ZÂRİYAT SÛRESİ 2

Meali: 2

Dört Önemli  Olay. 2

Yörüngeler Sahibi Göğe And Olsun. 3

İnkarcıların Farklı Görüşleri 3

Yalancılar Kahrolsun. 3

Hesap Ve Ceza Günü Ne Zaman?. 4

Âyetler Arasında Bağlantı 4

Meali: 4

İlgili Hadîsler. 4

Takva Düzeyinde Hayatlarını Düzenleyenler. 5

Zekât Fakir Ve Muhtaçtan Yana Bir Haktır. 5

Yerde Ve İnsanın Yapısındaki Belgeler. 5

Gökte Rızkımız Vardır. 6

İlmî Yönü. 6

Rızkın Ve Va'dedilen Şeyin Gökte Olması Haktır. 7

Âyetler Arasında Bağlantı 7

Meali: 7

İlgili Hadîs. 7

İbrahim Peygambere'gelen Misafir Melekler. 8

Yaşlı Baba, Kısır Ana. 8

Balçıktan Taşlar. 9

Âyetler Arasinda Bağlantı : 9

Meali: 9

İbretli Misâller Ve Tarihî  Olaylar. 10

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali: 10

Misal Ve Tehditten Sonra Kbvnî Belgeler. 10

Yeryüzünün  Döşenip Süslenmesi 11

Her Şeyden Çift Yaratılması 11

Hilkat Kanununun Kapsamında İnsanın Yeri 11

Âyetler Arasında Bağlantı 12

Meali: 12

İlgili Hadîsler. 12

İnkârın Temelinde Azgınlık Ve Cehalet Vardır. 12

İnkarcı Azgınlardan Yüz Çevirmek. 13

Öğüt Mü'minlere Fayda Verir. 13

Cinlerin Ve İnsanların Yaratılmasındaki Amaç Ve Hikmet 13

İnsan Allah'ı Bilip İbâdet İçin Yaratılmıştır. 14

İbâdet Kulluğun Gereğidir. 14

Zâlimlerin Azaptan   Nasipleri  Vardır. 14


ZÂRİYAT SÛRESİ

 

Sûreye, «zâriyât»a and içilerek başlanmaktadır. «Esip savuranlar, to­zup esenler» mânasına delâlet eden bu kelime, aynı zamanda sûreye isim olmaktadır.

Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. Müfessirferin bu hususta görüş ve tesbit birliği vardır. İbn'Abbas da (R.A.) aynı görüştedir. [1]

Âyet   sayısı    :       60 Kelime   »        :     360                              

 Harf        »        :    1239    [2]              "        

Sûrenin kapsadığı  başlıca konular:

1- İkinci hayatın gerçekleşeceğine delâlet eden tabii olaylardan ve farklı görüş ortaya koyanlardan söz ediliyor.

2-  Uğradığı saldırı   ve  eziyet  karşısında Hz.   Peygamber (A.S.) ve mü'minler teselli ediliyor.

3- Takva derecesinde hayatını  tanzîm edenlere âhirette   verilecek mükâfat ve nimetler anlatılıyor.

4- Peygamberleri yalanlayan ümmetlerin   kendilerini   hangi   çizgiye getirdikleri misal veriliyor.

5- Kötülüklerle de dolu olan şu dünyadan, onun saptırıcı ve aldatıcı yanlarından kaçıp Allah'a sığınmanın lüzumu belirtiliyor.

6- Allah'a ortak koşmanın büyük bir nankörlük olduğu konu edile­rek, küfrü gerektiren bu gibi sakıncalı inançlardan kaçınmanın önemi be­lirtiliyor.

7- Hakk'a   karşı gelip  peygamberleri  yalanlayanların   tarihinin cok gerilere uzandığına değinilerek hakla bâtılın devamlı mücadele halinde ol­duğuna işaret ediliyor.

8- Azgın inatçı kâfirlerden yüz çevirip, tesir edip fayda sağlamaya eğilimli olanlara öğüt verilmesi emrediliyor.

9- Kâfirlerin Âhiret Âlemi'nde mutlaka azaba uğratılacakları haber verilerek uyanda bulunuluyor.

 

Meali:

 

1- Tozup savuranlara,

2- Ağır yük yüklenip taşıyanlara,

3-  Kolayca akıp gidenlere,

4-  İş bölümü yapanlara and olsun ki,

5- Size va'dolunan elbette yerine gelecektir

6- Hesap ve ceza günü mutlaka gerçekleşecektir.

7- Yollar ve  yörüngeler sahibi göğe and  olsun  ki,

8- (Ey inkarcı sapıklar!) cidden siz sözünüzde,  hükmünüzde görüş ayrılığı  içindesinizdir.

9- Ondan çevrilebilen kimse çevrilir.

10- Yalancı câhiller  kahrolsun!

11-  Onlar, bilgisizliğin sarhoşluğu ve mahmurluğu içinde kalmış ga­fillerdir.

12-  «Hesap ve ceza günü ne zaman?» diye sorarlar.

13- Ateşe karşı çetin bir sınav verecekleri gündür.

14- Fitnenizi tadın. İşte, acele isteyip durduğunuz şey budur! (denilir.)

 

 Dört Önemli  Olay

 

«Tozup savuranlara, ağır yük yüklenip taşıyanlara, kolayca akıp gidenlere, iş bölümü yapanlara and olsun ki..»

Dört önemii olaya yemin edilerek, ÂhireVte iyiler iyiliklerinin, kötüler de kötülüklerinin karşılığını görecekleri ve bu haberin mutlaka doğru ol­duğu açıklanmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hak ne ile yemin etmişse, onda mutlaka insanlıktan yana büyük yararlar; akla ve vicdana ışık tutan belgeler söz konusudur.

«Zâriyat» kavramı üzerinde hayli durulmuş ve az farklı yorumlar ya­pılmıştır :

a)  Yerden toz, toprak kaldırıp savuran rüzgârlar,

b)  Yeraltında ve yerüstünde meydana gelen patlamalar sonucu sav­rulan topraklar,

c)   Canlı-cansız varlıkları,  belli plâna göre serpiştiren  melekler.

Birinci yorum Hz. Ali'ye (R.A.) aittir ki, kendisi minber üzerinde soru­ları cevaplarken cemaattan biri kalkıp «zâriyat nedir?» diye sordu. O da : «Esip tozutan rüzgârlar   demektir.   «Hâmilat»,   yağmur   yüklü  bulutlardır.

«Câriyat», denizde yüzen gemilerdir. «Mukassimat», iş bölümü yapan me­leklerdir» diye cevap verdi. [3]

Ayrıca İmam Kurtubî bir diğer rivayete yer vererek, bu hususta İbn Kevvâ' adında bir adamın Hz. Ali (R.A.)den sorduğunu ve onun da: «Ya­zıklar olsun sana, bunu öğrenip anlamak için sor, karşındakini küçük dü­şürmek için sorma» diye uyarıda bulunduğunu ve sonra o dört kelimeyi yukarıda  belirtilen şekilde açıkladığını kaydetmektedir.

Rüzgâr, bulut, gemi ve melek.. Bu dört olay beşer hayatını düzenle­yip dengede tutan değerlerdir. Geminin tabii olaylar arasında anılması, mü'minlerin dikkatini denizlere çekmek ve bu büyük kaynaktan yararlan­malarını ilham etmek içindir. Allah daha iyisini bilir.

Meleklerin iş bölümü yapması:

Kâinat yaratılıp düzene sokulduktan buyana kusursuz işlemekte ve içinde yer alan her sistem şaşmadan hizmet vermektedir. Ancak her olay­da, her düzenleme ve dengelemede belli bir plân ve programa göre iş bölümü yapan  melekler vardır.

İnsanlardan çoğunun tabii olay diye belirlediği fiziksel ve benzeri olayları sevk ve idare edenlerin bulunduğunu unutmamak gerekir. O ka­dar ki, esen rüzgâr, yükselen buhar, oluşan bulut, yağan yağmur üzerinde görevli melekler bulunmaktadır. Gerçi bu ve benzeri tabiat olayları belli fiziksel kanunlara göre meydana gelmektedir; amma işin içinde sözünü ettiğimiz gizli, yani ruhanî kuvvetler rol oynamaktadır. Nasıl ki, belli plâna göre kurulan bir fabrikanın başında görevliler bulunuyorsa.

Bütün bu önemli olayları birtakım kanunlara bağlayan Yüce Kudret, insanı da başıboş bırakmayıp, onun için de plânda çok önemli bir yer ayırmış ve ölümü, bir intikal dönemi kılıp ikinci, hayatın şartlarına uygun yeni bir bedene kavuşmasına sebep yapmıştır.

Her şeyin insan için, insanın da Rabbını bilip O'na ibâdet etmek için yaratıldığına göre, onun bu amaca uygun olan ve olmayan söz ve davra­nışları, niyet ve düşünceleri kontrol altında tutularak, ikinci hayatta kar­şılık göreceği kesin hükme bağlanmıştır. Artık CenâbHakk'ın sözünün değişmesi düşünülemez.

 

Yörüngeler Sahibi Göğe And Olsun

 

«Yollar ve yörüngeler sahibi göğe and olsun ki, (ey inkarcı sapıklar!) Cidden siz sözünüzde, hükmünüzde görüş ayrılığı içindesinizdir.»

Göğün, yani fezanın düzenli yol ve yörüngelerle bir ağ gibi işlendiği çok anlamlı bir şekilde belirtilmektedir.

Hubük: Lûgatçıların tesbitine göre, «hibak» veya «habikâ»nın çoğu­ludur. Bu iki kökü incelediğimizde yedi manaya delâlet ettiklerini görürüz:

1- Kumaşın itinayla yol yol dokunup çizgilerinin iyice belirginleşmesi,

2- Esen rüzgarın suya veya kuma dokunup kıvrım kıvrım yollar ve çizgiler meydana getirmesi,

3- Baştaki saçın dalga dalga olup düzenli kıvrımlar oluşturması,

4- Yapının sağlam ve muhkem, aynı zamanda düzenli olması,

5-Birşeyin güzel, çekici ve oldukça düzenli, dengeli yaratılmış bu­lunması,                                                                    

6- Göğün yüksekliğine orantılı düzende olması,

7- Göğün çok süslü, çekici bir görünüm arzetmesi..

Hubük kavramı bütün bu manalara delâlet etmekle beraber, yollar ve yörüngeler anlamına daha zahir ve daha yakındır.

Böylece Kur'ân-ı Kerîm, on beş asır önce gezegen, yıldız ve sistem­lerin sağlam, düzenli hareketlerini sağlayan yörüngelerinden söz ederek, bu olayı Allah'ın varlığına ve birliğine delil ve belge göstermektedir.

 

İnkarcıların Farklı Görüşleri

 

İnkarcı maddecilerin, müşrik putperestlerin, Allah, peygamber, kitap, hilkat ve canlılar hakkındaki varsayımları (faraziye, hipotez), ciddi bir esa­sa dayanmaz. Sözü edilen konulara bakış acıları hem farklı, hem de ha-tâlı olduğundan onları olumlu bir sonuca götürmemektedir. İnsan menşe'i hakkında fikir yürütürlerken de iddia ve varsayımları farklı ve çelişkilidir. Kimi hayatın başlangıcını cansız maddeye, kimi tek hücreye, kimi birden ortaya çıktığına dayamakta ve kimi de maddeyle birlikte öncesiz olduğunu savunmaktadır. Bazısı  ise, hayatın kimyasal reaksiyonların sonucu mey­dana geldiğini öne sürmektedir. Oysa hiç birinde isabet yoktur.

Mekkeli müşrikler, Kur'ân'a «eskilerin masalları», Hz. Muhammed'e (A.S.) «sihirbaz, büyücü, şâir» damgasını yakıştırırken; günümüzün inkar­cı maddecileri daha farklı iddialar ve yakıştırmalarla ortaya çıkmış bu­lunuyorlar : Kimi Kur'ân'a «çöl kanunu», Hz. Muhammed'e (A.S.) «akıllı bir adam» demekte ve böylece ilâhî inayet ve tecelliyi reddetmektedirler. Cenâb-ı Hak hakkında ise, büsbütün şaşkınlık içinde karanlığa inkâr taşı atmakta ve bu mükemmel düzenin tesadüfler neticesi meydana geldiği­ni söylemektedirler. Bütün bunları söylemek, iddia etmek, varsaymak ko-iay, ama isbatı mümkün değildir.

Allah'ın hidâyet nasip ettiği kimseler ancak bu karanlık görüş ve da­yanaksız iddialardan kurtulabilir.

 

Yalancılar Kahrolsun

 

 «Yalancı câhiller kahrolsun! Onlar, bilgisizliğin sarhoşluğu ve mahmurluğu içinde kalmış gafillerdir.»

Yalancı câhiller, Hakk'a karşı gelip ilâhî düzen ve dengeyi inkâr et­mektedirler. Kur'ân onların daha çok iki kötü sıfatını konu edinmektedir. Şöyle  ki :

a)  Bilgisizliğin sarhoşluğu içindedirler,

b)  Haktan, gerçekten habersiz, nefis perdesi altında gaflet uykusuna dalmışlardır.

Cehalet, insanı patavatsızlığa, ölçüsüzlüğe, yersiz ve anlamsız id­dialara ve mütecavizliğe iter. Bir bakıma insanı sarhoşlar gibi kararsız kılar. Nefsin kesif perdesi ise, aklı kendi hizmetine alıp kalp gözünü kör eder. Bunun için Kur'ân'ı yalanlayanların bu iki sıfatına değinilerek lâ-netlenmektedirler.

 

Hesap Ve Ceza Günü Ne Zaman?

 

 «Hesap ve ceza günü ne zaman diye sorarlar. Ateşe karşı çetin bir sınav verecekleri gündür.»

İlk kurulan şu düzeni Allah'a nisbet etmiyenlerin, ikinci hayatı ve düzeni kabul etmeleri veya öyle bir günün geleceğine inanmaları pek düşü­nülemez. O bakımdan Kur'ân, sık sık mevcut düzendeki belgelere yer ver­mekte ve insan aklına malzeme takdim ederek yol göstermekte; temel bil­gi verip ilmî araştırmaya teşvikte bulunmaktadır. Zira âhirete inanmanın yolu, mevcut düzenin Allah tarafından yaratıldığına  inanmaktan  geçer.

Dünya her yanıyla teklif, imân, sâlih amel ve olgunlaşma dönemidir. Âhiret ise, hesap ve ceza günüdür. O bakımdan ona «yevmü'd-dîn» denil­mektedir.

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, dört faydalı olay üzerinde duruldu. Göğün yol yol, yörünge yörünge şeklinde düzenlendiği belirtildi. İnkarcıların her çağ­da farklı birtakım varsayımlar peşine takılıp hakka yakınlık gösteremedik­lerine dikkatler çekildi. Sonra da hesap ve ceza gününü red ve inkâr eden­ler uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlara ha­zırlanan yüce nimetlerden bir kısmından söz ediliyor. Onların ibâdet dü­zeyindeki halleri konu edilerek övülüyor. Gerek yeryüzünde, gerekse in­sanın yaratılışında ve taşıdığı özelliklerinde Allah'ın varlığına delâlet eden belgelerin yer aldığına değiniliyor. Gökten rızık indirldiğine atıf yapılarak düşünce ufkumuz genişletiliyor.

 

Meali:

 

15- Şüphesiz ki muttakîler (Allah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınan mü'minler) Cennetlerde ve pınarlar başındadırlar.

16- Rablarının kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar, bundan ön­ce iyiliği, güzelliği, yararlı olmayı huy edinenlerdi.

17- Geceden de az bir süre uyurlardı.

18- Seher vakitleri hep Allah'tan bağışlanma dilerlerdi.

19-Onların mallarında, dilenen ve yoksul için bir hak vardır.

20-Kesinlikle bilip inananlar için yeryüzünde (Allah'ın varlığına, bir­liğine delâlet eden) açık belgeler vardır.

21- Sizin kendi (ruh ve beden) varlığınızda da öyle... Artık (hakikati) görmez misiniz?

22- Gökte hem rızkınız, hem size va'dedîlen şey vardır.

23- Göğün ve yerin Rabbı hakkı için, gerçekten bu, sizin kendi ko­nuşmanızda (şüpheniz olmadığı) gibi haktır.

 

İlgili Hadîsler

 

-   Abdullah b. Selâm (R.A.) diyor ki:

Resûlüllah (A,S.) Efendimiz hicret edip Medine'ye geldiği gün, her­kes gibi ben de Onu yakından görmeye çalıştım. Yaklaşıp yüzünü gördü­ğüm zaman.  Onun yalancı bir kişi olmadığını   anladım.   Kendisinden ilk duyduğum hadîs şu oldu :

«Ey insanlar! (Muhtaçlara, yakınlarınıza Allah için) yemek yediriniz; hısımlarınızla sıcak ilgi kurunuz; selâm vermeyi yaygınlaştırın; insanlar uy­kuda iken siz kalkıp namaz kılın ki selâmetle Cennet'e giresiniz.» [4]

«Şüphesiz ki Cennet'te öyle yüksek çardaklar vardır ki, dışı içinden, içi de dışından görünür.»

Bunun üzerine Ebû Musa el-Eş'ârî (R.A.) sordu :

  Ya Resûlellah! Onlar kimler içindir? Cevap verdi:

  Yumuşak söz söyleyen, (Allah için) yemek yediren; insanlar uyur­ken gece kalkıp namaz kılan kimse içindir. [5]

«Dilencinin, at üzerinde gelse bile bir hakkı vardır.» [6]

Açıklama :

«Dilenci» ile çevirisini yaptığımız «sâil», ihtiyacını dile getirip bir şey İsteyen kimse demektir.

«Miskin, çevrede dönüp dolaşarak bir, iki lokmanın veya bir, iki hur­manın geri döndürdüğü kimse değildir. Asıl miskin, kendine yetecek ka­darını bulamayan ve bilinip tanınmadığı için de kendisine sadaka veril­meyen kimsedir.» [7]

 

Takva Düzeyinde Hayatlarını Düzenleyenler

 

«Şüphesiz ki muttakîler (Allah'tan saygı ile korkup fenalıklardan sakınan mü'minler) cennetlerde ve pınarlar başında­dırlar..»

Takva, imân ve irfandan gelen bir duygudur ki, kişi bu duyarlılıkla Allah'ın denetim ve gözetimi altında olduğunu bilir ve O'ndan saygı ile korkup günlük hayatını ilâhî buyruklara göre düzenler; fenalıklardan kaçı­nıp  kulluk görevini aksatmamaya çalışır.

İlgili âyetlerle, takva derecesine eren mü'minlerin âhiretteki mükâfat­ları açıklanırken, onların dört önemli amelinden söz edilmektedir. Böyle­ce takva duygusunun işlerliğiyle insanın eriştiği fazilet belirtilmekte ve ilâhî inayet ve rahmetin onlardan yana olduğuna işaret edilmektedir.

Muttakî mü'minlerin dört güzel amelî:

1- İyiliği, güzelliği huy edinirler.

2- Geceleri bir süre uykularını terkederek ibâdet ederler.

3- Seher vakti Allah'tan bağışlanma dilerler. Çünkü bu vakitler in­san duygu ve düşüncesinin en toplu bulunduğu anlardır.

Allah'ın farz kıldığı zekâtı ve teşvik buyurduğu sadakayı bir hak olarak muhtaçlara verirler.

Böylece gerçek imân ve irfan takvayı; takva da iyiliği, ibâdet zevkini, Allah'a sık sık yönelmeyi ve bedenî ibâdetin yanında malî ibâdetin de ye­rine getirilmesini doğurur.

 

Zekât Fakir Ve Muhtaçtan Yana Bir Haktır

 

«Onların  mallarında, dilenen ve yoksul için bir hak vardır.»

Mü'minlerin mallarında, muhtaç bulunduğunu dile getirenler ve yok­sulluk içinde sıkıntı çekenler için bir hak vardır. Ancak bu «hak»dan mak­sat nedir? İlim adamlarının tesbit ve yorumları farklıdır:

a)  Muhammed b. Sirîn ve Katade'ye göre : Farz olan zekâttır.

b)   Hısımlara yapılması gereken yardımdır.

c)   Misafirleri ağırlamak için yapılan masraftır.

d)   Muhtaç durumda olan aileleri sıkıntıdan kurtaracak kadar aynî ve­ya nakdî yardımdır.

e) İbn Abbas'a {R.A.) göre : Malî durumu zayıf olan hısımlara ve bir de muhtaçlara verilecek sadakalardır. Çünkü bu âyet, zekât henüz farz kı­lınmadan çok önce Mekke'de inmiştir.

Şüphesiz bu yorumlardan en sağlıklı olanı, (a) maddesinde belirtilen zekâttır. Nitekim Mearic Sûresi de Mekke'de indiği halde : «Mallarında muhtaç durumda olana, maldan yoksun bulunana belirli bir hak ayıranlar..» [8]mealindeki âyette geçen «hakkun malûm» zekât ile tefsir edilmiştir. O halde bu iki âyetin Medine'de indiği söylenebilir. Çünkü «belirli hak» an­cak zekât olabilir. [9]

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Kıyamet gü­nü fakirlerden dolayı vay zenginlerin haline! Fakirler derler ki: «Ya Rab! Bizim için üzerlerine farz kıldığın hakka, zenginler tecavüz edip bize zul­mettiler.»

Bunun üzerine Şanı Yüce Allah şöyle buyurur: «İzzet ve celâlime and olsun ki, sizi (kendime) yaklaştıracağım, o zenginleri de uzaklaştıracağım.»

Bunun arkasından Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Onların mallarında dilenen ve yoksul için bir hak vardır» mealindeki âyeti okudu. [10]

 

Yerde Ve İnsanın Yapısındaki Belgeler

 

«Kesinlikle bilip inananlar için yeryüzünde (Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden) açık belgeler vardır. Sizin kendi (ruh ve beden) varlığınızda da öyle... Artık (hakikati) görmez misiniz?»

Yeryüzünün, başta insan olmak üzere mevcut canlıların yaşamasına uygun ölçü ve şartlarda yaratılması bir tesadüf değil, çok mükemmel, mü­kemmelin de ötesinde insan aklını aşan bir plân ve programın ürünüdür.

Meselâ dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi ve güneşin çevre­sinde belli bir mesafede elips çizerek hareketini sürdürmesi, gece ile gün­düzü ve mevsimleri meydana getirmektedir. Bir an düşünelim ki dünya kendi ekseni etrafında bir dönüşünü 23 saat, 56 dakikada değil, 15 saat veya 30 saatte tamamlasaydı, geçe ve gündüz durumları anormal farkla meydana gelir ve   bugünkü düzenli  ve  dengeli hayat olmazdı.  Güneşin etrafında elips değil de tam bir daire çizseydi, mevsimler oluşmazdı. 23 derece meyilli olmasaydı, güney ve kuzey yarımkürede ekvatora yakın bölgelerde devamlı yaz, ondan uzak bölgelerde devamlı kış olurdu.

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Bütün bunların birer tesadüf ne­ticesi oluşarak biraraya geldiğini söylemek; karanlığa taş atmaktan baş­ka neyi ifade eder.

İnsan vücudu «ahsen-i takvim», yani en güzel plân, biçim ve endamda yaratılmıştır. Bu en güzel yaratılmanın açık belirtilerinden bir kısmını ha­tırlamamızda fayda vardır:

  Duyu organları ve beyinle olan bağlantıları ve her birinin konumu,

  İç organların birbiriyle irtibatı ve işlevi,

  Kalbin bir günde yaklaşık 100.800 kere atması ve 70 yıllık bir ömür süresi içinde iki buçuk milyar defa gibi yüksek bir rakama ulaşması bize neyi  göstermektedir?  Bunca  aralıksız  çalışmasına   rağmen işlevini sür­dürmesi çok şaşırtıcı değil midir? Yapılan ciddi tesbitlere göre: Kalp her kasılmadan sonra bir dinlenme dönemine girerek yorulmamasını temin et­mektedir.

  Karaciğer bir kan, akciğer de bir hava limanı halinde çalışmıyor mu?

  Vüouda alınan besinlerin vücut dokularını yapması, sonradan kul­lanılmak üzere biriktirmesi ve bununla yaşamımızı ve sağlığımızı düzenle­mesi harika bir fabrikayı andırmıyor mu?

  Yapısı aynı olan her hüerenin bir hayat birimi olması ve bağlı bu­lunduğu soyun ve türün özelliklerini beraberinde taşıması bize hangi üs­tün kudretin plânını yansıtıyor?

  Beyin kabuğunun hareket, irâde, zekâ, duygu, karakter, düşünoe ve benzeri yüksek görevleri kendinde düzenli ve dengeli taşıması ve bü­tün vücuda kumanda etmesi, tesadüflerle mi meydana gelmiştir?

  Her gün vücudumuzda binlerce hücrenin doğması ve binlercesinin ölmesi ve böylece bu var oluş ve yok oluştan habersiz bulunmamız bize ikînei hayat hakkında kesin bilgi vermiyor mu?

Her zerre lisanıyla Allah'ı zikrediyor; O Yüce Rabbımızı asla inkâr etmiyor.

Hepsinde bir birlik, bir nizam ve intizam, Her varlıkta görülür özen ile ihtimam.

-  Bu varlık âleminde tesadüfe yer yoktur. Her şey yerli yerinde, buna delil pek çoktur.

 

(A. Fuat ULUTÜRK)

 

Gökte Rızkımız Vardır

 

  «Gökte hem rızkınız, hem   size va'dedilen şey vardır.»

Buharlaşan denizler, göller ve ırmaklar gökte bulut haline gelir ve sonra belli ortam ve şartlarla yağmur olarak yeryüzüne iner de toprağa hayat verir.

 

İlmî Yönü

 

Diğer önemli bir husus da şudur: Yağmurlu havada yıldırım ve şim­şeklerin tesiriyle hqvadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot-monok-sit gazını oluşturmaktadır. Bu gaz da tekrar oksijenle birleşerek turuncu renkli azot-dioksit meydana gelmekte ve yine yıldırım ve şimşeklerin tesi­riyle havadaki nemlik ve azottan amonyak meydana gelmektedir. Azoî-di-oksit ise nemliliğin tesiriyle nitrik-aside dönüşmekte, böylece nitrik-asit ile amonyak havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum-nitrat ve amonyum-karbonat oluşmaktadır.

İşte oluşup meydana gelen bütün bu tuzlar yağmurla birlikte yeryü­züne inmekte, yerdeki mevcut kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nit­ratı meydana getirmektedir. Bitkiler de bu tuzu emerek gelişme imkânı bulmaktadır.

Böylece bitkileri yiyip beslenen hayvanlar çeşitli proteinler oluştur­makta ve bu hayvanların etini, sütünü, yumurtasını yiyen insanlar yete­rince gıdalarını alıp beslenmektedirler.

Gökten  rızkımızın   indirilmesinin  bir anlamı da  işte budur.

Güneş ise, gönderdiği ışın ve enerjiyle bitkilere renk ve gıda, canlılık ve nema vermekte, toprağı ısıtıp geliştirme gücünü artırmaktadır.

Diğer bir yorum ise şöyledir:

Rızkımızın yazılıp takdir edildiği kitap göktedir, yani Levh-i Mahfuz'da belirlenmiştir. Ona göre rızkımızı sağlamaktayız.

Gökte bizim için va'dediien şey nedir?

Bu cümle üzerinde hayli durulmuş ve birtakım farklı yorumlar yapıl­mıştır. Onları  şöyle özetleyip sıralayabiliriz:

a)  Tabiîn'den  Mücâhid'e göre : Hayır ve serdir.

b)  el-Hasan'a göre : Sadece hayırdır.

c) Süfyân b. Uyeyne'ye göre : Cennet'tir.

d) Dahhak'e göre : Cennet ve Cehennem'dir.   

 e) İbn Sirîn'e göre : Kıyamet olayıyla ilgili plân ve takdirdir.

Ancak bu yorumlardan (d) maddesi ağırlık kazanmış ve böylece Cen­net ile Cehennem'in gökte ayrı birer sistem halinde mevcut olduğu anla­şılmıştır.

 

Rızkın Ve Va'dedilen Şeyin Gökte Olması Haktır

 

«Göğün ve yerin Rabbı hakkı için, gerçekten bu, sizin kendi konuşmanızda (şüpheniz olmadığı} gibi hak­tır.»

Gerek canlıların rızkı, gerekse va'dediien şey, sağlam esaslara, mü­kemmel plâna göre düzenlenmiştir. Artık değişmesi, aksaması, unutulma­sı söz konusu değildir. Böylece ilâhî takdir plânının hak olduğuna, bizim konuşmamız misal veriliyor. Öyle ki, işittiğimiz bir şeyi yanlış duymuş ve­ya anlamış olabiliriz; ama kendi ağzımızdan çıkan sözde şüpheye yer ve­rilmeyecek kadar haberli olmamız söz konusudur. O bakımdan takdîr edi­len rızık da, va'dediien şey de her türlü şüpheden, yanlışlıktan uzak olup kesinlik arzetmektedir.

Diğer bir yorumla, her kişi ancak kendine ait ana diliyle rahat ve ha­tasız konuşabileceği gibi, herkes kendine ait rızkı yiyebilir; başkasının rız­kını yemesi düşünülemez.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu inceliği şöyle belirtmiştir:

«Şüphesiz Ruhü'l-Kudüs (Melek Cebrail) şu sözü kalbime nefh etti: Hiçbir can, bütün rızkını tamam olarak almadıkça ölmez. O halde Allah'tan korkup sakının da rızkınızı güzel meşru' ve helâl yoldan arayınız.» [11]

 

 Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, müttakî kullara hazırlanan sonsuz nimetler müj­delendi. İbâdet ve taâtleri övülerek teşvikte bulunuldu. Göklerde, yerde ve insanın kendi yapısında Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eden belgelere dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, İbrahim Peygamber'e (A.S.) insan suretine girip misafir gelen melekler ve İbrahim Peygamber'i bir erkek evladıyla müjde­lemeleri; sonra da Lût Kavmi'nin helak edileceğini haber vermeleri konu ediliyor.

 

Meali: 

                                  -

24- Sana İbrahim'in ağırlanmaya değer şerefli  konuklarının haberi geldi mi?

25- Hani onlar İbrahim'in yanına girip, «selâm» dediler. İbrahim de «selâm» dedi ve tanımadığım yabancı bir kavim diye içinden geçirdi.

26- Bir sebep bulup ailesinin yanına giderek (kızartılmış) semiz bir buzağı İle geldi.

27- Onlara yaklaştırıp, «buyrun yemez misiniz?» dedi,

28- (Yemediklerini görünce) onlardan içinde bir korku ve endişe doğ­du. Onlar, ona : «Korkma» dediler ve onu bilgili (olacak) bir oğul ile müj­delediler.

29- Bunun üzerine, İbrahim'in eşi bir çığlık atarak gefdi ve elini yü­züne vurarak, «kısır, yaşlı bir kadın!» dedi.,

30- Onlar: «Bu böyledir. Rabbın buyurdu. Şüphesiz ki O, hikmet sa­hibidir, bilendir» dediler.

31- İbrahim, onlara : «Ey elçiler! Sizin iş ve isteğiniz nedir?» dedi.

32- Onlar: «Doğrusu biz suçlu günahkâr bir kavme gönderildik,

33-34- Ki aşırı gidenlerin, ölçüyü kaçıranların üzerine Rabbın yanın­da işaretlenmiş balçıktan taş yağdıralım diye..

35-  Bunun için orada bulunan mü'minleri çıkardık,

36- Zaten orada Allah'a teslimiyet gösterenlerden sadece bîr ev (aile) bulduk.

37- Orada, elem verici azaptan   korkanlar   için  açık   belge (ibretli katıntı) bıraktık» dediler,

 

İlgili Hadîs

 

«Allah'a ve âhiret gününe imân eden kimse, misafirine ikram etsin.» [12]

  

 İbrahim Peygambere'gelen Misafir Melekler

 

«Sana İbrahim'in ağırlanmaya de-ğer şerefli konuklarının haberi geldi mi?»

Bu olay Kur'ân'ın üç yerinde kelime farkıyla anlatılmaktadır

1- Hûd Sûresi 69. âyette, insan suretinde müjdeci olarak gelen meleklerin selâm verip oturdukları ve az sonra İbrahim (A.S.)ın onlara kızar­tılmış bir buzağı sunduğu; fakat onların sofraya el uzatmadıkları anlatılır. Sonra da İbrahim (A.S.)ın onların bu tavrından içine bir korku düştüğü belirtilir. Arkasından meleklerin, İbrahim'i (A.S.} rahatlatmak için, Lût Kav-mi'ni yok etmekle görevli olduklarını açıklaması anlatılır ve bu arada İb­rahim (A.S.)ın eşinin ayakta durduğuna ve güldüğüne dikkat çekilir. Me­leklerin bu aileyi İshak ve ardından Yakub ile müjdelediklerine yer verile­rek konu noktalanır.

2- Hicr Sûresi 52. âyette ise, sadece meleklerin insan suretine girip İbrahim'in (A.S.) yanına girdikleri ve «selâm» dedikleri belirtilir. Sonra da İbrahim'in (A.S.) onların tavrından korkup endişeye kapıldığı; meleklerin, kendilerini tanıtması ve Onu bilgin bir erkek evladıyla müjdelemek üzere geldikleri kaydedilir. Asıl amaçlarının ise, Lût Kavmini helak etmek oldu­ğunu haber vermelerine değinilerek olayın tafsilatına geçilir.

3- Konumuzu oluşturan Zâriyat Sûresinde ise, gelen misafirlerin ya­bancı oldukları ve kendilerine semiz bir buzağının takdîm edildiği; ondan yemeyince de İbrahim (A.S.)ın endişelendiği ve bunun üzerine meleklerin kendilerini tanıtıp bilgin  bir oğul ile Onu müjdeledikleri; o sebeple İbra­him'in (A.S.) eşinin çığlık atarak geldiği ve elini yüzüne vurarak, kısır, yaşlı bir kadın olduğunu söylediği belirtilir. Sonra da olayın diğer kısmına ge­çilir.

Böylece birbirine yakın bu üç anlatım şekli biraraya getirilince, ko­nunun mahiyeti kalın ve ince çizgileriyle ortaya çıkmış olur. Şöyle ki:

İkram edilen kızartılmış buzağının semiz olduğu; İbrahim Peygamberi (A.S.) bilgin bir erkek evladıyla müjdelemelerini duyacak kadar yakın me­safede bulunan ev hanımının heyecanlandığı, o sebeple gülerek ve elini yüzüne kapatarak yaklaştığı ve hayretini belirterek kendisinin yaşlı ve kı­sır bulunduğunu söylemesi anlatılmakta; aynı azmanda İbrahim Peygam-ber'in de yaşının hayli ileri olduğunu düşünerek bu müjdenin neye göre verildiğini öğrenmek istediğine değinilmekte ve sonra Lût Kavmi'nin he­lak edilmesinin bir emr-i ilâhî olduğuna atıf yapılarak konunun detayına geçilmektedir.

Kıssaya geçişin nedeni:

Gökte, yerde ve insanın ruhsal ve fiziksel yapısında ilâhî kudrete de­lâlet eden belgeler sıralanırken ve yalancı inkarcıların tutumu kınanırken, İbrahim (A.S.)  kıssasına geçilmesi, önemli bir misal teşkil  etmektedir:

İbrahim Peygambere (A.S.) müjdeyle gelen ve Lût Kavmi'nin yok edil­mesi için görevlendirilen meleklerin, bir gün Hz. Muhammed'e (A.S.) kurtuluş ve zafer müjdesiyle geleceklerine ve Mekkeli azgınların hüsrana uğ­rayacaklarını haber vereceklerine dair işaret vardır.

Sodom'da yalnız bir müslüman ailenin bulunduğu belirtilmektedir. Şüp­hesiz ki o da Lût Peygamber'in ailesidir. Ancak Onun eşi o aileden kopup şehrin ahlaksız azgınlarından yana bir tutum ve düşünce içinde olduğundan o istisna teşkil eder,

36. âyette «müslimîn» sıfatı kullanılmıştır. Bu, gönderilen her peygam­berin genel anlamda İslâm ruhuyla donatıldığına, indirilen her kutsal kita­bın bu teslimiyeti yansıttığına işarettir. Sonra bu sıfat özel anlamda son din olan İslâm'a intisab edenlere ad olarak verilmiştir.

 

Yaşlı Baba, Kısır Ana

 

«Bunun üzerine İb­rahim'in eşi bir çığlık atarak geldi ve elini yüzüne vurarak, «kısır, yaşlı bir kadın!»  dedi..»

Bu kısa bilgi bize neleri öğütlemektedir? Kur'ân, Alîm ve Hakîm olan Allah'tan indirilme ve münhasıran O'nun sözüdür. İçinde faydasız bir âyet veya cümle düşünülemez. O bakımdan Kur'ân'da yer alan her âyet, her cümle, hattâ her kelime üzerinde iyice araştırma yapıp ilâhî muradı öğ­renmemiz gerekmektedir. Nitekim İbrahim (A.S.)ın eşinin hayret dolu sözü ve onu izleyen âyetin şu bilgileri ve öğütleri içerdiğini görüyoruz :

1- Melekler nurdan yaratılmışlardır.  O nedenle onları  baş gözüyle görmemiz mümkün değildir. İnsanlarla mülakat yapmak istedikleri zaman, insan suretine girerler.

2- Melekler yemez, içmez, evlenmez ve uyumazlar.

3- Aldıkları emri, yüklendikleri  programı   kusursuz yerine getirirler. Allah'a asla isyan etmezler.

4- Melekler, hayat ve kudret kaynağıdırlar; ilâhî emir gereği dokun­dukları veya üfledikleri yerde hayat başlar.

5- Melekler büyük bir kuvvet ve kudrete sahiptirler; mesafe onlar için söz konusu olmaz; ışık hızının çok üstünde bir sürate mâliktirler.

6- Cenâb-ı Hak bir şeyi murad edince, sebep ve illetleri oluşturur. Öy­le ki, yaşlı kısır kadını gebe kalma; yaşlı erkeği baba olma düzeyine getirir.

7- İnsan çok yaşlı da olsa, kısır da sayılsa, Allah'tan ümit kesmemelidir.

8-  Misafire ikramda bulunmak, yiyeceğin en güzelini ona takdim et­mek, devam edegelen bir sünnettir.

9- Bir eve girildiğinde selâm vermek, meleklerden ve peygamberler­den kalan bir sünnettir. Verilen selâmı alıp cevaplamak ise vaciptir.

10- Cenâb-ı Hak dilediği takdirde; kısır kadın doğurur. O'nun «kün emri» tecelli edince sebepleri oluşturur. Çünkü O, mutlak anlamda hikmet sahibidir; her şeyi ilim ve hikmetle yürütür.

 

Balçıktan Taşlar

 

«Onlar, «doğrusu biz suçlu günahkâr bir kavme gönderildik ki, aşırı giden­lerin, ölçüyü kaçıranların üzerine Rabbın yanında işaretlenmiş balçıktan taş yağdıralım diye..»

Suçlu günahkâr; inkarcı azgın, aynı zamanda cinsel sapık bir kavim olarak tarihe geçen Lût Kavmi, ahlâksızlıkta çok ileri, giderek, dünya mil­letlerinde görülmeyen bir cinsel azgınlık ve sapıklık içinde bulunuyorlardı.

Böylece Lût Kavmi, ilâhî hükmü cabuklaştıran üç büyük ahlâksızlık ve sapıklık bataklığında bütün irfan ve faziletleri, insanî hasletleri kaybet­miş bulunuyorlardı. Allah'ı, peygamberi ve âhireti temelinden inkâr ediyor, en küçük bir taviz dahi vermek istemiyorlardı. Azgınlık, taşkınlık, tecavüz ve şirretlikleri hdd safhaya gelip dayanmıştı. Şüphesiz ilâhî gazabın inme­si için bu üç sebep yeterliydi. Nitekim sonuç öyle oldu.

İşaretlenmiş taşlar ;

«Balçık» sözü bize bir yanardağın harekete geçirilmesini ve püskü­rüklerinin yükselip sözü edilen kavmi yok ettiğini hatırlatıyor. Ancak işa­retlenmiş veya damgalanmış tabirinden ne anlaşılıyor? Klasik tefsîrlerî-mizde bu, siyah-beyaz veya siyah-kırmızi çizgili taşlar diye yorumlanmış­tır. Ayrıca her taşın bir azap aracı olarak belirlendiğini veya her taş üze­rinde helak edilecek kişinin isminin yazılı bulunduğunu söyleyenler de ol­muştur. Bence bu tarz bir yoruma gerek yoktur. CenâbHakk'ın emri te­celli edince hangi taşın hangi kâfire isabet edeceği programlanıp görevli meleklere bildirilmiştir. Böylece herhangi bir yanlışlığa imkân vermeyecek bir dikkat ve maharetle, melekler ilâhî programı aynen uygularlar. Balçık taşların işaretlenmesi de böyle olmuştur. Allah daha iyisini bilir.

Yancrdağın harekete geçip patlamasından fışkınp dışarı çıkan katı maddeler de vardır. Bunlara «pirpklast» adı verilir. Akarken soğuyarak katılaşan lav parçaları bunlara karışabilir. Böylece «piroklast»Iarın küçük boydakileri «lapili», daha büyükleri ise «volkan bombası» adını alır. Asitli lavlar çok ağır akar. Katışıksız lav ise daha az yoğun bir sıvıdır ve hızı saatte 75 km.yi bulabilir. Nitekim 1883'de Sunda boğazında volkanik kö­kenli bir ada olan «Krakatau», büyük bir patlama ile püskürmüş ve 30.000 kişinin ölümüne yol açmıştır.

Lût Kavmi'nin de üzerine böylesine büyük bir patlamayla püskürük gönderilmiş olabilir. Bu püskürüklerin taşıdığı renk özelliği sebebiyle çiz­gili olması düşünülebilir.

Lût Peygamber'in (A.S.) ailesi ise, olaydan önce Sodom'u terketmişlerdi

Geriye ibretli bir tablo kaldı:

Cenâb-ı Hak, hükmünü indirmekle kalmadı, geriye azabının şiddetini yansıtan belgeler, kalıntılar bıraktı. 37. âyetle bilhassa bu husus belirtil­mekte ve ibret, öğüt almak isteyenlerin gidip Sodom ve çevresindeki belge mahiyetindeki kalıntıları görmeleri tavsiye edilmektedir.

 

Âyetler Arasinda Bağlantı :

 

Yukarıdaki âyetlerle, Mekkeli müşrikleri, tarihî olayla uyarmak için İbrahim (A.S.) ile Lût (A.S.) kıssalarından birkaç safha anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, benzeri olayların tekerrürüyle tarihin tekerrür ede­ceği hatırlatılarak Musa (A.S.) ile Âd ve Semûd kıssalarının birer özeti ve­riliyor ve sonra da Nuh kavminin elîm akibetine atıf yapılıyor.

 

Meali:

 

38- Musa'nın kıssasında da (ibretli belgeler bıraktık). Hani bir vakit Onu açık belge ve mu'cizeyle Fir'avn'a gönderdik.

39- O, bütün ileri gelenleri ve ordusuyla birlikte yüzçevirdi ve «bu ya sihirbazdır, ya da delidir» dedi.

40- Bu sebeple onu da, ordusunu da yakalayıp (deniz) dalgaları ara­sına fırlattık ki (o sırada) kendini kınıyordu.

41- Âd kıssasında da (ibretli belgeler bıraktık). Hani bir vakit üzer­lerine, köklerini kesip yok eden kasırgayı göndermiştik.

42- (Kasırga)  nerenin  üzerine  uğradıysa mutlaka orayı kül  haline çeviriyordu.

43- Setnûd  kıssasında  da (ibretli  belgeler bıraktık).  Hani bir vakit onlara: «Bir süreye kadar yararlanıp geçinin» denilmişti.

44- Onlar ise azgınlık gösterip, Rablarının emrinin dışına çıkmışlar­dı. Bu yüzden bakıp dururken yıldırım onları yakalayıvermişti.

45- Artık ayağa kalkmaya güç getiremediler, yardım da göremediler.

46- Bundan önce Nuh milletini de (yok ettik). Çünkü onlar, din ve ahlâk sınırlarını aşan (inkarcı azgın) bir milletti.

 

İbretli Misâller Ve Tarihî  Olaylar

 

  «Musa'nın   kıssasında   (ibretli belgeler bıraktık). Hani bir vakit Onu açık belge ve mu'cizelerle Fir'avn'a gönderdik.»

İnkarcı azgınları iyice uyarmak, yaşamakta olan maddeci sapıkların aklını harekete geçirmek için Kur'ân'da konumuzu oluşturan âyetlerle, yok edilen emsali kavimlerden dördü daha misal verilmektedir:

1- Musa Peygamber (A.S.), Asâ, Yed-i Beyza gibi acık mu'cizelerle devrin en azgın, en mağrur kralı Fir'avn'a  uyarıcı  olarak gönderilmiştir. Fir'avn ve etrafındaki devlet adamları, nefislerine ağır gelen, makam ve şöhretlerini sarsan ilâhî daveti reddedip yüz çevirmişler ve kendilerini haklı göstermek için de Musa'ya (A.S.) iki yakışıksız damga vurmaktan çekin­memişlerdi : Sihirbaz büyücü ve dengesiz deli..

Mekkeli müşrikler de Hz. Muhammed'e (A.S.) bu iki damgayı vurmak­tan derin zevk almışlar ve halkı inandırmaya çalışmışlardı.

Sonunda ilâhî sünnet gereği inen hüküm Fir'avn ve yandaşlarını de­nize çekip dağ misali dalgalar arasında tam bir umutsuzluk havası içinde canlarını almıştı. Mekkeli'lerin de İslâm'ın satveti altında ezilecekleri gün pek yakındı.

2- Hûd Peygamber (A.S.) da Âd  Kavmi'ne uyarıcı olarak gönderil­mişti. Yapılan hiç bir uyarı, tebliğ ve irşada kulak vermeyen bu kavim, bü­tün kuvvet ve üstünlüğü mal ve fiziksel güçte düşünüyorlardı. Oysa Al­lah'ın kudreti çok daha üstün ve bastırıcı ve kahredici idi. Umman ile Dah-raman arasındaki güzergâhtaki bu azgın kavim üzerine, köklerini kesip soy­larını kurutacak şiddetli kasırga gönderildi ve geriye ancak ibretli bir tab­lo olarak şehirlerinin kalıntıları ve yoldan gelip geçenlere, tarihin o elemli günlerinin ağıtlarını fısıldayan  bakışları  kaldı.

3- Hicaz yakınında Hicr yöresinde yine aynı güzergâhta yaşayan Se-mûd Kavmi'ne Salih  ise, Peygamber  uyarıcı olarak gönderilmişti. İsteni-

len mu'cizeyi getirince, döneklik yapıp verdikleri söze bağlı kalmadılar ve yapılan hiçbir tebliğ, uyarı ve irşada gönül kulaklarını açık tutmadılar ve üstelik inkâr ve tuğyanlarını artırdılar. O yüzden sünnetullah gereği, se­mavî bir âfeti hak etmişlerdi. Yağmur, fırtına, yıldırım, şimşek ve deprem birbirini izledi ve âdeta kıyamet koptu. Böylece inkarcı azgınların leşleri kartallara, akbabalara yem oldu. Birkaç günlük zevk ve eğlence yerini ha-şerat ve parazitlere terketti.

4- Nuh Kavmi de, din, ahlâk ve fazilet sınırlarını aşıp peygamberle alay edecek kadar şuursuzlaştılar. İlâhî emirleri küçümseyip Nuh (A.S.)ı tehdit etmeye başladılar. Böylece inkâr, tuğyan, ahlâksızlık ve taşkınlık son çizgisine gelip dayandı, Sünnetullah hükmünü yürütmeye yöneldi. Tu­fan koptu, bölgede canlı namına bir şey kalmadı.

Mekkeli müşrikleri de çetin bir hüküm bekliyordu. Ancak ileride İslâm'a girecekleri ilâhî ilimle tesbit edildiğinden, sözü edilen kavimler gibi yok edilmediler ve Mekke'nin fethedilmesiyle cahiliyet gurur ve tuğyanlarına son verildi ve sevmedikleri, alay ettikleri mü'minlerin karşısında boyunla­rını bükmek zorunda kaldılar.

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkâr ve tuğyanda ileri giden Mekkeli müşrikler tehdit edildi ve tarihin tekerrür edeceği hatırlatılarak, yok edilen dört ka­vim misal gösterildi.

Aşağıdaki âyetlerle, yaşamakta olan inkarcıların akıllarını harekete geçirmek ve düşünce ufuklarını genişletip hakkı anlamalarını kolaylaştır­mak için üç belgeye yer veriliyor. Sonra da Allah'a yönelmeleri emredile­rek, Hz. Peygamberin sadece açık bir uyarıcı olduğuna atıf yapılıyor.

 

Meali:

 

47- Göğü de kudretimizle yapıp kurduk. Şüphesiz ki biz, hep geniş­leticileriz.

48- Yeryüzünü döşedik. Ne güzeldir o döşeyenler!

49- Her şeyden çift çift yarattık; olur ki düşünüp ibret ve öğüt alır­sınız.

50- O halde Allah'a doğru yön e I ip kaçın (O'na güvenip sığının). Şüp­hesiz ki ben, O'nun tarafından (gönderilen) açık bir uyarıcıyım.

51- Allah ile beraber başka bir tanrı edinmeyin. Muhakkak ki ben, O'ndan size (gönderilen) açık bir uyarıcıyım..

 

Misal Ve Tehditten Sonra Kbvnî Belgeler

 

«Göğü de kudretimizle yapıp kurduk. Şüphesiz ki biz, hep genişleticileriz.»

İlâhî metod gereği inkarcılar uyarılıp ibretli misaller verildikten sonra, insan aklına ışık tutulmakta; duygu ve düşünceleri hakka yönlendirilmek için belgeler sıralanmaktadır.

Âyetin açık delâletinden, kâinatın bir balon gibi şişip devamlı genişle­diği anlaşılıyor. Gerçi klasik tefsirlerde «Şüphesiz ki biz hep genişletici­leriz» âyetini değişik şekilde yorumlamışlar ve beş kadar farklı tefsîrde bulunmuşlardır. Şöyle ki:

1- Bizim kudretimiz çok geniştir, her şeye yeter.

2- Yarattıklarımıza rızkı genişletmiş bulunuyoruz.

3- Yağmur yağdırmak suretiyle yeryüzünde geniş imkânlar meydana getiriyoruz.

4- Zenginlerinize geniş imkânlar vermiş bulunuyoruz.

5- Halkımıza karşı geniş lütuf ve ihsan sahibiyiz.

Ne var ki, fezada sayısını henüz kesin olarak bilemediğimiz yıldızlar ve onların oluşturduğu sistemler, galeksifer en küçük bir yanlışlığa mey­dan vermeyecek plânda yaratılıp her biri için ayrı bir yörünge ve değişik bir hareket takdir edilmiştir. Başıboş hiçbir yıldız veya sistem söz konusu de­ğildir. Başta Einstein olmak üzere son asrın fizikçileriyle astronomları bu muhteşem kâinatın bir bütün halinde devamlı genişlediğini söylüyorlar. Kuvvetli bir ihtimalle, eğer bunun doğruluğu isbat edilirse, Kur'an'daki il­gili beyânın bu manaya delâlet ettiğini söyleyebiliriz. Zira âyetin böyle bir yoruma tahammülü vardır ve o zaman inkarcı maddecilerin on beş asır öncesine dönüp, o çağda böyle bir tesbitin mümkün olup olmadığını araş­tırmaları gerekir.

47. âyette «bi-eydinâ» yani «ellerimizle» sözü geçmektedir ki bu, İlâhî kudreti sembolize eden bir anlatım tarzıdır ve biz insanların da konuyu anlamamızı kolaylaştırır mahiyette mecazî bir tabirdir.

 

Yeryüzünün  Döşenip Süslenmesi

 

«Yeryüzünü döşedik. Ne güzeldir o döşeyenler!»

Bu âyetle, yeryüzünün, başta insan olmak üzere canlıların yaşamasını ve her türlü ihtiyacını karşılayacak zenginlikte ve nitelikte döşenip hazır­landığı açıklanmaktadır.

Döşemek, mutlaka bir plân ve program, bilgi ve beceri işi; aynı za­manda zevk ve zerafet meselesidir. O halde yeryüzünün en ince hesaplara, en sağlam kanunlara ve en dengeli, düzenli peyzaj mimariye göre hazır­landığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Konuya bu açıdan bakınca, yeryüzünde birtakım dengesizliklerin mey­dana gelmesi, bütünüyle insanların bilgisizce müdahalesinden kaynaklan­dığı anlaşılır. Günkü yeryüzünü döşeyip donatan O Yüce Kudret çok güzel döşemiştir.

Âyette, «döşeyenler» sıfatının çoğul kullanılması, her konuda oldu­ğu gibi, yeryüzünün döşenip dekore edilmesinde sayısı belirsiz melekle­rin de görevli kılındığına ve onu asıl döşeyen CenâbHakk'ın tâzîme çok daha lâyık bulunduğuna işarettir.

 

Her Şeyden Çift Yaratılması

 

«Her Şey yarattık; olur ki düşünüp ibret ve öğüt alırsınız.»

Bu, her şeyden çift, ya da her şeyden iki çift yaratıldığına delâlet eden bir anlatımdır. Bir bakıma her iki husus da aynı noktada birleşir. Çünkü «iki çift» tabiri, Kur'ân'da genellikle erkek ve dişiye ve sonra da birbirine zıd iki şeye delâlet etmektedir.

O halde varlık âleminde canlıların çoğu erkek ve dişi olmak üzere çift yaratıldıkları gibi, kâinatın zıdların sergilendiği bîr düzenleme içinde bulunduğuna bakacak olursak hemen her şeyin bir karşıtının da vücuda getirildiğini söyleyebiliriz.

Müfessirlerin çoğu bu genellemenin kapsamına insan, cin, hayvan ve bitkileri almak suretiyle bir sınırlama cihetine gitmişlerdir. Ne vor ki, bazı canlılarda «çift yaratılma» olmayabilir ki bu, bir istisna teşkil eder ve ge­nel kuralı bozmaz. Sonra da «çift yaratılma» kuralından hareketle, kâinat­ta her şeyin karşıtının da bulunabileceğini dikkate alırsak, yapılan sınır­lamanın isabetli olmadığını söyleyebiliriz.

Kur'ân bu konuda daha çok biyologları, zoolojistleri ve botanistleri ilgilendiren «zevciyet kavramı» hakkında ana fikir vererek, «leâlleküm te-zekkerûn» (olur ki düşünüp ibret ve öğüt alırsınız) cümlesiyle akla ve dü­şünceye seslenmektedir.

Böylece gerek kâinatın bir balon gibi tedrieen şişip genişlemesi, ge­rek yeryüzünün döşenip düzenlenmesi, gerekse zevciyet kavramı kapsa­mına giren çift yaratılma keyfiyeti, hilkat kanununun nasıl plânlı, programlı, dengeli ve düzenli işlediği, bilimsel araştırmaya temel bilgi mahiyetinde ve­rilmektedir.

 

Hilkat Kanununun Kapsamında İnsanın Yeri

 

«O halde Allah'a doğru yönelip kaçın

(O'na güvenip sığının). Şüphesiz ki ben, O'nun tarafından (gönderilen) açık bir uyarıcıyım,»

Kâinatta yer alan her şey, hilkat kanununa bağlı, yaratıldığı amaç ve hikmete yönelik olarak Yüce Yaratan'ın buyruğuna baş eğmiştir. Bu ger­çeği görmemek için kör olmak gerekir. İnsanın, bu sınırı henüz kesin tesbit edilemiyen sistem içinde yaratılış hikmeti çok yönlüdür. Onlardan biri, ilâhî sanatın yüceliğini ve mükemmelliğini görüp eserden müessir-i hakiki­ye, sanattan sanatkâra geçiş sağlayıp her şeyin O Yüae Sanatkârın mül­künde ve ancak O'nun tasarrufu altında bulunduğunu anlamak ve bu an­layışla O'nun varlığına ve birliğine imân edip ibâdette bulunmaktır.

51. âyetle bu husus işlenirken, son bölümünde «Ben, O'nun tarafından açık bir uyarıcıyım» buyurularak bu hikmete dikkat çekiliyor.

Artık bunca açık belge ve kesinlik arzeden delil karşısında Allah'ı in­kârın ve başka ilâh edinmenin akıl terazisinde yeri ve anlamı var mıdır? Hz. Peygamber (A.S.) insanları bu hakikate davet edip, olumlu cevap ver­meyenleri elim bir azapla uyarmaktadır.

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcı maddecinin aklını hakikate döndürmek için üç belge sıralandı ve her belgenin O Yüce Kudret'in varlığına delâlet ettiğine atıf yapılarak Hz. Muhammed'in (A.S.) Hakk'a inanmayanları uyar­makla görevli bulunduğuna dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, gelip geçen peygamberlerin yalanlandığı ve çoğu­na sihirbaz ve mecnun denildiği üzerinde durularak Hz. Peygamber (A.S.) teselli ediliyor. Kur'ân ile öğütte bulunmanın mü'minlere fayda vereceği konu edilerek insanlarla cinlerin ne amaç ve hikmetle yaratıldığı belirti­liyor. Sonra da zulmeden azgınlara dalkavukluk edenler uyarılıyor ve âh i-ret günündeki azap ile tehditte bulunularak sûre noktalanıyor.

 

Meali:

 

52- Bunun gibi onlardan öncekilere de ne kadar bir peygamber gel­diyse, mutlaka, «bu bîr sihirbazdır veya delinin biridir» demişlerdi.

53- Onlar, birbirlerine bu hususta böyle mi vasiyette bulundular? Ha­yır, onlar azgınlığı huy ve sanat edinen bir millettir.

54- Onlardan yüzçevir; bu yüzden kınanacak değilsin.

55- Ve sen öğüt vermeğe devam et. Çünkü gerçekten hatırlatmada bulunup öğüt vermek mü'minlere fayda sağlar.

56- Ben, cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım,

57- Onlardan hiçbir rızık istemiyorum ve beni yedirip içirmelerini de dilemiyorum,

58- Şüphesiz ki Allah, O'dur rızık veren metin kuvvet sahibi..

59- Doğrusu o zulmedenlere, (önceki) arkadaşlarının payı gibi dolu bir pay vardır. Artık acele etmesinler.

60- Va'dolundukları  günlerinden  (o günün azabından)   vay kâfirle­rin hâline!

 

İlgili Hadîsler

 

Kudsî Hadîs/Allah buyurdu :

«Ey Ademoğlu! Kendini bana ibâdete ver ki, göğsünü (kalbini) zengin­likle doldurayım ve fakirliğine bir sed çekeyim. Eğer böyle yapmazsan, kalbini (dünyevî) meşgale île doldururum ve fakirliğine bir sed çekmem (de hep açgözlü yaşarsın).» [13]

«Azız ve Celîl olan Allah, kıyamet gününde şöyle buyurur : «Ey Ade­moğlu! Hastalandım, gelip beni sormadın.» O da : «Ya Rabbî! Seni nasıl ziyaret edip sorayım ki, sen âlemlerin Rabbısın?» der. Allah buyurur: «Bil-medin mi, benim falan kulum hastalandı, sen onu gidip sormadın. Bilme-din mi ki, eğer onu gidip sorsaydın, beni onun yanında bulurdun. Ey Ade­moğlu! Senden yiyecek istedim, bana bir şey yedirmedin.» O da : «Ya Rab­bî! Nasıl seni yedireyim ki, sen âlemlerin Rabbısın?» der. Allah ona: «Bil-medin mi ki, falan kulum senden yiyecek istedi, sen onu yedirmedin? Bit­medin mi ki, eğer onu yedirseydin, onu benim yanımda bulurdun. Ey Ade­moğlu Senden su istedim, bana su içirmedin» buyurur. O da: Ya Rabbî! Sana nasıl su içireyim ki, sen âlemlerin Rabbısın?» der. Allah ona : «Falan kulum senden su istedi, sen ona su içirmedin; bilmedin mi eğer ona su içîr-

seydin, onu benim yanımda bulurdun» buyurur.» [14]

 

İnkârın Temelinde Azgınlık Ve Cehalet Vardır

 

«Bunun gibi onlardan öncekilere ne kadar bir peygamber gönderdikse, mutlaka, «bu bir si­hirbazdır veya delinin biridir» demişlerdi..»

Sınırı aşmak, kendi ölçü ve kıymetini bilmemek, inkâr ve baş kaldır­mada cok ileri gitmek,, zulüm ve tecavüzü artırmak gibi manalara gelen «tuğyan», daha çok inkarcı sapıklar, nankör zalimler hakkında kullanıl­maktadır. Ayrıca  nehir veya  denizin kabarıp  taşmasında da   bu   kelime kullanılır.

İlgili âyetlerle, Hz. Peygamber teselli edilirken, daha önceki inkarcı kavimlerin de gönderilen peygamberlere «sihirbaz» veya «deli» dedikleri haber verilmektedir.

Yoksa inkarcı sapıklar böyle yakışıksız söz söylemeyi biribirlerine va­siyet mi etmişlerdir? Hayır bu bir vasiyet değildir; temelinde cehalet ve azgınlık vardır. Bu da ruhî bir marazdır ki, tedavisi hayli zordur.

 

İnkarcı Azgınlardan Yüz Çevirmek

 

«Onlardan yüz çevir; bu yüzden kınanacak değilsin.»

Mekke döneminde bunca sapıklık, azgınlık ve haksızlığa karşı koya­cak maddî bir güç bulunmuyordu. İslâm'a giren mü'minlerin çoğu fakir ve kölelerden oluşuyordu; bunlar da Mekke'nin ileri gelen söz sahipleri tara­fından küçümseniyor, hor ve hakîr tutuluyordu. O bakımdan silâhlı bir vu­ruşmaya kalkışmak İslâm'ın aleyhine olurdu. Yapılacak tek şey, ilâhî buy­rukları kusursuz tebliğ edip irşad hizmetini imkânlar elverdiği ölçüde sür­dürmekti.

54. âyetle bu hususa işaret edilerek, Hz. Peygamber'in (A.S.) sözü edi­len aşırılık ve hayasızlığa karşı sabretmesi ve müşriklerle bu hususta bir tartışmaya girmemesi, meydana gelecek bu kabil şarlatanlıklara kulak ver­meyip ayrılması tavsiyede bulunulmakta ve bunun bir korkaklık, pısırıklık olmadığı, aksine başarılı olmanın uygun metodlarından biri sayıldığı öğüt­lenerek, böyle bir yol izlemesinden dolayı kınanmayacağı hatırlatılmak­tadır.

 

Öğüt Mü'minlere Fayda Verir

 

 sen °9ut vermeve devam et. Çün­kü gerçekten hatırlatmada bulunup öğüt vermek mü'minlere fayda sağlar.»

Küfür bataklığında çırpınıp beyni yıkanan tâğilerin Hakk'a karşı çıkıp inkârda ısrar etmeleri, şüphesiz ki onların çoğunda ön yargı haline gelir. Bunu gidermek çok zor, hattâ bazan imkânsızdır. Kur'ân ile onlara öğüt vermenin fazla bir yararı yoktur. Ancak Kur'ân'daki temel bilgi ve ana fikir mahiyetindeki bilimsel konuları gözlerinin önüne sermekte yarar düşünü­lebilir.

Zira ilâhî öğüt ve uyanlara kulak verebilmek için, önce imâna ihtiyaç vardır.

 

Cinlerin Ve İnsanların Yaratılmasındaki Amaç Ve Hikmet

 

   «Ben, cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp ibâdet etsinler diye yarattım.»

Tanımak, bilmek ve ibâdet etmek ihtiyarî fiillerdendir. Yaratmanın hikmeti ve «innema» edatıyla tekîd, cin ve insanları buna mecbur tutmak suretiyle ihtiyarlarını salbetmiyor. Sadece bu iki cinsin hilkatinin hikmet ve amacı belirtiliyor.

O bakımdan âyetin yorumu üzerinde hayli durulmuş ve farklı açıkla­malar yapılmıştır. Onların bir kısmını şöyle özetliyebiliriz :

1- Ezelde Allah'ın ilmiyle, kimlerin ibâdet edeceği tesbît edilerek ge­nel bir anlatımla özel mana murad edilmiştir. Şöyle ki: Âyetteki «cin» ve «ins» kavramlarından maksat, bu iki ayrı cinsten ibâdet edecek olanlardır ki, âyette «li-ya'budûnî», «li-yuvahhidûnî» ile tefsir edilmiştir. Yani benim varlığımı ve birliğimi bilsinler diye onları yarattım, demektir.

2- Hz. Ali'ye (R.A.) göre : «Cinleri ve insanları ancak, ibâdetle emret­mem için yarattım» demektir. Nitekim İmam Zeccac bu yorumu kendine delil ve dayanak seçmiştir.

3- Ali b. Talha'nın İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre : «İster istemez bana kulluklarını ikrar etsinler diye yarattım» demektir. Çünkü ge­rek cinler, gerekse insanlar ilâhî tasarrufun altında, O'nun mülkünde iste­seler de, istemeseler de kul olarak bulunuyorlar.

3- Tabiîn'den Mücâhid'e göre : «Ancak beni bilip tanısınlar diye ya­rattım..» anlamına gelmektedir. Sa'Iebî bu yorumun güzel olduğunu kay­detmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, cinleri ve insanları yaratmasaydı, varlığı ve birliği gizli bir hazine olarak kalırdı.

Âyette önce «cin», sonra da «ins» anılmıştır. Fahruddin Râzî bunun hikmetini açıklarken şöyle yorumda bulunmuştur:

«Cin kavramı melekleri de kapsamaktadır. Zira «cin»nin aslı gizlen­mek, görünmemektir. Melekler de halkın gözünden gizli olarak görünme­mektedirler. O halde cinnin önce anılması meleklerin de aynı kavramın kapsamına girdiğine yönelik olduğundandır. Aynı zamanda melekler daha çok ibâdet eder, daha çok ihlâs üzeredirler.» [15]

Diğer bir yoruma göre : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, cinlere de pey­gamber olarak gönderilmiştir. Böylece onlarda Onun ümmetine dahil bu­lunuyorlar.

İnsan Allah'ı Bilip İbâdet İçin Yaratılmıştır

 

Varlık âleminde insan aklının ve ilminin erişebildiği her şeyin insan için yaratıldığını görüyoruz. İnsan denilen bu harika canlı yoksa, eşyanın ve sistemlerin anlam ve hikmeti kalmıyor. Hattâ Allah'ın akıl, ilim ve din üç-lüsüyle bilinip ibâdet edilmesi için insanın mevcudiyeti gereklidir. O ne­denle Ahmed b. Hanbel, Buhar? ve Müslim'in Ebû Hüreyre (R.A.)den yap­tıkları rivayette, Peygamber (A.S.) Efendimiz : «Allah, Adem'i kendi sure­tinde yarattı..» buyurarak, insanın varlık alemindeki yerini, önemini, ke­mal ve kıymetini belirtmek istemiştir. [16]

«Kendi suretinde»n üç ayrı mana anlaşılmaktadır:

1- Allah (c.c.) Adem'i ezelî ilmiyle takdir buyurduğu surette yarattı; onu sperma, ana rahmi, cenin, bebek gibi kademe ve safhalardan geçir­meden ezelî ilminde sübut bulan suretini, şeklini çamura intikal ettirip ma­nadan  maddeye çevirdi.

2- Allah   (c.c.) Adem'i  kendi   kudret ve   sanatına mâkes kılıp   onu sevdiği surette yarattı.

3- Suretin Allah'a nisbet edilmesi, teşrîf içindir.; yani Cenâb-ı Hak, Adem'i kendine halîfe olarak yaratıp onu aziz ve şerefli kıldı.

Bu bakımdan insanoğlu bu izzet ve şerefe lâyık olmaya çalışıp, Hakk'ın rahmet ve inayetine mazhar olma çizgisinden ayrılmamalıdır.

 

İbâdet Kulluğun Gereğidir

 

Kölenin efendisine kulluk edip hizmette bulunması, şüphesiz ki daha çok efendisinin yararınadır. Cenâb-ı Hak mutlak ganî olduğundan hiç kim­senin kulluğuna ve ibâdetine ihtiyacı yoktur. O, kullarından taât ve ibâ­dette bulunmalarını isterken, onlardan yana, onların menfaatine karşılık vermeyi ve öylece onları sonsuz saadete eriştirmeyi dilemiştir. Yoksa ne kimseden rızık ister, ne de yiyecek ve içecek. Ama O; her canlının rızkını vermektedir ve mülkün tamamı O'na aittir. Bütün güçler O'nun kudretinin karşısında eğilir. 58. âyetle bu hakikat şöyle özetlenmektedir: «Şüphesiz ki Allah, O'dur rızık veren metin kuvvet sahibi..»

 

Zâlimlerin Azaptan   Nasipleri  Vardır

 

«Doğrusu o zulmeden­lere, (önceki) arkadaşlarının payı gibi dolu bir pay vardır. Artık acele et­mesinler.»

Allah'a ortak koşmak, hakkı red ve inkâr etmek, peygamberi yalancı saymak, ilâhî buyruklarla alay etmek şüphesiz ki zulmün en büyüğü, gü­nahın en katmerlisi ve azabın en şiddetlisidir.

Altmışıncı âyette «zenûb» kavramıyla bu zâlimlere azaptan ayrılan pay açıklanmakta ve böylece Mekkeli azgın putperestler, sonra da inkarcı her sapık «zâlim» diye anılmaktadır. Önceki zâlimlere azaptan ayrılan na­sip gibi, bunlara da birer nasip ayrılmıştır. Zira, zâlimin işlediği haksızlık ve yaptığ: tecavüz hiçbir zaman cezasız kalmaz. Bu, sünnetullah gereğidir ki, vakti saati gelince hem dünyada, hem de âhirette gerçekleşir.

«Zenûb» sözlükte, su doldurulan büyükçe kova anlamına gelir. Ayrı­ca dolgun pay anlamında da kullanılmıştır. Âyette, zâlimlerin azaptan ala­cakları nasip anlamına istiare edilmiştir.

O halde o zâlimler azabı pek acele istemesinler veya ilâhî tehdidi ala­ya alıp inecek azabın hemen inmesini acele etmesinler. Her şey belli bir plâna ve programa bağlanmıştır. Şartlar ve ortam oluşup azabın inmesini gerektiren sebepler zuhur edince, ilâhî hüküm kimselerin gözünün yaşına bakmadan iner.

Cenâb-ı Hak bu hususu şöyle beyân buyurmaktadır: «Va'dolundukları günlerinden (o günün azabından) vay kâfirlerin hâline!»

Zâriyât Sûresine, dört kadar önemli şeye yemin edilerek başlandı ve kâfirlere, zâlimlere hazırlanan azaptan ve gerçekleşeceği günden söz edi­lerek sûre noktalandı.

Bu sûrenin de tefsirini bize müyesser kılan CenâbHakk'a sayısız hamd-u senalar; Allah'ın emirlerini bizlere tebliğ edip ulaştıran Sevgili pey­gamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.) salât-ü selâmlar olsun.

 



[1] Bilgi için bak :  Fethü'l-Kadîr Tefsîri/Şevkanî :  4/82

[2] Lübabu't-te'vîl :  4/180

[3] Tefsîr-i Kurtubî:   17/30- Tefsîr-1 ibn Kesîrj:  4/231

 

[4] Ebû Dâvud/salât :   156, istl'zan :  4- Ahmed :   3/451

 

[5] Ahmed :   2/173-5/343

[6] Ebû Dâvud/Süfyan Sevrî  hadisinden  - Müsned-i Ahmed

[7] Buharî/zekât :   53,   tefsir :   2,   48-   Müslim/zekât :   101.   102-   Ebû  Dâvud/ zekât:  24- Nesâî/zekât :  76- Dâremî/zekât:   2- Taberâni/sıfatü'n-nebt :  7-  Ah­med:   1/384,   446-2/260.   316,   393,   395,  445,   457,  469, 506

[8] Meâric Sûresi : 24, 25

[9] Bilgi için bak : Tefsirdi Kurtubî :  17/38

[10] Sa'lebî:  Enes   (R.A.) den Tefsîr-i Kurtubî:   17/39

 

[11] İbn Mâce/ticarat : 2

[12] Buharî/edeb :  31, 85, rikak :  23- Müslim/imân :  74, 75, 77- Ebû Dâvud/ et'ime :  5- Tİrmizî/birr : 43- Ibn Mâce/edeb :  5

 

[13] Tirmizî/kıyâmet :  30- îbn Mâce/zühd :  2- Ahmed : 2/358

[14] Müslim/birr :  43

 

[15] Mefâtihü'l-Gayb :  7/685

 

[16] Müsned-i Ahmed - Bu harî-Müslim : Ebû Hüreyre (R.A.) den