Yörüngeler Sahibi Göğe And Olsun
Takva Düzeyinde Hayatlarını Düzenleyenler
Zekât Fakir Ve Muhtaçtan Yana Bir Haktır
Yerde Ve İnsanın Yapısındaki Belgeler
Rızkın Ve Va'dedilen Şeyin Gökte Olması Haktır
İbrahim Peygambere'gelen Misafir Melekler
İbretli Misâller Ve Tarihî Olaylar
Misal Ve Tehditten Sonra Kbvnî Belgeler
Hilkat Kanununun Kapsamında İnsanın Yeri
İnkârın Temelinde Azgınlık Ve Cehalet Vardır
İnkarcı Azgınlardan Yüz Çevirmek
Cinlerin Ve İnsanların Yaratılmasındaki Amaç Ve Hikmet
İnsan Allah'ı Bilip İbâdet İçin Yaratılmıştır
Zâlimlerin Azaptan Nasipleri Vardır
Sûreye, «zâriyât»a and içilerek
başlanmaktadır. «Esip savuranlar, tozup esenler» mânasına delâlet eden bu
kelime, aynı zamanda sûreye isim olmaktadır.
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir. Müfessirferin bu hususta görüş ve tesbit birliği vardır. İbn'Abbas
da (R.A.) aynı görüştedir. [1]
Âyet sayısı
: 60 Kelime »
: 360
Harf
» : 1239
[2] "
Sûrenin kapsadığı başlıca konular:
1- İkinci
hayatın gerçekleşeceğine delâlet eden tabii olaylardan ve farklı görüş ortaya
koyanlardan söz ediliyor.
2- Uğradığı saldırı ve
eziyet karşısında Hz. Peygamber
(A.S.) ve mü'minler teselli ediliyor.
3- Takva
derecesinde hayatını tanzîm edenlere âhirette verilecek mükâfat
ve nimetler anlatılıyor.
4- Peygamberleri
yalanlayan ümmetlerin kendilerini hangi
çizgiye getirdikleri misal veriliyor.
5- Kötülüklerle
de dolu olan şu dünyadan, onun saptırıcı ve aldatıcı yanlarından kaçıp Allah'a
sığınmanın lüzumu belirtiliyor.
6- Allah'a
ortak koşmanın büyük bir nankörlük olduğu konu edilerek, küfrü gerektiren bu
gibi sakıncalı inançlardan kaçınmanın önemi belirtiliyor.
7- Hakk'a karşı
gelip peygamberleri yalanlayanların tarihinin cok
gerilere uzandığına değinilerek hakla bâtılın devamlı mücadele halinde olduğuna
işaret ediliyor.
8- Azgın
inatçı kâfirlerden yüz çevirip, tesir edip fayda sağlamaya eğilimli olanlara
öğüt verilmesi emrediliyor.
9- Kâfirlerin
Âhiret Âlemi'nde mutlaka azaba uğratılacakları haber
verilerek uyanda bulunuluyor.
1- Tozup
savuranlara,
2- Ağır yük
yüklenip taşıyanlara,
3- Kolayca akıp gidenlere,
4- İş bölümü yapanlara and
olsun ki,
5- Size va'dolunan elbette yerine gelecektir
6- Hesap ve
ceza günü mutlaka gerçekleşecektir.
7- Yollar ve yörüngeler sahibi göğe and olsun
ki,
8- (Ey
inkarcı sapıklar!) cidden siz sözünüzde,
hükmünüzde görüş ayrılığı
içindesinizdir.
9- Ondan
çevrilebilen kimse çevrilir.
10- Yalancı
câhiller kahrolsun!
11- Onlar, bilgisizliğin sarhoşluğu ve mahmurluğu
içinde kalmış gafillerdir.
12- «Hesap ve ceza günü ne zaman?» diye sorarlar.
13- Ateşe
karşı çetin bir sınav verecekleri gündür.
14- Fitnenizi
tadın. İşte, acele isteyip durduğunuz şey budur! (denilir.)
«Tozup savuranlara,
ağır yük yüklenip taşıyanlara, kolayca akıp gidenlere, iş bölümü yapanlara and olsun ki..»
Dört önemii olaya yemin edilerek, ÂhireVte
iyiler iyiliklerinin, kötüler de kötülüklerinin karşılığını görecekleri ve bu
haberin mutlaka doğru olduğu açıklanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hak ne
ile yemin etmişse, onda mutlaka insanlıktan yana büyük yararlar; akla ve
vicdana ışık tutan belgeler söz konusudur.
«Zâriyat»
kavramı üzerinde hayli durulmuş ve az farklı yorumlar yapılmıştır :
a) Yerden toz, toprak kaldırıp savuran
rüzgârlar,
b) Yeraltında ve yerüstünde meydana gelen
patlamalar sonucu savrulan topraklar,
c) Canlı-cansız varlıkları, belli plâna göre serpiştiren melekler.
Birinci yorum Hz. Ali'ye (R.A.) aittir ki, kendisi minber üzerinde soruları
cevaplarken cemaattan biri kalkıp «zâriyat nedir?» diye sordu. O da : «Esip tozutan
rüzgârlar demektir. «Hâmilat», yağmur
yüklü bulutlardır.
«Câriyat»,
denizde yüzen gemilerdir. «Mukassimat», iş bölümü
yapan meleklerdir» diye cevap verdi. [3]
Ayrıca İmam Kurtubî bir diğer rivayete yer vererek, bu hususta İbn Kevvâ' adında bir adamın Hz. Ali (R.A.)den sorduğunu ve onun da: «Yazıklar olsun
sana, bunu öğrenip anlamak için sor, karşındakini küçük düşürmek için sorma»
diye uyarıda bulunduğunu ve sonra o dört kelimeyi yukarıda belirtilen şekilde açıkladığını
kaydetmektedir.
Rüzgâr, bulut, gemi ve
melek.. Bu dört olay beşer hayatını düzenleyip dengede tutan değerlerdir.
Geminin tabii olaylar arasında anılması, mü'minlerin
dikkatini denizlere çekmek ve bu büyük kaynaktan yararlanmalarını ilham etmek
içindir. Allah daha iyisini bilir.
Meleklerin iş bölümü
yapması:
Kâinat yaratılıp
düzene sokulduktan buyana kusursuz işlemekte ve içinde yer alan her sistem
şaşmadan hizmet vermektedir. Ancak her olayda, her düzenleme ve dengelemede
belli bir plân ve programa göre iş bölümü yapan
melekler vardır.
İnsanlardan çoğunun
tabii olay diye belirlediği fiziksel ve benzeri olayları sevk ve idare
edenlerin bulunduğunu unutmamak gerekir. O kadar ki, esen rüzgâr, yükselen
buhar, oluşan bulut, yağan yağmur üzerinde görevli melekler bulunmaktadır.
Gerçi bu ve benzeri tabiat olayları belli fiziksel kanunlara göre meydana
gelmektedir; amma işin içinde sözünü ettiğimiz gizli, yani ruhanî kuvvetler rol
oynamaktadır. Nasıl ki, belli plâna göre kurulan bir fabrikanın başında
görevliler bulunuyorsa.
Bütün bu önemli
olayları birtakım kanunlara bağlayan Yüce Kudret, insanı da başıboş bırakmayıp,
onun için de plânda çok önemli bir yer ayırmış ve
ölümü, bir intikal dönemi kılıp ikinci, hayatın şartlarına uygun yeni bir
bedene kavuşmasına sebep yapmıştır.
Her şeyin insan için,
insanın da Rabbını bilip O'na ibâdet etmek için
yaratıldığına göre, onun bu amaca uygun olan ve olmayan söz ve davranışları,
niyet ve düşünceleri kontrol altında tutularak, ikinci hayatta karşılık
göreceği kesin hükme bağlanmıştır. Artık Cenâb-ı Hakk'ın sözünün değişmesi düşünülemez.
«Yollar ve yörüngeler
sahibi göğe and olsun ki, (ey inkarcı sapıklar!) Cidden siz sözünüzde,
hükmünüzde görüş ayrılığı içindesinizdir.»
Göğün, yani fezanın
düzenli yol ve yörüngelerle bir ağ gibi işlendiği çok anlamlı bir şekilde
belirtilmektedir.
Hubük: Lûgatçıların tesbitine göre, «hibak» veya «habikâ»nın çoğuludur. Bu iki
kökü incelediğimizde yedi manaya delâlet ettiklerini görürüz:
1- Kumaşın
itinayla yol yol dokunup çizgilerinin iyice
belirginleşmesi,
2- Esen
rüzgarın suya veya kuma dokunup kıvrım kıvrım yollar
ve çizgiler meydana getirmesi,
3- Baştaki
saçın dalga dalga olup düzenli kıvrımlar oluşturması,
4- Yapının
sağlam ve muhkem, aynı zamanda düzenli olması,
5-Birşeyin
güzel, çekici ve oldukça düzenli, dengeli yaratılmış bulunması,
6- Göğün
yüksekliğine orantılı düzende olması,
7- Göğün çok
süslü, çekici bir görünüm arzetmesi..
Hubük kavramı bütün bu manalara delâlet etmekle beraber,
yollar ve yörüngeler anlamına daha zahir ve daha yakındır.
Böylece Kur'ân-ı Kerîm, on beş asır önce gezegen, yıldız ve sistemlerin
sağlam, düzenli hareketlerini sağlayan yörüngelerinden söz ederek, bu olayı
Allah'ın varlığına ve birliğine delil ve belge göstermektedir.
İnkarcı maddecilerin,
müşrik putperestlerin, Allah, peygamber, kitap, hilkat ve canlılar hakkındaki
varsayımları (faraziye, hipotez), ciddi bir esasa dayanmaz. Sözü edilen
konulara bakış acıları hem farklı, hem de ha-tâlı
olduğundan onları olumlu bir sonuca götürmemektedir. İnsan menşe'i hakkında
fikir yürütürlerken de iddia ve varsayımları farklı ve çelişkilidir. Kimi
hayatın başlangıcını cansız maddeye, kimi tek hücreye, kimi birden ortaya
çıktığına dayamakta ve kimi de maddeyle birlikte öncesiz olduğunu
savunmaktadır. Bazısı ise, hayatın kimyasal reaksiyonların sonucu
meydana geldiğini öne sürmektedir. Oysa hiç birinde isabet yoktur.
Mekkeli müşrikler, Kur'ân'a «eskilerin masalları», Hz.
Muhammed'e (A.S.) «sihirbaz, büyücü, şâir» damgasını yakıştırırken; günümüzün
inkarcı maddecileri daha farklı iddialar ve yakıştırmalarla ortaya çıkmış bulunuyorlar
: Kimi Kur'ân'a «çöl kanunu», Hz.
Muhammed'e (A.S.) «akıllı bir adam» demekte ve böylece ilâhî inayet ve
tecelliyi reddetmektedirler. Cenâb-ı Hak hakkında
ise, büsbütün şaşkınlık içinde karanlığa inkâr taşı atmakta ve bu mükemmel
düzenin tesadüfler neticesi meydana geldiğini söylemektedirler. Bütün bunları
söylemek, iddia etmek, varsaymak ko-iay, ama isbatı mümkün değildir.
Allah'ın hidâyet nasip
ettiği kimseler ancak bu karanlık görüş ve dayanaksız iddialardan
kurtulabilir.
«Yalancı câhiller kahrolsun! Onlar,
bilgisizliğin sarhoşluğu ve mahmurluğu içinde kalmış gafillerdir.»
Yalancı câhiller, Hakk'a karşı gelip ilâhî düzen ve dengeyi inkâr etmektedirler.
Kur'ân onların daha çok iki kötü sıfatını konu
edinmektedir. Şöyle ki :
a) Bilgisizliğin sarhoşluğu içindedirler,
b) Haktan, gerçekten habersiz, nefis perdesi
altında gaflet uykusuna dalmışlardır.
Cehalet, insanı
patavatsızlığa, ölçüsüzlüğe, yersiz ve anlamsız iddialara ve mütecavizliğe
iter. Bir bakıma insanı sarhoşlar gibi kararsız kılar. Nefsin kesif perdesi
ise, aklı kendi hizmetine alıp kalp gözünü kör eder. Bunun için Kur'ân'ı yalanlayanların bu iki sıfatına değinilerek lâ-netlenmektedirler.
«Hesap ve ceza günü ne zaman diye sorarlar.
Ateşe karşı çetin bir sınav verecekleri gündür.»
İlk kurulan şu düzeni
Allah'a nisbet etmiyenlerin,
ikinci hayatı ve düzeni kabul etmeleri veya öyle bir günün geleceğine
inanmaları pek düşünülemez. O bakımdan Kur'ân, sık sık mevcut düzendeki belgelere yer vermekte ve insan
aklına malzeme takdim ederek yol göstermekte; temel bilgi verip ilmî
araştırmaya teşvikte bulunmaktadır. Zira âhirete
inanmanın yolu, mevcut düzenin Allah tarafından yaratıldığına inanmaktan
geçer.
Dünya her yanıyla
teklif, imân, sâlih amel ve olgunlaşma dönemidir. Âhiret ise, hesap ve ceza günüdür. O bakımdan ona «yevmü'd-dîn» denilmektedir.
Yukarıdaki âyetlerle,
dört faydalı olay üzerinde duruldu. Göğün yol yol,
yörünge yörünge şeklinde düzenlendiği belirtildi. İnkarcıların
her çağda farklı birtakım varsayımlar peşine takılıp hakka yakınlık
gösteremediklerine dikkatler çekildi. Sonra da hesap ve ceza gününü red ve inkâr edenler uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara hazırlanan yüce nimetlerden bir
kısmından söz ediliyor. Onların ibâdet düzeyindeki halleri konu edilerek
övülüyor. Gerek yeryüzünde, gerekse insanın yaratılışında ve taşıdığı
özelliklerinde Allah'ın varlığına delâlet eden belgelerin yer aldığına
değiniliyor. Gökten rızık indirldiğine
atıf yapılarak düşünce ufkumuz genişletiliyor.
15- Şüphesiz
ki muttakîler (Allah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınan mü'minler) Cennetlerde ve pınarlar başındadırlar.
16- Rablarının kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar,
bundan önce iyiliği, güzelliği, yararlı olmayı huy edinenlerdi.
17- Geceden
de az bir süre uyurlardı.
18- Seher
vakitleri hep Allah'tan bağışlanma dilerlerdi.
19-Onların
mallarında, dilenen ve yoksul için bir hak vardır.
20-Kesinlikle
bilip inananlar için yeryüzünde (Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden)
açık belgeler vardır.
21- Sizin
kendi (ruh ve beden) varlığınızda da öyle... Artık (hakikati) görmez misiniz?
22- Gökte
hem rızkınız, hem size va'dedîlen şey vardır.
23- Göğün ve
yerin Rabbı hakkı için, gerçekten bu, sizin kendi konuşmanızda
(şüpheniz olmadığı) gibi haktır.
- Abdullah b. Selâm (R.A.) diyor ki:
Resûlüllah (A,S.) Efendimiz hicret edip Medine'ye geldiği gün,
herkes gibi ben de Onu yakından görmeye çalıştım. Yaklaşıp yüzünü gördüğüm
zaman. Onun yalancı bir kişi
olmadığını anladım. Kendisinden ilk duyduğum hadîs şu oldu :
«Ey insanlar!
(Muhtaçlara, yakınlarınıza Allah için) yemek yediriniz; hısımlarınızla sıcak
ilgi kurunuz; selâm vermeyi yaygınlaştırın; insanlar uykuda iken siz kalkıp
namaz kılın ki selâmetle Cennet'e giresiniz.» [4]
«Şüphesiz ki Cennet'te
öyle yüksek çardaklar vardır ki, dışı içinden, içi de dışından görünür.»
Bunun üzerine Ebû Musa el-Eş'ârî (R.A.) sordu :
— Ya Resûlellah! Onlar kimler içindir? Cevap verdi:
— Yumuşak söz söyleyen, (Allah için) yemek
yediren; insanlar uyurken gece kalkıp namaz kılan kimse içindir. [5]
«Dilencinin, at
üzerinde gelse bile bir hakkı vardır.» [6]
Açıklama :
«Dilenci» ile
çevirisini yaptığımız «sâil», ihtiyacını dile getirip
bir şey İsteyen kimse demektir.
«Miskin, çevrede dönüp
dolaşarak bir, iki lokmanın veya bir, iki hurmanın geri döndürdüğü kimse
değildir. Asıl miskin, kendine yetecek kadarını bulamayan ve bilinip
tanınmadığı için de kendisine sadaka verilmeyen kimsedir.» [7]
«Şüphesiz ki
muttakîler (Allah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınan mü'minler)
cennetlerde ve pınarlar başındadırlar..»
Takva, imân ve
irfandan gelen bir duygudur ki, kişi bu duyarlılıkla Allah'ın denetim ve
gözetimi altında olduğunu bilir ve O'ndan saygı ile korkup günlük hayatını
ilâhî buyruklara göre düzenler; fenalıklardan kaçınıp kulluk görevini aksatmamaya çalışır.
İlgili âyetlerle,
takva derecesine eren mü'minlerin âhiretteki
mükâfatları açıklanırken, onların dört önemli amelinden söz edilmektedir.
Böylece takva duygusunun işlerliğiyle insanın eriştiği fazilet belirtilmekte
ve ilâhî inayet ve rahmetin onlardan yana olduğuna işaret edilmektedir.
Muttakî mü'minlerin dört güzel amelî:
1- İyiliği,
güzelliği huy edinirler.
2- Geceleri
bir süre uykularını terkederek ibâdet ederler.
3- Seher
vakti Allah'tan bağışlanma dilerler. Çünkü bu vakitler insan duygu ve
düşüncesinin en toplu bulunduğu anlardır.
Allah'ın farz kıldığı
zekâtı ve teşvik buyurduğu sadakayı bir hak olarak muhtaçlara verirler.
Böylece gerçek imân ve
irfan takvayı; takva da iyiliği, ibâdet zevkini, Allah'a sık sık yönelmeyi ve bedenî ibâdetin yanında malî ibâdetin de
yerine getirilmesini doğurur.
«Onların mallarında, dilenen ve yoksul
için bir hak vardır.»
Mü'minlerin mallarında, muhtaç bulunduğunu dile getirenler ve yoksulluk
içinde sıkıntı çekenler için bir hak vardır. Ancak bu «hak»dan maksat nedir?
İlim adamlarının tesbit ve yorumları farklıdır:
a) Muhammed b. Sirîn
ve Katade'ye göre : Farz olan zekâttır.
b) Hısımlara yapılması gereken yardımdır.
c) Misafirleri ağırlamak için yapılan
masraftır.
d) Muhtaç durumda olan aileleri sıkıntıdan
kurtaracak kadar aynî veya nakdî yardımdır.
e) İbn Abbas'a {R.A.) göre : Malî
durumu zayıf olan hısımlara ve bir de muhtaçlara verilecek sadakalardır. Çünkü
bu âyet, zekât henüz farz kılınmadan çok önce Mekke'de inmiştir.
Şüphesiz bu
yorumlardan en sağlıklı olanı, (a) maddesinde belirtilen zekâttır. Nitekim Mearic Sûresi de Mekke'de indiği halde : «Mallarında muhtaç
durumda olana, maldan yoksun bulunana belirli bir hak ayıranlar..»
[8]mealindeki
âyette geçen «hakkun malûm» zekât ile tefsir
edilmiştir. O halde bu iki âyetin Medine'de indiği söylenebilir. Çünkü «belirli
hak» ancak zekât olabilir. [9]
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Kıyamet günü
fakirlerden dolayı vay zenginlerin haline! Fakirler derler ki: «Ya Rab! Bizim için üzerlerine farz kıldığın hakka, zenginler
tecavüz edip bize zulmettiler.»
Bunun üzerine Şanı
Yüce Allah şöyle buyurur: «İzzet ve celâlime and
olsun ki, sizi (kendime) yaklaştıracağım, o zenginleri de uzaklaştıracağım.»
Bunun arkasından Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Onların mallarında dilenen ve
yoksul için bir hak vardır» mealindeki âyeti okudu. [10]
«Kesinlikle bilip
inananlar için yeryüzünde
(Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden) açık belgeler vardır. Sizin kendi
(ruh ve beden) varlığınızda da öyle... Artık (hakikati) görmez misiniz?»
Yeryüzünün, başta
insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve şartlarda
yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel, mükemmelin de ötesinde insan
aklını aşan bir plân ve programın ürünüdür.
Meselâ dünyanın kendi
ekseni etrafında dönmesi ve güneşin çevresinde belli bir mesafede elips
çizerek hareketini sürdürmesi, gece ile gündüzü ve mevsimleri meydana
getirmektedir. Bir an düşünelim ki dünya kendi ekseni etrafında bir dönüşünü 23
saat, 56 dakikada değil, 15 saat veya 30 saatte tamamlasaydı, geçe ve gündüz
durumları anormal farkla meydana gelir ve
bugünkü düzenli ve dengeli hayat olmazdı. Güneşin etrafında elips değil de tam bir daire çizseydi,
mevsimler oluşmazdı. 23 derece meyilli olmasaydı, güney ve kuzey yarımkürede
ekvatora yakın bölgelerde devamlı yaz, ondan uzak bölgelerde devamlı kış
olurdu.
Bu misalleri çoğaltmak
mümkündür. Bütün bunların birer tesadüf neticesi oluşarak biraraya
geldiğini söylemek; karanlığa taş atmaktan başka neyi ifade eder.
İnsan vücudu «ahsen-i takvim», yani en güzel plân, biçim ve endamda
yaratılmıştır. Bu en güzel yaratılmanın açık belirtilerinden bir kısmını hatırlamamızda
fayda vardır:
— Duyu organları ve beyinle olan bağlantıları
ve her birinin konumu,
— İç organların birbiriyle irtibatı ve işlevi,
— Kalbin bir günde yaklaşık 100.800 kere atması
ve 70 yıllık bir ömür süresi içinde iki buçuk milyar defa gibi yüksek bir
rakama ulaşması bize neyi
göstermektedir? Bunca aralıksız
çalışmasına rağmen işlevini sürdürmesi
çok şaşırtıcı değil midir? Yapılan ciddi tesbitlere
göre: Kalp her kasılmadan sonra bir dinlenme dönemine girerek yorulmamasını
temin etmektedir.
— Karaciğer bir kan, akciğer de bir hava limanı
halinde çalışmıyor mu?
— Vüouda alınan
besinlerin vücut dokularını yapması, sonradan kullanılmak üzere biriktirmesi
ve bununla yaşamımızı ve sağlığımızı düzenlemesi harika bir fabrikayı
andırmıyor mu?
— Yapısı aynı olan her hüerenin
bir hayat birimi olması ve bağlı bulunduğu soyun ve türün özelliklerini
beraberinde taşıması bize hangi üstün kudretin plânını yansıtıyor?
— Beyin kabuğunun hareket, irâde, zekâ, duygu,
karakter, düşünoe ve benzeri yüksek görevleri
kendinde düzenli ve dengeli taşıması ve bütün vücuda kumanda etmesi,
tesadüflerle mi meydana gelmiştir?
— Her gün vücudumuzda binlerce hücrenin doğması
ve binlercesinin ölmesi ve böylece bu var oluş ve yok oluştan habersiz
bulunmamız bize ikînei hayat hakkında kesin bilgi
vermiyor mu?
Her zerre lisanıyla
Allah'ı zikrediyor; O Yüce Rabbımızı asla inkâr
etmiyor.
Hepsinde bir birlik,
bir nizam ve intizam, Her varlıkta görülür özen ile ihtimam.
- Bu varlık âleminde tesadüfe yer yoktur. Her
şey yerli yerinde, buna delil pek çoktur.
(A. Fuat ULUTÜRK)
«Gökte hem rızkınız, hem size va'dedilen
şey vardır.»
Buharlaşan denizler,
göller ve ırmaklar gökte bulut haline gelir ve sonra belli ortam ve şartlarla
yağmur olarak yeryüzüne iner de toprağa hayat verir.
Diğer önemli bir husus
da şudur: Yağmurlu havada yıldırım ve şimşeklerin tesiriyle hqvadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot-monok-sit gazını oluşturmaktadır.
Bu gaz da tekrar oksijenle birleşerek turuncu renkli azot-dioksit meydana
gelmekte ve yine yıldırım ve şimşeklerin tesiriyle havadaki nemlik ve azottan
amonyak meydana gelmektedir. Azoî-di-oksit ise
nemliliğin tesiriyle nitrik-aside dönüşmekte, böylece nitrik-asit ile amonyak
havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum-nitrat ve amonyum-karbonat
oluşmaktadır.
İşte oluşup meydana
gelen bütün bu tuzlar yağmurla birlikte yeryüzüne inmekte, yerdeki mevcut
kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nitratı meydana getirmektedir.
Bitkiler de bu tuzu emerek gelişme imkânı bulmaktadır.
Böylece bitkileri
yiyip beslenen hayvanlar çeşitli proteinler oluşturmakta ve bu hayvanların
etini, sütünü, yumurtasını yiyen insanlar yeterince gıdalarını alıp
beslenmektedirler.
Gökten rızkımızın
indirilmesinin bir anlamı da işte budur.
Güneş ise, gönderdiği
ışın ve enerjiyle bitkilere renk ve gıda, canlılık ve nema vermekte, toprağı
ısıtıp geliştirme gücünü artırmaktadır.
Diğer bir yorum ise
şöyledir:
Rızkımızın yazılıp
takdir edildiği kitap göktedir, yani Levh-i Mahfuz'da
belirlenmiştir. Ona göre rızkımızı sağlamaktayız.
Gökte bizim için va'dediien şey nedir?
Bu cümle üzerinde
hayli durulmuş ve birtakım farklı yorumlar yapılmıştır. Onları şöyle özetleyip sıralayabiliriz:
a) Tabiîn'den Mücâhid'e göre :
Hayır ve serdir.
b) el-Hasan'a göre : Sadece hayırdır.
c) Süfyân b. Uyeyne'ye göre :
Cennet'tir.
d) Dahhak'e göre : Cennet ve Cehennem'dir.
e) İbn Sirîn'e
göre : Kıyamet olayıyla ilgili plân ve takdirdir.
Ancak bu yorumlardan
(d) maddesi ağırlık kazanmış ve böylece Cennet ile Cehennem'in gökte ayrı
birer sistem halinde mevcut olduğu anlaşılmıştır.
«Göğün ve yerin Rabbı hakkı için, gerçekten bu, sizin kendi konuşmanızda (şüpheniz olmadığı} gibi
haktır.»
Gerek canlıların
rızkı, gerekse va'dediien şey, sağlam esaslara, mükemmel
plâna göre düzenlenmiştir. Artık değişmesi, aksaması, unutulması söz konusu
değildir. Böylece ilâhî takdir plânının hak olduğuna, bizim konuşmamız misal
veriliyor. Öyle ki, işittiğimiz bir şeyi yanlış duymuş veya anlamış
olabiliriz; ama kendi ağzımızdan çıkan sözde şüpheye yer verilmeyecek kadar
haberli olmamız söz konusudur. O bakımdan takdîr edilen rızık
da, va'dediien şey de her türlü şüpheden,
yanlışlıktan uzak olup kesinlik arzetmektedir.
Diğer bir yorumla, her
kişi ancak kendine ait ana diliyle rahat ve hatasız konuşabileceği gibi,
herkes kendine ait rızkı yiyebilir; başkasının rızkını yemesi düşünülemez.
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu inceliği şöyle belirtmiştir:
«Şüphesiz Ruhü'l-Kudüs (Melek Cebrail) şu sözü kalbime nefh etti: Hiçbir can, bütün rızkını tamam olarak almadıkça
ölmez. O halde Allah'tan korkup sakının da rızkınızı güzel meşru' ve helâl
yoldan arayınız.» [11]
Yukarıdaki âyetlerle, müttakî kullara hazırlanan sonsuz nimetler müjdelendi.
İbâdet ve taâtleri övülerek teşvikte bulunuldu.
Göklerde, yerde ve insanın kendi yapısında Allah'ın varlığına, birliğine
delâlet eden belgelere dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İbrahim Peygamber'e (A.S.) insan suretine girip misafir gelen melekler ve
İbrahim Peygamber'i bir erkek evladıyla müjdelemeleri; sonra da Lût Kavmi'nin helak edileceğini haber vermeleri konu
ediliyor.
-
24- Sana
İbrahim'in ağırlanmaya değer şerefli
konuklarının haberi geldi mi?
25- Hani
onlar İbrahim'in yanına girip, «selâm» dediler. İbrahim de
«selâm» dedi ve tanımadığım yabancı bir
kavim diye içinden geçirdi.
26- Bir
sebep bulup ailesinin yanına giderek (kızartılmış) semiz bir buzağı İle geldi.
27- Onlara
yaklaştırıp, «buyrun yemez misiniz?» dedi,
28- (Yemediklerini
görünce) onlardan içinde bir korku ve endişe doğdu. Onlar, ona : «Korkma»
dediler ve onu bilgili (olacak) bir oğul ile müjdelediler.
29- Bunun
üzerine, İbrahim'in eşi bir çığlık atarak gefdi ve
elini yüzüne vurarak, «kısır, yaşlı bir kadın!» dedi.,
30- Onlar: «Bu
böyledir. Rabbın buyurdu. Şüphesiz ki O, hikmet sahibidir,
bilendir» dediler.
31- İbrahim,
onlara : «Ey elçiler! Sizin iş ve isteğiniz nedir?» dedi.
32- Onlar:
«Doğrusu biz suçlu günahkâr bir kavme gönderildik,
33-34- Ki
aşırı gidenlerin, ölçüyü kaçıranların üzerine Rabbın
yanında işaretlenmiş balçıktan taş yağdıralım diye..
35- Bunun için orada bulunan mü'minleri
çıkardık,
36- Zaten
orada Allah'a teslimiyet gösterenlerden sadece bîr ev (aile) bulduk.
37- Orada,
elem verici azaptan korkanlar için
açık belge (ibretli katıntı)
bıraktık» dediler,
«Allah'a ve âhiret gününe imân eden kimse, misafirine ikram etsin.» [12]
«Sana İbrahim'in
ağırlanmaya de-ğer şerefli konuklarının haberi geldi
mi?»
Bu olay Kur'ân'ın üç yerinde kelime farkıyla anlatılmaktadır
1- Hûd Sûresi 69. âyette, insan suretinde müjdeci olarak gelen
meleklerin selâm verip oturdukları ve az sonra İbrahim (A.S.)ın onlara kızartılmış bir buzağı sunduğu; fakat onların
sofraya el uzatmadıkları anlatılır. Sonra da İbrahim (A.S.)ın
onların bu tavrından içine bir korku düştüğü belirtilir. Arkasından meleklerin,
İbrahim'i (A.S.} rahatlatmak için, Lût Kav-mi'ni yok etmekle görevli olduklarını açıklaması anlatılır
ve bu arada İbrahim (A.S.)ın eşinin ayakta durduğuna
ve güldüğüne dikkat çekilir. Meleklerin bu aileyi İshak
ve ardından Yakub ile müjdelediklerine yer verilerek
konu noktalanır.
2- Hicr Sûresi 52. âyette ise, sadece meleklerin insan
suretine girip İbrahim'in (A.S.) yanına girdikleri ve «selâm» dedikleri
belirtilir. Sonra da İbrahim'in (A.S.) onların tavrından korkup endişeye
kapıldığı; meleklerin, kendilerini tanıtması ve Onu bilgin bir erkek evladıyla
müjdelemek üzere geldikleri kaydedilir. Asıl amaçlarının ise, Lût Kavmini helak etmek olduğunu haber vermelerine
değinilerek olayın tafsilatına geçilir.
3- Konumuzu
oluşturan Zâriyat Sûresinde ise, gelen misafirlerin
yabancı oldukları ve kendilerine semiz bir buzağının takdîm edildiği; ondan
yemeyince de İbrahim (A.S.)ın endişelendiği ve bunun
üzerine meleklerin kendilerini tanıtıp bilgin
bir oğul ile Onu müjdeledikleri; o sebeple İbrahim'in (A.S.) eşinin
çığlık atarak geldiği ve elini yüzüne vurarak, kısır, yaşlı bir kadın olduğunu
söylediği belirtilir. Sonra da olayın diğer kısmına geçilir.
Böylece birbirine
yakın bu üç anlatım şekli biraraya getirilince, konunun
mahiyeti kalın ve ince çizgileriyle ortaya çıkmış olur. Şöyle ki:
İkram edilen
kızartılmış buzağının semiz olduğu; İbrahim Peygamberi (A.S.) bilgin bir erkek
evladıyla müjdelemelerini duyacak kadar yakın mesafede bulunan ev hanımının
heyecanlandığı, o sebeple gülerek ve elini yüzüne kapatarak yaklaştığı ve
hayretini belirterek kendisinin yaşlı ve kısır bulunduğunu söylemesi
anlatılmakta; aynı azmanda İbrahim Peygam-ber'in de yaşının hayli ileri olduğunu düşünerek bu
müjdenin neye göre verildiğini öğrenmek istediğine değinilmekte ve sonra Lût Kavmi'nin helak edilmesinin bir emr-i
ilâhî olduğuna atıf yapılarak konunun detayına geçilmektedir.
Kıssaya geçişin nedeni:
Gökte, yerde ve
insanın ruhsal ve fiziksel yapısında ilâhî kudrete delâlet eden belgeler
sıralanırken ve yalancı inkarcıların tutumu kınanırken, İbrahim (A.S.) kıssasına geçilmesi,
önemli bir misal teşkil etmektedir:
İbrahim Peygambere
(A.S.) müjdeyle gelen ve Lût Kavmi'nin yok edilmesi
için görevlendirilen meleklerin, bir gün Hz.
Muhammed'e (A.S.) kurtuluş ve zafer müjdesiyle geleceklerine ve Mekkeli
azgınların hüsrana uğrayacaklarını haber vereceklerine dair işaret vardır.
Sodom'da yalnız bir müslüman ailenin
bulunduğu belirtilmektedir. Şüphesiz ki o da Lût
Peygamber'in ailesidir. Ancak Onun eşi o aileden kopup şehrin ahlaksız
azgınlarından yana bir tutum ve düşünce içinde olduğundan o istisna teşkil
eder,
36. âyette «müslimîn» sıfatı kullanılmıştır. Bu, gönderilen her peygamberin
genel anlamda İslâm ruhuyla donatıldığına, indirilen her kutsal kitabın bu
teslimiyeti yansıttığına işarettir. Sonra bu sıfat özel anlamda son din olan
İslâm'a intisab edenlere ad olarak verilmiştir.
«Bunun üzerine İbrahim'in
eşi bir çığlık atarak geldi ve elini yüzüne vurarak, «kısır, yaşlı bir
kadın!» dedi..»
Bu kısa bilgi bize
neleri öğütlemektedir? Kur'ân, Alîm ve Hakîm olan
Allah'tan indirilme ve münhasıran O'nun sözüdür. İçinde faydasız bir âyet veya
cümle düşünülemez. O bakımdan Kur'ân'da yer alan her
âyet, her cümle, hattâ her kelime üzerinde iyice araştırma yapıp ilâhî muradı
öğrenmemiz gerekmektedir. Nitekim İbrahim (A.S.)ın
eşinin hayret dolu sözü ve onu izleyen âyetin şu bilgileri ve öğütleri
içerdiğini görüyoruz :
1- Melekler
nurdan yaratılmışlardır. O nedenle
onları baş gözüyle görmemiz mümkün
değildir. İnsanlarla mülakat yapmak istedikleri zaman, insan suretine girerler.
2- Melekler
yemez, içmez, evlenmez ve uyumazlar.
3- Aldıkları
emri, yüklendikleri programı kusursuz yerine getirirler. Allah'a asla
isyan etmezler.
4- Melekler,
hayat ve kudret kaynağıdırlar; ilâhî emir gereği dokundukları veya üfledikleri
yerde hayat başlar.
5- Melekler
büyük bir kuvvet ve kudrete sahiptirler; mesafe onlar için söz konusu olmaz;
ışık hızının çok üstünde bir sürate mâliktirler.
6- Cenâb-ı Hak bir şeyi murad
edince, sebep ve illetleri oluşturur. Öyle ki, yaşlı kısır kadını gebe kalma;
yaşlı erkeği baba olma düzeyine getirir.
7- İnsan çok
yaşlı da olsa, kısır da sayılsa, Allah'tan ümit kesmemelidir.
8- Misafire ikramda bulunmak, yiyeceğin en
güzelini ona takdim etmek, devam edegelen bir
sünnettir.
9- Bir eve
girildiğinde selâm vermek, meleklerden ve peygamberlerden kalan bir sünnettir.
Verilen selâmı alıp cevaplamak ise vaciptir.
10- Cenâb-ı Hak dilediği takdirde; kısır kadın doğurur. O'nun «kün emri» tecelli edince sebepleri oluşturur. Çünkü O,
mutlak anlamda hikmet sahibidir; her şeyi ilim ve hikmetle yürütür.
«Onlar, «doğrusu biz
suçlu günahkâr bir kavme gönderildik ki, aşırı gidenlerin, ölçüyü kaçıranların
üzerine Rabbın yanında işaretlenmiş balçıktan taş
yağdıralım diye..»
Suçlu günahkâr;
inkarcı azgın, aynı zamanda cinsel sapık bir kavim olarak tarihe geçen Lût Kavmi, ahlâksızlıkta çok ileri, giderek, dünya milletlerinde
görülmeyen bir cinsel azgınlık ve sapıklık içinde bulunuyorlardı.
Böylece Lût Kavmi, ilâhî hükmü cabuklaştıran
üç büyük ahlâksızlık ve sapıklık bataklığında bütün irfan ve faziletleri,
insanî hasletleri kaybetmiş bulunuyorlardı. Allah'ı, peygamberi ve âhireti temelinden inkâr ediyor, en küçük bir taviz dahi
vermek istemiyorlardı. Azgınlık, taşkınlık, tecavüz ve şirretlikleri hdd safhaya gelip dayanmıştı. Şüphesiz ilâhî gazabın inmesi
için bu üç sebep yeterliydi. Nitekim sonuç öyle oldu.
İşaretlenmiş taşlar ;
«Balçık» sözü bize bir
yanardağın harekete geçirilmesini ve püskürüklerinin yükselip sözü edilen
kavmi yok ettiğini hatırlatıyor. Ancak işaretlenmiş veya damgalanmış
tabirinden ne anlaşılıyor? Klasik tefsîrlerî-mizde
bu, siyah-beyaz veya siyah-kırmızi çizgili taşlar
diye yorumlanmıştır. Ayrıca her taşın bir azap aracı olarak belirlendiğini
veya her taş üzerinde helak edilecek kişinin isminin yazılı bulunduğunu
söyleyenler de olmuştur. Bence bu tarz bir yoruma gerek yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın emri tecelli
edince hangi taşın hangi kâfire isabet edeceği programlanıp görevli meleklere
bildirilmiştir. Böylece herhangi bir yanlışlığa imkân vermeyecek bir dikkat ve
maharetle, melekler ilâhî programı aynen uygularlar. Balçık taşların
işaretlenmesi de böyle olmuştur. Allah daha iyisini bilir.
Yancrdağın harekete geçip
patlamasından fışkınp dışarı çıkan katı maddeler de
vardır. Bunlara «pirpklast» adı verilir. Akarken
soğuyarak katılaşan lav parçaları bunlara karışabilir. Böylece «piroklast»Iarın küçük boydakileri
«lapili», daha büyükleri ise «volkan bombası» adını
alır. Asitli lavlar çok ağır akar. Katışıksız lav ise daha az yoğun bir sıvıdır
ve hızı saatte 75 km.yi bulabilir. Nitekim 1883'de Sunda
boğazında volkanik kökenli bir ada olan «Krakatau»,
büyük bir patlama ile püskürmüş ve 30.000 kişinin ölümüne yol açmıştır.
Lût Kavmi'nin de üzerine böylesine büyük bir patlamayla
püskürük gönderilmiş olabilir. Bu püskürüklerin taşıdığı renk özelliği
sebebiyle çizgili olması düşünülebilir.
Lût Peygamber'in (A.S.) ailesi ise, olaydan önce Sodom'u terketmişlerdi
Geriye ibretli bir
tablo kaldı:
Cenâb-ı Hak, hükmünü indirmekle kalmadı, geriye azabının
şiddetini yansıtan belgeler, kalıntılar bıraktı. 37. âyetle bilhassa bu husus
belirtilmekte ve ibret, öğüt almak isteyenlerin gidip Sodom
ve çevresindeki belge mahiyetindeki kalıntıları görmeleri tavsiye edilmektedir.
Yukarıdaki âyetlerle,
Mekkeli müşrikleri, tarihî olayla uyarmak için İbrahim (A.S.) ile Lût (A.S.) kıssalarından birkaç safha anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
benzeri olayların tekerrürüyle tarihin tekerrür edeceği hatırlatılarak Musa
(A.S.) ile Âd ve Semûd kıssalarının birer özeti veriliyor
ve sonra da Nuh kavminin elîm akibetine atıf
yapılıyor.
38- Musa'nın
kıssasında da (ibretli belgeler bıraktık). Hani bir vakit Onu açık belge ve mu'cizeyle Fir'avn'a gönderdik.
39- O, bütün
ileri gelenleri ve ordusuyla birlikte yüzçevirdi ve
«bu ya sihirbazdır, ya da
delidir» dedi.
40- Bu
sebeple onu da, ordusunu da yakalayıp (deniz) dalgaları arasına fırlattık ki
(o sırada) kendini kınıyordu.
41- Âd
kıssasında da (ibretli belgeler bıraktık). Hani bir vakit üzerlerine,
köklerini kesip yok eden kasırgayı göndermiştik.
42- (Kasırga) nerenin
üzerine uğradıysa mutlaka orayı
kül haline çeviriyordu.
43- Setnûd
kıssasında da (ibretli belgeler bıraktık). Hani bir vakit onlara: «Bir süreye kadar
yararlanıp geçinin» denilmişti.
44- Onlar
ise azgınlık gösterip, Rablarının emrinin dışına çıkmışlardı.
Bu yüzden bakıp dururken yıldırım onları yakalayıvermişti.
45- Artık
ayağa kalkmaya güç getiremediler, yardım da göremediler.
46- Bundan
önce Nuh milletini de (yok ettik). Çünkü onlar, din ve ahlâk sınırlarını aşan
(inkarcı azgın) bir milletti.
«Musa'nın
kıssasında (ibretli
belgeler bıraktık). Hani bir vakit Onu
açık belge ve mu'cizelerle Fir'avn'a
gönderdik.»
İnkarcı azgınları
iyice uyarmak, yaşamakta olan maddeci sapıkların aklını harekete geçirmek için Kur'ân'da konumuzu oluşturan âyetlerle, yok edilen emsali
kavimlerden dördü daha misal verilmektedir:
1- Musa
Peygamber (A.S.), Asâ, Yed-i Beyza gibi acık mu'cizelerle devrin en azgın, en mağrur kralı Fir'avn'a
uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fir'avn ve etrafındaki devlet adamları, nefislerine ağır
gelen, makam ve şöhretlerini sarsan ilâhî daveti reddedip yüz çevirmişler ve
kendilerini haklı göstermek için de Musa'ya (A.S.) iki yakışıksız damga
vurmaktan çekinmemişlerdi : Sihirbaz büyücü ve dengesiz deli..
Mekkeli müşrikler de Hz. Muhammed'e (A.S.) bu iki damgayı vurmaktan derin zevk
almışlar ve halkı inandırmaya çalışmışlardı.
Sonunda ilâhî sünnet
gereği inen hüküm Fir'avn ve yandaşlarını denize
çekip dağ misali dalgalar arasında tam bir umutsuzluk havası içinde canlarını
almıştı. Mekkeli'lerin de İslâm'ın satveti altında ezilecekleri gün pek yakındı.
2- Hûd Peygamber (A.S.) da Âd
Kavmi'ne uyarıcı olarak gönderilmişti. Yapılan hiç bir uyarı, tebliğ ve
irşada kulak vermeyen bu kavim, bütün kuvvet ve üstünlüğü mal ve fiziksel
güçte düşünüyorlardı. Oysa Allah'ın kudreti çok daha üstün ve bastırıcı ve
kahredici idi. Umman ile Dah-raman
arasındaki güzergâhtaki bu azgın kavim üzerine, köklerini kesip soylarını
kurutacak şiddetli kasırga gönderildi ve geriye ancak ibretli bir tablo olarak
şehirlerinin kalıntıları ve yoldan gelip geçenlere, tarihin o elemli günlerinin
ağıtlarını fısıldayan bakışları kaldı.
3- Hicaz
yakınında Hicr yöresinde yine aynı güzergâhta yaşayan
Se-mûd Kavmi'ne Salih ise, Peygamber uyarıcı olarak gönderilmişti. İsteni-
len mu'cizeyi getirince,
döneklik yapıp verdikleri söze bağlı kalmadılar ve yapılan hiçbir tebliğ, uyarı
ve irşada gönül kulaklarını açık tutmadılar ve üstelik inkâr ve tuğyanlarını
artırdılar. O yüzden sünnetullah gereği, semavî bir
âfeti hak etmişlerdi. Yağmur, fırtına, yıldırım, şimşek ve deprem birbirini
izledi ve âdeta kıyamet koptu. Böylece inkarcı azgınların leşleri kartallara,
akbabalara yem oldu. Birkaç günlük zevk ve eğlence yerini ha-şerat ve parazitlere terketti.
4- Nuh Kavmi
de, din, ahlâk ve fazilet sınırlarını aşıp peygamberle alay edecek kadar
şuursuzlaştılar. İlâhî emirleri küçümseyip Nuh (A.S.)ı tehdit etmeye
başladılar. Böylece inkâr, tuğyan, ahlâksızlık ve taşkınlık son çizgisine gelip
dayandı, Sünnetullah hükmünü yürütmeye yöneldi. Tufan
koptu, bölgede canlı namına bir şey kalmadı.
Mekkeli müşrikleri de
çetin bir hüküm bekliyordu. Ancak ileride İslâm'a girecekleri ilâhî ilimle tesbit edildiğinden, sözü edilen kavimler gibi yok
edilmediler ve Mekke'nin fethedilmesiyle cahiliyet
gurur ve tuğyanlarına son verildi ve sevmedikleri, alay ettikleri mü'minlerin karşısında boyunlarını bükmek zorunda
kaldılar.
Yukarıdaki âyetlerle,
inkâr ve tuğyanda ileri giden Mekkeli müşrikler tehdit edildi ve tarihin
tekerrür edeceği hatırlatılarak, yok edilen dört kavim misal gösterildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
yaşamakta olan inkarcıların akıllarını harekete geçirmek ve düşünce ufuklarını
genişletip hakkı anlamalarını kolaylaştırmak için üç belgeye yer veriliyor.
Sonra da Allah'a yönelmeleri emredilerek, Hz.
Peygamberin sadece açık bir uyarıcı olduğuna atıf yapılıyor.
47- Göğü de
kudretimizle yapıp kurduk. Şüphesiz ki biz, hep genişleticileriz.
48- Yeryüzünü
döşedik. Ne güzeldir o döşeyenler!
49- Her
şeyden çift çift yarattık; olur ki düşünüp ibret ve
öğüt alırsınız.
50- O halde
Allah'a doğru yön e I ip kaçın (O'na güvenip sığının). Şüphesiz ki ben, O'nun
tarafından (gönderilen) açık bir uyarıcıyım.
51- Allah
ile beraber başka bir tanrı edinmeyin. Muhakkak ki ben, O'ndan size
(gönderilen) açık bir uyarıcıyım..
«Göğü de kudretimizle
yapıp kurduk. Şüphesiz ki biz, hep genişleticileriz.»
İlâhî metod gereği inkarcılar uyarılıp ibretli misaller verildikten
sonra, insan aklına ışık tutulmakta; duygu ve düşünceleri hakka yönlendirilmek
için belgeler sıralanmaktadır.
Âyetin açık
delâletinden, kâinatın bir balon gibi şişip devamlı genişlediği anlaşılıyor.
Gerçi klasik tefsirlerde «Şüphesiz ki biz hep genişleticileriz» âyetini
değişik şekilde yorumlamışlar ve beş kadar farklı tefsîrde bulunmuşlardır.
Şöyle ki:
1- Bizim
kudretimiz çok geniştir, her şeye yeter.
2- Yarattıklarımıza
rızkı genişletmiş bulunuyoruz.
3- Yağmur
yağdırmak suretiyle yeryüzünde geniş imkânlar meydana
getiriyoruz.
4- Zenginlerinize
geniş imkânlar vermiş bulunuyoruz.
5- Halkımıza
karşı geniş lütuf ve ihsan sahibiyiz.
Ne var ki, fezada
sayısını henüz kesin olarak bilemediğimiz yıldızlar ve onların oluşturduğu
sistemler, galeksifer en küçük bir yanlışlığa meydan
vermeyecek plânda yaratılıp her biri için ayrı bir yörünge ve değişik bir
hareket takdir edilmiştir. Başıboş hiçbir yıldız veya sistem söz konusu değildir.
Başta Einstein olmak üzere son asrın fizikçileriyle astronomları bu muhteşem
kâinatın bir bütün halinde devamlı genişlediğini söylüyorlar. Kuvvetli bir
ihtimalle, eğer bunun doğruluğu isbat edilirse, Kur'an'daki ilgili beyânın bu manaya delâlet ettiğini
söyleyebiliriz. Zira âyetin böyle bir yoruma tahammülü vardır ve o zaman
inkarcı maddecilerin on beş asır öncesine dönüp, o çağda böyle bir tesbitin mümkün olup olmadığını araştırmaları gerekir.
47. âyette «bi-eydinâ» yani «ellerimizle»
sözü geçmektedir ki bu, İlâhî kudreti sembolize eden
bir anlatım tarzıdır ve biz insanların da konuyu anlamamızı kolaylaştırır
mahiyette mecazî bir tabirdir.
«Yeryüzünü döşedik. Ne
güzeldir o döşeyenler!»
Bu âyetle, yeryüzünün,
başta insan olmak üzere canlıların yaşamasını ve her türlü ihtiyacını
karşılayacak zenginlikte ve nitelikte döşenip hazırlandığı açıklanmaktadır.
Döşemek, mutlaka bir
plân ve program, bilgi ve beceri işi; aynı zamanda zevk ve zerafet
meselesidir. O halde yeryüzünün en ince hesaplara, en sağlam kanunlara ve en
dengeli, düzenli peyzaj mimariye göre hazırlandığını rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Konuya bu açıdan
bakınca, yeryüzünde birtakım dengesizliklerin meydana gelmesi, bütünüyle
insanların bilgisizce müdahalesinden kaynaklandığı anlaşılır. Günkü yeryüzünü
döşeyip donatan O Yüce Kudret çok güzel döşemiştir.
Âyette, «döşeyenler»
sıfatının çoğul kullanılması, her konuda olduğu gibi, yeryüzünün döşenip
dekore edilmesinde sayısı belirsiz meleklerin de görevli kılındığına ve onu
asıl döşeyen Cenâb-ı Hakk'ın
tâzîme çok daha lâyık bulunduğuna işarettir.
«Her Şey yarattık;
olur ki düşünüp ibret ve
öğüt alırsınız.»
Bu, her şeyden çift, ya da her şeyden iki çift yaratıldığına delâlet eden bir
anlatımdır. Bir bakıma her iki husus da aynı noktada birleşir. Çünkü «iki çift»
tabiri, Kur'ân'da genellikle erkek ve dişiye ve sonra
da birbirine zıd iki şeye delâlet etmektedir.
O halde varlık
âleminde canlıların çoğu erkek ve dişi olmak üzere çift yaratıldıkları gibi,
kâinatın zıdların sergilendiği bîr düzenleme içinde
bulunduğuna bakacak olursak hemen her şeyin bir karşıtının da vücuda
getirildiğini söyleyebiliriz.
Müfessirlerin çoğu bu
genellemenin kapsamına insan, cin, hayvan ve bitkileri almak suretiyle bir
sınırlama cihetine gitmişlerdir. Ne vor ki, bazı
canlılarda «çift yaratılma» olmayabilir ki bu, bir istisna teşkil eder ve genel
kuralı bozmaz. Sonra da «çift yaratılma» kuralından hareketle, kâinatta her
şeyin karşıtının da bulunabileceğini dikkate alırsak, yapılan sınırlamanın
isabetli olmadığını söyleyebiliriz.
Kur'ân bu konuda daha çok biyologları, zoolojistleri
ve botanistleri ilgilendiren «zevciyet
kavramı» hakkında ana fikir vererek, «leâlleküm te-zekkerûn» (olur ki düşünüp
ibret ve öğüt alırsınız) cümlesiyle akla ve düşünceye seslenmektedir.
Böylece gerek kâinatın
bir balon gibi tedrieen şişip genişlemesi, gerek
yeryüzünün döşenip düzenlenmesi, gerekse zevciyet
kavramı kapsamına giren çift yaratılma keyfiyeti, hilkat kanununun nasıl
plânlı, programlı, dengeli ve düzenli işlediği, bilimsel araştırmaya temel bilgi
mahiyetinde verilmektedir.
«O halde Allah'a doğru
yönelip kaçın
(O'na güvenip
sığının). Şüphesiz ki ben, O'nun tarafından (gönderilen) açık bir uyarıcıyım,»
Kâinatta yer alan her
şey, hilkat kanununa bağlı, yaratıldığı amaç ve hikmete yönelik olarak Yüce
Yaratan'ın buyruğuna baş eğmiştir. Bu gerçeği görmemek için kör olmak gerekir.
İnsanın, bu sınırı henüz kesin tesbit edilemiyen sistem içinde yaratılış hikmeti çok yönlüdür.
Onlardan biri, ilâhî sanatın yüceliğini ve mükemmelliğini görüp eserden
müessir-i hakikiye, sanattan sanatkâra geçiş
sağlayıp her şeyin O Yüae Sanatkârın mülkünde ve
ancak O'nun tasarrufu altında bulunduğunu anlamak ve bu anlayışla O'nun
varlığına ve birliğine imân edip ibâdette bulunmaktır.
51. âyetle bu husus
işlenirken, son bölümünde «Ben, O'nun tarafından açık bir uyarıcıyım» buyurularak bu hikmete dikkat çekiliyor.
Artık bunca açık belge
ve kesinlik arzeden delil karşısında Allah'ı inkârın
ve başka ilâh edinmenin akıl terazisinde yeri ve anlamı var mıdır? Hz. Peygamber (A.S.) insanları bu hakikate davet edip,
olumlu cevap vermeyenleri elim bir azapla uyarmaktadır.
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı maddecinin aklını hakikate döndürmek için üç belge sıralandı ve her
belgenin O Yüce Kudret'in varlığına delâlet ettiğine atıf yapılarak Hz. Muhammed'in (A.S.) Hakk'a
inanmayanları uyarmakla görevli bulunduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
gelip geçen peygamberlerin yalanlandığı ve çoğuna sihirbaz ve mecnun denildiği
üzerinde durularak Hz. Peygamber (A.S.) teselli
ediliyor. Kur'ân ile öğütte bulunmanın mü'minlere fayda vereceği konu edilerek insanlarla cinlerin
ne amaç ve hikmetle yaratıldığı belirtiliyor. Sonra da zulmeden azgınlara
dalkavukluk edenler uyarılıyor ve âh i-ret günündeki azap ile tehditte
bulunularak sûre noktalanıyor.
52- Bunun
gibi onlardan öncekilere de ne kadar bir peygamber geldiyse, mutlaka, «bu bîr
sihirbazdır veya delinin biridir» demişlerdi.
53- Onlar,
birbirlerine bu hususta böyle mi vasiyette bulundular? Hayır, onlar azgınlığı
huy ve sanat edinen bir millettir.
54- Onlardan
yüzçevir; bu yüzden kınanacak değilsin.
55- Ve sen
öğüt vermeğe devam et. Çünkü gerçekten hatırlatmada bulunup öğüt vermek mü'minlere fayda sağlar.
56- Ben,
cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım,
57- Onlardan
hiçbir rızık istemiyorum ve beni yedirip içirmelerini
de dilemiyorum,
58- Şüphesiz
ki Allah, O'dur rızık veren metin kuvvet sahibi..
59- Doğrusu
o zulmedenlere, (önceki) arkadaşlarının payı gibi dolu bir pay vardır. Artık
acele etmesinler.
60- Va'dolundukları
günlerinden (o günün
azabından) vay kâfirlerin hâline!
Kudsî Hadîs/Allah buyurdu :
«Ey Ademoğlu! Kendini
bana ibâdete ver ki, göğsünü (kalbini) zenginlikle doldurayım ve fakirliğine
bir sed çekeyim. Eğer böyle yapmazsan, kalbini
(dünyevî) meşgale île doldururum ve fakirliğine bir sed
çekmem (de hep açgözlü yaşarsın).» [13]
«Azız ve Celîl olan Allah, kıyamet gününde şöyle buyurur : «Ey Ademoğlu!
Hastalandım, gelip beni sormadın.» O da : «Ya Rabbî!
Seni nasıl ziyaret edip sorayım ki, sen âlemlerin Rabbısın?»
der. Allah buyurur: «Bil-medin mi, benim falan kulum
hastalandı, sen onu gidip sormadın. Bilme-din mi ki, eğer onu gidip sorsaydın,
beni onun yanında bulurdun. Ey Ademoğlu! Senden yiyecek istedim, bana bir şey
yedirmedin.» O da : «Ya Rabbî! Nasıl seni yedireyim
ki, sen âlemlerin Rabbısın?» der. Allah ona: «Bil-medin mi ki, falan kulum senden yiyecek istedi, sen onu
yedirmedin? Bitmedin mi ki, eğer onu yedirseydin, onu benim yanımda bulurdun.
Ey Ademoğlu Senden su istedim, bana su içirmedin» buyurur. O da: Ya Rabbî! Sana nasıl su içireyim ki, sen âlemlerin Rabbısın?» der. Allah ona : «Falan kulum senden su istedi,
sen ona su içirmedin; bilmedin mi eğer ona su içîr-
seydin, onu benim yanımda bulurdun» buyurur.» [14]
«Bunun gibi onlardan
öncekilere ne kadar bir peygamber gönderdikse, mutlaka, «bu bir sihirbazdır
veya delinin biridir» demişlerdi..»
Sınırı aşmak, kendi
ölçü ve kıymetini bilmemek, inkâr ve baş kaldırmada cok
ileri gitmek,, zulüm ve tecavüzü artırmak gibi manalara gelen «tuğyan», daha
çok inkarcı sapıklar, nankör zalimler hakkında kullanılmaktadır. Ayrıca nehir veya
denizin kabarıp taşmasında
da bu
kelime kullanılır.
İlgili âyetlerle, Hz. Peygamber teselli edilirken, daha önceki inkarcı
kavimlerin de gönderilen peygamberlere «sihirbaz» veya «deli» dedikleri haber
verilmektedir.
Yoksa inkarcı sapıklar
böyle yakışıksız söz söylemeyi biribirlerine vasiyet
mi etmişlerdir? Hayır bu bir vasiyet değildir; temelinde cehalet ve azgınlık
vardır. Bu da ruhî bir marazdır ki, tedavisi hayli zordur.
«Onlardan yüz çevir;
bu yüzden kınanacak değilsin.»
Mekke döneminde bunca
sapıklık, azgınlık ve haksızlığa karşı koyacak maddî bir güç bulunmuyordu.
İslâm'a giren mü'minlerin çoğu fakir ve kölelerden
oluşuyordu; bunlar da Mekke'nin ileri gelen söz sahipleri tarafından
küçümseniyor, hor ve hakîr tutuluyordu. O bakımdan silâhlı bir vuruşmaya
kalkışmak İslâm'ın aleyhine olurdu. Yapılacak tek şey, ilâhî buyrukları
kusursuz tebliğ edip irşad hizmetini imkânlar
elverdiği ölçüde sürdürmekti.
54. âyetle bu hususa
işaret edilerek, Hz. Peygamber'in (A.S.) sözü edilen
aşırılık ve hayasızlığa karşı sabretmesi ve müşriklerle bu hususta bir
tartışmaya girmemesi, meydana gelecek bu kabil şarlatanlıklara kulak vermeyip
ayrılması tavsiyede bulunulmakta ve bunun bir korkaklık, pısırıklık olmadığı,
aksine başarılı olmanın uygun metodlarından biri
sayıldığı öğütlenerek, böyle bir yol izlemesinden dolayı kınanmayacağı
hatırlatılmaktadır.
sen °9ut vermeve
devam et. Çünkü gerçekten hatırlatmada bulunup öğüt vermek mü'minlere
fayda sağlar.»
Küfür bataklığında
çırpınıp beyni yıkanan tâğilerin Hakk'a
karşı çıkıp inkârda ısrar etmeleri, şüphesiz ki onların çoğunda ön yargı haline
gelir. Bunu gidermek çok zor, hattâ bazan
imkânsızdır. Kur'ân ile onlara öğüt vermenin fazla
bir yararı yoktur. Ancak Kur'ân'daki temel bilgi ve
ana fikir mahiyetindeki bilimsel konuları gözlerinin önüne sermekte yarar
düşünülebilir.
Zira ilâhî öğüt ve
uyanlara kulak verebilmek için, önce imâna ihtiyaç vardır.
«Ben,
cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım.»
Tanımak, bilmek ve
ibâdet etmek ihtiyarî fiillerdendir. Yaratmanın hikmeti ve «innema»
edatıyla tekîd, cin ve insanları buna mecbur tutmak
suretiyle ihtiyarlarını salbetmiyor. Sadece bu iki
cinsin hilkatinin hikmet ve amacı belirtiliyor.
O bakımdan âyetin
yorumu üzerinde hayli durulmuş ve farklı açıklamalar yapılmıştır. Onların bir
kısmını şöyle özetliyebiliriz :
1- Ezelde
Allah'ın ilmiyle, kimlerin ibâdet edeceği tesbît
edilerek genel bir anlatımla özel mana murad
edilmiştir. Şöyle ki: Âyetteki «cin» ve «ins»
kavramlarından maksat, bu iki ayrı cinsten ibâdet edecek olanlardır ki, âyette
«li-ya'budûnî», «li-yuvahhidûnî» ile tefsir
edilmiştir. Yani benim varlığımı ve birliğimi bilsinler diye onları yarattım,
demektir.
2- Hz. Ali'ye (R.A.) göre : «Cinleri ve insanları ancak,
ibâdetle emretmem için yarattım» demektir. Nitekim İmam Zeccac
bu yorumu kendine delil ve dayanak seçmiştir.
3- Ali b. Talha'nın İbn Abbas
(R.A.)dan yaptığı rivayete göre : «İster istemez bana kulluklarını ikrar
etsinler diye yarattım» demektir. Çünkü gerek cinler, gerekse insanlar ilâhî
tasarrufun altında, O'nun mülkünde isteseler de, istemeseler de kul olarak
bulunuyorlar.
3- Tabiîn'den Mücâhid'e göre :
«Ancak beni bilip tanısınlar diye yarattım..» anlamına gelmektedir. Sa'Iebî bu yorumun güzel olduğunu kaydetmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, cinleri ve insanları yaratmasaydı, varlığı ve
birliği gizli bir hazine olarak kalırdı.
Âyette önce «cin»,
sonra da «ins» anılmıştır. Fahruddin
Râzî bunun hikmetini açıklarken şöyle yorumda
bulunmuştur:
«Cin kavramı melekleri
de kapsamaktadır. Zira «cin»nin aslı gizlenmek,
görünmemektir. Melekler de halkın gözünden gizli olarak görünmemektedirler. O
halde cinnin önce anılması meleklerin de aynı
kavramın kapsamına girdiğine yönelik olduğundandır. Aynı zamanda melekler daha
çok ibâdet eder, daha çok ihlâs üzeredirler.» [15]
Diğer bir yoruma göre
: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, cinlere de peygamber
olarak gönderilmiştir. Böylece onlarda Onun ümmetine dahil bulunuyorlar.
Varlık âleminde insan
aklının ve ilminin erişebildiği her şeyin insan için yaratıldığını görüyoruz.
İnsan denilen bu harika canlı yoksa, eşyanın ve sistemlerin anlam ve hikmeti kalmıyor.
Hattâ Allah'ın akıl, ilim ve din üç-lüsüyle bilinip
ibâdet edilmesi için insanın mevcudiyeti gereklidir. O nedenle Ahmed b. Hanbel, Buhar? ve
Müslim'in Ebû Hüreyre
(R.A.)den yaptıkları rivayette, Peygamber (A.S.) Efendimiz : «Allah, Adem'i
kendi suretinde yarattı..» buyurarak, insanın varlık alemindeki yerini,
önemini, kemal ve kıymetini belirtmek istemiştir. [16]
«Kendi suretinde»n üç
ayrı mana anlaşılmaktadır:
1- Allah
(c.c.) Adem'i ezelî ilmiyle takdir buyurduğu surette yarattı; onu sperma, ana
rahmi, cenin, bebek gibi kademe ve safhalardan geçirmeden ezelî ilminde sübut
bulan suretini, şeklini çamura intikal ettirip manadan maddeye çevirdi.
2- Allah (c.c.) Adem'i kendi
kudret ve sanatına mâkes kılıp onu
sevdiği surette yarattı.
3- Suretin
Allah'a nisbet edilmesi, teşrîf içindir.; yani Cenâb-ı Hak, Adem'i kendine halîfe olarak yaratıp onu aziz
ve şerefli kıldı.
Bu bakımdan insanoğlu
bu izzet ve şerefe lâyık olmaya çalışıp, Hakk'ın
rahmet ve inayetine mazhar olma çizgisinden
ayrılmamalıdır.
Kölenin efendisine
kulluk edip hizmette bulunması, şüphesiz ki daha çok efendisinin yararınadır. Cenâb-ı Hak mutlak ganî olduğundan hiç kimsenin kulluğuna
ve ibâdetine ihtiyacı yoktur. O, kullarından taât ve
ibâdette bulunmalarını isterken, onlardan yana, onların menfaatine karşılık
vermeyi ve öylece onları sonsuz saadete eriştirmeyi dilemiştir. Yoksa ne
kimseden rızık ister, ne de yiyecek ve içecek. Ama O;
her canlının rızkını vermektedir ve mülkün tamamı O'na aittir. Bütün güçler
O'nun kudretinin karşısında eğilir. 58. âyetle bu hakikat şöyle
özetlenmektedir: «Şüphesiz ki Allah, O'dur rızık
veren metin kuvvet sahibi..»
«Doğrusu o zulmedenlere,
(önceki) arkadaşlarının payı gibi dolu bir pay vardır. Artık acele etmesinler.»
Allah'a ortak koşmak,
hakkı red ve inkâr etmek, peygamberi yalancı saymak,
ilâhî buyruklarla alay etmek şüphesiz ki zulmün en büyüğü, günahın en
katmerlisi ve azabın en şiddetlisidir.
Altmışıncı âyette «zenûb» kavramıyla bu zâlimlere azaptan ayrılan pay
açıklanmakta ve böylece Mekkeli azgın putperestler, sonra da inkarcı her sapık
«zâlim» diye anılmaktadır. Önceki zâlimlere azaptan ayrılan nasip gibi,
bunlara da birer nasip ayrılmıştır. Zira, zâlimin işlediği haksızlık ve yaptığ: tecavüz hiçbir zaman cezasız kalmaz. Bu, sünnetullah gereğidir ki, vakti saati gelince hem dünyada,
hem de âhirette gerçekleşir.
«Zenûb»
sözlükte, su doldurulan büyükçe kova anlamına gelir. Ayrıca dolgun pay
anlamında da kullanılmıştır. Âyette, zâlimlerin azaptan alacakları nasip
anlamına istiare edilmiştir.
O halde o zâlimler
azabı pek acele istemesinler veya ilâhî tehdidi alaya alıp inecek azabın hemen
inmesini acele etmesinler. Her şey belli bir plâna ve programa bağlanmıştır.
Şartlar ve ortam oluşup azabın inmesini gerektiren sebepler zuhur edince, ilâhî
hüküm kimselerin gözünün yaşına bakmadan iner.
Cenâb-ı Hak bu hususu şöyle beyân buyurmaktadır: «Va'dolundukları günlerinden (o günün azabından) vay
kâfirlerin hâline!»
Zâriyât Sûresine, dört kadar önemli şeye yemin edilerek
başlandı ve kâfirlere, zâlimlere hazırlanan azaptan ve gerçekleşeceği günden
söz edilerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a sayısız hamd-u senalar;
Allah'ın emirlerini bizlere tebliğ edip ulaştıran Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.) salât-ü
selâmlar olsun.
[1] Bilgi için bak :
Fethü'l-Kadîr Tefsîri/Şevkanî
: 4/82
[2] Lübabu't-te'vîl
: 4/180
[3] Tefsîr-i Kurtubî: 17/30- Tefsîr-1 ibn
Kesîrj: 4/231
[4] Ebû Dâvud/salât : 156, istl'zan : 4- Ahmed : 3/451
[5] Ahmed : 2/173-5/343
[6] Ebû Dâvud/Süfyan Sevrî hadisinden
- Müsned-i Ahmed
[7] Buharî/zekât : 53,
tefsir : 2, 48-
Müslim/zekât : 101. 102-
Ebû Dâvud/ zekât: 24- Nesâî/zekât : 76- Dâremî/zekât: 2- Taberâni/sıfatü'n-nebt : 7- Ahmed: 1/384,
446-2/260. 316, 393,
395, 445, 457,
469, 506
[8] Meâric Sûresi : 24, 25
[9] Bilgi için bak : Tefsirdi Kurtubî
: 17/38
[10] Sa'lebî: Enes (R.A.) den Tefsîr-i Kurtubî: 17/39
[11] İbn Mâce/ticarat : 2
[12] Buharî/edeb
: 31, 85, rikak
: 23- Müslim/imân : 74, 75, 77- Ebû Dâvud/ et'ime : 5- Tİrmizî/birr : 43- Ibn Mâce/edeb
: 5
[13] Tirmizî/kıyâmet : 30- îbn Mâce/zühd : 2- Ahmed : 2/358
[14] Müslim/birr : 43
[15] Mefâtihü'l-Gayb : 7/685
[16] Müsned-i Ahmed
- Bu harî-Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.) den