AHKAF SÛRESİ 2

Sûrenin  Kapsadığı Başlıca Konular : 2

Meali: 2

Kur'ân'ın  Üstünlüğü. 2

Kâinatın Mevcut Düzeni Belirlenmiş Bir Süreye Kadar Devam Eder. 3

Kur'ân Meydan Okumaktadır. 3

Âyetler Arasında Bağlantı 3

Meali: 3

İniş Sebebi 4

İlgili Hadîs. 4

Kur'ân'ın Yüksek Tesiri 4

Hz.  Muhammed (A.S.), Gönderilen İlk Ve Tek Peygamber  Değildir. 4

Günlerin Ne Gibi Olaylara Gebe  Olduğunu Önceden Bilmek Mümkün Müdür?  5

İsrail Oğullarından Birinin Şehadeti 5

Kendilerini Hayra Ve  İyiliğe Lâyık Görenler. 5

Âyetler Arasında Bağlantı 6

Meali: 6

Musa'nın (A.S.) Kitabı 6

İmanın  İki Temel Unsuru. 7

Âyetler Arasında   Bağlantı 7

Meali   ; 7

İniş Sebebi 7

İlgili Hadîs. 8

Ana-Baba Hakkı Ve  Onlara  İyilik. 8

Çocuğu Emzirme Süresi 8

Gebelik Süresi 9

Kırk Yaş  Kemal Dönemidir. 9

Ana, Babasına «Üf» Diyen Evlât 9

Dinî Eğitimden  Yoksun  Yetişenler. 10

İnsan Birçok Yeteneklerle Dünyaya Gözlerini Açar. 10

Âyetler Arasında  Bağlantı 10

Meali: 11

İlgili Hadisler. 11

Âd Kavminin Yok Edilmesi Misal Veriliyor. 11

Âd Kavmine Sağlanan İmkânlar. 12

Çevre Kasabaların İbretli Sonuçları 12

Âyetler Arasında Bağlantı 12

Meali: 13

İlgili Hadîsler Ve Diğer Rivayetler. 13

İnsan, Cin, Melek. 13

Cinlerin, Kur'ân Âyetlerini Dinleyince, Ondan Öğrendikleri 14

Cinlerden Bir Nefer. 14

Gökleri Ve Yerî Yaratan Allah. 15

Küfrün Ateşi 15

Ulü'l-Azm.. 15

Va'd Olundukları Şeyi Görecekleri Gün. 16

Allah'ın Razı Olduğu Dini Tebliğ Etmek. 16


AHKAF SÛRESİ

 

Tamamı Mekke'de inmiştir. Hâ-Mim harfleriyle başlayan sûrelerin so­nuncusudur. Hûd Peygamber'in (A.S.) kendi kavmini Ahkaf denilen yerde Hakk'a davet edip uyardığı konu edildiğinden, bu kelime aynı zamanda sûreye isim olmuştur.

Âyet sayısı : 35 Kelime » : 644 Harf        »         :    2595        [1]

 

Sûrenin  Kapsadığı Başlıca Konular :

 

1- Tevhîd'in esasını isbatlayıcı anlamda delil ve belgelere yer veri­liyor ve putperestlik, cok ilâhlık kökünden red ediliyor.

2- Müşriklerin Peygamber'e (A.S.) karşı olumsuz yönde tavır alma­ları ve onlara verilen cevaplar, sonra da iddialarının boş ve anlamsızlığı açıklanıyor.

3- Allah'ın birliğini,   peygamberlerin  doğruluğunu   tasdik   edenlerin imân istikameti üzere olduklarına ve öylelerinin âhiret gününde mükâfat­larının ancak cennet olacağına değiniliyor.

4- Ana-babaya iyilik ve ikramda ve Allah'ı hoşnut eden amelde bu­lunmamız tavsiye ediliyor.

5- Kendini dünya lezzetlerine verip hayatını ilâhî rıza doğrultusunda değerlendirmiyenlerin durumu yeriliyor.

6- Âd Kavmi'nin kıssası, tarihî bir ibret ve öğüt olarak naklediliyor.

7- Cinlerden bir kısmının gelip Hz.   Peygamber'i   (A.S.)  dinledikten sonra kendi kavimlerine gidip uyarı ve tebliğde bulundukları haber veri­liyor.

8- Hz. Muhammed'e (A.S.) ve ümmetinden mü'min olanlara öğüt ve tavsiyelerde bulunuluyor.

9- Kur'ân-ı Kerîm'in kavim ve milletleri uyaran, doğru yolu gösteren birçok esaslarla indirildiği açıklanıyor.

10-Allah'ın va'di ve adaleti gereği, ancak itaatten çıkanların azap edi­leceklerine dikkatler çekiliyor.

 

Meali:

 

1- Hâ-Mîm.

2- Kitab'ın indirilmesi, O çok üstün, çok güçlü hikmet sahibi Allah'­tandır.

3- Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri ancak hak ile ve belli bir süreye kadar yarattık, İnkâr edenlere gelince : Uyarıldıkları şeylerden yüzçevîrirller.

4- De ki : Baksanıza, Allah'ı bırakıp yalvararak taptıklarınızın yeryü-

zünde neler yarattığını bana gösterir misiniz? Yoksa onların göklerde bir ortaklığı mı var? Eğer doğrulardan iseniz bundan önce (size verilmiş) bir kitap bana getirin veya ilimden bir eser ortaya koyun.

5- Allah'ı bırakıp Kiyâmet'e kadar kendilerine cevap veremiyeoek ve yaptıkları duâ ve yalvandan habersiz bulunan şeylere tapanlardan daha sapık, daha şaşkın kim vardır?

6- (Kıyamet günü) insanlar sürülüp Mahşer'de biraraya getirildiğin­de, (tapındıkları putlar) onlara düşman kesilirler ve kendilerine tapındık­larını inkâr ederler.

 

Kur'ân'ın  Üstünlüğü

 

«Hâ-Mim. Kitabın indirilmesi, O çok üs­tün, çok güçlü hikmet sahibi Allah'tandır.»

On beş asırdır mihrap ve kürsülerde, mektep ve medreselerde tazeli­ğini koruyan; mü'minlerin gönüllerinde ışıl ışıl yanan; kalp ve kafaları ilimle, hikmetle, sağlam düzeni ayakta tutan hükümlerle aydınlatan Kur'ân-ı Ke­rîm, şüphesiz her asırda bu üstünlüğünü sürdürmüş ve sürdürmektedir. Onunla boy ölçüşecek muhteva ve kudrette bir kitap ortaya çıkarılamamış­tır. En güçlü ediplerin söz ve yazıları Onun edebî özelliği yanında çok sö­nük kalmıştır. Gelişip olumlu sonuçlar veren ilimle hiçbir zaman ters düş­memiş; hakikati bulup ortaya çıkaran ilim hep onu tasdik etmiştir.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm okundukça zevk, mana ve hikmet veren müs­tesna bir kitaptır. Tekrar okunmakla bıkkınlık vermez, her defasında ayrı bir ilham ve başka bir hikmet yansıtır. Üslûp ve ahengi; akıcılık ve çekici­liği, reddi mümkün olmayan yüceliktedir. Hafızaya yerleşmesi çok kolay­dır. Her sınıf insana seslenme kudretini taşımaktadır. Herkes bilgi, kültür ve zekâsına göre Ondan yararlanabilir. O her âyetiyle âlimi derinden dü­şünmeye, aâhili gafletten uyanmaya sevkeder.

Çünkü Kur'ân, O Azîz ve Hakîm olan CenâbHakk'ın kitabıdır. Bütü­nüyle Çorlun kudret kaleminin eseridir. Üstünlüğü, kudreti, tazeliği Azîz Sı-fatı'ndan; üslûbu, akıcılığı, ilme öncülüğü; tek kelimeyle kâinatın plânı, insan ruhunun değişmeyen gıdası olma özelliği Hakîm Sıfatı'ndan kaynak­lanmaktadır.

 

Kâinatın Mevcut Düzeni Belirlenmiş Bir Süreye Kadar Devam Eder

 

«Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki şeyleri ancak hak ile ve belli bir süreye kadar yarattık..»

Şüphesiz Kur'ân'ın üstünlüğü, ilâhî olmasından tezahür eder. Kâinat­taki mükemmel düzen ve dengeyi anlayanlar, Kur'ân'ın da ne kadar mü­kemmel hazırlandığını anlamakta gecikmezler. Çünkü Kur'ân her âyetiyle kâinatın plân ve programını yansıtmaktadır.

Nitekim ilgili âyetle, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin hak üzere yaratıldığı belirtilirken, mevcut düzende uyumsuzluğun, tersliğin, den­gesizliğin ve anlamsızlığın söz konusu olamıyacağı ilân edilmektedir. Bu, araştırma heveslisi ilim adamlarına gerçekleri araştırıp bulmaya yönelik bir çağrıdır.

Ayrıca kurulan düzenin belirlenmiş bir süresi olduğu, o süre dolunca düzenin bozulup alt-üst olacağı ve arkasından onun yerine kalıcı bir dü­zenin kurulacağı haber verilerek, hayat ve maddenin ezelî olmadığı, her ikisi için de bir başlangıcın bir de sonucun söz konusu olduğu vurgulan­maktadır.

Böylece Kur'ân, ilim adamlarına, hareket noktası olarak «ecel-i mü-semmâ»-ytini «belirlenmiş-süreyi-göstermekte ve birtakım hayalcilerin var­sayımlarından sıyrılmalarını dolaylı şekilde öğütlemektedir.

 

Kur'ân Meydan Okumaktadır

 

«De ki : Baksanıza, Allah'ı bırakıp  yalvararak taptıklarınızın yeryüzünde neler yarattığını bana gös­terir misiniz?.»

Allah'ı bırakıp başka şeyleri ezelî ve ebedî sanıp, canlı-cansız nesne­leri O'na ortak koşanlara seslenilerek kendilerinden iki açık belgeden bi­rini getirmeleri istenmektedir: Kur'ân'dan önce bu iddialarını doğrulayan semavî bir kitap veya ilimden bir iz ve eser; gelip geçen peygamberlerden kalma yazılı bir belge..

Böylece Kur'ân-i Kerîm, kuru dayanaksız iddiaların bilimsel hiçbir de­ğeri olmadığını  açıklamaktadır.   «Bitkiler dahil bütün canlılar uzun yıllar kendiliğinden oluşup biçimlenmiş ve tekâmül ederek türden türe geçiş sağ­lamıştır» şeklinde bir iddia ortaya atmak kolay, ama bunu ilmî açıdan olumlu sonuçlarıyla ortaya koyup isbatlamak zordur; zorun da ötesinde mümkün değildir.

Putlara, maddeye ve sadece pozitif ilme bağlı kalıp bunların üstünde ve ötesinde bir üstün kudrete inanmayanlara, taptıkları şeyler kıyamete kadar olumlu cevap veremiyecek ve hepsi de kendilerine yapılan tapınma­lardan habersiz kalacaktır.

Günümüzün gafilleri de kendi öz değerlerinden kopuk bir halde bir-sürü «izm'ler» icâd edip onlan bilimsel kılıfa sokarak sapıklığın, dinsizliğin en katmerlisini sergilemekte ve manevî boşluk içinde yetişen gençleri ken­di fasit potalarında şekillendirmektedirler.

Bugüne kadar hiçbiri insanlık âlemine rahmet ve mutluluk havası es-tirememiş; hiç biri güven ve huzur getirememiş ve insanın içindeki manevî boşluğu tatmin edecek şekilde dolduramamış; bilâkis sıkıntı ve huzursuz­luk, bunalma ve ruhî depresyon doğurmuştur. Hele materyalizm ile komü­nizmin va'dettikleri cennet hiçbir zaman gerçekleşmemiş, aksine tam bir cehennem havası oluşturmuştur.

O bakımdan kıyamet günündeki tablo çok daha başka olacak, tapılan eşya, tapanlara düşman kesilecek ve böylece boş anlamsız, küfrü ve tuğ­yanı gerektiren şeylere alet edildiklerini  nefretle belirteceklerdir.

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın o çok güçlü, çok üstün yüce kudretten indirildiği belirtilerek. Onu bu açıdan değerlendirmemiz istendi. Sonra da Hakk'ın varlığına delâlet eden ve hak ölçüleriyle yaratılan kâinatta hâkim olan mutlak düzen ve dengeyi iyioe düşünüp olumlu sonuçlar elde etme­miz önerildi. Allah'tan başka ilâh edinilen eşyanın hiçbir şey yaratmaya güç ve kudretlerinin olmadığı üzerinde durularak, onlardan çok üstün me­ziyetlerle yaratılan insanoğlunun bu derece küçülmesi kınandı. Kıyamet gününde taptıkları eanlı-çansiz eşya ile aralarında büyük bir düşmanlığın doğacı hatırlatılarak inkarcılar uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın âyetlerine «sihir» veya «büyü» diyecek ka­dar akıl ve idrâkini kaybedenlere dikkatler çekiliyor. Hz. Peygamberin (A.S.) gönderilen ilk ve tek peygamber olmadığı, Ondan önce birçok pey­gamberlerin gelip geçtiği konu edilerek Onun iki ana görevi bulunduğu açıklanıyor. Sonra da inkarcı sapıkların, mü'minleri hafife alıp, «son din hayırlı bir olay olsaydı, elbette şu fakirler, köleler ve kimsesizler önümü­ze geçemezlerdi» diyerek çok yanlış bir kıyaslamada bulundukları üzerinde duruluyor.

 

Meali:

 

7- Onlara  âyetlerimiz açık-seçik okunduğu zaman,  küfre saplanıp kalanlar, kendilerine gelen hak için, «Bu açık bir sihirdir» derler.

8- Yoksa onlar, Kur'ân'ı O (Muhammed) uydurdu mu diyorlar?! De ki : «Eğer onu uydurdumsa, o takdirde siz beni Allah'tan (O'nun vereceği azâp'tan)  kurtaracak hiçbir şeye sahip değilsiniz. Ve O, Kur'ân hakkında kopardığınız yaygara ve sergilediğiniz taşkınlığı çok iyi bilir. Benimle sizin aramızda şâhid olarak Allah yeter. O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.»

9- De ki : «Ben, gönderilen peygamberlerin ilki değilim; bana ve si­ze neler yapılacağını da bilmiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım ve ben ancak açık bir uyarıcıyım.»

10- Söyleseniz a, eğer bu (Kur'ân), Allah katından ise, siz de bunu inkâr etmiş olursanız,  İsrail  oğulları'ndan  bir adam da bunun  benzerine (dayanarak) şehâdette bulunup imân ederse ve siz büyüklük taslayıp ka­bul etmezseniz, (kendinize büyük bir haksızlık etmiş olmaz mısınız?). Şüp­hesiz ki Allah, zâlim bir milleti doğru yola çıkarmaz.

11- İnkâr edenler, imân edenlerle ilgili olarak derler ki : «Eğer İslâm, bir iyilik olsaydı,  elbette onlar bizim önümüze  geçemezlerdi  Kur'ân ile doğru yolu bulmayı düşünmedikleri için de, «bu çok eski bir uydurmadır!» derler.

 

İniş Sebebi

 

Kelbî'nin yaptığı rivayete göre : «Mekke'de ashab-ı kiram iyice sıkılmış ve üzülmüşlerdi. Müşriklerin ardı arkası kesilmeyen saldırı ve işkenceleri onlara çok zor günler yaşatıyordu. Bir gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz rü­yasında, hurması ve suyu bulunan bir ülkeye hicret ettiğini görmüştü. Bu­nu arkadaşlarına anlatınca, onlar çok sevindiler; müşriklerin eza ve cefa­sından kurtulacakları o günü beklediler. Süre gecikince, Peygamber'e (A.S.) baş vurdular ve ne zaman hicret edebileceklerini sordular. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz susup cevap vermedi ve derken dokuzuncu âyet indi.»[2]

 

İlgili Hadîs

 

«Ansardan Ümmu'l-a'lâ adında bir kadın anlatıyor : Resûlüllah (A.S.) Efendimize bey'at ettim. Sonra Mekke'den gelen muhacirleri evlerinde mi­safir edinmek için Medîneli'ler kur'a çektiklerinde Osman b. Mez'ûn (R.A.) bize isabet etti. Onu evimizde konuk edindik; derken hastalandı ve bu has­talıktan kurtulamıyarak vefat etti. Yıkanıp kefenlendi. Bu sırada Resûlüdah (A.S.) Efendimiz geldi ve n de Osman b. Mez'ûn'u (R.A.) kasdederek şöy­le dedim : «Ya Ebâ Salih! Allah'ın rahmeti sana olsun. Allah'ın sana ikram­da bulunduğuna şehadet ederim.» Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz bana : «A kadın, Allah'ın ona ikramda bulunduğunu ne bilirsin?» bu­yurdu. Ben de : «Anam-babam sana feda olsun; ya Allah kime ikramda bulunur?» diyerek sordum. Efendimiz şöyle buyurdu : «Osman'a gelince, ona ölüm erişti. Vallahi ben onun için hayır ummaktayım. Vallahi ben Allah'ın Peygamberi olduğum halde bana ne yapılacağını bilemiyorum!»

Râvî diyor ki : Bunun üzerine Ümmu'l-a'lâ (R.A.) : «Vallahi bundan böyle hiç kimseyi tezkiye etmiyeceğim» diyerek yemin etti. Sonra yine bu sahabiye şunu anlattı : «Rüyamda Osman b. Mez'ûn'u gördüm; ondan bir pınar akıyordu. Rüyamı, Hz. Peygamber'e (A,S.) anlattığımda, O şöyle bu­yurdu : «Bu onun amelidir.»[3]

 

Kur'ân'ın Yüksek Tesiri

 

 «Onlara âyet­lerimiz açık seçik okunduğu zaman, küfre saplanıp kalanlar, kendilerine ge­len hak için, «Bu açık bir sihirdir» derler.»

Kur'ân âyetleri kısım kısım inip ilâhî beyânın erişilmezliğini bütün par­laklığıyla yansıtınca, az-çok içinde insaf ve iz'an mayası taşıyan şâir ve edipler, hayranlıklarını dile getirmek suretiyle baş eğdiler. İnsan sözü ile Allah sözü arasındaki açık farkı görüp duyanlar ise vakit kaybetmeden Hakk'a teslim olup dâire-i İslâm'a girdiler.

Hz. Peygamber'in ve Kur'ân-ı Kerîm'in, insana, insan olduğu için üs­tün değer verdiğini gören fakirler ve köleler, Hz. Muhammed'e (A.S.) uyup imân halkasını oluşturdular. İçinde insaf, idrâk ve irfan cevheri taşımayan ileri gelen müşrikler ise, hakkı red ve inkâr doğrultusunda ilâhî âyetleri «sihir» ve «büyü» diyerek küçümsediler.

«Güneşin varlığına yine güneşin kendisi delildir» denildiği gibi; Kur'ân'ın ilâhî beyânının erişilmezliğine yine Kur'ân âyetlerinin kendisi delil teşkil etmektedir. Nitekim aradan bin dört yüz şu kadar yıl geçmesine rağmen Kur'ân hâlâ tazeliğini korumakta ve erişilmezliğini, muhalif-muvafık birçok kimselere kabul ettirmektedir.

 

Hz.  Muhammed (A.S.), Gönderilen İlk Ve Tek Peygamber  Değildir

 

«De ki: Ben> gönderilen peygamberlerin ilki değilim..»

Şüphesiz Hz. Muhammed'in (A.S.) nuru, bütün peygamberlerden önce yaratılmıştır. Ancak cismanl olarak en son peygamberdir. Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir. Peygamberliği inkâr etmek, bütün pey­gamberleri inkâr anlamına gelir. Oysa Kureyş müşrikleri Nuh, İbrahim, Musa ve İsa peygamberleri (salât-ü selâm hepsine olsun) kabul ediyorlar­dı. Ne var ki, Hz. Muhammed'e (A.S.) duydukları kin ve nefret zaman za­man onları peygamberliği de inkâr edecek kadar şuursuzlaştırıyordu.

 

Günlerin Ne Gibi Olaylara Gebe  Olduğunu Önceden Bilmek Mümkün Müdür?

 

   «Bana ve size neler yapılacağını da bilmiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım ve ben ancak açık bir uyarıcıyım.»

Hz. Peygamber (A.S.) her işin başını ve sonunu ilâhî takdîre ve irâdeye bağlayıp tam teslimiyet içinde tebliğ ve irşat hizmetini sürdürüyor ve bü­tün işlerin ve durumların dönüp varacağı merci'in, ilâhî kudret olduğunu biliyordu. O bakımdan Hz. Peygamber (A.S.)ın görevinin ve bilgisinin sınırı çizilmiş bulunuyordu. Allah'ın bildirdiğinin dışında bir bilgi ve yetkisinin ol­madığını her vesileyle açıklayarak etrafındaki insanların düşüncelerini doğ­ruya yönlendiriyordu. Bunun için ömrünün son döneminin nasıl bir havaya gireceğini, ne gibi olaylarla karşılaşacağını; âhiret gününde neler tezahür edeceğini, Allah bildirdiği takdirde bilir ve haber verirdi. Onun dışında bir beyanda bulunmazdı.

Ancak bu manayı yansıtan dokuzuncu âyet inince, müşrikler kendi id­dialarından yana yorumda bulundular : «Lât ve Uzzâ hakkı için, bizimle Muhammed'in Allah yanındaki durumu farksızdır. Onun bizim üzerimizde bir üstünlük ve meziyeti yoktur» dediler. Bunun üzerine Fetih Sûresi'nin şu mealdeki ikinci âyetinin indiği rivayet edilmiştir : «Bu da, Allah'ın senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması içindir.»

Şüphesiz ki bu, Hz. Peygamber'e (A.S.) has bir iltifattır. Ashab-ı Kiram, Resûlüllahı (A.S.) bu ilâhî iltifattan dolayı kutladılar ve «Allah bize neler ya­pacak bilemiyoruz» diyerek bir işaret beklediler. Bunun üzerine Fetih Sû­resinin beşinci âyetinin indiği söylenir.[4]

 

İsrail Oğullarından Birinin Şehadeti

 

«Söyleseniz a, eğer bu (Kur'ân), Allah katından ise, siz de bunu inkâr et­miş olursanız, İsrail oğulları'ndan bir adam da bunun benzerine (dayana­rak) şehadette bulunup imân ederse ve siz de büyüklük taslayıp kabul et­mezseniz, (kendinize büyük bir haksızlık etmiş olmaz mısınız?),»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in son peygamber, Kur'ân'ın da hak kitap olduğuna şehadet eden İsrail oğulları'ndan bir adam kimdir? Bunun ceva­bını, âyetin iki ayrı yorumu belirtildikten sonra anlaşılabilir. Şöyle ki : Eğer âyet Medine'de inmişse, o şahit, Yahudi ilim adamlarından Abdullah b. Se­lâm (R.A.)dır. Çünkü bu ilim adamı, el-Hasan, İkrime, Katade ve Mücahİd'in tesbitine göre, Yahudilerin de bulunduğu mecliste, Hz. Muhammed'in (A.S.) Tevrat'ta isminin geçtiğini ve geleceğinin haber verildiğini açıkça söyle-mjş ve Onun peygamber olduğunda asla şüphe etmediğini ilân etmişti. Ni­tekim Tirmizî'nin rivayetine göre : Abdullah b. Selâm (R.A.) şöyle demiş­tir : «Ahkaf Sûresinin onuncu âyeti benimle ilgilidir.»

İkinci yoruma gelince : Sûre Mekke'de indiğine göre, bu şahidin Musa Peygamber (A.S.) olduğu kendiliğinden anlaşılır. Nitekim Tevrat'ta daha ön­ce de belirttiğimiz gibi, Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğine dair birtakım belgeler ve işaretler mevcuttur. Ne var ki, bu ikinci yorum âyetin son kıs­mıyla pek uyum sağlamamaktadır.

 

Kendilerini Hayra Ve  İyiliğe Lâyık Görenler

 

    «İnkâr   edenler,   imân edenlerle ilgili olarak dediler ki : «Eğer İslâm, bir iyilik olsaydı, elbette on­lar bizim önümüze geçemezlerdi..»

İnsanı soyuyla, servet ve nüfuzuyla, makam ve yetkisiyle ele alıp de­ğerlendirenler hep aldanmışlardir. Çünkü bunlar insan için öz değer, te­mel esas, yüceltiei maya değil, arızî ve geçici vasıflardır. İnsanın asıl de­ğerini, ruhundaki cevher, kalbindeki imân ve irfan belirler. Mekkeli putpe­restler de yüceliği, iyiliği, fazileti sadece ânzî vasıflarda görüyor ve bunun için mücadele ediyorlardı. Onlara göre : İslâm bir hayır ve iyilik olsaydı, şu zavallı fakirler, her şeylerini kaybetmiş köleler öne geçmez, kendile­rinden önee bu dine girmezlerdi. Allah dini, toplumun hakîr gördüğü insan­lara değil bize gönderirdi. İslâmiyet fakirleri ve köleleri de kendi çatısı al­tına aldığına göre, din olarak insana şeref ve meziyet, fazilet ve yücelik va'detmiyor demektir. Tıpkı günümüzdeki batı kültürüyle şekillenen, kendi öz değerlerinden kopuk yetişen yarım aydınların camiyi, din görevlisini, ce­maati ve cumayı küçümseyip onların arasında bulunmayı kendilerine naki-se saymaları gibi..

Böyleleri Kur'ân'ın ilâhî pınarından içip doğru yolu bulmayı düşünme­dikleri için de, İslâm'ın getirdiği cihanşümul esas ve prensipleri kendi basit ve kişisel mantıklarına vurup «bunlar eski uydurmalar ve birtakım masal­lardır. Günümüzde bunların geçerli ve yararlı bir yanı yoktur» derler. On bi­rinci âyetle, inkarcı sapıkların, maddeci şaşkınların sakîm anlayışlarına ve çok yanlış değer ölçülerine dikkat çekilerek mü'minlere aydınlatıcı kıstas veriliyor..

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Kur'ân âyetlerine «sihir» diyecek kadar idrâkini kaybeden inkarcıların katı tutumu konu edildi. Peygamber (A.S.) Efendi-miz'den önce birçok peygamberlerin gönderildiği belirtilerek, bu ilâhî lût-fun karşısına çıkanların, dolayısıyla bütün peygamberleri red ve inkâr et­tiklerine dikkatler çekildi. Üstünlük ve şerefi ânzî nesnelerde görenlerin ne kadar aldandığına işaret edilerek, aydınlatıcı bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'dan önce Tevrat'ın doğru yolu gösteren bir rahmet olarak indirildiği ve Kur'ân'ın onu tasdik ile gerçeği ortaya koy­duğu belirtiliyor. İmân edip dosdoğru olanlara büyük ecirler hazırlandığı bildiriliyor.

 

Meali:

 

12- Bundan önce Musa'nın kitabı, yol gösteren bir rahmet idi. Bu ki­tap (Kur'ân) ise onu doğrular, Arap difiyledir; zulmedenleri uyarmak, iyili­ği, güzelliği, yararlılığı huy edinenleri müjdelemek için (indirilmiştir).

13- Onlar ki, «Rabbımız Allah'tır» dediler, sonra da dosdoğru oldu­lar, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de,

14- İşte bunlar Cennet ehlidirler, yapageldiklerine karşılık orada ebe­dîdirler.

 

Musa'nın (A.S.) Kitabı

 

«Bundan önce Musa'nın kitabı, yol gösteren bir rahmet idi.»

Kur'ân-ı Kerîm ilk indirilen kitap değildir. Ondan önce birçok hüküm­leri kapsayan Tevrat ve onu tamamlar mahiyette Zebur ve İncil indirilmiş­tir. Böylece semavî sahife ve kitaplarda, milletlerin tekâmülüne paralel ola­rak bir tekâmül söz konusudur. Sosyal yapılarda meydana gelen gelişme ve değişmeyi hedef alarak indirilen bu kitaplar, Kur'ân ile tekâmülün zir­vesine yükselmiş ve noktalanmıştır.

Bu konuyu az da olsa bilimsel açıdan incelemekte büyük yarar vardır. En azından, Tevrat, İncil ve Kur'ân'ı iyice tetkik edip mukayesede bulun­mak bizi çok olumlu neticelere götürür.

Allah'ın varlığını, birliğini, kemal sıfatlarını, Âhiret Âlemi'ni ve onunla ilgili safhaları; iki hayatın mana ve hikmetini; insan haklarının derin anla­mını; yaratılışın başlangıç ve gelişmesini ancak ilâhî kitaplardan öğren­memiz mümkündür. Eğer bu kitaplar indirilmeseydi, insanlığın manevî ala­nı boş kalır, ruhî arzu ve ihtiyaçlar cevap bulamaz olur ve insan maddenin cenderesinde ezilip silik hale gelirdi. Sonra da hayatın asıl hikmet ve felse­fesi çözülmez bir düğüm halini alır; fizikötesi bütünüyle muamma bir ka­raktere bürünür, her yanıyla  meçhul  kalırdı.

Bunun için on İkinci âyetle, Musa'nın (A.S.) kitabı Tevrat'tan söz edilir­ken iki ana vasfı açıklanmaktadır: İmam ve rahmet.. İmam : Uyulmaya lâyık olan, yol gösterip gerçeği telkin eden şey demektir. Rahmet: İnsanlardan ya­na yufka yürekli olup onları mutluluğa eriştirmeyi dilemek ve ortam uygun olunca da bunu gerçekleştirmek ve kitaba sıfat olarak da, ilâhî merhame­tin feyizli, bereketli, diriltici ve yönlendirici havasını estirmek anlamına gelen geniş kapsamlı bir kavramdır. İşte Tevrat'ın Allah'tan indirilen ori­jinal nüshasında bu iki esas hâkim bulunuyordu. Bugün ise, sadece o esas­ların bazı bölümleri kalabilmiş, çoğu  kaybolmuş veya değiştirilmiştir.

Kur'ân'a gelince : Son kitap olma hüviyetiyle dört ana vasfından söz edilmektedir ;

1- Musaddık, yani tasdik eder bir muhtevada indirilmiştir.

2- Arapça olarak düzenlenmiştir.

3- Küfür, ahlâksızlık ve haksızlıkta ileri gidenleri uyarmaktadır.

4- İyiliği, ahlâk ve fazileti kendine huy edinenleri ebedî saadetle müj­delemektedir. Kur'ân birinci sıfatıyla, kendinden önceki semavî sahife ve kitapları tasdîk etmektedir. İkinci vasfıyla,  okur-yazar olmayan  Hz. Mu-hammed'e (A.S.)  Arapça olarak indirildiği açıklanmaktadır. Üçüncü vas­fıyla, hilkatin hikmetine ters düşüp dünyaya getirilişinin amacından saparak hem kendine, hem de çevresine haksızlık edenleri elim bir azabın bekle­diği haber verilmektedir. Aynı zamanda Onun bu sıfatıyla dönüşün mut­laka Allah'a olacağına atıf yapılmakta ve böylece insanların nereden ge­lip nereye gittiğine işaret edilmektedir. Dördüncü vasfıyla, iyi-yararlı insan olmanın temelinde gerçek imanın bulunmasına değinilmekte ve iyi yararlı amellerde bulunan mü'minler sonsuz mutluluklarla müidelenmektedir.

Böyleee Kur'ân-ı Kerîm, insan hayatının her bölümüne seslenmekte ve onun iki hayatını birarada düzene sokup dengede tutmaktadır.

Kur'ân'ın bu yüceliği her geçen asırda daha iyi anlaşılmakta ve kur­tuluşun İslâm'da olduğu ağırlık kazanmaktadır. Çünkü Kur'ân her yönüy­le uyulması lüzumlu bir imam, her âyetiyle rahmet, her hükmüyle yepyeni ve kalıcı bir düzendir.

 

İmanın  İki Temel Unsuru

 

   «Onlar   ki,

«Rabbımız Allah'tır» dediler, sonra da dosdoğru oldular, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de..»

İmân : Akıl ve vicdan, idrâk ve iz'ân yoluyla kalbe yerleşen manevî bir cevherdir. Kalpte kök salıp iyice yerleşince de içten dışa vurup şu iki yararlı ürünü birden yansıtma kudretini beraberinde taşır: Birincisi, mü'mi-nin her yerde ve her hâl-ü kârda «Rabbım Allah'tır» demesi; ikincisi, bu doğrultuda düzenli insan olmasıdır.

Rab Sıfatı'nın burada kullanılması, imânın ve sâlih amellerin ilâhî ter­biyeye muhtaç bulunduğuna ve bu sıfatın tecellisiyle kemale erişebilece­ğine işarettir. Nitekim Kur'ân ve Peygamber eğitiminin dışında kalıp başka bir sisteme bağlı eğitim ve kültürle şekillenen kişide ne hakikî anlamda imân cevheri, ne de onun ürünü olan sâlih amel bulunur.

İmân ve sâlih amelin karşılığı ise, âhirette, içinde ebedî kalınacak olan Cennet ve taşıdığı nimetlerdir.

 

Âyetler Arasında   Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, semavî kitapların insanlıktan yana rahmet olduk­ları belirtildi ve böylece Tevrat'ın iki ana vasfına, Kur'ân'ın da dört özel­liğine değinilerek aydınlatıcı bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'a imândan sonra, sâlih amellerden biri ka­bul edilen ana-baba hakkı konu ediliyor ve böylece aile yuvasının ana-ba-bayla rahmet ve füyuzata kavuşabileceğine işarette bulunuluyor. Sonra da aydınlatıcı misal verilerek konunun önemi üzerinde duruluyor. Arkasından, imândan ve sâlih amelden uzak yaşayanların âhiretteki durumlarına deği­nilerek birtakım uyarılar yapılıyor.

 

Meali   ;

 

15- Biz, insana, ana-babasına iyilik edip güzel davranmasını tavsiye ettik. Anası onu güçlük ve sıkıntıyla taşıdı; güçlük ve sıkıntıyla doğurdu. (Rahimde) taşınması ve sütten kesilmesi (süresi) otuz aydır. Nihayet güç bulup şahsiyetini kazanınca ve kırk yaşına erişince, «Ey Rabbim! dedi, ba­na ve ana-babama verdiğin nimete karşı şükretmemi, razı olacağın îyi-ya-rarlı amelde bulunmamı ilham eyle. Soyum hakkında da benim için iyilik, dine bağlılık sağla.. Şüphesiz ki ben, sana yönelip tevbe ettim ve ben ger­çekten (sana) teslimiyet gösterenlerdenim.»

16- İşte bunların yapageldiklerinin en güzelini kabul eder; işledikle­ri kötülüklerinden vazgeçeriz (cezalandırmayız). Bunlar Cennet ehli ara­sındadırlar. Bu, va'dolundukları doğru sözdür (kî mutlaka yerini bulacak­tır).

17- O kimse ki, ana-babasına .- «Üf be ikinize! Benden önce nice ku­şaklar gelip geçtiği halde siz beni tekrar dirilip topraktan çıkarılacağımla mı tehdîd ediyorsunuz?» derken, ana-babası Allah'a sığınıp O'nun yardımı­nı dileyerek ona : «Yazıklar olsun sana! İmân et. Şüphesiz ki, Allah'ın ver­diği söz haktır» diyorlardı. O da : «Bu Kur'ân veya sizin anlattıklarınızı)' eskilerin masallarından başka bir şey değildir» diye cevap veriyordu.

18- İşte bunlar kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan  gelip gecen ümmetler hakkında (azap va'di ve hükmü) gerçekleşen kimselerdir. Şüphesiz ki bunlar hüsran içinde kalanlardır.

19- Herkes için yaptıkları işlere göre dereceler vardır. Bu da Allah'ın, onların amellerinin karşılığını noksansız vermesi içindir ve onlar haksız­lığa uğramazlar.

20- İnkâr edenler, getirilip ateşe   sunulacakları   gün,  kendilerine : «En güzel, en iyi şeylerinizi dünya hayatında harcayıp tükettiniz; onlarla ya­rarlanıp keyif sürdünüz. Artık bugün yeryüzünde haksız yere büyüklük tas­ladığınıza ve dinî kuralları aşıp ahlâk dışı davranışlarda bulunduğunuza karşılık horlayıcı, aşağılayıcı azap ile cezalanacaksınız.

 

İniş Sebebi

 

Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) henüz on sekiz, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de 20 yaşında bulunuyordu. Birlikte ticarî amaçla Şam'a doğru bir yolculuk yaptılar. Konakladıkları bir yerde sidre ağacının gölgesinde oturuyorlardi. O sırada Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) dinî konuda hatırına geien bir mese­leyi sormak üzere kalkıp yakın yerdeki manastıra gitti. Rahip ona : «Şu sid­re ağacının gölgesinde oturan kimdir?» diye sordu. Oda : «Mekkeli Abdul­lah oğlu Muhammed'dir; Abdülmuttalib'in torunudur» diye cevap verdi. Ra­hip ona : «Vallahi o peygamberdir. İsa'dan sonra ağacın altında ondan başka kimse gölgelenmedi. Şüphesiz o son peygamber olacaktır» diyerek yemin etti. Böylece Ebû Bekir Sıddîk'ın kalbine tasdîk ve yakın girdi ve ar­tık Peygamber (A.S.) Efendimizden ayrılmak istemedi. Hz. Peygamber (A.S.) kırk yaşına girip nübüvvet tacını giyince, otuz sekiz yaşında olan Ebû Be­kir (R.A.) Ona imân edip tasdîkte bulundu ve kırk yaşına girince de, âyette açıklandığı şekilde duâ etti.

Yukarıdaki onbeş ve onaltıncı âyetler bu sebeple indi.[5]

Ebû Bekir Sıddîk'in (R.A,) oğlu Abdurrahman, babasıyla birlikte İslama girmeyip ona muhalefet etti ve : «Üf be ikinize! Benden önce nice kuşak­lar gelip geçtiği halde siz beni öldükten sonra dirilip topraktan çıkarılaca­ğımla mı tehdit ediyorsunuz?» diyerek sert çıkışta bulundu. Ebû Bekir (R.A.) ile eşi ona : «Yazıklar olsun sana! İmân et. Şüphen olmasın ki Allah'ın ver­diği söz haktır» diyerek uyarılarını tekrarladılar ve bu hususta Allah'a sı­ğınıp O'nun yardımını dilediler. On yedinci âyet bu sebeple indi.[6]

 

İlgili Hadîs

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sordu :

  Sizden kim bu gün oruçludur? Ebû/Bekir (R.A.) :

  Ben oruçluyum, dedi. Peygamber (A.S.)  :

  Sizden kim bugün bir cenazeyi izledi? diye sordu. Ebû Bekir (R.A.) :

   Ben izledim, dedi. Peygamber (A.S.) :

  Sizden kim bugün bir yoksulu yedirip doyurdu? diye sordu. Ebû Bekir (R.A.):

  Ben yedirdim, dîye cevap verdi. Peygamber {A.S.}:

—Sizden kim bugün bîr hastayı ziyaret edip sordu? diye seslendi, Ebû Bekir (R.A.) :

Ancak Resûlüllah (A.S.) Efendimizin 20 yaşında Ebû Bekir (R.A.) ile birlik­te ticarî anlamda bir sefere çıktığı, ciddi bir araştırma konusudur.

  Ben ziyaret edip sordum, diye cevap verdi. Peygamber (A.S.):

  Bu hasletler bir kişide toplanmaya görsün, mutlaka o cennete gi­rer, buyurdu.[7]

 

Ana-Baba Hakkı Ve  Onlara  İyilik

 

 BİZ| insana' ana-babasına iyilik edip gü­zel davranmasını tavsiye ettik..»

Hakikî imânın ürünleri konu edilirken, ana-babaya iyilik emredilmek-te ve dolayısıyla onların haklarını korumamız istenmektedir. Böylece imân denilen o paha biçilmez manevî cevher, insanı önce Allah'a, sonra çevre­sine bağlamaktadır. Şüphesiz kişinin çevresinde en yakın ilgi duyacağı kimseler ana-babası ve sonra da diğer aile fertleridir.

İşte Kur'ân-ı Kerîm ilgili âyetle bu sıranın gözetilmesini telkin etmekte ve hısımlar arasında kopmaz bağların vücut bulmasını tavsiye ile muhkem temel oluşturmayı amaçlamaktadır.

Ayrıca annemize daha çok iyilikte bulunmamıza işaretle, annenin ge­belik ve doğum esnasında çektiği sıkıntı ve emzirme, besleme dahil ilk otuz ay içinde nasıl ağır külfetlere katlandığı hatırlatılmakta ve anne hak­kının önemi üzerinde durulmaktadır.

Diğer yandan âyette çok önemli bir incelik de söz konusudur. Şöyle ki: «vâlideyn» kelimesi tağlîp kaidesini taşımaktadır. Kelime olarak «iki baba» anlamına gelirse de, terim olarak «baba-ana» anlamına delâlet eder. Böylece aile reisinin baba olduğuna, ananın ona tabî ve destek bulundu­ğuna işaret vardır. Sonra annenin iki önemli hakkı konu edilmektedir:

a)  Yavrusunu  karnında sıkıntıyla taşıması ve sıkıntı çekerek doğur­ması,

b)   Bir sürü zorluklara katlanıp onu emzirip beslemesi.

Böylece Cenâb-ı Hak, anne hakkının babaya nisbetle birkaç kat fazla olduğunu kapalı bir anlatımla işlemekte ve bu anlatım, Peygamber (A.S.) Efendimiz'in hadîsleriyle açıklanarak, anne hakkının üç, baba hakkının bir olduğu ortaya çıkmaktadır.

 

Çocuğu Emzirme Süresi

 

«(Rahimde) taşınması ve sütten kesilmesi (süresi) otuz aydır.»

Bakara Sûresi 233. âyette : «Analar çocuklarını, -baba süt emzirme süresinin tamamlanmasını istiyorsa- iki tam yıl emzirirler» buyurulmakta; burada ise gebelik ve sütten kesilme süresi otuz ay olarak belirlenmekte­dir. Böylece «otuz ay» sözü, gebeliğin en az, emzirmenin en çok süresini yansıtıyor denilebilir. Konuyu bu açıdan yorumlayanlar, gebelik süresinin en az altı ay olduğunu savunuyorlar ki, bu hususta bir de İslâm tarihinde geçen ve delil olarak kabul edilen İbn İshak'ın şu rivayetini gösteriyorlar.

Rivayete göre : Ma'mer b. Abdullah el-Cühenî diyor ki: «Bizden bir adam Cüheyne Kabilesi'nden bir kadınla evlendi. Kadın hamile kalıp tam altı ay sonra doğum yaptı. Adam şüphelendi ve kalkıp Hz. Osman'a (R.A.) gelerek durumu arzetti. Hz. Osman (R.A.) kadını çağırttı. Meselenin inceli­ğini hemen anlayan onun kız kardeşi ağlamaya başladı. Kadın ona : «Ne ağlıyorsun? Allah'a yemin ederim ki kocamdan başka bir erkek bana do­kunmadı. Allah dilediğini hükmedecektir» diyerek kalktı ve Hz, Osman'a (R.A.) geldi. Recmedilmesi kararlaştırıldı. Zira altı ayda normal bir doğum olmayacağını belirtenler çoğunluktaydı. Durum bir de Hz. Ali'ye (R.A.) in­tikal ettirilince, o, verilen karara itiraz etti ve Hz. Osman'a (R.A.) : «Siz Kur'ân'ı dikkatle okumuyor musunuz?» diyerek uyarıda bulundu. O da:, «Okuyoruz, bu kararın uymadığı bir hüküm mü vardır?» deyince, Hz. Ali (R.A.) konumuzu oluşturan 15. âyetin şu bölümünü okudu : «Rahimde ta­şıması ve sütten kesilmesi (süresi) otuz aydır.» Sonra da Bakara Sûresi'nin 233. âyetinden şu bölümü okudu : «Analara çocuklarını, -baba süt emzirme süresinin tamamlanmasını istiyorsa- iki tam yıl emzirirler,» Hz. Ali (R.A.) iki âyeti okuyup dikkatleri ilâhî beyâna çektikten sonra şöyle açıklamada bulundu : «Otuz aydan iki tam yıl çıkarılınca, geriye tam altı ay kalır.» Bu­nun üzerine Hz. Osman (R.A.) : «Bu inceliği düşünememiştim» dedi ve «kadını bana getirin» diye emretti. Kadın gelince, Hz. Osman (R.A.) onun doğurduğu çocuğa dikkatle baktı, tam babasına benziyordu ve onu ser­best bıraktı.

 

Gebelik Süresi

 

Bakara Sûresi 233. âyetin tefsirinde kısmen açıkladığımız gibi, insan-, da gebelik süresi normal olarak 280 gündür. Bu süre hesaplanırken son âdet görmeden yedi gün evvelki tarih, başlangıç olarak alınır. Bu süre dik­kate alınınca, emzirme süresi 20 ay, 20 gün olarak kalır.

Ancak Hz. Ali'nin (R.A.) istidlal ettiği gibi, altı ayda norma! doğum olabilir mi? Bu konudaki araştırma ve incelemeler yedi ayda normal doğu­mun gerçekleşebileceğini ortaya koymaktadır. Bununla beraber, altı ayda normal bir doğum olamaz diye kesin bir sonuç da sanırım pek mevcut değildir. İstisnaî de olsa altı ayda doğum yapanlara Taşlanmaktadır. Kaldı ki, İbn İshak'ın ve İbn Ebî Hâtim'in Hz. Ali'yle ilgili rivayetlerinin tam sıhhat derecesini de bilemiyoruz. [8]

 

Kırk Yaş  Kemal Dönemidir

 

«Nihayet güç bulup şahsiyetini kazanınca ve kırk yaşına erişince; «Ey Rabbım! dedi, bana ve ana-babama verdiğin nimete karşı şükretmemi, razı olacağın iyi-yararii amelde bulunmamı ilham eyle..»

Kırk yaş genellikle gençlikle yaşlılık arasında bir köprü sayılır. Aynı zamanda kişinin heves duyduğu ve uzmanlık dalı olarak seçtiği veya nefsanî saplantılarından en çok ilgi duyduğu konuda da en verimli, ya da en zararlı kerte kabul edilir.

Kırk yaşına kadar imân esasına bağlı sâlih amellerde bulunan kimse artık olgunlaşmış sayılır. Bundan sonra sapıtması uzak bir ihtimaldir. Bu­nun gibi kırk yaşına kadar azgınlık, sapıklık ve ahlâksızlıkla günlerini ge­çiren kimsenin, bu yaştan sonra azgınlığı büsbütün artabilir. Tabiî CenâbHakk'ın hidâyeti tecelli etmiyecek veya geç tecelli edecek olursa, öylesinin dönüş yapması, yani hakka, iyiye, doğruya ve ibâdete dönmesi çok geç gerçekleşebilir veya hiç gerçekleşmeyip kişi o hal üzere ölür.

Müfessirlerin çoğuna göre, 15. âyetle bütün mü'minlere, Ebû Bekir Sıddîk'ın (R.A.) kırk yaşındaki kemal mertebesi ve Onun ana-babasıyla ev halkını hakka  davet etmesi örnek veriliyor.

İniş sebebinde de naklettiğimiz gibi, 38 yaşında İslâm'a giren Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) 40 yaşına girip olgunluk derecesine erişince, kişiliğini tam anlamıyla kazanıp İslâm'ın hayat verici havasıyla içini doldurunca, ana-babası ve ev halkının çoğu imân dairesine girmiş bulunuyordu. O da, Allah'ın bu hidâyet ve yüksek lûtfuna şükrederken şöyle diyordu : «Ey Rab­bım! Bana ve ana-babama verdiğin nimete karşı şükretmemi; razı olaca­ğın iyi-yararlı amelde bulunmamı ilham eyle. Soyum hakkında da benim için iyilik, dine bağlılık sağla. Şüphesiz ki ben sana yönelip tevbe ettim ve ben gerçekten (sana) teslimiyet gösterenlerdenim.»

Böylece Cenâb-ı Hak, insanın kırk yaşına girmeden eğitilip öğretilme­sinin; imân ve irfan ile donatılmasının lüzumuna işarette bulunmaktadır. Temelde iyi bir dinî eğitim ve öğretim gören kimse, hem kendini, hem çev­resini aydınlatan bir kandil olur.

Kur'ân bu düzeye gelen mü'minleri hem övmekte, hem de onları uh-revî mükâfatlarla şöyle müjdelemektedir : «İşte bunların yapageldiklerinin en güzelini kabul eder; işledikleri kötülüklerden vazgeçeriz (cezalandırma­yız). Bunlar Cennet ehli arasındadırlar. Bu, va'dolundukları doğru sözdür (ki mutlaka yerini bulacaktır).»

 

Ana, Babasına «Üf» Diyen Evlât

 

  «O  kimse  ki, ana-babasına «uf be, ikinize! Benden önce nice kuşaklar gelip geçtiği hal­de siz beni tekrar dirilip topraktan çıkarılacağımla mı tehdit ediyorsunuz» derken..»

Bu âyetle, kendilerini İslâm'ın imân ve irfan düzeyine getirebilme bahtiyarlığına erişen ana-babanın öz çocuklarını aynı düzeye getirme gayretleri konu edilmektedir. Bu nedenle aynı çatı altında yaşayan veya irsî bağlarla birbirine bağlı bulunanların sorumluluk dereceleri, görevleri açıklanmaktadır. «Her koyun kendi bacağından asılır» tekerlemesine ilti­fat edilmemekte, her ferdin hem ailenin, hem de bağlı bulunduğu toplumun kopmaz bir parçası olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca eğitimin önemine par­mak basılmakta; ana-babaların kendi çocuklarıyla yakından ve ciddi bi­çimde   ilgilenmeleri istenmektedir.

Diğer yandan âyette, evlâdın dinsiz bir ortamda yetiştiği; Allah ve Âhi-ret kavramlarından uzak tutulduğu takdirde, şüpheci materyalist yetişece­ği, küfür potasında şekillenip Âhiret'e inanmayacağı üzerinde durulmakta ve kapalı bir anlatımla konunun önemine dikkatler çekilmektedir. Bu du­rumda yaşını başını almış ana-babaların tam bir olgunluk ve ciddiyetle ev­lâtlarına yönelmeleri, yönlendirici bir metotla hakikati onların kalp ve kafa­larına işlemeleri emredilmektedir.

Nitekim siyercilerin verdikleri bilgiye göre : Ebû Bekir Sıddîk'ın (R.A.) ev halkı hakka yönelip İslâm'a girdiği halde, oğlu Abdurrahman onların telkinlerine öfkelenmiş ve âyette açıklandığı üzere, onlara : «üf be ikinize!.» diyecek kadar küfrü ve sapıklığı benimsemişti. Ne var ki, Ebû Bekir (R.A.) ile eşi ook sabırla ve yönlendirici bir metotla ona yönelmesini ve öfkesini artırmadan  kalbini fethetmesini başarmışlardır.

Cenâb-ı Hak bu olayı misal vermek suretiyle ana-babaların görevleri­nin  ne kadar ağır ve sorumluluk gerektirdiğine işarette bulunmaktadır.

 

 Dinî Eğitimden  Yoksun  Yetişenler

 

«O da : «Bu (Kur'ân veya sizin an­lattıklarınız), eskilerin masallarından başka bir şey değildir» diye cevap verir..»

Dinî eğitim ve öğretimden bütünüyle uzak kalıp yabancıların kültür potasında şekillenen yarım aydınlar üzerinde durulmakta ve okumadan, araştırmadan, ciddi bir kıyas yapamadan, gereken temel bilgileri alıp öğ­renmeden maddeci yetişip din ve ahlâkın karşısına çıkan bu tiplerin en kadar ölçüsüz konuştuklarına atıf yapılmaktadır.

Bunların dengesiz yetiştiği kesindir. Öyie ki: Akılları, zekâları ve fi­ziksel yapıları hayli geliştirildiği halde, ruhları, vicdanları, kalpleri ve tek kelimeyle manevî boşlukları ihmâl edilmiştir. Bu çizgiye gelip dayanan ku­şakları tatmin etmek çok zor ve bazan da imkânsızdır. Dünyanın birçok ülkesinde refah içinde bulunup sayısız nimetler içinde yüzen gençlerin ve orta yaşlıların önemli bir kısmı ruhen hasta bulunmakta ve stress denilen sinir sistemi bozukluğu ile savaş vermektedirler. Ruhsal depresyon geçir­mek suretiyle intihar edenler veya intihara teşebbüs edenlerin sayısı hayli kabarıktır, islâm ülkelerinde de uzun yıllar dinî eğitimin ihmâlinden kay­naklanan boşluk yer yer kendini hissettirmekte ve dengesiz kuşakların belirginleştiği görülmektedir.

Cenâb-ı Hak, aile bireyleriyle ciddi şekilde meşgul olup onları dengeli düzeye getiren Ebû Bekir Sıddîk'ı (R.A.) misal vermek suretiyle ana-baba-ları ve eğitimcileri uyarmaktadır.

Dönüş yapmayan, ilâhî uyarıya kulaklarını tıkayanlar hakkında nasıl bir sonucun hazırlandığı ş'öyle haber verilmektedir: «İşte bunlar kendile­rinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçen ümmetler hakkında (azap va'di ve hükmü) gerçekleşen kimselerdir. Şüphesiz ki bunlar hüsran içinde kalanlardır.»

Bu hüsran hem dünyada, hem de âhirette kendini gösterir.

 

İnsan Birçok Yeteneklerle Dünyaya Gözlerini Açar

 

İnsan, Allah'tan gelen ve «Âlem-i emr»den olan «ruh»la, onun taşıdığı birçok yeteneklerle doğar. Aile, çevre ve okul bu yetenekleri iyi, ya da kötü yolda geliştirir. İrsî kusur ve meziyetleri de buna eklersek, insanların çok farklı derecelerde bulundukları kendiliğinden anlaşılır. Buna pratikten bir misâl verelim : Bir maden kütlesi birçok işlerde kullanılma özelliğinde var kılınmıştır. Silâh imal eden onu öldürücü bir alet, kuyumcu güzel süs eşyası yapar. Böylece maden düştüğü çevrenin eğilimine göre şekillenir. İnsan da aile ve bağlı bulunduğu çevre içinde şekillenir. Şüphesiz onun şekli, daha çok aile ve çevresinin inanç, ideal, ahlâk ve karakter yapısına uyum sağlar. Ancak aklını ve idrâkini iyice kullanıp Allah'ın hidâyetine ken­dini lâyık düzeye getirenler bu genellemenin dışında kalır.

Bu nedenle Cenâb-ı Hak, 19. âyette : «Herkes için yaptıkları işlere göre dereceler vardır. Bu da Allah'ın onların amellerinin karşılığını noksansız vermesi içindir ve onlar haksızlığa uğramazlar.» buyurmaktadır.

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ana-baba hakları konu edildi. Bu konuda güzel misal teşkil edecek tarihî bir olay -isim ve yer anılmaksızın- nakledilerek yönlendirici bir metod uygulandı.

Aşağıdaki âyetlerle, Hûd Peygamber'in Âd kavmiyle geçen kıssasının önemli ve ibretli safhalarından birkaçına yer veriliyor ve Mekkeli müşrik­lerle, her çağda yaşayan inkarcı azgınlar uyarılıyor; olayların tekrarıyla ta­rihin tekerür edeceğine işarette bulunuluyor.

 

Meali:

 

21- Âd'ın kardeşini (Hûd Peygamberi) an. Hani o Ahkâf'da milletini uyarmıştı. Gerçekten ondan önce de, sonra da birçok uyarıcılar gelip geç­miştir1. O, «Ancak Allah'a kulluk edip tapın. Şüphesiz ki size karşı büyük bir günün azabından korkarım» demişti.

22- Onlar da : «Sen bizi tanrılarımızdan döndürmek için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, tehdîd edip durduğun azabı getir» dediler.

23- O, «Buna ait bilgi ancak Allah'ın yanındadır; ben, sadece be­nimle gönderilen şeyi size tebliğ ediyorum. Ne var ki, sizi cahillik edip du­ran bir millet olarak görüyorum» dedi.

24- Onlar, vadilerine doğru enine yayılıp gelen bir bulut görünce, «bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur» dediler. O, «Hayır, o sizin acele istediğiniz şeydir; içinde elem verici azabı taşıyan bir rüzgârdır;

25- Rabbının emriyle her şeyi yıkıp yerle bir eder» dedi. Çok geçme­den meskenlerinin (kalıntılarından) başka bir şey görünmez oldu. İşte biz, suçlu günahkâr milletleri böyle cezalandırırız.

26- And olsun ki, biz onları, sizi yerleştirmediğimiz yerlere yerleştir­miş, kendilerine kulaklar, gözler, gönüller vermiştik; fakat ne kulakları, ne gözleri, ne de gönülleri  onlara bir yarar sağlamadı. Çünkü Allah'ın âyetlerini bile bile inatla inkâr ediyorlardı. Alaya alıp eğlendikleri şeyler onları kuşattı.

27- And olsun ki, çevrenizdeki kasabalardan bir çoğunu yok ettik; dönerler diye âyetleri bir bir açıkladık.

28- Allah'ı bırakıp da Allah'a yaklaşmak için edindikleri tanrılar on­lara yardım etselerdi ya.. Hayır, bilâkis ortadan kaybolup uzaklaşırlar. Ve işte bu onların yalanlarıdır ve uydurup durdukları  şeylerdir.

 

İlgili Hadisler

 

Hz. Âişe Validemiz (R.A.) dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle bil­diriyor :

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz havada bulut veya rüzgar görünce, bu olayın (Ona tesiri) yüzündeki ifadeden anlaşılırdı. Bunun üzerine: «Ey Al­lah'ın Resulü! İnsanlar bulut görünce, onda yağmur var umuduyla sevinir­ler. Siz ise bu olaya bakınca, hoşlanmadığınız yüzünüzden belli oluyor?» dedim. Efendimiz bana şöyle buyurdu: «Ya Âişe! Onda bir azap bulunmadığından emin değilim. Çünkü bir kavim rüzgâr ile azaba uğratılmış; bir kavim de gelen azabı görmüş, ama «bu bize yağmur yağdıracak bir bu­luttur» demiştir. [9]

Yine Hz. Âişe (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ufukta bir bulut parçası görünce, işini bı­rakır ve şöyle duâ ederdi: «Allahım, bundaki serden, kötülükten sana sı­ğınırım.»

Bulut açılıp dağılınca, Allah'a ha m d ederdi. Yağmura dönüşünce de şöyle derdi: «Allahım, bunu yararlı bir yağmur eyle.» [10]

 

Âd Kavminin Yok Edilmesi Misal Veriliyor

 

   «Âd'ın kardeşini (Hûd Peygam­beri) an. Hani O, Ahkâf'da milletini uyarmıştı..»

Kur'ân müstesna üslubuyla, önce Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden belgeleri getirerek inkarcı sapıkları, saplandıkları ön yargılarından kurtarmayı amaçlamaktadır. Sonra da onların akıllarına ışık tutup ana fi­kir vermekte ve arkasından küfürde inat ve. ısrar edenleri elîm bir azap ile tehdit etmektedir. Mü'minieri ise, bu uyarıdan hemen sonra müjdelemekte ve onlar için hazırlanan sonsuz nimetlere dikkat çekmektedir. Bunu mü­teakip ilâhî hışma uğrayıp haritadan silinen azgın inkarcı kavimleri misal vermek suretiyle tarihin tekerrür edeceğine işarette bulunmaktadır.

Konumuzu oluşturan âyetlerde ise, Hûd Peygamber'le (A.S.) kendi kavmi arasında gecen tebliğ, irşat ve tartışmanın, uyarı ve ikazın yedi önemli safhası işlenirken, Mekkeli putperestlerin de aynı paralelde bulun­duklarına değinilir.ve küfrün hemen her dönem ve çağda aynı şarlatanlık ve azgınlığı sergilediğine atıf yapılır.

Kıssayla ilgili yedi önemli safha :

1- Hûd Peygamber de (A.S.), Hz. Muhammed (A.S.) gibi, kendi kav­minden bir kişi idi. Cenâb-i Hak, buyruklarını kullarına tebliğ için Onu se­çip görevlendirmiş; böylece tanımıyacakları bir yabancıyı bu hizmetle on­lara göndermemiştir.

Âd Kavmi, Umman ile Dehraman, diğer bir tesbite göre, Umman ile Mehre arasındaki Ahkâf adıyla bilinen bir vadide eyleşirlerdi. Kur'ân, «Ahkaf» ismini anarak bu vadinin coğrafî yapısının; kumsal ve eğri tepelerle, engebeli bir araziyle oluştuğunu bildiriyor Ayrıca bu vadiye daha önce de birçok uyarıcı peygamberin gönderildiğini açıklayarak, Ahkâf'ın tarihinin hayli gerilere uzandığını dolaylı şekilde anlatıyor.

2- Âd Kavmi de Mekkeü'ler gibi putlara taparlardı. Hûd Peygamber, onları Allah'ın varlığını ve birliğini tasdîke davet etti. Ne var ki, onlar bu rahmete kalplerini açmadıkları gibi, büsbütün azgınlık ve küfürlerini ar­tırdılar. Hûd Peygamber onları büyük bir günü, yani ya dünyada onlara gelecek olan azabı, ya da âhirette hazırlanan sonsuz azabı haber vererek gereken uyarısını yaptı.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de inen tehdit âyetleriyle, Mekkeli müş­rikleri böyle bir azaba karşı uyararak tarihin tekerrür edeceğini hatırlat­mış bulunuyordu.

3- Âd Kavmi, tehdît edildikleri azabın hemen inmesini istediler. Mek­keli müşrikler de öyle.. Günümüzün inkarcı maddecileri de âhireti, ikinci hayatı alay konusu edinerek Hakk'a karşı küstahlıkta bulunmaktadırlar.

4- İnkarcı ve ahlâksız kavim ve milletleri te'dip eden veya haritadan silen ilâhî hükmün geliş saati bilinmez. Ancak Allah onu dilediğine önce­den bildirir ve azap rahmete dönüşsün diye, inecek azaptan önce birtakım alâmetler ortaya çıkartır,

5- Peygamberin görevi, ilâhî azabı getirmek değil, O'nun buyruklarını kusursuz teblîğ etmektir.  Hûd  Peygamber'e de görevin bu inceliği bildi­rilmiştir.

6- Küfrün,  sapıklığın ve   haksızlığın temelinde cehalet,  şartlanma, inat, gurur ve bencillik yatmaktadır. Hûd Peygamber de kavmini aynı şey­lere nisbet ederek uyarısını tamamlamıştır.

7- Sonunda ilâhî emir ve hüküm inmiş ve bir türlü hakkı kabul et­meyen Âd Kavmi yerle bir edilmiştir.

Ancak unutmamak gerekir ki, inen emir ve hükmün çok değişik tecelli ve tezahürleri vardır: Âd Kavmi şiddetli kasırgayla, Lût Kavmi yanar dağın harekete geçmesiyle, Nuh Kavmi tufan ile yok edilmişlerdir.

 

Âd Kavmine Sağlanan İmkânlar

 

And OI" sun ki, biz onları, sizi yerleştirmediğimiz yerlere yerleştirmiş; kendilerine kulaklar, gözler, gönüller vermiştik..»

Kur'ân-ı Kerîm'in bu ve diğer sûrelerdeki beyânına göre, Âd Kavmi, verimli topraklar üzerinde birçok imkânlara ve Mekkeii'lerin nail olama­dıkları nice nîmeltere sahip bulunuyordu. Kendilerine has bir medeniyet kurmuşlardı. Zira ayakta duran kalıntılarının az-çok buna delâlet ettiği rivayetler arasında geçmektedir. Ne var ki, onlar, kulaklarını, gözlerini ve kalplerini olduğu gibi maddeye çevirip «ilâh» kavramını da maddeye yö­neltip şekillendirmişlerdi. Oysa sözü edilen üç önemli organ, gerçeği ara­yıp bulmaları için Allah'ın birer emaneti olarak bulunuyordu.

Diyebiliriz ki, Âd Kavmi de, Mekkeli müşrikler de, günümüzde yaşayan maddeci dinsizler de CenâbHakk'ın bu emânetlerini amaçlarının dışında kullanıp hilkatin hikmetine ters bir hayat düzeni kurmuşlardır.

Bu üç organı asıl amacından saptıran sebepler neler olabilir? Kulak, göz ve kalp birbirini tamamlayan üç organdır. Bunların üçü de, varlık âleminde CenâbHakk'ın kudret tezgâhında şekillendirilip ortaya konulan eserlerde o kudretin izlerini tesbit edip görmekle yükümlüdür. On­ları amaç ve hikmetlerinin dışında kullanıp ilâhî kudrete inanmayanların, sonlarının ne olduğunu Kur'ân haber vermekte ve geriye kalan harabeleri, Kur'ân'ın beyanını doğrulamaktadır.

Cenâb-ı Hak onlarla ilgili hazin âkibeti şöyle tasvir buyurmaktadır: «Fakat ne kulakları, ne gözleri, ne de gönülleri onlara bir yarar sağlamadı. Çünkü Allah'ın âyetlerini bile bile inatla inkâr ediyorlardı. Alaya alıp eğlendikleri şeyler onları kuşattı.»

 

Çevre Kasabaların İbretli Sonuçları

 

«And olsun ki, çevrenizdeki kasabalardan bir çoğunu yok ettik; dönerler diye âyet­leri bir bir açıkladık.»

Âd, Semûd, Medyen, AshabRess ve benzerleri Mekke çevresinde, Hicaz bölgesinde yer alan kavimlerdi. Çoğunun kalıntıları, onların geçmi­şinden haber veriyor, gelip geçen yolcu ve seyyahlara uyarı seslenişinde bulunuyordu.

Hicaz ile Filistin, Hicaz ile Umman, Hicaz ile Hicr arasında seyahat edenlerin çoğu sözü edilen harabûlere katılaşmış kalp, perdelenmiş gözle bakıp geçiyorlardı.

Mekkeii'lerin de, diğer inkarcı maddecilerin de dikkatleri bu tarihî kalıntılara çekilerek. Ölmeden önce Hakk'ın kudret sesini ve değişmeyen hükmünü idrâk etmeleri isteniliyor.

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Âd Kavmi'nin hakkı yalanlayıp inkâr ve haksızlıkta ısrar etmeleri, yönlendirici misal olarak verildi. Mekke çevresindeki tarihî kalıntılara dikkatler çekilerek, benzeri inanç ve tutumların benzeri hüküm­lerin inmesine neden olacağı bir defa daha hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, cinlerden bir grubun gelip Kur'ân dinlemesi ve ilâhî davetin azameti karşısında doğruyu görüp anlaması, sonra da imân edip kendi cinslerine bu hakikati teblîğe çalışması konu edilmekte ve böy­lece, cinlerden çok üstün yaratılan insanlardan çoğunun, hâlâ Hakk'ın ışığına gözlerini kapalı tutmaları hayretle karşılanmaktadır. Arkasından in­sanoğlunun aklını harekete geçirmek için göklerin ve yerin yaratılması de­lil gösteriliyor ve Âhiret Âlemi'nden uyarıcı ve düşündürücü bir tablo göz­ler önüne konuluyor.

 

Meali:

 

29- Hani bir vakit cinlerden birkaç tanesini Kur'ân dinlemek üzere sana çevirip göndermiştik. Onu dinlemeye hazır duruma gelince, birbirle­rine : «Susun, dinleyin!» dediler. Dinleme işi yerine gelip sona erince, bi­rer uyarıcı olarak kendi topluluklarına gittiler.

30- «Ey kavmimiz, dediler, şüpheniz olmasın ki biz, Musa'dan sonra indirilen, önceki kitapları doğrulayan ve hakka götüren, dosdoğru yola ile­ten bir kitap dinledik.

31- Ey kavmimiz, Allah'ın dâvetçisine olumlu cevap verip uyun ve Ona imân edin ki Allah sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi elem verici bir azaptan korusun.

32- Kim Allah'ın dâvetçisine olumlu cevap vermez de Ona uymazsa, (bilsin ki) o, yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacak değildir ve onun için Al­lah'tan başka dostlar, sahipler de yoktur. İşte onlar açık bir sapıklık için­dedirler.»

33- Görmediler mi  ki, gökleri ve yeri yaratan, onları yaratmaktan dolayı yorulmayan Allah'ın, ölüleri de diriltmeye kudreti yeter. Evet, O'nun mutlaka her şeye kudreti kâfi gelir.

34- İnkarcılara ateşe sunulacakları gün, «bu hak değil miydi?» diye sorulur. Onlar :  «Evet, Rabbımız hakkı için (öyledir)» diye cevap verirler.. Allah da : «İnkâr edip durmanıza karşılık azabı tadın.» buyurur.

35- (Ey Peygamber!) Peygamberlerden azim (yüksek irâde ve da­yanma gücü) sahiplerinin sabrettiği gibi sabret. Onlara (inecek azabı) ace­le etme. Onlar, va'dolundukları şeyi görecekleri gün sanki gündüzden bir saat kadar kalmış gibi olacaklar. Bu, yeterli bir tebliğdir! Allah yolundan çıkmış suçlu günahkâr bir milletten başkası mı yok edilir?

 

İlgili Hadîsler Ve Diğer Rivayetler

 

Beyhakî'nin Delâilünnübuvvet adlı kitabında, yaptığı tesbite göre: İbn Abbas (R.A.) şöyle demiştir: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz cinlere ne Kur'ân okumuş, ne de onları görmüştür. O, ashabıyla birlikte Ukaz Panayırı'na doğru giderken, bu arada şeytanlar ve cinlerle gök haberleri arasına engel bir perde gerilmiş; üzerlerine de şihablar salıverilmişti. Bunun üzerine şey­tanlar kendi kavimlerine döndükleri zaman, kavimleri: «Size ne oldu?» di­ye sormuşlar, onlar da: «Bizimle gök haberleri arasına engel konulmuş ve üzerimize de şihablar gönderildi» diye cevap vermişler. Bunun üzerine kavimleri: «Sizinle gök haberi arasına mutlaka yeni bir olay engel olmak­tadır. Yeryüzünü doğusundan batısına kadar gezip dolaşın da bunun ne olduğuna bir bakın» demişler. Onlar da ayrılıp Tihame'ye doğru yürümüş­ler. Derken Resûlüllah (A.S.) Efendimiz o sırada Nahle mevkiinde bulu­nuyordu; Ukaz Panayırı'na gitmek üzere yola çıkmıştı. Ashabına sabah namazını kıldırırken cinler ve şeytanlar okunan âyetleri dinlemişler ve «vallahi bizimle gök haberi arasına giren perde işte bundan başkası de­ğildir» diyerek geri dönmüşler ve kavimlerine şöyle seslenmişler: «Ey kav­mimiz, doğrusu biz, hayret uyandıran bir Kur'ân dinledik ki o doğruya ile­tiyor ve ona inandık. Artık hiçbir şeyi Rabbımıza ortak koşmayacağız.» Bu­nun üzerine Cin Sûresi'ndeki ilgili âyetler iniyor.[11]

Kur'ân'ı dinleyip inananlar, şeytanlar değil, cinlerdir. Rivayette, bu husus bilindiği için bir açıklamaya gerek görülmemiştir.

Bu olaydan sonra cinlerle buluşma

Hz. Alkame (R.A.) diyor ki: «İbn Mes'ud'a (R.A.) dedim ki : «Cin ge­cesi Peygambere (A.S.) arkadaşlık eden bir kimse oldu mu?» O, bana şu cevabı verdi: «Hayır, ancak bir gece Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i kaybet­tik; çevreyi arayıp taradık, bulamadık. O, bir uğursuzluğa uğrayıp helak olmuştur diyenler oldu. En şerli bir gece olarak geceledik. Sabah olunca, ansızın Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Hıra tarafından geldiğini gördük ve : «Ya Resûlüllah! sizi kaybettik, aradık bulamadık ve o yüzden çok kötü bir

gece geçirdik» dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu : «Cinlerin dâvetçisi bana geldi, onunla birlikte gidip kendilerine Kur'ân okudum!» Sonra da bizi alıp o cihete doğru gittik. Cinlerin izlerini, yaktıkları ateşlerinden kalanını bize gösterdi. Cinler, Hz. Peygamber'den (A.S.) yiyecek maddesi sormuş­lar. O da onlara şöyle tavsiyede bulunmuştur: «Üzerine Allah ismi anılan her kemik size geldiğinde yeyin, zira o sizin için etten daha çok bir özellik taşır. Davar tersi olan her şey de sizin hayvanlarınızın yemidir.» Sonra da Efendimiz şöyle buyurdu :

«Kemik ve tezeği murdar etmeyin. Çünkü bu ikisi cin kardeşlerinizin yiyeceğidir.» [12]

Bu konuda farklı ibarelerle 10'un üstünde rivayet vardır. Biz sahih gör­düğümüz iki rivayeti seçmekle yetindik.

 

İnsan, Cin, Melek

 

Kâinatı süsleyen ve her yönüyle hikmetini yansıtan, mayası, özü ve cevheri farklı üç ayrı canlı: İnsan, cin, melek.

İnsan ; Kâinatın hulasası, ilâhî kudretin «ahsen-i takvîm» üzerine ya­ratma tecellisinin mazharıdır. Ruh ve maddeden meydana gelmiştir. Ruhu melekleşmeye, maddesi behimüeşmeye yatkın özelliktedir,

Hılkatındaki amaç, Allah'ı bilip O'na ibâdet etmesi ve yeryüzünde O'nun adına hükmetmesi ve buna mükâfat olarak sonsuz, fakat bütünüyle mutluluk dolu Cennet hayatına lâyık görülmesidir.

Cin : İlâhî hilkat kanununun başka bir tecellisiyle vücut bulmuştur. Ruhla ateşten oluşup hayat düzeyine getirilmiştir. O da insan gibi, nef-sanî ve şehevî duygular taşımakta ve iyilik ile kötülüğe eğilimli bir karak­ter yansıtmaktadır. Aynı zamanda insan gibi hilkatinin gereği, Allah'ı bilip, yalnız O'na ibâdetle yükümlüdür. Bundan dolayı ilâhî teklîfler çerçevesin­de bulunuyor ve âhiret âleminde hesap vermek suretiyle lâyık olduğu son­suz hayat çizgisine ulaştırılmış olacaktır.

Nitekim Zâriyat Sûresi 56. âyetle, insan ve cinlerin niçin yaratıldık­ları, hikmet ve felsefesiyle açıklanmakta ve böylece bu iki ayrı tür için hareket noktası belirlenmektedir.

Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'in 22 yerinde cinden söz edilmektedir. Onun için Resûlüllah   (A.S.)   Efendimiz'e: «Resûlü's-sakaleyn»  denilmiştir.   Yani   O, hem insanlara, hem de cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim Cin Sûresi'nde bu husus gayet acık şekilde belirtilmekte ve şüpheleri gi­derecek bir anlatım ortaya konmaktadır.

Cin ismini, sözlük manasını dikkate alarak «yabancı kimse» ile yo­rumlayanlar, Kur'ân-ı Kerîm'i zahirinden ve asıl delâlet ettiği sarih mana­sından uzaklaştırıp, ilâhî muradın anlaşılmasını tahrip etmektedirler. Oysa bu gibi sakat yorumlara, mecazî mana çıkarmalara gerek yoktur, Oünkü Kur'ân çağların ve milletlerin önünde yürümektedir. Yakın gelecekte cin­lerin varlığı bilimsel açıdan da ortaya çıkmaya namzettir. O zaman ters ve yanlış yorumda bulunanların kendi cehaletlerini Kur'ân'a nasıl yükle­dikleri anlaşılır, ama neden sonra.

Melekler ise, ruhla nurun birleşmesinden yaratılmışlardır. Onlarda ne­fis ve şehvet yoktur. O bakımdan günah ve kötülük işlemezler. Verilen hizmetleri, yükletilen programları aynen yerine getirirler. Allah'a karşı gel­mezler ve hep itaat üzere bulunurlar. Peygamber ve kitaba ihtiyaçları yok­tur; doğrudan Cenâb-ı Hak'tan alıp öylece görevlerini sürdürürler.

 

Cinlerin, Kur'ân Âyetlerini Dinleyince, Ondan Öğrendikleri

 

«Ey kavmimiz, dediler, şüpheniz olmasın ki biz, Musa'dan sonra indirilen, önceki kitapları doğrulayan ve hakka götüren, dosdoğru yola ileten bir ki­tap dinledik.»

Cinlerin kısa sayılacak bir süre içinde Kur'ân'i, Peygamberi ve İslâm'ı kavrayıp anlayacak kadar bir basirete ve sezgiye sahip oldukları kesinlik arzediyor. Bu, onların da akıl, zekâ, idrâk ve benzeri yeteneklerle donatıl­dıklarını göstermektedir. Zira ilâhî hitap ve teklîf, akıl sahiplerinedir.

Cinlerin okunan Kur'ân'dan anlayıp öğrendikleri hususlar:

1- Allah Kelâmı'na saygı duyarak, birbirlerine «susun dinleyin» de­meleri, ilâhî sözle beşer sözünü ayırt edecek basireti yansıtır.

2- Dinlediklerini iyice hazmedip birer uyarıcı ve tebliğatçı olarak ken­di cinslerine dönme azimleri, mutlak anlamda ilâhî hidâyetin açık tezahü­rüdür.

3- Musa Peygamber ve Tevrat'tan, diğer kitaplardan söz etmeleri, bu konuda geniş bilgiye sahip bulunduklarını ve bir bakıma onları tasdik etmelerini gösterir.

Kur'ân'ın  bütünüyle hakka, doğruya ilettiğini anlatmaları, derin ve geniş tefrîk kabiliyetinde olduklarına delâlet eder.

5- Kendi kavimlerine, Allah'ın dâvetçisi son peygambere olumlu ce­vap verip inanmalarını önermeleri, Hz. Muhammed'in (A.S.} hak peygam­ber olduğunu kısa süre içinde kavramalarının bir başka şahidi sayılır.

6- Son dine ve son peygambere imân etmenin, bütün günahları af­fettirip temizleyeceğini ve elim bir azaptan koruyup kurtaracağını tebliğe çalışmaları, âhiret hayatı hakkında geniş bilgiye sahip olduklarını gösterir.

7- Olumlu cevap vermeyenlerin, CenâbHakk'ı âciz bırakamıyacak-larını belirterek uyarıda bulunmaları, ilâhî kudretin sınırsızlığı ve CenâbHakk'ın hiç kimsenin kulluk ve ibâdetine muhtaç olmadığı hakkında ye­terli bilgiye sahip olduklarının bir başka belgesi kabul edilir,

8- İnkârda ısrar edenlerin açık bir sapıklık içinde kalıp bocalayacak­larını anlatmaları, küfür ve tuğyanın nasıl elîm bir sonuç doğuracağını çok iyi bildiklerini belirtir.

 

Cinlerden Bir Nefer

 

«Nefer» kavramı, üçten ona ve bazan da kırka kadar yükselen toplu­luk demektir. Böylece Osmanlıcada «bir kişi ve er» manasında kullanılan bu kelime, Arapça'da daha farklı bir anlama delâlet etmektedir. O bakımdan Hz. Peygamber'e gönderilen cinlerin, üç veya daha fazla sayıda oldukları kesindir.

Hz. Peygamber'in {A.S.) cinleri uyarıp onlara ilâhî emirleri tebliğ et­mesi, bize kadar gelen rivayetlere göre, iki defa gerçekleşmiştir: Biri «Şi'b-i hacun», diğeri ise, «Batnnahl» adlı yerde..

 

Gökleri Ve Yerî Yaratan Allah

 

«Görmedilermi ki, gökleri ve yeri yaratan, onları yaratmaktan dolayı yorulmayan Allah'ın, ölüleri de diriltmeye kudreti yeter.,»

İlgili âyetle, cinlerden bir topluluğun Hakk'a gönül kapısını açtıkları en güzel ve ibretli yanıyla açıklanırken, Mekkeii müşriklerin daha geniş ve kapsamlı düşünmeleri istenmekte; sonra da akla ışık tutulup hareket nok­tasının belirlenmesi metoduna geçilerek ilâhî kudretin sonsuzluğuna ve sı­nırsızlığına değinilmektedir. Kusursuz bir plâna göre yaratılan ve en uygun denge ve düzende tutulan kâinat ve içindeki sistemler her yanı ve yönüyle «Allah» demekte ve sadece O'nun kudret fırçasının rengini ve izini taşımak­tadır. Böyle bir kudret, ölüleri diriltmekten âciz midir? Elbetteki hayır..

 

Küfrün Ateşi

 

    «İnkarcılara, ateşe sunulacakları gün, «Bu hak değil miydi?» diye sorulur. Onlar: «Evet, Rabbımız hakkı için (öyledir) diye cevap verirler..»

Hakk'ı red ve inkâr, gerçeği katletmek, doğruyu küllemek demektir. Hakkına tecavüz edilen kimsenin, nasıl içinde haksızlığa uğramanın ateşi yanarsa; hakkı red ve inkâr edenin de fıtratında mevcut olan din ve Allah mayası, için için onu yakar ve tedirgin eder. Kıyamet gününde ise, dün­yadaki bu ateşle âhiretteki cehennem ateşi birleşip inkarcı maddeciyi ya­kar. Onun için Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da : «İnkârınıza karşılık azabı tadın» buyurmakta ve âhirette meydana gelecek bu safhayı, yine rahmetinin ese­ri olarak hatırlatmaktadır.

 

Ulü'l-Azm

 

 Peygamber!) peygamberlerden azîm (yüksek irâde ve dayanma gücü) sahiplerinin sabrettiği gibi sabret..»

Sûrenin sonunda yüksek irâde sahibi peygamberlerin sabır, metanet ve azimleri  misal verilerek övülmektedirler.

Azim : Bir işi yapmaya, bir yere gitmeye, bir konuyu çözmeye kesin karar verip irâde ve imkânı bütünüyle kullanmak suretiyle, sonuç alıncaya kadar sebat etmektir.

Bu tarif efradını cami' değilse de, peygamberler hakkında daha çok bu anlamda kullanılmıştır. Ancak peygamberlerin azim hususunda hepsi aynı derecededir denemez. Kendilerine kitap verilip teblîğ ve irşatla gö­revli kılınan Resullerde bu irâde ve duygu daha çok belirgin ve gelişkindir.

Ayrıca bu kavram üzerinde ilim adamlarının farklı yorumları olmuş­tur. Onları kısaca şöyle sıralayabiliriz :

a) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Tepki ve direnmeleri hoş görüyle karşı-ayıp hazmetmesini bilenler demektir.

b) Dahhak'e göre : Son derece ciddi olup dayanma gücünü ortaya koyanlar anlamına gelir.

Az yukarıda değindiğimiz gibi, «ulü'l-azm» derecesinde olan peygam­berler hakkında da farklı tesbit ve yorumlar ortaya çıkmıştır •

a)  Tabiîn'den Mücahid'e göre : Bunlar beş tanedir: Nuh, İbrahim, Mu­sa,  İsa ve Muhammed'dir. Salâtseiâm hepsine olsun.

b)  Ebû Âliye'ye göre :   Bunlar dört tanedir:  Nuh,  İbrahim,  Hûd ve Muhammed (A.S.) dır.

c)  Müfessir Süddî'ye göre : Bunlar altı tanedir: İbrahim, Musa, Dâvud, Süleyman, İsa ve Muhammed (A.S.) dır.

d)  Mukatil'e göre de, «ulû'l-azm» altı tanedir: Nuh, İbrahim, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub (A.S.) dır.

Zira Nuh (A.S.) uzun süre kavminin eziyet ve cefasına katlanıp sab-retmiştir. İbrahim (A.S.)ın, atıldığı ateşe karşı azminde ve sabrında bir sar­sıntı meydana gelmemiştir. İshak veya İsmail (A.S.) kurban edilmeye karşı teslimiyet göstererek itaat etmiş ve, sabır gösterip işin sonuna kadar az­minde bir sarsıntı meydana gelmemiştir.

Açıklama :

Mukatil'e göre, İbrahim (A.S.)in gördüğü rüya üzerine kurban etmek istediği oğlu, İsmail değil İshak'tır. Bu konuda adı geçen daha çok Tev­rat'ta yer alan belgelere dayanmıştır.

Yakub (A.S.), sevgili oğlu Yusuf'u kaybetmeye karşı bütün sabır ve az­mini kutlanmaya ve birtakım yersiz çıkışlara, sataşmalara yine sabır gös­terip hoşgörüyle davranmaya çalışmıştır. Yusuf (A.S.)ın, tazecik oğlan iken kuyuya atıldığı ve sonra da çetin sınavlar geçirdikten sonra zindana atıldığı dönemlerde Allah'a olan güveninde bir gevşeme meydana gelme­miş ve sabretmek suretiyle neticeyi beklemesini çok iyi bilmiştir. Eyyub (A.S.) ise, yakalandığı kötü hastalığa karşı sabretmiş ve birtakım felâket­lerle yüzyüze geldiğinde, Allah'a olan güven ve bağlılığında bir sarsıntı vuku' bulmamıştır.

e)  Kelbî'ye göre : Bunlar, savaş ile emrolunan peygamberlerdir. Mucahid de aynı görüşte olup kâfir ile savaşın büyük azim ve irâdeye dayalı bir olay olduğunu belirtmiştir.

f)  İbn Abbas'a (R.A.) göre : Resullerin hepsi azim sahibidir.

g)   Diğer bazı  ilim. adamlarına göre : En'am Sûresin'de  isimleri anılan 18 peygamberdir.[13]

Bunlardan (a) maddesinde belirtilen Mücahid'in görüş ve yorumu da­ha çok benimsenmiş ve akaid kitaplarında bu görüşe yer verilmiştir.

Ne var ki, müfessir Fahruddin er-Râzî'nin de dediği gibi, Allah'ın gön­derdiği her peygamber azim, akıl ve isabetli görüş sahibidir. Râzî'ye göre, âyette geçen «mine'rrüsül» terkibindeki «min», teb'iz için değil, tebyîn içindir. Mücahid'in, isimlerini açıkladığı beş resul ise, bu yetenekleri daha yüksek derecede kendilerinde taşıyanlardır.

Otuz beşinci âyette : «Azim sahibi resullerin sabrettiği gibi sabret» emri, Resûlüllah (A.S.) Efendimizi daha çetin ve zorlu günlerin beklediğine işarettir. Aynı zamanda mü'minleri o günlere hazırlamaya yönelik bir İşaret sayılabilir.

 

Va'd Olundukları Şeyi Görecekleri Gün

 

«Onlara, (inecek azabı) acele etme. Onlar, ua'd olundukları şeyi görecekleri gün, sanki gündüzden bir saat kadar kalmış gibi olacaklar..»

Hakk'a karşı gelip kin ve intikam duygusuyla saldıran inkarcı azgın­ları, şüphesiz iki ayrı azap bekler; Biri, dünyada; diğeri âhirette gerçekle­şir. O gün gelince, her şeyin bittiğini, yolun sonuna gelindiğini görüp ge­çen yıliarın ve uzun bir ömrün bir saat kadar kısa olduğunu ve dünyada da ancak bir saat kadar eyleştiklerini anlayacaklar veya böyle sanacaklar. Ebedî hayatın sonsuzluğu, bir bakıma zaman kavramının ortadan kalkması onlara bu duyguyu verecektir.

Dünya'da ise, zulüm ile birleşen inkâr ve azgınlığın cezasız kalmaya­cağı; er-geç iiâhî hükmün inmesinin mukadder olduğu söz konusudur. Bu hüküm, Mekkeli müşrikler üzerine de indirilmiş ve Mekke'nin fethi ağır bir şamar olarak suratlarına dokunmuştur. Nitekim Fetih günü, Mekkeli'ler, geçen yılların sabun köpüğü gibi söndüğünü, b;r saatlik süre gibi geride kaldığını anlamış ve İslâm'a girmekten başka seçenekleri bulunmadığını idrâk etmişlerdi.

 

Allah'ın Razı Olduğu Dini Tebliğ Etmek

 

«Bu, yeterli bir tebliğdir! Allah yo­lundan çıkmış suçlu günahkâr bir milletten başkası mı yok edilir »

Kur'ân-ı Kerîm, insan duygusunu ve düşüncesini yönlendirmek, vicda­nını harekete geçirmek ve aklına ışık tutup malzeme vermek için o müs­tesna metodunu işlerken, yeterince belge ve misal getirir. Hayatın hikmet ve felsefesini bir tül gibi örüp kalp gözünün önüne serer ve böylece her âyet ve cümlesiyle hakki en güzel ve en uygun anlamda tebliğ eder. Bu açıdan bakılarak Kur'ân'a «belâğ» denilmiştir. Öyle ki, O, her yönüyle, her emir ve tavsiyesiyle ancak iyiyi, doğruyu, güzeli ve gerçeği bildirir.

Kur'ân'ın bu yüksek eğitici ve öğretici özelliği karşısında hâlâ inkârda ısrar edip imân cephesine saldıranlar varsa, bu, yaman bir şartlanmanın tabii sonucu sayılır.

Artık Kur'ân'ın aydınlatıcı parlak ziyasına rağmen doğru yolu görme­yip, Allah'a imân ve itaatin dışına çıkanların yok edilmeleri ilâhî sünnetin bir gereğidir. Şüphesiz bu yok edilmenin biri dünyada, diğeri de âhirette ayrı ayrı tecelli edeceğini de hatırdan çıkarmamak gerekir.

Ahkâf Sûresi'ne, Kur'ân'ın Azîz ve Hakîm olan Allah'tan indirildiği ko­nu edilerek başlandı ve bu kitabın her yönüyle yönlendirici, doğru yolu gösterici ve kalpleri aydınlatıcı ilâhî belâğ olduğu belirtilerek sûre nokta­landı.

Bu sûrenin de tefsirini bize müyesser kılan CenâbHakk'a hamd-u senalar; Kur'ân'a göre yaşamamız için bize bilgi veren, yol gösteren Resû-lülllah (A.S.)  Efendimize de salât-ü selâmlar olsun.

 



[1] Lübabu't-ts'vll :   4/122

 

[2] Lübabu't-te'vîl :  4/123- Tefsîr-i Kurtubî :   16/186,  187

[3] Buhari/şehadat :  30, menakıb-i Ansar :  46

 

[4] Lübabu't-te'vîl :   4/123

 

[5] Lübabu't-te'vîl:  4/125-  Tefsîr-i Kurtubî :   16/194

 

[6] Lübabu't-te'vîl :   4/125

[7] Müsned-i Ahmed :   1/196

 

[8] Bilgi için bak: Bakara Sûresi:  233. âyetin tefsiri

 

[9] Buharî/tefsîr: 2/96- Müslim/istisKa' ; 14, 16- Ebû Dâvud/edeb : 104- Müs-ned-i Ahmed6/66

[10] Müsned-i Ahmed :  6/190, 223

 

[11] Tefsir-i İbn Kesir : 4/162

[12] Tirmizî/tefsîr : 46- Müslim/salât:   150- Ahmed :   1/436, 457

 

[13] Geniş bilgi için  bak:   Kurtubî'nin   el-Câmi'û Li-Ahkâmi'1-Kur'ân :   16/ 220, 221