşecek muhteva ve kudrette bir kitap
ortaya çıkarılamamıştır. En güçlü ediplerin söz ve yazıları Onun edebî
özelliği yanında çok sönük kalmıştır. Gelişip olumlu sonuçlar veren ilimle
hiçbir zaman ters düşmemiş; hakikati bulup ortaya çıkaran ilim hep onu tasdik
etmiştir.
Böylece Kur'ân-ı Kerîm okundukça zevk, mana ve hikmet veren müstesna
bir kitaptır. Tekrar okunmakla bıkkınlık vermez, her defasında ayrı bir ilham
ve başka bir hikmet yansıtır. Üslûp ve ahengi; akıcılık ve çekiciliği, reddi
mümkün olmayan yüceliktedir. Hafızaya yerleşmesi çok kolaydır. Her sınıf
insana seslenme kudretini taşımaktadır. Herkes bilgi, kültür ve zekâsına göre
Ondan yararlanabilir. O her âyetiyle âlimi derinden düşünmeye, aâhili gafletten uyanmaya sevkeder.
Çünkü Kur'ân, O Azîz ve Hakîm olan Cenâb-ı
Hakk'ın kitabıdır. Bütünüyle Çorlun kudret kaleminin
eseridir. Üstünlüğü, kudreti, tazeliği Azîz Sı-fatı'ndan;
üslûbu, akıcılığı, ilme öncülüğü; tek kelimeyle kâinatın plânı, insan ruhunun
değişmeyen gıdası olma özelliği Hakîm Sıfatı'ndan kaynaklanmaktadır.
«Biz, gökleri, yeri ve
ikisi arasındaki şeyleri ancak hak ile ve belli bir süreye kadar yarattık..»
Şüphesiz Kur'ân'ın üstünlüğü, ilâhî olmasından tezahür eder. Kâinattaki
mükemmel düzen ve dengeyi anlayanlar, Kur'ân'ın da ne
kadar mükemmel hazırlandığını anlamakta gecikmezler. Çünkü Kur'ân
her âyetiyle kâinatın plân ve programını yansıtmaktadır.
Nitekim ilgili âyetle,
göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin hak üzere yaratıldığı
belirtilirken, mevcut düzende uyumsuzluğun, tersliğin, dengesizliğin ve
anlamsızlığın söz konusu olamıyacağı ilân
edilmektedir. Bu, araştırma heveslisi ilim adamlarına gerçekleri araştırıp
bulmaya yönelik bir çağrıdır.
Ayrıca kurulan düzenin
belirlenmiş bir süresi olduğu, o süre dolunca düzenin bozulup alt-üst olacağı
ve arkasından onun yerine kalıcı bir düzenin kurulacağı haber verilerek, hayat
ve maddenin ezelî olmadığı, her ikisi için de bir başlangıcın bir de sonucun
söz konusu olduğu vurgulanmaktadır.
Böylece Kur'ân, ilim adamlarına, hareket noktası olarak «ecel-i mü-semmâ»-ytini «belirlenmiş-süreyi-göstermekte
ve birtakım hayalcilerin varsayımlarından sıyrılmalarını dolaylı şekilde
öğütlemektedir.
«De ki : Baksanıza,
Allah'ı bırakıp yalvararak taptıklarınızın yeryüzünde neler
yarattığını bana gösterir misiniz?.»
Allah'ı bırakıp başka
şeyleri ezelî ve ebedî sanıp, canlı-cansız nesneleri O'na ortak koşanlara
seslenilerek kendilerinden iki açık belgeden birini getirmeleri istenmektedir:
Kur'ân'dan önce bu iddialarını doğrulayan semavî bir
kitap veya ilimden bir iz ve eser; gelip geçen peygamberlerden kalma yazılı bir
belge..
Böylece Kur'ân-i Kerîm, kuru dayanaksız iddiaların bilimsel hiçbir
değeri olmadığını açıklamaktadır. «Bitkiler dahil bütün canlılar uzun yıllar
kendiliğinden oluşup biçimlenmiş ve
tekâmül ederek türden türe geçiş sağlamıştır»
şeklinde bir iddia ortaya atmak kolay, ama bunu ilmî açıdan olumlu sonuçlarıyla
ortaya koyup isbatlamak zordur; zorun da ötesinde
mümkün değildir.
Putlara, maddeye ve
sadece pozitif ilme bağlı kalıp bunların üstünde ve ötesinde bir üstün kudrete
inanmayanlara, taptıkları şeyler kıyamete kadar olumlu cevap veremiyecek ve hepsi de kendilerine yapılan tapınmalardan
habersiz kalacaktır.
Günümüzün gafilleri de
kendi öz değerlerinden kopuk bir halde bir-sürü «izm'ler»
icâd edip onlan bilimsel
kılıfa sokarak sapıklığın, dinsizliğin en katmerlisini sergilemekte ve manevî
boşluk içinde yetişen gençleri kendi fasit potalarında şekillendirmektedirler.
Bugüne kadar hiçbiri
insanlık âlemine rahmet ve mutluluk havası es-tirememiş;
hiç biri güven ve huzur getirememiş ve insanın içindeki manevî boşluğu tatmin
edecek şekilde dolduramamış; bilâkis sıkıntı ve huzursuzluk, bunalma ve ruhî
depresyon doğurmuştur. Hele materyalizm ile komünizmin va'dettikleri
cennet hiçbir zaman gerçekleşmemiş, aksine tam bir cehennem havası
oluşturmuştur.
O bakımdan kıyamet
günündeki tablo çok daha başka olacak, tapılan eşya, tapanlara düşman kesilecek
ve böylece boş anlamsız, küfrü ve tuğyanı gerektiren şeylere alet
edildiklerini nefretle belirteceklerdir.
Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın o çok güçlü, çok üstün yüce kudretten indirildiği
belirtilerek. Onu bu açıdan değerlendirmemiz istendi. Sonra da Hakk'ın varlığına delâlet eden ve hak ölçüleriyle yaratılan
kâinatta hâkim olan mutlak düzen ve dengeyi iyioe
düşünüp olumlu sonuçlar elde etmemiz önerildi. Allah'tan başka ilâh edinilen
eşyanın hiçbir şey yaratmaya güç ve kudretlerinin olmadığı üzerinde durularak,
onlardan çok üstün meziyetlerle yaratılan insanoğlunun bu derece küçülmesi
kınandı. Kıyamet gününde taptıkları eanlı-çansiz eşya ile aralarında büyük bir düşmanlığın doğacı
hatırlatılarak inkarcılar uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın âyetlerine «sihir» veya «büyü» diyecek kadar akıl ve idrâkini
kaybedenlere dikkatler çekiliyor. Hz. Peygamberin
(A.S.) gönderilen ilk ve tek peygamber olmadığı, Ondan önce birçok peygamberlerin
gelip geçtiği konu edilerek Onun iki ana görevi
bulunduğu açıklanıyor. Sonra da inkarcı sapıkların, mü'minleri
hafife alıp, «son din hayırlı bir olay olsaydı, elbette şu fakirler, köleler ve
kimsesizler önümüze geçemezlerdi» diyerek çok yanlış
bir kıyaslamada bulundukları üzerinde duruluyor.
7- Onlara âyetlerimiz açık-seçik okunduğu zaman, küfre saplanıp kalanlar, kendilerine gelen
hak için, «Bu açık bir sihirdir» derler.
8- Yoksa
onlar, Kur'ân'ı O (Muhammed) uydurdu mu diyorlar?! De
ki : «Eğer onu uydurdumsa, o takdirde siz beni Allah'tan (O'nun vereceği
azâp'tan) kurtaracak hiçbir şeye sahip
değilsiniz. Ve O, Kur'ân hakkında kopardığınız
yaygara ve sergilediğiniz taşkınlığı çok iyi bilir. Benimle sizin aramızda şâhid olarak Allah yeter. O, çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir.»
9- De ki :
«Ben, gönderilen peygamberlerin ilki değilim; bana ve size neler yapılacağını
da bilmiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım ve
ben ancak açık bir uyarıcıyım.»
10- Söyleseniz
a, eğer bu (Kur'ân), Allah katından ise, siz de bunu
inkâr etmiş olursanız, İsrail oğulları'ndan
bir adam da bunun benzerine
(dayanarak) şehâdette bulunup imân ederse ve siz
büyüklük taslayıp kabul etmezseniz, (kendinize büyük bir haksızlık etmiş olmaz
mısınız?). Şüphesiz ki Allah, zâlim bir milleti doğru yola çıkarmaz.
11- İnkâr
edenler, imân edenlerle ilgili olarak derler ki : «Eğer İslâm, bir iyilik
olsaydı, elbette onlar bizim
önümüze geçemezlerdi.» Kur'ân ile doğru
yolu bulmayı düşünmedikleri için de, «bu çok eski bir uydurmadır!» derler.
Kelbî'nin yaptığı rivayete göre : «Mekke'de ashab-ı
kiram iyice sıkılmış ve üzülmüşlerdi. Müşriklerin ardı arkası kesilmeyen
saldırı ve işkenceleri onlara çok zor günler yaşatıyordu. Bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz rüyasında, hurması ve suyu
bulunan bir ülkeye hicret ettiğini görmüştü. Bunu arkadaşlarına anlatınca,
onlar çok sevindiler; müşriklerin eza ve cefasından kurtulacakları o günü
beklediler. Süre gecikince, Peygamber'e (A.S.) baş vurdular ve ne zaman hicret
edebileceklerini sordular. Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz susup cevap vermedi ve derken dokuzuncu âyet indi.»[2]
«Ansardan
Ümmu'l-a'lâ adında bir
kadın anlatıyor : Resûlüllah (A.S.) Efendimize bey'at ettim. Sonra Mekke'den gelen muhacirleri evlerinde
misafir edinmek için Medîneli'ler kur'a
çektiklerinde Osman b. Mez'ûn (R.A.) bize isabet
etti. Onu evimizde konuk edindik; derken hastalandı ve bu hastalıktan kurtulamıyarak vefat etti. Yıkanıp kefenlendi. Bu sırada Resûlüdah (A.S.) Efendimiz geldi ve n de Osman b. Mez'ûn'u (R.A.) kasdederek şöyle
dedim : «Ya Ebâ Salih!
Allah'ın rahmeti sana olsun. Allah'ın sana ikramda bulunduğuna şehadet ederim.» Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bana : «A kadın, Allah'ın ona ikramda bulunduğunu ne
bilirsin?» buyurdu. Ben de : «Anam-babam sana feda olsun; ya
Allah kime ikramda bulunur?» diyerek sordum. Efendimiz şöyle buyurdu : «Osman'a
gelince, ona ölüm erişti. Vallahi ben onun için hayır ummaktayım. Vallahi ben
Allah'ın Peygamberi olduğum halde bana ne yapılacağını bilemiyorum!»
Râvî diyor ki : Bunun üzerine Ümmu'l-a'lâ (R.A.) : «Vallahi bundan böyle hiç kimseyi tezkiye etmiyeceğim» diyerek yemin etti. Sonra yine bu sahabiye şunu anlattı : «Rüyamda Osman b. Mez'ûn'u gördüm; ondan bir pınar akıyordu. Rüyamı, Hz. Peygamber'e (A,S.) anlattığımda, O şöyle buyurdu : «Bu
onun amelidir.»[3]
«Onlara âyetlerimiz açık seçik okunduğu
zaman, küfre saplanıp kalanlar, kendilerine gelen hak için, «Bu açık bir
sihirdir» derler.»
Kur'ân âyetleri kısım kısım inip
ilâhî beyânın erişilmezliğini bütün parlaklığıyla yansıtınca, az-çok içinde
insaf ve iz'an mayası taşıyan şâir ve edipler,
hayranlıklarını dile getirmek suretiyle baş eğdiler. İnsan sözü ile Allah sözü
arasındaki açık farkı görüp duyanlar ise vakit kaybetmeden Hakk'a
teslim olup dâire-i İslâm'a girdiler.
Hz. Peygamber'in ve Kur'ân-ı
Kerîm'in, insana, insan olduğu için üstün değer verdiğini gören fakirler ve
köleler, Hz. Muhammed'e (A.S.) uyup imân halkasını
oluşturdular. İçinde insaf, idrâk ve irfan cevheri taşımayan ileri gelen
müşrikler ise, hakkı red ve inkâr doğrultusunda ilâhî
âyetleri «sihir» ve «büyü» diyerek küçümsediler.
«Güneşin varlığına
yine güneşin kendisi delildir» denildiği gibi; Kur'ân'ın
ilâhî beyânının erişilmezliğine yine Kur'ân
âyetlerinin kendisi delil teşkil etmektedir. Nitekim aradan bin dört yüz şu
kadar yıl geçmesine rağmen Kur'ân
hâlâ tazeliğini korumakta ve erişilmezliğini, muhalif-muvafık birçok kimselere
kabul ettirmektedir.
«De ki: Ben>
gönderilen peygamberlerin ilki değilim..»
Şüphesiz Hz. Muhammed'in (A.S.) nuru, bütün peygamberlerden önce
yaratılmıştır. Ancak cismanl olarak en son peygamberdir.
Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir. Peygamberliği inkâr etmek, bütün
peygamberleri inkâr anlamına gelir. Oysa Kureyş
müşrikleri Nuh, İbrahim, Musa ve İsa peygamberleri (salât-ü
selâm hepsine olsun) kabul ediyorlardı. Ne var ki, Hz.
Muhammed'e (A.S.) duydukları kin ve nefret zaman zaman onları peygamberliği de
inkâr edecek kadar şuursuzlaştırıyordu.
«Bana
ve size neler yapılacağını da
bilmiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım ve ben
ancak açık bir uyarıcıyım.»
Hz. Peygamber (A.S.) her işin başını ve sonunu ilâhî
takdîre ve irâdeye bağlayıp tam teslimiyet içinde tebliğ ve irşat hizmetini
sürdürüyor ve bütün işlerin ve durumların dönüp varacağı merci'in, ilâhî
kudret olduğunu biliyordu. O bakımdan Hz. Peygamber
(A.S.)ın görevinin ve bilgisinin sınırı çizilmiş
bulunuyordu. Allah'ın bildirdiğinin dışında bir bilgi ve yetkisinin olmadığını
her vesileyle açıklayarak etrafındaki insanların düşüncelerini doğruya yönlendiriyordu.
Bunun için ömrünün son döneminin nasıl bir havaya gireceğini, ne gibi olaylarla
karşılaşacağını; âhiret gününde neler tezahür
edeceğini, Allah bildirdiği takdirde bilir ve haber verirdi. Onun dışında bir
beyanda bulunmazdı.
Ancak bu manayı yansıtan
dokuzuncu âyet inince, müşrikler kendi iddialarından yana yorumda bulundular :
«Lât ve Uzzâ hakkı için,
bizimle Muhammed'in Allah yanındaki durumu farksızdır. Onun bizim üzerimizde
bir üstünlük ve meziyeti yoktur» dediler. Bunun üzerine Fetih Sûresi'nin şu
mealdeki ikinci âyetinin indiği rivayet edilmiştir : «Bu da, Allah'ın senin
geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması içindir.»
Şüphesiz ki bu, Hz. Peygamber'e (A.S.) has bir iltifattır. Ashab-ı Kiram, Resûlüllahı (A.S.)
bu ilâhî iltifattan dolayı kutladılar ve «Allah bize neler yapacak
bilemiyoruz» diyerek bir işaret beklediler. Bunun üzerine Fetih Sûresinin
beşinci âyetinin indiği söylenir.[4]
«Söyleseniz a, eğer bu
(Kur'ân), Allah katından ise, siz de bunu inkâr etmiş
olursanız, İsrail oğulları'ndan bir adam da bunun benzerine (dayanarak) şehadette bulunup imân ederse ve siz de büyüklük taslayıp
kabul etmezseniz, (kendinize büyük bir haksızlık etmiş olmaz mısınız?),»
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in son peygamber,
Kur'ân'ın da hak kitap olduğuna şehadet
eden İsrail oğulları'ndan bir adam kimdir? Bunun cevabını, âyetin iki ayrı
yorumu belirtildikten sonra anlaşılabilir. Şöyle ki : Eğer âyet Medine'de
inmişse, o şahit, Yahudi ilim adamlarından Abdullah b. Selâm (R.A.)dır. Çünkü
bu ilim adamı, el-Hasan, İkrime, Katade
ve Mücahİd'in tesbitine
göre, Yahudilerin de bulunduğu mecliste, Hz.
Muhammed'in (A.S.) Tevrat'ta isminin geçtiğini ve
geleceğinin haber verildiğini açıkça söyle-mjş ve
Onun peygamber olduğunda asla şüphe etmediğini ilân etmişti. Nitekim Tirmizî'nin rivayetine göre : Abdullah b. Selâm (R.A.)
şöyle demiştir : «Ahkaf Sûresinin onuncu âyeti
benimle ilgilidir.»
İkinci yoruma gelince
: Sûre Mekke'de indiğine göre, bu şahidin Musa Peygamber (A.S.) olduğu
kendiliğinden anlaşılır. Nitekim Tevrat'ta daha önce de belirttiğimiz gibi, Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğine dair birtakım belgeler ve
işaretler mevcuttur. Ne var ki, bu ikinci yorum âyetin son kısmıyla pek uyum
sağlamamaktadır.
«İnkâr
edenler, imân
edenlerle ilgili olarak dediler ki :
«Eğer İslâm, bir iyilik olsaydı, elbette onlar bizim önümüze geçemezlerdi..»
İnsanı soyuyla, servet
ve nüfuzuyla, makam ve yetkisiyle ele alıp değerlendirenler hep aldanmışlardir. Çünkü bunlar insan için öz değer, temel
esas, yüceltiei maya değil, arızî ve geçici
vasıflardır. İnsanın asıl değerini, ruhundaki cevher, kalbindeki imân ve irfan
belirler. Mekkeli putperestler de yüceliği, iyiliği, fazileti sadece ânzî vasıflarda görüyor ve bunun için mücadele ediyorlardı.
Onlara göre : İslâm bir hayır ve iyilik olsaydı, şu zavallı fakirler, her
şeylerini kaybetmiş köleler öne geçmez, kendilerinden
önee bu dine girmezlerdi. Allah dini, toplumun hakîr
gördüğü insanlara değil bize gönderirdi. İslâmiyet fakirleri ve köleleri de
kendi çatısı altına aldığına göre, din olarak insana şeref ve meziyet, fazilet
ve yücelik va'detmiyor demektir. Tıpkı günümüzdeki batı kültürüyle
şekillenen, kendi öz değerlerinden kopuk yetişen yarım aydınların camiyi, din
görevlisini, cemaati ve cumayı küçümseyip onların arasında bulunmayı
kendilerine naki-se
saymaları gibi..
Böyleleri Kur'ân'ın ilâhî pınarından
içip doğru yolu bulmayı düşünmedikleri için de, İslâm'ın getirdiği cihanşümul
esas ve prensipleri kendi basit ve kişisel mantıklarına vurup «bunlar eski
uydurmalar ve birtakım masallardır. Günümüzde bunların geçerli ve yararlı bir
yanı yoktur» derler. On birinci âyetle, inkarcı sapıkların, maddeci
şaşkınların sakîm anlayışlarına ve çok yanlış değer ölçülerine dikkat çekilerek
mü'minlere aydınlatıcı kıstas veriliyor..
Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân âyetlerine «sihir» diyecek kadar idrâkini kaybeden
inkarcıların katı tutumu konu edildi. Peygamber (A.S.) Efendi-miz'den önce birçok peygamberlerin gönderildiği
belirtilerek, bu ilâhî lût-fun
karşısına çıkanların, dolayısıyla bütün peygamberleri red
ve inkâr ettiklerine dikkatler çekildi. Üstünlük ve şerefi ânzî
nesnelerde görenlerin ne kadar aldandığına işaret edilerek, aydınlatıcı bilgi
verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'dan önce Tevrat'ın doğru yolu gösteren bir rahmet
olarak indirildiği ve Kur'ân'ın onu tasdik ile
gerçeği ortaya koyduğu belirtiliyor. İmân edip dosdoğru olanlara büyük ecirler
hazırlandığı bildiriliyor.
12- Bundan
önce Musa'nın kitabı, yol gösteren bir rahmet idi. Bu kitap (Kur'ân) ise onu doğrular, Arap difiyledir;
zulmedenleri uyarmak, iyiliği, güzelliği, yararlılığı huy edinenleri
müjdelemek için (indirilmiştir).
13- Onlar
ki, «Rabbımız Allah'tır» dediler, sonra da dosdoğru
oldular, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de,
14- İşte
bunlar Cennet ehlidirler, yapageldiklerine karşılık
orada ebedîdirler.
«Bundan önce Musa'nın
kitabı, yol gösteren bir rahmet idi.»
Kur'ân-ı Kerîm ilk indirilen kitap değildir. Ondan önce
birçok hükümleri kapsayan Tevrat ve onu tamamlar mahiyette Zebur ve İncil
indirilmiştir. Böylece semavî sahife ve kitaplarda,
milletlerin tekâmülüne paralel olarak bir tekâmül söz konusudur. Sosyal
yapılarda meydana gelen gelişme ve değişmeyi hedef alarak indirilen bu
kitaplar, Kur'ân ile tekâmülün zirvesine yükselmiş
ve noktalanmıştır.
Bu konuyu az da olsa
bilimsel açıdan incelemekte büyük yarar vardır. En azından, Tevrat, İncil ve Kur'ân'ı iyice tetkik edip mukayesede bulunmak bizi çok
olumlu neticelere götürür.
Allah'ın varlığını,
birliğini, kemal sıfatlarını, Âhiret Âlemi'ni ve
onunla ilgili safhaları; iki hayatın mana ve hikmetini; insan haklarının derin
anlamını; yaratılışın başlangıç ve gelişmesini ancak ilâhî kitaplardan öğrenmemiz
mümkündür. Eğer bu kitaplar indirilmeseydi, insanlığın manevî alanı boş kalır,
ruhî arzu ve ihtiyaçlar cevap bulamaz olur ve insan maddenin cenderesinde
ezilip silik hale gelirdi. Sonra da hayatın asıl hikmet ve felsefesi çözülmez
bir düğüm halini alır; fizikötesi bütünüyle muamma bir karaktere bürünür, her
yanıyla meçhul kalırdı.
Bunun için on İkinci
âyetle, Musa'nın (A.S.) kitabı Tevrat'tan söz edilirken iki ana vasfı
açıklanmaktadır: İmam ve rahmet.. İmam : Uyulmaya lâyık olan, yol gösterip
gerçeği telkin eden şey demektir. Rahmet: İnsanlardan yana yufka yürekli olup
onları mutluluğa eriştirmeyi dilemek ve ortam uygun olunca da bunu
gerçekleştirmek ve kitaba sıfat olarak da, ilâhî merhametin feyizli,
bereketli, diriltici ve yönlendirici havasını estirmek anlamına gelen geniş
kapsamlı bir kavramdır. İşte Tevrat'ın Allah'tan indirilen orijinal nüshasında
bu iki esas hâkim bulunuyordu. Bugün ise, sadece o esasların bazı bölümleri
kalabilmiş, çoğu kaybolmuş veya
değiştirilmiştir.
Kur'ân'a gelince : Son kitap olma hüviyetiyle dört ana
vasfından söz edilmektedir ;
1- Musaddık, yani tasdik eder bir muhtevada indirilmiştir.
2- Arapça
olarak düzenlenmiştir.
3- Küfür,
ahlâksızlık ve haksızlıkta ileri gidenleri uyarmaktadır.
4- İyiliği,
ahlâk ve fazileti kendine huy edinenleri ebedî saadetle müjdelemektedir. Kur'ân birinci sıfatıyla, kendinden önceki semavî sahife ve kitapları tasdîk etmektedir. İkinci
vasfıyla, okur-yazar olmayan Hz. Mu-hammed'e (A.S.)
Arapça olarak indirildiği açıklanmaktadır. Üçüncü vasfıyla, hilkatin
hikmetine ters düşüp dünyaya getirilişinin amacından saparak hem kendine, hem
de çevresine haksızlık edenleri elim bir azabın beklediği haber verilmektedir.
Aynı zamanda Onun bu sıfatıyla dönüşün mutlaka Allah'a olacağına atıf
yapılmakta ve böylece insanların nereden gelip nereye gittiğine işaret
edilmektedir. Dördüncü vasfıyla, iyi-yararlı insan olmanın temelinde gerçek
imanın bulunmasına değinilmekte ve iyi yararlı amellerde bulunan mü'minler sonsuz mutluluklarla müidelenmektedir.
Böyleee Kur'ân-ı Kerîm, insan
hayatının her bölümüne seslenmekte ve onun iki hayatını birarada
düzene sokup dengede tutmaktadır.
Kur'ân'ın bu yüceliği her geçen asırda daha iyi anlaşılmakta ve
kurtuluşun İslâm'da olduğu ağırlık kazanmaktadır. Çünkü Kur'ân
her yönüyle uyulması lüzumlu bir imam, her âyetiyle rahmet, her hükmüyle
yepyeni ve kalıcı bir düzendir.
«Onlar
ki,
«Rabbımız
Allah'tır» dediler, sonra da dosdoğru oldular, onlara hiçbir korku yoktur ve
onlar üzülmeyeceklerdir de..»
İmân : Akıl ve vicdan,
idrâk ve iz'ân yoluyla kalbe yerleşen manevî bir
cevherdir. Kalpte kök salıp iyice yerleşince de içten dışa vurup şu iki yararlı
ürünü birden yansıtma kudretini beraberinde taşır: Birincisi, mü'mi-nin her yerde ve her hâl-ü
kârda «Rabbım Allah'tır» demesi; ikincisi, bu
doğrultuda düzenli insan olmasıdır.
Rab Sıfatı'nın burada
kullanılması, imânın ve sâlih amellerin ilâhî terbiyeye
muhtaç bulunduğuna ve bu sıfatın tecellisiyle kemale erişebileceğine
işarettir. Nitekim Kur'ân ve Peygamber eğitiminin
dışında kalıp başka bir sisteme bağlı eğitim ve kültürle şekillenen kişide ne
hakikî anlamda imân cevheri, ne de onun ürünü olan sâlih
amel bulunur.
İmân ve sâlih amelin karşılığı ise, âhirette,
içinde ebedî kalınacak olan Cennet ve taşıdığı nimetlerdir.
Yukarıdaki âyetlerle,
semavî kitapların insanlıktan yana rahmet oldukları belirtildi ve böylece
Tevrat'ın iki ana vasfına, Kur'ân'ın da dört özelliğine
değinilerek aydınlatıcı bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'a imândan sonra, sâlih amellerden biri kabul
edilen ana-baba hakkı konu ediliyor ve böylece aile yuvasının ana-ba-bayla rahmet ve füyuzata
kavuşabileceğine işarette bulunuluyor. Sonra da aydınlatıcı misal verilerek
konunun önemi üzerinde duruluyor. Arkasından, imândan ve sâlih
amelden uzak yaşayanların âhiretteki durumlarına değinilerek
birtakım uyarılar yapılıyor.
15- Biz,
insana, ana-babasına iyilik edip güzel davranmasını tavsiye ettik. Anası onu
güçlük ve sıkıntıyla taşıdı; güçlük ve sıkıntıyla doğurdu. (Rahimde) taşınması
ve sütten kesilmesi (süresi) otuz aydır. Nihayet güç bulup şahsiyetini
kazanınca ve kırk yaşına erişince, «Ey Rabbim! dedi, bana ve ana-babama
verdiğin nimete karşı şükretmemi, razı olacağın îyi-ya-rarlı amelde bulunmamı ilham eyle. Soyum hakkında da benim
için iyilik, dine bağlılık sağla.. Şüphesiz ki ben, sana yönelip tevbe ettim ve ben gerçekten (sana) teslimiyet
gösterenlerdenim.»
16- İşte
bunların yapageldiklerinin en güzelini kabul eder;
işledikleri kötülüklerinden vazgeçeriz (cezalandırmayız). Bunlar Cennet ehli
arasındadırlar. Bu, va'dolundukları doğru sözdür (kî
mutlaka yerini bulacaktır).
17- O kimse
ki, ana-babasına .- «Üf be ikinize! Benden önce nice
kuşaklar gelip geçtiği halde siz beni tekrar dirilip
topraktan çıkarılacağımla mı tehdîd ediyorsunuz?»
derken, ana-babası Allah'a sığınıp O'nun yardımını dileyerek ona : «Yazıklar
olsun sana! İmân et. Şüphesiz ki, Allah'ın verdiği söz haktır» diyorlardı. O
da : «Bu Kur'ân veya sizin anlattıklarınızı)'
eskilerin masallarından başka bir şey değildir» diye cevap veriyordu.
18- İşte
bunlar kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip gecen ümmetler hakkında (azap va'di ve hükmü) gerçekleşen kimselerdir. Şüphesiz ki bunlar
hüsran içinde kalanlardır.
19- Herkes
için yaptıkları işlere göre dereceler vardır. Bu da Allah'ın, onların
amellerinin karşılığını noksansız vermesi içindir ve onlar haksızlığa
uğramazlar.
20- İnkâr
edenler, getirilip ateşe
sunulacakları gün, kendilerine : «En güzel, en iyi şeylerinizi
dünya hayatında harcayıp tükettiniz; onlarla yararlanıp keyif sürdünüz. Artık
bugün yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladığınıza ve dinî kuralları aşıp
ahlâk dışı davranışlarda bulunduğunuza karşılık horlayıcı, aşağılayıcı azap ile
cezalanacaksınız.
Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) henüz
on sekiz, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de 20 yaşında
bulunuyordu. Birlikte ticarî amaçla Şam'a doğru bir yolculuk yaptılar. Konakladıkları
bir yerde sidre ağacının gölgesinde oturuyorlardi. O sırada Ebû Bekir
Sıddîk (R.A.) dinî konuda hatırına geien bir meseleyi sormak üzere kalkıp yakın yerdeki
manastıra gitti. Rahip ona : «Şu sidre ağacının
gölgesinde oturan kimdir?» diye sordu. Oda : «Mekkeli Abdullah oğlu
Muhammed'dir; Abdülmuttalib'in torunudur» diye cevap
verdi. Rahip ona : «Vallahi o peygamberdir. İsa'dan sonra ağacın altında ondan
başka kimse gölgelenmedi. Şüphesiz o son peygamber olacaktır» diyerek yemin
etti. Böylece Ebû Bekir Sıddîk'ın
kalbine tasdîk ve yakın girdi ve artık Peygamber (A.S.) Efendimizden ayrılmak
istemedi. Hz. Peygamber (A.S.) kırk yaşına girip
nübüvvet tacını giyince, otuz sekiz yaşında olan Ebû
Bekir (R.A.) Ona imân edip tasdîkte bulundu ve kırk yaşına girince de, âyette
açıklandığı şekilde duâ etti.
Yukarıdaki onbeş ve onaltıncı âyetler bu
sebeple indi.[5]
Ebû Bekir Sıddîk'in (R.A,) oğlu
Abdurrahman, babasıyla birlikte İslama
girmeyip ona muhalefet etti ve : «Üf be ikinize!
Benden önce nice kuşaklar gelip geçtiği halde siz
beni öldükten sonra dirilip topraktan çıkarılacağımla mı tehdit ediyorsunuz?»
diyerek sert çıkışta bulundu. Ebû Bekir (R.A.) ile
eşi ona : «Yazıklar olsun sana! İmân et. Şüphen olmasın ki Allah'ın verdiği
söz haktır» diyerek uyarılarını tekrarladılar ve bu hususta Allah'a sığınıp
O'nun yardımını dilediler. On yedinci âyet bu sebeple indi.[6]
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sordu :
— Sizden kim bu gün oruçludur? Ebû/Bekir (R.A.) :
— Ben oruçluyum, dedi. Peygamber (A.S.) :
— Sizden kim bugün bir cenazeyi izledi? diye
sordu. Ebû Bekir (R.A.) :
— Ben izledim, dedi. Peygamber (A.S.) :
— Sizden kim bugün bir yoksulu yedirip doyurdu?
diye sordu. Ebû Bekir (R.A.):
— Ben yedirdim, dîye cevap verdi. Peygamber
{A.S.}:
—Sizden kim bugün bîr
hastayı ziyaret edip sordu? diye seslendi, Ebû Bekir
(R.A.) :
Ancak Resûlüllah (A.S.) Efendimizin 20 yaşında Ebû Bekir (R.A.) ile birlikte ticarî anlamda bir sefere
çıktığı, ciddi bir araştırma konusudur.
— Ben ziyaret edip sordum, diye cevap verdi.
Peygamber (A.S.):
— Bu hasletler bir kişide toplanmaya görsün,
mutlaka o cennete girer, buyurdu.[7]
BİZ| insana' ana-babasına iyilik edip güzel
davranmasını tavsiye ettik..»
Hakikî imânın ürünleri
konu edilirken, ana-babaya iyilik emredilmek-te ve
dolayısıyla onların haklarını korumamız istenmektedir. Böylece imân denilen o
paha biçilmez manevî cevher, insanı önce Allah'a, sonra çevresine
bağlamaktadır. Şüphesiz kişinin çevresinde en yakın ilgi duyacağı kimseler
ana-babası ve sonra da diğer aile fertleridir.
İşte Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetle bu sıranın gözetilmesini
telkin etmekte ve hısımlar arasında kopmaz bağların vücut bulmasını tavsiye ile
muhkem temel oluşturmayı amaçlamaktadır.
Ayrıca annemize daha
çok iyilikte bulunmamıza işaretle, annenin gebelik ve doğum esnasında çektiği
sıkıntı ve emzirme, besleme dahil ilk otuz ay içinde nasıl ağır külfetlere
katlandığı hatırlatılmakta ve anne hakkının önemi üzerinde durulmaktadır.
Diğer yandan âyette
çok önemli bir incelik de söz konusudur. Şöyle ki: «vâlideyn»
kelimesi tağlîp kaidesini taşımaktadır. Kelime olarak
«iki baba» anlamına gelirse de, terim olarak «baba-ana» anlamına delâlet eder.
Böylece aile reisinin baba olduğuna, ananın ona tabî ve destek bulunduğuna
işaret vardır. Sonra annenin iki önemli hakkı konu edilmektedir:
a) Yavrusunu
karnında sıkıntıyla taşıması ve sıkıntı çekerek doğurması,
b) Bir sürü zorluklara katlanıp onu emzirip
beslemesi.
Böylece Cenâb-ı Hak, anne hakkının babaya nisbetle
birkaç kat fazla olduğunu kapalı bir anlatımla işlemekte ve bu anlatım,
Peygamber (A.S.) Efendimiz'in hadîsleriyle
açıklanarak, anne hakkının üç, baba hakkının bir olduğu ortaya çıkmaktadır.
«(Rahimde) taşınması
ve sütten kesilmesi (süresi) otuz aydır.»
Bakara Sûresi 233.
âyette : «Analar çocuklarını, -baba süt emzirme süresinin tamamlanmasını
istiyorsa- iki tam yıl emzirirler» buyurulmakta;
burada ise gebelik ve sütten kesilme süresi otuz ay olarak belirlenmektedir.
Böylece «otuz ay» sözü, gebeliğin en az, emzirmenin en çok süresini yansıtıyor
denilebilir. Konuyu bu açıdan yorumlayanlar, gebelik süresinin en az altı ay
olduğunu savunuyorlar ki, bu hususta bir de İslâm tarihinde geçen ve delil
olarak kabul edilen İbn İshak'ın
şu rivayetini gösteriyorlar.
Rivayete göre : Ma'mer b. Abdullah el-Cühenî
diyor ki: «Bizden bir adam Cüheyne Kabilesi'nden bir
kadınla evlendi. Kadın hamile kalıp tam altı ay sonra doğum yaptı. Adam
şüphelendi ve kalkıp Hz. Osman'a (R.A.) gelerek
durumu arzetti. Hz. Osman
(R.A.) kadını çağırttı. Meselenin inceliğini hemen anlayan onun kız kardeşi
ağlamaya başladı. Kadın ona : «Ne ağlıyorsun? Allah'a yemin ederim ki kocamdan
başka bir erkek bana dokunmadı. Allah dilediğini hükmedecektir» diyerek kalktı
ve Hz, Osman'a (R.A.) geldi. Recmedilmesi
kararlaştırıldı. Zira altı ayda normal bir doğum olmayacağını belirtenler
çoğunluktaydı. Durum bir de Hz. Ali'ye (R.A.) intikal
ettirilince, o, verilen karara itiraz etti ve Hz.
Osman'a (R.A.) : «Siz Kur'ân'ı dikkatle okumuyor musunuz?»
diyerek uyarıda bulundu. O da:, «Okuyoruz, bu kararın uymadığı bir hüküm mü
vardır?» deyince, Hz. Ali (R.A.) konumuzu oluşturan
15. âyetin şu bölümünü okudu : «Rahimde taşıması ve sütten kesilmesi (süresi)
otuz aydır.» Sonra da Bakara Sûresi'nin 233. âyetinden şu bölümü okudu :
«Analara çocuklarını, -baba süt emzirme süresinin tamamlanmasını istiyorsa- iki
tam yıl emzirirler,» Hz. Ali (R.A.) iki âyeti okuyup
dikkatleri ilâhî beyâna çektikten sonra şöyle açıklamada bulundu : «Otuz aydan
iki tam yıl çıkarılınca, geriye tam altı ay kalır.» Bunun üzerine Hz. Osman (R.A.) : «Bu inceliği düşünememiştim» dedi ve
«kadını bana getirin» diye emretti. Kadın gelince, Hz.
Osman (R.A.) onun doğurduğu çocuğa dikkatle baktı, tam babasına benziyordu ve
onu serbest bıraktı.
Bakara Sûresi 233.
âyetin tefsirinde kısmen açıkladığımız gibi, insan-, da gebelik süresi normal
olarak 280 gündür. Bu süre hesaplanırken son âdet görmeden yedi gün evvelki tarih, başlangıç olarak
alınır. Bu süre dikkate alınınca, emzirme süresi 20 ay, 20 gün olarak kalır.
Ancak Hz. Ali'nin (R.A.) istidlal ettiği gibi, altı ayda norma!
doğum olabilir mi? Bu konudaki araştırma ve incelemeler yedi ayda normal doğumun
gerçekleşebileceğini ortaya koymaktadır. Bununla beraber, altı ayda normal bir
doğum olamaz diye kesin bir sonuç da sanırım pek mevcut değildir. İstisnaî de
olsa altı ayda doğum yapanlara Taşlanmaktadır. Kaldı ki, İbn
İshak'ın ve İbn Ebî Hâtim'in Hz. Ali'yle ilgili
rivayetlerinin tam sıhhat derecesini de bilemiyoruz. [8]
«Nihayet güç bulup
şahsiyetini kazanınca ve kırk yaşına erişince; «Ey Rabbım!
dedi, bana ve ana-babama verdiğin nimete karşı şükretmemi, razı olacağın iyi-yararii amelde bulunmamı ilham eyle..»
Kırk yaş genellikle
gençlikle yaşlılık arasında bir köprü sayılır. Aynı zamanda kişinin heves duyduğu
ve uzmanlık dalı olarak seçtiği veya nefsanî
saplantılarından en çok ilgi duyduğu konuda da en verimli, ya
da en zararlı kerte kabul edilir.
Kırk yaşına kadar imân
esasına bağlı sâlih amellerde bulunan kimse artık
olgunlaşmış sayılır. Bundan sonra sapıtması uzak bir ihtimaldir. Bunun gibi
kırk yaşına kadar azgınlık, sapıklık ve ahlâksızlıkla günlerini geçiren
kimsenin, bu yaştan sonra azgınlığı büsbütün artabilir. Tabiî Cenâb-ı Hakk'ın hidâyeti tecelli etmiyecek veya geç tecelli edecek olursa, öylesinin dönüş
yapması, yani hakka, iyiye, doğruya ve ibâdete dönmesi çok geç gerçekleşebilir
veya hiç gerçekleşmeyip kişi o hal üzere ölür.
Müfessirlerin çoğuna
göre, 15. âyetle bütün mü'minlere, Ebû Bekir Sıddîk'ın (R.A.) kırk
yaşındaki kemal mertebesi ve Onun ana-babasıyla ev halkını hakka davet etmesi örnek veriliyor.
İniş sebebinde de
naklettiğimiz gibi, 38 yaşında İslâm'a giren Ebû
Bekir Sıddîk (R.A.) 40 yaşına girip olgunluk
derecesine erişince, kişiliğini tam anlamıyla kazanıp İslâm'ın hayat verici
havasıyla içini doldurunca, ana-babası ve ev halkının çoğu imân dairesine
girmiş bulunuyordu. O da, Allah'ın bu hidâyet ve yüksek lûtfuna
şükrederken şöyle diyordu : «Ey Rabbım! Bana ve
ana-babama verdiğin nimete karşı şükretmemi; razı olacağın iyi-yararlı amelde
bulunmamı ilham eyle. Soyum hakkında da benim için iyilik, dine bağlılık sağla. Şüphesiz ki ben sana
yönelip tevbe ettim ve ben gerçekten (sana)
teslimiyet gösterenlerdenim.»
Böylece Cenâb-ı Hak, insanın kırk yaşına girmeden eğitilip
öğretilmesinin; imân ve irfan ile donatılmasının lüzumuna işarette
bulunmaktadır. Temelde iyi bir dinî eğitim ve öğretim gören kimse, hem kendini,
hem çevresini aydınlatan bir kandil olur.
Kur'ân bu düzeye gelen mü'minleri
hem övmekte, hem de onları uh-revî
mükâfatlarla şöyle müjdelemektedir : «İşte bunların yapageldiklerinin
en güzelini kabul eder; işledikleri kötülüklerden vazgeçeriz (cezalandırmayız).
Bunlar Cennet ehli arasındadırlar. Bu, va'dolundukları
doğru sözdür (ki mutlaka yerini bulacaktır).»
«O
kimse ki, ana-babasına «uf be,
ikinize! Benden önce nice kuşaklar gelip geçtiği halde
siz beni tekrar dirilip topraktan çıkarılacağımla mı tehdit ediyorsunuz»
derken..»
Bu âyetle, kendilerini
İslâm'ın imân ve irfan düzeyine getirebilme bahtiyarlığına erişen ana-babanın
öz çocuklarını aynı düzeye getirme gayretleri konu edilmektedir. Bu nedenle
aynı çatı altında yaşayan veya irsî bağlarla birbirine bağlı bulunanların
sorumluluk dereceleri, görevleri açıklanmaktadır. «Her koyun kendi bacağından
asılır» tekerlemesine iltifat edilmemekte, her ferdin hem ailenin, hem de
bağlı bulunduğu toplumun kopmaz bir parçası olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca
eğitimin önemine parmak basılmakta; ana-babaların kendi çocuklarıyla yakından
ve ciddi biçimde ilgilenmeleri
istenmektedir.
Diğer yandan âyette,
evlâdın dinsiz bir ortamda yetiştiği; Allah ve Âhi-ret kavramlarından uzak
tutulduğu takdirde, şüpheci materyalist yetişeceği, küfür potasında şekillenip
Âhiret'e inanmayacağı üzerinde durulmakta ve kapalı
bir anlatımla konunun önemine dikkatler çekilmektedir. Bu durumda yaşını
başını almış ana-babaların tam bir olgunluk ve ciddiyetle evlâtlarına
yönelmeleri, yönlendirici bir metotla hakikati onların kalp ve kafalarına
işlemeleri emredilmektedir.
Nitekim siyercilerin
verdikleri bilgiye göre : Ebû Bekir Sıddîk'ın (R.A.) ev halkı hakka yönelip İslâm'a girdiği
halde, oğlu Abdurrahman onların telkinlerine
öfkelenmiş ve âyette açıklandığı üzere, onlara : «üf
be ikinize!.» diyecek kadar küfrü ve sapıklığı benimsemişti. Ne var ki, Ebû Bekir (R.A.) ile eşi ook sabırla ve
yönlendirici bir metotla ona yönelmesini ve öfkesini artırmadan kalbini fethetmesini başarmışlardır.
Cenâb-ı Hak bu olayı misal vermek suretiyle ana-babaların
görevlerinin ne kadar ağır ve
sorumluluk gerektirdiğine işarette bulunmaktadır.
«O da : «Bu (Kur'ân veya sizin anlattıklarınız), eskilerin
masallarından başka bir şey değildir» diye cevap verir..»
Dinî eğitim ve
öğretimden bütünüyle uzak kalıp yabancıların kültür potasında şekillenen yarım
aydınlar üzerinde durulmakta ve okumadan, araştırmadan, ciddi bir kıyas
yapamadan, gereken temel bilgileri alıp öğrenmeden maddeci yetişip din ve
ahlâkın karşısına çıkan bu tiplerin en kadar ölçüsüz konuştuklarına atıf
yapılmaktadır.
Bunların dengesiz
yetiştiği kesindir. Öyie ki: Akılları, zekâları ve fiziksel
yapıları hayli geliştirildiği halde, ruhları, vicdanları, kalpleri ve tek
kelimeyle manevî boşlukları ihmâl edilmiştir. Bu çizgiye gelip dayanan kuşakları
tatmin etmek çok zor ve bazan da imkânsızdır.
Dünyanın birçok ülkesinde refah içinde bulunup sayısız nimetler içinde yüzen
gençlerin ve orta yaşlıların önemli bir kısmı ruhen hasta bulunmakta ve stress denilen sinir sistemi bozukluğu ile savaş vermektedirler.
Ruhsal depresyon geçirmek suretiyle intihar edenler veya intihara teşebbüs
edenlerin sayısı hayli kabarıktır, islâm ülkelerinde
de uzun yıllar dinî eğitimin ihmâlinden kaynaklanan boşluk yer yer kendini hissettirmekte ve dengesiz kuşakların belirginleştiği
görülmektedir.
Cenâb-ı Hak, aile bireyleriyle ciddi şekilde meşgul olup
onları dengeli düzeye getiren Ebû Bekir Sıddîk'ı (R.A.) misal vermek suretiyle ana-baba-ları ve eğitimcileri uyarmaktadır.
Dönüş yapmayan, ilâhî
uyarıya kulaklarını tıkayanlar hakkında nasıl bir sonucun hazırlandığı ş'öyle haber verilmektedir: «İşte bunlar kendilerinden
önce cinlerden ve insanlardan gelip geçen ümmetler hakkında (azap va'di ve hükmü) gerçekleşen kimselerdir. Şüphesiz ki bunlar
hüsran içinde kalanlardır.»
Bu hüsran hem dünyada,
hem de âhirette kendini gösterir.
İnsan, Allah'tan gelen
ve «Âlem-i emr»den olan «ruh»la, onun taşıdığı birçok
yeteneklerle doğar. Aile, çevre ve okul bu yetenekleri iyi, ya
da kötü yolda geliştirir. İrsî kusur ve meziyetleri de buna eklersek,
insanların çok farklı derecelerde bulundukları kendiliğinden anlaşılır. Buna
pratikten bir misâl verelim : Bir maden kütlesi birçok işlerde kullanılma
özelliğinde var kılınmıştır. Silâh imal eden onu öldürücü bir alet, kuyumcu
güzel süs eşyası yapar. Böylece maden düştüğü çevrenin eğilimine göre
şekillenir. İnsan da aile ve bağlı bulunduğu çevre içinde şekillenir. Şüphesiz
onun şekli, daha çok aile ve çevresinin inanç, ideal, ahlâk ve karakter yapısına
uyum sağlar. Ancak aklını ve idrâkini iyice kullanıp Allah'ın hidâyetine kendini
lâyık düzeye getirenler bu genellemenin dışında kalır.
Bu nedenle Cenâb-ı Hak, 19. âyette : «Herkes için yaptıkları işlere
göre dereceler vardır. Bu da Allah'ın onların amellerinin karşılığını noksansız
vermesi içindir ve onlar haksızlığa uğramazlar.» buyurmaktadır.
Yukarıdaki âyetlerle,
ana-baba hakları konu edildi. Bu konuda güzel misal teşkil edecek tarihî bir
olay -isim ve yer anılmaksızın- nakledilerek yönlendirici bir metod uygulandı.
Aşağıdaki âyetlerle, Hûd Peygamber'in Âd kavmiyle geçen kıssasının önemli ve
ibretli safhalarından birkaçına yer veriliyor ve Mekkeli müşriklerle, her
çağda yaşayan inkarcı azgınlar uyarılıyor; olayların tekrarıyla tarihin tekerür edeceğine işarette bulunuluyor.
21- Âd'ın
kardeşini (Hûd Peygamberi) an. Hani o Ahkâf'da milletini uyarmıştı. Gerçekten ondan önce de,
sonra da birçok uyarıcılar gelip geçmiştir1. O, «Ancak Allah'a kulluk edip
tapın. Şüphesiz ki size karşı büyük bir günün azabından korkarım» demişti.
22- Onlar da
: «Sen bizi tanrılarımızdan döndürmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, tehdîd edip durduğun azabı getir» dediler.
23- O, «Buna
ait bilgi ancak Allah'ın yanındadır; ben, sadece benimle gönderilen şeyi size
tebliğ ediyorum. Ne var ki, sizi cahillik edip duran bir millet olarak
görüyorum» dedi.
24- Onlar,
vadilerine doğru enine yayılıp gelen bir bulut görünce, «bu bize yağmur
yağdıracak bir buluttur» dediler. O, «Hayır, o sizin acele istediğiniz şeydir;
içinde elem verici azabı taşıyan bir rüzgârdır;
25- Rabbının emriyle her şeyi yıkıp yerle bir eder» dedi. Çok geçmeden meskenlerinin (kalıntılarından) başka bir şey
görünmez oldu. İşte biz, suçlu günahkâr milletleri böyle cezalandırırız.
26- And olsun ki, biz onları, sizi yerleştirmediğimiz yerlere
yerleştirmiş, kendilerine kulaklar, gözler, gönüller vermiştik; fakat ne
kulakları, ne gözleri, ne de gönülleri
onlara bir yarar sağlamadı. Çünkü Allah'ın âyetlerini bile bile inatla inkâr ediyorlardı. Alaya alıp eğlendikleri
şeyler onları kuşattı.
27- And olsun ki, çevrenizdeki kasabalardan bir çoğunu yok
ettik; dönerler diye âyetleri bir bir açıkladık.
28- Allah'ı
bırakıp da Allah'a yaklaşmak için edindikleri tanrılar onlara yardım etselerdi
ya.. Hayır, bilâkis ortadan kaybolup uzaklaşırlar. Ve
işte bu onların yalanlarıdır ve uydurup durdukları şeylerdir.
Hz. Âişe Validemiz (R.A.) dan
yapılan rivayette, adı geçen şöyle bildiriyor :
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz havada bulut veya rüzgar görünce, bu olayın (Ona tesiri)
yüzündeki ifadeden anlaşılırdı. Bunun üzerine: «Ey Allah'ın Resulü! İnsanlar
bulut görünce, onda yağmur var umuduyla sevinirler. Siz ise bu olaya bakınca,
hoşlanmadığınız yüzünüzden belli oluyor?» dedim. Efendimiz bana şöyle buyurdu:
«Ya Âişe! Onda bir azap
bulunmadığından emin değilim. Çünkü bir kavim rüzgâr ile azaba uğratılmış; bir
kavim de gelen azabı görmüş, ama «bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur»
demiştir. [9]
Yine Hz. Âişe (R.A.) anlatıyor:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ufukta bir bulut parçası görünce, işini bırakır ve şöyle duâ
ederdi: «Allahım, bundaki serden, kötülükten sana sığınırım.»
Bulut açılıp
dağılınca, Allah'a ha m d ederdi. Yağmura dönüşünce de şöyle derdi: «Allahım, bunu yararlı bir yağmur eyle.» [10]
«Âd'ın
kardeşini (Hûd Peygamberi) an. Hani O, Ahkâf'da milletini uyarmıştı..»
Kur'ân müstesna üslubuyla, önce Allah'ın varlığına,
birliğine delâlet eden belgeleri getirerek inkarcı sapıkları, saplandıkları ön
yargılarından kurtarmayı amaçlamaktadır. Sonra da onların akıllarına ışık tutup
ana fikir vermekte ve arkasından küfürde inat ve. ısrar edenleri elîm bir azap
ile tehdit etmektedir. Mü'minieri ise, bu uyarıdan
hemen sonra müjdelemekte ve onlar için hazırlanan sonsuz nimetlere dikkat
çekmektedir. Bunu müteakip ilâhî hışma uğrayıp haritadan silinen azgın inkarcı
kavimleri misal vermek suretiyle tarihin tekerrür edeceğine işarette
bulunmaktadır.
Konumuzu oluşturan
âyetlerde ise, Hûd Peygamber'le (A.S.) kendi kavmi
arasında gecen tebliğ, irşat ve tartışmanın, uyarı ve ikazın yedi önemli
safhası işlenirken, Mekkeli putperestlerin de aynı paralelde bulunduklarına
değinilir.ve küfrün hemen her dönem ve çağda aynı şarlatanlık ve azgınlığı sergilediğine
atıf yapılır.
Kıssayla ilgili yedi
önemli safha :
1- Hûd
Peygamber de (A.S.), Hz. Muhammed (A.S.) gibi, kendi
kavminden bir kişi idi. Cenâb-i Hak, buyruklarını
kullarına tebliğ için Onu seçip görevlendirmiş; böylece tanımıyacakları
bir yabancıyı bu hizmetle onlara göndermemiştir.
Âd Kavmi, Umman ile Dehraman, diğer bir tesbite göre,
Umman ile Mehre arasındaki Ahkâf
adıyla bilinen bir vadide eyleşirlerdi. Kur'ân, «Ahkaf» ismini anarak bu
vadinin coğrafî yapısının; kumsal ve eğri tepelerle, engebeli bir araziyle
oluştuğunu bildiriyor Ayrıca bu vadiye daha önce de birçok uyarıcı peygamberin
gönderildiğini açıklayarak, Ahkâf'ın tarihinin hayli
gerilere uzandığını dolaylı şekilde anlatıyor.
2- Âd Kavmi
de Mekkeü'ler gibi putlara taparlardı. Hûd Peygamber, onları Allah'ın varlığını ve birliğini
tasdîke davet etti. Ne var ki, onlar bu rahmete kalplerini açmadıkları gibi,
büsbütün azgınlık ve küfürlerini artırdılar. Hûd
Peygamber onları büyük bir günü, yani ya dünyada
onlara gelecek olan azabı, ya da âhirette
hazırlanan sonsuz azabı haber vererek gereken uyarısını yaptı.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de inen tehdit âyetleriyle, Mekkeli
müşrikleri böyle bir azaba karşı uyararak tarihin tekerrür edeceğini hatırlatmış
bulunuyordu.
3- Âd Kavmi,
tehdît edildikleri azabın hemen inmesini istediler. Mekkeli müşrikler de
öyle.. Günümüzün inkarcı maddecileri de âhireti,
ikinci hayatı alay konusu edinerek Hakk'a karşı
küstahlıkta bulunmaktadırlar.
4- İnkarcı
ve ahlâksız kavim ve milletleri te'dip eden veya
haritadan silen ilâhî hükmün geliş saati bilinmez. Ancak Allah onu dilediğine
önceden bildirir ve azap rahmete dönüşsün diye, inecek azaptan önce birtakım
alâmetler ortaya çıkartır,
5- Peygamberin
görevi, ilâhî azabı getirmek değil, O'nun buyruklarını kusursuz teblîğ
etmektir. Hûd Peygamber'e de görevin bu inceliği bildirilmiştir.
6- Küfrün, sapıklığın ve haksızlığın temelinde cehalet, şartlanma, inat, gurur ve bencillik
yatmaktadır. Hûd Peygamber de kavmini aynı şeylere nisbet ederek uyarısını tamamlamıştır.
7- Sonunda
ilâhî emir ve hüküm inmiş ve bir türlü hakkı kabul etmeyen Âd Kavmi yerle bir
edilmiştir.
Ancak unutmamak
gerekir ki, inen emir ve hükmün çok değişik tecelli ve tezahürleri vardır: Âd
Kavmi şiddetli kasırgayla, Lût Kavmi yanar dağın harekete
geçmesiyle, Nuh Kavmi tufan ile yok edilmişlerdir.
And OI" sun ki, biz onları, sizi yerleştirmediğimiz
yerlere yerleştirmiş; kendilerine kulaklar, gözler, gönüller vermiştik..»
Kur'ân-ı Kerîm'in bu ve diğer sûrelerdeki beyânına göre, Âd
Kavmi, verimli topraklar üzerinde birçok imkânlara ve Mekkeii'lerin
nail olamadıkları nice nîmeltere sahip bulunuyordu.
Kendilerine has bir medeniyet kurmuşlardı. Zira ayakta duran kalıntılarının
az-çok buna delâlet ettiği rivayetler arasında geçmektedir.
Ne var ki, onlar, kulaklarını, gözlerini ve kalplerini olduğu gibi maddeye
çevirip «ilâh» kavramını da maddeye yöneltip şekillendirmişlerdi. Oysa sözü
edilen üç önemli organ, gerçeği arayıp bulmaları için Allah'ın birer emaneti
olarak bulunuyordu.
Diyebiliriz ki, Âd
Kavmi de, Mekkeli müşrikler de, günümüzde yaşayan maddeci dinsizler de Cenâb-ı Hakk'ın bu emânetlerini
amaçlarının dışında kullanıp hilkatin hikmetine ters bir hayat düzeni
kurmuşlardır.
Bu üç organı asıl
amacından saptıran sebepler neler olabilir? Kulak, göz ve kalp birbirini
tamamlayan üç organdır. Bunların üçü de, varlık âleminde Cenâb-ı
Hakk'ın kudret tezgâhında şekillendirilip ortaya
konulan eserlerde o kudretin izlerini tesbit edip
görmekle yükümlüdür. Onları amaç ve hikmetlerinin dışında kullanıp ilâhî
kudrete inanmayanların, sonlarının ne olduğunu Kur'ân
haber vermekte ve geriye kalan harabeleri, Kur'ân'ın
beyanını doğrulamaktadır.
Cenâb-ı Hak onlarla ilgili hazin âkibeti
şöyle tasvir buyurmaktadır: «Fakat ne kulakları, ne gözleri, ne de gönülleri
onlara bir yarar sağlamadı. Çünkü Allah'ın âyetlerini bile bile
inatla inkâr ediyorlardı. Alaya alıp eğlendikleri şeyler onları kuşattı.»
«And
olsun ki, çevrenizdeki kasabalardan bir çoğunu yok ettik; dönerler diye âyetleri
bir bir açıkladık.»
Âd, Semûd, Medyen, Ashab-ı Ress ve benzerleri Mekke
çevresinde, Hicaz bölgesinde yer alan kavimlerdi. Çoğunun kalıntıları, onların
geçmişinden haber veriyor, gelip geçen yolcu ve seyyahlara uyarı seslenişinde
bulunuyordu.
Hicaz ile Filistin,
Hicaz ile Umman, Hicaz ile Hicr arasında seyahat
edenlerin çoğu sözü edilen harabûlere katılaşmış
kalp, perdelenmiş gözle bakıp geçiyorlardı.
Mekkeii'lerin de, diğer inkarcı maddecilerin de dikkatleri bu
tarihî kalıntılara çekilerek. Ölmeden önce Hakk'ın
kudret sesini ve değişmeyen hükmünü idrâk etmeleri isteniliyor.
Yukarıdaki âyetlerle,
Âd Kavmi'nin hakkı yalanlayıp inkâr ve haksızlıkta ısrar etmeleri, yönlendirici
misal olarak verildi. Mekke çevresindeki tarihî kalıntılara dikkatler
çekilerek, benzeri inanç ve tutumların benzeri hükümlerin inmesine neden
olacağı bir defa daha hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
cinlerden bir grubun gelip Kur'ân dinlemesi ve ilâhî
davetin azameti karşısında doğruyu görüp anlaması, sonra da imân edip kendi
cinslerine bu hakikati teblîğe çalışması konu edilmekte ve böylece, cinlerden
çok üstün yaratılan insanlardan çoğunun, hâlâ Hakk'ın
ışığına gözlerini kapalı tutmaları hayretle karşılanmaktadır. Arkasından insanoğlunun
aklını harekete geçirmek için göklerin ve yerin yaratılması delil gösteriliyor
ve Âhiret Âlemi'nden uyarıcı ve düşündürücü bir tablo
gözler önüne konuluyor.
29- Hani bir
vakit cinlerden birkaç tanesini Kur'ân dinlemek üzere
sana çevirip göndermiştik. Onu dinlemeye hazır duruma gelince, birbirlerine :
«Susun, dinleyin!» dediler. Dinleme işi yerine gelip sona erince, birer
uyarıcı olarak kendi topluluklarına gittiler.
30- «Ey
kavmimiz, dediler, şüpheniz olmasın ki biz, Musa'dan sonra indirilen, önceki
kitapları doğrulayan ve hakka götüren, dosdoğru yola ileten bir kitap
dinledik.
31- Ey
kavmimiz, Allah'ın dâvetçisine olumlu cevap verip uyun ve Ona imân edin ki
Allah sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi elem verici bir azaptan korusun.
32- Kim
Allah'ın dâvetçisine olumlu cevap vermez de Ona uymazsa, (bilsin ki) o,
yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacak değildir ve onun için Allah'tan başka
dostlar, sahipler de yoktur. İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.»
33- Görmediler
mi ki, gökleri ve yeri yaratan, onları
yaratmaktan dolayı yorulmayan Allah'ın, ölüleri de diriltmeye kudreti yeter.
Evet, O'nun mutlaka her şeye kudreti kâfi gelir.
34- İnkarcılara
ateşe sunulacakları gün, «bu hak değil miydi?» diye sorulur. Onlar : «Evet, Rabbımız
hakkı için (öyledir)» diye cevap verirler.. Allah da : «İnkâr edip durmanıza
karşılık azabı tadın.» buyurur.
35- (Ey
Peygamber!) Peygamberlerden azim (yüksek irâde ve dayanma gücü) sahiplerinin
sabrettiği gibi sabret. Onlara (inecek azabı) acele etme. Onlar, va'dolundukları şeyi görecekleri gün sanki gündüzden bir
saat kadar kalmış gibi olacaklar. Bu, yeterli bir tebliğdir! Allah yolundan
çıkmış suçlu günahkâr bir milletten başkası mı yok edilir?
Beyhakî'nin Delâilünnübuvvet adlı
kitabında, yaptığı tesbite göre: İbn
Abbas (R.A.) şöyle demiştir: «Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz cinlere ne Kur'ân okumuş, ne de
onları görmüştür. O, ashabıyla birlikte Ukaz
Panayırı'na doğru giderken, bu arada şeytanlar ve cinlerle gök haberleri
arasına engel bir perde gerilmiş; üzerlerine de şihablar
salıverilmişti. Bunun üzerine şeytanlar kendi kavimlerine döndükleri zaman,
kavimleri: «Size ne oldu?» diye sormuşlar, onlar da: «Bizimle gök haberleri
arasına engel konulmuş ve üzerimize de şihablar
gönderildi» diye cevap vermişler. Bunun üzerine kavimleri: «Sizinle gök haberi
arasına mutlaka yeni bir olay engel olmaktadır. Yeryüzünü doğusundan batısına
kadar gezip dolaşın da bunun ne olduğuna bir bakın» demişler. Onlar da ayrılıp Tihame'ye doğru yürümüşler. Derken Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz o sırada Nahle mevkiinde bulunuyordu;
Ukaz Panayırı'na gitmek üzere yola çıkmıştı. Ashabına
sabah namazını kıldırırken cinler ve şeytanlar okunan âyetleri dinlemişler ve
«vallahi bizimle gök haberi arasına giren perde işte bundan başkası değildir»
diyerek geri dönmüşler ve kavimlerine şöyle seslenmişler: «Ey kavmimiz,
doğrusu biz, hayret uyandıran bir Kur'ân dinledik ki
o doğruya iletiyor ve ona inandık. Artık hiçbir şeyi Rabbımıza
ortak koşmayacağız.» Bunun üzerine Cin Sûresi'ndeki ilgili âyetler iniyor.[11]
Kur'ân'ı dinleyip inananlar, şeytanlar değil, cinlerdir.
Rivayette, bu husus bilindiği için bir açıklamaya gerek görülmemiştir.
Bu olaydan sonra
cinlerle buluşma
Hz. Alkame (R.A.) diyor ki: «İbn Mes'ud'a (R.A.) dedim ki :
«Cin gecesi Peygambere (A.S.) arkadaşlık eden bir kimse oldu mu?» O, bana şu
cevabı verdi: «Hayır, ancak bir gece Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'i kaybettik; çevreyi arayıp
taradık, bulamadık. O, bir uğursuzluğa uğrayıp helak olmuştur diyenler oldu. En
şerli bir gece olarak geceledik. Sabah olunca, ansızın Resûlüllah
(A.S.) Efendimizin Hıra tarafından geldiğini gördük ve : «Ya
Resûlüllah! sizi kaybettik, aradık bulamadık ve o
yüzden çok kötü bir
gece geçirdik» dedik.
Bunun üzerine şöyle buyurdu : «Cinlerin dâvetçisi bana geldi, onunla birlikte
gidip kendilerine Kur'ân okudum!» Sonra da bizi alıp
o cihete doğru gittik. Cinlerin izlerini, yaktıkları ateşlerinden kalanını bize
gösterdi. Cinler, Hz. Peygamber'den (A.S.) yiyecek
maddesi sormuşlar. O da onlara şöyle tavsiyede bulunmuştur: «Üzerine Allah
ismi anılan her kemik size geldiğinde yeyin, zira o sizin için etten daha çok
bir özellik taşır. Davar tersi olan her şey de sizin hayvanlarınızın yemidir.»
Sonra da Efendimiz şöyle buyurdu :
«Kemik ve tezeği
murdar etmeyin. Çünkü bu ikisi cin kardeşlerinizin yiyeceğidir.» [12]
Bu konuda farklı
ibarelerle 10'un üstünde rivayet vardır. Biz sahih gördüğümüz iki rivayeti
seçmekle yetindik.
Kâinatı süsleyen ve
her yönüyle hikmetini yansıtan, mayası, özü ve cevheri farklı üç ayrı canlı:
İnsan, cin, melek.
İnsan ; Kâinatın
hulasası, ilâhî kudretin «ahsen-i takvîm» üzerine yaratma
tecellisinin mazharıdır. Ruh ve maddeden meydana
gelmiştir. Ruhu melekleşmeye, maddesi behimüeşmeye
yatkın özelliktedir,
Hılkatındaki amaç, Allah'ı bilip O'na ibâdet etmesi ve yeryüzünde
O'nun adına hükmetmesi ve buna mükâfat olarak sonsuz, fakat bütünüyle mutluluk
dolu Cennet hayatına lâyık görülmesidir.
Cin : İlâhî hilkat
kanununun başka bir tecellisiyle vücut bulmuştur. Ruhla ateşten oluşup hayat
düzeyine getirilmiştir. O da insan gibi, nef-sanî ve şehevî duygular taşımakta ve iyilik ile kötülüğe
eğilimli bir karakter yansıtmaktadır. Aynı zamanda insan gibi hilkatinin
gereği, Allah'ı bilip, yalnız O'na ibâdetle yükümlüdür. Bundan dolayı ilâhî
teklîfler çerçevesinde bulunuyor ve âhiret âleminde
hesap vermek suretiyle lâyık olduğu sonsuz hayat çizgisine ulaştırılmış
olacaktır.
Nitekim Zâriyat Sûresi 56. âyetle, insan ve cinlerin niçin
yaratıldıkları, hikmet ve felsefesiyle açıklanmakta ve böylece bu iki ayrı tür
için hareket noktası belirlenmektedir.
Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'in 22 yerinde cinden söz edilmektedir. Onun
için Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e:
«Resûlü's-sakaleyn» denilmiştir.
Yani O,
hem insanlara, hem de cinlere peygamber
olarak gönderilmiştir. Nitekim Cin Sûresi'nde bu husus gayet acık şekilde
belirtilmekte ve şüpheleri giderecek bir anlatım ortaya konmaktadır.
Cin ismini, sözlük
manasını dikkate alarak «yabancı kimse» ile yorumlayanlar, Kur'ân-ı
Kerîm'i zahirinden ve asıl delâlet ettiği sarih manasından uzaklaştırıp, ilâhî
muradın anlaşılmasını tahrip etmektedirler. Oysa bu gibi sakat yorumlara,
mecazî mana çıkarmalara gerek yoktur, Oünkü Kur'ân çağların ve milletlerin önünde yürümektedir. Yakın
gelecekte cinlerin varlığı bilimsel açıdan da ortaya çıkmaya namzettir. O
zaman ters ve yanlış yorumda bulunanların kendi cehaletlerini Kur'ân'a nasıl yükledikleri anlaşılır, ama neden sonra.
Melekler ise, ruhla
nurun birleşmesinden yaratılmışlardır. Onlarda nefis ve şehvet yoktur. O
bakımdan günah ve kötülük işlemezler. Verilen hizmetleri, yükletilen
programları aynen yerine getirirler. Allah'a karşı gelmezler ve hep itaat
üzere bulunurlar. Peygamber ve kitaba ihtiyaçları yoktur; doğrudan Cenâb-ı Hak'tan alıp öylece görevlerini sürdürürler.
«Ey kavmimiz, dediler,
şüpheniz olmasın ki biz, Musa'dan sonra indirilen, önceki kitapları doğrulayan
ve hakka götüren, dosdoğru yola ileten bir kitap dinledik.»
Cinlerin kısa
sayılacak bir süre içinde Kur'ân'i, Peygamberi ve
İslâm'ı kavrayıp anlayacak kadar bir basirete ve sezgiye sahip oldukları
kesinlik arzediyor. Bu, onların da akıl, zekâ, idrâk
ve benzeri yeteneklerle donatıldıklarını göstermektedir. Zira ilâhî hitap ve
teklîf, akıl sahiplerinedir.
Cinlerin okunan Kur'ân'dan anlayıp öğrendikleri hususlar:
1- Allah
Kelâmı'na saygı duyarak, birbirlerine «susun dinleyin» demeleri, ilâhî sözle
beşer sözünü ayırt edecek basireti yansıtır.
2- Dinlediklerini
iyice hazmedip birer uyarıcı ve tebliğatçı olarak kendi
cinslerine dönme azimleri, mutlak anlamda ilâhî hidâyetin açık tezahürüdür.
3- Musa
Peygamber ve Tevrat'tan, diğer kitaplardan söz etmeleri, bu konuda geniş
bilgiye sahip bulunduklarını ve bir bakıma onları tasdik etmelerini gösterir.
Kur'ân'ın bütünüyle
hakka, doğruya ilettiğini anlatmaları, derin ve geniş tefrîk kabiliyetinde
olduklarına delâlet eder.
5- Kendi
kavimlerine, Allah'ın dâvetçisi son peygambere olumlu cevap verip inanmalarını
önermeleri, Hz. Muhammed'in (A.S.} hak peygamber
olduğunu kısa süre içinde kavramalarının bir başka şahidi sayılır.
6- Son dine
ve son peygambere imân etmenin, bütün günahları affettirip temizleyeceğini ve
elim bir azaptan koruyup kurtaracağını tebliğe çalışmaları, âhiret
hayatı hakkında geniş bilgiye sahip olduklarını gösterir.
7- Olumlu
cevap vermeyenlerin, Cenâb-ı Hakk'ı
âciz bırakamıyacak-larını
belirterek uyarıda bulunmaları, ilâhî kudretin sınırsızlığı ve Cenâb-ı Hakk'ın hiç kimsenin kulluk
ve ibâdetine muhtaç olmadığı hakkında yeterli bilgiye sahip olduklarının bir
başka belgesi kabul edilir,
8- İnkârda
ısrar edenlerin açık bir sapıklık içinde kalıp bocalayacaklarını anlatmaları,
küfür ve tuğyanın nasıl elîm bir sonuç doğuracağını çok iyi bildiklerini
belirtir.
«Nefer» kavramı, üçten
ona ve bazan da kırka kadar yükselen topluluk
demektir. Böylece Osmanlıcada «bir kişi ve er»
manasında kullanılan bu kelime, Arapça'da daha farklı bir anlama delâlet
etmektedir. O bakımdan Hz. Peygamber'e gönderilen
cinlerin, üç veya daha fazla sayıda oldukları kesindir.
Hz. Peygamber'in {A.S.) cinleri uyarıp onlara ilâhî
emirleri tebliğ etmesi, bize kadar gelen rivayetlere göre, iki defa
gerçekleşmiştir: Biri «Şi'b-i hacun»,
diğeri ise, «Batn-ı nahl»
adlı yerde..
«Görmedilermi
ki, gökleri ve yeri yaratan, onları yaratmaktan dolayı yorulmayan Allah'ın,
ölüleri de diriltmeye kudreti yeter.,»
İlgili âyetle,
cinlerden bir topluluğun Hakk'a gönül kapısını açtıkları
en güzel ve ibretli yanıyla açıklanırken, Mekkeii
müşriklerin daha geniş ve kapsamlı düşünmeleri istenmekte; sonra da akla ışık
tutulup hareket noktasının belirlenmesi metoduna geçilerek
ilâhî kudretin sonsuzluğuna ve sınırsızlığına değinilmektedir. Kusursuz bir
plâna göre yaratılan ve en uygun denge ve düzende tutulan kâinat ve içindeki sistemler
her yanı ve yönüyle «Allah» demekte ve sadece O'nun kudret fırçasının rengini
ve izini taşımaktadır. Böyle bir kudret, ölüleri diriltmekten âciz midir?
Elbetteki hayır..
«İnkarcılara, ateşe sunulacakları gün, «Bu hak değil miydi?» diye
sorulur. Onlar: «Evet, Rabbımız hakkı için (öyledir)
diye cevap verirler..»
Hakk'ı red ve inkâr, gerçeği
katletmek, doğruyu küllemek demektir. Hakkına tecavüz edilen kimsenin, nasıl
içinde haksızlığa uğramanın ateşi yanarsa; hakkı red
ve inkâr edenin de fıtratında mevcut olan din ve Allah mayası, için için onu yakar ve tedirgin eder. Kıyamet gününde ise, dünyadaki
bu ateşle âhiretteki cehennem ateşi birleşip inkarcı
maddeciyi yakar. Onun için Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da : «İnkârınıza karşılık azabı tadın» buyurmakta ve
âhirette meydana gelecek bu safhayı, yine rahmetinin
eseri olarak hatırlatmaktadır.
Peygamber!) peygamberlerden azîm (yüksek irâde
ve dayanma gücü) sahiplerinin sabrettiği gibi sabret..»
Sûrenin sonunda yüksek
irâde sahibi peygamberlerin sabır, metanet ve azimleri misal verilerek övülmektedirler.
Azim : Bir işi
yapmaya, bir yere gitmeye, bir konuyu çözmeye kesin karar verip irâde ve imkânı
bütünüyle kullanmak suretiyle, sonuç alıncaya kadar sebat etmektir.
Bu tarif efradını
cami' değilse de, peygamberler hakkında daha çok bu anlamda kullanılmıştır.
Ancak peygamberlerin azim hususunda hepsi aynı derecededir denemez. Kendilerine
kitap verilip teblîğ ve irşatla görevli kılınan Resullerde bu irâde ve duygu
daha çok belirgin ve gelişkindir.
Ayrıca bu kavram
üzerinde ilim adamlarının farklı yorumları olmuştur. Onları kısaca şöyle
sıralayabiliriz :
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Tepki
ve direnmeleri hoş görüyle karşı-ayıp hazmetmesini bilenler demektir.
b) Dahhak'e göre : Son derece ciddi olup dayanma gücünü ortaya
koyanlar anlamına gelir.
Az yukarıda
değindiğimiz gibi, «ulü'l-azm»
derecesinde olan peygamberler hakkında da farklı tesbit
ve yorumlar ortaya çıkmıştır •
a) Tabiîn'den Mücahid'e göre : Bunlar beş tanedir: Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed'dir. Salât-ü
seiâm hepsine olsun.
b) Ebû Âliye'ye göre :
Bunlar dört tanedir: Nuh, İbrahim,
Hûd ve Muhammed (A.S.) dır.
c) Müfessir Süddî'ye
göre : Bunlar altı tanedir: İbrahim, Musa, Dâvud,
Süleyman, İsa ve Muhammed (A.S.) dır.
d) Mukatil'e göre de,
«ulû'l-azm» altı tanedir:
Nuh, İbrahim, İshak, Yakub,
Yusuf, Eyyub (A.S.) dır.
Zira Nuh (A.S.) uzun
süre kavminin eziyet ve cefasına katlanıp sab-retmiştir. İbrahim (A.S.)ın,
atıldığı ateşe karşı azminde ve sabrında bir sarsıntı meydana gelmemiştir. İshak veya İsmail (A.S.) kurban edilmeye karşı teslimiyet
göstererek itaat etmiş ve, sabır gösterip işin sonuna kadar azminde bir
sarsıntı meydana gelmemiştir.
Açıklama :
Mukatil'e göre, İbrahim (A.S.)in gördüğü rüya üzerine kurban
etmek istediği oğlu, İsmail değil İshak'tır. Bu
konuda adı geçen daha çok Tevrat'ta yer alan belgelere dayanmıştır.
Yakub (A.S.), sevgili oğlu Yusuf'u kaybetmeye karşı bütün
sabır ve azmini kutlanmaya ve birtakım yersiz çıkışlara, sataşmalara yine
sabır gösterip hoşgörüyle davranmaya çalışmıştır. Yusuf (A.S.)ın, tazecik oğlan iken kuyuya atıldığı ve sonra da çetin
sınavlar geçirdikten sonra zindana atıldığı dönemlerde Allah'a olan güveninde
bir gevşeme meydana gelmemiş ve sabretmek suretiyle neticeyi beklemesini çok
iyi bilmiştir. Eyyub (A.S.) ise, yakalandığı kötü
hastalığa karşı sabretmiş ve birtakım felâketlerle yüzyüze
geldiğinde, Allah'a olan güven ve bağlılığında bir sarsıntı vuku' bulmamıştır.
e) Kelbî'ye göre :
Bunlar, savaş ile emrolunan peygamberlerdir. Mucahid de aynı görüşte olup kâfir ile savaşın büyük azim
ve irâdeye dayalı bir olay olduğunu belirtmiştir.
f) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Resullerin hepsi azim sahibidir.
g) Diğer bazı
ilim. adamlarına göre : En'am Sûresin'de isimleri
anılan 18 peygamberdir.[13]
Bunlardan (a)
maddesinde belirtilen Mücahid'in görüş ve yorumu daha
çok benimsenmiş ve akaid kitaplarında bu görüşe yer
verilmiştir.
Ne var ki, müfessir Fahruddin er-Râzî'nin de dediği
gibi, Allah'ın gönderdiği her peygamber azim, akıl ve isabetli görüş
sahibidir. Râzî'ye göre, âyette geçen «mine'rrüsül» terkibindeki «min», teb'iz için değil, tebyîn
içindir. Mücahid'in, isimlerini açıkladığı beş resul
ise, bu yetenekleri daha yüksek derecede kendilerinde taşıyanlardır.
Otuz beşinci âyette :
«Azim sahibi resullerin sabrettiği gibi sabret» emri, Resûlüllah
(A.S.) Efendimizi daha çetin ve zorlu günlerin beklediğine işarettir. Aynı
zamanda mü'minleri o günlere hazırlamaya yönelik bir
İşaret sayılabilir.
«Onlara,
(inecek azabı) acele etme. Onlar, ua'd olundukları şeyi görecekleri gün, sanki gündüzden bir
saat kadar kalmış gibi olacaklar..»
Hakk'a karşı gelip kin ve intikam duygusuyla saldıran
inkarcı azgınları, şüphesiz iki ayrı azap bekler; Biri, dünyada; diğeri âhirette gerçekleşir. O gün gelince, her şeyin bittiğini,
yolun sonuna gelindiğini görüp geçen yıliarın ve
uzun bir ömrün bir saat kadar kısa olduğunu ve dünyada da ancak bir saat kadar eyleştiklerini anlayacaklar veya böyle sanacaklar. Ebedî
hayatın sonsuzluğu, bir bakıma zaman kavramının ortadan kalkması onlara bu
duyguyu verecektir.
Dünya'da ise, zulüm
ile birleşen inkâr ve azgınlığın cezasız kalmayacağı; er-geç iiâhî hükmün inmesinin mukadder olduğu söz konusudur. Bu
hüküm, Mekkeli müşrikler üzerine de indirilmiş ve Mekke'nin fethi ağır bir
şamar olarak suratlarına dokunmuştur. Nitekim Fetih günü, Mekkeli'ler,
geçen yılların sabun köpüğü gibi söndüğünü, b;r saatlik süre gibi geride
kaldığını anlamış ve İslâm'a girmekten başka seçenekleri bulunmadığını idrâk
etmişlerdi.
«Bu, yeterli bir
tebliğdir! Allah yolundan çıkmış suçlu günahkâr bir milletten başkası mı yok
edilir »
Kur'ân-ı Kerîm, insan duygusunu ve düşüncesini yönlendirmek,
vicdanını harekete geçirmek ve aklına ışık tutup malzeme vermek için o müstesna
metodunu işlerken, yeterince belge ve misal getirir. Hayatın hikmet ve
felsefesini bir tül gibi örüp kalp gözünün önüne serer ve böylece her âyet ve
cümlesiyle hakki en güzel ve en uygun anlamda tebliğ eder. Bu açıdan bakılarak Kur'ân'a «belâğ» denilmiştir.
Öyle ki, O, her yönüyle, her emir ve tavsiyesiyle ancak iyiyi, doğruyu, güzeli
ve gerçeği bildirir.
Kur'ân'ın bu yüksek eğitici ve öğretici özelliği karşısında
hâlâ inkârda ısrar edip imân cephesine saldıranlar varsa, bu, yaman bir
şartlanmanın tabii sonucu sayılır.
Artık Kur'ân'ın aydınlatıcı parlak ziyasına rağmen doğru yolu
görmeyip, Allah'a imân ve itaatin dışına çıkanların yok edilmeleri ilâhî
sünnetin bir gereğidir. Şüphesiz bu yok edilmenin biri dünyada, diğeri de âhirette ayrı ayrı tecelli
edeceğini de hatırdan çıkarmamak gerekir.
Ahkâf Sûresi'ne, Kur'ân'ın Azîz
ve Hakîm olan Allah'tan indirildiği konu edilerek başlandı ve bu kitabın her
yönüyle yönlendirici, doğru yolu gösterici ve kalpleri aydınlatıcı ilâhî belâğ olduğu belirtilerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a hamd-u senalar; Kur'ân'a göre yaşamamız için bize bilgi veren, yol gösteren
Resû-lülllah (A.S.) Efendimize de salât-ü
selâmlar olsun.
[1] Lübabu't-ts'vll
: 4/122
[2] Lübabu't-te'vîl
: 4/123- Tefsîr-i Kurtubî
: 16/186, 187
[3] Buhari/şehadat
: 30, menakıb-i
Ansar : 46
[4] Lübabu't-te'vîl
: 4/123
[5] Lübabu't-te'vîl: 4/125-
Tefsîr-i Kurtubî : 16/194
[6] Lübabu't-te'vîl
: 4/125
[7] Müsned-i Ahmed
: 1/196
[8] Bilgi için bak: Bakara Sûresi: 233. âyetin tefsiri
[9] Buharî/tefsîr: 2/96- Müslim/istisKa' ; 14, 16- Ebû Dâvud/edeb : 104- Müs-ned-i Ahmed6/66
[10] Müsned-i Ahmed
: 6/190, 223
[11] Tefsir-i İbn Kesir : 4/162
[12] Tirmizî/tefsîr : 46- Müslim/salât: 150- Ahmed : 1/436, 457
[13] Geniş bilgi için
bak: Kurtubî'nin el-Câmi'û Li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 16/ 220, 221