Bu sure 35 ayet olup Mekki’dir. Bunun 34 ayet olduğu da söylenmiştir. |
"Ha Mim. Kitabın indirilmesi, azîz ve hakîm Allah'dandır. Biz
gökleri, yeri ve
İkisi arasında bulunan şeyleri, ancak gerçek bir gaye ile ve hakkı
ikame
gayesiyle belli
bir zaman için yarattık. Kâfirler uyarıldıklar tehlikeden yüz
çeviriyorlar. De ki:
"Allah'ın dışında, tapageldüderinizin neler olduklarını bana
haber verin! Söyleyin bana,
yeryüzünden neyi yaratmışlar bakalım! Yoksa
onların göklerde bir ortaklığı mı var. Bundan
evvel bir kitap, yahut bir ilim
kalıntısı varsa, davanızda doğrucular iseniz, haydi
bana getirin"(Ahkaf, 1-4).
Bil ki bu sûrenin başının nazmı, tıpkı Câsiye Suresi'nin nazmı gibidir.
Biz bunu, orada anlatmıştık.
Ayetteki, "Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri
ancak gerçek bir gaye ile ve hakkı ikame gayesiyle yarattık" ifadesi,
gerçek ilahın, bu âlem ile isbat edilebileceğine delâlet etmektedir. Yine bu
ifade, bu İlahın, âdil, kullarına merhametli, onları görüp-gözeten ve onlara
ihsan eden bir zât olması gerektiğini gösterir ve yine bu Kıyametin hak
olduğuna da delâlet eder .[1]
Bunlardan birinci husus, yani ilahın varlığının bu âlem ile isbatı
şöyledir: Halk, takdir etmek, ölçüp-biçmek demektir. Birşeyi ölçüp-biçme ile,
planla yapmanın neticeleri ise, En'âm SÛresi'nde de anlatıldığı gibi, on
bakımdan, göklerde ve yerde net ve açık şekilde müşâhade edilmektedir. Biz bu
on hususun, hür irâde sahibi ve kadir bir ilahın varlığına delalet ettiğini
anlatmıştık[2]
Bunlardan ikinci hususa, yani alemin ilahının âdil ve merhametli olması
gerektiği hususuna gelince, bunun delili de, ayetteki tabiridir. Çünkü bu ifade, "ancak
fazlı, rahmeti, ihsanından
dolayı ve İlah'ın, fazlının fazla, ihsanının baskın ve muhtaç olanlara faydalı
olan şeyleri ulaştırması, onlara zararlı olan şeyleri vermesinden daha çok
oluşundan ötürüdür" manasına gelir. Cübbaî şöyle der: "Bu, gökler ve
yer arasında işlenen kötülüklerin, Allah'ın yaratmasından değil, kullarının
fiillerinden olduğunu gösterir. Aksi halde, Cenâb-ı Hakk'ın her bâtılın
yaratıcısı olması gerekir ki bu da, "ancak hak ile yarattık"
ifadesine ters düşer.
Âlimlerimiz buna şöyle cevap vermişlerdir: "Bâtılı yaratmak"
başka şey, "bâtıl ile yaratmak" başka şeydir. Binâenaleyh biz diyoruz
ki: Bâtılı da.yaratan Allah'dır. Fakat O, bu bâtılı "hak ile" (gerçek
bir gaye ile) yaratmıştır. Çünkü bu yaratış, Allah'ın, kendi mülkünde bir
tasarrufudur. Mülk sahibinin kendi mülkündeki tasarrufu, "bâtıl ile"
değil, "hak ile" olur. "Âlimlerimiz sözlerini şöyle
sürdürmüşlerdir: "Şu husus da, anlattığımızı ortaya kor: Ayetteki
"Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri ancak hak ile
yarattık" ifadesi, kulların bütün fiillerinin ve amellerinin yaratıcısının
Allah Teâlâ olduğuna delâlet eder. Çünkü kulların fiil ve amelleri de,
"gökler ile yer arasında bulunan şeyler" cümlesindendir. Binâenaleyh
bu fiil ve amelleri de Cenâb-ı Hakk'tn yaratmış olması gerekir. Tek bir ayette
bir çelişkinin bulunması imkânsızdır. Binâenaleyh geriye, bu ayetten
kastedilenin, bizim verdiğimiz mana olduğu ihtimali kalır.
İmdi, eğer onlar (Mu'tezile), "Kulların fiilleri ve amelleri
arazdır (sıfattır). Arazlar ise, "gökler ile yer arasında" olarak
nitelenemez" derlerse, biz deriz ki: Böyle olması halinde, sizin
yaptığınız istidlal de düşer. Allah en iyi bilendir.
Bunlardan üçüncü hususa, yani bu ayetin Kıyamet ve dirilişin
gerçekliğine delâlet edişine gelince, bu da şöyledir: Eğer Kıyamet olmasaydı,
zulme uğramış kimselerin hakkının, zâlimlerden tastamam alınması; itaatkârlara
mükâfaatlarının tastamam verilmesi ve kâfirlere de hakettikleri cezanın
tastamam uygulanması ihmale uğrardı, olamazdı ki bu, Allah'ın, gökleri, yeri ve
ikisi arastnda bulunan şeyleri ancak hak ile yaratmış olması gerçeğine ters
düşerdi.
Ayetteki, "ve belit bir zaman ile (yarattık)" ifadesi,
"Allah, bütün bunları ancak hak ile ve belli bir zaman için
yaratmıştır" demek olup, bu da, âlemin tanrısının, bu âlem? ebedî ve
sermedi kalsın diye yaratmayıp, aksine bir ibadet ve amel yurdu olsun ve sonra
yokeditsin, sonra da yeniden yaratılsın ve böylece de âhîret
yurdunda, herkese
yaptıklarına göre bir karşılık verilsin diye yarattığına delâlet eder.
Yaptığımız bu izaha göre, bu "ecel-l müsemmâ", Cenâb-ı Hakk'ın,
dünyayı yoketmek için, önceden belirlemiş olduğu vakit demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kâfirler, uyarıldıkları tehlikeden yüz
çeviriyorlar" buyurmuştur. Bu, "Allah'ın, bu delilleri göstermesine,
peygamberler göndermesine, kitaplar indirmesine ve peygamberlerin tergîb-terhib
(tesvikkorkutma) ma'zûr görmeye ve inzâra (ikaza) devam etmelerine rağmen, bu
kâfirler bu delillerden yüz çevirip, bunlara değer vermemekte ısrar
ettiler" demektir ki bu da, tefekkür etmenin (düşünmenin), istidlalde
bulunmanın farz ve gerekli olduğuna, delillerden yüz çevirmenin, hem din, hem
dünya bakımından kötü olduğuna delâlet eder.
Bil ki Allah Teâlâ, gerçek tanrının varlığına, O'nun âdil ve rahîm
olduğuna, Kryamet ile dirilişin mutlaka olacağına delâlet eden bu temel düstûru
koyunca, birtakım tafsilatı da buna dayandırmıştır.[3]
Birinci Ayrıntı: Putperestlere reddiye..
Cenâb-ı Hak bunun için "De ki: "Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz
(o putlara) gelince, haydi bana haber verin, onlar yeryüzünde neyi yarattılar.
Yoksa onlann, göklerde ortaklığı mı var" buyurmuştur ki bu, "O
putlara, kâinatın herhangi bir parçasını-maddesini yaratma işinin nisbet
edilmesi akıl kân mıdır? Eğer bu doğru değilse, bunların, âlemin (kâinatın) bir
tek parçasını bile yaratması hususunda, âlemin ilahına yardımcı oldukları
söylenebilir mi? Bu bir tek parça, ne kadar küçük bile olsa, akıl açıkça, bu âlemin
bir tek parçasının yaratılmasının bile putlara nisbet edilemeyeceğine ve en
küçük ve basit bir şekilde bile yardımlarının söz konusu olamayacağına göre, bu
âlemin gerçek yaratıcısının ve bütün nimetlerin gerçek sahibinin Allah
Sübhânehû ve Teâlâ olduğu ortaya çıkmış olur. İbadet, tazim çeşitlerinin en
mükemmelini yapmak demektir. Bu ise ancak, kendisinden in !âm, lütuf ve ihsan
çeşitlerinin en mükemmelinin sâdır olduğu bir zâta uygun düşer. Binâenaleyh,
gerçek yaratan ve gerçek in'âmda bulunan, Hak Sübhânehû ve Teâlâ olunca,
ibâdetin ve kulluğun, sırf O'nun için ve O'ndan ötürü yapılması gerekir.
Geriye şöyle denilmesi kalmaktadır: "Biz o putlara, ibâdete
müstehak oldukları İçin tapmıyoruz, tam aksine biz onlara, Hâlık olan ve
in'âmda bulunan ilâhın, bize onlara tapmamızı emretmiş olmasından dolayı
tapıyoruz." İşte bu noktada Cenâb-ı Hak, buna cevap niteliği taşıyan
ifadeyi getirerek "Bana buna delil
olarak Kur'ân'dan önce gelen bir kitap, yahut bir ilim kalıntısı varsa, ...
haydi bana getirin" buyurmuştur.
Bu cevabı şöyle açabiliriz: Böyle bir emrin olduğunu bilmek, ancak
vahiy ve risâletle anlaşılır.. Şimdi biz diyoruz ki, bu putlara ibadet etmeye
emre delâlet eden bu vahiy, ya Muhammed (s.a.s)'e gelmiştir, yahut da diğer
peygamberlere indirilen
diğer ilahî kitaplarda yer almıştır. Eğer bu husus ilahî kitaplarda yer
almamışsa, o zaman bu, o peygamberlerden nakledilen ilimlerden elde
edilmişlerdir. Halbuki, bütün bunlar, bâtıldır. Böyle bir emrin, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e geten vahiy iie olduğunun söylenmesine gelince, bunun bâtıl olduğu
malumdur. Böyle bir emrin, geçmiş peygamberlere indirilen ilahî kitapların onu
kapsaması sebebiyle olduğunu söylemek de bâtıldır. Çünkü, bütün ilahî
kitapların, putlara tapmaktan men etme hususunda mutabık oldukları, zarurî ve
mütevatir bir biçimde bilinmektedir. İşte bu husus ayetteki, "Bana, buna
delil olarak Kur'ân'dan önce gelen bir kitap (...) getirin "cümlesinden
anlaşılmaktadır. Böyle bir emrin, kitaplarda gelenin dışında peygamberlerde
nakledilen ilimlerle oluşu da bâtıldır. Çünkü, hiçbir peygamberin, putlara
tapmaya davet etmediği, zarurî olarak bilinmektedir. İşte bu hususta, ayetteki,
"yahut bir ilim kalmhsı var ise..." kaydından kastedilen husustur.
Bütün bunlar bâtıl olunca, putlara tapmakla meşgul olmanın bâtıl bir amel,
fasit bir görüş olduğu kesinleşmiş olur.
Geriye, Cenâb-ı Hak'ın, "Yahut bir ilim artığı varsa..."
ifadesiyle ilgili olarak şu iki bahis kalmıştır:[4]
Birinci Bahis: Bu bahis, lüğavi bir
açıklama olup, EbÛ Ubeyde, Ferra ve Zeccâc
deyimine, "geride kalan ilim..." anlamını
vermişlerdir. Müberred de buna, "ilimden tercih edilen, seçilen"
manasını verdiği gibi, yine Müberrod, bu kelimeye "nakledilen ilim"
manasını vermiştir ki, bu tıpkı senin
"Bu hadis (söz),
falancadan nakledilir" demen gibidir. İşte bu manadan dolayı, haberlere
(hadislere) âsftr (eserler) adı verilmiştir. Nitekim, "Hadiste geldi,
varid oldu" anlamında, ifadesi kullanılır.
Vahidî de şöyle demektedir. "Bu kelimenin tefsiri hususunda dil
alimlerinin sözleri şu üç görüşte Özetlenir:
a) Bu kelime, "arta
kalan, şeride kalan." anlamındadır. Buna göre bu kelimenin iştikakı,
"(Bir şeyi araştırmak}" İfadesinden oiup, sanki bu
husus, araştırılıp çıkarılarak böylece de ortaya konulmuş olan bir
bakiyye gibi olmuş olur.
b) Bu, "rivayet"
anlamındra olan eser kökünden müştaktır.
c) Bu, alâmet, iz anlamına
gelen eser kökündendir. Keşşaf sahibi, bu kelimenin şeklinde okunduğunu da söylemiştir. Yani,
"Size has kılınmış ve başkasının değil de sizin bildiğiniz ilimden.."
demektir. Yine bu kelime, se harfi sakin olmakla birlikte, elifin üç
harekesiyle de okunmuştur: Buna göre, hemzenin kesresiyle ijh eser (haber)
anlamındadır. Fethasıyla masdar-ı binâ-i merre olup, birisi hadis
rivayet ettiğinde
kullanılan ifâdesinin masdanndandır;
hemzenin dammesiyle tıpkı (hutbe)'nin,
kendisiyle hitap olunan şeyin adı olması gibi, "rivayet edilen şey"in
adıdır.
İkinci Bahis: Ayet-i kerimedeki esare
hakkında, İbn Abbas'dan nakledilen şöyle bir görüş daha vardır: "Buradaki
"ilim", kumun üzerine yazılan hat ilmidir. Ki Araplar, bunu böyle
yazıyorlardı. Bu, meşhur olan bir ilim dalıdır. Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle
buyurmuştur: "Peygamberlerden bir peygamber yazı (hat) yazıyordu.[5]
Binaenaleyh, kimin yazısı onun yaizıstna uyarsa, o onun ilmini bilmiş
demektir". Buna göre ayetin anlamı, "Bana, kumun üzerine yazdığınız
yazı kabilinden, türünden bir ilim getirin de, bu, putlara tapmanız hususunda
görüşünüzün doğruluğuna delâlet etsin" şeklinde olur. Binâenaleyh, eğer
ayeti bu şekilde tefsir etmek doğru otursa, bu, onlarla, onların sözleri ve
delilleriyle alay etmek kabilinden olmuş olur. En iyisini bilen Allah
Teâlâ'dır.[6]
"Allah'ın dışında, kendisine Kıyamete kadar cevap vermeyecek
kimseye (nesneye) tapmakta olan kimseden daha sapık olan kimdir? Halbuki
bunlar,
onların
tapmalarından da habersizdirler. İnsanlar mahşerde bir araya
getirildikleri zaman, bunlar (putlar), onların
düşmanları olurlar. Onların
taptıklarım red ve inkâr ederler. Karşılarında, açık açık ayetlerimiz
okunduğu
zaman o
inkarcılar kendilerine gerçek geldiğinde "Bu, apaşikâr bir büyüdür"
dediler. Yahut, "Onu,
kendisi uydurdu" diyorlar.. De ki: "Eğer onu ben
uydurdumsa, o halde siz,
Allah'tan bana (gelecek azabı savmaya) hiçbir
suretle güç yetiremezsiniz. O, sizin ona dafr
ne taşkınlıklar yapıp
durduğunuzu çok iyi bilendir. Benimle sizin aranızda şahid olarak O
yeter. O,
çok affeden,
çok merhametli olandır"
(Ahkâf, 5-8)[7]
Bil ki Allah Teâlâ, biraz önce, putlara ibâdet etme iddiasının, o
putların yaratmaya, yapmaya, yoktan varetmeye, yok etmeye, fayda sağlamaya ve
zarar vermeye asla güçleri bulunmaması açısından, batıl bir görüş olduğunu
beyan edince, bunun peşinden bu görüşün bâtıllığma delâlet eden bir başka
delili de getirmiştir ki, bu da, o putların, duâ edenlerin duasını işitmeyen,
ihtiyaç içinde kıvrananların ihtiyaçlarını bilemeyen birtakım cansız nesneler
oluşudur. Hülasa, birinci delil, onlarda hiçbir surette bir ilmin olmadığına
bir işarettir. Hiçbir surette bir ilim ve kudret bulunmayınca da, o zaman,
aklın bedaheti ile onlara tapmanın yanlış okluğu anlaşılmış olur. O halde,
"Aflah'm dışında kendisine Kıyamete kadar cevap vermeyecek kimseye
tapmakta olan kimseden daha sapık olanı kimdir?" ifâdesinin başındaki istifham,
istifhâm-ı inkar! olup, mana şöyledir: "Allah'ı bırakıp da, putlara tapan
ve böylece de onları ilah edinip onlara ibâdet edenden, haktan daha uzak ve
cehalete de yakın hiçbir kimse yoktur. Çünkü bu putlar, duâ edildiğinde
duymazlar. Onların bu dualara, ne şu anda, ne de bu günden sonra, Kıyamete
değin cevap vermeleri söz konusu değildir." Bu ayette, Kıyamet bu işin son
noktası kılınmıştır. Çünkü Kıyamet gününde, Cenâb-ı Hakk'ın o putları
dirilteceği, böylece de o putlar ile putlara tapanlar arasında karşılıklı bir
konuşmanın meydana geleceği, bundan dolayı da Cenâb-ı Hakk'ın bu günü bir
sınır, son nokta kıldığı ileri sürülmüştür.[8]
Kıyamet koptuğunda, insanlar bir araya getirildiklerinde bu putlar,
kendilerine tapan o kimselere düşman olacaklardır. Alimler bu hususta ihtilâf
etmişlerdir. Ekserisi, Allah Teâlâ'mn, bu putları Kıyamet gününde dirilteceği
(onlara can vereceği) ve bu putların da, kendilerine tapan o kimselere düşman
olduklarını ortaya koyacaklarını ve onlardan teberri edip uzaklaşacaklarını
söylerlerken, bazıları da, ayetin bu ifadesi ile, meleklere ve Hz. İsa (a.s)'ya
tapanların kastedildiğini, zira meleklerin ve Hz. İm (a.s)'nın, Kıyamet
gününde, kendilerine tapan kimselere olan düşmanlıklarını izhar edeceklerini
söylemişlerdir.[9]
Eğer, "Ayetteki
"Halbuki bunlar, onların tapmalarından da habersizdirler"
ifadesiyle ne kastedilmiştir? Birer cansız varlık demek olan bu putların
"gafil" olmakla vasfedilebilmeleri nasıl düşünülebilir? Yine bu
putları, ancak akıllı kimseler hakkında kullanılan ifadeleriyle tavsif etmek
nasıl caiz olabilir?" denilirse, biz deriz ki: O putperestler, o putlara
tapıp, onlan zarar veren fayda sağlayan kimseler yerine koyunca, onlar
hakkında, onların duymayan, icabet edemeyen gafil kimseler mertebesine
konulduklarının söylenmesi uygun
olabilmiştir. Bu cevap aynı zamanda, onlar hakkında lafızlarının nasıl
kullanıldıklarına da bir cevaptır. Bu ifade ile, Allah'ın dışında kalan melek,
Hz. Isa (as), Uzeyr ve putlar gibi, kendisine tapınılan her şeyin kastedilmiş
olduğu, ancak ne var ki, put olmayanların (melek, Hz. İsa, Uzeyr gibi) putlara
tağlib edilmiş olmaları da mümkündür.[10]
Bil ki Allah Teâlâ, tevhidini, eşi ve benzeri olmadığını anlatma
hususunda ayetler getirince, nübüvvet meselesi hususunda da konuşmuş ve Hz.
Muhammed (s.a.s)'in, o kâfirlere her ne zaman o çeşitli mucizelerinden birisini
sunduğunda, onların, onun
bir büyü olduğunu iddia ettiklerini de beyân etmiş ve "... Karşılarında açık açık ayetlerimiz
okunduğu zaman..." buyurmuştur ki bu, "Onlara, apaçık ayetlerimiz
okunup ve onlara, açık olan mucizelerimiz sunulduğunda onlar bütün bunları büyü
diye nitelemişlerdir" demektir. Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin, izhâr edilen o
mucizelere büyü dediklerini beyân buyurunca, onların, Kur'ân'ı duydukları her
seferinde, "Muhammed onu uydurdu; onu kendiliğinden söylüyor.."
dediklerini de beyan etmiştir. ifadesinin başındaki 'deki hemze, inkâr ve taaccüb içindir. Buna
göre adeta sanki, "Bırak bu yaramaz şeyleri de, şu enteresan, duyulmamış
ve hayranlık veren sözleri dinle" denilmek istenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı
Allah, (Peygamberin ağzından) onların o şüphelerinin bâtıl olduğunu beyan etmek
için şöyle buyurmuştur: "Faraza, bu Kur'ân'ı ben uydurdu isem, bilin ki,
Allah Teâlâ bana, bu iftiranın cezasını, bu dünyada peşinen verecektir. Ve siz
de benden bu cezayı savuşturmaya muktedir değilsiniz. O halde daha nasıl olur
da, ben böylesi bir iftiraya yeltenirim de, kendimi O'nun cezasına duçar
kılarım?.." Nitekim Arapça'da birisi öfkelendiğinde, "Falanca
kendisine sahip değil" ve yine, birisi katî olarak birşey yapmaya karar
verdiğinde, "Falanca, falancanın yularını tutmaya, engellemeye malik
değil" deyimleri kulllanılır.... Bu ifadenin misli olan ifadeler de,
(Maide, 17) .. (Maide, 41) ayetleriyte, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
"Allah'ın azabı hususunda size hiçbir şey yapmaya malik değilim.."
ifadesidir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O,
sizin ona dair ne
taşkınlıklar yapıp durduğunuzu çok iyi bilendir" buyurmuştur ki
bu, "Allah, vahy-i ilahî yaralama, ayetlerini tenkit etme ve ayetlere
bazen büyü, bazen de uydurma ve yalan adını takmanız gibi, yapmış olduğunuz
aşırılık ve taşkınlıkları en iyi bilendir. "Benimle sizin aranızda şahid
olarak o yeter" yani "O, benim doğruluğuma, sizin de yalancı ve
inkarcı oluşunuza şahitlik etmektedir" buyurmuştur. Bu ayetlerde,
"ilim" ve "şehâdet" ifadelerine yer verilmesi, o
müşriklerin ta'n ve kınamalarını sürdürmeleri konusunda, onlara bir tehdittir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak "O
çok affeden, çok merhametli olandır" buyurmuştur. Bu, "Allah,
küfründen dönüp, tevbekâr olup, yaptıkları şeyin büyüklüğüne rağmen Allah'ın
kendileri hakkında vermiş olduğu hükme razı olanlara karşı gafur ve
rahîmdir" demektir.
[11]
"De ki: "Peygamberliğini bildiren ilk insan ben değilim. Bana
ve size ne
yapılacağını
bilemem. Ben, bana vahyolunmakta bulunanlardan başkasına
uymuyorum. Ben, apaçık
korkutandan başkası da değilim." De ki: "Bana
haber verin, eğer (bu
Kur'ân) Allah tarafından (gönderilmiş) olup da, siz onu
inkâr ediyorsanız ve
îsrailoğullarından bir şahit de onun benzerine (istinaden)
buna şahitlik etmiş ve iman
etmiş olduğu halde, siz (iman etmeyi) kibrinize
yediremiyorsanız (zulmetmiş olmaz
mısınız?)." Şüphe yok ki Allah, o zalimler
güruhunu muvaffak etmez". O kâfirler,
iman edenler hakkında dediler ki:
"Eğer (iman) bir hayır olsaydı, bizden önce
onlar ona erişemezlerdi." (Bunu
söyleyenler), onunla hidayeti kabul etmedikleri için
de, Bu, eski bir
yalandır" diyeceklerdir. Ondan evvel de bir rehber ve bir rahmet
olarak,
Musa'nın kitabı
vardı, işte bu da, zalimleri korkutmak ve iyi hareket edenlere
bir müjde olmak üzere,
Arapça bir dille (gönderilen ve Tevrat'ı) tasdik eden
bir kitaptır"
(Ahkaf, 9-12).
Bil ki, Allah Teâlâ onlardan, onların, Kur'ân-ı Kerim'in mucize olması
hususunda, peygamberin onu kendiliğinden uydurup sonra da, bir yalan olmak
üzere, bunun Allah'ın kelâmı olduğunu söylediklerini nakledince, onların bir
başka şüphelerini de nakletmiştir ki, o da şudur: "Bu kâfirler, Hz.
Muhammed'den, ezici, ilginç mu'cizeler vermesini istiyorlardı. İşte Cenâb-ı Hak
bu hususa, "De kİ; "Peygamberliğini bildiren ilk insan ben
değilim" buyurmak suretiyle cevap vermiştir. (bid’) ve
(bedi’) "başlangıç" demektir. "Bid'at" ise sünnette
olmaksızın ortaya çıkarılan yeni şeye denir. Ayetin bu ifadesi hususunda şu
izahlar yapılabilir:
a) Bu ifade, "Ben, o
peygamberlerin ilki değilim, binâenaleyh benim, "Ben, Allah tarafından
size gönderilmiş bir peygamberim" şeklindeki haberimi yadırgamamanız
gerekir ve benim sizi Allah'ın birliğine çağırmamı, putlara tapmaktan
nehyedişimi yadırgamamanız gerekir. Çünkü
bütün peygamberler, işte
ancak bu yolla gönderilmişlerdir" anlamındadır.
b) O müşrikler, Hz. Muhammed
(s.a.s)'den büyük mucizeler göstermesini ve gaybtan haber vermesini
istemişlerdir. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s), "Ben, peygamberlerin
ilki değilim" demiştir ki, bu, "Böyle kahir ve kesin mucizeler
getirip gaybfardan haber vermek, beşerin
takati dışındadır. Ben de
peygamberler cinsinden bir peygamberim. Halbuki, o peygamberlerden hiçbiri,
sizin istediğiniz şeylere kadir olamamışlardır. O halde onlara ben nasıl kadir
olabilirim?" demiştir.
c) O müşrikler, Hz. Muhammed
(s.a.s)'i yemek yemesi, çarşıda dolaşması ve kendisine tâbi olanların fakir
olması ile kınıyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Ben,
peygamberlerin ilki değilim. Onların hepside böyleydi ve bu durumdaydı.
Binâenaleyh, bu saydığınız şeyler, onların nübüvvetlerini. zedelemediğine göre,
benim nübüvvetimi de zedelemez.." dedi[12]
Daha sonra Hz. Peygamber
(s.a.s), "Bana ve size ne yapılacağını bilemem.." buyurdu. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[13]
Ayetin tefsiri hususunda şu İki
izah yapılabilir:
a)
Ayetin ifade ettiği mana,
dünya hallerine hamlediiebilir.
b) Ahiret hallerine
hamlediiebilir..
Bunlardan birincisi hususunda
şu İzahlar yapılabilir:
1) "Ben, benim ve sizin
işinizin nereye varıp dayanacağını ve bizden hangimizin galib, hangimizin de
mağlub olacağını bilemem.."[14]
2)
Kelbî'nin rivayetine göre Ibn
Abbas şöyle demiştir:
"Mekke'de Hz. Muhammed
(s.a.s)'in ashabının başına gelen belâlar son derece şiddetlenince, Hz.
Peygamber (s.a.s), rüyasında hurmaiı, ağaçlı ve sulu bir yere hicret edeceğini
gördü. Ve bunu ashabına anlattı. Derken, ashabı sevindi. Ve bunun, müşriklerden
yana olan, içine düştükleri o eziyyetlerden bir kurtuluş olacağını sandılar.
Derken, bir müddet beklediler, fakat buna dair, herhangi bir eser ve ipucu
göremediler. Bunun üzerine ashâb, "Ey Allah'ın Resulü, söylediğine dair
herhangi bir alâmet göremedik. Biz, rüyanda gördüğün o topraklara, o arazi ve
mıntıkaya ne zaman hicret edeceğiz?" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s) sustu. Derken, Allah Teâlâ, "Ben, Allah'ın bana ve size ne yapacağını
bilemem. Bu, rüyamda gördüğüm bir şeydi. Bense, ancak Allah'ın bana
vahyettiğine tabi olurum." mealindeki ayetini inzal buyurdu.
3) Dahhâk, bu ifadenin
manasının şöyle olduğunu söylemiştir: "Mükellefiyet, şer'î hükümler,
cihad, sınanma ve intikam hususlarında, benim ve sizlerin ne ile
emrolunduğumuzu bilemem. Ben, sizi ancak Allah'ın, mükâfaat ve ceza hususunda
ahiret hallerine dair bana bildirdiği şeyler ile uyarıyorum.."
[15]
4)
Bu ifade ile, "Ben,
dünyada bana ne yapılacağını, (yatak) ölümüyle mi öleceğimi, yoksa, tıpkı
benden önceki peygamberlerin öldürüldüğü gibi Öldürülecek miyim bilemem. Yine
ben, ey yalanlayan güruh, size ne yapılacağını; gökten taşlarla taşlanacak
mısınız, yoksa yerin dibine mi geçirileceksiniz, yoksa size, diğer ümmetlere
davranıldığı gibi mi davranılacak, bilemem.." manası kastedilmiştir.
Bunlardan ikincisine, yani, ayetin ifâde ettiği mananın, ahiret
hallerine hamledilmesine gelince, İbn Abbasın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Bu ayet nazil olunca, müşrikler, münafıklar ve yahudiler sevinerek,
"Biz, kendisine ve bize ne yapılacağını bilmeyen bir peygambere nasıl tâbi
oluruz?" dediler de, bunun üzerine Cenâb-ı Allah, "Biz sana, apaşikâr
bir fetih müyesser eyledik, (Bu), geçmiş ve gelecek günahını Allah 'm bağışlaması...
içindir... İşte bu, Allah İndinde en büyük kurtuluş ve
saadettir"(Feth, 1-5) ayetlerini
indirdi ve böylece, peygambere ve ona tabi olanlara ne yapacağını beyan
buyurdu. İşte bu sebeple de, bu ayet, neshedildi. Allah, münafıkların ve
müşriklerin burnunu sürttü."
Muhakkik ulemanın ekserisi, bu görüşü uzak bir ihtimal saymış ve bu
husustaki delillerini de şu şekilde sıralamışlardır:
1) Hz. Muhammed (s.a.s)'in,
mutlak, kendisinin bir peygamber olduğunu bilmesi gerekir. O, kendisinin bir
peygamber olduğunu bilince de, kendisinden büyük günahların südûr etmeyeceğini
ve bağışlanacağını da bilir. Durum böyle olunca da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
bu günahlarının bağışlanıp bağışlanmayacağı hususunda şüpheye düşmesi de
imkânsız olur.
2) Peygamberlerin velî
kimselerden daha üstün halde olduklarında şüphe yoktur. Binâenaleyh Cenâb-ı
Hak, velî kimseler hakkında, "Rabbimiz Allah'dır" deyip de sonra
doğruluğu iltizâm edenlere (evet) onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da
olmayacaklardır" (Ahkâf, 13) buyurunca, müttakîlerin önderi,
peygamberlerin ve velîlerin lideri olan Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kendisinin
bağışlananlardan mı, yoksa azâb görenlerden
mi olduğu hususunda bir şüphe içinde
bulunması nasıl düşünülebilir?!
3)
Allah Teâlâ, "Allah,
elçiliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir.." (En'âm. buyurmuştur ki,
bununla o peygamberin halinin mükemmelliği ve Allah'ın huzuruna alabildiğine
yakın olduğu kastedilmiştir. Binâenaleyh, hali böyle olan bir kimsenin,
kendisinin azâb görenlerden mi yoksa bağışlananlardan mı olduğu hususunda bir
şüphe İçinde bulunması ona nasıl uygun düşer? Böylece, bütün bunlardan bu
görüşün zayıf olduğu anlaşılmıştır.[16]
Keşşaf sahibi, "Allah'ın
ne yapacağı..." anlamında, yâ'nın
fethasıyla, (Ma yef'alu...) şeklinde de okunduğunu
söylemiştir. Buna göre şayet karşı taraf, "Ayetteki
ifâdesi müsbettir, menfî değildir.
Binâenaleyh, ayetin, şeklinde değil de, şeklinde olması daha uygun
olurdu..."
derse, biz deriz ki: İfadenin takdiri, "Ben, bana ne yapılacağını bilemem;
ben
size ne yapılacağını bilemem..." şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ben, bana vahyoİunmakta bulunanlardan
başkasına uymuyorum..." buyurmuştur ki bu, "Ben, söylediğim sözleri
ve yaptığım işleri, vahyin muktezâsına göre söyler ve yaparım" demektir.
Kıyası kabul etmeyenler bu ayete tutunarak, şöyle demişlerdir: Mz.
Peygamber (s.a.s), söylediği her sözü, yaptığı her işi, Allah'ın kendisine
vahyettiği nass ile söyleyip yaptığını ifâde etmiştir. Binâenaleyh, bizim
durumumuzun da böyle olması gerekir. Bunlardan birincisinin, yani onun ancak
vahye dayandığının delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben, bana vahyoİunmakta
bulunanlardan başkasına uymuyorum..."ifadesidir. İkincisinin, yani, bizim
de böyle olmamız gerektiğinin delili, "Ve ona uyun..." (A'râf, 158)
ayetiyle, "Artık onun emrinden uzaklaşıp gidenler ... çekinsinler.."
(Nûr, 63) ayetidir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ben, apaçık korkutucudan başkası da
değilim" buyurmuştur. Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, çok
ileri derecede mucizeler getirmesini ve gaybtan haberler vermesini
istiyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "De ki:
"Ben, apaçık bir uyarıcıdan başkası da değilim. Beşerin kudreti dışında
kalan işlere kadir olan ve gayblan bilen, sadece Allah Teâlâ'dır" demesini
emretti.[17]
Daha sonra Cenâb-ı Hak ki: "Bana eğer (bu Kur'ân) Allah tarafından
(gönderilmiş) olup da, siz onu inkâr ediyorsanız ve Israiloğuİlanndan bir şahit
de onun benzerine (istinaden) buna şahitlik etmiş ve iman etmiş olduğu halde,
siz (iman etmeyi) kibrinize yediremiyorsanız, (zulmetmiş olmaz mısınız?)"
buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[18]
Ayetteki şartın cevabı mahzûf olup kelamın takdiri şöyledir: "Eğer
bu kitap Allah katından ise, siz de onu inkâr etmiş
iseniz ve onun doğruluğuna
dair İsrailoğullarından birisi de şahitlik etmiş de siz de bu hususta büyüklük
taslamış iseniz, hiç şüphesiz sizler, hüsrana uğrayanlardan
olmuşsunuzdur.." İşte bu ayetteki cevap hazfedilmiş olup, bunun bir
benzeri de senin, "Şayet ben sana iyilik etmiş, sen de bana kötülük
etmişsen... ve, ben sana yönelmiş, ama sen benden yüz cevirmissen, muhakkak ki
sen bana zulmetmişsindir!" şeklindeki sözündür. İşte buradaki takdir de
böyledir.
Yani, "Söyleyin bakalım, şayet bu Kur'ân'ın, mahlûkatın kendisine
muarazada bulunamaması sebebiyle Aliah katından olduğu sabit olmuş, siz de onu
inkâr etmiş ve İsrâiloğullarının en bilgini de onun Allah katından bir mucize
olduğuna şehâdet etmiş, siz ise büyüklük taslayıp inkâr etmiş iseniz, o zaman
siz, insanların en sapığı olmaz mısınız?.." demektedir.
Bil ki, şartın cevabı, bazı ayetlerde hazfedilmiş, bazı ayetlerde ise
zikredilmiştir! Hazfedil meşine gelince bu, hem bu ayette, hem de Cenâb-ı
Hakk'ın, "Bir Kur'ân ki, eğer onunla dağlar yürütülseydi veya onunla yer
parça parça edilseydi, yahut onunla ölüler konuşturulsaydı..." (Ra'd, 3)
ayetinde olduğu gibidir. Bunun zikredilmesine gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın,
"De ki: "Eğer (Kur'ân) Allah nezdinden de sonra siz onu inkâr etmişseniz,
bana haber verin, derin bir muhalefette bulunanın ta kendisi olan (siz) den
daha sapık kimdir?" (Fussilet, 52) ve "De ki: "Eğer Allah
üzerinizde geceyi ta Kıyamete kadar fasılasız devam ettirirse, Allah'tan başka
size bir ziya getirecek Tanrı kimdir?.." (Kassas. 7) ayetlerinde olduğu
gibidir.[19]
Alimler ayetteki, "îsrailoğullanndan bir şahit de .. buna şahitlik
etmişse.." ifadesiyle ne kastedildiği hususunda ihtilâf edip, şu iki
görüşü belirtmişlerdir:[20]
Birinci Görüş: Bu, ekseri ulemanın benimsediği görüş olup, bu şahit,
Abdullah İbn Selâm'dır. Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Hz.
Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Abdullah İbn Şelfim, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yüzüne baktı. Böylece bu yüzün, yalancı bir yüz olmayacağını anladı,
bu hususta düşündü ve tefekkürde bulundu. Neticede bunun, beklenen peygamber
olduğu kararına vardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Ben sana,
sadece peygamberlerin bilebileceği şu üç şeyi soracağım..." dedi:
a)
"Kıyamet alâmetlerinin
ilki nedir?
b)
Cennetliklerin yiyeceği ilk
yiyecek nedir?
c)
Çocuk babasına mı, anasına
mı çeker?.."
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu; "Kıyamet
alametlerinin ilki, insanları doğudan batıya doğru süren, batıda toplayan
ateştir. Cennet ehlinin yiyeceği ilk yiyecek ise, balık ciğerinin fazlasıdır.
Çocuğa gelince, erkeğin suyu daha önce gelirse, çocuk erkeğe; kadının suyu daha
erken gelirse, çocuk anneye çeker, benzer.."*® Bunun üzerine Abdullah İbn
Selâm, "Ben, senin şüphesiz Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet
ederim.." dedi ve sözüne şunları ekledi: "Yahudiler iftiracı bir
toplumdur. Eğer onlar, sen beni onlara sormazdan önce, benim İslâm olduğumu
arılarlarsa, bana senin yanında iftirada bulunurlar.." Derken, yahudiler gelince,
Hz. Peygamber (s.a.s), "Aranızdaki Abdullah, nasıl bir kimsedir?"
deyince, onlar, "Bizim en iyimizdir, en iyimizin oğludur, efendimizdir,
efendimizin oğludur, en bilginimizdir ve en bilginimizin oğludur.."
dediler. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s), "Ya Abdullah müslüman
olursa .. ne dersiniz?" deyince, onlar, "Allah, onu
bundan korusun.."
dediler. Derken, Abdullah huzura çıktı ve, "Allah'tan başka ilâh
olmadığına, Muhammed (s.a.s)'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim"
dedi. Bunun üzerine onlar, "Bizim, en kötümüz ve en kötümüzün oğludur
o.." dediler ve Abdullah'ın hakkını ketmettiler. Bunun üzerine Abdullah,
"Ey Allah'ın Resulü, işte benim korktuğum buydu.." dedi. Sa'd İbn Ebî
Vakkas da, "Ben, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, Abdullah İbn Selâm hariç,
yeryüzünde yürüyen hiçkimse için, onun cennetliklerden olduğunu söylediğini
duymadım.. Ayetteki, "Israiloğullarından bir şahit de buna şahitlik
etti.." ifadesi de onun hakkında nazil olmuştur" demiştir.
Bil ki Şa'bî, Mesrûh ve bir kısım âlim, bu ayette bahsedilen "Şâhid"in,
Abdullah İbn Selâm olduğunu kabul etmeyip şöyle derler: "Çünkü Abdullah b.
Selâmın müslüman oluşu Medine'dedir ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından iki
yıl öncesine rastlar. Bu sûre ise Mekkîdir. Binâenaleyh, Mekkî olan bu ayeti,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Medine'de yaşadığı yılların sonunda vuku bulmuş bir
hâdiseye hamletmek nasıl mümkün olur?" Kelbt, bu görüşe şu şekilde cevap
vermiştir: "Sûre Mekkîdir, ama bu ayet Medenîdir. Çünkü ayetler nazil
oluyor ve Hz. Peygamber (s.a.s), bu ayetleri belli sûrelerin belli yerine
koymakla emrolunuyordu. Binâenaleyh bu ayet de Medine'de nazil oldu, ama Hak
Teâlâ peygamberine bunu bu Mekkî sûrenin, işte bu yerine koymasını
emretmiştir."
Birisi şöyle diyebilir: "Sizin, Abdullah İbn Selâm hakkında
naklettiğiniz bu şey, bir müşkillik arzeder. Çünkü rivayetin zahiri, Abdullah
İbn Selâm (r.a)'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, bu üç soruyu sorup, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in de o cevapları verdiğinde, Abdullah'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'in o
cevapları vermesinden ötürü, iman ettiği zannını uyandırır ki bu, şu iki
sebepten ötürü oldukça uzak bir ihtimaldir:
a)
Kıyamet alâmetlerinin ilkini
ve cennetliklerin yediği ilk yiyeceğin ne olduğunu haber vermek, mümkin
şeylerden bir şeyin vukuunu haber vermektir. Böyle bir şey hakkındaki haberin
doğru olması, herşeyden önce haberi verenin doğru sözlü olduğu bilindiği zaman
ancak bilinebilir. Binâenaleyh eğer biz, haberin doğru oluşundan hareketle,
haber verenin doğruluğunu anlamaya çalışırsak, bu, devr-i fasit olur. Halbuki
devr-i fasit imkânsızdır.
b)
Bu sorulara verilen
cevapların ve onları bilmenin akla mucize noktasına ulaşamayacaklarını kesin
olarak bilmekteyiz. Hatta, daha çetin sorulara verilen kesin cevaplar bile,
mucize olma noktasına ulaşamadıklarına göre, bu gibi sorulara verilen böylesi
cevapların mucize noktasına ulaştıklarını söylemek nasıl mümkün olur?"
Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Geçmiş peygamberlerin kitaplarının
birinde, âhir zaman peygamberine bu soruların sorulacağı ve onun işte bu
şekilde cevap vereceği yer almış; Abdullah İbn Selâm'ın da, bunları bildiği
için, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu soruları sorduğunda, Hz. Peygamber (s.a.s) bu
şekilde cevap verince, bu sayede onun, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Allah
tarafından gönderilmiş hak bir peygamber olduğunu anlamış olması muhtemeldir.
İzah bu şekilde yapılınca, artık bu cevapları bilmenin mucize olduğunu
söylememize gerek kalmaz. Allah en iyi bilendir.
İkinci Görüş: Ayetteki bu ifadeyle, belli
bir şahıs kastedil mey ip, aksine bununla, te. Muhammed (s.a.s)'den, Tevrat'ta
bahsedilmiş olduğu, orada geleceği müjdesinin serildiği anlatılmaktadır. Buna
göre ayetin takdiri manası: "Eğer âdil ve Tevrat'ı bilen air kimse bunu
kabul ve itiraf edip, sonra da Hz. Muhammed (s.a.s)'e İman etse ve siz de onu
inkar etseniz kendinize zulmetmiş ve hakdan sapmış olmaz mısınız?"
şeklinde olur. Binâenaleyh bu mana, ayetin bu ifadesiyle ister belli bir şahıs
kastedilsin, ister edilmesin, her zaman söz konusudur. Çünkü bu ayetin esas
maksadı, Kur'an'ın Allah katından oluşunun kesin mucizelerle sabit olduğuna,
Tevrat'ın da, Hz. Muhammed (s.a.s)'in geleceği müjdesini taşıdığını bildirmek
ve bu iki gerçeğe rağmen, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini kabul
etmemenin akla yakışmadığını belirtmektir[21]
Ayetteki "Onun benzerine ..." İfadesi hakkında, âlimler bazı
izahlar yapmışlardır. Ama doğruya en yakın
olanı şöyle dememizdir: Hz. Peygamber (s.a.s), o
Mekke müşriklerine, "Söyleyin bakalım, bu Kur'ân, benim dediğim gibi,
Allah katından ise ve söylediğimin bir benzerine de İsrailoğullanndan birisi
şehâdet edip, böylece imana erip, siz tekebbür eder, kibirlilik taslarsanız
kendinize zulmetmiş olmaz mısınız?" demek istemiştir.[22]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphe yok ki Allah zâlimler güruhunu
hidayete erdirmez" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:[23]
Bu, bir tehdid olup, ayette açıkça zikredilmeyen, cevabın yerini tutan
bir ifadedir ve takdirî manası, "De ki: "Söyleyin
bakalım, eğer bu Kur'ân
Allah katından ise ve siz onu inkar eder iseniz, sizler hidayete erenler değil,
aksine sapıtmış kimseler olursunuz" şeklindedir[24]
Mu'tezile şöyle demektedir: "Bu ayet, herşeyden önce,
Cenab-ı Hakk'ın, kullardan
sadır olan kötü fiillerine karşılık,
onları hidayetten menettiğini gösterir. Çünkü ayetteki,
"Şüphe yok ki Allah
zâlimler güruhunu hidayete erdirmez" ifadesi, kendilerine
zulmettikleri (günah
İşledikleri) için, Allah'ın onları, hidayete erdirmediği hususunda
açık bir ifadedir.
Binaenaleyh onları, iman ve hidayetten men hususunda gelen bütün
ayetlerde durumun buradaki
gibi olduğuna İnanmaları gerekir/' Allah en iyi bilendir.[25]
Daha sonra Cenab-ı Hak, "O kafirler, İman edenler hakkında dediler
ki: "Eğer (iman) bir hayır obaydı, bizden önce onlar ona
erişemezlerdi" buyurmuştur. Bu İfadeyle İlgili birkaç mesele vardır:[26]
Ayetin bu ifadesi, Mekke'li müşriklerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamberliğini inkâr hususunda ileri sürdükleri bir diğer şüpheyi ortaya
koymakta olup, sebeb-i nüzulü hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu söz, Mekke kâfi
derinindir. Onlar şöyle demişlerdir: Muhammed'e uyanlar, genelde, Ammâr, Suheyb
ve Ibn Mes'Ûd gibi fakir ve zavallı kimselerdir. Eğer bu din, iyi, güzel ve
hayırlı birşey olsaydı, onlar buna tabî olmada bizi geçemezlerdi."
b)
Rivayet edildiğine göre,
Cüheyne, Müzeyne, Eşlem ve Gıfâr kabileleri müslüman olunca, Âmir, Gatafan,
Esed ve Eşca' kabileleri, "Eğer bu din, iyi, güzel ve hayırlı bir şey
olsaydı, kuzularımızın çobanları olan bu kabileler, bizden Önce ona girmezlerdi"
demişlerdir.
c) Rivayet olunduğuna göre,
Hz. Ömer'in bir cariyesi müslüman olmuş ve henüz müslüman olmamış olan Ömer
onu, yoruluncaya kadar dövüp dururmuş ve "Eğer yorulmasaydım daha fazla
döverdim" dermiş. Bunun üzerine Kureyş kâfirleri, "Eğer Muhammed (s.a.s)'in
davet ettiği din, hak olsaydı, bu câriye bizden önce o dine giremezdi"
dediler.
d)
Yine rivayet olunduğuna
göre, bu sözü yahûdîler, Abdullah b. Selâmın yanında söylerlermiş[27]
Alimler, ifadesindeki lâm edatının hangi çeşıdden olduğu hususunda şu
iki izahı yapmışlardır:
1) Bu cümle hitab tarzında bir
ifade olup, "Kâfirler bizzat mü'minierin yüzüne böyle dediler"
manasındadır. Bu tıpkı, "Zeyd Amlr'e, yani yüzüne şöyle dedi" cümlesi
gibidir. Daha sonra hitab üslûbu bırakılıp, gayb üslûbuna geçilmiştir. Bu
tıpkı, "Siz gemilerde olup,
gemiler onlan (yani sizi) götürdüğünde..."(Yûnus,22) ayetinde
olduğu gibidir.
2)
Keşşaf sahibi, bu lâm'ın,
"lâmu'l-ecl" olduğunu ve mananın "O kâfirler, iman edenlerin,
imanlarından ötürü böyle söylemişlerdir" şeklinde olduğunu söyler.
3)
Bana göre burada, şöyle bir
üçüncü İzah da yapılabilir: Kâfirler, bazı kimselerin, Hz. Muhtmmed (s.a.s)'e
iman ettiklerini duyunca, yanlarında bulunan mü'minlere hitab ederek,
"Eğer bu din hayırlı (iyi bir şey) olsaydı, onlar, yani müslüman olan o
kimseler-, bu işte bizi geçemezlerdi" demişlerdir.
Bil ki Allah Teâlâ o kâfirlerin bu sözlerini nakledince, buna,
"(Bunu söyleyenler), onunla hidayeti kabul etmedikleri için de, "Bu
eski bir yalandır" diyeceklerdir" buyurarak cevap vermiştir. Bu,
"kâfirler, bunun bir mucize okluğunu aniamayınca, "Bu eski bir
yalandır" derler" manasındadır. badesinde amel eden bir âmilin
bulunması gerekir. Yine ifadesinin
taalluk edeceği bir şeyin bulunması gerekir,
ifadesinin, mâzî ve istikbale delâlet eden ifadeler birbirine zıd olduğu
için, buradaki zarfında âmil olması
doğru olmaz. Dolayısıyla bu ifade nasıl izah edilebilir?
Buna şu şekilde cevap veririz: Buradaki İz zarfının âmili, sözden
anlaşıldığı için hazfedilmiş olup, takdiri, "Onlar bununla hidayete
ermedikleri zaman, inadları ortaya çıktı ve "Bu, eski bir yalandır"
dediler" şeklindedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Ondan evvel de bir rahmet olarak Musa'nın kitabi vardı"
buyurmuştur. Buradaki, "Musa 'nın kitabı" mübteda, (ondan evvel)
İfadesi de, mübtedadan önce gelmiş zarf olan haberdir. "İmamen"
kelimesi de, "hâl" olarak mansub olup, bu ifade tıpkı, "Zeyd, ayakta olarak evdedir" demen
gibidir. kelimesi şeklinde de okunmuştur. Buna göre mana,
"O (Muhammed)'den önceki zâta da Tevrat'ı verdik" şeklindedir.
Ayetteki "imamen" kelimesi, "uyulan şey" demek
olup, tıpkı imama uyulduğu gibi, Allah'ın dini ve kanunları hususunda kendisine
uyulan, yolunca gidilen şey" demektir. "Rahmeten" de, ona iman
edip, o kitabtakilerle amel edenlere bir rahmet olarak..." demektir.[28]
Bu ifadenin, kendisinden önceki ifadelerle ilgi ve münasebetinin izahı
şöyledir: Müşrikler, Kur'ân'ın doğruluğu hususunda ta'n (tenkid) de bulunmuş ve
"Eğer bu din iyi ve güzel birşey olsaydı, fakirler ve zavallılar, bu dine
bizden önce girmezlerdi" demişlerdir. Cenâb-ı Hak da sanki şöyle demek
istemiş: "Bu Kur'ân'ın doğruluğuna delâlet eden şeylerden birisi de şudur:
Sizler, Allah Teâlâ'nın, Hz. Musa (a.s)'ya Tevrat'ı indirip, bu kitabı uyulan
bir rehber yaptığını kabul ediyorsunuz. Ama o Tevrat, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
peygamber olarak geleceği müjdesini taşımaktadır. Binâenaleyh Tevrat'ın,
uyulacak bir rehber (kılavuz) kitab olduğunu kabul ettiğinize göre, bu kitabın,
Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah tarafından gönderilmiş hak peygamber olduğu
hususundaki hükmünü de kabul ediniz[29]
Cenâb-ı Hak daha sonra ... "İşte bu da, zâlimleri uyarmak ve iyi
hareket edenlere bir müjde olmak üzere, Arapça bir dille (gönderilen ve
Tevrat'ı) tasdik eden bir kitabtır" buyurmuştur. Yani bu Kur'ân, Muhammed
(s.a.s)'in, Allah tarafından görevlendirilmiş, hak bir peygamber olduğu
hususunda, Musa (a.s)'nın kitabı, Tevrat'ı doğrulamaktadır. "Lisânen"
kelimesi, hâl olarak mansubtur. Ibn Abbas (r.a), "Ayetteki
"zâlimler" ifadesiyle Mekke müşrikleri kastedilmiştir" der. Yine
ayetteki, fiilinin iki değişik kıraati
vardır:
a)
Bu ayetler daha çok muhatab
sigasıyla geldiği için, bu da muhatab olarak, tâ ile"Sen inzar edesin
diye" şeklinde okunmuştur. Nitekim Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde de,
(Araf, 2)buyurmuştur.
b)
Bu kelime, daha önce geçen
hitab fail kabul edilerek, yâ ile (O inzar etsin diye) şeklinde okunmuş ve bu
zamiri, Hz. Peygamber (s.a.s)'e isnâd edildiği
gibi, Kitab'a da isnâd edilmiştir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde, "Hamd, kulu (Muhammed'e), (kâfirleri)
tarafı ilâhîsinden en çetin bir azab ile korkutsun diye o kitabı indiren
Allah'a mahsustur.."(Kehf, 3)
buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak sonra da "İyi hareket edenlere bir müjde olmak
üzere..." buyurmuştur. Zeccâc, en uygun olanın, bu "büşrâ"nın
ref mahallinde olması ve takdirinin, ... "Bu bir müjdedir..."
şeklinde olduğunu söylemiş ve bunun, "zulmedenleri inzâr edesin ve
muhsinler için bir müjde olsun diye..." manasında olmak üzere, nasb
mahallinde de olabileceğini belirtmiştir. Velhasıl bu kitabın indiriliş
maksadı, yüz çevirenleri inzâr ve itaat edenleri müjdelemektir.[30]
"Rabbimiz Allah'tır" deyip, sonra dosdoğru olanlara, işte
bunlara hiçbir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklardır. Bunlar, cennet
ashabıdırlar.
işlemekte
oldukları (sâlih amellerine mükâfaat olarak, orada ebedî
kalacaklardır. Biz insana, ana-babasma iyilik etmesini tavsiye ettik.
Anası onu
(karnında)
zahmetle taşıdı, zahmetle de, doğurdu. Onun bu taşmışı ve sütten
kesilmesi otuz aydır.
Nihayet o, delikanlılık çağına erdiği ve kırk yaşma
vardığı zaman şöyle der:
"Ya Rabbi, hem beni, hem de ana-babamı
nimetlendirdiğin için şükretmeyi ve razı
olacağın iyi amel ve hareketlerde
bulunmayı bana ilham et (kolaylaştır). Soyum-sopum hakkında
da benim
için, salah
nasib et. Şüphesiz ben sana döndüm. Şüphesiz ben teslim
olanlardanım. İşte bunlar
-ki cennet yaranı içindedirler
işlediklerinin en
güzellerini kabul edeceğimiz, günahlarını bağışlayacağımız kimselerdir.
Bu,
onların va'dolunduklan gerçek bir vaaddir"
(Ahkâf, 13-16).[31]
Bil ki Allah Teâlâ tevhidinin ve nübüvvet müessesesinin delillerini
anlatıp, karcıların şüphelerine yer verince ve bunları cevaplayınca, bunun
peşinden, hakkı
bulan ve
savunanların yolunu da anlatarak "Rabbimiz
Allah’tır"
deyip, sonra dosdoğru olanlar..." buyurmuştur ki bu İfadenin ne demek
olduğunu Secde Sûresi'nde
anlatmıştık.
Bu iki sûredeki ifadeler arasındaki fark şudur: Cenâb-ı Hak, Secde
Sûresi'nde, meleklerin inerek, "Korkmayın, üzülmeyin" diyeceklerini
belirtmiş; burada ise aradaki vasıtayı kaldırarak, bizzat kendisi, "îşte
bunlara hiçbir korku yoktur. Bunlar mahzun da olmayacaklardır"
buyurmuştur. Binâenaleyh bu iki ayeti bir araya getirdiğimizde; bu ikisinin
toplamından, cennetliklere bu müjdeyi meleklerin verebileceği gibi, Hak
Teâlâ'nın da, arada bir vasıta olmaksızın duyurabileceği de ortaya çıkar.
Bil ki bu ayetler, Allah'a iman edip sâlih amelde bulunan kimselere
haşr gününden sonra artık bir korku ve hüzün gelmeyeceğine delâlet etmektedir.
İşte bundan ötürü muhakkik âlimler, vasfı böyle olan kimselerin, kıyamet
gününde, bu günün dehşet ve korkularından emin olacaklarını söylemişlerdir.
Bazıları da, bu kimselerden, "ilâhî ceza" korkusunun zail olduğunu,
ama Allah'ın celâl ve heybetinin korkusuna gelince, bunun kuldan hiçbir zaman
zail olmayacağını söyleyerek şöyle demişlerdir: "Baksana, meleklerin
dereceleri bunca yüksek olmasına ve tam manada masum olmalarına rağmen, Allah
Teâlâ'nın celâl ve heybetinin korkusu onlardan bile kalkmaz. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Onlar, üzerlerindeki Rablerinden korkarlar"(Nahl,50)
buyurmuştur." Bu mesele, pek çok ayetin tefsirinde tafsilatlı olarak ele
alınmıştı. O ayetlerden birisi de, "O büyük korku onları mahzun etmez"
(Enbiyâ, 103) ayetidir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bunlardır cennetlik olanlar. İşlemekte
oldukları (sâlih amellerine) mükâfaat olarak, orada ebedî kalacaklardır"
buyurmuştur. Mu'tezîle şöyle der: "Bu ayet şu gibi bazı hususlara delâlet
eder:
1)
"Bunlardır cennetlik
olanlar" ifadesi, hasr manasında olup, cennetliklerin, ancak,
"Rabbimiz Allah'dır" deyip, sonra dosdoğru olanlar olduğuna delâlet
eder ki bu, büyük günah sahibinin, tevbe etmez ise cennete giremeyeceğini
gösterir.
2) "işlemekte olduklan
(salih amellerine) mükâfaat olarak" ifadesi, "mükâfaat, yapılan
amellerin bir karşılığı değil, Allah'ın bir lütfudur" diyenlerin görüşünün
yanlışlığına delâlet eder.
3) "İslemekte oldukları
(sâlih amelleri)" ifadesi, fiilin kula âit olduğunu, kul tarafından
yapıldığını gösterir.
4) Yine bu ifade, eserin,
müessirin halinde hasıl olmasının mümkün olduğuna, yahut diğer bir ifadeyle,
önce vaki olan işin, müstakbel mükâfaatı gerektirmesi deliliyle eserin mevcut
olduğuna delâlet eder.
5) Kulun, Allah'dan alacaklı
olması... Bu tür iyiliklerin en büyüğü, ana-babaya iyilikte bulunmaktır. İşte
bundan ötürü, peşisıra bu manaya gelen ifadeye yer verilerek "Biz insana,
ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik" buyurulmuştur. Bu cümle ile
ilgili gerekli açıklama, Ankebût ve Lokman sûrelerindeki benzeri ayetlerin
tefsirinde geçti. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:[32]
Âsim, Hamza ve Kisâi şeklinde okurlarken, diğer kıraat imamları,
şeklinde okumuşlardır.
Bil ki
"İhsan" (iyilikte bulunma),
"isâ'e" (kötülükte
bulunmanın);
"hüsn (iyi) de, "kubh" ün (kötü-çirkin)in zıddıdır. Dolayısıyla
ayetteki bu kelimeyi "ihsan" şeklinde okumanın delili, İsrâ
Sûresi'ndeki,
(23 ayeti)dir. Buna göre bu ifadenin manası, "Biz, insana,
ana-babasına
iyiliklerini ulaştırmasını emrettik" şeklindedir.
İkinci kıraatin delili de, Ankebût Sûresi'ndeki (Aankebut, 8) ayetidir.
Kıraat imamlarının hepsi, Ankebût
Sûresi'ndeki bu kelimeyi bu şekilde okumuşlardır. Buna göre, tefsir ettiğimiz
ayetin manası, yine "Biz insana, ana-babasına güzel olan şeyler yapmasını emrettik"
şeklinde olur. Fakat bu "güzel olan şeyler", iyice güzelliği ifade
etsin diye, "hüsn" (sırf iyilik) şeklinde okunmuştur. Nitekim
Arapçada da "şu adam, sırf ilimdir. Falanca sırf kerem (cömertliktir"
denilir. Bu kıraata göre "hüsn" ve "İhsan" kelimesi,
mefûl-ü mutlak olarak mansubtur. Çünkü bu ifadenin takdiri şeklindedir.[33]
Daha sonra Cenâb-ı Hak "Anası onu (karnında)
zahmetle taşıdı, zahmetle de
doğurdu" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[34]
İbn Âmir, Âsim, Hamza ve Klsâî, kâfin zammesıyle kurhen şeklinde
okurlarken diğer kıraat imamları, kâfin t fethaşıyla kerhen şeklinde
okumuşlardır. Bu iki ifadenin, masdarlardan tıpkı (zayıflık); fakrun-fukruu (fakirlik) kelimeleri
gibi, isimlerden de deff ve düff; şehd şühd kelimeleri gibi iki değişik
kullanılış şekli olduğu söylenmiştir. Vahidî, "kerh" kelimesinin
"kerihe" fiilinin masdarı, kürh kelimesinin "kerihe"
fiilinin masdarı, kürh kelimesinin ise, "kötü görülen, hoşa gitmeyen"
manasında bir isim olduğunu söyleyerek, "Nitekim Cenâb-ı Hak, bir ayetinde
"O (cihad) sizin için bir "kürh"dür, hoşlanılmayan bir şeydir..
"(Bakara,216) buyurmuş; bir başka ayetinde de, "Kadınlara kerhen
(zorla) vâris olmana... (Nisa, 19) buyurmuştur." Bu ayetteki kelime de
"hal" mevkiindedir. İkincisi fethanın dışında okunmaz. Binâenaleyh
masdar olan, yahut hal yerinde kullanılanda fethalı okunuş en güzeli; "Onu, zorla götürdüm" cümlesinde
olduğu gibi, isim olanda ise en güzeli zammeli okunmuştur" demiştir.[35]
Müfessirter şöyle demişlerdir: "Bu cümlenin manası,
"Annesi onu güçlükle
taşıdı ve zorluk içinde doğurdu"
şeklinde olup, bununla hamileliğin başlangıcı
kastedilmemiştir. Çünkü hamileliğin başlangıcı bir güçlük sayılmaz.
Nitekim Cenâb-ı Hak da,
"Vaktaki o (Âdem eşini) Örtüp bürüdü, o da hafif bir yük
yüklendi"
(Araf,189) buyurmuş ve bununla
hamileliğin başlangıcını murad etmiştir.
çünkü hamileliğin başlangıcı bir meşakkat değildir.
Binaenaleyh hamilelik, Önce nutfe
meni), sonra alaka, sonra mudga (bir çiğnem et)tir.
Bu mudga büyüyüp-ağırlaşınca,
mu taşıyan, zorla-zahmetle taşımış ve doğum sancısının şiddetiyle de,
onu zahmetle
doğurmuştur.[36]
Bu ayet, ana hakkının daha büyük olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Hak
Teâlâ, Önce, ''Biz insana, ana-babasma
iyilik etmesini tavsiye ettik" buyurmuş ve
ana-babayı
birlikte
zikretmiş, daha sonra anayı özellikle zikrederek, "Anası onu zahmetle
taşıdı..." buyurmuştur
ki bu, ana hakkının daha büyük ve çocuk yüzünden ananın
çektiği zahmet ve meşakkatin
daha çok olduğuna delâlet eder. Bu konuda bir çok
hadis de vardır:[37]
Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onun bu taşınışı ve sütten kesilmesi otuz
aydır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili bir kaç mesele vardır:[38]
Bu muzaafı hazfedilmiş türden bir ifade olup, "Onun taşınış
müddeti ve sütten kesilmesi müddeti otuz aydır" takdirindedir.
"Fisâl", "fitam" demektir. Fitam da, çocuğu sütten kesme
demektir. Buna göre eğer, "Ayetin maksadı, sütten kesmeyi değil, süt
emzirme müddetini bildirmektir. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, fitam (sütten
kesme) yerine, fisâl (sütten ayırma) kelimesini kullanmıştır?" denilirse,
biz deriz ki: Kendisiyle sona erip tamamlandığı için, süt emmenin sonunda fisâl
(ayrılış) meydana gelip, bu ayrılış işi, emme işiyle bir uyum teşkil edince,
Cenâb-ı Hak buna fitam değil, fisâl demiştir.[39]
Bu ayet, hamileliğin en az müddetinin altı ay olduğuna delâlet eder.
Çünkü hamilelik müddetiyle, süt emme
müddetinin toplamı otuz ay olup, Cenab-ı Hak, süt emme müddeti hakkında,
"analar çocuklarını tam iki yâ emzirsinler" buyurup, bu müddet otuz
aydan çıkarılınca, geriye hamilelik müddetinin asgarisi olarak, attı ay kalır.
Hz. Ömer (r.a)'den şu rivayet edilmiştir: "Bir kadın mahkeme için ona
getirilir ve attı ayda doğurduğu için, Hz. Ömer (r.a) bunun (zinadan) dolayı
recmedilmeslni emreder. Hz. Ali (r.a), bunun recmedilemeyeceğinl belirterek,
biraz Önce yaptığımız hesabı yapar. Rivayet edildiğine göre, Hz. Osman (r.a) da
böyle yapmaya niyetlenince, İbn Abbat (r.a) ona bu ayeti okumuştur.
Bil ki akıl ve tecrübeler de durumun böyle olduğuna delâlet eder. Çünkü
tecrübe sahibi olanlar şöyle demişlerdir: Ceninin oluşması için belli bir zaman
söz konusudur. Bu zaman, ikiye katlandığında, cenin hareketlenir. Bu toplam
zamana, İki katı zaman
daha eklendiğinde, doğum olabilir. Binâenaleyh şimdi biz, o ceninin
hilkatinin (yaratılışının) şeklini tam alışının, otuz gün içinde tamamlandığını
farzedelim. Bu zaman ikiye katlanıp altmış gün olunca, cenin canlanır, hareket
eder. Bu toplama yani altmış güne, bunun iki katı yani yüzyirmi gün eklenince,
yani toplam yüzseksen gün, yani altı ay olur, cenin anasından ayrılabilir,
doğabilir. Yine faraza ceninin hilkatini otuzbeş günde tamamladığını düşünelim.
Dolayısıyla cenin yetmiş günde canlanacak-hareket edecektir. Bu yetmişe, iki
katı, yani yüz kırk gün eklenince, toplam, ikiyüz on, yani yedi ay eder. İşte
bu durumda da yine çocuk annesinden ayrılır. Yine o çocuğun hilkatinin kırk
günde tamamlandığını farzedelim. Bu durumda çocuk, seksen günde canlanacak,
ikiyüz kırk günde, yani sekiz ayda anasından doğacaktır. Yine farzedelim ki,
çocuğun hilkati kırkbeş günde tamamlanmıştır. Bu durumda çocuk doksan günde
canlanacak, ikiyüz yetmiş günde, yani dokuz ayda doğacaktır." Tecrübe
sahiplerinin ileri sürdükleri kaide budur.
Câllnus "Hamilelik müddetinin ne kadar olduğunu araştırdım ve yüz
seksen dört günde doğuran kadın gördüm" demiştir. Ebû Ali İbn Sîna da bunu
iddia etmiştir. Binâenaleyh hem Kur'ân'ın nassı gereği, hem tıbbî tecrübeler
gereği, hamilelik müddetinin en azı, aynı olup, altı aydır.
Hamilelik müddetinin en çoğu meselesine gelince, Kur'ân'da buna delâlet
eden bir husus yer almamıştır. Ebû Ali İbn Sînâ, Şifâ adlı eserinin dokuzuncu
makalesinin altıncı bölümünde şöyle der: "Bana, çok güvendiğim şahıslardan,
bir kadının dört yılda, dişleri çıkmış olarak bir çocuk doğurduğu ve o çocuğun
yaşadığı haberi geldi. Aristo'nun da şöyle dediği nakledilmiştir "İnsanın
dışındaki canlılarda, doğum ve hamilelik müddetleri bellidir, değişmez. Ama
insanlara gelince, kadın bazan yedi ayda, bazan sekiz ayda doğurur. Sekiz ayda
doğan çocuklar, Mısır gibi belli beldeler hariç, genelde yaşarlar. Ama genel
olan, doğumun dokuz ayda olmasıdır." Yine tecrübe sahipleri şöyle
demişlerdir: Bizim, "çocuğun hilkatinin tamamlandığı müddet ikiye
katlandığında, cenin canlanır ve bu toplama, iki katı müddet eklendiğinde doğum
olur" şeklindeki sözümüz, takrîbî (yaklaşık) olup, tahdîdî (kesin hesaplı)
değildir. Çünkü bu müddet günlere göre bazan uzayabilir, bazan
noksanlaşabiliyor. Çünkü bu kaide, bir burhana dayanmaz. Bu, insanların
tecrübelerine göre söylenmiş, yaklaşık bir sözdür. Allah en iyi bilendir.[40]
İbn Sina devamla der ki:
"Ceninin hilkatinin tamamlanışı şu devrelerden geçer:
1) Rahim, meniyi içine alıp,
onu dışarı atmadığı zaman, meni kendine mahsus olarak, kendi kendine
yuvarlaklaşır ve bir küre şeklini alır. Meni sıcaklıktan bozulan şeylerden
olduğu için, bu esnada sıcaklıkla ısınır. Çünkü meninin yapısı, sıcaklıkla
kuruyan maddelerdendir. Binâenaleyh maksad, o canlının oluşması ve parçalarının
sağlam hale gelmesi olunca, meni, altıncı günde kaymak haline gelir.
2)
Meni'de, şu üç kanlı
noktanın meydana gelmesi.
a) Ortada... Ki bu, çocuğun
yaratılışı tamamlanınca, kalbi teşkil eden yer.
b) Üstte... Bu da beyindir...
c) Sağda... Bu da,
ciğerlerdir. Daha sonra bu noktalar birbirlerinden uzaklaşır ve aralarından
kırmızı iplikçikler meydana gelir. Ki bu, diğer bir üç günden sonra tahakkuk
edip ortaya çıkar. Böylece toplam gün sayısı, dokuz olmuş olur.
3)
Bu kanın, meydana gelen
şeyin tümüne nüfuz etmesi, böylece o şeyin, bir "alaka" haline
gelmesidir. Ki bu da, diğer bir altı günden sonra oluşur. Böylece toplam gün
sayısı, onbeşe ulaşmış olur.
4) Bu "alaka"nın,
ete dönüşmesi halidir ki, bu durumda üç unsur birbirinden ayrılmış ve omurganın
içinde beyne kadar uzayan sinirler teşekkül eder. Bu da, ancak oniki günün
geçmesiyle meydana gelen bir hadisedir ki, böylece toplam gün sayısı,
ylrmiyediye ulaşır.
5) Başın, omuzlardan; kol ve
bacakların da, kaburgalardan ve karından ayrılması ve yarı sezilebilir bir
duruma geçmesi. Ki, bu hadise de, diğer bir dokuz günde tamamlanır. Böylece de
gün sayısı, toplam olarak, otuzaltıya ulaşmış olur.
6) Bu uzuvların, birbirinden
ayrılması ve tam olarak hissedilir ve algılanır hale gelmesidir ki, bu da,
başka bir dört günde oluşur.. Böylece, toplam gün sayısı, kırk güne baliğ olmuş
olur. Bazan bu durum, kırkbeşinci güne de taşabilir.. Bunun en az süresi ise,
otuzgündür. Böylece, tıbbî deneyler söylediği herşey doğru olan Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şu sözündeki haberine tıpatıp uymuş olur: "Sizden herhangi
birinizin hilkati, annesinin karnında kırk günde bir araya gelir
(tamamlanır)[41]"O
yine, tecrübeli insanlar şöyle demişlerdir: "Kırk günden sonra meydana
gelen düşükten, tohum ayrılıp da, o düşen şey soğuk bir suyun içine
konulduğunda, kol ve bacakları, başı ayrılmış bir biçimde, küçük noktacıklar
halinde ortaya çıkar.[42]
Bu ayet, hem hamilelik süresinin en azına, hem de süt emzirme
müddetinin en çoğuna delâlet etmektedir. Bunun, hamilelik müddetinin en azına
delâlet edişini biraz Önce beyan etmiştik.[43]
Bunun, süt emzirme müddetinin en çoğuna delâlet etmesine gelince, bu da
Cenâb-ı Hakk'ın, "Anneler, çocuklarını iki bütün yıl emzirirler. (Bu
hüküm) emmeyi tamam yaptırmak isteyenler içindir"(Bakara, 233) ayetinden
ötürüdür. Fukahâ, bu iki düstura, fıkıhta pekçok hükmü dayandırmışlardır.
Ayrıca, hamilelik müddetinin en azının altı ay olduğu sabit olup, bir kadının
altı ay içinde çocuk yapması durumunda, o kadının tarafı (kendisi), zina ve
fuhuş töhmetinden korunmuş olur. Süt emzirme müddetinin ekseri süresinin,
yukarda bahsedilen süre olduğunun kabul edilmesi durumunda, bu müddetten (İki
yıldan) sonra süt emme hadisesi meydana geldiğinde, o kadına, süt emzirmeden
dolayı ortaya çıkan hükümler terettüp etmez,
ilgili kadın, ilgili taraflardan örtülü kalır (yani, nâmahremlik söz
konusu olur). İşte bu noktada, hamileliğin en az süresinin altı ay, süt emzirme
süresinin en çoğunun ise,
iki tam yıl olarak takdir edilmesinin maksadı, kadından, kadına zarar
verecek şeyleri uzaklaştırma; fuhuş vb. töhmetleri ondan uzak tutma gayesi
olduğu ortaya çıkar.. Bu, kerim kitabın her kelimesinin altında, akılların,
kâmil anlamda kuşatmaktan âciz olduğu, acîb sırların ve latif, hoş şeylerin
bulunduğu, o zât-ı ecelli, takdis ve tenzih ederiz..
Vahidi, Kitâbu'l-Basît'inde, İkrime'nin şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Kadın dokuz ay hamile kaldığı zaman, çocuğunu, yirmidir ay;
altı ay hamile kaldığında da, yirmi dört ay emzirir.." Doğru olan ise,
bizim biraz önce belirttiğimiz husustur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nihayet o, delikanlılık çağma erdiği ve
kırk yaşma vardığı zaman şöyle der: "Ya Rabbi, hem beni, hem de ana-babamı
nimetlendirdiğin için şükretmemi... bana ilham et (kolaylaştır)"
buyurmuştur. Bu İfadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[44]
Müfessirler bu ayette geçen eşüdd kelimesinin ne demek
olduğu hususunda İhtilâf
etmişlerdir. Atl'nın rivayetine
göre İbn Abbas, "Cenâb-ı Hak bu ifadeyle, onsekiz yaşını
kastetmiştir" demiştir.
Müfessirlerin ekserisi ise, bunun otuzûç yaş olduğu kanaatindedirler. Ferrfl bu
görüşe dair şu şekilde istidlalde bulunmuştur: "Kırk yaşı, bir düzen ve
bir intizam içinde, onsekiz yaştansa, otuz üç yaşa daha yakındır. Baksana sen,
"Malın çoğuna yakın kısmını veya hepsini aldım" dersin. Böylece de
senin bu sözün, "Malın azını, ya da hepsini aldım.." demenden daha
güzel olur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki Rabbin,
senin, gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yansı, üçte biri kadar ayakta
durmakta olduğunu ... biliyor" (Müzemmil,
20) ayetidir. Binâenaleyh, bu kısımlar birbirine yakındır. İşte burada
da böyledir." Zeccftc da şöyle der: "Evlâ olan, bu ifâdenin otuzüç
yaşına hamledilmesidir. Çünkü, insanın bedeni, bu süre içinde kemâle
erer."
Ben de diyorum ki: Bu konuda esas görüş şudur: Canlıların yaşının
dereceleri üçtür. Zira, canlının bedeni, ancak, tabii bir nem ve tabii bir
hararetle oluşur. Bu tabii nemin, canlının Ömrünün başlangıcında fazla, sonunda
ise noksan olduğunda şüphe yoktur. Fazladan nüksana geçiş, ancak, bu iki
müddetin tam ortasında bir eşitlik ve denklik olduğu zaman düşünülebilir.
Böylece, ömür süresinin, şu üç kısma ayrıldığı sabit olmuş olur:
a) Tabii rutubetin, tabii
hararete baskın olduğu devre.. Bu devrede uzuvlar, hem kendi içlerinde
büyümeye, hem de uzunluk, en ve kalınlık bakımından fazlalaşmaya müsaittirler
ki, işte bu neşv-ü nema, büyüyüp gelişme çağıdır.
b) Orta kısmı teşkil eden
dereceye gelince, bu durumda, tabii nem, tabii hararetin korunmasını, eksiksiz
ve fazlasız tam bir şekilde karşılar ki, bu da, duraklama, yani geçlik
yasıdır..
c) En son mertebeye gelince,
bu da, tabii nemin tabii harareti tam manasıyla koruyamayacağı devredir.
Bu koruyamama işi de şöyle
ikiye ayrılır:
1) Hemen sezilmeyen bir
noksanlaşma ki, bu, "kuhûlet" yaşıdır, çağıdır.
2) Görülebilen bir noksanlaşma
ki, bu da, "ihtiyarlık" çağıdır. Binâenaleyh, işte bütün bunlar,
kesin, değişmez düsturlardır.[45]
Sonra burada, şöyle bir şey de söylenebilir: Ayın, devri, yirmisekiz
küsur gün içinde tamamlanır. Binâenaleyh, biz bu yirmisekizi dörde
böldüğümüzde, bu sürenin herbiri yedi olmuş olur. İşte bundan dolayı, insanlar,
ayı, dört hatta olarak takdir etmişlerdir. Bu haftaların, dünyanın hallerinin
değişmesinde büyük tesirleri bulunmaktadır. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi
biz diyoruz ki: Muhakkik deneyciler, büyüme, neşv-ü nema çağının müddetini dön
tane yedi (yıla) ayırmışlardır. Bu dört yedi yıldan herbir yedi yıl sona
erdiğinde, insanoğlunu kemâle götürecek bir tür değişiklik meydana gelir.
Binâenaleyh, kişinin Ömrünün ilk yedi yılı tamamlandığında uzuvları kısmen
sertleşir, fiilleri kısmen güç kazanır, zayıf ve tutarsız olan dişleri, yerini
kuvvetli dişlere bırakır ve bu yedinci yıl içindeki şehvet kuvveti, hazım bakımından,
kendisinden öncekilerden daha kuvvetli olur. İkinci yedi yıl sona erdiğinde
ise, hararet kuvvetlenir, rutubetler azalır, damarlar genişler, hazım kuvveti
artar, uzuvlar güçlenir, kuvvetlenir, yeterli bir biçimde bir sertlik ve kuvvet
meydana gelir ve bu devrede, delikanlıda menî oluşur.. Ve işte bu noktada
şeriat, Şafii (r.a)'nin de görüşüne göre, bu kimsenin, buluğa ermiş olduğuna
hükmeder. İşte bu, kendisinden kurtuluşun olmadığı bir gerçektir. Çünkü, bu
vakitte tabii hararet kuvvet kazanır, rutubetler (büyümeyi sağlayan şeyler)
azalır; dimağ, dengeye ulaşır ve böylece de, fikir ve zikir demek olan ruhanî
kuvvetler kemâle erer.. Böylece de, pek yerinde olarak bu kimsenin aklının
kemâle erdiğine hükmedilir. Bu sebepledir ki, şeriat de bu kimsenin buluğa
erdiğine ve kendisine şer'î mükellefiyetlerin yöneldiğine hükmetmiştir. Şer'î
buluğ yaşının onbeş yıl olduğunu belirten görüş, ne güzel görüştür.[46]
Bil ki, bu durumun (onbeş yaş) tamamlandığına, bedenin dış
görünüşündeki şu haller de istinat eder:
1) Burun deliklerinin
birbirinden ayrılması.. Çünkü, oradaki tabii nem noksanlaşır, böylece de bir
ayrılıp şişme meydana gelir.
2) Boğazdaki çıkıntı (gırtlak)
meydana gelmesi ve sesin kalınlaşması.. Çünkü, o vakitte yükselen hararet, hançereyi,
gırtlağı genişletir; böylece bir çıkıntı meydana gelir; derken, ses de
kalınlaşır.
3) Koltuk altlarındaki kokunun
değişmesi.. Bu, kalbin, o bölgeye sevkettiği kokan fazlalıktır. Bu böyledir,
zira kalbin harareti kuvvetlenince, hiç şüphesiz maddeleri olgunlaştırma ve o
maddeyi koltuk altındaki yumuşak et bezlerine atma konusunda güç kazanır.
4) Kılların bitmesi ve ihtilam
hadisesinin meydana gelmesi. Bütün bunlar, hararetin kuvvetlenmesi ve böylece
de o hararetin, kılları meydana getiren buharların ve çocuk
maddesi (menî)nin oluşmasına
kadir olmasıdır. İşte bu esnada, çocuklarda, şehvetler harakete geçer, meme
çıkıntıları meydana gelir, hayız hali zuhur eder. Bütün bunlar ise, onlardaki
tabii hararetin bu ikinci yedi yılın sonunda güç kuvvet kazanması sebebiyle
olur.
Üçüncü yedi yılda ise, çocuk, kemâl sınırları içine girer, erkeklerde
bıyık sakal çıkmaya başlar, güzelliği ve olgunluğu ileri dereceye ulaşır.
Dördüncü yedi yılda ise, bu haller gitgide kemale doğru yol alır ve böylece de
kemâle ulaşır. Dördüncü yedi yılın bitiminde, artık gelişmeler sona ermiştir.
Gençlik yılının müddetine, yani duraklama müddetine gelince; bu tek bir
yedi yıl olup, böylece yılların toplam sayısı otuzbeş olmuş olur. Bu müddet,
karakterlere göre, bazan fazla bazan da noksan olunca, Cenâb-ı Hak bu husustaki
son noktayı kırk yıl olarak belirlemiştir ki, işte bu, insan için, hem şer'an
hem de tıbben uygun olan kemâlin gerçekleştiği yaştır. Çünkü bu vakitte, tabii
kuvvetlerin fiilleri bir nebze diner ve hayvanî kuvvetlerin fiilleri de son
noktaya ulaşır; manevî kuvvetlerin fiilleri, kuvvetlenmeye ve kemâle ermeye
başlar.
Bu ön bilgileri iyice kavradığına göre, insanın delikanlılık (eşüdd«hu)
çağına erişmesinin bir şey; kırk yaşına erişmesinin ise başka bir şey olduğu
böylece senin tarafından anlaşılmış olur. Çünkü insanın, delikanlılık yaşına
erişmesi, onun, büyüyüp gelişme çağının sonuna ulaşması; kırk yaşına ulaşması
ise, onun, gençlik süresinin sonuna ulaşması demektir. İşte bu vakitten
itibaren, tabii ve hayvanî kuvvetler, noksanlaşmaya; aklî ve insanî (nutkî)
kuvvetler kemâle doğru yol alır. Ki, bu, ruhun bedenden başka birşey olduğunun
delillerinden birisidir. Çünkü kırk yaşına varıldığında, beden noksanlaşmaya;
rûh ise kemâle ermeye başlar.. Binâenaleyh, şayet rûh, bedenin aynı (bizzat
kendisi) olmuş olsaydı, tek bir özellik (mevsûf) için, aynı anda kemâl ve
noksanlaşma gibi iki sıfat tahakkuk etmiş olurdu ki, bu imkansızdır, olamaz.
Bizim bildirdiğimiz ve Özetlediğimiz bu husus, Kur'ân'ın ifadesinde, sarîh
biçimde yer almıştır. Çünkü biz, kırk yaşına varıldığında, tabii ve hayvanî
kuvvetler sebebiyle meydana gelen kemâlatların sona erdiğini; aklî ve ruhî
kuvvetler sebebiyle meydana gelen kemâlatların da mükemmelleşmeye başladığını
beyan etmiştik ki bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Nihayet o, delikanlılık
çağına erdiği ve kırk yaşma vardığı zaman şöyle der: "Ya Rabbîhem beni,
hem de ana-babamı nimetlendirdiğin için şükretmemi bana ilham et
(kolaylaşttr)" ayetidir. Binâenaleyh bu, insanın, kulluk âlemine yönelmesinin,
Allah'a itaatla meşgul olmasının, (tam anlamıyla), işte bu vakitten itibaren
başladığına delâlet eder ki, bu da, nefsanî, aklî ve nutkî (ruhî) kuvvetlerin,
işte bu vakitten itibaren olgunlaşmaya başladıkları hususunda açık bir
ifadedir. Bu kerim kitabında, işte böylesine kıymetli ve nazik sırlan bırakan
Zât-ı ecelli takdis ve tenzih ederiz.[47]
Müfessirler, bütün peygamberlerin, ancak kırk yaşından sonra peygamber
olduklarını söylemişlerdir. Ben derim ki, onların ileri sürdüğü bu husus, Hz.
İsa üsj'dan dolayı bir müşkillik arzeder. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. İsa (a.s)'yı
ta ömrünün
başında nebî
kılmıştır. Ancak ne var ki, bu hususta şöyle denilmesi gerekir: Peygamberlere
vahiy, genel olarak kırk yaşından sonra gelmiştir. Bu husus, Peygamberimiz
(s.a.s) hakkında da böyledir.. Rivayet olunduğuna göre Ömer Ibnü'l-Abdİlaziz,
kırk yaşına varınca, "Ey Allah'ım, bana, senin nimetlerine şükretmemi
ilham et..." demiştir. Yine rivayet olunduğuna göre, Cebrail (a.s), Hz.
Peygamber (s.a.s)'e gelmiş ve şöyle demiştir: "Koruyucu iki meleğe,
"Kuluma, ömrünün başlangıcından itibaren arkadaşlık edin (ve yumuşak
davranın)" emri verilir. Kul kırk yaşına basınca da, (o iki meleğe)
"Kulumu koruyun ve bu işi gerçekleştirin" denilid."[48]
Bu hadisi rivayet eden zât, bu hadisi zikrederken, sakalı ıslanıncaya kadar
ağladı. Bu hadisi Kadî, tefsirinde rivayet etmiştir.[49]
Bil ki, ayetteki, "Nihayet o, delikanlılık çağına erdiği ve
kırk yaşına vardığı
zaman" ifadesi, insanın, işte bu zamana
yakın bir noktaya kadar, ana-babastnın görüp
gözetmesine
muhtaç gibi
olduğuna delâlet eder. Bu böyledir, zira akıl
adeta noksan gibidir. Binâenaleyh, o insan
için, faydasına olanların gözetilmesi
belâların da savuşturulması hususunda ebeveyninin gözetimine mutlaka
ihtiyaç
vardır. Bu
ayette, ebeveynin, çocuk üzerindeki nimetlerinin, o çocuk varlık alemine
girdikten sonra, uzun
müddete kadar devam ettiğine dair bir dikkat çekme
bulunmaktadır. Bu
da, ebeveynin nimetlerine, kişinin
hakkıyla mukabelede
bulunmasının imkânsız
olduğuna; sadece bu hususu karşılamak için, duâ ve zikr-ı
cemil ile yetinebileceğine
delâlet etmektedir.[50]
Vahidî, İbn Abbas'tan ve pekçok kimse de, Önceki ve
sonraki müfessirlerden bu
ayetin, Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a)
hakkında nazil olduğunu naklederek şöyle
demişlerdir:
"Bunun
delili, Allah Teâlâ'nın, bu ayette hamilelik ile sütten
kesilme müddetinin, bu
hususlarda insanların farklılık arzetmeleri sebebiyle, bazan
daha az, bazan da daha fazla
olabilecek belli bir miktar ile sınırlamasıdır. Binâenaleyh,
bu sınırlamanın, o kimsenin
durumunu dile getirme olduğunun söylenebilmesi için,
bu ifadeden tek bir şahsın
kastedilmiş olması gerekir. Binâenaleyh, hamilelik süresi
ile sütten kesilme süresi bu
kadar olan şahsın, Ebû Bekir olması mümkündür.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu insanın vasfı hakkında, "Nihayet o,
delikanlılık çağma erdiği ve kırk yaşma vardığı zaman, şöyle der: "Ya
Rabbî, hem beni, hem de ana-babamı nimetlendirdiğin için şükretmemi ... bana
ilham et" dediğini nakletmiştir. Her insanın, bu sözü söylemediği
malumdur. Binâenaleyh, bu ayetten, bu sözü söyleyen belli bir kimsenin
kastedilmiş olması gerekir. Hz. Ebû Bekir (r.a), bu sözü, bu yaşa yakın bir
zamanda söylemiştir. Çünkü Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber (s.a.s)'den iki küsur
yaş daha küçüktür. Hz. Peygamber (s.a.s) kırk yaşında peygamber olmuştur. Hz.
Ebû Bekir de, kırka yakın bir yaştaydı. Dolayısıyla
Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber
(s.a.s)'i tasdik ve ona iman etmiştir. Bu anlattığımızla, bu ayetlerin,
kendilerinden Hz. Ebû Bekir'in kastedil meşin in uygun ve elverişli oldukları
sabit olmuş olur. Böyle bir uygunluk sabit olunca da, biz diyoruz ki: Biz, bu
ayetten kastedilenin Hz. Ebû Bekir olduğunu iddia ediyoruz. Bu iddianın delili
de, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ayetin sonundaki
"İşte bunlar -ki cennet yârâm içindedirler- işlediklerinin
en güzellerini kabul
edeceğimiz, günahlarını bağışlayacağımız kimselerdir" ifadesidir ki bu, bu
ayetten kastedilenin, insanların en üstünü olduğuna delâlet eder. Çünkü
Allah'ın, amellerinin güzelini kabul edip, günahlarını bağışladığı kimsenin,
insanların üstünlerinden ve ulularından olması gerekir. Ümmet, Allah'ın
resulünden sonra insanların en üstününün, ya Hz. Ebû Bekir, ya da Hz. Ali olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Bu ayetten Ali İbn Ebî Tallb (r.a)'in
kastedilmiş olması mümkün değildir. Çünkü bu ayet ancak, bu sözleri,
delikanlılık çağına vardığında ve kırk yaşına yaklaştığında söyleyen kimseye
uygun düşer. Halbuki, Ali tbn EbîTalib böyle değildir. Çünkü o, çocukluk
süresine yakın bir zamanda iman etmiştir. O halde, bu ayetten kastedilenin Hz.
Ebû Bekir olduğu sabit olmuş olur. Allah en iyisini bilendir.[51]
İbn Abbas, ayetteki kelimesinin
manasının, "Bana ... ilham et" olduğunu söylerken, Sıhah sahibi de
şöyle demiştir: "Onu ona teşvik ettim; o da ona teşvik
olundu" manasında olmak üzere,
deyimi kullanılır. Yine Arapça'da, "Allah'tan kendisine şükretmemi
ilham etmesini istedim de, o da bunu bana ilham etti" anlamında, denilir.[52]
Bil ki Allah Teâlâ, bu duayı yapan kimsenin, kendisinden şu üç talepte bulunduğunu nakletmiştir.
Birinci talebi, Allah'ın,
kendisini nimetlerine şükretmeye
muvaffak kılması. İkinci talep, Allah'ın, kendisini,
Allah
katında makbul taatları
yapmaya muvaffak kılması.. Üçüncüsü de, Allah'ın, kendisi
için, onun soyunu sopunu
salâh ehli, yani iyi ve güzel kılması... Bu üç şeyin, Kur'ân'da
getirildiği biçimde
sıralanması hususunda şu iki sebep söz konusudur:[53]
Birinci Sebep: Biz, mutluluk derecelerinin
üç olduğunu; bunların en mükemmelinin, ruhanî olanları olduğunu; ortasının,
bedenî; en düşüğünün de, bu ikisinin dışında kalanlar olduğunu beyan etmiştik.
Ruhanî mutluluklar, kalbin, Allah'ın nimetleri ve lütuflarına şükretmekle
meşgul olması; bedenî mutluluklar, bedenin, Allah'a İtaat ve hizmetle iştigal
etmesi ve haricî yani bu ikisinin dışında kalan mutluluklar ise, çoluk-çocuğun
sağladığı mutluluktur. Bu manadaki dereceler, işte bu üç kısımla sınırlı
olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, işte bunları bu şekilde sıralamıştır.[54]
Bu tertibin İkinci sebebi de şudur: Allah Teâlâ (bu ayette), şükretme
ifadesini, amelden önce getirmiştir. Çünkü şükür, kalbin; amel ise, uzuvların
işidir. Kalbin işi, uzuvların amelinden daha kıymetlidir. Hem, zahir amellerin
maksadı da, yine kalbin halleridir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Beni hatırlamak ve
anmak için dosdoğru namaz kıl.." (Taha, 14) buyurmuş, namazın zikri
sağladığından dolayı matlûb ve makbul olduğunu beyan buyurmuştur. Böylece,
kalbin amellerinin, dış organların yapmış olduğu amellerden daha kıymetli
olduğu anlaşılır. Kıymetli olanın ise, önce zikredilmesi gerekir.
Ayrıca, şükretmekle meşgul olmak, geçmiş nimetlerin haklarını yerine
getirmekle meşgul olmak demektir. Zahiri taatlar ile meşgul olmak ise,
gelecekteki nimetlerin elde edilmesiyle meşgul olmak demektir. Halbuki, geçmiş
hakların kaza edilip yerine getirilmesi, borcun kazası, ödenmesi gibidir.
İlerdeki menfaatleri elde etmeyi istemek ise, fazlalığı, daha çoğunu talep
etmektir. Borcun ifasının, diğer işlerden Önce geldiği ise, malumdur. İşte
bundan dolayı, Cenâb-ı Hak şükretme işini diğer taatlardan önce zikretmiştir.
Yine Cenâb-ı Allah bu ayette, "şükre muvaffak kılma" talebiyle,
"taaîa muvaffak kılma" talebini, çoluk-çocuğunu, hürriyetini ıslâh
etme arzusundan önce getirmiştir, çünkü, ilk iki talep, Allah'ın emrini ululama
ve tazim etmekle meşgul olmadır. Üçüncü talep ise, Allah'ın mahlûkatına şefkat
gösterme ile meşgul olmadır. Allah'ın emirlerinin tazim edilmesinin, mahlûkata
şefkat duymaktan önce gelmesinin gerekli olduğu ise, herkesce malumdur.[55]
Alimlerimiz şöyle demiştir: Burada geçen kul, Allah'tan, nimetlerine
mukabil kendisine şükretmeyi ilham etmesini
talep etmiştir. Ki, bu da, taat ve amellere
dair ve varsa herşeyin, ancak Allah'ın yardım ve desteği ile olabileceğine
delâlet eder. Kut şayet, fiilleri hususunda müstakil ve hür olsaydı, böyle bir
talep abes olurdu. Ayrıca müfessirler ayetteki"... hem beni, ...
nimetiendirdiğin İçin şükretmemi ilham et.." ifadesinden, iman nimetinin
kastedildiğini, yahut da, iman nimetinin de bu nimetin içine dahil
olduğunu.." ileri sürerek şöyle demişlerdir: Bunun delili, "Bizi,
doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet.."(Fatiha, 6-7)
ayetidir. Çünkü, "kendilerine nimet verdiklerinin yolu" cümlesiyle,
iman nimeti kastedilmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olunca, şimdi biz diyoruz
ki: Kul, Allah'a, iman nimetinden dolayı şükretmektedir. Binâenaleyh, iman,
Allah'tan değil de kuldan olmuş olsaydı bu, başkasının fiiline karşı değil,
Allah'ın fiiline bir şükür olmuş olurdu. Halbuki bu, Cenâb-ı Hakk'ın "...
yapmadıkları ile de övülmelerini arzu ederler
" (Al-i İmran, 188) ayetinden dolayı çirkindir.
İmdi eğer "Farzedelim ki kul, Allah'ın kendisine lütfettiği
nimetlerden dolayı Allah'a şükredecek-, bu tamam.. Binâenaleyh, daha nasıl kul,
ana-babasına verilen nimetlerden dolayı şükredecek? Kula düşen, Allah'ın
kendisine vermiş olduğu nimetlere mukabil, Allah'a şükretmesidir.."
denilirse, biz deriz ki: Allah'tan kulun ana-babasına gelen her nimetten o kula
da onun eseri ulaşır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, her iki durumda da kula,
Rabbine teşekkür etmeyi tavsiye edip emretmiştir.[56]
Bu duada ele alınan taleplerden ikincisi de, Cenâb-ı Hakk'ın, kulunu,
kendisinin hoşuna giden amelleri yapmaya muvaffak kılmasını istemektir. Bil ki,
insanın, iyi güzel ve salih olduğuna inandığı şey, ikiye ayrılır:
a)
Hem kendince, hem de Allah
katında güzel olan..
b) Kendince salih, ancak Allah
katında güzel olmayan.. Binâenaleyh kul, "sâlih" olanı, kendi
zannınca bu iki kısma ayırınca, Allah'dan hem kendince hem de Allah katında
"salih" olan amelleri yapmaya muvaffak kılmasını talep etmiştir.
Bu ayette ele alınan taleplerden üçüncüsü de, kulun, Cenâb-ı Hakk'tan,
nesline salâhı vermesini talep etmesidir. Çünkü bu da, Allah'ın, bir babaya
lütfettiği nimetlerin en yücelerindendir. Nitekim İbrahim (a.s) de, "Beni
de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut. " (İbrahim, 35) demişti.
Buna göre şayet, ifadesindeki
fî harf-i cerri hangi anlamda getirilmiştir?" denilirse, biz deriz
ki: Kelâmın takdiri, "Benim için salâhı, neslimin içine sok da, bunu
onlara bağışla..." şeklindedir.
Bil ki Allah Teâlâ, bu duâ edenin işte bu üç talepte bulunduğunu
nakledince, bundan sonra o kimsenin, jj»t*ıiH Şüphesiz ben sana döndüm.
Şüphesiz ben teslim
olanlardanım.." dediğini belirtmiştir ki, bundan maksat da, duanın, ancak
bir tevbesi ve kişinin müsiüman olması halinde geçerli olacağını belirtmektir.
Böylece bu kimsenin âdeta, "Ben, bu duaya ancak, sana, küfür ve her türlü
kötülükten tevbe edip dönmemden; İslâm'a girmemden; senin emrine ve kazana
inkiyât etmemden sonra yöneldim" dediği ortaya çıkmaktadır.
Bil ki, bu ayetin Hz. Ebû Bekir hakkında nazil olduğunu söyleyenler
şöyle demişlerdir: Ebû Bekir'in ana-babası da müsiüman idi. Sahabe ve muhacirûn
arasında, Hz. Ebû Bekir'den başka, ana-babasının birden müsiüman olduğu
görülmemiştir. Ebû Bekir'in babası, Ebû Kuhafe Osman İbn Amr; annesi de,
Ümmü't-Hayr bintu Sahr İbn Amr'dır. Ayetteki 'Ve razı
olacağın iyi amel
yapmayı..." cümlesine gelince, İbn Abbas, şöyle der; "Cenâb-ı Hak,
Hz. Ebû Bekir'in duasına icabet etmiş, böylece Ebû Bekir de, Allah yolunda
işkenceye maruz kalan dokuz köleyi azâd etmiştir. Bilâl ve Âmir İbn Fuheyre,
bunlardandır. Allah, Hz. Ebû Bekir'in her yaptığı iyi ve güzel şey hususunda
ona destek vermiş, yardım etmiştir.[57]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Soyum-sopum hakkında da benim için, salah nasib
et.." ifadesine gelince, yine İbn Abbas bu hususta da şöyle der: "Ebû
Bekir'in, erkek-dişi ne kadar çocuğu varsa, hepsi iman etmiştir. Yine, Ebû
Bekir müstesna, sahabeden, ana-babasının ve oğlan-kız bütün çocuklarının
müsiüman olması, başka hiç kimseye nasib olmamıştır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlara, yani bu sözü söyleyenlere
gelince, onlardan (...}
kabul edeceğiz,." buyurmuştur. Ayetteki bu fiil, meçhul olarak, yâ'nın
dammesiyle "kabul olunacak" şeklinde okunduğu gibi, fethalı nûn ile
jjö şeklinde de okunmuştur. Aynı şey, daha sonra gelen fiili için de söz konusudur. Bu iki okuyuşa
göre, mana yine aynıdır. Çünkü fiil, her ne kadar meçhul olsa dahi, bu fiilin,
Allah'a ait bir iş olduğu malûm olup, bu tıpkı "Daha önce geçmiş olan
günahları bağışlanır.." (Enbia, 36) ayeti gibidir. Böylece Allah Teâlâ,
"İşte bunlar, işlediklerinin en güzellerini kabul edeceğimiz (...)"
ifadesiyle, bu duâ ile duâ edenlerden, kendisinin zikrini öne alan ve bahsi
geçen bu yola giren herkesten (salih amelini) kabul edeceğini beyan
buyurmuştur. Allah'ın, o kimsenin "salih amelini kabul etmesi" ise, o
kimseye bu ameline mukabil mükâfaat vermesi demektir.
İmdi eğer, "Allah, daha güzelini ve aşağısını da kabul ederken,
niçin, "onların yaptıklarının en güzeti"ni buyurmuştur?"
denilirse, biz deriz ki: Buna şu birkaç yönden cevap verilebilir:
1) Ayetteki, "en
güzel" ifadesi ile, "güzel" manası kastedilmiş olup, tıpkı,
"Rabbinizden size indirilen şeyin en güzeline, yani indirilen güzel şeye
tabi olun " (Zümer, 55) ayetinde olduğu gibidir. Yine bu tıpkı,
"Mervan'ın İki oğlunun âdil olanı..." manasında, Nakıs ve Esecc,
Mervan'ın oğullarının en âdilleridirler" denilmesi gibidir.
2) "Güzel amel",
"kendisine ne sevab, ne de ikab taalluk etmeyen mubah şey" manasına
olup, "ahsen" (en güzel)" ise böyle olmayandır, mendub ve farz
olan herşeydir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Günahlarından vazgeçeceğimiz (kimselerdir)" buyurmuştur. Bu
"Allah, bu kimselerin taatlarını kabul eder ve günahlarını bağışlar"
demektir. Allah Teâlâ daha sonra, "Cennetlikler içinde" buyurmuştur.
Keşşaf sahibi şöyle der: "Bunun manası, tıpkt senin, "Kendilerine
ikram ettikleri içinde bana da ikram etti, beni de onlardan saydı"
manasında, "Emir, ashabından ikiyüz kişi arasında bana da ikramda
bulundu'1 demen gibi olup, "Cennetlikler içinde olanlar ve onlardan
sayılanlar" manasında olmak üzere, bu ifade
"hâl" olarak mahallen mansubtur. Ayetteki, ifadesi mef'ûl-ü
mutlaktır. Çünkü ayetteki, "kabul edeceğiz" ve "geçeceğiz"
fiilleri, Allah tarafından, o kimselerin amellerini kabul edeceği ve
günahlarını bağışlayacağı hususunda bir "va'd" olup, bundan murad,
Cenâb-ı Hakk'ın, sıfatları böyle olanlara, işte böyle muamele edeceğini beyân
etmektir ki bu, Allah tarafından olan bir vaaddir. İşte böylece Cenâb-ı Hak, bu
vaadinin doğru olduğunu ve bunda hiçbir şüphe olmadığını beyân buyurmuştur.[58]
"Ana ve babasına: "Öf size, benden önce nice nice nesiller
gelip-geçtiği halde, beni (tekrar dirilip kabrimden) çıkarılacağımla mı tehdid
ediyorsunuz?" diyen yok mu? Anası ve babası Allah'a yalvarırlar, (ona),
"Yazık sana, imân
et! Allah'ın vaadi şüphesiz haktır" derler. (O ise), "Bu,
evvelkilerin masallarından başkası değildir" der. İşte bunlar, cinlerden
ve insanlardan, ondan evvel gelip-geçmiş ümmetler arasında, üzerlerine (azab)
sözü hak
olmuş kimselerdir. Çünkü bunlar, hüsrana uğramış olanlardır.
Herkesin, yaptıklarına göre
bir derecesi vardır. (Bu), onlara hiçbir haksızlık
edilmeksizin, amellerinin
(karşılığı) tamamen ödensin diyedir. Kâfirlere,
cehennemin karşısına getirilip gösterilecekleri gün denilir ki:
"Siz bütün
zevklerinizi
dünya hayatınız içinde yaşayıp bitirdiniz. Bunlarla safa sürdünüz.
İşte yeryüzünde haksız yere
kibtlenmekte ve fısk-u fücura sapmakta olmanıza
mukabil, bugün horluk azabıyla
cezalandırılacaksınız"
(Ahkaf, 17-20).
Bil ki Allah Teâlâ önceki ayette, ebeveynine itaatkâr çocuğu anlatınca,
bu ayette de, ebeveynine asî olan çocuğu tavsif ederek, "Ana ve babasına
"öf size ..." diyen yok mu?" buyurmuştur.[59]
Bu ayet hakkında şöyle iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu ayet, Abdurrahman b. Ebû
Bekir (r.a) hakkında nazil olmuştur. Bu görüşü benimseyenler şöyle demişlerdir:
Abdurrahman'ın ebeveyni onu İslâm'a davet etmişler ama o diretmiş ve "üff
size!" demişti. Bu görüştekiler, görüşlerinin doğruluğuna da şu şekilde
delil getirmişlerdir: Muaviye, halkın, oğlu Yezid'e biat
etmelerini temin konusunda
Mervan'a mektup yazınca Abdurrahman b. Ebî Bekir: "Siz Herakliyus (Bizans)
sistemini yerleştirmek istiyorsunuz. Ne o, siz çocuklarınız lehine biat mı
istiyorsunuz?" demişti. Bunun üzerine Mervan, "Ey insanlar,
Abdurrahman, Allah Teâlâ'nın, hakkında, "Ana ve babasına, "Öf
size..." diyen kimse"dir" dedi.
b) Ayetin bu ifadesiyle belli
bir şahıs kastedil mey ip, aksine bu Özellikte ve karakterde olan herkes
kastedilmiştir. Bu da, ana-babası tarafından hak dine çağrılıp da bu hususta
direten ve hakkı kabul etmeyen herkestir. İşte bizce doğru olan, bu görüştür.
Bunun delilleri şunlardır:
1) Allah Teâlâ, ebeveynine,
"öf size, beni tehdid mi ediyorsunuz?" diyen bu kimseyi, "işte
bunlar, cinlerden ve insanlardan, ondan evvel gelip-geçmiş ümmetler arasında,
üzerlerine (azab) sözü hak olmuş kimselerdir" buyurarak tavsif etmiştir.
Halbuki Abdurrahman (r.a)'ın, imân edip, iyi bir müslüman olup, müslümanların
ileri gelenlerinden olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh ayeti bu manaya
hamletmek yanlış olur. Eğer onlar, "Rivayet olunduğuna göre, ebeveyni onu
İslâm'a çağırıp, ona, ölümden sonra dirilişin olacağını söylediklerinde, o,
"Beni, kabrimden
çıkarılacağımla, yani öldükten sonra dirileceğim ile mi tehdit ediyorsunuz?
Benden Önce nice ümmetler gelip geçmiş. Onlardan hiçbirisinin öldükten sonra
dirildiklerini görmedim. Abdullah b. Ced'fln, falanca, falanca hani
nerededir?" demiştir" derlerse, biz deriz ki: "Sen bunu iyice
anladığına göre, şimdi diyoruz ki, işte
bunlar, ... üzerlerine (azab) sözü hak olmuş kimselerdir" ifadesinden kastedilenler,
Abdurrahman'ın bahsettiği ve kendisinden önce ölmüş olanlar, o müşriklerdir,
işte haklarında artık azab hükmü hak olmuş olanlar bunlardır. Velhasıl,
"işte bunlar" ifadesi, "benden evvel nice nice nesiller
gelip-geçti" İfadesiyle kastedilenlere işaret olup, yoksa ana-babasına
"üfsize" diyen İfadesiyle kastedilene işaret değildir. Bu, Kelbî'nin
diğer görüşte olanlara karşı ileri sürdüğü bir husus olup, güzel bir izahtır.
2)
O görüşün yanlış olduğu
hususundaki ikinci bir izah da şöyledir: Rivayet olunduğuna göre Mervan,
Abdurrahman b. Ebû Bekir hakkında böyle söyleyince, Hz. Âişe (r.a) bunu duyup
kızdı ve "Vallahi bu ayetin maksadı o değildir. Fakat Allah, sen babanın
sulbünde iken babana lanet etmiştir" dedi.
3)
En güçlü bir izah olarak şu
söylenebilir: Allah Teâlâ bir Önceki ayette, ana-babasına itaatkâr çocuğu
nitelemiş, bu ayette ise ebeveynine isyankâr çocuğa yer vermiş ve bu çocuğun
vasıflarından olmak üzere, isyanda, ebeveyninin kendisini hak dine, yani
Kıyamet ve dirilişe imana davet ettiğinde inkârda direttiğini, tekebbür
ettiğini ve inkârı ile ilgili önemsiz ve tutarsız birtakım şüphelere ve
kelimelere tutunduğunu belirtmiştir. Durum böyle olunca, ayetin bu ifadesiyle,
bahsedilen sıfat ve Özellikleri taşıyan her çocuk kastedilmiş olur. Dolayısıyla
mutlak olan bir lafzı, belli bir şahısla kayıtlamaya gerek kalmaz.[60]
Keşşaf sahibi şöyle der:
Ayetteki, "üff" kelimesi, tenvinsiz olarak, fetha ve kesre ile üffe
ve üffi olarak üc hareke ile üffen, üffün ve üffün
şekillerinde okunan bir
kelime olup, tıpkı, birisi dediğinde,
bir ağrı-sızı duyduğu anlaşıldığı gibi, insan "ütf" dediğinde de,
canının sıkıldığı anlaşılan bir sestir.
Ayetteki kelimesindeki lâm, beyân için getirilmiş olup, manası,
"Bu uflama, sırf sizden dolayıdır, başkasından dolayı değildir"
şeklindedir.
Ayetteki, ifadesi, böyle iki nûn ile okunduğu gibi, tek nûn ile,
şeklinde ve idğâm ile şeklinde de okunmuştur. Kimileri de bunu, nûn'un
fethasıyla şeklinde okumuşlardır ki, bu
okuyuşa göre sanki bu okuyuşu, iki nûn'un, iki kesresinin ve yâ harfinin bir
araya gelmelerini ağır görmüş de böylece, nûnları biribirine idğâm edip,
böylece de onları bire indiren kıraatin bir tahfif (hafifletme) arayışı gibi,
bir kolaylık aramış ve böylece birinci nûn'u fetha okumuştur.
Cenâb-ı Hak daha sonra onun
"(O) "Benden evvel nice nice nesiller gelip-geçtiği halde,
yani onlardan hiçbiri diriltilmemişken, beni (tekrar diriltip yerden)
çıkarılacağımla mı tehdid ediyorsunuz?" sözünü nakletmiştir. Daha sonra
da, "O ikisi Allah'a yalvarırlar, yani, ona ebeveyni Ailah'dan yardım
dilerler" buyurmuştur. Eğer "Normalde, ..: denilmeliydi?" denilirse, biz deriz
ki: Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz:
a) Bu, "Onlar,
oğullarının küfründen ve inkârından ötürü Allah'a sığınırlar" demek olup,
harf-i cerr hazfedildiği için, fiil, mef'ûle vasıtasız teaddî etmiştir.
b)
Burada bâ harf-i cerri
hazfedi İm iştir. Çünkü buradaki
"istigâse" ile, müfessirterin de bunu, "Allah'a o ikisi
dua ederler" manasına hamletmeleri gibi, "dua etmek, yalvarmak"
manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bu fiil ile "duâ" manası
kastedilince, harf-i cerr hazfedilmiştir. Çünkü "duâ etme" fiili, bâ
harfi cerrini gerektirmez.
Ayetteki, "Yazık sana" ifadesi, "Bu ana-baba oğullarına,
"Yazık sana" dediler" takdirinde- olup, ifadesi de,
"Dirilişe inan" manasındadır. Binâenaleyh, "veyleke"
kelimesi, oğullan aleyhine bir beddua olup, bununla, onun gerçekte helak olması
değil de, imana karşı bir teşvik kastedilmiştir.
Daha sonra yani "öldükten
sonra diriliş ile ilgili ilahi vaad haktır, gerçektir" buyurulmuştur.
Bunun üzerine o oğulları, onlara, "Öldükten sonra dirilme hakkındaki bu
söz ve inanmamı istediğiniz bu şeyler, değersiz şeylerdir ve evvelkilerin
masalları, uydurmalarıdır" demiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Allah, "işte bunlar, üzerlerine (azab) sözü hak
olmuş kimselerdir" buyurmuştur, yani bunlar, haklarında azab hükmü
verilmiş olan kimselerdir. Bu hususta şöyle iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Bu ayetle, Abdurrahman b.
Ebu Bekir'in kastedildiğini söyleyenler,
ayetin bu ifadesiyle de ondan önce gelip-geçen ümmetlerin kastedildiğini
söylemişlerdir.
2) Bu ayetle, Abdurrahman b. Ebû Bekir'in değil, aksine bu özellik
ve karakterdeki her çocuğun kastedildiğini söyleyenler, bu tehdidin de işte
böyle olanlara âit olduğunu söylemişlerdir. Bu ifadedeki, "gelmiş-geçmiş ümmetler arasında"
ifadesi, bir önceki ayetteki, ifadesi gibi olup, biz bu ikinci ifadenin,
Arapların, "İkram ettikleri arasında, bana da ikram etti"
manasındaki, "Emir, ashabı arasında bana da ikram etti" ifadesi gibi
olduğunu söylemiştik.
Cenâb-ı Hak, daha sonra, "Çünkü bunlar hüsrana uğramış
olanlardır" buyurmuştur. Bu ifadenin başındaki, elifnûn maddesi,
"Allah'ın vaadinin hak olduğuna ve bunların hüsrana uğramış kimseler
olduklarına inandı" manasında, fetha ile ... şeklinde de okunmuştur.[61]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Herkesin, yaptıklarına göre bir
derecesi vardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak şu iki görüş ileri
sürülmüştür:
a) Allah Teâlâ, önce
ana-babastna itaat eden çocuktan daha sonra da âsî olan çocuktan bahsetmiştir.
O halde ayetin bu ifadesi sadece mü'minlere mahsustur. Çünkü ana-babasına
itaatkâr mü'min için, bu konuda, farklı dereceler ve mertebeler söz konusudur.
b) Ayetin bu ifadesi, her iki
grubu da içine alıp bu kısımlardan her biri için, iman-küfür ve taat-mâsiyet
hususlarında dereceler vardır" manasındadır.
İmdi eğer,""Hadislerde cennetlikler hakkında
"derece", cehennemlikler hakkında da "dereke" ifadeleri
kullanıldığı halde, ayetteki bu "derece" cehennemlikler hakkında
nasıl kullanılmış olabilir?" denilirse, biz buna birkaç şekilde cevap
veririz:
1) Bu, "tağlîb"
yoluyla (daha çok olanı esas alarak) söylenmiş bir ifadedir.
2) İbn Zeyd
şöyle der: "Cennetliklerin dereceleri
yukarı doğrudur, cehennemliklerin
dereceleri de aşağı doğrudur."
3) Ayetteki,
"dereceler" ile, artan ve yükselen mertebeler kastedilmiştir.
Cennetliklerin derecelerinin artıp yükselmesi, hayırlar ve taatlar
hususundadır, cehennemliklerin derecelerinin artışı ise, günah ve kötülükler
hususundadır.
Cenâb-ı Hak sonra "tamamen
ödensin diye..." buyurmuştur. Bu ifade, nün ile "ödeyelim diye"
şeklinde de okunmuş olup, bu sözden anlaşıldığı için, illet olduğu şey
hazfedilmiş bir ta'lildir. Buna göre sanki, "Allah, onların amellerinin
tam karşılığını vermesi; haklarına zulmetmemesi için, amellerinin karşılığını
işlerine göre belirlemiş, böylece mükâfaatı derecelendirmiş, ikâbı da
derekelendirmiş" denilmek istenmiştir.
Allah Teâlâ, herkese hakettiğini vereceğini bildirince, söze,
cehennemliklerin hallerini bildirerek başlayıp,
''Kâfirlere, 'cehennemin karşısına getirilip gösterilecekleri
gün..." buyurmuştur. Bu ifadenin, "kâfirlerin
cehenneme girecekleri gün.." manasında olduğu söylendiği gibi,
"Cehennemin dehşetini görsünler diye, cehennem onlara gösterildiği
gün..." manasında olduğu da söylenmiştir.[62]
Cenâb-ı Hak, "(denilecek ik) "Siz bütün zevklerinizi dünya
hayatınız içinde yaşayıp bitirdiniz" buyurmuştur. Ibn Kesir, bunu istifham
hemzesi ile ve med ile, ^siî' şeklinde okurken; İbn Âmir iki hemze ile ve
medsiz olarak, şeklinde okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise haber lafzı İle
mazi sigasıyla şeklinde okumuşlardır.
Buna göre mana, "Siz, sizin için takdir edilen zevkleri ve rahatlıkları,
dünyada iken tastamam yaşayıp bitirdiniz. Artık sizin için, nasibinizi böylece
tastamam bitirdikten sonra, geriye hiçbirşey kalmamıştır" şeklindedir. Hz.
Ömer (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İsteseydim, sizin en iyi,
en temiz yiyip içeniniz, en güzet giyineniz olurdum. Fakat bana nasib olan
güzelliklerin, geriye (ahirete) bırakılmasını istedim." Hz. Peygamber
(s.a.s)'in elbiselerini, bez yamalık bulamayıp, deri parçalarıyla yamalarlarken
ehl-i suffe'nin yanına girdiğinde,
"Bugün mü daha iyisiniz, yoksa sizden birinizin (herbirinizin)
sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyeceği gün m ü? yine sabah ayrı bir
yemek, akşam ayrı bir yemek yediği ve evinin, tıpkı Kâ'be'nin örtündüğü gibi
örtüp döşeyeceğiniz gün mü?" dedi. Ehl-i suffe, "O gün biz daha iyi
oluruz" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Hayır, hayır bugün daha
iyisiniz" buyurdu. "[63] Bu hadisi Keşşaf sahibi nakl etmiştir.
Vahidî şöyle der: "Salih kimseler, mükâfaatlarının ahirette daha
ileri ve mükemmel olmasını umarak, dünyada geçim darlığını ve zühdü tercih
etmişlerdir. Fakat bu ayet, nimetlerden istifade etmenin yasak olduğuna delâlet
etmez. Çünkü bu ayet kâfirler hakkında gelmiştir. Allah Teâlâ, kâfirleri,
dünyadan istifade edip, Allah'a iman ve taatta bulunmak suretiyle nimet verene
şükretmedikleri için kınamıştır. Ama mü'minler, iman etmiş olması sebebiyle,
nimet verenin şükrünü edâ etmiştir. Binâenaleyh dünyada nimetlerden istifade
etmesi sebebiyle mü'min kınanmaz. Bunun delili, "De ki: "Allah'ın
kulları için çıkardığı zinetleri ve güzel-hoş şeyleri kim haram küabilt?(Araf, 32)
ayetidir. Evet, nimetlerden istifade etmekten kaçınmanın, daha evlâ olacağı
inkâr edilemez. Çünkü nefis, nimetlerden istifâdeyi alışkanlık haline
getirdiğinde, artık onlardan uzak durması ve kendini gemlemesi zorlaşır. Bu
durumda da hoş ve güzel şeylerden istifade etme meyli, insanı uygun olmayan
şeyleri yapmaya sürükler. Böylece bu, biribirlerini çeken, biribirini yapmaya
sevkeden şeyler cinsinden olur. İşte bu sebeple de kul, git gide Allah'dan
uzaklaşma haline girer.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, işte yeryüzünde
haksız yere kibirlenmekte ve fısk-u fücur yapmakta olmanıza mukabil, bugün
horluk azabı
ile
cezalandırılacaksınız" buyurmuştur, ayetteki, "hûn"
horluk-hakiriik (herân) manasınadır. Nitekim bu kelime şeklinde de okunmuştur.
Cenâb-ı Hak, bu azabı, şu iki şeye bağlamıştır:
a) Kibirlenme ve büyüklük
taslama ki bu, kalbin işlediği bir günahtır.
b) Fısk-u fücur ki bu da, dış
organların işlediği günahlardır. Birincisi, ikincisinden Önce zikredilmiştir.
Çünkü kalbin halleri, önem bakımından, uzuvların amellerinden daha ileridir.
Ayetteki "kibirlenme" İle, onların, hak dini kabul etmekten ve Hz.
Muhammed (s.a.s)'e imandan tekebbür edip, uzak durmalarının kastedilmiş olması
da mümkündür. Fısk, günahlar ve kötülükler demektir. Âlimlerimiz, kâfirlerin,
şeriatın (dinin) akaidi ile mükellef oldukları gibi, fer'î (ahkâmı) ile de
mükellef olduklarına bu ayeti delil getirerek, "Allah Teâlâ, bunların
azabını şu iki sebebe bağlamıştır:
a) Kâfirleri,
b) Fıskları...
Buradaki fışkın, küfürden başka olması gerekir. Çünkü atıf, başkalığı
gerektirir. Böylece kâfirlerin fasık (günahkâr) oluşlarının da, haklarında
ilahi cezayı gerektirdiği sabit olur. Fısk ise, emredilenleri yapmamak ve
yasaklananları yapmaktan başka bir manası yoktur. Allah en iyi bilendir.[64]
"Ad kavminin hemşehrisi olan Hûd'u da an. Nitekim ondan önce de
sonra
da nice uyana
elçiler gelip geçmiştir. Hani o kavmini Ahkâfdaki kavmini,
"Allah'dan başkasına
kulluk etmeyin. Gerçekten ben, üzerinize gelecek büyük
bir günün azabından
korkuyorum" diye ikâz etmişti. Dediler ki: "Sen bizi tanrılarımıza
tapmaktan döndürmek için mi bize geldin? Öyle ise bizi tehdid etmekte olduğun
şeyi, eğer doğru isen haydi getir." (Hûd) dedi ki: "Bunun
(ne zaman olacağının)
bilgisi ancak Allah nezdindedir. Ben size,
gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Fakat sizi
cahiller güruhu olarak
görüyorum." Artık vakta ki onu, vâdîlerine yönelerek gelen bir
bulut halinde
gördüler.
Dediler ki: "Bu, bize yağmur verecek bir buluttur." (Hûd) da,
"Hayır, bu çarçabuk
gelmesini istediğiniz şeydir, bir rüzgârdır ki onda elem
verici bir azab vardır. O,
Rabbinin emriyle herşeyi helak edecektir, işte onlar,
o hale geldiler ki,
evlerinden başka birşey görünmez oldu. İşte günahkârlar
güruhunu biz böyle
cezalandırırız. Andolsun ki onlara, size bile vermediğimiz
nice imkânlar vermiştik.
Onlara kulaklar, gözler ve kalbler vermiştik. Fakat ne
kulaklan, ne gözleri, ne
kalbleri onlara hiçbir fayda vermedi. Çünkü onlar
Allah'ın ayetlerini bilerek inkâr
ediyorlardı. Nihayet, alay ettikleri şey,
çepeçevre onları kuşatıverdi"
(Ahkâf. 21-26).
Bil ki Allah Teâlâ, kendisinin birliğini ve peygamberlik müessesesinin
hak olduğunu isbat için çeşitli deliller getirip, Mekkeliler de, dünya
lezzetlerine gömülmüş oldukları ve onlar peşinde gezmeleri sebebiyle, bu delillerden
yûz çevirip, bunlara iltifat etmeyince, haklarında, "Kâfirler, cehennemin
karşısına getirilip gösterilecekleri gün denilir ki: "Siz bütün
zevklerinizi dünya hayatınız içinde yaşayıp bitirdiniz" buyurmuştur. Durum
böyle olunca da, Âd kavminin, malca, kudretçe ve makamca Mekkelilerden daha
ileri olduklarını, buna rağmen küfürlerinin uğursuzluğu sebebiyle, bu azabın
kendilerine musallat kılındığını beyân etmiş ve bu kıssayı, Mekkeliler ibret
alıp, elde ettikleri dünyalıklarla aldanmayı bıraksınlar ve dini elde etmeye
yönelsinler diye zikretmiştir. İşte bundan ötürü, Allah Teâlâ bu kıssayı burada
anlatmıştır. Bu da, daha önce geçen kısma uygundur. Zira herhangi bir toplumda
mevcut olan bir âdeti tenkit ve takbîh etmek isteyen kimsenin yapacağı iş darb-ı
mesel getirmek ve o âdeti sürdüren kimseyi meseldekine benzer bir akıbetin
beklediğini düşündürmektir.[65]
Ayetteki, "Ad'm hemşehrisi olan Hûd'u ... hanrla" emri,
"Ey Muhammed, kavmim Mekkelilere, Hûd (a.s)'dan bahset. Çünkü Hûd,
kavmini, iman etmezlerse, Allah'ın azabının geleceğini söyleyerek ikaz
etmişti" demektir. Ayetteki
hakkında Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Hıfk" kelimesi, uzun,
eğri-bûğrû kum yığını manasına olup, böyle kum yığınlarına "mahkût"
denilir". Ferrâ da şöyle demiştir: "Ahkâf'm müfredi
"hıfk"dır. Hıfk, büyük olmayan, kesik-kesik ve eğri-büğrü olan kum
yığını demektir." İbn Abbas (r.a), "Ahkâf "in, Uman ile Mühre
arasında bir vadi olduğunu söylemiştir.
"Nüzür", inzâr (ikaz) edici manastndaki "nezir"
kelimesinin çoğuludur.
deyimi, "önünde",
, deyimi de "arkasında" demektir. Buna göre mana, "Hûd (a.s)
kavmini uyarmış ve onlara, "Allah'dan başkasına tapmayın, çünkü başınıza,
o azabın gelmesinden korkuyorum" demiştir" şeklindedir. Bil ki, Hûd
(a.s)'dan önce gönderilmiş peygamberler ile, ondan sonra gönderilmiş bütün
peygamberler, aynen onun gibi tnzarda bulunmuşlardır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, o kâfirlerin "Sen, bizi (...) döndürmek
için
mi
geldin?" dediklerini anlatmıştır. "İlk", çevirmek, alıkoymak
manasınadır. Nitekim Arapça'da, "O, onu görüşünden çevirdi"
manasında, denilir. Bu idadenin manasının, "Sen bizi çeşitli yalanlarla,
ilahlarımızdan ve onlara ibadet etmekten kaydırmak için mi geldin?"
şeklinde olduğu söylenmiştir. "O halde
şimdi, eğer vaadinde doğru isen, müşrik olduğumuz için başımıza gelecek diye
bizi tehdid ettiğin o şeyi getir." İşte bu noktada Hud (a.s), "Bunun
bilgisi ancak Allah katmdadtr" demiştir. Hûd (a.s)'un bu sözü, onların,
"O halde şimdi, bizi tehdid ettiğin o şeyi getir" şeklindeki sözlerine
cevap olmaya elverişli bir sözdür. Çünkü onların bu sözleri, o azabın hemen
gelmesini istemektir. İşte bundan dolayı Hûd (a.s) onlara, "bu azabın ne
zaman olacağı hususundaki bilgi bende değildir. Bunun bilgisi ancak Allah
katındadır. Ben size, benimle gönderilen mesajı size tebliğ ediyorum. Bu da
sizi o azabtan sakındırmak, o azab hususunda ikaz etmektir. Fakat o azabın ne
zaman olacağı bilgisini Allah bana vahyetmedi. Ne var ki ben sizi, câhil bir
toplum olarak görüyorum" dedi. Hûd (a.s)'un bu sözü şu manalara gelir:
a) Sizler, peygamberlerin, kendilerine müsaade
edilmeyen şeyler hakkında, sorulmak için gönderilmeyip, ancak bir tebliğci
olarak gönderildiklerini bilmiyorsunuz.
b) Ben sizi, inkârınızda ve
cahilliğinizde ısrarlı olduğunuz için câhil bir toplum olarak görüyorum. Böylece
bu aşırı cehaletiniz ve utanmazlığınız sebebiyle, o azabın size ineceği vaktin
yakın olduğu zannı bana galiptir.
c) Ben, sizi, o azabı
istemekte ısrar edenler olmanızdan ötürü, câhil bir toplum olarak görüyorum.
Farzedelİm ki benim doğru olduğumu anlamadınız. Fakat yalancı olduğum da
tarafınızdan kesin olarak bilinmemektedir. Öyleyse, sizin bu azabı, böylesine
ısrarla istemeniz, büyük bir cehalettir.[66]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık vakta ki onu gördüler..."
buyurmuştur. Müberred, buradaki, uonu" zamiri hakkında şu iki görüşü ileri
sürmüştür:
a) Bu zamir, ayette daha önce
bahsi geçmeyen "arız" kelimesiyle açıklanan şeye râcîdir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde, "Onun üstünde hiçbir canh bırakmadı"
(rtthi, 61) buyurmuş, buradaki "onun""zamirinin anlattığı
"yeryüzü"nü, malum olduğu için zikretmemiştir. Bu ayetteki zamir de
aynı şekilde, bulutları
anlatmaktadır. Sanki, "onlar o bulutun arız (peydah) olduğunu
görünce... " demektir. Bu, Zeccac'ın tercih ettiği görüştür ki, bu durumda
bu, "tefsir şartı üzere olmayan bir izmâr" kabilinden olur.
b) Bu zamirin,
jfadesindeki ya raci olması... Buna göre
kelamın takdiri, "Onlar tehdit olunageldikleri o şeyin ortaya çıktığını
görünce ..." şeklinde olur. Ebû Zeyd de, gökyüzünün bir tarafında gözüküp,
daha sonra kaybolan, gizli kalan buluttur" demiştir.
hakkında müfessirler şöyle
demişlerdir: "Âd kavmine, günlerce
yağmur yağmamıştı. Derken
Allah, onlara simsiyah bir bulut gönderdi. Ve bu bulut, o kavme el-Muğfs adı
verilen bir vadiden gözüktü. Onlar onun kendi vadilerinden geldiğini görünce
sevindiler ve "Bu, bize yağmur yağdıracak olan "ând"dır,
buluttur" dediler." Denildiğine göre, Hûd (a.s) kavmi arasında
bulunuyordu. Derken, çok yağmur yağdıracağı zannedilen simsiyah bir bulut
çıktı. Onlar, "6u, bize yağmur yağdıracak buluttur" dediler de, bunun
üzerine Hûd (a.s), "Hayır, bu, sizin hemen gelmesini istediğiniz o
azabür" dedi; sonra da onun ne olduğunu beyân etmek üzere, "Bu,
kendisinde elem verici bir azabın bulunduğu rüzgârdır" dedi, daha sonra da
bu rüzgârı niteleyip tavsif etmek için yani, "İnsan, hayvan ve bitki namma
ne varsa, Habbinin emriyle imha eder" buyurdu. Ki bu, "Bu, yıldızların
tesirinden ve biraraya gelmelerinden kaynaklanan bir şey değil, tam aksine bu,
doğrudan doğruya, size azâb etmek için Allah'ın kudretiyle meydana gelen
şeydir" demektir.[67]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte onlar, yani Ad kavmi, o hale
geldiler ki, evlerinden başka bir şey görünmez oldu" buyurmuştur. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[68]
Rivayet olunduğuna göre o rüzgâr, onların çadırlarını kaldırıp, onları
havaya yükseltti. Böylece onlar, adeta birer
çekirge gibi gözükür oldular.. Ve yine rivayet edildiğine göre, bu
azabı ilk gören, onlardan bir kadın oldu. Bu kadın, "Ben, içinde tıpkı
ateşin alevleri gibi şeyler bulunan bir rüzgâr gördüm.." dedi. Yine
rivayet olunduğuna göre, onların, bunun efîm bir azâb olduğunu anladıkları
şeyin ilki, onların, çölde bulunan adamlarının ve hayvanlarının, o rüzgâr
sebebiyle gökle yer arasında uçuyor olduklarını görmeleridir... Bunun üzerine
onlar da, evlerine girdiler ve kapılarını kapadılar. Derken, o rüzgâr o
kapıları, yukarı kaldırdı ve o kimseleri de yere vurup baydı.. Derken, Allah
Teâlâ, onların üzerini kumlarla yığdı. Onlar, bu yığınların altında, inleyerek
bir hafta kaldılar. Daha sonra, yine aynı rüzgâr, üzerlerindeki o kum
yığınlarını kaldırdı; o insanları da denizlere fırlattı.
Yine rivayet olunduğuna göre Hûd (a.s), o rüzgârın geleceğini
anlayınca, hem kendisi hem de mü'minler için, fışkıran bir pınarın yanına bir
çizgi çizdi... Böylece, mü'minler ve Hûd (a.s)'a isabet eden o rüzgâr, yumuşak,
rahatlatıcı ve hoş oldu;
Âd kavmine isabet eden rüzgâr ise, onları yerden kaldırıp göklerde
uçurarak, yerlere salıyordu... Mucizenin eseri, işte, rüzgârın böyle farklı
farklı oluşuyla zuhur etmiştir. Hz. Peygamber (ş.a.s)ıin de, şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Allah, rüzgârları idare eden melege, Ad kavmi
üzerine, bir yüzük kadar, rüzgâr salıvermesini emretmiştir." Ama, bu kadarı
bile, onları tamamiyle helak etmeye yetmiştir. Bu sözün maksadı, Allah'ın
kudretinin mükemmel olduğunu ortaya koymaktır. Yine, Hz. Peygamber (ş.a.s)'den,
rüzgâr gördüğünde korkarak, şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Ey Allahım,
senden, o rüzgârların hayrını ve o rüzgârlarla gönderilen şeyin hayırlısını
isterim; o rüzgârlann kötülüğünden ve o rüzgârla gönderilen şeyin şerrinden de
sana sığınırım."[69][70]
Asım ve Hamza, yâ ve yâ'nın zammesi ile, kelimesinin nûn'unundammesi
ile, şeklinde
okumuşlardır.
Ki Kisaî, bu okuyuşa göre, bunun anlamının, "Onların meskenlerinden başka
hiçbir şey görülür olmadı" şeklinde olduğunu söylemiştir. Nafi, İbn Kesir,
Ebû Amr, İbn Âmir ve Kisaî, muhatap slgasıyla,
"görmezsin..." şeklinde okumuşlardır ki, buna göre mana,
"Ey muhatap, sen ... göremezsin" şeklinde olur. Astm'dan gelen
rivayetlerin birinde Asım, bu ifadeyi, tâ ile nûn'un dammesi ile de, şeklinde okumuştur ki bu kıraat, Hasan
el-BasıTnin kıraatidir. Buna göre cümlenin anlamı, "Ad kavminin
kalıntılarından, meskenlerinden başka hiçbir şey görünür olmadı..."
şeklinde olur. Cumhur, bu kıraatin kuvvetli olmadığını söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte günahkârlar güruhunu biz böyle
cezalandırırız..." buyurmuştur ki, bu ifadenin maksadı, Mekke kâfirlerini
korkutmaktır. Buna göre şayet, "Allah, "Halbuki sen içlerinde iken
(habibim), Allah onları imha etmez" (Emu, 33) buyurduğuna göre, daha nasıl
böyle bir korkutma mevzûbahs olabilir?" denilirse biz deriz ki: O ayet,
işin (nübüvvetin) sonuna doğru nazil olmuştur. Binâenaleyh, bu vakitten önce
bir korkutma söz konusudur.[71]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, Mekke kâfirlerini korkutmuş, kuvvet ve beden
cihetinden^ Âd kavminin, kendilerinden daha ileri olduğunu beyân ederek,
"Andolsun ki onlara size bile vermediğimiz imkânlar vermiştik
"Andolsun ki, onlara,
size bile vermediğimiz imkânlardan nice imkânlar vermiştik" buyurmuştur.
Müberred şöyle der 'daki (olumsuzluk
anlamında olan) anlamındadır, Buna göre
ifadenin anlamı, "Andolsun ki, biz o Âd kavmine imkân ve güç verdiğimiz
şeyler hususunda, size herhangi bir imkân ve güç vermedik" şeklinde olur.
Ki bu da, "Şüphesiz onlar, sizden daha kuvvetli ve daha varlıklı
idiler.." demektir.
İbn Kuteybe de, buradaki i>[ harfinin zait olduğunu söylemiştir.
Buna göre kelamın takdiri, "Biz, size imkân ve güç verdiğimiz hususlarda,
onlara da imkân vermiştik" şeklinde olur. İbn Kuteybenin bu görüşü, şu
bakımlardan yanlıştır:
1) Allah'ın kitabından, bir
harfin daha manasız ve boş olduğuna, hiçbir kimse hükmedemez.
2)
Bu sözün maksadı şudur:
"Onlar, kuvvetçe sizden daha üstün idiler. Ama, kuvvetçe ileri olmalarına
rağmen, ilahî cezadan kurtulamamışlardır. Öyleyse, ya sizin haliniz nice
olur?" Böyle bir mana, ayetin ancak, onların Mekkelilerden daha güçlü kuvvetli
olduklarına delâlet etmesi durumunda tam olur.
3) Diğer ayetler de bu anlamı
ifâde etmektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar mal ve metâ'ca da,
gösterişçe de daha güzeldiler"(Meryem,74) ve "... kuvvetçe ve yer
(yüzün) deki eserlerce de daha güçlü ve satvetli idiler..." (Mümin, 82)
buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Onlara kulaklar, gözler ve kalbler vermiştik.." buyurmuştur ki, bu,
"Biz onlara, her türlü nimet kapılarını açtık; onlara kulak verdik, ama
onlar bu kulaklarını, delilleri dinlemede, göz verdik, ama onlar bu gözleri
ibret alınacak şeyleri düşünmede ve onlara kalbler verdik, ama onlar bu
gönülleri, marifetullahı talep etmede kullanmadılar. Tam aksine onlar, bütün bu
kuvvetlerini, dünyayı ve onun zevklerini elde etmek için kullandılar. İşte bu sebeple
de hiç şüphesiz, onların kulakları, gözleri ve gönülleri, Allah'ın azabından,
herhangi bir şeyi onlardan savuşturamamıştır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, onların kulaklarının, gözlerinin ve
gönüllerinin, onların, Allah'ın ayetlerini inkâr edici olmaları sebebiyle fayda
vermediğini beyan buyurmuştur. Çünkü ayetteki, iij^h ijîlî' *\ "Çünkü
onlar... bilerek inkâr ediyorlardı" ifadesi, bir illet ve bazan sebep
bildirmek için kullanılır. Çünkü sen meselâ, »Ut İ\ Üiji» "Yaramazlık
yaptığı İçin, onu dövdüm" ifadesini kullanırsın ki bu, »^ «fr *=fji»
demektir. Bu ayette, Mekkellleri korkutma ve tehdit vardır. Çünkü, Ad kavmi,
dünyalarına mağrur olup, delili ve hücceti kabul etmekten yüz çevirip ona
yanaşmayınca, onların başına iste bu ilahî azab gelmiş; onların kuvvetleri ve
malca zenginlikleri fayda vermemiştir. Binâenaleyh, Mekkelilerin aciz ve zayıf
olmalarından dolayı, ilahî azâbtan haydi haydi sakınmaları ve korkmaları
gerekir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Nihayet, alay ettikleri şey çepeçevre onlan kuşatıverdi" buyurmuştur.
Yani, "Onlar ilahi azabın gelmesini stiyortardı. Ama, onlar bunu, İstihza
yollu istiyorlardı.." demektir. Allah en iyisini bilir.[72]
"Andolsun ki biz, kendi çevrenizdeki memleketleri imha ettik.
Ayetleri, belki
onlar (küfürden
imana) dönerler diye, türlü türlü açıkladık. O vakit, Allah'tan
başka şefaatçi edindikleri
tanrılar onlara yardım etmeli değil mi? Bilakis
bunlar, kendilerinden uzaklaşarak
kayboldular. Bu, onların yalanlarıdır,
uydurmakta oldukları şeydir..."
(Ahkâf, 27-28).
Bil ki, bu ayetten kastedilen mana, "Ey Mekke kâfirleri, andolsun
ki biz, sizin memleketlerinizin etrafında olanları helak etmiştik..."
şeklinde olup, bunlar da, Yemen ve Şam'daki Âd ve Semud kavimleridir.
"Ayetlerimizi onlara iyice açıkladık; Ta ki böylece belki o
memlekettekiler küfürden imana
dönerler" şeklindedir. Buradaki "tasrifu'l-ayât" İfâdesi ile,
helak etmeden önce meydana gelmiş olan, o korkunç hallerin beyânı
kastedilmiştir. Cübbâî şöyle der:
"Ayetteki ifâdesinin
manası,
"küfürlerinden
dönsünler diye" şeklindedir. Binâenaleyh bu, Allah Teâlâ'nın, o kâfirlerin
küfürlerinden dönmelerini istediğine; küfürlerinde ısrar etmelerini
istemediğine delâlet etmektedir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu,
"Allah, o şeyi başkasının yapması halinde, işte bu mezkûr irâdeden dolayı
yapacak olduğu şeyi yapmıştır" demektir. Biz bu tevili, Cenâb-ı Hakk'ın,
kâinatta ne varsa, onların irâde edicisi olduğuna delâlet eden delillerden
dolayı benimsedik.[73]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O vakit, Allah'tan başka şefaatçi
edindikleri tanrılar onlara yardım etmeli değil mi?!" buyurmuştur.
"Kurbân", sayesinde Allah'a yaklaşılan şeydir. Buna göre mana,
"Onlar o putları, sayelerinde Allah'a yaklaşacaklarını umurak aracı
edindiler" şeklinde olur. Çünkü onlar, "Bunlar (bu putlar) Allah
yanında bizim şefaatçilerimizde" (Yunus, 18) ve "Biz, bunlara ancak
bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz" (Zümer, 3)
demişlerdir.[74]
Ayetin i'râbı hususunda, şu izah şekilleri vardır:
1) Keşşaf sahibi şöyle der:
"Bu ifadedeki "edindiler" fiilinin iki mef'ûlünden biri olan
ve 'ye râci olanı hazfedil m iştir.
Diğeri de, kelimesidir, kelimesi de
haldir." Bu izaha, "iki mef'ûl alan fiilin anlamı, ancak, iki
mef'ûlün de lafzan zikredilmesiyle tamam olur. Halbuki, cümlede hâl kelimesinin
getirilmesi, o cümlenin bittiğini ihsas ettirir. O halde, iki mef'ûlün arasına,
hâl kelimesini getirip sokmanın, asi olan şeyin hilâfına bir hareket tarzı
olduğunda şüphe yoktur.." diye karşı çıkılmıştır.
2)
Bazı kimseler de,
kelimesinin, bu fiilin ikinci mef'ûlü olduğunu ve birincisine, yani kelimesine takdim edilmiş olduğunu
söylemişlerdir. Bu izaha da, "Bu, cümlenin, 'ye râci olacak olan zamirden
halî ve uzak olduğu neticesine götürür" şeklinde karşı çıkılmıştır.
3) Muhakkik bazı alimler şöyle demişlerdir: "Bu fiilin iki
mef'ûlünden birisi zamir olup, bu 'ye
raci olandır, ikinci mef'ûl; de, atf-ı beyân kabû! edilebilir.
Bu ayetin i'râbı hakkındaki görüşleri anladığına göre, şimdi biz
diyoruz ki: Bu ayetin maksadı şudur: "Allah'ın imha ettiği bu kimselere,
kendilerine taptıkları ve onlara ibadet etmeleri sebebiyle onları Allah'a
yaklaştıracaklarını ve kendilerine şefaatçi olacaklarını iddia ettiği bu
nesneler, onlara yardım etmeli değil miydi?! (Yardım etmeleri şöyle dursun!)
tam aksine, o putlar kendilerine tapanlardan uzaklaştılar. Onlara yardım etme
konusunda kayboldular..." Ki bu, onların taptıkları o putların, onlara
yardımcı olmalarının imkânsız olduğuna bir işarettir.[75]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, onların yalanlandır"
buyurmuştur. Yani, "Bu imkânsızlık, onların o putları ilâh edinmeleri
demek olan "ifk"lerinin, yatanlarının eseri, şirklerinin ürünü ve
Allah'ın ortaklan olduğunu söyleme yalanının, yani Allah'a iftiralarının
neticesidir" demektir. Keşşaf sahibi, "ifk" kelimesinin,
"efk" şeklinde de okunduğunu söylemiştir ki bu durumda, İfk ve efk
kelimeleri hazr ve hızr gibi olur. Yine bu ifâde, fâ'nın ve kâfin
fethasıyla, tülîj (efekehum...) şeklinde
de okunmuştur ki, bu, "Eser ve semeresi bu olan durum, (onları haktan
çevirdi" demektir. Yine bu ifâde, ileri bir mana ifâde etmesi için,
şeddeli olarak (effekuhum...) şeklinde
de okunmuştur. Yine, "Bu putlar edinme, onları yalancılar kıldı.."
anlamında, (fiil olarak), ve şeklinde de okunmuştur. Yani, "Onların sözü,
Ifk'dir" demek olup, bu da, "sözlü yalanla karşılıktır" demektir
ki, bu da senin, "yalancı söz"
demen gibi olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"uydurmakta oldukları şeydir..." buyurmuştur ki, bu, "Bu,
Allah'a ortaklar isnad etme hususunda onların bir yalanlan ve
iftiralarıdır" demektir. Allah, en iyisini bilendir.[76]
"Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir taifeyi, Kur'ân dinlemeleri
için sana
(doğru)
sevketmiştik. İşte bunlar, onun huzuruna gelince, (biribirine),
"susun!" demişler,
(okuması) bitirilince de, ikaz etmeye memur olarak,
kavimlerine dönmüşlerdi. Ve,
"Ey kavmimiz, hakikat biz, Musa'dan sonra
indirilmiş olan, kendinden öncekileri tasdik
eden, hakka ve doğru yola ileten
bir kitap dinledik. Ey kavmimiz, Allah'ın
davetçisine icabet edin. Ona iman
edin ki, (Allah), sizin günahlarınızı bağışlasın ve
sizi çok elem verici bir
azâbtan kurtarsın. Kim Allah'ın davetçisine icabet etmezse, o
yeryüzünde
(Allah'ı) aciz
bırakacak değildir. Onun Allah'tan başka yardımcıları da yoktur.
Onlar, apaçık bir sapıklık
içindedirler" dediler"
(Ahkâf. 29-32)
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[77]
Cenâb-ı Hak, insanlar arasında iman edenler ve kâfir olanlar
bulunduğunu beyan ettiği gibi, cinler arasında da
iman edenler ile küfredenler bulunduğunu;
iman edenlerine mükâfaat verildiğini, kâfir olanlarının da ilahî ceza ile
başbaşa kalacaklarını beyan buyurmuştur. Ayetin bahsettiği bu hâdisenin nasıl
olduğu hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:[78]
Birinci Görüş: Said ibn Cübeyr şöyle der:
"Cinler (gökyüzünden) kulak hırsızlığı yapıyorlardı. Derken onlar, bu
işten men edilip kovulunca, "Gökte meydana gelen bu hâdise, ancak yerde
meydana gelen bir şeyden dolayı gelmiştir.." dediler de, böylece bunun sebebini
araştırmaya başladılar. Derken, Hz. Peygamber (s.a.s), Mekke i il erin
kendisine icabet edeceklerinden ümitsizliğe düşünce, ahalisini İslâm'a davet
etmek maksadıyla Taif yolculuğuna çıktı. Mekke'ye dönünce de, Batn-ı Nahl
denilen bir yerde sabah namazında Kur'ân okumaya koyuldu. Derken, kendisine
Nusaybin cinlerinin ileri
gelenlerinden bir grup uğradı, rastladı. Zira İblis, bunları, göklerin
taşlanmak suretiyle korunmasını ve gözetilmesini gerektiren sebebi anlamaları
için göndermişti.. Derken, işte okunan o Kur'ân'ı duydular ve sebebin bu
olduğunu anladılar.."
İkinci Görüş: Allah Teâlâ, peygamberine,
cinleri de inzâr etmesini, onları kendisine davet etmesini ve onlara Kur'ân
okumasını emretmişti. Böylece Allah, o peygamberden o Kur'ân'ı dinlesinler de
kavimlerini uyarsınlar diye, bir grup cinni, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
göndermişti.[79]
Bu söylediğimiz şeye, şu birtakım talî meseleler dayanmaktadır:
1) Kadî'den, tefsirinde,
ayetteki "ctn"i açıklarken şöyle dediği nakledilmiştir: "Bunlar,
Yahudi idiler. Çünkü, insanlar arasında Hristiyan, Yahudi, Mecusî, Putperest
gibi milletler bulunduğu gibi, cinler arasında da var idi.." Muhakkik
ulemâ, cinlerin mükellef olduğu hususunda mutabıktırlar. Ibn Abbas'a,
"Cinler için mükâfaat ve sevap söz konusu mudur?" diye sorulduğunda
o, "Evet, onların lehine olmak üzere, mükâfaat olduğu gibi, aleyhlerine de
ikab ve ceza vardır. Cennette onlarla karşılaşılır ve onlar cennet kapılarının
önünde bir izdiham meydana getirirler" dedi.
2) Keşsal sahibi şöyle der:
"Nefer, on kişiden aşağı olan gruba denilip, bu kelime,
"enfftrun" şeklinde çoğul yapılır." Muhammed İbn Cerlr
et-Taberî, Ibn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu cinler,
Nusaybin ehlinden (cinlerinden) olmak üzere yedi tane idiler. Böylece, Allah'ın
Resulü (s.a.s) onlart, kendi kavimlerine elçiler yapmıştı.."
Zira İbn Hubeys'in de,
"Onlar dokuz tane idi; onlardan birisi de Tevbe'a'dır" dediği rivayet
edilmiştir. Katade'den de, "Bize, onların o peygambere Sâve'den geldikleri
anlatıldı.." dediği nakledilmiştir.
3) Alimler, cinlerin Hz.
Peygamber (s.a.s)'e geldiği gecede, İbn Mes'üd'un Hz. Peygamber (s.a.s)'le
beraber olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu husustaki rivayetler
muhtelif olup, meşhurdurlar.
4)
Kâdî, tefsirinde, Enes'in
şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir ihtiyar, değneğine dayanmış olarak
geldiğinde, ben Allah'ın Resulü ile beraber Mekke dağlarında idim. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Cinnîyürüyüşü ve nağmesi mi?.." dedi,
bunun üzerine o ihtiyar da, "Evet." dedi. Müteakiben, Hz. Peygamber
(s.a.s), "Hangi cinlerdensin?"deyince o, "Ben, Hâme İbn Heym tbn
Lâhs İbn İblisim.."diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a.s), ''Seninle
İblis arasında, ancak iki atanın geçmiş olduğunu görmekteyim... Binâenaleyh,
senin üzerinden ne kadar yû geçti?" deyince, bu cin, "Pek azı
müstesna, dünyanın ömrünü yedim (yaşadım). Ben, Kabil Hâbil'i öldürürken,
tepeler arasında geziyordum" dedi ve gelip geçmiş olaylar hakkında pekçok
şey anlattı.
Anlattıkları arasında şu da vardı: Bana, Isâ İbn Meryem, "Eğer
Muhammed'le karşılaşırsan, benden ona selâm söyle" dedi.. Ben de, onun
selâmını şu anda sana
tebliğ ettim ve sana da iman ettim.." dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s), "isa'ya selam olsun. Ey Hâme, sana da selâm olsun,
ihtiyacın nedir?" deyince, O, "Musa bana, Tevrat'ı, Isa da bana,
incil'i öğretti. O halde, sen de bana Kur'ân'ı öğret" dedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.s) ona, on sûre öğretti. Hz. Peygamber (s.a.s) ahirete
göçtüğünde, bu cin yaşamaya devam ediyordu. Zira vefat haberini Hz. Peygamber
(s.a.s) bildirmemiştir. Ömer Ibnu'l-Hattfib da, "Ben onun halâ yaşadığını
sanıyorum" demiştir. Bil ki, cin hadisesiyle ilgili sözümüzün tamamı, Cin
Sûresi'nde geçmektedir.[80]
Alimler "Hatırla ki, onu
cinlerden bir taifeyi sana
(doğru) şevkettik"
cümlesinin tefsiri hususunda
ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bazıları şöyle demiştir. Hz. Peygamber
(s.a.s), cinlere de Kur'ân okumayı amaçlayınca, Allah Teâlâ, cinlerin
kalblerine Kur'ân'ı dinleme hususunda bir arzu ve istek ilham etti. İşte bu
sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, "sana (doğru) şevkettik" buyurmuştur.[81]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte bunlar, onun huzuruna
gelince..." buyurmuştur. Buradaki "onun" zamiri; ya Kur'ân'a,
yahut da Hz. Peygamber (s.a.s)'e râcîdir
"dediler", yani, birbirlerine,
"susun", dinleyiciler olarak sesinizi kesin de
dinleyin.." dediler. Zira Arapça'da, "Şunun için sustu, şunun için,
susmasını İstedi.." ifadeleri kullanılır. Hz. Peygamber okumasını
bitirince, "...ikaz etmeye memur
olarak, kavimlerine dönmüşlerdi..."Yani, "Onlar, kavimlerini inzâr
ediciler olarak döndüler" demektir. Bu ise ancak, Peygamber (s.a.s)'i
dinleyen cinlerin, iman etmelerinden sonra olabilecek bir husustur. Çünkü onlar
başkalarını, Kur'ân'ı dinlemeye ve onu tasdik etmeye ancak kendileri iman
etmeleri halinde davet edebilirler..[82]
İşte bu noktada, "Ey kavmimiz, biz, Musa'dan sonra indirilmiş olan
... bir kitap dinledik.." dediler ve bu kitabı şu iki vasıfla nitelediler:
a)
Kendinden öncekileri, yani
önceki peygamberlerin kitaplarını tasdik edici olarak.. Buna göre mana,
"Diğer peygamberlerin kitapları da, Allah'ın birliğine, nübüvvet
müessesesinin ve ahiretin hak oluşuna; daveti ve iyi huylarla temizlenmeyi emretmeyi
ihtiva ettiği gibi bu kitap da, bu aynı hususları kapsamaktadır.
b)
Bu kitabın, hakka ve
dosdoğru yola iletici olması...
Bil ki, bu vasıflardan birincisi, bu kitabın, bu âlî, yüce ve kıymetli
gayelere davet etme hususunda, diğer ilahî kitaplara denkliğini; ikinci vasıf
da, Kur'ân'ın kapsadığı bu gayelerin, hak ve bizatihî doğru gayeler ve
Kur'an'dan önce bu hususları dile getiren kitaplar ister gelmiş, İsterse gelmiş
olmasın, herkesin aklı ile bunların böyle olduğunu bilebileceğini, anlayacağını
ifade eder.
İmdi eğer: "O cinler, nasıl, "Musa (a.s)'dan sonra..."
demişlerdir?" denilirse, biz, Hasan el-Basrî'nin, "Onlar yahudî
idiler" dediğini nakletmiştik.. İbn Abbas'tan da, "Cinler, Hz.
İsa'nın nübüvvetini duymadılar. İste bundan dolayı "Musa'dan sonra"
dediler" dediği rivayet olunmuştur.
Daha sonra cinler, Kur'ân'ı bu üstün sıfatlarla tavsif edince, "Eykavmimiz, Allah'ın davetçisine icabet
edin.." dediler. Alimler, ayetteki, '-Allah'ın da'vetçisi"
ifadesiyle, Hz. Peygamber (s.a.s)'in mi, yoksa Cebrail (a.s)'in mi kastedildiği
hususunda ihtilaf etmişlerdir. Doğruya en yakın olan, bunun Hz. Peygamber
(s.a.s) olmasıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), bu vasfın mutlak olarak kendisi
hakkında kullanıldığı kimsedir.
Bil ki, "Allah'ın davetçisine icabet edin.." hakkında, şu iki
mesele vardır:[83]
Bu ayet, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, insanlara gönderilmiş
bir peygamber olması gibi;
cinlere de gönderilmiş bir
peygamber olduğuna delâlet eder. Mukatil de, "Allah, Hz.
Muhammed (s.a.s)'den önce
hiçbir peygamberi, hem
insanlara hem de cinlere peygamber olarak göndermemiştir"
demiştir.[84]
Bu ifâdedeki emir, emredilen her şey hususunda vücûb
ifâde eden bir emirdir.
Dolayısıyla bu ifâdenin içine, İman
etme emri de girmektedir. Ancak ne var ki Cenâb-ı
Hak,
iman, dindeki
mükellefiyetlerin en önemlisi ve en kıymetlisi olduğu için, özellikle
yeniden "iman"
lafzına yer verilerek, "iman edin" denilmiştir ki, Kur'ân'ın âdeti de
hep böyle olagelmiştir. Zira
Kur'ân, ilk önce genel bir lafza yer verir, daha sonra da
o lafza, nev'inin en
kıymetlisini atfeder. Bu, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "... meleklerine
ve Cebrail'e..."
(Bakara, 98) ve "hani biz peygamberden misaklarını almıştık. Senden
de, Nuh'tan
da..."(Ahzab, 7) ayetlerinde böyledir.[85]
Cenâb-ı Hak, ona İman etmeyi emredince, bu imanın sağladığı faydayı da
belirterek, "(Allah), sizin
günahlarınızı bağışlasın" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele
vardır:[86]
Bazıları, ifâdesinin
başındaki in zaide
olduğunu, dolayısıyla mananın, "Sizin için
günahlarınızı bağışlasın.." şeklinde olduğunu söylerlerken, "Hayır,
burada harf-i cer'inin getirilmesi,
"iktidar-i gaye" İfâde eder.. Buna göre de mananın, "Bağışlama
işi, günahları bağışlama ile başlar, daha sonra bu iş, o kimsenin daha evlâ ve
daha mükemmel olanı yapmamadan dolayı meydana gelen hatalarını bağışlamaya raci
olur.." şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür.[87]
Alimler, cinler için mükâfaatın olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak,
"Onlar için, cehennemden kurtarmanın dışında bir mükâfaat yoktur.
Onlara, tıpkı hayvanlar
gibi, "Toprak otunuz.." denilecektir.." denilmiştir. Bu görüşte
olanlar, görüşlerinin doğruluğu hususunda Cenâb-ı
Hakk’ın bir azâbten kurtarsın... "
ifadesine tutunmuşlardır.
Bu, Ebû Hanlfe'nin görüşüdür. Doğru olan ise, onların, tıpkı insanoğlu hükmünde
olmaları, böylece de, taatlanndan dolayı mükâfaata; günahlarından dolayı da
İlâh? cezaya müstahak olmalarıdır. Bu görüş, Ibn Ebî Leylâ
ve Malik'in görüşüdür. Bu
konuda Malik'le Ebû Hant'fe arasında bir münazara
geçmiştir...
Dahhâk şöyle demektedir: "Bunlar cennete girecekler, yiyip
içeceklerdir. Bu görüşümün doğruluğunun delili de şudur: Beşerin yaptığı
taatlardan dolayı, mükâfaat elde edeceğine delâlet eden her delil, aynen cinler
hakkında da mevcuttur.." Halbuki, bu iki mesele arasındaki fark, cidden
son derece fazladır.
Bil ki bu cin, kavmine, peygambere icabet etmelerini, ona iman
etmelerini emredince, onları, bu icabeti terketmeleri konusunda uyarmış ve
"Kim Allah'ın davetçisine icabet etmezse, o, yeryüzünde (Allah'ı) aciz
bırakacak değildir" demiştir. Yani, "Kaçan hiçbir kimse, O'ndan
kurtulamaz ve hiçbir şey O'nun hükmünün önüne geçemez" demektir ki bunun
bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şu hakikati da şüphesiz anladık ki:
Yer(yüzün)de de, Allah'ı asla aciz bırakamayız"(Cin, , 12) ayetidir. Cin
(sözüne devamla), "Onun için, Allah'tan başka ne bir dost, ne bir
yardımcı, ne bir savunucu bulamayız" demiş, sonra da bunların apaçık bir
sapıklık içinde bulunduklarını beyân etmiştir.[88]
"Hâlâ şu hakikat anlamadılar mı ki: Gökleri, yeri yaratmış, onları
yaratmaktan yorulmamış olan
Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet O,
her şeye elbette kadirdir. O kâfirler ateşin
karşısına tutulacakları gün, "Bu
(azâb), pekçok değil miymiş?" denilecek...
Onlar, "Evet, Rabbimize andolsun
ki (gerçektir)" diyecekler. (Allah da),
"küfretmenize mukabil) tadın azabı"
buyuracak"
(Ahkâf, 33-34).
Ayetle ilgili birkaç mesele var:[89]
Bil ki Allah Teâlâ, bu sûrenin
başında, kadir, hakîm ve hür irâde sahibi bir ilâhın varlığına delâlet eden
şeyi getirmiş, daha sonra buna,
a)
Putlara tapma inancının
yanlışlığını ve
b)
Nübüvvet müessesesinin haklılığını dayamış, Mekkeli
müşriklerin, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliğini tenkid ile ilgili şüphelerini zikretmiş ve bunlara
cevap vermiştir. Allah, Mekke kâfirlerinin delilleri kabul etmeyişlerinin,
çoğunun dünyaya aldanmaları dünyanın hoş ve leziz şeylerini tastamam-eksiksiz
elde etmek için dünyaya dalmaları ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e boyun eğmenin
kendilerine ağır gelmesi sebebiyle olduğunu bildirmiş ve bunlara Âd kavmini
misal getirmiştir. Çünkü onlar, dünya menfaatlarını elde etme açısından, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in kavminden daha ileri idiler. Binâenaleyh onlar
küfürlerinde ısrar edince, Allah onları bile yok etmiş-helâk etmiştir.
Binâenaleyh bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini inkârda ısrar etmeleri
halinde, Mekkeliler için bir korkutma olmuştur. Cenâb-ı Hak, daha sonra da, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in insanlara peygamber olduğunu anlatmış, peşisıra da onun
cinler arasında da peygamber olduğunu belirtmiştir. İste burada tevhid ve
nübüvvet hususundaki söz tamamlanmış; bu iki hususun peşinden de âhiret
meselesini ele almıştır. Kim yaptığımız bu açıklama üzerinde iyice düşünürse,
Kur'ân'ın tamamının maksadının, tevhidi, nübüvveti ve meâdî (âhireti) anlatmak
olduğunu anlar. Kur'ân-ı Kerim'deki kıssaların anlatılış maksadı da, yine bu
esasları ortaya koyma hususundaki darb-ı meseller gibidir.[90]
Bu ayetin maksadı, Allah Teâlâ'nın, öldükten sonra diriltmeye kadir
olduğuna delil getirmektir ve bu şöyledir:
Allah Teâlâ, bu sûrenin başında göklerin ve yerin yaratıcısının kendisi
olduğuna dâir delil getirmiştir. Gökleri ve yeri yaratmanın, öldükten sonra
insanı yeniden hayata döndürmekten daha zor ve daha büyük bir iş olduğunda
şüphe yoktur. En zor ve en mükemmele kadir olan, daha kolay ve daha azına haydi
haydi olur.
Cenâb-ı Hak daha sonra bu ayetini "O, herşeye, elbette
kadirdir" cümlesiyle tamamlamıştır. Bundan murad şudur: Ruhun, bedenle
alaka kurması "mümkin" işlerdendir. Eğer bu, aslında mümkin
olmasaydı, tâ başta vâkî olmazdı. Allah Teâlâ bütün mümkinâta kadirdir.
Dolayısıyla O'nun bedenleri (insanları) yeniden diriltmeye kadir olması
gerekir. Bunlar, yakînî deliller olup, açıktır.[91]
kelimesinin başına, yani edatının haberinin başına
bâ harf-i cerri
getirilmiştir. Bu, ancak ve cümlesinin
başına, bir nefy edatı geldiğinde caiz olur. Buna göre sanki,
"Allah kidir değil
mi?" denilmek istenmiştir.
Zeccac şöyle der: "Eğer,
"Zeyd'in ayakta olduğunu sanmıyorum"
dersen, bu caizdir. Ama,
deyip, bâ harf-i cerrini getirmen
caiz değildir."[92]
Arapça'da, nasıl yapılacağını bilemediğin zaman, "işi beceremedim,
yoruldum" denilir. Ayette
"Biz, birinci yaratmada
acz mi gösterdik"(Kaf, 15) denilmiş olması da bu manadadır. Bil ki Allah
Teâlâ, diriliş ve Kıyametin doğruluğu hususunda delilleri getirince, kâfirlerin
oradaki bazı hallerini de anlatarak, "O kâfirler ateşin karşısına
tutulacakları gün, "Bu, (azâb) gerçek değil miymiş?" (denilecek).
Onlar, "Evet, Rabbimize andolsun ki (gerçektir)" dediler. (Allah da),
"Küfretmenize (mukabil) tadın azabı" dedi" buyurmuştur. Buradaki,
"Bu, gerçek değil miymiş?" ifadesi, "Onlara, "Bu gerçek
değil miymiş?" denilecek" takdirindedir. Bunun maksadı, onlarla alay
etmek ve onların, Allah'ın vaad ve tehdidleriyle istihza etmelerine ve
"Biz azab görmeyeceğiz" demelerine karşılık bir azarlamadır.[93]
"O halde, peygamberlerden azm sahiplerinin sabrettikleri gibi sen
de sabret. (Kavminin) azab edilmesi için acele etme. Onlar, tehdid edildikleri
(azabı)
görecekleri
gün, sanki kendileri, (dünyada) gündüz bir saatten başka durmamış gibi
olacaklardır. Bu, bir tebliğdir. Hiç {asıklar güruhundan başkası
helak edilir mi?"
(Ahkaf, 36).
Bil ki Allah Teâlâ, üç esast, yani tevhid, nübüvvet ve meâdı anlatıp,
kâfirlerin bu hususlardaki şüphelerine cevaplar verince, bütün bunların
peşinden, Hz. Muhammed (s.a.s) için bir öğüt ve bir nasihat olacak hususa da
yer vermiştir. Çünkü kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e eziyet ediyor ve onu
korkutmaya çalışıyorlardı. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak,
"Peygamberlerden ulu'1-azm olanların sabrettikleri gibi yani ciddiyet
sabır ve sebat sahibi peygamberler gibi sen de sabret" buyurmuştur. Bu
ayetle ilgili iki görüş vardır:[94]
Birinci Görüş:
ifadesinin başındaki mln
edatı, ba'ziyyet (kısmîlik) ifade edip, "ulu'1-azm" ile, bazı
peygamberler kastedilmiştir ki bunların kavminin eziyetine sabreden Hz. Nûh
(a.s) kavmi onu bayıltıncaya kadar
döverlerdi ve oğlunun kurban edilmesi emrine sabreden Hz. İbrahim (a.s);
kesilmeye sabreden Hz. İshik (a.s); çocuğunun kayboluşuna ve gözlerinin
gitmesine sabreden Hz. Ya'kûb (a.s); kuyuya atılmaya ve hapse sabreden Hz.
Yusuf (a.s); hastalıklara sabreden Hz. Eyyûb (a.s); kavmi kendisine, "Sana
yetişeceğiz" dediğinde, "Hayır, Rabbim benimledir.O bana yol
gösterecektir diyen Hz. Musa (a.s.)küçük
bir hatasından ötürü kırk yıl ağlayan Hz.Ddavud (a.s.)ve kerpiç kerpiç üzerine
koymayan
(bir ev
yapmayan) ve "Dünya bir geçiş yoludur. Oradan geçin, ama orayı İmar
etmeyin" diyen, Hz. İsa (a.s) olduğu söylenmiştir. Ayrıca Cenab-ı Hak, Hz.
Adem (a.s) hakkında "Onda bir azm bulamadık"(Taha, 115) Hz. Yûnus (a.s) hakkında da, peygamber
oldukları halde, "Balık sahibi (Yûnus) gibi (sabırsız) olma"
(Kalem, 48) buyurmuştur.
İkinci Görüş: "Bütün peygamberler
"azm" sahibidirler. Allah Teâlâ, peygamber olarak, ancak azm (sebat),
irâde, fikir, kemâl ve akıl sahibi kimseleri seçmiştir." Bu görüşe göre
ayetteki mln edatı, teb'îziyye (kısmflik ifade eden) değil, beyaniyye olur.
Nitekim Arapça'da, "Ona ipekten giydirdim" (yani İpek elbise
giydirdim) denilir. Buna göre sanki "Senden önce peygamberlerin,
kavimlerinin eziyyetlerine sabretmeleri gibi, sen de sabret" denilmiş ve
Cenâb-ı Hak, bütün peygamberleri, sabır ve sebatlarından ötürü, "azim
sahibi" olarak tavsif etmiştir.[95]
Hak Tealâ daha sonra, "O kavminin azab edilmesi İçin acele
etme" buyurmuştur. "Acele etmek" fiilinin mef'ûlü, yani hangi
hususta acele edileceği ayette mahzûf olup, takdiri manası, "Onlar için
azabın gelişini istemede acele etme" şeklindedir. Rivayet edildiğine göre,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kavminden ötürü, biraz canı sıkılmış, Allah'ın, kavminden
kendisine karşı koyanlara azab İndirmesini arzu etmiş; bunun üzerine Allah
Tealâ ona, sabredip, acele etmemesini emretmiş ve sonra, bu azabın onlann
başına yakında geleceğini, gecikse bile, eninde sonunda onları gelip
bulacağını; azabın hemen gelmesi durumunda, dünyada kalış sürelerini kısa
göreceklerini; hatta bunu gündüzün tek bir saati kadar sanacaklarını haber
vermiştir ki, bu şu manayadır: "Onlar bu azapla karşılaştıklarında,
dünyada ve berzah (kabir ve mahşer) âleminde uzun süre kalışları, onlara
gündüzün tek bir saati gibi, yahut gördükleri o şeyin dehşetinden ötürü, hiç
yaşamamışlar gibi olacaktır." Yahut da birşey, uzun süreli de olsa,
bittiğinde, sanki hiç olmamış gibi olur. Nitekim şâir de şöyle demiştir:
"Birşey gelip geçtiğinde, hiç olmamış gibi olur. Birşey de
geldiğinde, sanki hep kalacakmış gibi olur."
Bil ki söz burada
tamamlanmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, yeni bir cümleye başlayarak buyurmuştur ki bu "Bu bir
tebliğdir" demektir. Bunun
bir benzeri de, "Bu, insanlar için bir tebliğdir..."
(İbrahim, 52) ayetidir. Bu ya "Size, kendisiyle öğüt verilen bu şeyde
yeterli öğüt vardır" manasındadır, yahut da, "Bu, peygamberler
tarafından yapılmış bir tebliğdir. Binâenaleyh bundan öğüt almayanlar ve amel
etmeyenler mutlaka helak olur" manasınadır. Allah en iyi bilendir.
Musannif (Râzî r.h) şöyle der: Bu sûrenin tefsiri, 603 yılının Zilhicce ayının çarşamba günü tamamlandı. Hamd, Rabbu'l-âlemin'e; salat-u selâm da Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, ailesine, ashabına, eşlerine ve Kıyamete kadar, bunlara güzel bir şekilde uyanlara olsun.[96]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/7.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/8.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/8-9.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/9-10.
[5] Mûslim, mesacit 33 (1/372).
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/10-11.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/11.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/12.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/12.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/12.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/13.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/14-15.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/15.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/15.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/15-16
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/16.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/17.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/17.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/17-18.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/18.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/18-20.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/20.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/20.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/20.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/20.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/20.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/21.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/21-22.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/22.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 20/22-23.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/23.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/24-25.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/25.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/25.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/25.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/26.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/26.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/26.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/26.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/26-27.
[41] Buhari, Enbiya 1.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/27-28.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/28.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/28-29.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/29-30.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/30.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/30-31.
[48] Benzeri hadis için bkzi Müsned, 2/29.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/31-32.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/32.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/32-33.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/33.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/33.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/33.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/34.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/34.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/35.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/35-36.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/37.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/37-38.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/38-40.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/40-41.
[63] Kenzu’’l-Ummal 3/6226.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/41-42.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/42-43.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/43-44.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/44-45.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/45.
[69] Müslim, istiska, 15(2/616).
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/ 45-46.
[71] Fahruddin
Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/46.
[72] Fahruddin
Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/46-47.
[73] Fahruddin
Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/48.
[74] Fahruddin
Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/48.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/48-49.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/49.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/50.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/50.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/50-51.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/51-52.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/52.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/52.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/52-53.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/53.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/53.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/53.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/53.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/53-54.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/54-55.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/55.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/55.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/55.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/56.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/56.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/56-57.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/57.