HUCURÂT SÛRESİ

 

49

 

İndiği Yer :

 

Medine

 

İniş Sırası :

 

106

 

Âyet sayısı :

 

18

 

Nüzulü

 

Hucurât sûresi, Tahrîm sûresinden önce ve Mücâdele'den sonra Medine'de, 9. hicret yılında nazil olmuştur. Sûrelerin ve âyetlerin gelmesi için mutlaka özel bir sebebin bulunması gerekmemekle beraber bir olay, soru ve beklenti üzerine gelmiş birçok âyet ve sûrenin de bulunduğunu biliyoruz. Bu sûrenin ilk âyetinin, sözde veya davranışta Hz. Peygamber'in önüne geçerek veya onun sözünü kese­rek edebe aykın davrananları uyarmak için geldiği nakledilmiştir.[1]

 

Âdı

 

Hz. Peygamber'in evi, Arapça'da "hücre, (çoğulu hucurât)" kelimesiyle ifa­de edilen dokuz odadan oluşmakta idi. 4. âyette bu kelime geçtiği için sûreye Hu­curât denilmiştir.[2]

 

Konusu

 

Sûrede, müslümanlarm Allah'a ve Resulüne karşı riayet etmeleri gereken edep, kendi aralarında ve başkalarıyla ilişkilerinde takınmaları gereken ahlâkî ta­vır konularında buyruk ve tavsiyelere yer verilmiş, müminler arasında çıkacak ih­tilafların nasıl çözüleceği açıklanmış, insanların kök birliği ve eşitliği etkili bir üs­lûp İçinde ilan edilmiş, üstünlüğün fırsat eşitliği içinde yapılacak yarışla elde edi­leceği vurgulanmış, iman ve islâm kavramlarıyla ilgili önemli açıklamalar yapıl­mıştır.

Râzî'nin, sûrenin ana konularıyla ilgili olarak yaptığı sistematik açıklama il­gi çekicidir: Bu sûrede müminler, güzel ahlâk kurallarına yönlendirilmektedir. Ri­ayet edilmesi gereken edep ve ahlâk kuralları ya Allah ya Resulü yahut da başka­larıyla ilgilidir. Başkaları ya iman, ibadet ve güzel ahlâk yolunu tutanlardır yahut yoldan sapanlardır (fâsıklardır). Doğru yolda olanlar da ya bir arada bulunurlar ve­ya ayrı yerlerde. Böylece ahlâk ve davranış bakımından müminin karşısında beş farklı muhatap vardır. Sûrenin 1,2,6,11 ve 12. âyetlerine "Ey iman edenler" di­ye başlanmış ve her birinde yukarıda sıralanan muhataplardan biriyle ilgili ahlâk, edep ve davranış kurallarına yer verilmiştir. [3]

 

Meali

 

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Ey iman edenler! Allah ve Resulünün önüne geçmeyiniz, Allah'a itaatsizlikten sakınınız! Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir. 2. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygam-ber'in sesinden fazla çıkarmayınız, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırma­yınız; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider. 3, Allah Resulünün ya­nında seslerini kısanlar var ya, işte onlar, Allah'ın gönüllerini takva yönün­den denemeye tâbi tuttuğu kimselerdir. Onlar için büyük bağışlanma ve bü­yük bir ödül vardır. 4. Odaların dışından sana seslenenlerin çoğu kuşkusuz düşünemiyorlar. 5. Yanına çıkıncaya kadar sabredip bekleselerdi elbette ken­dileri için daha iyi olacaktı. Yine de Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. [4]

 

Tefsiri

 

1. "Geçmeyin" şeklindeki tercüme, aslında geçişli olan "lâ tükaddimû" fiili­nin nadiren geçişsiz de olabileceği ve burada bu ikinci kullanımıyla yer aldığı yo­rumuna dayanmaktadır. [5]Bazı kıraatlerde bu kelime, "geçme­yin" anlamında "lâ tekaddemû" şeklinde de okunmuştur. Ancak kelimenin geçişli okunuşuna dayanan diğer yorumlan da kapsayacak şekilde bunu "geçmeyin (baş­kalarını da geçirmeyin)" şeklinde anlamak yerinde olacaktır. Bu yasaklamaya gö- re mümin, gerek hüküm, karar ve tercihlerinde ve gerekse davranışlarında Allah ve Resulünün önüne geçmemekle yükümlü kılınmaktadır. Yalnızca "Allah'ın..." demek yeterli olacağı halde Resûl'ün de zikredilmesi, onun dinin tebliği yanında dini açıklama, uygulama ve ilâhî bildirime dayalı olarak tamamlamadaki önemli rolüne işaret etmekte; Resûl'e itaatin de dolaylı olarak Allah'a İtaat mânasına gel­diği gerçeğinin altını çizmektedir. Hz. Peygamber zamanında, onun yanında bulu­nan müminler, hem irade ve kararda hem de fiil ve davranışta onun önüne geçme­mek, onu beklemek, gözetmek, peşinden gitmek, izni ile hareket etmek durumun­dadırlar. Onun bulunmadığı yer ve zamanlarda "öne geçmemek ve geçirmemek", dine aykırı bir karar vermemek, bir şey yapmamak mânasına gelmektedir. "Allah ve Resulünün önüne geçirmemek" de, önemi ve değeri ne olursa olsun -kişinin kendi nefsi dahil- hiçbir kimsenin İrade ve rızasını, Allah ve Resulünün irade ve rızasının önüne geçirmeme, onu buna tercih etmeme, önceliği ilâhî irâde ve rıza­ya verme anlamına gelmektedir. [6]

 

2. Söz, karar ve davranışta Allah ve Resulünün iradelerini aşmamak, onların rızalarının dışına çıkmamak gerektiği önceki âyette bildirilmişti. Buna nispetle da­ha hafif bir ihlal ve kusur teşkil eden iki davranışın daha çirkinliği de bu âyette ifa­de edilmektedir: 1. Hz. Peygamber'in yanında başkalarıyla konuşurken onun sesi­ni bastıracak kadar yüksek bir sesle konuşmak. Buhârî'nin rivayetine göre Hz. Peygamber ile görüşme yapmak üzere Temîmoğullan'ndan bir heyet gelmişti, Görüşme sırasında Hz. Ebû Bekir ile Ömer de orada İdiler. Kabileye başkan yapı­lacak kişi üzerinde bu ikisi ihtilafa düşüp Hz. Peygamber'in yanında biraz da ağız dalaşı yaptılar. Bu âyet inince çok pişman oldular, üzüldüler. Artık onun yanında o kadar alçak sesle konuşuyorlardı ki, çoğu kere Peygamberimiz "İşitemedim, tek­rarlar mısın!" diyordu. [7] 2. Onunla konuşurken, sıradan bir kim­se ile konuşur gibi bağırıp çağırarak konuşmak. İslâm'dan önce Araplar bu gibi in­celiklere riayet etmezler, ilâhî bir dinin eğitiminden geçmedikleri için bir peygam­bere nasıl davranılacağını da bilmezlerdi. Âyetler hem onlara edep dersi vermek­te hem de daha sonra gelecek olan müminlere, vefatından sonra da olsa Peygam­berlerine karşı besleyecekleri saygı ve sevgi konusunda örnekli açıklama yapmak­tadır. Razî'ye göre "sesi, Peygamber'in sesinin üstüne çıkarmak", onun huzurun­da çok konuşmak şeklinde de anlaşılabilir. Çünkü bir kimse konuşuyorsa (sesi çı­kıyorsa) diğeri susuyor ve dinliyor demektir. Hz, Peygamber'in yanında olabildi­ğince az konuşmak ve çok dinlemek gerekir; çünkü hayırlı olan onun konuşması­dır. [8]

"Farkında olmadan amelin boşa gitmesi" İki türlü olabilir: a) Âhiret hesap- laşmasında günahlar ile sevapların denkleştirilmesi, başkalarının haklarıyla ilgili bazı günahlardan kurtulabilmek için sevap hanesinden aktarmalar yapılması söz konusudur. Bu durumda insana büyük dereceler ve ödüller kazandıracak birçok amel (ibadet, hayır, güzel iş) tazminata gitmekte, bir mânada heder edilmektedir. b) İman olmazsa ebedî kurtuluş bakımından amelin bir değeri yoktur. Hz. Pey-gamber'e karşı gerekli edep ve saygıyı göstermeyen, onu hayatında örnek alma­yan kimselerin zaman içinde din duyguları, dinî pratikleri ve imanları -kendileri işin farkında olmadıkları halde- zayıflayabilir. Bu zayıflama imanın varlığı ile yokluğu eşit olan bir dereceye vardığında ibre, fikirde veya fiilde İnkâra doğru yö­nelir, inkâr gerçekleşince de amellerin değeri kalmaz, âhiret sermayesi olarak bo­şa gitmiş sayılır. [9]

 

3. İşin önemini idrak etmedeki kusur ve İslâm öncesi alışkanlıkların etkisi yüzünden Hz. Peygamber'e karşı edepte kusur edenler ilâhî ikazı alınca imanları, takvaları ve iyi niyetleri sebebiyle derhal kendilerini toparladılar, onun yanında zor işitilen bir sesle konuşmaya başladılar. Allah'ın uy ansını ve rızasını hem alış­kanlıklarının hem de öfkelerinin önüne geçirerek büyük bir takva imtihanı verdi­ler ve bu imtihandan başarılı çıktılar. Başarılan her imtihanın bir ödülü vardır, tak­va imtihanının ödülü de bu erdemin Önem ve ölçüsünde büyük olacaktır. [10]

 

4-5. Benî Temîm isimli bedevi kabilesi Hz. Peygamber'i görmek, tanımak ve buna göre bir ilişki kararı almak üzere Medine'ye gelmişlerdi. Peygamberimiz her öğleden sonra yaptıkları gibi bir süre dinlenmek (kaylüle yapmak) üzere oda­larına çekilmişlerdi. Kabile mensupları, kendilerine bu durum bildirildiği halde Resulullah'in evinin önünde, kaba bir şekilde "Muhammed, Muhammedi" diye bağırmaya başladılar. Bu davranışları hem edebe aykırı idi hem de onu rahatsız et-mİşti. Ama eğitim ve idrak seviyeleri henüz yaptıklarının kabalığını, yersizliğini anlayacak ölçüde değildi. [11]Böyle yapanların medeni ince­liklerden uzak bedeviler olduğu düşünüldüğünde davranış tabii de görülebilirdi. Buna rağmen Allah Teâlâ'nın vahiy göndererek uyanda bulunması iki önemli ve evrensel değer ve kurala dikkat çekmektedir: 1. Medeni inceliklerin, insanî erdem­lerin bütün topluluğa yayılması; köylünün, bedevinin, şehirlerden uzak yaşayanla­rın da uygarlıktan nasiplendirilmesi, bütün ümmetin medenileşmesi gereklidir. 2, Hz. Peygamber'in Allah katındaki yeri ve değeri çok yüksek olup onun kargısında herkes bu İdrak içinde olmak zorundadır. [12]

 

Meali

 

6. Ey iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığını­za pişman olmamanız için, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırınız. 7-8. Biliniz ki Allah'ın elçisi aramzdadır. Birçok du­rumda o sizin dediklerinizi yapsaydı işiniz kötüye giderdi, fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu gönlünüze sindirdi; inkarcılığı, yoldan çıkmayı ve em­re aykırı davranmayı da size çirkin gösterdi. Allah tarafından bahşedilmiş bir lütuf, bir nimet olarak doğru yolu bulmuş olanlar işte bunlardır. Allah her şeyi bilmekte, yerli yerince yapmaktadır. [13]

 

Tefsiri

 

6. Âyetin, "güvenilmez kimselerin getirdikleri haberleri, doğruluğunu araş­tırmadan kabul etmenin uygun olmadığı" yönündeki mânası ve hükmü geneldir, her zaman ve mekanda geçerlidir. Sosyal ve hukukî hayatın düzenli yürümesi, haksızlık ve huzursuzlukların önüne geçilmesi bakımından çok önemli olan bu ta­limatın vahyedilmesi ibretli bir olay üzerine olmuştur. Hadis kaynaklarının teyidi bulunmamakla beraber nüzul sebeplerini anlatan kitaplarla tefsirlerde olay şöyle nakledilmektedir: Velîd b. Ukbe, Benî Mustalık kabilesinin zekât vergisini topla­mak üzere gönderilir. Velîd yolda iken birisi, bu kabileden silahlı bir grubun yola çıktığı haberini getirir. Velîd, onların savaşmak için çıktıklarını düşünerek geri dö­nüp Peygamberimize durumu anlatır. O da haberin doğru olup olmadığını araştır­mak ve gereğini yapmak üzere Hâlid b, Velîd'i gönderir. Hâlid kabileye yakın bir yerde konaklayarak durumu araştırır; söz konusu grubun ezan okuyup namaz kıl­dıklarını, İslâm'a bağlılıklarının devam ettiğini tespit eder ve Medine'ye döner. Sonunda onların, zekât tahsildarı geciktiği için durumu öğrenmek veya zekâtı ken­di elleriyle Hz. Peygamber'e teslim etmek üzere yola çıktıkları anlaşılır. [14]

"Yoldan çıkmış" dîye çevirdiğimiz fâsık, "dinin emirlerine uymayan" de­mektir; yalan haber taşıyan kimse de bu kavrama dâhildir. Hz. Peygamber'in as­habı genel olarak doğru, dürüst, takva sahibi insanlar olarak kabul edilmişlerdir. Buna göre âyette geçen fâsık kelimesi, Velîd'in değil, ona yalan haberi taşıyan meçhul kişinin niteliğidir. Âyetten çıkan genel hüküm, durumu bilinmeyen veya yalancı, günahtan çekinmez olarak tanınan kimselerin verdikleri haberlere ve bil­gilere güvenilmemesi, bunlara göre hüküm verilmemesi, harekete geçilnıemesidir. [15]

 

7. İnsanların çoğunda özellikle kötü, aleyhte ve tehlike bildiren haberleri he­men kabul etme eğilimi vardır. Bu yüzden İnsanlar arasında birçok kötü zan, dü­şünce ve eylem ortaya çıkmış; pişmanlıklar, bazen telafisi mümkün olmayan za­rarlar görülmüştür. Hz. Peygamber ile onun ahlâkında ve yolunda olanlar böyle haberler karşısında tedbiri elden bırakmaz, acele ile hüküm vermez, harekete geç­mezler. Yetkin önderler böyle davranırken onlar kadar birikimli ve deneyimli ol­mayan sıradan insanlar telaşa kapılır, önderlerin tedbirli davranmalarının hikmeti­ni kavrayamazlar; bunların, "Neden hemen harekete geçilmiyor!" diye söylendik­leri, hatta aleyhte konuştukları olur. Ama gerektiği şekilde tahkik edildiğinde bu tür haberlerin, bilgilerin yalan, yanlış, eksik olduğunun veya yanlış anlaşıldığının sayısız örnekleri vardır. Önderin davranışı karşısında teslimiyet göstermek, acele­cilik göstermemek ve isyan etmemek için sahabede iman, Peygamber'e güven ve sevgi vardı. Şu halde daha sonraki zamanlarda da insanların, Peygamber ahlâkın-daki önderleri seçmeleri ve onlara güvenmeleri gerekmektedir.

Bazı fıkıhçılar âyetten şu hükümleri de çıkarmışlardır: "Dinin emirlerine ay­kırı hareket eden, günah kaygısı taşımayan kimsenin verdiği habere ve bilgiye da­yanarak hükmetmek ve harekete geçmek caiz olmadığına göre, böyle kimseleri iş­başına getirmek, önder seçmek, arkalarında namaz kılmak da caiz olmaz. Fâsık imamların arkasında namaz kılmak mecburiyeti hasıl olursa, kılmmadığı takdirde zulmetmeleri ihtimali bulunmak şartıyla, durumu kurtarmak ve fitneyi önlemek için namaz kılınır, ama sonra bu namaz yeniden kılınır. [16]  Fıkıhçılann, içinde yaşadıkları güç şartlar çerçevesinde çıkardıkları bu hükümlerin ibret alınacak evrensel yönü, din, siyaset ve cemiyet hayatında istib­dadın çirkinliğini, özgürlüğün önemini vurgulaması ve erdemli toplumun erdemli önderlerle birlikte düşünülmesi gerektiğine dikkat çekmesidir. [17]

 

Meali

 

9. Eğer müminlerden iki grup birbiriyle kavgaya tutuşursa hemen ara- larını düzeltiniz; ikisinden biri diğerinin hakkına tecavüz etmiş olursa -Al­lah'ın enirine geri dönünceye kadar- haksızlığa sapanlara karşı savaşınız; dönerlerse aralarındaki anlaşmazlığı adaletle çözüme bağlayınız ve herkese hakkını yeriniz. Allah hakkı yerine getirenleri sever. 10. Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltiniz, Allah'a itaatsizlikten salanınız ki rahmetine mazhar olasınız. [18]

 

Tefsiri

 

9. İslâm'dan önce Arap kabileleri arasında sık sık anlaşmazlıklar ve çatışma­lar olur, çözüm ise adaletten çok güce dayanır, gücü ve arkası olanlar istediklerini alırlardı, Allah'ın isimlerinden biri ""hak", diğeri de "adü"dir, Kur'an hakkı hâ­kim kılmak için gönderilmiş, dine "hak din" ve "hak dini" denilmiş; ümmete de hakkı yerine getirmek, haksızlıkları önlemek (emirbi'l-marûf nehiy ani'l-münker) ödevi verilmiştir. Toplu hayatta fertler ve gruplar arasında anlaşmazlıkların ortaya çıkması, karşılıklı taleplerin haklısı yanında haksızının da bulunması, haksız olan­ların kuvvete başvurmaları, -istenmemekle beraber- nâdir olaylardan değildir. Ni­tekim İslâm, hem bütün insanların kök itibariyle kardeş, hem de müminlerin aynı dine mensup, aynı hukuk, ahlâk ve değerler sistemine bağlı bulundukları için kar­deş olduklarını ilan ettiği halde müminler arasında da anlaşmazlıklar çıkmış, an­laşmazlığın tarafları birbirine saldırmış, dalaşma ve çatışmalar olmuştur. Hz. Pey-gamber'den sonra birinci halife Hz. Ebû Bekir zamanında zekât yükümlülüğünü yerine getirmeyen ve devletin memurlarını kovan bazı gruplara karşı askeri tedbi­re dahi başvurulmuştur. Üçüncü halife Hz. Osman zamanında iç karışıklıklar ve halifeye karşı isyan hareketi ortaya çıkmış, ancak Hz. Osman askeri tedbire baş­vurmamayı tercih etmiştir. Hz. Ali'nin halifeliğinde Muâviye ve çevresindekiler, halifeye biat etmeyip Hz. Osman'ın katillerini yakalayarak kendilerine teslim et­mesini biat şartı olarak ileri sürmüşler, Hz. Ali müzakere ve nasihatle yola gelme­yen muhaliflerine karşı savaşmak mecburiyetinde kalmış ve meşhur Sıffîn Savaşı yapılmıştır. Hz. Aişe, Talha, Zübeyir gibi önemli kişilerin Hz. Ali'ye karşı olan ta­rafta yer aldıkları Cemel Savaşı da siyasî ihtilaf ve itaatsizlik sebebine dayalı bir iç savaştır. 9. âyet haksız yere devlete başkaldıran gruplar İle devlet arasındaki sa­vaştan değil, halk arasında meydana gelen anlaşmazlılar ve kavgalardan, bunlara karşı güçlü çoğunluğun, halkın geri kalanlarının adalet ve hakkaniyet ölçüleri için­de tarafları anlaştırma, aralarını bulma ve gerekirse güce başvurarak haksızlığı ön­leme yükümlülüğünden bahsetmektedir. Devlete başkaldıran, hukuka boyun eğ­meyen âsi guruplar (bâğîler), halkın geri kalanına karşı da haksız yere savaş ilan etmiş oldukları ve zarar verdikleri için müctehidlerce bu âyetin kapsamına alın­mışlar; -bazı istisnalar dışında- aynı hükme ve muameleye tâbi tutulmuşlardır. Fi- kıh kitaplannın "bağiy ve cihad" bölümlerinde bu konu detaylarıyla işlenmiştir. Özet olarak İslâm toplumu, hem dışarıda hem içeride meydana gelen haksız çatış­malar karşısında ilgisiz ve duyarsız kalamaz, barış ve adaletin gerçekleşmesi için elinden geleni yapmakla yükümlüdür, [19]

 

10. Müminler hem bütün insanlıktan hem de iman kardeşlerinden sorumlu­durlar; dünyada haksızlığın engellenmesine[20] din ve vicdan öz­gürlüğü başta olmak üzere temel hak ve hürriyetlerin uygulanmasına katkıda bu­lunmak. [21]  ülkede İse bunlara ek olarak mümin kardeşler ara­sındaki anlaşmazlıkları adaletle çözüme kavuşturmak, haksızlıkta ısrar edenlere karşı haklının yanında yer almakla yükümlüdürler. Bu âyet ikinci yükümlülüğe -bunun dayanağı olan kardeşliğin altını çizerek- dikkat çekmektedir. [22]

 

Meali

 

11. Ey iman edenler! Erkekler diğer erkeklerle alay etmesinler; onlar kendilerinden daha iyi olabilirler; kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesin­ler; alay edilen kadınlar edenlerden daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi ka­ralamayınız, birbirinize kötü ad takmayınız. İman ettikten sonra (aşıklıkla anılmak ne kötüdür! Günahlarına tövbe etmeyenler yok mu, işte zalimler on­lardır. 12. Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayınız, birbirinizin gıybetini yapmayınız; her­hangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bak bundan tik­sindiniz! Allah'a itaatsizlikten de sakınınız. Allah tövbeleri çokça kabul et­mektedir, rahmeti sonsuzdur. [23]

 

Tefsiri

 

11. Araştırmadan inanıp hüküm vermek, masum insanlar hakkında kötü ka­naate sahip olmak ve kötü davranışta bulunmak, haksızlıklar karşısında pasif kal- mak, hakkın yerini bulması ve adaletin gerçekleşmesi için çaba harcamamak gibi toplumda barışı, düzeni, birlik ve beraberliği, kardeşçe dayanışmayı olumsuz etki­leyen davranışlardan birkaçına yukarıda geçen âyetlerde temas edilmişti. Aynı so­nuçları doğuran ve Öteden beri topluluklar içinde çokça görülen bazı hatalara da bu ve sonraki iki âyette, önleyici telkinlere birlikte yer verilmiştir.

İnsanları alay etmeye iten psikolojik faktörler içinde biiyüklenme, kendini beğenme, karşısındakini küçük ve kusurlu görme gibi hal ve duygular da vardır. Sırf gülüp eğlenmek için bir kimse İle alay edilmiş olsa bile alay konusu olan şah­sın buna layık görülmesi ve aşağılanması söz konusudur. Bir kimse, toplum için­de yükselen değerlere göre -bu değerleri Ölçü olarak alanlar bakımından- ikinci sı­nıf, "değersiz ve önemsiz" görülebilir, ama evrensel değerler ve konumuzla ilgili olarak da dinî ve manevî değerler söz konusu olduğunda aynı şahıs önemli ve de­ğerli olabilir; hele Allah nezdinde kimin nasıl değerlendirildiğini yanılgısız bilmek mümkün değildir. İnsanları küçümseyenler, alay edenler, aşağılayıcı, küçümseyi­ci lakaplar takanlar işin bir de bu yönünü düşünmelidirler,

"Biriniz diğerinizi karalamayınız" şeklinde tercüme ettiğimiz cümlenin lafzı karşılığı "Kendinizi karalamayın" şeklindedir, Müminlerin kardeş olduğu ilan edildikten sonra birinin diğerini karalaması, kişinin kendini karalaması gibi kabul edilmiştir. Mealdeki "karalama"mn Arapça karşılığı "lemz"dir. Bu kelimenin mâ­nası ise "el ve dil ile, kaş göz işaretiyle bir kimseyi karalamak, küçük düşürmek, şeref ve haysiyetine leke sünnek"tir. Allah'a iman edenler böyle bir haksızlığı, öz kardeşleri gibi olan dindaşları bir yana düşmanlarına bile yapama2İar.

Bir başka kötü alışkanlık da insanları onların hoşlanmadıkları, kendilerini kü­çük düşüren, üzen nitelik ve lakaplarla anmaktır; "kör, topal, kambur, cüce, sınk, şapşal..." bu lakaplara bazı örneklerdir. Ancak insanların tanınmasını sağlayan ve onları üzmeyen, alışılmış bazı lakaplar bu yasağın dışındadır; "Topal Osman, Uzun Hasan" gibi. Ashaptan bazılarının, günahkâr iken tövbe etmiş, hıristiyan ve­ya yahudi İken müslüman olmuş kimseleri eski aidiyetleriyle nitelemeleri ve an­maları, bu cümlenin nüzul sebebi olarak zikredilmiştir. Tövbe sabıkayı sildiği için bir kimseyi eski haliyle anmanın hem din hem de ahlâk yönünden tutarsızlığı, an­lamsızlığı açıktır.

"İman ettikten sonra fasıkhkla anılmak ne kötüdür!" cümlesi iki şekilde an­laşılmaya müsaittir:

1. Yasaklanan fiil ve davranışları işleyenler fâsık (günahkâr, yoldan çıkmış) olurlar; bu nitelik de bir mümine yakışmaz.

2. Bir kimse iman ve tövbe ettikten sonra onu yine eski dini ve günahı ile anmak çirkin, yersiz ve yakı­şıksızdır. [24]

 

12, Bu âyette üç kötü huy ve alışkanlık ele alınmış, etkili bir üslûpla yasak­lanmıştır: Gerçek bilgi ve kanıta değil, tahmine dayalı hüküm (zan), insanların gizliliklerini araştırmak (tecessüs) ve insanları arkalarından çekiştirmek (gıybet).

Gerçeklik ihtimali yüzde ellinin üzerinde bulunmakla beraber kesin olmayan bilgi ve hükme zan denir. Başkalarını suçlamak, aleyhlerinde olacak bir karar al­mak ve davranışta bulunmak söz konusu olduğunda zarnıa dayanıl amaz, zan şek­lindeki bilgi dayanak ve delil kılınamaz. Çünkü insanlar hakkında sahip olunan zan ve tahminlerin birçoğu İsabetsiz olmakta, beklendiğinin, sanıldığının aksi ger­çekleşmektedir. Şu var ki, kimsenin aleyhinde olmayan, hakların zayi edilmesi ih­timali bulunmayan alanlarda, kesin bilgi bulunmadığında kuvvetli zan, tahmin ve ihtimale dayalı hükümler ve uygulamalar yasak kapsamına dahil değildir. Sosyal bilimlerin önemli bir kısmı kesinliğe değil, kuvvetli zan ve ihtimale dayanmakta­dır.

Sabıkalı olmayan, suç İşleme bakımından ciddi şüpheye sebep olacak davra­nışları bulunmayan bir kimsenin gizlediği bir işini, davranışını, halini araştırmak ve açıklamak ise âyette yasaklanan tecessüs kapsamına girmekte olup İslâm ahlâk­çılarına göre ayıptır, dine göre de caiz değildir, günahtır. Ancak düşmanların müs-lümanlar hakkındaki plan, program ve niyetlerini anlamak, zamanında tedbir al­mayı sağlamak gibi amaçlara yönelik casusluk faaliyeti, bunda zaruret bulunduğu için yasak kapsamına dahil edilmemiştir.

Bir kimsenin gıyabında, arkasından hoşuna gitmeyeceği bilinen bir şeyini konuşmak, başkalarına aktarmak gıybettir ve caiz değildir. Peygamberimize (s.a.), "Birisinin arkasından söylediklerimiz doğru ise, onda bu kötü nitelik varsa yine da yasak olan gıybet gerçekleşir mi?" diye soranlar şu cevabı almışlardır: "Söyledi­ğiniz onda varsa gıybet etmiş olursunuz, yoksa yaptığınız iftira olur. [25]Şu hadis de bu kötü huylar ve alışkanlıklarla ilgilidir: "Zanna kapıl­maktan sakınınız, zan en fazla asılsız olabilen haber ve bilgi türüdür. Kulak ka­bartmayınız, gizlilikleri araştırmayınız, başkalarını kıskanmayınız, Öfkenize kapıl­mayınız, birbirinize sırtınızı dönmeyiniz. Bir Allah'ın kulları! Kardeşler olunuz. [26]

 

Meali

 

13. Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışası-nız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O'na itaatsizlikten en fazla sakınamnızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmekte­dir, her şeyden haberdardır. [27]

 

Tefsiri

 

13. Müslümanların dünya görüşlerini ve değer ölçütlerini dayandırdıkları âyetlerden biri de budur. Fertler, gruplar, kavimler, ümmetler, milletler siyasî, kül­türel, biyolojik, coğrafi vb. farklarla birbirinden ayrılır; bu farklara bağlı olarak farklı kimlik sahibi olur, bu kimlikle tanınır ve tanışır. Ayrıca her biri kendi farkı­nı, özelliğini bir gurur, değer ve övünç vesilesi yapar. Âyet farklı yaratılmanın "kimlik edinme ve bu kimlikle tanınma, tanışma" fonksiyon ve hikmetini onaylı­yor; ancak farklı sosyal ve etnik guruplara mensup olmanın üstünlük vesilesi ola­rak kullanılmasını reddediyor; insanın şeref ve değerini, kendi iradesi ile elde et­mediği etnik aidiyete değil, kendi irade ve çabasıyla elde ettiği evrensel değerlere bağlıyor. Âyetteki "etka" kelimesinin içerdiği takva kavramı, evrensel değerleri, erdemleri edinme ve bunların zıtlanndan titizlikle kaçınma ve sakınmayı ifade et­mektedir. [28] Hak dine iman dışındaki evrensel değerler hangi kişi ve grupta bulunursa o, diğerlerinden daha üstündür, daha değerlidir. Sıra hak dine İmana gelince, özellikle ebedî kurtuluş bakımından başka hiçbir değer ve erdem imamn yerini tutmaz, imandan üstün olamaz. Âyetin ortaya koyduğu insanlık de­ğeri ile gruplar arası ilişkiyi -konuyla ilgili başka âyetleri de göz önüne alarak-şöyle özetlemek mümkündür: Bütün insanlar bir erkek (Âdem) ile bir kadından (Havva) yaratılmış, meydana getirilmiştir. Allah Âdem'i topraktan, eşini de Âdem'in aslından yaratmış, bunların kan-koca olmalarından sonra da doğum yo­luyla insanlık vücuda gelmiş, üremiş ve çoğalmıştır. Şu halde bütün insanların as­lı birdir, aynı madenden ve maddeden yaratılmışlardır; hem kök hem de biyolojik temel özellikleri farklı değildir, bu yönden bir üstünlük veya aşağılık söz konusu olamaz. Kök itibariyle kardeş olan insanlar birçok hikmet yanında farklı kimlik­lerle tanınıp tanışmaları için gruplara ayrılmışlardır. Her grup, başkalarından fark­lı, kendi aralarında ortak özelliklerine dayalı olarak birleşir ve dayanışırlar. Bu bir­leşme ve dayanışmada temel unsur dindir. Dini bir olanlar birbirini kardeş bilirler ve genellikle diğer özelliklerdeki ortaklık bu özel bağın üstüne çıkamaz. Dinîn in­sana kazandırmak istediği en önemli değer ahlâktır (takva), hem bir gurup içinde hem de guruplar arasında üstünlüğün, üstün değerin ölçütü ahlâk olmalıdır.

Kur'an'ın nazil olduğu zamanda Araplar'da da kavimleri ve kabileleri ile övünme, kendilerini bu yüzden başkalarından üstün görme âdeti (kültürü) güçlü bir şekilde mevcuttu. İslâm insanların eşitliği gerçeğini ilan edince bunu sindir­mekte zorlananlar oldu, bazı soylu aileler ve kabileler kızlarını diğerlerine veya azatlı (eski) kölelere vermek istemiyorlardı. Hz. Peygamber bunlarla mücadele et­ti, müminleri eğitti ve meşhur Veda hutbesinde bütün insanlığa şöyle seslendi:

"Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki rabbirtiz birdir, babanız birdir. Arab'ın baş­ka ırka, başka ırkın Arab'a, beyazın siyaha, siyahın beyaza, dindarlık ve ahlâk üs­tünlüğü dışında bir üstünlüğü yoktur. Dinleyin! Bu ilâhî gerçeği size tebliğ ettim mi, bildirdim mi?" Hep birden "Evet" dediler. "Öyleyse burada olanlar olmayan­lara bildirsin" buyurdu. [29]

 

Meali

 

14. Bedeviler, "İman ettik" dediler. Şunu söyle: "Henüz iman gönülleri­nize yerleşmediğine göre, sadece boyun eğdiniz. Bununla beraber Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz; Allah çok ba­ğışlayıcı, çok esirgeyicidir." 15. Müminler ancak, Allah'a ve Resulüne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallan re canlarıyla cihad eden kimselerdir. İçleri dışları bir olanlar işte bunlardır. 16. Allah göklerde ve yerde olanları bildiği halde Allah'a dininizi öğretmeye mi kalkışıyorsunuz! Allah her şeyi bilmektedir. 17. Boyun eğmelerini sana bir iyilik yapmış gibi gösteriyorlar. Onlara şöyle de: "Teslim obuanızı bana yapılmış bir iyilik say­mayın! Eğer dürüst olacaksanız, asıl Allah sizin için iman yolunu açarak O size lütufta bulunmuştur." İS. Allah göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah bü­tün yaptıklarınızı görmektedir. [30]

 

Tefsiri

 

14-18. Yerleşim bölgeleri dışında göçebe olarak yaşayan Arap kabileleri Hz. Peygamber'e geliyor, sosyal yardımlardan pay almak için kendisine boyun eğiyor, teslim oluyorlardı. Bu davranışlarını "iman etmiş olmak için" yeterli saymaları, kendilerini mümin olarak göstermeleri üzerine bu âyetler gelmiştir.

Günlük dilde ve terim olarak İslâm, Hz. Muhammed'e vahiy yoluyla bildiri­len dinin adıdır. Bu dine iman eden ve gereğini yerine getirmeye çalışan kimsele­re de müslüman denir. Ancak İslâm kelimesinin sözlük mânası "boyun eğmek, tes­lim olmak"tır. Bedevilerin yaptığı da İslâm'ın sözlük mânasını gerçekleştirmekten ibaret idi. Çünkü 15. âyeti de göz önüne aldığımızda bir kimsenin gerçekten İman etmiş olabilmesi için kendisinde şu inanç ve davranışların gerçekleşmiş olması ge­rekmektedir:

1. İslâm'ın taleplerini yerine getirirken bunların Allah ve Resulünün emirleri olduğuna, Allah'tan geldiğine, O'nun emirlerine itaat etmenin insana, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacağına kalbi ile de iman etmiş, inanmış ol­mak.

2. Bu inancında asla şüpheye düşmemek, aklı ve duygularıyla ikna olmuş, bu inanca bağlanmış bulunmak.

3. İslâm'ı ve müslümanlan korumak, dininin güçlen­mesi için malını ve gerektiğinde canını vererek çalışmak, çabalamak, olanca gü­cünü harcamak. Bağlamdan anlaşıldığına göre "Biz de müminiz, inandık" diyen bedeviler henüz cihad ile sınanmış ve imanlarını İspat etmiş değillerdi. İmanları­nın kalplerine yerleşmiş olmadığı hükmüne gelince, bunu ancak Allah bilirdi ve Peygamberine böyle olduğunu bildiriyordu. Şayet Allah bildirmeseydi, Peygam­ber dahil herkesin, "Ben müminim" deyip emirlere itaat edenleri gerçekten ve kalpten inanmış saymaları, böyle bilmeleri gerekecekti.

Bedevilerin Hz. Peygamber'e teslim olmalarına, onun yanında yer almaları­na iki yönden bakılabilir:

a) Müminlere düşman olmak yerine dost olup destek sağlamak.

b) Ganimetten, sosyal yardımlardan yararlanmak, daha da önemlisi müslümanlar arasında yaşayarak gerçek ve kâmil mânada imana kavuşmak. Bu âyetler geldiği dönemde müslümanlann bedevi desteğine ihtiyaçları kalmamıştı; halbuki onların hem maddî yardıma hem de hidayete, doğru ve kurtarıcı bir hayat yolunun kılavuzuna ihtiyaçları vardı. Teslim olmalarının, itaat etmelerinin karşılı­ğını eksiksiz olarak aldılar, Hz. Peygamber ve ashabı tarafından eğitilerek hem medenileştiler hem de birçoğunun gönlüne iman yerleşti. Şu halde ortada sözü edi­lecek bir iyilik, bir lütuf varsa bu, onların teslim (İslâm) olmaları değil, bu sayede elde ettikleri idi; bundan dolayı asıl minnettar olması gerekenler kendileriydi. [31]



[1] Ebû Bekir İbnü'1-Arabî, IV, 1712

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/39.

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/39.

[3] XXVII, 118

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/39-40.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/40.

[5] bk. Şevkânî, V, 68

[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/40-41.

[7] Tefsir", 49/1-2

[8] XX VE, 112

[9] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/41-42.

[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/42.

[11] Kurtubî, XVI, 294 vd,

[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/42.

[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/43.

[14] Müsned, IV, 279; Kurtubî, XVI, 296 vd.

[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/43-44.

[16] Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, IV, 1716

[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/44.

[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/44-45.

[19] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/45-46.

[20] Âl-i İmrân 3/108

[21] Nisa 4/75; Hac 22/40

[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/46.

[23] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/46.

[24] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/46-47.

[25] Müslim, "Birr", 70

[26] Müslim, "Birr", 28

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/48.

[27] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/48.

[28] Bk. A'râf 7/26

[29] Müsned, 5/411

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/49-50.

[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/50.

[31] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/51.