Bu sûre Mekkîdir ve
altmış ayettir.[1]
"Tozutup
savuranlara, yükü taşıyanlara, kolayca akıp 0denlere, iş bölümü yapanlara yemin
olsun ki, şüphesiz size vaad olunan elbette doğrudur" (Zariyat, 1-5).[2]
Bu sûrenin başı,
kendinden önceki sürenin sonuna uygundur. Çünkü Allah TeâJâ, hasrı delilleri
ile beyan edip, "işte bu, bize göre kolay olan bir haşirdir" (Kâf,
44) deyince ve kendilerine Kur'ân'ın
okunmasından ve delillerin konulmasından sonra küfürde hâlâ ısrar ettiklerine
işaret olarak, "Onların üstünde bir zorba değilsin sen" (Kâf,45)
yani, "Onları zorla imana sevkedecek, bunu kabule mecbur bırakacak
değilsin" buyurunca, yeminden başka çare kalmamış ve bundan dolayı,
"Tozutup savuranlara ... yemin olsun ki şüphesiz size vaad olunan elbette
doğrudur" buyurmuştur.
Aynı zamanda bu
sûrenin başı ile sonu da biribirine uygundur, birbiriyle irtibatlıdır. Çünkü
Hak Teâlâ sûrenin başında, "Şüphesiz size vaad olunan elbette
doğrudur" buyurmuş, sonunda da, "İşte kendilerine vaad edilen
günlerinden (dolayı) vay o kâfirlere..." (Zariyat, 57-60) buyurmuştur.
Bu ayetlerle ilgili
birtakım meseleler var:[3]
Daha Önce şu hikmeti
zikretmiştik: Yeminde, bazı yüce meseleler
ve önemli hususlar
vardır. Bunu Sâffât Sûresi'nde anlatmıştık. Burada onları
tekrarlayacağız. Bu konuda şöyle bazı izahlar var:
1) Kâfirler,
bazan Hz. Peygamber (s.a.s)'in delil hususunda gâlib geldiğini kabul ediyorlar
ve bunu da münakaşa gücüne bağlıyorlardı. Bazan ileri sürdüğü şeyin doğru
olmadığını kendisi de bildiği halde sırf cedel kuvvetiyle durumu kurtarmak için
böyle yapmakla itham ediyorlardı. Tıpkı bir insana, hasmının bir delil getirip
de, onun ilen süreceği hiçbir hüccet ve mazeret kalmayınca, "O cedel
yolunu bildiği için ve benim ise bundan âciz katmam sebebi ite bana baskın
çıkıyor. Halbuki o da biliyor ki, gerçek ve doğru benden yanadır" demesi
gibidir. Bu durumda, hüccet getiren o kişiye ancak yemin yolu kalır da,
"Allah'a yemin olsun ki durum benim söylediğim gibidir. Ben seninle bâtıl
yere mücadele etmiyorum!" der. Çünkü o, bir başka delil getirmek
suretiyle, bir diğer yola başvurursa, o getirdiği ikinci delil de tam ve
mükemmel olsa, hasmı bu sefer de yine, önceki delil için söylediğini tekrar
eder. Bu, cedel (münakaşa) ilmini ortaya koymadır. Şu halde böyle bir durumda
ancak, ya susmak, ya yemine sarılmak, ya da delil getirmekten vazgeçmeden başka
şey kalmaz.
2) Araplar,
yalan yeminden kaçınıyorlar ve yoksa yeminin, diyarları ıssız-kimsesiz (harap)
hale getirdiğine inanıyorlardı. Hem sonra Hz. Peygamber (s.a.s), her şerefli
şeye çokça yemin etmiş, bu da ancak onun yüceliğini ve sebatını artırmıştır.
Üstelik o Araplar, onun bu şeylere yalan yere yemin etmeyeceğini; ona
yeminlerin uğursuzluğunun isabet edeceğini ve bazan ona hoşuna gitmeyecek
şeyler gelip çatacağını biliyor, buna böyle inanıyorlardı.
3) Allah
Teâlâ'nın ettiği yeminlerin hepsi, yemin biçiminde sunduğu birer delildirler.
Bunun misali, kendisine iyilik ve ikramda bulunan bir kimseye "senin o çok
nimetlerine yemin ederim ki, sana şükretmeyi (teşekkürü) devam
ettireceğim" diyen kimsenin, sözü gibidir. Çünkü bu kimse böylece,
teşekkürün devamını gerektiren bir sebeb oian nimetleri zikreder ve bunu yemin
yoluyla yapar. İşte bunun gibi, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'daki bu yeminleri de
yeniden diriltmeye kadir olduğuna dâir birer delildirler. Buna göre eğer, "Allah
Teâlâ bunları niçin yemin tarzında sunmuştur?" denilirse, biz deriz ki:
Çünkü konuşan kimse, sözüne, dinleyenin, onun büyük birşey söylemek istediğini
anlayacağı bir biçimde yemin ederek başlarsa, bu durumda dinleyici konuşana,
onun, sözün pek önemli olmadığını bileceği durumda vereceği dikkatten daha
fazla dikkat vererek dinler. Bundan dolayı konuşan, sözüne yemin ile başlar,
muhatabları onu daha iyi dinlesin diye, delilini yemin şekline sokar. Böylece
de, apaçık bir burhan ve sapasağlam bir delil, yemin biçiminde ortaya çıkmış
olur. Bu konuda, Sâffât Sûresi'nde geniş izahta bulunmuştuk.[4]
Cenâb-ı Hakk'ı,
başlangıçlarında, huruf-u mukattaa'nın dışındaki şeylere yemin etmiş olduğu
bütün sûrelerde bu
yeminler, üç esastan
birini isbat içindir. 8u esaslar da, vahdaniyyet, risalet ve haşr olup, imanın
kendisiyle tam ve mükemmel olduğu şeylerdir. Allah vahdaniyyeti (tevhidi) isbat
için, sadece bir sûrede, Sâffât Sûresi'nde yemin etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak
orada, yeminden sonra, "Hiç şüphesiz sizin tanrınız hakikaten birdir"
(Sâffat, 4) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü onlar, "O (Peygamber),
ilahları tek bir ilah mı yapmış?" (Sâd, 5) diyerek inkâr ediyorlardı. Yine
onlar şirkte de çok ileri gidiyorlardı. Ama sözleri arasında ve bazı
durumlarda, tevhid inancını da izhâr ediyorlar, meselâ, "Biz o putlara
ancak, bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (Zümer, 3) ve
"Eğer onlara, gökleri ve yeri kimin yarattığını sorsan, muhakkak ki
"Allah" diyecekler"(Lokman, 25) diyorlardı. Onlar gerçekten ilk
esası, tevhidi inkârda aşırıya gitmemişler, bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, bu
hususta delil getirmekle yetinmiş, buna çokça yemin etmemiştir. Bu yeminli
sûrelerden ikisinde ise, Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'in doğruluğunu ve
onun gerçek peygamber oluşunu isbat için yemin etmiş olup, bunlardan birinde,
tek bir hususa yemin etmiştir. Bu, "Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki,
arkadaşınız sapmadı" (Necm, 1-2) ayetidir. İkinci ayette ise, iki hususa
yemin etmiştir. Bu da, ''Kuşluk vaktine ve sükûna vardığı dem geceye yemin
olsun ki, Rabbin seni terketmedi, sana darılmadı da..." (Duhan, 1-3)
ayetleridir. Bu böyledir, çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in risaletlni isbat
hususunda yapılan yeminin, çokça olmak üzere, hem huruf-u mukattaa ile hem de
Kur'ân adına çokça yapılmıştır. Tıpkı, "Yâ, Sın, hakîm olan Kur'ân'a yemin
olsun ki, sen hiç şüphesiz peygamberlerdensin" (Yasi,1-3) ayetinde olduğu
gibidir. Biz, bundaki incelikleri daha önce zikretmiştik. Şöyle ki Hz.
Peygamber (s.a.s)'in (en baş) mucizesi Kur'ân'dır. Bundan dolayı yeminde delile
işaret olan birşey olsun diye, Allah Teâlâ burada Kur'ân'a yemin etmiştir.
Diğer surelerde ise, yeminin konusu haşr, ilahî (uhrevî) ceza ve bunlarla
ilgili şeylerdir. Çünkü onların bu konudaki inkârları hertürlü sınırı aşmış ve
huruf-u mukattaa ile yapılan yeminler, bunu tam göstermez olmuşlardır.[5]
Allah Teâlâ beş
sûrede, cemî müennes salim kelimeleri kullanarak yemin etmiş, ama hiçbir sûrede
cemî müzekker salim kelimeler İle yemin etmemiş ve meselâ, "Salih erkek
kullanma yemin olsun ki.,."Mukarrebîne yemin olsunki... gibi bir şey
dememiştir. Halbuki müzekker sığalar daha üstündür. Çünkü vâv ve nûn ile
yapılan cemî müzekker salim sîğası, çoğunlukla akıl sahibi varlıklar için
kullanılır. Daha önce, bu varlıklara yapılan yeminlerin, ancak kendisi
hakkındaki durumla apaçık olması halinde ve müşriklerin artık bunu itiraf etmiş
olması durumunda tevhidi beyan için olacağını, huruf-u mukattaa'ya ve bizzat
Kur'ân üzerine yemin biçiminde bulunduğu için, peygamberlik hakikatini isbat
için olmadığını anlatmıştık. Geriye, haşr ve Kıyamet gününün isbat maksadı
kalır. Fakat hasrı isbat, sâlih kimselerin sevaba, günahkârların ise azaba
duçar olacaklarını gösterir. Bunun yaran da, akıllı kimselere yöneliktir.
Böylece bu durum, onların dışındaki varlıklar üzerine yemin edilmesini
gerektirmiştir. En doğrusunu Allah bilir.[6]
Cenâb-ı Hakk'ın,
vahdaniyeti isbat için yemin ettiği sûrede, önce hareketsiz varlıklara yemin
ederek, "Saf bağlayıp duranlara yemin olsun ki... "(Saftat. 1)
buyurmuştur. Geriye kalan dört sûrede ise, hareketli şeylere yemin ederek,
"Tozutup savuranlara..." (Zariyat, 1), "Birbiri ardınca
gönderilenlere..." (Mûrseiat, 1) ve "Söküp koparanlara andolsun ki..."(Naziat,
1) buyurmuştur.Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzüp, Öncül olarak koşanlara yemin
olsun ki..." (Naziat. 3-4) ayeti, bu sonuncusunun bu manada olduğunu teyid
eder. Bir de, "Andolsun o hani han! koşanlara..." (Adiyat, 1)
buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü "haşr"de, toplanma ve dağılma vardır.
Bu ise hareketliliğe en uygun bir durumdur. Yahut da şöyle deriz: Bütün bu dört
sûrede Cenâb-ı Hak, beyan edildiği gibi, rüzgârlara yemin etmiştir. Rüzgârlar
ise, toplayıp dağıtan şeylerdir. Şu halde dağınık bulutlan peş peşe gönderilen
rüzgârlarla biraraya toplamaya kadir olan Allah, bedenin dağılmış parça ve
uzuvlarını da, kendi ilahî meşieti ile, tercih edeceği herhangi bir yol ile
biraraya getirmeye kadirdir.[7]
Ayetteki,
"Zâriyât" ile ilgili birkaç görüş vardır:
1) Bunlar,
toprağı ve benzeri şeyleri tozutup savuran rüzgârlardır. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "Onu
rüzgârlar
tozutup sauurur"
(Kehf, 45) buyurmuştur.
2) Bunlar, yıldızlardır. Buna göre
"zâriyât", "birşey, hızlı gitti" manasında kullanılan fiilindendir.
3) Bunlar
meleklerdir.
4) Bu ifade, "Tozutup savuranların Rabbine andohun
ki..." takdirindedir. Birinci görüş daha doğrudur.[8]
Bu sûrede yemin edilen
dört şeyin, ayrı ayrı şeyler olması
mümkün olduğu gibi, dört durumu olan tek bir şey olması da mümkündür:
1) Bunlar,
Hz. Ali (r.a)'den rivayet edilen şu haberlerdeki
gibidir:
"Zâriyât, (tozutup savuran) rüzgârlar; hâmilât, (yağmur taşıyan) bulutlar;
Câriyat, (akıp giden) gemiler; mukassimât da, rızıklan paylaştıran meleklerdir.
Doğruya en yakın olan bir diğer görüşe göre, bu kelimeler, rüzgârların
dört değişik sıfatıdır.. Buna göre zâriyât, (tozutup savurarak) bulutları inşâ
eden, birararaya getiren rüzgârlardır; hâmilât, yağdığında, büyük sellere
sebebiyet verecek kadar olan, su buharlarından oluşmuş bulutlan taşıyan rüzgârlardır.
Bu bulutlar, dağlardan daha ağırdırlar. Câriyât ise, böyle yağmurla
yüklendikten sonra bu bulutlan sürükleyip taşıyan rüzgârlardır. Mukassimât ise,
yağmurları beldelere taksim eden, dağıtan rüzgârlardır.
Şöyle de denilebilir:
Bu dört kelime, yeniden dirilişin tam ve mükemmel şekli olan dört şey
karşılığında zikredilmiş olan dört husustur: Çünkü bedenin dağılmış
parçalarının bir kısmı toprağın içinde, bir kısmı denizlerin diplerinde, bir
kısmı da havada bulunur ki bunlar bedenlerden kopup ayrılmış çok küçük ve
buharımsı cüzlerdir. Buna göre "Zâriyât", yerden savrulup havaya
karışmış parçaları toplayan" manasına olur. Çünkü "zâriye",
toprağı yerden savurup kaldıran şey anlamına gelir." "Hâmilât-I
zikran" ise, havadaki bu parçaları toplayarak, bir yük olarak onu taşıyan
şeylerdir. Çünkü rüzgârlar, toprağı sırtına alıp taşıyamaz, aksine onu,
bulutların hilafına, bir yerden bir yere atarlar, savururlar. Çünkü bulut, tozu
yüklenir ve onu, kendisinden birşey düşmeyen bir yük gibi onu havada taşır.
Câriyât ise, küçük
parçaları sulardan derleyip toparlayan şeye işarettir. Çünkü, ağır gemileri
denizlerin dalgalarından sahillere taşıyan şey, parçaları da denizlerden
karalara taşımaya kadirdir. Şu halde parçaları, yerden, havadan ve denizlerin
ortasından toplayıp bir biraraya getirmenin mümkün olduğu ortaya çıkar. Bunlar
biraraya getirilince, geriye bunlara bir ruh (can) üfürülmesi kalır. Ruh da
Allah'ın emrindendir, işlerindendir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sana ruhu
sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimizin emrinden (işlerinden) dir"
(İsra, 85) buyurmuştur.
İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, yani, "Ruhları bedenlere. Allah'ın emriyle taksim eden,
üfleyen o meleklere yemin olsun ki..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu
meleklere "mukassimât" (taksim edenler, dağıtanlar) diye anmıştır. Çünkü
insan, maddi cüzleri açısından, kesindir ki, birbirinden farklı değillerdir.
Zira herkesin bir başı, ayakları vs. var. İnsanlar, sayı ve değer bakımından
birbirlerine yakındırlar. Fakat ileri derecedeki farklılık ruhlardadır. Çünkü
ruhlardan, iyi olanlar ile kötü olanlar arasında hayli farklılık vardır. Bu
farklı (olanları) taksimat da, ancak hür bir taksimata ve hür bir memur
tarafından yapılabilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur.[9]
Ayette mansub olan bu
kelimeler, nahiv bakımından hangi yönden mansubturlar? Diyoruz ki: Zerven
kelimesinin, mef'ûl-ü mutlak olarak mansub olduğunda şüphe yoktur. Vakran
kelimesi ise mef'ûl-ü bih olarak mansubtur. Nitekim Arapça'da "Falanca
ağır bir yük yüklendi" denilir. Bunun, mef'ûl-ü mutlak yerini tutan bir
isim olması da muhtemeldir. Nitekim Arapça'da, "Ona kamçı vurdu"
denilir. Bunu, bu ifadeyi "vâv"ın fethasıyla vakran okuyanların
kıraati de destekler. Ayetteki yüsven kelimesine gelince, bu da mahzûf mef'ûl-ü
mutlakın sıfatı olarak mansubtur ve takdiri, "Kotay bir akışla..."
şeklindedir. Ayetteki, emren kelimesi de, ya tıpkı "Falanca rızkı veya
malı taksim etti" denilmesinde olduğu gibi, mef'ûl-ü bih'tir, yahut da,
"Falancayı sabren, yani masbûren öldürdü" denilmesi gibi, masdar şeklinde
gelmiş bir "hal" olarak mansubtur. Ayette de böyledir, yani bu emren,
me'mûren manasınadır.
Buna göre ayet,
"Ayetteki vikran kelimesi mef'ûl-ü bih ise, niçin cemî olarak getirilip de
evkâran denilmemiştir?" denilirse, deriz ki: Çünkü hâmilât ifadesi,
anlattığımız gibi, rüzgârların sıfatıdır. Bunlar da, aynı vikr (yük) ile
gelirler. Çünkü bir rüzgâr eser, bulutu (bir yere kadar) sürer, sonra onu geçer
gider. Derken bir başka rüzgâr eser, onu biraz daha götürür. Çoğu kez de o
bulutlar, rüzgârların farklı yönden esişleri sebebiyle, sağa sola yönelirler.
Mef'ûl-ü bih olduğunu söylediğimizde, emr kelimesiyle ilgili söz de böyledir.
Çünkü me'mûr olan bir grup, aynı şeyi "taksim" ederler, yahut deriz
ki: Bu ifadeler, mukadder olarak tekrar etmiş ifadelerdir. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki buyurmuştur.[10]
Mükassimât'ın
başındaki "fâ"nın getiriliş hikmeti nedir? Diyoruz ki: Eğer bu
kelimenin rüzgârların sıfatı olduğunu
söylersek, bu
"ffl", o işlerin meydana gelişteki sırasını gösterir. Çünkü
"zâriyât", bulutlan meydana getirir. Sonra da yağmurları, bölgelere
taksim eder. Yok eğer bu ifadelerin, dört ayrı şey olduğunu söylersek, bu
"fâ", taksim olunan şeyin sırasını değil, taksimdeki tertibi (sırayı)
ifade eder. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki şöyle demektedir:
"Savuran rüzgârlarla, sonra yüklü bulutlarla, sonra akıp giden gemiler
ile, sonra da taksim eden meleklerle taksimatta bulunurum."
Ayetteki, hâmilât ve câriyât kelimeleri, rüzgârlardaki faydaların
beyânına işarettir. Karada bulutları var etmek, denizde de gemileri yüzdürmek
suretiyle... Sonra "mukassimât" ifadesi de, bulutları taşımaya ve
gemilerin hareketine varıp dayanan rızıkiara ve Allah'ın taksimatıyla olan
rüzgârlara işarettir. Dolayısıyla bazı kimselerin gemilerini, istedikleri gibi
hareket eder, ama kâr getirmez; bazılarının gemileri de, onlar habersizken
hareket edip giderler, ama kâr elde ederler. Nitekim Hak Teâlâ, "Onların
gemilerini biz taksim ederiz" (Zuhruf, 32) buyurmuştur.[11]
Cenâb-ı Hak daha
sonra "Şüphesiz ki size vaad olunan
elbette doğrudur" buyurmuştur. Buradaki ( edatının, "masdariyye"
olması muhtemeldir. Buna göre mana, "Bu vaad gerçektir" şeklindedir.
Yine bunun, ism-i mevsul olup, "Vaad olunan o sev elbet doğrudur" manasında
olması da muhtemeldir. "Sâdık" kelimesi, tıpkı ifâdesinde olduğu gibi, "Doğruluk sahibi
bir vaad" takdirindedir. Böylece masdar, ism-i failin masdar ile
sıfatlanması gibi sıfatlanmıştır ki burada, ileri derecede bir te'kid vardır ve
tıpkı bir kimsenin, "Falanca baştan aşağı lütuf, baştan aşağı
sabırdır" demesi gibidir. İşte "doğru söz' ve "hasmı ezen
burhan" vb. birşey diyenin, tıpkı böyle bir te'kid (vurgu) ortaya koymuş
olması gerekir. Bunun izahı şöyledir: Bir kimse "Falanca latiftir"
yerine "sırf lütuftur" dediğinde, sanki şöyle demek istemiş olur:
"Latif, kendisinde lütuf (iyilik yapma özelliği) bulunan kimsedir.
Binâenaleyh latifde, hem lütuf, hem de başka şey var demektir. Böylece bu kimse
onun lütfunun çok olduğunu beyân etmek istemiş ve onu tepeden tırnağa sırf
lütuf kabul etmiştir. İkincisinde de, doğruluk, konuşanın konuştukları
hususunda kendisinde bulunan bir sıfat olunca, o sanki şöyle demek istemiştir:
Bu söz, kendisine doğruluk sıfatı verilebilmesi için, başka birşeye muhtaç
değildir. Aksine bu, kuvvetli bir sebeb olduğundan, ona "sadık"
(doğru) denilmesinde yeterlidir.
Ayetteki, vaadetti
fiilinden olabileceği gibi (tehdid etti) fiilinden de olabilir. İkincisi daha
doğrudur. Çünkü inkarcıya karşı, vaadden ziyâde vaid (tehdid) İle olur.[12]
"Şüphesiz ki ceza
(karşılık) elbette olacaktır. O haleli yollara sahip göğe yemin olsun ki,
gerçekten siz kesinlikle ihtilafa düşen bir söz içindesiniz. Ondan döndürülen
döndürülür. Kahrolsun o koyu yalancılar ki, onlar, koyu
bir cehalet içinde
kalmış gafil kimselerdir. Onlar, o ceza gününün ne zaman olduğunu
sorarlar" (Zâriyât, 6-12).
"Dîn",
olacak ceza (karşılık) manasınadır. Buna göre, hasrın inkarı ile akıldan uzak
görülen, ihtimal verilmeyen şey, vaad olunan şeydir, ki o da, hesap ve ceza,
yani ikâbtır, yani haşr inkâr edilmekle bu inkâr edilmek istenmiştir.
Binâenaleyh Hak Teâlâ âdeta, "Şüphesiz size vaad olunan elbette doğrudur
ve şüphesiz ki ceza elbette olacaktır" demek suretiyle, hesabın eksilmez
görüleceğini ve ikabın uygulanacağını anlatmak istemiştir.
Daha sonra Hak
Teâlâ "O haleli yollara sahib göğe
yemin olsun ki..." buyurmuştur ki, bu hususta birkaç bahis vardır:
1)
"Nabuk" kelimesinin, yollar manasında olduğu ileri sürülmüştür. Buna
göre, bununla yıldızların yollarının ve uğraklarının (yörüngelerinin ve
burçlarının) kastedilmiş olması muhtemeldir. Bununla, yıldızlar ile, gökte
oluşan şekillerin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü yıldızların
"semt"inde (tepe noktasında), Ashab-ı Suver'in Tinnîn, akreb ve nesr
yolu dedikleri yol, Cevza (ikizler) vb. dedikleri sistemler yer almaktadır.
Buna göre bununla, yıldızlarla süslenmiş bir gök kastedilmiş olur ki,
"Burçtu göğe yemin olsun ki..." (Buruc, 1) ayeti de böyledir. Habük kelimesinin,
gökyüzünün iyi dokunması, yapısının sağlam olması manasına geldiği, Arapça'da
sık ve güzel dokunmuş kumaş için "hasenu'l-hubuk" sıfatının kullanıldığı söylenmiştir. Buna göre ayettek
i bu tabir, "sağlamlığından ve kuvvetinden ötürü, tıpkı "Dönüş sahibi
olan göğe ... yemin olsun ki"(nnk, n> ayeti gibi olmuş olur. Bu hususta
söylenilenler, bundan ibarettir.
2) Yemin
edilen şey hakkında olup, bu da ayetteki, "Gerçekten siz kesinlikle
ihtilafa düşen bir söz içindesiniz" cümlesidir. Bu ifadenin tefsiri
hususunda, hepsi de sağlam olan, şöyle çeşitli izahlar vardır:
a) Bu, "Sizler çeşitli görüşler
içindesiniz, yani Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında böylesiniz. Çünkü bazan,
"O, emindir", bazan da "O yalancıdır" diyorsunuz. Onun gâh
deli, gâh kâhin, gâh sihirbaz, gâh şâir olduğunu söylüyorsunuz" demektir. Bu
mana muhtemeldir. Fakat biraz zayıftır. Çünkü böylesi (açık olan) şeyler
hakkında yemin etmeye gerek yok. Zira onlar bunu hiç yadırgamadan
söylüyorlardı. Dolayısıyla bunu yeminle te'kîde gerek yok.
b) Bu ifade,
"Siz aynı konuda sebatkâr değilsiniz. Bir görüşte sebat etmeyen,-nancında
yakîne erişemez" demektir. Binâenaleyh o kimse, sanki hakkında, 'Göklere
yemin olsun ki, inancınızda kesinliğe ulaşmış değilsiniz. Ama inadınızın
aşırı oluşundan
dolayı, bunda kesin gibi görünüyorsunuz" denilen kimse gibi olur.Bu görüşe göre, ayette şöyle bir incelik vardır:
Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Sen, doğru söylemediğini kendin de
biliyorsun. Ama bize karşı bile bile mücâdele ediyorsun, cedele başvuruyorsun.
Biz ise cedeli beceremiyoruz" dediklerinde. Cenâb-ı Hak "Tozutup savuranlara...
yemin olsun ki, sen sözünde doğrusun, muannka (bile bile doğrunun aksini inâd
eden) bir kimse değilsin" diye cevap vermiş, sonra da, "Aksine ey
kâfirler sizler, yemin olsun ki, benim vaadimin
peygamberimin) doğru olduğunu kesin biliyorsunuz" buyurmuş, böylece,
onlara karşı, işi tersinden ele almıştı.
c) Bu,
"Sizler, birbiriyle çelişen görüşler içindesiniz. Meselâ haşr hususunda,
"ne haşr vardır, ne de diriliş" diyorsunuz, sonra da, "biz
atalarımızı bir din üzere bulduk" diyorsunuz. Binâenaleyh ölümden sonra hayat
olmadığına, ölenin duyusu-şuuru bulunmadığına göre, atalarınıza muhalefet
edince, onlara bundan ne zarar gelir. Bu ancak, ölümden sonra bir azabın
olduğunu söyleyenlerin nazar-ı itibara alması gereken bir sözdür. Eğer biz
Ölünün hoşlanmadığı bir şeyi açığa vurduğunu bilseydik, sizin
"ölümlerinden sonra, atalarımızın hatalı olduklarını söylemeyiz"
demenizin manası kalmazdı. Nasıl böyle olmasın ki sizler, develerinizi
büyüklerinizin kabirlerine bağlıyorsunuz. Tevhid konusuna gelince, yine "Göklerin
ve yerin yaratıcısının ancak Allah olduğunu söylüyor, daha sonra da kalkıp,
"O, putlarımızın ilahıdır" deyip, şirke düşüyorsunuz. Hz. Peygamber
(s.a.s) hakkında da, bir taraftan "O, delidir" diyor, bir taraftan
da, "Sen cedel gücün sayesinde bize galip geliyorsun" diyorsunuz.
Halbuki deli olan, nasıl böyle muntazam ve mu'ciz (başkalarının söyleyemeyeceği
güzellikte bir) söz söyleyebilir?.. İşte bütün bunlar, birbiriyle çelişen
hususlardır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Ondan döndürülen döndürülür" buyurmuştur. Bu hususta da şu
izahlar yapılabilir:
a) Bu,
mü'minler için bir övgüdür, yani "o çelişkili sözlerden ve birbirini
tutmaz iddialardan, ancak (Allah tarafından) döndürülenler döndürülür ve
tutarlı doğru inançlara iletilir" demektir.
b) Bu bir
zemm olup, "Peygamberlerden döndürülen döndürülür."
c) "Haşr
inancından döndürülen döndürülür."
d) "Kur'ân'dan
döndürülen döndürülür" manalannadır.
Bu ifade, "mahrum
edilen, mahrum edilir" manasında,
şeklinde ve "Yalanlanan yalanlanır" manasında şeklinde okunmuştur.[13]
Daha sonra Hak
Teâlâ, "Kahrolsun o koyu
yalancılar" buyurmuştur ki bu, ayetteki "İhtilafa düşen bir söz
içindesiniz" ifadesi ile, "birşeyde sebat etmeyen, hiçbirşeye kesin
gözüyle bakmayan; aksine zanda bulunan, yalan yanlış uyduran kimselersiniz"
manasının kastedildiğine delâlet eder. Buna göre bu ayetin manası, "Koyu
yalancılar mel'un olsun, Allah'ın rahmetinden uzak olsun" şeklinde olup,
onlar hakkında bir bedduadır.
Daha sonra Hak Teâlâ,
onların sıfatlarını sayarak, "Ki
onlar koyu bir cehalet içinde kalmış gafil kimselerdir" buyurmuştur. Bu
ifade ile ilgili birisi lafzı, diğeri manasıyla ilgili olarak şöyle iki mesele
vardır:
Lafzı ile ilgili
mesele, ayetteki "sâhûn" kelimesinin, ikinci haber olması ihtimaliyle
ilgilidir. Buna göre mübteda, "Onlar" kelimesidir. Kelamın
takdiri, "Onlar, koyu bir cehalet içindedirler ve gafildirler"
şeklinde olup, tıpkı cahilliği, zalimlikle niteleme niyeti güdülmeden, sırf
Zeyd'in bu iki vasfı taşıdığını haber vermek niyetiyle, "Zeyd câhildir, zâlimdir" denilmesi
gibidir. "Sâhûn" kelimesinin haber, (cehalet içinde) kelimesinin ise
onun zarfı olması muhtemel olup, tıpkı "Zeyd, evinde oturuyor"
cümlesi gibi olur. Bu cümlede haber "kâM" kelimesidir, "fî beytihî" ise onun zarfıdır. Aynen bunun
gibi, ayetteki "fî-gamretin" ifadesi de, marife bir kelimenin cümle
ile tavsîf edilebilmesini geçerli ve mümkün kılan "kehv"in zarifidir.
Eğer bu stfat olmasaydı mahfenin cümle ile tavsîf edilmesi caiz olmazdı.
Mana ile ilgili mesele
ise şudur: "Hamâs"ın yani koyu yalancının, gafil olma ile ve bâtıla
dalma cehalet içinde kalma ile tavsif edilmesi "harrâs"m zemm ifade
eden bir sıfat olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü kendisine ancak zannın
ulaştırdığı birşey hakkında yalan söyleyene "harrâs" adı verildiğinde,
bu bir noksanlık sıfatını ifâde etmez. Nitekim Arapça'da, ürünün miktarını ve
askerlerin sayısını tahmin edenlere de "harrâs" denilir. Ama bilinen
ve kesin olan şeyle ilgili olarak kullanılan bu kelime, "zemm (kınama)
ifâde eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Harrâslar kahrolsunlar, ki onlar
koyu bir cehalet içindedirler ve gafil kimselerdirler" buyurmuştur. Yoksa
bu tahminde bulunan kimselere yönelik bir beddua değildir. Ayetteki, "koyu
bir cehalet içinde kalmışlardı.." ifadesinden sonra "sâhûn"
(gafil kimselerdir) ifadesinin getirilmesi, onların bir cehalet ve batıl içine
düştüklerini ve onun içinde geri dönemeyecek şekilde kendilerini unutup,
yollarını şaşırdıklarını ifade eder.
Cenâb-ı Hak daha sonra
"Onlar o ceza gününün ne zaman olduğunu sorarlar" buyurmuştur. Eğer
"Zaman, fiillerin zarfı yapılır. Zamanın, bir başka zarf için zarf olması
ise mümkün değildir. Burada ise Hak Teâlâ, "ne zaman" ifadesini,
"ğün"ün zarfı yapmış ve "O ceza günü ne zaman?"
buyurmuştur. Ve yine Arapça'da, "Zeyd ne zaman gelecek?"
denildiğinde, buna cevaben, "Cuma günü" denilir. Ama, "Cuma günü
ne zamandır?" denilmez" denilirse, buna şu şekilde cevâp verebiliriz:
Bu kelamın takdiri, "Cuma günü zaman olur?" şeklindedir. Buna göre,
ifadesinin takdiri de, "Din günü ne zaman olacaktır?" şeklindedir. jtf
ya istifham için olan (eyyu) ve zaman
anlamına gelen üi (ânun)'den; yahut da, ve (evân) kelimelerinden meydana gelmiş
mürekkeb bir kelimedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hangi an, zaman?.." demek
istemiştir. Kelime, mürekkeb hale gelince de, mebnî kılınmıştır. Bu, onların
ayetteki, Cenâb-ı Hakk'm, "Şüphesiz ki ceza, elbette olacaktır"
ifadesine karşı verdikleri bir cevap ve suâldir. Buna göre onlar "adetâ,
istihza ederek, "O ne zaman olacak kil?" demişlerdir, ifâdsinde, kendisine soru sorulacak kimsenin
zikredilmeyişi, çünkü Cenâb-ı Hak,
"Falanca ...
sorarlar" buyurmamıştır. Onların maksatlarının esasen doğru cevabı olmak
olmadığına onların bunu ancak alay ederek sorduklarına delâlet etmek içindir.[14]
"O gün, kendilerinin
ateş içinde azaba uğratılacakları gündür. (Onlara), "Tadın azabınızı.
îşte, dünyada çarçabuk gelmesini isteyegetdiğiniz bu idi..." (denilir).
Şüphesiz ki, müttakîîer, Rabblerinin kendilerine verdiğini almış
olarak cennetlerde,
pınarların başlanndadırlar. Çünkü onlar bundan evvel iyi amel edenlerdi. Onlar,
gecenin ancak az bir kısmında uyurlardı.." (Zâriyat, 13-17).[15]
Ayetteki, cümlesi, şu
iki manaya gelebilir:
a) Bu,
onların, "o din günü ne zaman?" şeklindeki sorularına karşı verilmiş
bir cevaptır. Bu durumda onlar, malûm olduğu için, onu bilmek ve anlamak
amacıyla sormadıklarından; işte aynen bunun gibi onlara öğreten, açıklayan,
soruyu beyân eden bir şekilde cevap verilmemiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, "O
gün, kendilerinin ateş üzerinde azaba uğratılacakları gündür" buyurmuştur.
Zira onların, bu ikinciyi bilmeyişleri, birinci hususu bilmeyişlerinden daha
kuvvetlidir. Halbuki, daha kapalı bir şey ile (burada Zâriyât, 13), cevap
vermek caiz değildir. Çünkü birisi, "Zeyd ne zaman gelecek?" dese,
cevap veren kimse de, "Arkadaşı geldiğinde" dese, arkadaşının
geleceği zaman da bilinmese, bu cevâp yerinde ve doğru olmaz. Böylesi bir
cevap, ancak, kelâmın cevap tarzında olması durumunda yerinde olur. Bu da, bir
kimsenin, "Sen bana ne kadar söz verdin de caydın.. Bu cayma işi, ne
zamana kadar sürecek?!" deyip de, karşı tarafın buna kızarak, "Sana
en uğursuz gününün gelmesine kadar.." demesine benzer.. Bu iki cümle,
şeklen bir soru ve cevap gibidir. Ama, ne birincisiyle soru, ne de ikincisiyle
cevap kastedilmiştir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın
ifâdesi de, bir açıklamada bulunma tarzında değil, onların o ilahî
tehditleri istihza etmelerine, alaya almalarına mukabil getirilmiş olan bir
ifâdedir.
b) Bu,
"Tadın azabınızı..." ifadesiyle tamamlanan yeni bir cümledir. Buna
göre şayet, "Bu, bir takdir yapma neticesine götürür" denilirse, biz
deriz ki: Bu takdir kaçınılmazdır. Çünkü,
"Tadın azabınızı" cümlesi, ancak yapılacak bir takdir
neticesinde, kendisinden öncekiyle alâkalı olabilecek bir ifâdedir.
Ayetteki kelimesinin manasının, "...
yanacakları" şeklinde olduğu ileri
sürülmüştür, ama evlâ olan, bunun manasının, "Onlar, tıpkı altını
eritenin, onu ateşe tutması gibi, ateşe karşı tutacaktan" şeklinde
olduğunun söylenmesidir. Çünkü, ayetteki,
edatına bu mana daha uygun düşer. Eğer
fiili ile "yakılacaklar" manası kastedilmiş olsaydı, o zaman,
ayetteki bu kelimenin ya "ateş
ile", yahut da "ateşte"
şeklinde olması daha uygun olurdu. Çünkü, "fitne" kelimesi,
"tecrübe etmek, denemek" anlamındadır. Bu ifâdenin, "falancayı denedi, sınadı..."
ve "taşın kontrol edilmesi"
manasına olduğunun söylenmesi halinde, bu ifadeyle, masdar manası kastedilmiş
olur. Nitekim ayette de, "tadın
azabınızı.." buyurulmuştur. "Fitne" kelimesi ise, (aslında)
imtihan etmek, demektir.[16]
Buna göre şayet,
"Kendileri ateş üzerinde azaba uğratılacakları günde, onlara, "Tadın
azabınızı..." denilecektir..." şeklinde mana verdiğine göre,
"İşte, (dünyada) çarçabuk gelmesini isteyegeldiğiniz bu İdi..." ayeti
ne demektir?" denilirse, biz deriz ki, tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan
naklettiği, "Ey Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim amel defterimizi
acele ver"(Sad. 16) ve "Bin tehdit edegeldiğin şeyi getir" (Hüd,
32) vs. ayetlerinde olduğu gibi, bununla, onların bu işi, sözle acele olarak
istemiş olduklarının kastedilmiş olması muhtemeldir. Bunun buradaki delili,
"Sana, din gününün ne zaman olacağını sorarlar" (Zâriyât, 12)
ifadesidir. Çünkü bu da bir tür, o şeyin, acele olmasını istemedir. Bu
İfâdeyle, fiil bakımından o şeyin acele olmasını istemenin kastedilmiş olması
da muhtemeldir. Fiil ise, onların inatlarında ısrar etmeleri, açıkça ısrar
etmeleridir. Çünkü bu da, "o ilahî azabın, acele gelmesini" temin
eden bir husustur.[17]
Cenâb-ı Hak, gururlu,
mücrim ve aldanmış kimselerin hallerini beyan ettikten sonra, hakkı bulmuş olan
muttaki kimselerin durumunu da beyan etmek üzere "Şüphesiz ki, sakınanlar, mütfakîîer
cennetlerde, pınarların başlanndadırlar" buyurmuştur ki, bu ifâdeyle
ilgili şöyle birkaç mesele vardır:[18]
Biz daha evvel, "müttakîliğin" en aşağısının,
şirkten korunma, en üstününün de Allah'ın dışında kalan herşeyden korunma gibi
muhtelif dereceleri bulunduğunu ve müttakilerin elde edeceği derecelerin en
düşüğünün cennet
olduğunu; küfürden
korunan her mükellefin cennete gireceğini ve oranın nimetleri ile
rızıklanacağını anlatmıştık.[19]
Cennet kelimesi
Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakınanlara vaad
olunan cennetin "(Muhammed, 15)
ayetinde olduğu gibi,
bazan tekil; burada, yani cümlesinde
olduğu gibi, çoğul "Rabbinin huzurunda duracağından korkan için de iki
cennet vardır" (Rahman, 46) ifâdesinde olduğu gibi, bazan da ikil
(tesniye) olarak getirilmiştir. Binâenaleyh, buradaki hikmet nedir?
Biz diyoruz ki:
Cennetin tekil getirilmesi, köşklerinin, ağaçlarının ve kanallarının
(nehirlerinin) birbiriyle bitişik oldukları için, adeta tek bir cennet gibi
oluşları sebebiyledir. Bu kelimenin çoğul getirilişinin hikmeti ise, dünyaya
(dünyadakilere) nisbetledir.. Halbuki, dünyanın bağ-bahçelerine nisbetle
ahiretteki cennetleri sayıyla tahdit etmek mümkün değildir. Bunun ikil
(tesniye) olarak getirilmesi meselesine gelince, biz bunu, Rahman Sûresi'nde
anlatacağız. Ne var ki burada, şunu diyebiliriz: Altah Teâlâ, vaadde
bulunurken, cennet kelimesini tekil getirmiştir. Satın alınabileceğinden
bahsederken de, böyle yapmıştır. Çünkü, "Şüphesiz ki Allah mü'minlerden
canlannı ve mallarını, cennet mukabilinde satın almıştır. Onlar Allah yolunda
savaşır, öldürür veya öldürûrler"(Tevbe, 111) buyurmuştur. Vaadde, ilâvede
bulunulabileceğine bir işaret olsun diye de, kendisinin ihsan edip vereceğinden
bahsettiği yerlerde de, kelimeyi çoğul getirmiştir. Çünkü cennetler vaadedip
sonra da, bir tek cennetten bahsederek "o cennet içindedir.." demesi
hali böyle değildir. Çünkü bu "tek cennet" sözü, vaad olunan
cennetlerden daha aşağıdır.[20]
Ayetteki, kelimesi
mûttakinin, çeşmelerin ve gözelerin
içinde olmasını ifâde eder. Halbuki insanın, su veya
benzeri sıvılar içinde olmasında duyacağı bir
lezzet yoktur.
Biz diyoruz ki, bunun
anlamı, "çeşmelerin başında, arasında..." şeklindedir. Bu ise,
nehirlerin arasında, yanında olmakla olur.. Bunun böyle oluşunun delili, ifâdesinin manasının, "Cennetler arasında,
cennetler içinde..." şeklinde olmasıdır. Çünkü "cennet" demek,
ağaç demektir. Muttaki kimse ise, (ağaçların) bizatihi içinde değil, arasında
bulunur. Ayetteki öjş- kelimesi hakkında da bu izah, aynen vâkidir. Bunların,
marife olmalarına rağmen belirsiz olarak getirilmesi, tazîm içindir. Nitekim
Arapça'da, "İşte adam!.." anlamında, "Falanca adamlar
adam!.." İfâdesi kullanılır.[21]
Ayetteki, "Rablerinin kendilerine verdiğini almış
olarak..." ifâdesine gelince, burada, hem söyleşi birkaç mesele, hem de
birkaç incelik bulunmaktadır:[22]
'nin manası nedir? Biz
deriz ki: Bu konuda şu iki izah yapılabilir:
a) Bu
"O müttakiler, Allah'ın kendilerine verdiğini, azar azar alırlar.. Onu
tastamam ve toptan alamazlar.. Çünkü, sınırsız olan şeyin toptan verilmesi
imkânsızdır" demektir.
b) Bu
kelimennin manası, "Onlar, memnun olarak, Rablerinin verdiklerini kabul
edici olarak" şeklindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onları kabul
eder.." anlamında (Tevbe, 104)
buyurmuştur. Bu, Zemahşerî'nin yapmış olduğu bir izahtır.
Burada, şöyle üçüncü
bir izah ta yapılabilir: Ayetteki
kelimesi, sadece oturmaya meskün olmaya delalet eder. ise bir mülk edinmeye delâlet eder.
İşte bundan dolayı,
birisi bir yere, orayı mülk edinerek girdiğinde, "Falanca belde alındı;
falanca kale alındı..." denilir. Yine, az bir para ile bir evi ve bahçeyi
alan kimse hakkında, orada her ne kadar maddi anlamda bir alma ve rızâ olmasa
bile, "O onu mülk edindi, aldı..." tabiri kullanılır. Bu durumda bu
ifâdenin manası, "Onların oraya girişlerinin, emaneten veyahut da,
hemencecik geriye alınabilecek bir giriş şeklinde olmadığım; tam aksine
burasının, o cennetliğin canı ve malı mukabilinde, Allah'tan satın
alınmıştır.." şeklinde olur. Ayetteki, fiili, o müttakilerin, burayı zorla
ve fetih yoluyla almayıp; tam aksine burasını, Allah'ın onlara verip
bağışladığını beyan eden bir ifâdedir. Bu izaha göre, ifâdesindeki
cennetler ve nehirlere râci bir ifâde olmuş olur.
Ayetteki, "Çünkü
onlar bundan evvel iyi amel edenlerdi" cümlesi, o cennetlerin kendisi
mukabilinde alındıkları şeye bir işaret olup, bu, "cennetlikler o
cennetleri, ihsanları sayesinde mülk edip aldılar.." demektir ki bu da,
Cenâb-ı Hakk'ın, temlîk lamı ile beyan buyurduğu "güzel hareket edenlere en güzel
mükâfaat" (Yunus, 26) ifâdesi gibidir.[23]
ifâdesi, terkiple hâl
olup, bu, "alırlar" demektir. O halde Cenâb-ı Hak, iki lafzın da
uyuşmaları
ve mananın uygun
düşmesi için, daha niçin buyurmuş da,
dememiştir? Çünkü ifâdesi, o işin
bittiğini; ifâdesi ise, bu işin devam
ettiğini ihsas ettiren ifâdelerdir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın cennette verme işi,
her gün yenilenecek, sonsuza kadar devam edip gidecektir. Özellikle biz, kelimesine "kabul etmek" manasını
verirsek, daha nasıl "Falanca, Zeyd'in dün kendisine verdiği şeyi bugün
kabul ediyor." denilebilir? Biz diyoruz ki: Bizim yaptığımız tefsire göre,
böyle bir soru varid olmaz. Çünkü, 'nin
manası, "Onlar, Allah'ın kendilerine verdikleri şeyi mülk ediniyorlar,
sahipleniyorlar..." şeklindedir. Binâenaleyh, verme işi dün; mülk edinme
işi de bugün olabilir.
Ama bazı müfessirlerin
yaptıkları izaha göre, bunun açıklamasına gelince, biz diyoruz ki: Allah Teâlâ,
mü'min kimseye cenneti, o kimse dünyada iken vermiştir. Ne var ki, mü'min, o
cennetin meyvelerini henüz elde edememiştir. O halde mü'min, cennete, alıcı
durumunda girecektir. Çoğu kez mü'min, Allah'ın (dünyada) kendisine .erdiğinden
daha hayırlısını elde edecektir. Bu, onun oraya bu tarzda girmesine ters
düşmez. Nitekim bir kimse, "Ben sana korkarak geldim.. Bir de ne göreyim,
ben güven içinde imişim!" diyebilir. Sizin bahsettiğiniz husus ise, o
cennetliklerin o şeyleri almalarının sadece, daha önce kendilerine verilmiş
olan şeylere hasredilmesi dumunda söz konusu olur. Halbuki durum, hiç de böyle
olmayacaktır. Onlar, o rennetlere, başka şey hatırlarına gelmeksizin, bu hal
üzere gireceklerdir, ama, Allah onlara
hatırlarına dahi gelmeyen şeyleri verecektir. Böylece de onlar, her ne
kadar Ajlah'ın kendilerine verdiğini almak için oraya girmişler ise de,
Allah'ın kendilerine «ereceği (bambaşka) şeyleri almak üzere oraya girmiş
olacaklardır. Cenâb-ı Hakk'ın, Şüphe yok ki bu gün cennetlikler mesrurdurlar,
bir zevk ve eğlence içindedirler" (Yasin, 55) ayetinin ifâde ettiği, işte
Allah'ın kendilerine vereceğini onların almalarını hir husustur. Ki biz bunu, Yâsîn Sûresi'nde
anlatmıştık.[24]
Ayetteki, dili
kelimesi neye işarettir? Biz deriz ki, bu hususta şu iki muhtemel izah
yapılabilir:
a) Bu,
"Onlar girmezden önce..." demektir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinde zâten "girmek" manası
vardır
Buna göre mana,
"Onlar, cennete girmezden önce, iyi ameller yapmışlardı.." şeklinde
olur.
b) Bu,
"Allah'ın onlara cenneti vermesinden ve onların da onu almasından
önce..." anlamındadır. Bu hususta birkaç izah da şu şekilde yapılabilir:
Buradaki ifâdesi, "din günü"
ifâdesine bir işarettir. "Din günü" ifâdesi de daha önce geçmişti.
Bu husustaki
inceliklere gelince, bunların bir kısmı daha önce geçmiş olup, kelimesi bu
inceliklerden birisini oluşturur. Çünkü bu, şirkten korunmaya işaret eder bir
ifâde olunca, adetâ Cenâb-ı Hak, bununla, "iman edenler" manasımı
kastetmiştir Ne var ki iman, amel-i salih ile birlikte iki mutluluğu ifâde
eder.. İşte bundan dolayı, bu bir kimsenin, "Onlar, ihsanda
bulundular" sözünden daha tam daha mükemmeldir.
Müttakî kimse,
"Lâ İlâhe ..." deyince, şirkten korunmuş olur. Ama "ihsan"
ise bu kimsenin, "İllallah!" demesi durumunda yerine gelmiş olur.
İşte bundan dolayı, "takva" kelimesinin, "Lâ ilahe
İllallah!" olduğu söylenmiştir. "İhsan" hususunda da Cenâb-ı
Hak, "Allah yoluna davet edenden (...) daha güzel sözlü kim vardır.."
(Fussilet,33) buyurmuştur, "iyiliğin mukabili ancak iyiliktir"
(Rahman, 60) ayetinin tefsirinde, "ihsan"ın Lâ ilahe illallah!
kelimesini söylemek olduğu ileri sürülmüştür ki, bu durumda, bu demektir ki,
takva İle ihsan birbirinden ayrılmayan, tam aksine, birbirinin ayrılmaz
parçaları olan şeyler olduğu söylenmiştir.[25]
Ayetteki, "Onlar, gecenin ancak bir kısmında
uyurlardı.." cümlesi, o müttakî kimselerin, muhsin oluşlarının bir
açıklaması sadedindedir. Nitekim sen, "Matem-i Taî cömert idi, var olanı
harcar, gayretini de esirgemezdi.." dersin. Bu konuda birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Ayetteki zarf olarak mansûb bir kelime olup, takdiri, şeklindedir. Nitekim sen, "Gecenin bir kısmında kalktı..."
dersin. Böylece kelimesi, zarf olarak
mansûb kılınmış olur. nın haberi
de, kelimesi olup, daki zâiddir.[26]
Meşhur olan bu olup,
bu husustaki bir başka izah da bu ayetin manasının, "uykuyu onlardan
kaldırmak" yani uyumadıklarını bildirmek manasıdır. Bu, Dahhâk ve
Mukâtil'den nakledilmiştir. Zemahşerf ayetteki mâ edatının, nâfiye (olumsuzluk
edatı) olmasını kabul etmemiş ve şöyle demiştir: Bunun nâfiye olması caiz
değildir.Çünkü ma edatından sonrakiler
ondan önce aelenlerde amel edemezler ve sen, meselâ diyemezsin.
Fakat edatından sonr? "pien
birşeyin, ondan önce gelen üzerinde amel etmesi caizdir. Nitekim, "Zeyd'i dövmedim" diyebilirsin.
Bunun sebebi şudur:
Müteaddî fiil, müsbet hâline hamlen, nefiyde de iş yapar. Çünkü sen, "Zeyd Amr'i dövdü" dediğinde,
Zeyd'in fiilinin, Amr ile ilgili olduğu sabit olur. Fakat "Onu dövmedi" dediğinde, ondan bir
fiil tahakkuk etmemiştir ki, o onunla (mef'ûl ile) ilgi kursun ve bu fiil ona
geçsin. Fakat olumsuz olan durum, müsbete hamledilmiştir. Bunun böyle olduğu
sabit olduğuna göre müsbete oranla nefiy, tıpkı fiile oranla ism-i fail
gibidir. Çünkü ism-i fail, fiilin ameli gibi amel eder. Ancak ne var ki ism-i
fail, fiil-i mazi manasında olduğunda amel etmez ve sen diyemezsin, ama "Zeyd, Amr'ı yarın, bugün, şimdi
döver." Çünkü mâzî, varlık olarak artık kalmamış, var olacağı da
düşünülemez. Dolayısıyla gerçek manada mef'ûle taalluk edemez. Fakat fiil,
kuvvetinden Ötürü amel etmiştir, ism-i fail ise, zayıflığından ötürü amel
edememiştir.
Bunu iyice kavradığına
göre şimdi diyoruz ki:
"Dövmedi" ifadesi, olumsuz mâzî içindir. Dolayısıyla burada
hem olumsuzluk, hem mâzîlik vardır ve amel etme gücü zayıflamıştır. Ama O
"dövmedim" ifadesine gelince, lem edatı her nekadar muzârîyi maziye
çevirmiş ise de, sigâ, müzarî sigasıdır. Dolayısıyla burada, tıpkı bir kimsenin
tâ ifadesinde bulunan durum mevcuttur.
Binâenaleyh amel ettirilmiştir. Bu, Zemahşeıfnin izahıdır. Fakat bu görüşü
savunan Zemahşerî, ayetteki "kalîlen" kelimesinin, iijfaü fiiliyle
mansub olmaytp, fiilinin haberi olduğunu
ve takdirinin "Az idiler"
şeklinde olduğunu söylemektedir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Gecenin ancak az bir kısmında uyurlardı'' buyurmuştur ki bu,
"Onlar hiç uyumaz, aksine bütün geceyi ihya ederlerdi" demektir. Buna
göre harf-i cerri, teb'îz (kısmen)
manasına değil, beyâniyyedir. Bu izaha göre ayette, "iman edip, sâlih
ameller işleyenler müstesna, onlar İse ne azdır" (Sad, 24) ifadesinin
manası yatmaktadır. Bu böyledir. Çünkü biz, ayetteki "Şüphesiz ki
müttakiler cennetlerdedirler" cümlesinde "iman ederler..."
manası; "iyi amel edenler (muhsinler)" ifadesinde, "salih amel
işleyenler" manası; "az idiler" ifadesinde de, "Onlar ise pek
azdır" (Sad, 24) manası yatmaktadır.
İkinci Bahis:
Meşhur görüşe göre, ayetteki zaide olup,
"Az uyurlar" takdirinde, "kaili" kelimesi, mahzûf masdarın
(mef'ûl-u mutlak) sıfatıdır.
Üçüncü Bahis:
"Kalilen" kelimesinin 'nın
haberi olarak mansub "nın da
masdariyye olduğunu söylemek de mümkündür. Buna göe kelamın takdiri "Gece uyumaları az idi"
şeklindedir. Bu durumda tâ 'nin faili, "hucû" olur ve bu bedel-i
istimal faslındandır. Çünkü onların uyumamaları, kendileriyle ilgili birşey
olup, bundan dolayı Cenâb-ı Hak sanki, "Onların uyumaları azdı" demiş
olur ki bu tıpkı, "Zeyd'in ahlâkı güzeldir" denilmesi gibi olur.
İzahın böyle yapılması halinde
Bil ki nahivciler bu
gibi yerlerde, bunun bedel olduğunda söylemez ve "Zeyd'in yüzü güzel"
ifadesiyle ifâdesi arasında fark
olduğunu belirterek, birincisinde sıfat, ikincisinde de bedel olduğunu
söylemişlerdir. Biz ise bunun bedei-i istimal olduğunu söylersek, bununla bir
ıstılahı değil, bir ilgiyi kastettik. Aksi halde, takdim edildiğinde
"kalil" kelimesi, nahiv açısından, tehir edildiğindeki gibi olmaz. Öyle
ki, "Falanca, uyuması az
olandır" ifadesinde, "hucû" bedel değil ama, ifadesinde ise bir bedeldir. Buna göre, 'nın, ism-i mevsul olup, "Onlar
uyudukları zaman, gecenin az bir kısmı idi" manasındadır.
[27] .
Bu lafız ile ilgili
olan açıklamadır. Mana ile ilgili olarak diyoruz ki: Ayet-i kerimede zikrediliş
açısından "kalîl" kelimesinin önce getirilişi, sırf seciden dolayı,
ayetlerin sonunda, bulunsun diye
değildir. Aksine burada şöyle iki Önemli husus var:
1) Uyuma
onlar için bir rahatlıktır. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette anlatmak istediği
şey, onların sa'y-u gayretlerini ve Allah için uykusuzluğa nasıl
katlandıklarını belirtmektir. Binâenaleyh şayet Cenâb-ı Hak, "Uyurlardı" demiş olsaydı, burada
bahsedilen önce onların rahatlıkları olmuş olurdu ve sonra o rahatlığın az
olduğu beyan edilmiş olurdu ki, bu durumda bazen dinleyici, sözün mâbâdinden
(sonundan) gafil olur ve der ki "Onların muhsin oluşları, uyumalarından
ötürüdür. Ama Cenâb-t Hak önce "kalîl" (az)i söyleyince, zihne ilk
yerleşen şey onların az uyudukları hususu olur. Bu inceliği gözeten kimse
"Falancanın uykusu az" der de, demez. Çünkü maksadı uykunun azlığını
beyan etmektir, yoksa uykusunu azlıkla-çoklukla nitelemek değildir. Çünkü uyku
hiç olmasaydı o zaman, az olmadığını söylemek daha evlâ olurdu. Halbuki
uykusuzluğun azlığı böyle değildir. Çünkü uykusuzluğun azlığı olmasaydı,
zahirde çokluk onun yerini alırdı.
2) Bu
incelik, ayetteki ifadesiyle ilgili olup
şöyledir: Gündüzün az uyuma işi, herkes için söz konusu olabilir ve herkesten
sâdır olabilir. Fakat geceye gelince, o uyku zamanıdır. Onu taat uğrunda ancak,
kulluğu kendisine şiar edinmiş, Hakk'a yönelmiş kimseler uyanık geçirir. Buna
göre eğer, "hucû" (uyumak), ancak gece olur. Gündüzün uyuma işine,
hucû denmez?" denilirse biz deriz ki: Genel bir durumdan bahsedip, bununla
özel bir durumu kastetmek güzel bir şeydir. Çünkü biz mesela, "Fasîh
konuşan bir canlt gördüm" diyoruz. Ama, hususî birşeyi zikredip, genel
durumu kastetmek bazı durumlar hâriç, hiç de güzel olmaz. Dolayısıyla da,
diyemeyiz.
Bunu iyice kavradığına
göre şimdi diyoruz ki: Cenâb-ı Hak bu ayette genel gibi olan birşeyi
zikretmiştir ve bundan sonraki ifadenin, "Onlar gecenin bir kısmında
tesbihatta ve istiğfarda bulunuyorlardı, yahut da onu uyanık geçiriyorlardı..."
şeklinde olması muhtemeldir. Fakat Cenâb-ı Hak, üy*^ ııaz uyurlardı"
buyurunca hem
başkasına, hem de az
uyumaya ihtimalli olan gene! bir ifadeyi tahsis etmiş olur ki bunun böyle
olduğunda şüphe yoktur.[28]
"Seher vakitlerinde de onlar istiğfar ederler"
(Zâriyât, 18).
Bu ifade onların, gece
ibadetine kalkıp, buna gayret gösterdiklerine, amellerinin daha çok, daha
ihlaslı olmasını istediklerine, kusurlarından ötürü istiğfarda bulunduklarına
bir işarettir ki, bu şerefli, cömert, iyi kimselerin yoludur. İyiliğin en
İlerisini yapar, yine de bunu az görür, kusurlu yaptığını söyleyerek mazeret
beyan eder. Fakat alçak ve cimri kimse ise, az birşey yapar, onu gözünde
büyütür ve hemen onu başa kakar.
Burada bundan daha
ince, daha güzel şöyle bir diğer izah da yapılabilir: Allah Teâlâ, onların az
uyuduklarını beyan buyurup, uyuma da kişilerin tabiatları gereği olunca,
"onlar istiğfar ederler" buyurmuştur ki bu, o az uykudan bile onların
istiğfar ettiklerini ifade eder. Burada bir başka sorunun cevabı olacak şöyle
diğer bir incelik daha vardır: Allah Teâlâ onları az uyudukları için medhetmiş,
çok uyanık durdukları için övmemiş ve meselâ, "Onlar, çok uyanık
dururlardı" dememiştir. Külfet olan ve gayreti gerektiren şey, uyumak değil
de, uyantk durmak olmasına rağmen, bunun böyle ifade edilmesindeki hikmet
nedir? Biz deriz ki: Bu, onların uykularının bile bir ibadet olduğuna bir
işarettir. Çünkü Allah Teâlâ onları, az uyudukları için medhetmiştir. Az uyumak
ise, onlara başka bir ibadetle meşgul olmayı sağlamıştır. Bu da, seherlerde
istiğfar etmektir, yine bu, kendilerini beğenmekten ve kibirlenmekten onları
menetmektir. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır:[29]
Birinci Bahis: Bu,
ayetin başındaki "bâ" harf-i cerriyle ilgilidir. Çünkü buradaki bâ
harf-i cerri zarf olmadığı halde, zarf olarak kullanılmıştır (niçin)? Diyoruz
ki: Bazı nahivciler şöyle derler: Harf-İ çerlerin bir kısmı bir kısmı yerinde
kullanılır. Nitekim zaman zarfları hususunda "Ayın yirmisinde (bitimine on
gün kala) çıktım""Gece çıktım" "Ramazanda çıktım";
denilir. Böylece de, lâm, bâ ve fi aynı manada kullanılır. Mekân zarflan için
de durum aynıdır. Nitekim sen, "Falan şehirde kaldım" "Onu falan
beldede gördüm" dersin. Buna göre eğer, "Bu husus nasıl izah
edilebilir?" denilirse, biz deriz ki: İsim ve fiillerde olduğu gibi,
harflerin de farklı farklı manaları vardır. Fakat harflerin, kendi başlarına
bir manası yoktur. İsim ve fiil ise kendi başlarına birer mana ifade ederler.
Fakat harflerin bir kısmı arasında, birbirine ziö manalar vardır. Bu, isim ve
fiillerde de böyledir. Çünkü meselâ, "beyt" ve "mesken"
kelimeleri birbirinden farklı şeylerdir. "Sükûn" ve "meks"
masdarları da böyledir. Halbuki olması farzedilen yahut mevcud olan iki fiil,
iki isim böyle değildir. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi diyoruz ki: Bâ, lâm
ve fî harfleri arasında bir ortaklık vardır. Bâ, ilsâk (bitiştirmek) içindir.
Bu mekânda karar kılan kimse ise, adetâ
oraya yapışmıştır. Zamana nisbetle fiil de böyle (yani o zamana âdeta
yapışmiştir)dir. Binâenaleyh bir kimse "Gündüz sefere gitti"
dediğinde, "Falanca gündüze bitişmiş olarak sefere çıktı" demiş olur.
Şimdi bu ayete gelince, bu, "Onlar seherlerle içice, seherlerle birlikte
istiğfar ed&rier" demektir. Çünkü seherdeki vakitler, onlarla içiçedir.
İmdi eğer, "bu
ikisi arasında mana bakımından bir fark var mıdır?" denilirse, biz deriz
ki: "Evet. Çünkü "Gece kalktım" yahut "seherlerde istiğfar
ettim" diyen kimse, bu iki şeyi haber vermiştir ve bu, o fiili o vaktin ilk
parçalarında bulunuşuna, 'den daha fazla delâlet eder. Çünkü bu ikinci ifade,
zamanın fiil ile tam uyuşmadığı manasını çağrıştırır. Bir kimsenin,
"Falanca beldede ikamet ettim" ifadesi de, o kimsenin, o beldenin onu
kapladığını ifade etmez, ama ifâdesi ise, o beldenin onu tamamen içine aldığını
gösterir. Binâenaleyh bir kimsenin, ve demesi, buralarda fî harf-i cenini
kullanmasından daha geneldir. Zira beldede olan, belde ile kuşatılmıştır. Ama
belde ile kâim olan, tamamen
beldede değildir.
Bunu iyice kavradığına
göre, bu ayette onların hiçbir vakitte ibadetten uzak kalmadıklarına, çünkü
geceleri sanki hiç uyumadıklarına, seherin hemen başında ise istiğfarda
bulunduklarına bir işaret vardır. Böylece burada, kendilerinden herhangi bir
günah çıkmadan bile, onların istiğfar ettikleri beyan edilmektedir. Çünkü
onlar, seherlerde uyanıktırlar. Dolayısıyla o vakitte günah işlemeye ayrılmış
bir zamanlan yoktur.
Eğer, "İyice izah
et. Çünkü zamanlar içinde, bâ harf-i cerrinin zarf olamayacağı ve mesele
denilemeyipdenilmesinde olduğu gibi, kullanılamayacağı durumlar vardır?"
denilirse, deriz ki: Bir zaman içinde geçen her iş, o zamana bitişiktir.
Binâenaleyh cuma günü çıkma işi, o zamanla bitişik, onunla içiçedir.
Dolayısıyla bunda ifâdesi kullanılamamıştır. Yine diyoruz ki: Bu ikisini
birbirinden ayıran şey, ilgili ifadelerin mutlak veya mukayyed olarak
getirilmeleridir. Bunun delili şudur: Sen eğer, dersen güzel olmaz. Ama
"Uğurlu günde veya uğursuz günde çıktım.." dersen güzel olur.
"Gece" ve "gündüz" ifadelerinde, bir tahsis ve bir kayıt
bulunmuşsa, bâ harf-i cerrini bunların başına getirmek caizdir. Ama sen bunları
kayıtlar, tahsis edersen, bu kullanış caiz olmaz. "Yevmu'l-cum'â"
ifadesinde, "yevm" (gün) kelimesi tahsis edildiği için, bunun başında
bâ harf-i cerrinin kullanılması caiz olmamıştır. Ama ifadeyi nekire kılmak
suretiyle bu tahsis ortadan kalkar ve sen "falan gün" dersen, bâ
harfi bunda kullanılabilir. Bunun sırrı şudur: Cum'a günü, bu saat, o gece gibi
ifadelerde, zamanın ötesinde, başka bazı hususiyetler de zikredilmiştir.
Birşeyin gerçekte hususiyetleri ise, insanın detaylı bir biçimde hasr
edemeyeceği kadar çok ve sınırsızdır. Fakat bunlar icmâlî (toptan) olarak hasr
(sınır) altına alınabilir. Meselâ, "Bu adam.." dediğinde, bunun genel
şekli "O adam" ifadesidir. Ama kalkar da "uzun adam"
dersen, bu genel ifadeyi tahsîs etmiş olamazsın, fakat tahsise yaklaştırmış
olursun. Böylece bu ifadeden, kısa adamlar hariçte kalmış olur. Yine sen kalkar
da, "âlim adam" dersen, yine onu tahsis etmiş olmazsın. "Zâhid
adam" dediğinde de durum böyledir. Fakat "Ömer'in oğlu"
dediğinde bu ifade, Zeyd'in, Bekir'in, Hâlid'in ve diğerlerinin oğullarından
onu hariç tutmuş olur. Binâenaleyh sen böyle söylediğinde bu, o tahsis edici
hususların hepsini içine alır, fakat o özellikler sadece bu ifadenin içinde
bulunmuş olur. O halde kendisinde, zamandan başka hususiyetler de zikredilen
zaman zarfı, zamanın kendisinden farklıdır. Fiil, zamanla içice olan bir
şeydir, yoksa zamandan kaynaklanan birşey değildir. Ama fî harfi cerrinin bunda
kullanılması doğrudur. Çünkü genelde mevcut olan şey, hususî olanda da vardır.
Çünkü âmm (umumî-genel), hâssa (hususiye) dahil olan şeydir. Ama "fî"
harf-i cerri, kendisinde o şeyin bulunduğu şeye dahil olur da böylece, meselâ
ve denilir.
Lâm'ın incelenmesine
gelince, bunu, daha sonraki yerine tehir eiyoruz. Yapılacak açıklamanın bir
kısmı, daha önceden (Vâkıa, 38) ayetinin tefsirinde geçmişti.
Buradaki zamiri,
faydadan hâlî değildir. Bu konuda Zemahşerî şunu söylemiştir: "Bunun
faydası, istiğfar konusundaki kemâl ve mükemmelliklerini ifâde için, hükmü,
buradaki kimselere hasretmektir. Buna göre sanki, onların dışındakiler istiğfar
edici değil de, ancak ve ancak onlar istiğfarda bulunanlar; başkası değil...
Nitekim Arapça'da, ilimdeki kemâlinden dolayı, "Falanca yok mu, o âlimin
ta kendisidir" denilir ki, sanki, "İHm sadece onda toplanmıştır ve o
bu konuda çok iyidir.." demektir.
Bunda bir başka fayda
daha vardır. Bu da şudur: Cenâb-ı Hak, ''Seher vakitlerinde de onlar istiğfar
ederler.." ayetini, "Onlar, gecenin ancak az bir kısmında
uyurlardı.." (Zarîyât. 17) ifadesine atfedince, şayet olumlu manayı
zamiriyle tekîd etmemiş olsaydı, bu durumda mananın "Seherlerde, az bir
süre istiğfar ederler" şeklinde olması da muhtemel olabilirdi. Nitekim sen
Arapça'da, "Falanca, çok az eziyyet
eder ve insanlara ihsanda bulunur.." dersin.. Bundan, muhtemelen onun, hem
eziyyeti az, hem de ihsanı az birisi olduğu anlaşılır. Ama sen, "Ne az
eziyyet eder! O, ihsan edenin kendisidir" :ediğindeyse, bu anlayış ortadan
kalkar ve bunda, şu ifâdenin anlamı ortaya çıkar: O eziyyeti az, ama ihsanı bol
olandır."[30]
El-istiğfâr kelimesi
birkaç manaya muhtemeldir:
a) Zikirde
bulunarak sözle mağfiret talebinde bulunmak. "Ey Rabbimiz, bizi
bağışla..." demeleri gibi.
b) Fiil île
mağfiret talebinde bulunmak.. Buna göre mana, "Seherlerde onlar, mağfiret
talebiyle, başka bir fiil yaparlar..." şeklinde olur. Bu da, namaz ya da
onun dışındaki diğer ibâdetlerdir.
c) Görüşlerin
en garibi olan bu izaha göre, "istiğfar" maddesi, ekinin hasat zamanı
geldiğinde
kullanılan,"istehsade'z-zer'u"
fiilinin bâbındandır. Yani, "seher vakti onlar mağfireti hak ederler ve
mağfirette bulunma zamanı gelir..." demektir. Buna göre şayet,
"Allah, onların mağfiretini niye seher vaktine tehîr ediyor?"
denilirse, biz deriz ki: Seher vaktinde, gece melekleri ile gündüz melekleri
toplanır, bir araya gelir.. Bu, şühûd zamanıdır. Allah da, onlardan bir
topluluğa şöyle der: "Ben, kulumu bağışladım.." Birinci görüş daha
açık ve güçlü; ikincisi ise, müfessirlere göre daha meşhurdur.[31]
"Onların
mallarında isteyenin ve yoksulun da bir hakkı vardır..." (Zariyat. 19).
Biz daha önce pekçok
kereler, Allah Teâlâ'nın, kendisini tazimin peşinden, mahlûkatın,a dair şefkat
ve merhameti zikrettiğini ifâde etmiştik. Hiç şüphe yok ki, geceleri pek az
uyuyan, seher vakitlerinde istiğfara yönelen kimse, Allah'ı pek büyük bir
biçimde tazîm edip sayar. İşte böyle Cenâb-ı Hak, "Onların mallarında
(...) bir hak vardır" beyanıyla (onların mahlûkata karşı olan) şefkat ve
merhametine işaret etmiştir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:[32]
Pekçok yerde,
"Allah'ın size nzık olarak verdiğinden infak edin..."(Yasin, 47} ve
"Rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler..." (Bakara, 3)
buyurulmuş olduğu halde, burada mal onlara nisbet edilmiştir, niçin? Biz deriz
ki: Bunun sebebi şudur: Bu yerlerdeki ifâdenin amacı, teşvik etmektir. Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, mal ile beraber, onları infâkta bulunmaya teşvik eden ve
engeli ortadan kaldıran şeyi de zikretmiş ve "Bu, Allah'ın rızkıdır; Allah
sizi nzıklandırır.. O halde, fakirlikten korkmayın ve verin!" buyurmuştur.
Burada ise, yaptıkları şeyden dolayı onları medh söz konusudur. Su sebepte de,
teşvik eâic't bir ifâdeye gerek kalmamıştır.[33]
Buradaki jr (hakk)
kelimesi hakkında meşhur olan görüş, bunun,
şer'an bilinen miktar,
yani "zekât" olduğu şeklindedir. O zaman da bu ifâde,
övgü sıfatı olarak kalmaz.. Çünkü, müslümanın malında bir hakkın, yani zekâtın
bulunması, medtıi gerektiren bir sıfat değildir. Zira, her müslüman böyledir.
Hatta, İslâm'ın fürû'uyla emrolunmuş olup, onun malında da muayyen bir hak
vardır; ancak ne var ki, müslüman olursa bu ondan sakıt olabilir; ölürse,
terkettiğinden dolayı itaba muhatap olur dersek, kâfir dahi böyledir... Üstelik
o, müslüman olmaksızın bunu edâ ederse, bu yerini bulmaz.. O halde bunun bir
övgü sıfatı olduğu nasıl anlaşılabilir? Deriz ki: Buna birkaç bakımdan cevap
verilebilir:
a) Biz,
buradaki "sâil"i, şer'an isteyebilen kimse; "mahrûm"u da,
istemesine imkân verilmemiş olup, şâriin (kanun koyucunun), kendisini
istemekten men ettiği kimse diye tefsir ediyoruz. Bu men ise, bazen, isteyen
kimsenin buna hak kazanmamış olmasından, bazan da, kendisinden talepte bulunulan
kimse üzerinde, talep edilecek bir hakkın kalmamış olmasından ileri gelir. İşte
Cenâb-ı Hak onun hakkında, "Onun malında isteyen için bir hak, yani zekât;
istemeyen için de, nafile olarak verilen bir sadaka vardır.." buyurmuştur.
Çünkü buna sahip olan kimse, bunları (elinde tutmayı) talep edemez ve
kendisinden, gerek cizye gerekse zekât olarak bunu isteyeni engelleyemez..
Bilâkis (isteyen kimse), bunları serbestçe ister. O zaman, Cenâb-ı Hak sanki,
"Onun malında zekât ve sadaka vardır.." buyurmuştur. Maldaki sadaka
ise ancak, Allah'ın onu farz kılmasıyla (caiz) olur.. Buna göre kelâmın
takdiri, "Bu (hakkın), çıkarılıp fakir ve miskinlere verilmesidir..."
şeklindedir.
İkinci cevap da
şudur: ifâdesi, "Yani, onların
mallan, onların hakları için bir zarftır, (mahaldir)..." anlamındadır.
Zira, fi kelimesi, zarf manası ifâde eder. Fakat, zarf, ancak mazruftan
(içindeki şeyden) dolayı talep edilir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
"Onlar, malı onu ancak bir hakka zarf ve mahal kılmış oldukları halde talep
ediyorlar ve biriktiriyorlar.." buyurmuştur. Şüphe yok ki, zarftan talep
edilen, onun mazrufudur. Zarf ise, onların malıdır. Böylece de onların malı,
haklar için bir zarf (mahal) kılınmış olur. Bundan büyük medih de yoktur.
İmdi eğer
"Onların malı sâil içindir" denilseydi, daha beliğ olmaz
mıydı?.." denilirse, biz deriz ki: Bu böyledir, zira kırk dinarı olan
kimse bunu tasadduk etse, onun bu tasadduku devamlı olamazdı. Ama kişi çalışıp,
ticâret yapsa ve uzun yıllar yaşasa; zekâtını ve sadakasını da verse, bu durumda
verilen şeyin miktarı daha çok olur. Bu tıpkı, namaz ve orucun durumu gibidir..
Bir kimse kendisini, bunlardan aciz kalacak kadar, namaz ve oruç için yorsa,
bunun durumu, bunları ölçü ile yapanın durumu gibi olmaz.. İşte Hz. Peygamber
(s.a.s), "Bu din (İslâm) muhkemdir. Sağlamdır. Sen ona yumuşakça gir, zira
aceleci adım yol almadığı gibi hayra sırtını da dönmez'[34]
hadisiyle buna işaret etmektedir.[35]
Ayetteki sâil ve
mahrum hakkında birkaç izah şekli bulunmaktadır:
1)
"Sâil", hacetini söyleyendir ki, bu, insanoğludur. "Mahrum"
ise, insanoğlunun dışında, nefisleri olan, ihtiyaç sahibi olan canlılardır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur; "Ciğer taşıyan her mahlûktan Ötürü bir
ecir vardır"[36]
2) En açık
ve en meşhur olan bu görüşe göre, "sâil", isteyen (dilenen) kimse;
"mahrum" ise, iffetinden dolayı dilenmeyen ve bazı insanların zengin
zannederek kendisine bir şey vermediği kimsedir. Birincisi, tıpkı Cenâb-ı
Hakk'ın, "Yayın, hayvanlarınızı otIaym..."(Taha, 54) ayeti; ikincisi
de, "... hem ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyip dilenen fakire
yedirin..." (Hacc, 36) ayeti gibidir. O halde (Hacc, 36) ifâdesi mevzûbahs
tefsirimizdeki "mahrum" gibidir. Buna göre şayet, "Birinci izaha
göre, ayetteki tertip son derece güzeldir. Çünkü, nâtıkın (ifade edenin)
ihtiyacını gidermek, "behâim"in (diğer canlıların) ihtiyacını
gidermekten öncedir.
İmdi, ikinci izaha
göre, ayetteki tertibi nasıl izah ederiz?" denilirse, biz deriz ki: Bu
hususta da şu iki izah yapılabilir:
a)
İsteyenin
ihtiyacını gidermek, oluş
bakımından, mahrumun ihtiyacını gidermekten önce gelir. Çünkü,
isteyenin durumu, sözünden anlaşılır ve bu, malı az olduğu için talepte
bulunmaktadır.. Dolayısıyla, bunun ihtiyactnı gidermek öncelik arzeder.
Mahrumun hali ise, bilinmemektedir. Binâenaleyh, bunun ihtiyacı da, kendisine
muttali olunduktan sonra giderilir. O halde, sayma, vakıadaki tertibe göre
olmuştur demektir.
b) Bu, o
bağışın çokluğuna bir işarettir. Böylece Allah adeta şöyle demek istemiştir:
"O, isteyene verir. İsteyeni bulamadığı zaman, muhtaçları sorar
soruşturur. Böylece de, aynı anda, hem sorup soruşturan, hem de sorulup
soruşturulan olmuş olur."
c)Lafzî
güzellikler, hükmî sözde de terkedümemiştir. Çünkü, meselâ bir kimsenin,
"Onların dönüşleri bizedir ve onların
hesapları da bizedir bize" şeklindeki sözü, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Şüphesiz onların dönüşleri ancak bizedir. Sonra hesaplan da muhakkak bize
aittir.." (Gaşrye, 25-26) ifâdesi gibi değildir. Kelâmın bir maddesi
vardır ki, bu onun lafzıdır; bir de ruhu vardır ki, bu da onun manasıdır.
İnsanın, ruhunu marifetullah ile nurlandırdığı gibi, zahir bedenini de
temizlikle nurlandırması gerekir. Söz de böyledir; nice hikmetli kelimeler
vardır ki, lafzındaki tutukluktan dolayı, gönüllerde müessir olmaz..
Bunu iyice kavradığına
göre, Cenâb-ı Hakk'ın, (Zâriyât, 19)
ifâdesi, lafız bakımından, bizim, dememizden daha güzeldir.
İmdi eğer:
"Cenâb-ı Hak, burada, bahsettiğin sebeplerden dolayı, "sâil"i,
istemeyenden (mahrûm)'clan önce getirmiştir.. Peki (Hacc,36) fâdesinde niçin, mahrumu sâilden
önce getirmiştir? Çünkü, istemeyen; ise, isteyendir!" denilirse, biz deriz
ki: âni kelimesinin isteyen; mu'terr kelimesinin ise, istemeyen olduğu da ileri
sürülmüştür. Böyle olması halinde bu demektir ki, bu iki yer arasında bir fark yoktur.
Şu da ileri sürülmüştür: Hem, âni hem de el-mu'terr istemezler. Ancak ne var
ki, âni, ne bu işi çıtlatır, ne de evinden cışarı çıkar; Mu'terr ise, selâm
alıp vermek suretiyle bu işi çıtlatır, ama bu da istemez... Yine, finiin
istemeyen, mu'terr'in de isteyen olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre, devenin
eti, herhangi bir görevlinin istemesi veyahut da, cizye talep etmeye hak
kazanmış kimse olmaksızın dağıtılır. Zekâtka ise, hem bir isteyen vardır, hem
de
bu işi idare eden bir
görevli ve imam vardır.. O halde, ayetteki ifâdesi zekâta; (men olunmuş)
ifâdesi de, nafile olan sadakaya bir işarettir ki, bunlardan biri diğerinden
önce gelir. Ama o eti verme işi böyle değildir...[37]
"Yeryüzünde kesin
bilgiye ulaşacaklar için. nice ayetler vardır" (Zârıyât, 20).
Bu hususta, muhtemel
şu iki izah yapılabilir:
a) Bu ifâde,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki, size vaadolunan elbette doğrudur. Şüphesiz
ki ceza da elbette vâkidir" (Zâriyât. 5-6) ayetleri ile ilgilidir. O halde
bu demektir ki, bu ifâdede, onlara o haşrin olacağına dair bir delâlet
bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Senin hakikaten boynunu bükmüş
gördüğün arz da O'nun ayetlerindendir. Fakat biz suyu indirdiğimiz vakit o,
harekete gelir, kabam. Ona muhakkak can veren Allah, elbette ölüleri de dirilticidir..."
(Fussilet, 39) buyurmuştur.
b) Bu,
müttakilerin fiilleri ile ilgili bir ifâdedir. Çünkü müttakiler, Allah'dan
çekinir, böylece O'nu ulularlar ve derken, Allah'ın kullarına karşı şefkat
saçarlar. Onlar için hem yeryüzünde, hem de kendilerinde, bu hususta isabet
edip hakkı bulduklarına dair ayetler vardır. Çünkü, yeryüzünde' kendisi için
ilginç ayet ve göstergeler bulunan şahsın, tam bir kudreti var demektir.
Dolayısıyla, kendisinden haşyet içinde olunur ve kendisinden ittikâ edilir. İnsanların
nefislerinde de, üstün hikmetleri, bol nimetleri bulunan zât, ibâdet olunmaya
müstehaktır ve kendisine ibâdet etmek için uykusuz kalmaya değer... Binâenaleyh
kul, İbâdetlerini, o zâtın kendisine verdiği nimetlerle Karşılaştırdığında,
ibâdetlerini, o nimetlerin şükrünü karşılamaktan daha az bulur da, bu hususta
kusurlu oluşundan dolayı mağfiret talebinde bulunur. Rızkının semâdan
Allah'tan) olduğunu anladığı anda, malında cimrilik etmez... Bu demektir ki, bu
sonra gelen üç ayette de, önce olan ayetlerin yeniden ele alınması ve te'kîd
edilmesi bulunmaktadır. Buna göre ayetteki, "Semânın ve yerin Rabbine
andolsun..." (Zâriyât, 33) ifâdesinin, birinci mu'teriza cümlesinden sonra
getirilmesi daha güçlü ve daha açık olmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele
vardır:[38]
Cenâb-ı Hak, "Ölü
toprak ki biz onu canlandırdık onlar
için bir ibrettir" (Yasin, 33) demek suretiyle, yerden çıkarılan
delillerin herkes için söz konusu olduğunu belirttikten sonra burada, daha
nasıl bu delilleri, müklnîn (kesinkes inananlar)e tahsis etmiştir?
Cevap: Biz
deriz ki, biz daha önce şöyle demiştik: Yemin, delil getiren kimsenin, en son
başvuracağı şeydir. Bu böyledir, zira bu kimse ilk önce, delillerini getirir.
Eğer tasdik olunursa ne âlâ.. Yok eğer tasdik edilmezse, karşı taraf onun
mutlaka, bâtılda ısrar ettiğini söyler. Çünkü o, bunu çürütmeye gücü yetmeyip
onu, tasdik de etmeyince, beri tarafın çok kuvvetli bir cedel kabiliyeti
olduğunu kabul eder ve ona gurur isnad eder. Böylece de, yemin etmeye yol
açılır. Yeryüzünün delilleri, ona fayda vermemiştir. Çünkü, ifadesiyle yapılan
yeminler, delillerin daha önce getirilmiş olduğuna delâlet etmektedir. Cenâb-ı
Hak ayetlerini getirip, bu da fayda vermeyince, bu sefer bu hususta her ne
kadar da muannit ve ısrarlı kimseler için bir fayda elde edilemezse bile
"Yeryüzünde kesin bilgiye ulaşacak kimseler için, nice ayetler
vardır" buyurmuştur. Ama, Yâsîn ve yeryüzünün delillerinin bütün insanlar
için zikredildiği diğer yerlerde ise, yemin bulunmamıştır. Yeminden önce, ayetler
zikredilmiştir. Dolayısıyla da, "Yeryüzü kendisine nazar edenler için,
apaçık ayetlerdir..." denilmiştir. Daha sahih olan, ikinci bir ceyap şekli
de şudur: Burada, bilfiil ayetler vardır. Bunlardan ibret alanlar da,
mü'minlerdir. Dolayısıyla da, bu mucize, delil olma işi, onlar için tahakkuk
etmiştir. Ama, Cenâb-ı Hakk'ın, herkes için ayetler bulunduğunu söylediği
yerlerdeki mana, "Düşünceleri, tefekkür etmeleri halinde, arzda herkes
için ayetler vardır" şeklindedir.[39]
Cenâb-ı Hak burada,
"Arzda, ... nice ayetler
vardır" buyurmuş; orada ise, "ölü arz onlar için bir ayettir..."
(Yâsîn, 33) demiştir.
(Niçin?) Biz deriz ,ki: Cenâb-ı Hak, ayetlerin, kesin inananlar için olduğunu
söyleyince, bu ifâdeyi çoğul getirmiştir. Çünkü, inanç noktasında, kesinlik
derecesine ulaşmış olan kimse, hiçbir surette, hiçbir zaman ve hiçbir yerde,
Allah'tan gaflet edemez ve her şeyde, O'nu gösteren ayetler ve deliller görür.
Ama, gafil kimseye gelince bu, pekçok şey neticesinde ancak uyanabilir...
Binâenaleyh, her şey, bu gafil kimse için tek bir ayet gibi olmuş olur (Onun
için Yâsîn, 33'de kelime tekil gelmiştir:)[40]
"Kendi
nefislerinizde dahi (nice ayetler var). (Bunları) görmüyor musunuz?"
(Zâriyât. 21).
Bu ifâdede, enfüs?
delile bir işaret vardır ki, bu, bu yönüyle Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Gerek
âfakta, gerekse kendi nefislerinizde ayetlerimizi yakında onlara
göstereceğiz..."(Fussilet,53) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hak, yeryüzündekilere
açık ve net olarak göründüğü için, afakî delillerden yeryüzünde olanları tercih
etmiştir. Çünkü, yeryüzünün kenarlarında, bucaklarında bulunan delillerin
çeşitlerini sayıp dökmek mümkün değildir. ifâdesindeki enfüsî delil, genel bir
ifâde olup, bu hitabın, mü'minlere olması muhtemeldir. Cenâb-ı Hak bu ifâdeyi,
hitap sîgasıyla getirmiştir.Çünkü, bu kalıp, bu ifâde tarzı, insanın,
kendisinde olanları daha tam ve daha mükemmel olarak bildiği için, daha açık
bir ifâde tarzıdır. İle "sizde... "manasının kastedilmiş olması da
muhtemeldir. Çünkü Arapça'da "Taş,
aslında serttir" denilir, bu ifâdede geçen "nefs" sözüyle
hayatın, hissin ve hareketlerin kaynağı olan "nefs" kastedilmez. Bu
ifâde ile, "Sayesinde hayat bulduğunuz nefislerinizde ayetler vardır..'
manasının da kastedilmiş olması muhtemeldir.
"Görmüyor musunuz?" ifâdesinin istifhamla getirilmiş olması, o
ayetlerin, çok net olduklarına dair bir işarettir.[41]
"Rızkınız ve size
vaadolunana gelen şeyler göklerdedir.." (Zâriyât, 22).
Bu ifâde hakkında da
şu İzahlar yapılabilir:
a) Bulutlarda
yağmurlar vardır..
b) Semâda,
rızkınız yazılmış ve takdir edilmiştir.
c) Rızıkların hepsinin takdiri, semâdandır.
Eğer semâ olmasaydı, yeryüzünde herhangi bir azığın tanesi dahi mevcut
olmazdı..
Bu üç ayet arasında da, çok güzel bir tertip bulunmaktadır. Zira
insanın, var olabilmesi için, daha önce geçmiş ve kendisine muhtaç olduğu
birtakım şeyler bulunmaktadır. Böylece insan, zâtı açısından var olmuş olur.
Yine, varlıkta, onunla birlikte olan birtakım şeyler olduğu gibi, sayesinde
hayatiyetini sürdürebilmesi için, ondan sonra gelen ve ona katılan şeyler de
vardır. Şimdi arz, bir mekândır ki, insan ona muhtaçtır. Dolayısıyla insandan
önce, o arzın bulunması gerekir, jşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Yeryüzünde
kesin bilgiye ulaşacak kimseler için, nice ayetler vardır" (Zariyât.20);
insanın bizzat kendisinde de, onu meydana getiren maddesi ile, o madde ile kaim
olan sıfatları ve ilintileri vardır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Kendi
nefislerinizde dahi..."(Zariyât,21) ve insanın, rızkı sayesinde hayatiyetini
sürdürmesi mümkündür ki, işte bu sebeple de Allah, "Rızkınız ...
göklerdedir" buyurmuştur. Şayet semâ olmasaydı, insanlar için, hayatiyeti
devam ettirme olmazdı.
Ayetteki ifâdesi hakkında şu izahlar yapılabilir:
a) Vaadolunan
cennettedir. Çünkü cennetler, semâdadır.
b) fafp
kökündendir. Çünkü, ayetin bu ifâdesi, "ifâl" babının meçhulüdür. O
halde, vaad olunan sey, ya (Zâriyât,13)
ayetinde belirtilen ateştir; yahut da (Zâriât 15) ayetinde anlatılan
cennetlerdir Böylece yahut da (Zâriyât,
15) ayetinde anlatılan cennetlerdir. Böylece bu, genel bir tehdit, yahut da
genel bir vaad oluş olur. Bunun azaba dair olmasına ve bu durumda da hitabın
kâfirlere olması halinde, Cenâb-ı Hak adeta şöyle demiş olur: "Yeryüzünde,
"mûkınîn" için yeterli deliller vardır. Ama, "Sizler ey
kâfirler, sizin de içinizde, kendinizde ayet ve deliller vardır ki, bunlar
ayetlerin en açık olanıdır. Ama sizler, dünyanın gününden ve liderlik
sevgisinden dolayı, bunları inkâr ediyorsunuz. Semâda da rızıklar vardır.
Binâenaleyh, şayet sizler, gerektiği gibi tefekkürde bulunmuş olsaydınız, nasıl
olsa o sizi gelip bulacağı için, rızık yüzünden hakkı terketmez ve sizi gelip
bulacak ve size vaadolunan azâbtan korunmanız için, bâtıldan içtinâp
ederdiniz..[42]
"İşte o göğün ve
yerin Rabbine andoîsun kî, (vaadolunduğunuz) o (şeyler), tıpkı konuştuğunuz
gibi şüphesiz ve katı bir gerçektir..." (Zariyat, 23).
Kasemin konusu
hakkında şu izahlar yapılmıştır:
a)
"Size vaadolunan şeyler" ifadesi, "Bunlar haktır"
takdirindedir. Bunun böyle olduğunu, "vaadolunduğunuz şeyler elbette
doğrudur" (Zariyat, 5) ayeti te'yîd eder. Bu izaha göre,
"Vaadolunduğunuz şeyler elbette doğrudur" ayeti hakkında yaptığımız
izahlar, aynen burası için de geçerlidir. Şimdi kalkar da bu vaadolunan şeyin
cennet olduğunu söylersek, kendisi için yemin edilen şey, cennet olmuş olur.
b) Zamir,
Kur'ân'a râcîdir, (Hû zamiri), yani "Kur'ân katî bir gerçektir"
demektir. Hak Teâlâ'nın,
"Ondan döndürülen
döndürülür" (Zâriyat, 9) ayeti hakkında söylediğimiz şeylerde bunun delili
vardır. Bu izaha göre, ayetteki ifadesinin manası, "Vahy meleğinin
söylediği ve Allal. katından indirdiği o şey, tıpkı, sizin konuştuğunuz gibi
(hak)tır" şeklinde olur. Bunu ileride izah edeceğiz.
c) Bu zamir,
"Şüphesiz ki ceza elbette vâkidir" (Zariyat, 9) ayetindeki cezaya
(din gününe) râcîdir.
d) Bu, "Ceza günü ne zaman?"
(zariyat, 12) ayetindeki güne râcîdir. Bunun böyle oluşunun delili de, Allah
Teâlâ'nın o günü, "îşte bu gün haktır" (Nebe, 30) ayetinde, hak
(gerçek) olarak nitelemesidir.
e) Bu zamir,
onların ihtilaf içinde oldukları söze (Zariyat, 18) râcîdir. Nitekim "İşte
çarçabuk gelmesini isteyegeldiğiniz ceza bu idi" (denilir)"(zariyât,
14) Duyurulmuştur.
Bu ifâdenin tefsiriyle
ilgili olarak birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Bu ifadenin başındaki "fâ" edatı, bir işin başka bir işin hemen
peşisıra olmasını gerektirir. Şu halde, o önce geçmiş olan iş (husus)
nedir?" Deriz ki: Bu hususla ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:
a) Bu, önce geçmiş olan delildir. Buna göre Hak
Teâlâ âdeta, "size vaadolunan, önce açık burhanlarla, sonra da yeminlerle
anlatılan bir haktır" demektedir.
b) Bu, önce
geçen yeminlerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki önce, "Zariyâta (tozutup
savuranlara) ... yemin olsun ki" buyurmuş, daha sonra da, "Göğün ve
yerin Rabbine andolsun ki..." diye yemin etmiştir. Buna göre, bunun
başındaki "fâ", fiilin tekrar edilmesi gibi, yemin harfi (edatı) ile
birlikte getirilen bir atıf harfi olur. Çünkü meselâ, "...ve Amr'a
uğradım" denilir. O halde "Zariyâta, Hamilâta ... yemin olsun
ki" ifadeleri, başlanna kasem harfi getirilmeksizin birbiri üzerine
atfedilmiş, bu ayetteki yemin ise, yemin harfi yeniden getirilerek onlara
atfedilmiştir ki, bunun sebebi iki yeminin arasına giren uzun fasıladır. Daha
önce zikri geçen şeyin, "ateş üzerinde azaba uğratılacakları
gün..(Zariyat, 13) ve "Şüphesiz ki
müttakiler... cennetlerde, pınarların başlarındadirlar" (Zâriyât, 15)
ifadeleriyle anlatılanın o ceza ve mükâfaat olduğu da söylenebilir. Burada
şöyle bir incelik var: İfadenin başındaki "fâ", açık izahların geçmiş
olmasından ötürü, artık yemine hiç gerek kalmadığına dikkat çekmektedir.
Binâenaleyh Hak Teâlâ sanki: "Göğün ve yerin Rabbine yemin olsun ki, o
haktır" demek istemiştir ki, bu tıpkı bir kimsenin, davasını ortaya
koyduktan sonra, "Bu, vallahi benim dediğim gibidir" demesine benzer.
Böylece o kimse, sözünü yemin ile pekiştirmiş ve o işin, yemin edilmese de
doğru olduğuna işaret etmek istemiştir.[43]
İkinci Bahis:
Hak Teâlâ daha önce, yer ile ilgili birtakım şeylere, meselâ rüzgâra;
"hareliyollara sahip olan gök hakkı için... "(Zâriyât.7) ayetinde
olduğu gibi göklere yemin etmiş, ama bunların Rabbi olarak kendi zatına yemin
etmemişti. Burada ise onların Rabbine de yemin etmiştir, niçin? Diyoruz ki:
Zaten normal sıra da böyledir. Çünkü konuşan, ilk Önce en aşağı derecedeki şeye
yemin eder, eğer doğrulanmasa, yukarı doğru kademe kademe çıkar. İşte bundan
ötürü birileri, "Bir kimse, "senin hayatına ve Allah'a yemin olsun
ki" dese, kâfir sayılmaz, ama "Allah'a ve senin hayatına yemin olsun
ki.." dese, şüphesiz kâfir olur" demişlerdir. Bu, her nekadar durum,
o adamın söylediğinin aksine de olsa, şâhid ve delil olarak getirilmiştir.
Çünkü aslında küfür, ya kalb ile, yahut da kalbin işi olan bir hususla açık bir
lafız veya açık bir fiil ile olur. Fakat bu adamın küfür saydığı şey, Allah'dan
başkasının tarafını ta'zim etme bakımından, çok açık değildir. Şaşıyorum böyle
diyene. Çünkü bu, abdest ve şâire
hususlarda, bahsediliş sırasındaki sonralığın, sırada sonralık ifade ettiğini
söylememiştir.
Üçüncü Bahis:
"Misi" kelimesi, merfû olarak da okunmuştur. Bu durumda ayetteki,
kelimesinin sıfatı olur. "Misi" kelimesi, her nekadar ma'rife bir
kelimenin muzaaf olsa da, bu muzaaf oluş onun nekire bir kelimeye sıfat
olmasına engel teşkil etmez ve mesela sen,
"Amr gibi bir adam" diyebilirsin. Çünkü bu muzaaf oluş, ona
marifelik kazandırmaz. Zira "misi" kelimesi, kapalılık yönünden
zirvededir.[44]
Bu kelime nasb ile de
okunmuştur. Bu okunuşa göre, şu iki izah muhtemeldir:
a) Bu, kendinden
daha zayıf olana muzâf olduğu için, meftun olmuştur. Aksi halde, veya "Zeyd, kendisini bilenle dövüştü veya
kendisine küfredenle dövüştü" denilebilirdi.
b) Bu, bir
beyan olarak mansubtur ve "Şüphesiz o, şunun gibi bir hak olarak,
haktır" takdirindedir. Bunun malum olan, ama bizzat zikredilmemiş olan bir
masdarın (mef'ûl-ü mutlakın) stfatı olarak mansub olduğu da söylenebilir. Bunun
izahı şöyle yapılabilir: Biz, buradaki "hû" (o) zamiriyle Kur'ân'ın
kastedildiğini delilleriyle anlatmıştık. Buna göre Hak Teâlâ sanki,
"Kur'ân, tıpkı sizin konuştuğunuz gibi, meleğin hak olarak konuşup,
peygambere vahyettiği bir haktır" buyurmuştur. ifâdesindeki edatının, mahallen mecrûr olduğunda ise şüphe
yoktur.[45]
"ibrahim'in
şerefli misafirlerinin haberi sana ulaştı mı?" (Zariyât, 24).
Bu ifade, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in kalbinin, başka peygamberlerin başına da, kendi başına
gelenlerin geldiğinin beyân edilerek, teseflî edilişine bir işarettir.
Cenâb-ı Hak,
peygamberlerin büyüğü dedesi olduğu için, Hz. Peygamber (s.a.s)'in de, bazı
konularda onun sünneti (yolu) üzere oluşundan dolayı, kavmini o misafirlerin
başına gelen ile ve sapık günahkârların üzerine taşların yağdırılması ile inzâr
etsin diye, burada Hz. İbrahim (a.s)'i tercih etmiştir.
Bu İfadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:[46]
Bu ayetin maksadı,
yukarıda bahsedilen teselli ve inzâr olduğuna göre, misafirler kıssasının bunda
nakledilmesindeki hikmet nedir? Deriz ki: Bu, peygamberler için, bir atlamaya,
cahil ve ahmak kimseler için de, onlara hiç ummadıkları bir taraftan pelip
çattığı İçin, bir belaya işarettir. Nitekim Hak Teâlâ "Al!ah(ın azabı)
onlara, hiç hesap etmedikleri taraftan geldi" (Haşr, 2) buyurmuştur.
Dolayısıyla, makam ve nevkinin yüksekliğine rağmen, Hz. İbrahim (a.s)'in bile,
o azabın indirileceğine dair haberi yoktu.[47]
Cenâb-ı Hak, o
melekler hiç de (aslında) misafir olmadıkları halde, onlara
nasıl "misafir" diyebilmiştir? Deriz ki: Hz. İbrahim (a.s) onları misafir
gibi görüp öyle sandığı için, Cenâb-ı Hak, ona bir ikram ve lütuf olmak üzere,
onun bu zannında yanıldığını açıklamadı. Nitekim muhakkik âlimlerin sözleri
arasında şöyle
bir cümle vardır:
Sadık, dediği doğru çıkan; sıddık ise, olanı söyleyendir.[48]
müfred (tekil) bir
kelimedir. "Mükremîn" ise, çoğuldur. Öyle ise, nasıl müfred bir
kelimeye, cemî bir kelime sıfat olarak gelebilmiştir? Deriz ki:
"Dayf", çoğul için de kullanılan bir kelimedir. Nitekim Arapça'da,
"kavmün
dayfun" "misafir
topluluk" denilir. Bir de bu kelime masdardır. Böylece masdar olma
açısından tıpkı mesela az önceki (22.) ayette geçen rızk masdarımn kullanılışı
gibidir. Cenâb-ı Hak o melekleri, ya "ikram olunmuş, şeref verilmiş
kullar" olduğu için, "Aksine onlar mükremûn kullardır"(Enbiyâ,
26) ayetinde buyurulduğu gibi, yahut da İbrahim (a.s) onlara ikram ettiği için,
"mükremîn" "ikram olunanlar" diye nitelemiştir.[49]
Buna göre eğer,
"Hz. İbrahim (a.s) onlara ne ile ikramda bulunmuştur?" denilirse,
deriz ki: Önce, güler yüzle; ikinci olarak, en güzel ve en iyi yere oturtmakla;
üçüncü olarak, yiyecek şeyi hemen (gecikmeden) sunmakla; daha sonra da
misafirlere yemelerini ve oturmalarını teklif etmekle ikram etmiştir. Bir
görüşe göre bu meleklerin sayısı biri Cebrail (a.s), biri Mikâil (a.s) ve bir
üçüncü melek olmak üzere üç idi; bir görüşe göre on idi, diğer bir görüşe göre
ise, oniki idi.[50]
"Biz, mücrim bir
kavme gönderildik (onları azab için)" (Hicr, 58) ayetine bakıldığında,
melekler azab için gönderil- mislerdi ve o mücrim kavim, İbrahim (a.s) kavmi
olmayıp,
Hz. Lût (a.s)'un kavmi
idi. Öyleyse onların Hz. İbrahim (a.s)'e uğrayışlarımn hikmeti nedir? Deriz ki:
Burada üstün bir hikmet vardır ve bunu şu iki şekilde, izah edebiliriz:
a) ibrahim
(a.s), peygamberlerin pîri idi ve Hz. Lût (a.s) da, Hz. İbrahim (a.s)'in
Kavmindendi. Büyük padişahın, kendisine bağlı ve itaatkâr olan kimse için,
başkasına Dir elçi gönderdiğinde, o elçisine, "Falana da uğra ve ona,
falancaya görevli olarak gittiğini haber ver ve bu hususta onun görüşünü
al" demesi, o kimse için bir ikram
b) Allah
Teâlâ büyük bir kavmi ve kalabalığı helak etmeyi takdir edip, bu da Hz. İbrahim
(a.s)'in Allah'ın kullarına karşı olan şefkatinden ötürü, onu üzecek birşey
olduğu için, o meleklerine, "İbrahim'e, helak olacak bu insanların
binlerce katı miktarda, soyundan gelecek olan ve soyundan peygamberler çıkacak
olan bir çocuğu olacağını müjdeleyin" demelerini emretmiştir.[51]
"Hani bunlar,
onun yanma girmişlerdi ve "selâm" demişlerdi. İbrahim de:
"Selâm" demiş, "Tanınmamış bir zümre..." demişti"
(Zariyât. 25). Burada birkaç mesele vardır:
[52]
Bu ifâdenin başındaki edatının âmili nedir? Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
a) (Zâriyât, 24) ifâdesinin delâlet ettiği
fiildir. Biz, Hz. İbrahim (a.s)'in onlara ikramda bulunmasını nazar-ı dikkate
alarak, Allah'ın, onları "ikrama mazhar olmuşlar" olarak tavsif
ettiğini söylersek, bu âdeta sanki Cenâb-ı Hak, "Onlar girdiğinde ikram
ediniz" demiş gibi olur. Bu böyledir, zira misafire, girdiği andan
itibaren ikramda bulunmak, kerîm, cömert kimselerin şiarıdır.
b) kelimesinin (zanyât. 24) delâlet ettiği
fiildir. Çünkü biz, kelimesinin, masdar olduğunu söylüyoruz. Böylece Cenâb-ı
Hak sanki, "İbrahim, onları girdikleri zaman misafir etti.." demiş
gibi olur.
c) Bu
ifâdenin âmilinin, (zâriyât. 24) fiili
olması ve takdirinin de, "onlar girerken, onların kıssası (henüz) sana
gelmemişti. Şimdi bunu dinle..." şeklinde olması da muhtemeldir. Çünkü, bu
ayetin başındaki burada, hakikî manada
istifham için değil, tam aksine i'lâm, bildirme, dikkat çekme içindir. Bu
üçüncü şık daha evlâdır. Çünkü bu, açık bir fiildir. Bu ifâdenin takdirinin,
"Onların girdiği anı hatırla..." şeklinde olduğu da söylenebilir.[53]
Meşhur kıraata göre,
bu iki selâm lafzının îrâblan, hangi
sebepten dolayı farklı olmuştur. Biz diyoruz ki, biz ilk
önce, bu ifâdelerden
birincisinin niçin mansub, İkincisinin de niçin merfû okunduklarını izah edip,
daha sonra da
i'râbtaki farklılığın
sebebini izah edelim...[54]
' Nasb hususunda şu
izahlar yapılabilir:
a) Buradakilafzıyla, "tahiyye" manası
kastec. Ki bu, meşhur olanıdır. Bu durumda bu kelime, mef'ûl-i mutlak olarak
mansûb olup, takdiri şeklinde olur.
b)
"Selâm" da bir tür sözdür. Ve "selâm" konuşanın, kendisi
sebebiyle, boş şeylerden veya günaha ileten şeylerden uzak olduğu bir kelâmdır.
Buna göre sanki onlar, İbrahim (a.s)'in yanına girerken, "Günahtan uzak
güzel bir söz söylediler.." şeklinde olur. Bu durumda da, lafzı
dediler" fiilinin mef'ûlü olur. Çünkü maddesinin mef'ûlü, sözdür.
Nitekim Arapça'da, "Falanca bir söz söyledi..." denilir. Ve bu üy?
"Ona, kamçıyla vurdu" türünden değildir. Çünkü burada, dövülen şey
kamçının kendisi değildir. Halbuki burada söz 'nin mef'ûlü), kelâm türündendir
ki bunu, "Kendilerine beyinsizler laflar attığı zaman, "selâm"
derler..."(Furkan, 63) ile "Yalnız bir söz, "selâm,
selâm"(Vakıa, 26) ayetleri de
tefsir etmektedir.
c) Bu,
mahzûf fiilin mef'ûlü olup, takdiri, "Sana selâmı ulaştırıyorum..."
şeklinde olur. Bu izaha göre, "Şayet bu böyle olsaydı, Hz. İbrahim (a.s),
onlar selâm verdikleri andan itibaren onların Allah'ın resulleri olduğunu
anlardı. O zaman da, ne "Tanınmamış bir zümre" diyebilirdi; ne de
onlara yiyecek ikram ederdi, ve ne de, "onlardan hoşlanmaz ve kalbine bir
nevi korku gizlemezdi" (Hud, 70).." şeklinde de denilemez. Çünkü biz
diyoruz ki, şöyle denmesi mümkündür: "Onlar, biz sana selâmı tebliğ
ediyoruz" deyip, İbrahim (a.s) de, "Sizler, o selâmı bana kimden
getiriyorsunuz.." diye soruncaya değin, onlar bu selâmın Allah'tan
olduğunu söylemediler. Zira hakîm kimse, büyük şeyleri, ancak tedricî bir
şekilde ifâde eder. Binâenaleyh, o meleklerin kendileri zâten heybetli olunca,
bir de kalkıp buna, Allah'tan olan o büyük şeyi, yani selâmı eklemiş olsalardı,
İbrahim (a.s), bundan sıkılırdı. İbrahim (a.s), onlara ikramda bulunmaktan
dolayı, onlara soru soramadı; sorusunu, ikramı bitirdiği vakte erteledi.
Dolayısıyla onları, meleklerin verdiği o selâm ile, Hz. İbrahim (a.s)'in o
selâmın kimden olduğunu sorması arasındaki müddet içinde yadırgadı, içten içe
korktu." kelimesinin munsub
oluşunun sebepleri bundan ibarettir.[55]
Merfu olarak kıraatine gelince, biz diyoruz ki, bununla
yine "takiyye" anlamına gelen selâm kastedilmiştir ve bu, meşhurdur.
Bu durumda bu kelime, takdiri şeklinde
olan haberi mahzûf bir mübtedâ olmuş olur. Mübtedânm nekre olması muhtemel bir
şeydir. Nitekim bir kimse, "Veyl, ona olsun..." diyebilir. Yahut da,
takdiri,"Onun cevabı ise, "SelânV'dır şeklinde olan mahzûf bir
mübtedanın haberidir. Bu ifadeyle, kendisi sayesinde emîn Sunulan, ya da emîn
oluşu haber veren bir sözün murad edilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre bu
kelime, mahzûf mübtedânm haberi olur ve takdiri, Benim İşim selâm ve
barıştır" yani, "Benim, sizinle alıp veremeyeceğim herhangi bir şey
yoktur Çünkü ben sizi tanımıyorum..." şeklindedir. Veyahutta, bu ifâdenin
müptedâsı ifâdesi olup bunun takdiri,
"Sizin sözünüz kurtuluşu, emin oluşu haber veren bir selâmdır.. Halbuki
siz, tanınmayan bir topluluksunuz. Öyleyse sizin durumunuz, arzunuz nedir,
kendinizi tanıtır mısınız? Çünkü durumunuz bana biraz müşkillik
arzediyor.." şeklindedir. İşte bu ifâdenin mansûb ve merftı olarak
okunmaları hususunda söylenebilecek muhtemel izahlar bunlardan ibarettir.
Aralarındaki farka
gelince, biz deriz ki, meşhur olan izaha göre, her iki yerde de selâm,
"takiyye" anlamındadır. Ama biz, bu ikisinin arasında hem lafız, hem
de mana bakımından fark bulunduğunu söylemekteyiz.
Lafız bakımından olana
gelince, biz diyoruz ki: denilmesi aslında belirsiz olduğu halde, mübtedâ
olduğu için, caiz ve yerinde görülmüştür. Çünkü bu durumda bu ifâde, adeta
sanki, aslı üzere terkedilmiş gibidir. Çünkü asıl olan, bu kelimenin mansûb
oluşudur. Ve takdiri de, "Sana bir selâm veriyorum..." şeklindedir.
ifâdesi ise, o selâmla kimlerin kastedildiğini beyân etmek için getirilmiş olan
bir kelimedir. İşte bu, beyân etme işinden başka, 'ün, mana bakımından bir payı
ve hissesi yoktur. Böylece de sanki, kelâm dışı kalmış gibidir. Tam ifâde ve
kelâm ise ifadesidir. Bu, tıpkı senin, Zeyd'i, damın üzerinde dövdüm..."
demen gibidir. Böylece, "damın üzerinde.." ifadesi, hem fiilin, hem
failin dışında bir ifâde olmuş olur. Bu ketime, sırf zaafiyyet anlamında yeri
bildirmek için getirilmiştir.
Durum böyle olunca,
selâm ve dualar da çokça vukûbulan bir şey olunca, onlar (nahivciler)
demişlerdir ki: Biz, fiil cümlesinden vazgeçip isim cümlesine dönüyoruz ve için
de, sözde bir pay ve hisse ayırıyor ve böylece diyoruz.. Böylece deifâdesi
için, zarurî bir fayda ve mana takdir edilmiş olur ki, bu da onun haber
olmasıdır. "Selâm" kelimesi de, nasb halindeki gibi, nekire olarak
bırakılmıştır. Bunun böyle olduğu bilindiğine göre, nasb ile okuma asıldır, merfû
okuyuş ondan alınmıştır. Asi olan ise, ondan alınmış olandan, yani fer' den
önce gelir. İşte böylece, asıl olan fere olana takdim edilerek, ayette
buyurulmuştur.
Mana bakımından olan
farka gelince, bu şöyledir: İbrahim (a.s) o meleklere en güzeliyle cevâp vermek
(selâmlarını almak) istedi de ifâdesini, isim cümlesi olarak getirdi. Çünkü
isim cümleleri, devamlılığı ifâde eder. Çünkü bizim "Zeyd oturdu"
cümlemiz, bu manayı ihsas ettirmez. Zira fiilde, teceddüd ve yeniden var olma
manası vardır. İşte bundan dolayı şayet sen, "Allah, şu anda
mevcuttur" demiş olsan, akıl, bu mevcut oluşun sürekli olduğuna hükmeder.
Çünkü bu ifâde teceddüdü, durup yeniden başlamayı ifâde etmez. Ama birisi
kalksa da, "Allah, şu anda mevcut oldu" diyecek olsa, bahsettiğimiz
sebepten dolayı akıl bunu nerdeyse kabul etmez.. Binâenaleyh o melekler,
(selâm) deyince, Hz. İbrahim (a.s) "Selâmün aleyküm" demiştir ki,
"Selâm devamlı olarak sizin üzerinize olsun" demektir. Bizim, ayetin
bu ifâdeleri ile "Emin kılıcı, selâmete eriştirici söz..." manası
kastedilmiştir dememiz halinde, aradaki fark ortaya çıkar. Çünkü onlar selâmet
sahibi, emniyyet ve güvence verici bir söz söylediler de, İbrahim (a.s) de,
"selâm" dedi. Yani, "Sizin sözünüz emniyetli ama sizler
tanınmayan bir topluluksunuz. Dolayısıyla, durumunuz bana karışık geldi"
demektir. Yok eğer, bu ifâdelerle "sulh, barış, musalaha" manasının
kastedilmiş olduğunu söylersek, -çünkü onlar, Hz. İbrahim (a.s)'e selâm
vermişlerdir- biz deriz ki: Hz. İbrahim (a.s) bu hususta, iki şeyin arasını
yani Allah'ın tarafını tazimle, Allah'ın kullarının kalbini gözetme arasını
birleştirmiştir. Çünkü Hz. İbrahim (a.s), onların Allah'ın salih kullarından
olduklarını bilmediği halde, bu ifâdesinin sonuna ifâdesini de ekleyerek demiş olsaydı,
onların, bundan başka bir hal üzere olmaları mümkün olabilir, böylece de Resul
yani Hz. İbrahim (a.s) onlara emân vermiş, onları güvencede kılmış olurdu.
Çünkü selâm, "emân" vermedir. Peygamberin emân verişi ise, onu
gönderenin, yani Allah'ın emân vermesi sayılır. Böylece de Allah'ın müsaadesi
olmadan, adeta Allah'ın adına hareket ederek kendi başına bu işi yapmış olurdu.
İşte bu sebeple, Hz. İbrahim (a.s) âdeta şöyle demiştir: "Siz bana selâm
verdiniz. Ben bekliyorum. Benim işim sulhtur. Durum ortaya çıkıncaya kadar
sizinle hiçbir alıp veremediğim yoktur!" Bunun böyle oluşunun delili,
"kendilerine beyinsizler laflar attığı zaman, "selâm"
derler..."(Furkan, 63) ayetidir. Cenâb-ı Hak, işte bu manada Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, "Onlardan geç (aldırma) ve "selâm" de" (Zuhrut,
89) buyurmuş, dememiştir. Çünkü Kur'ân'da bahsi geçen seçkin kimseler, şayet
cahil kimselere selâm verirlerse, bu, onlara (cahillere) ilişmenin haram
oluşuna bir sebep olmaz.. Fakat şayet Hz. Peygamber (s.a.s), o câhillere selâm
verirse bu, onlara ilişmenin haram oluşuna bir sebep teşkil eder. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, "Selâm, de.." buyurdu ki, bu, "Benim size
karşı hareket tarzım, sulhtur. Biz size ilişmeyi, Allah emrini getirinceye
kadar erteledik, bıraktık.." demektir. Ama bu ifâdeyle bizim, "Biz
selâmı ulaştırıyoruz.." manasının kastedilmiş olduğunu söyleyişimize
gelince, biz diyoruz ki: Onlar, "Biz sana selâmı ulaştırıyoruz" deyip
de, ibrahim (a.s) de, bunun kimden gelmiş olduğunu bilmeyince,
"Selâmun..." dedi. Yani, "Eğer bu Allah'tan ise, bu O'ndandır;
bu sayede benim şerefim artar. Ancak ne var ki, bana O'ndan bir selâm
ulaşmıştır, benim şerefim o selâm iledir. Ben başkasının selâmıyla şerefyâb
olmam.." demektir. İşte bu hususta söylenebilecek şeyler bundan ibarettir.
Neyi kastettiğini en iyi bilen Allah'tır. Bu maddelerden, 1. ve 2.si itimada
şayandır. Çünkü, en kuvvetlileri bu ikisidir, hem de bunlar, başkaları
tarafından da söylenmiştir.[56]
Cenâb-ı Hak,
Hûd Süresi'nde, "Ellerinin o yemeğe uzanmadığını görünce onları
yadırgadı.." (Hûd, 70)
buyurunca, bu, Hz.
İbrahim (a.s)'in, onları yadırgayışı, onun onlara o buzağıyı takdim etmesinden
sonra olduğunu gösterir... Burada da Cenâb-ı Hak, "Selâm" demiş.
"Tanınmamış bir zümre..*' buyurmuştur.[57]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, fâ-i takibiyye ile "Hemen, (gizlice) ailesine gidip semiz bir dana
getirdi de, bunu onlara yaklaştırdı. "Yemez inisiniz?" dedi"
(Zariyat, 26-27)
buyurmuştur ki bu, Hz.
İbrahim (a.s)'in onlara o yemeği yaklaştırmasının, onları yadırgayışından sonra
olduğuna delâlet eder. Şu halde bu konudaki izah nedir? Biz deriz ki: Hz.
İbrahim (a.s)'in zihninde, onlardan kaynaklanan bir yadırgama daha baştan
peydah olmuş, daha sonra bu yadırgama işi, onlar o taamdan yememek
istediklerinde iyice çoğalmıştır. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Çünkü
onlar, insanların, o zamanki halkın Üzerinde bulunduğu halin dışında bir şekil
ve görünüm üzere idiler ve onlar, bizzat kendileri açısından herkes nezdinde,
yadırganabilecek bir haldeydiler. İbrahim (a.s) ve başkaları, bu konuda
müşterek idiler. İşte bu sebepledir ki Hz. İbrahim (a.s), "Ben sizi
yadırgadım" dememiş, tam aksine, "Sizler, bizzat kendiniz bakımından,
bizden herkes nezdinde yadırganacak bir kavimsiniz.." demiştir.
Daha sonra ibrahim
(a.s), yalnız başına, onların bir durumunu müşahede edip görmüştür ki, bu da, o
taamdan yermemeleri durumudur. İşte böylece onları, herkese nisbetle, onlarda
olan o hal sebebiyle daha çok yadırgamıştır. Ancak ne var ki, Hûd Sûresi'nde
durum, burada zikredilenden daha geniş bir şekilde nakledilmiştir. Çünkü
burada, müjdesi verilen o şahıs açıklanmamış; halbuki orada ismi ile yâd
edilmiştir ki, bu İshak (a.s)'dır. Yine Cenâb-ı Hak burada, (helak edilecek) o
kavmin kimin kavmi olduğunu söylememiş; halbuki orada, bu kavmin Lût kavmi
olduğunu belirtmiştir. Velhâsıl, kim bu iki sûreyi iyice düşünür de tefekkür
ederse, bu ilgili kıssanın, orada (Hud Sûresi'nde) geniş bir şekilde
nakledildiğini anlar ve Cenâb-ı Hakk'ın, orada ilave nükteleri dile
getirdiğini; burada ise getirmediğini görür.
Şimdi biz yeniden,
misafir karşılama âdabı ile, misafire takınılması gereken edebin beyanına
dönelim. Kendisiyle henüz bir araya gelmeden ve birinin diğerine selâm
vermesinden önce, kendisine misafir gelen kimsenin, ta baştan yapacağı ikram da
bir ikram çeşidi olup, bu da, güzel karşılama, ta önlerine kadar gitme ve bu iş
için hazırlanmadır. Daha sonra ifâdesindeki nasbin delâlet ettiği bir biçimde,
misafirin vereceği selâmdır. Bu ifâde, bu manaya, ya mef'ûl-i mutlak tekîdî
olduğu için, veyahut da Hz. ibrahim (a.s)'den daha yüce bir zattan getirilen
bir selâm okluğu için, delâlet etmektedir. Daha sonra da, ikinci İfâdenin merfû
okunarak delâlet ettiği güzel bir selâm alış... Çünkü, selâmı almamada beklenen
vefa yoktur. Çünkü İbrahim (a.s) dememiş, tam aksine, ya, "Benim İşim
barıştır" yahut da "Sizin sözünüz selamdır, ama selâmınız da
yadırganır" manasında demiştir. Çünkü bu, her ne kadar ikramı zedeleyen
bir husus olsa da, ancak ne var ki haksızlık, kerîm kimselerin huyu değildir.
Çünkü, Allah'ın düşmanlarına sempati duymak, peygamberlere yakışmaz.[58]
Daha sonra da, Cenâb-ı
Hakk'ın "... eğlenmeden gidip kızartılmış bir buzağı getirdi..."
(Hud, 69) ifadesiyle, buradaki, "Hemen, (gizlice), ailesine gidip..."
ifâdesinin delâlet ettiği, misafire sunulcak yemeği hemen getirmek... Çünkü
kelimesi, sürat ve çabukluğa delâlet eder. Gizli bakış veya gizli geliş de
bunun gibidir. Sonra, bütün bu işleri gizli yapmak... Çünkü misafir ağırlayan
kimse, birşey hazırlamak istediğinde, onu, o hazırlamasına mani olmasın diye,
misafirden gizli yapması gerekir. Çünkü, Hz. İbrahim (a.s) gizlice eve gitmiş,
fakat (ailesine), "Getirin.." dememiştir.. Ve rahat olması,
ihtiyacını gidermesi için, misafir edenin biraz (bir an) misafirden ayrılması
güzel karşılanmıştır. Çünkü misafirin misafir edenden duyduğu utanç, ihtiyacını
gidermeye mani olur. En iyisini seçmek... Bunun delili, ayetteki,
"semiz..." ifadesidir. Misafiri, yiyeceğin olduğu yere taşımak değil,
yiyeceği, misafirin bulunduğu yere getirmek ve sunmak... Bunun delili de,
"bunu onlara yaklaştırdı..." ifadesidir. Çünkü, misafir eden kimse,
yiyeceği misafirin bulunduğu yere getirirse, o zaman, oturma yeri değişmez.
Eğer misafiri, yiyeceğin olduğu yere götürürse, orada çoğu kez bir oturma
farklılığı meydana gelir, dolayısıyla da, mertebesi daha aşağı olanlar yiyeceğe
daha yakın otururlar, daha yüksek olanlara ise yer kalmamış olur. Sonra, yemeği
sadece sunmalı, "yeyinl" diye emretmemen... Bunun delili de,
ayetteki, "Buyurmaz mısınız?" denilip de, "yel"
denilmemesidir. Misafir edenin, misafirlerin yeyip içmelerinden haz duyması..
Onların ye m ey işlerinden ise, haz duymaması... Nitekim, pekçok yemek
hazırlayıp da böylece külfete giren bazı cimri kimselerin aile ve çocuklarının,
misafirin o yemekten ne zaman elini çekeceğini gözetmeleri bunun delili
sayılır.[59]
"Derken, içine,
onlardan ötürü gizli bir korku çöktü. "Korkma" dediler ve onu, çok
bilgin, bir oğulla müjdelediler" (Zâriyat, 28).
Yediğinde, yediğinin
hakkını gözetmesi de, misafiri ilgilendiren bir edebtir. Bunun delili şudur:
Hz. ibrahim (a.s), onlar yemediği için, onlardan çekinip korkmuştur.. İşte,
yemedikleri için onlar, bu yemeyisin sebebini ortaya koymuşlar. Bunun delili
de, ayetteki "Korkma..." ifadesidir. Mazeret beyan ederken de, en güzel
ifâdeleri seçmek.. Çünkü akıllı bir kimsenin huzuruna yemek getirildiğinde,
orada şu iki şey söz konusu edilebilir:
a) O yemek,
ona zarar verebileceği için, onun için müsait değildir.
b) O
misafirin, o yemeği hazmetme konusundaki gücünün azlığıdır.. Bu durumda
misafirin, "Bu yiyecek (bana) uygun değildir..." dememesi gerekir.
Tam aksine uygun olan, başka bir ifâde kullanarak, meselâ şöyle demesidir:
"Bende bunu yemem konusunda bir engel var.. Evimde de hemen hemen hiçbir
şey yemem." Bunun delili de, ayetteki onu, ... bir oğulla
müjdelediler" ifadesidir. Çünkü o melekler Hz. İbrahim (a.s)'e.
kendilerinin yiyen bir cins olmadıklarını anlatmışlar, "Bu yiyecekler,
içecekler bize uygun değildir!" dememişlerdir.
Sonra müjde vermenin
de bir adabı, ilgili şahsa onu, onu mesrur edecek şeyi bir anda haber
vermemektir... Çünkü bu, bir hastalığa sebebiyet verir.. Bunun delili şudur: O
melekler oturmuşlar, İbrahim (a.s) onlarla tanışıklık kurmuş, derken onlar,
"Seni müjdeliyoruz" demişler, sonra da iki türün en kıymetlisi, yani
bir oğulla müjdelemişler, bununla da yetinmemişler, onu en güzel vasıflarla
nitelemişlerdir. Çünkü oğul, kız çocuğu mükemmel bir yaratılışta olur, güzel
huylu olur; oğul da bunun tam zıddı olursa, o zaman oğul kızdan daha aşağı
olur. Sonra o melekler, güzellik, yakışıklılık, kuvvetli ve kusursuz olma gibi
diğer vasıfları bırakmış, o çocuğu nitelemek için, ilmin, vasıfların başı ve en
önde geleni olduğuna işaret etmek için- ilmi tercih etmişlerdir. Biz, Lût
Kavmi'nin helak edilmesini haber vermeden önce, müjdenin haber verilmesinin
faydasını daha önce zikretmiştik ki bu fayda, Allah Teâlâ’nın Hz. İbrahim
(a.s)'e, helak edeceği o kavmin yerine onlardan daha iyisini getireceğini
Önceden bildirmesidir..[60]
''Bunun üzerine, karısı
(Sâre) bir feryâd içinde yönelip (elini) yüzüne vurdu.. "(Ben) doğurmaz
bir koca karı(yım)" dedi" (Zâriyât, 29).
Bu, "O kadın,
ailesine yöneldi" demektir. Bu böyledir, zira kadın meleklere hizmet
ediyordu. Melekler, kocası İbrahim (a.s)'le hanımının doğuracağına dair söz
edince, kadıncağız utandı ve onların yanından ayrıldı. İşte Allah Teâlâ bu
hususu, "Ehline yöneldi.." diyerek ifâde etmiş, "Meleklerden
ayrıldı.." dememiştir. "sayha, çığlık içinde" demektir. Çünkü
kadınların adeti, kendileriyle ilgili bir şey duyduklarında, ya utandıkları
yahut da şaşırdıkları için, mutâd bir şekilde bağırıp çığlık atma şeklindedir.
O çığlığın, Hz. İbrahim (a.s)'in hanımının" (Hud, 72) şeklindeki sözü olduğu da söylenebilir.
Bunun delili, Hûd Sûresi'ndeki işte bu ayettir. Elini yüzüne vurmak da,
kadınların adetlerindendir. Hz. İbrahim (a.s)'in hanımı, bu durumu kendisindeki
şu iki vasıftan dolayı akıldan uzak görmüştür.
a) İleri
yaşlılık..
b) Hiç
doğurmamış olmak.. Çünkü Sâre, gençlik yaşında doğuramamıştı.. Daha sonra da
ihtiyarlamış, hayızdan kesilmişti.. İşte bunlardan dolayı, bu durumu akıldan
uzak görmüş ve adeta sanki, bunun o meleklerden kaynaklandığını sanarak,
"Keşke sizler, kabul edilebilecek bir duada bulunsaydımz" demek
istemiştir. Bu tıpkı, misafirden duâ yoluyla sudur eden şu sözler gibidir:
"Allah sana mal versin, sana çocuk versin!" Bunun üzerine melekler,
"Bu, tarafımızdan yapılmış bir duâ değildir. Bu, ancak ve ancak Allah
Teâlâ'nın hükmü ve fermanıdır.." demişlerdir.[61]
Bunun delili de,
"Onlar,
"Öyledir. Fakat, (bunu) Rabbin buyurdu. Çünkü O, asıl hüküm ve hikmet
sahibi olan, herşeyi hakkıyla bilendir" dediler" (Zariyat, 30)
ayetidir. Melekler
Sâre'nin, bunu hayretle karşılamasını, "Çünkü o, asıl hüküm ve hikmet
sahibi olan, herşeyi hakkıyla bilendir" diyerek savuşturdular ki, biz bu
ifadenin ne demek olduğunu defalarca anlatmıştık.
İmdi ,eğer,
"Niçin Cenâb-ı Hak burada, buyurmuş
da, Hud Sûresi'nde (Hûd. 73) buyurmuştur?" denilirse biz deriz ki: Biz
daha önce de, İlgili kıssanın, Hûd Sûresi'nde genişçe ele alındığını
anlatmıştık. Böylece o melekler, "Allah'ın emrinden dolayı hayrete mi
düşüyorsun?" demek suretiyle, Sâre'nin hayretini gidermişlerdi. Sâre bunu
kabullenince, melekler o aileyi, Allah'ın nimetlerinin şükrünü ifâya sevketmişler
ve onlara, "Hamîdun Mecfd" ifadeleriyle, Allah'ın nimetlerini
hatırlatmışlardır. Çünkü "Hamîd" kendisinden güzel fiillerin sudur
ettiği kimsedir. "Mecfd" ise, âlicenap, himmeti yüce kimselerin güzel
fiilinden dolayı değil, O'nun zâtından dolayı, O'na hamdedip O'nu takdis
edeceklerine bir işarettir. Burada onlar, "Hayret mi ediyorsun?"
demeyince, onun teaccübünü gidercek şeye işaret etmişlerdir. Yani Allah'ın
hükmüne ve ilmine dikkat çekmişlerdir.
Burada şöyle bir
incelik vardır: Bu tertip her iki sûrede de gözetilmiştir. Çünkü Hamîd",
fiil ile; "Mecfd" de söz ile alâkalı olan ifâdelerdir. Aynen bunun
gibi Hakim" de yaptığı işi, İlminin gerektirdiği gibi yapan ve onu, bizzat
kastederek yapan kimsedir. Ama, tesadüfen bir iş yapıp da, o işi tesadüfen
maksada uygun olan kimse
böyle değildir. Bu
meselâ, uyurken yanını değiştirip de, bu orada bir yılanı öldürmüş olan
kimsenin hali gibidir. Çünkü böylesi kimseye hakîm denilmez. Ama, onun
sokmasından uzak bulunmak için, onu öldürmeye niyetlenip de bu işi yapan kimseye
ancak hakîm denebilir. Alîm ise, Cenâb-ı Hakk'ın zâtıyla alakalı bir sıfat
olup, bu Allah'ın şerefinden dolayı hamde müstahak oluşuna bir işarettir..
Velev ki Cenâb-ı Hak, bildiği için onu yapmayı kastederek bir fiil yapmasa ve o
fiili, kasteden bir kimsenin kasdına uygun olarak yapmasa bile...[62]
"Ey gönderilmiş
(melekler), sizin hal-ü şanınız nedir? dedi." "Onlar, "Biz
günahkârlar güruhuna gönderildik.." dediler" (Zâriyat, 31-32).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:[63]
Hz. İbrahim (a.s) o
meleklerin durumunu, ayetteki (Zariyat,25) kelimesinin de bize gösterdiği gibi-
bildiğine göre, o meleklerin gelişlerinin, başka bir şey için değil, sırf
beşaret için olabileceği gerekçesiyle, daha niçin, onların müjdelediği şeyle
yetinmedi de böyle dedi? Biz deriz ki: İbrahim (a.s), misafir eden kimsenin
takınması gereken bir edebe riâyet etti. Çünkü o, misafiri sıkmak için acele
edince, ona, "Bu acele de ne oluyor? Seninle bir araya gelmeden dolayı
şeref duymamıza engel olan bir şey mi var?" dedi; susmasının, onları çok
gördüğü ve gelmelerini yadırgamış olduğunu düşündüreceği korkusunu duyduğu
için, onlar çıkıp giderken suskun kalmamıştır. Sonra o melekler de, dosta
yakışan edebi izhar etmiş, dostundan herhangi bir şayi gizlememişlerdir. Hele
de bu iş, Allah Teâlâ'nın onlara, Hz. İbrahim (a.s)'e o kavmi helak edeceğine
dair bilgi vermeleri ve daha hayırlısını da müjdelemeleri suretiyle kalbine rahatlık
vermeleri hususunda müsaadesi olunca... Bu daha hayırlı olan da, sahih görüşe
göre, Peygamberlerin babası, Ishâk (a.s)'dır.
Buna göre şayet,
"o halde, bu ifâdeyi fâ ile getirmeyi gerektiren şey nedir? Eğer sizin
dediğiniz gibi olsaydı, Hz. İbrahim (a.s), "Bu acele ediş niçin? Bu acele
tavrınız niye?" derdi..." denilirse, biz deriz ki: Şayet, onlardan
dolayı Hz. İbrahim (a.s)'in içine bir korku düşmüş ye onlar da, herhangi bir
müjdelemede bulunmadan ve Hz. İbrahim (a.s) ile cinsiyyet kurmadan çekip gitmiş
olsalardı, Hz. İbrahim (a.s) hiçbir şey demeyecekti.. Ama onlar onunla ünsiyyet
peydah edince, Hz. İbrahim (a.s), "Bu büyük ünsiyyetten sonra, bu acı
verici ayrılık niye?" manasında, "... hâl-ü şanınız nedir?"
demiştir.[64]
kelimesinde, diğer
lafızlarda bulunmayan bir mana mevcut
mudur? (denilirse), biz, çleriz ki:, Evet, zira, bu ifâdeye yakın müfred
lafızlar, "Meşgaleniz nedir?;
durumunuz nedir?; işiniz nedir?" vb. ifadelerdir. Ki, bunların hiçbiri, o
İşin azametine delâlet etmez. Ama, kelimesi, "büyük iş' demektir.. Durumun
büyüklüğü ise, o işin elinde son bulacağı zâtın büyüklüğüne delâlet eder. İşte
bu sebeple, Hz. ibrahim (a.s) ' demiştir ki, bu, "Siz, azametli kimseler
olduğunuz için, sizler ancak büyük bir iş için gönderilmiş olabilirsiniz.."
demektir. Şayet Hz. İbrahim (a.s),
"Sizi meşgul eden önemli şey nedir?" ve "Sizin, önemli ve
büyük işiniz nedir?" demek suretiyle, (müfret değil de) mürekkeb ifâdeler
kullanmış olsaydı, "Tatvît olur, (söz uzatılırdı). O halde
"el-hatbu" kelimesi, kısalığına rağmen, büyüklüğü ve tazîm ifâde
etmiştir.[65]
Hz. İbrahim (a.s),
onların elçi olduklarını nereden anladı? Biz deriz ki: Onlar ona, bunu
söylediler. Bunun delili,
ayetteki, "..
çünkü biz Lût kavmine gönderildik.. "(Hud, 70) cümlesidir. Daha önce de
beyân ettiğimiz gibi, ilgili kıssa, Hûd Sûresi'nde genişliğine ele alındığı
için, Cenâb-t Hak bu ifâdeyi burada zikretmedi. Yahut ta biz diyoruz ki: O
melekler, Hz. İbrahim (a.s)'in hanımına, "öyledir. Fakat Rabbin buyurdu"
(Zârityât. 30) deyince, Hz. İbrahim (a.s), onların Allah katından geldiklerini
anlamıştır. Çünkü onlar, Allah'ın sözünü nakietmişlerdir. Bunun böyle oluşunun
delili, onların, "Biz günahkârlar güruhuna gönderildik" (Zariyat, 32)
demelerinin, Hz. İbrahim (a.s)rin onlardan sorduğu sorunun cevabı oluşudur.[66]
Bu kıssa, aynen Hûd
Sûresi'nde de geçmiştir. Orada onlar, Hz. İbrahim (a.s)'in korkusu geçtikten ve
onu o çocukla müjdeledikten sonra, "Biz... gönderildik..."; burada
ise, Hz. ibrahim (a.s), onlara, hal ve durumlarını sorduktan sonra,
"Biz... gönderildik ..." demişlerdir. Hem onlar orada, "Biz,
Lût'un kavmine gönderildik..." derlerken, burada, "Biz, mücrimler
güruhuna gönderildik" demişlerdir. Hikâye edilen, onların sözleridir.
Onlar bunu söylemeseler bile, aynı soru yine söz konusudur. (Ne dersiniz?) Biz
deriz ki: Birisi Zeyd'den naklen, "Zeyd, "Amr çıktı" dedi"
deyip, daha sonra da, ikinci kez, "Zeyd, Bekir çıktı" dedi"
derse, şimdi, Zeyd'den ya iki söz südûr etmiştir, yahut da bu kimse, Zeyd'in
dediği şeyi hikâye etmemiştir.
Bunlardan birincisine
şu şekilde cevap verebiliriz: Hz. İbrahim (a.s) korkunca, onlar Hz. İbrahim
(a.s)'e, "Korkma, çünkü biz Lût kavmine gönderildik.." deyince, bu
sefer Hz. İbrahim (a.s) onlara, "onlara ne yapacaksınız?" dediğinde
de, o melekler, "Biz, Lût'un kavmine, onları helak edelim diye
gönderildik.." demiş olabilirler ki, bu ttpkı bir kimsenin, "Evden
çıktım.." dediğinde, "Niçin çıktın?" denilmesi gibidir. Bunun
üzerine o da, "Ticaret etmek için çıktım" der.. Ancak ne var ki,
burada mâna yönünden şöyle bir katkı söz konusudur Onlar, ifâdesinin cevabı olarak, kendilerinin,
suçsuz olana elem vermekten, âdî ve suçlu olanı da ihmâl
etmekten berî
oldukları anlaşılsın diye, "Biz, onları, Allah'ın emriyle imha ediyoruz"
demişler, işte bu sebeple de, "gönderme (irsal)" lafzını
tekrarlamışlardır.
İkincisine de şu
şekilde cevap verebiliriz: Nakletmek, bazan lafzın nakledilmesi şeklinde olur.
Bu, meselâ senin, Zeyd: Amr'e uğradım" dedi diye lafzı ayrıca nakletmen
tarzında olur. Bazan da, söylenilen sözü, mana cihetinden nakletme şeklinde
olur. Sen, "Zeyd, "Amr çıktı" dedi" dersin ve senin, bu
anlatılanın dışında, başka bir lafızla yeniden değişiklik yapma imkânın vardır.
Böylece sen, "Zeyd, "Bekir çıktı" dediğinde, ben de şöyle şöyle
dedim" dersin... Kur'ân da, mu'ciz bir lafızdır, ama, ister Hz. Peygamber
(s.a.s)'den önce geçen peygamberlerden südûr etmiş olsun, isterse onlara
indirilmiş olsun, bu hususları ifâde eden şeylerin lafzı mu'ciz değildir..
Dolayısıyla, bu nakillerin, o lafızlarla yapılmamış olması gerekir. Buna göre o
melekler adeta Hz. İbrahim (a.s)'e hem, "Biz mücrim bir kavme
gönderildik" hem de "Biz Lût kavmine gönderildik" demiş
olabilirler. O ise, "Biz, seni tasdik eden zatın kavmine gönderildik"
diyebilir. Çünkü O, onların lafızlarını nakletmiyor ki bunlar aynı olsun. Tam
aksine onların sözlerini mana bakımından naklediyor. Bunda ise pek çok değişik
ifadeler sözkonusu olabilir. Baksana Allah Teâlâ, yapılan tefsirlerden birine
göre, onların nasıl selâm verdiklerini naklederken, iki ayrı yerin birinde
"selâmen" birinde de "selâmün" demiştir (Zariyat, 25).[67]
"Çünkü üzerlerine
çamurdan taşlar atacağız" (Zârityât, 33).
Cenâb-ı Hak bu ifade
ile, onların niçin gönderildiklerini beyan buyurmuştur. Biz bunu Ankebut
Sûresi'nde açıklamış ve bunun, lûtilikte bulunanları (homoseksüelleri)
recmetmenin (taşlayıp öldürmenin) vâclb (farz) olduğunun delili okluğunu
söylemiştik. Bu ifadeyle İlgili birkaç mesele var:[68]
Bir tanesi bile
kanadının tüyüyle şehirleri alt üst etmeye yeterken, bu melekleri toptan
göndermeye ne gerek var?
Deriz ki: Kudret
sahibi olan padişah, bazan güçsüz bir kişiye, önemli bir kimseyi öldürmesini
veya önemli, hatırı sayılır birisine, önemsiz bir şahsa hizmet etmesini
emredebilir. Bu onun nüfuzunun geçerli olduğunu göstermek için böyle yapılır.
Çünkü pek çok mahlukatı, bit ile, çekirge İle, pire İle hatta hayat için
gerekli olan hava ile, (rüzgâr) ile imha ettiğinde, bu, onun büyük kudretini
gösterir. Şimdi az olmalarına rağmen, Bedir'deki kâfirleri öldürme işini,
binlerce meleğine emretmesi, O'nun emrinin ne denli geçerli olduğunu ortaya
kor.
Burada şöyle diğer bir
incelik de vardır: Büyük bir padişahın, düşmanlarını yenmek için, yardım emri
altında olanlardan yardım istediğinde, emrindekiler büyük bir orduyla destek
verirlerse, bu, onların padişahlarına gösterdikleri bir saygı olur. Düşman çok
olur ve buna göre, destek de olursa, bu saygı daha mükemmel olur. Fakat Allah
Teâlâ, Hz. Lût (a.s)'a onbin melek göndererek, Hz. Muhammed (s.a.s)'e de beşbin
melek göndererek destek vermiştir. Bu iki sayı arasındaki farklılık,
küçümsenecek gibi değil. Bu hususu, "Ondan sonra, kavminin üzerine, gökten
bir ordu indermedik" (Yâsîn, 28) ayetinin tefsirinde bir nebze
anlatmıştık.[69]
Ayette bahsedilen
taşın, çamurdan olma bir taş olarak nitelenip te'kîd edilişinin hikmeti nedir?
Deriz ki: Bazı
kimseler, doluya
da "taş" derler.
Böylece ayetteki
"çamurdan" ifadesi, bunun dolu zannedilme ihtimalini ortadan
kaldırır. Bil ki bazı kimseler şöyle bir iddiada bulunmuşlardır! "Gökten
inen her şey, ancak bir dolu, yahut da piyadelerin, atıcıların kullandıkları
saçma biçiminde yuvarlak, çamurdan taş haline gelir. Bunun sebebi şudur: Kuvvetli
bir fırtına, mamur olmayan, evler bulunmayan büyük çöllerden kumları göğe
kaldırır ve rüzgârlar, onları bazı yerlere taşır. Derken bunlar önemli bir
manaya tesadüf edip, adeta ıslak bir çamur haline gelir. Islak çamur, yukardan
aşağı dağılıp inerken yuvarlaklasın Bunun böyle oluşunun delili şudur: Sen suyu
yukarıya doğru atarsan, sonra da onun inişine bakarsan, büyük inci taneleri
tarzında yuvarlak küreler şeklinde indiğini görürsün. İnerken, tesadüfen bunlar
havadaki kızgın şeylerle çarpışırlar. Derken bu kızgın şeyler, o yuvarlak
çamurları, pişmiş kiremitler gibi taş haline sokar. Böylece aşağı doğru iner,
Allah Teâlâ'mn, öldürmeyi takdir ettiği kemselere isabet eder. Çoğu kez de
meskun olmayan yerlere inerler ve böylece görülmezler, ne olduğu bilinmezler.
İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak bu ayette, "çamurdan taşlar"
buyurmuştur. Çünkü yıldırımiardaki tas[70] gibi, çamur olmayan şeyler, "yağdı"
denecek bir şekilde çok olmaz."
Bu izah, zorakî bir
izahtır. Aklı mükemmel olan kimse, bu fikri, söyleyene nisbet ederek, der ki:
Şayet bu fırtına bir başka hâdise sebebiyle vaki olmuş ise, bu durumda teselsül
gerekir. Neticede mahluk olmayan bir halika varıp dayanması gerekir. Bu halikın
mutlak hür ve irade sahibi bir fail olması gerekir. Hür ve irade sahibi bir kimse
de, dediğini yapan kimsedir. Binâenaleyh bu kimse, herhangi bir sıcaklık ve kum
olmaksızın, o çamurdan taşları başka şekilde yaratabilir. Fakat akıl için,
bunun varedilişinin böyle olduğunu kesin söyleme imkânı yoktur. Aklın
ulaşamadığı şeyleri, nakil ile alıp söylemek (öğrenmek) gerekir. Bu hususta da,
nass (ayet) vardır. Dolayısıyla biz, ona itibâr ediyoruz. Bunun keyfiyyetini
bilemiyoruz. Malum olan husus, o çamurdan taşların gökten inişlerinin daha
garip ve daha şaşırtıcı oluşudur. Çünkü alışılmış duruma göre, o taşların,
mutlaka uzun bir süre ateşte kalıp pişmiş olmaları gerekir.[71]
"(Bunların
herblri), müsriflere âit olmak üzere, Rabbin katında İşaretlenmiştir"
(Zariyat, 34).
Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
1) Bu
taşların herbirinin üzerine, o taşla ölecek olan şahsın ismi işaretlenmiş,
yazılmıştır.
2) Bunlar, o
şahısların ismi, üzerlerinde yazılı olduğu halde ve onlara azab etmek için
yaratılmıştır. Diğer taşlar ise böyle değildir. Çünkü onlar, bina v.s. şeylerde
kullanılmak için yaratılmıştır.
3) "Müsevvemeten"
kelimesi "günahkârların üzerine salıverilmiş olarak" demektir. Çünkü
İrsal "salıverme", salme "otlayacak" hayvanlar için
kullanılır. Nitekim, Arapça'da, "O, hayvanları otlamak için saldı" denilir.
Binâenaleyh bu manada da denilir. Hak Teâlâ'nın, "hayl-i müsevveme"
(Al-i İmran, 14) ayeti bu manada olmak üzere, "salıverilmiş (serbestçe
yayılan) atlar" diye tefsir edilmiştir ki bu, onlara ihtiyaç olmadığına ve
onların binmek için olmadığına işarettir, böylece bu, onların sahibinin
zenginliğini gösterir. Nitekim Hak Tealâ, bunun gibi,
"kanâtfr'll-mukantarata" "kantar kantar mal..."(Al-i İmran,
14) buyurur.
Ayetteki, ifadesi,
tabiatcılann iddialarının zıddı bir manaya işarettir. Çünkü onlar derler ki:
"O taşlar, insanlardan birine isabet ettiğinde bu, bir tür tesadüftür.
Çünkü o taşlar inerken, ister istemez bir şahsa isabet edecekti, nitekim de
etti. O halde ayetteki, "müsevvemeten" kelimesi, "o taşlar, tâ
yaratılırken ve salıverilirken işaretlenmiştir" demektir. Bunun böyle
olduğu anlaşıldığı an, bu bir tesadüf değil, kast-ı mahsus ile, müşrikleri
(mücrimleri) helak için olmuş olur.
imdi eğer, "O
taşlar müsriflere âit olmak üzere, onlar melekler niçin, "Biz onların
üzerine pişmiş taşlar salalım diye, mücrim bir kavme gönderildik" demişlerdir?
Çünkü Arapça'da "müsrif, "mücrim"den daha değişik
birşeydir?" denilirse, deriz ki: Mücrim, cürüm işleyen, büyük günah
işleyen demektir. Çünkü "cürnV'de o günahın büyüklüğüne bir işaret vardır.
Birşeyin miktarının büyüklüğü manasında, "cürmü'ş-şey" denilmesi de
böyledir. Aslında "müsrif" de, büyük günah istemiştir. Çünkü israf
eden kimse, bu israfı küçük günahlar hususunda olsa bile mücrim olur. Zira
küçük küçüğe eklenince, büyük olur. O halde mücrim olan, aynı zamanda
müsriftir. Çünkü o da, tek bir defa da olsa, bir büyük günah işlemiştir. O
halde bu demektir ki, bu iki büyüklük vasfı müsrifde de, mücrimde de vardır.
Fakat burada mana ile
ilgili şöyle bir incelik var: Allah Teâlâ, günahı bırakmayan ısrarlı müsrife de
o taşları salıvermiştir. Geleceği bilme, Allah'a aittir. Binâenaleyh
Allah, onların müsrif
olduklarını bilmiş ve meleklerine, bu taşlan onlara salıvermelerini
emretmiştir. Meleklere gelince, bunların İlmi, ancak mevcud olanlarla
ilgilidir. İşte o kavim o an İçin mücrim idiler de bu sebeple melekler,
"Biz, iman etmemiş, imansızlıkta ısrar etmiş, müsrif olmuş insanlar için
yaratılmış bu taşları, üzerlerine salıvermek için, mücrim olduklarını
bildiğimiz bir kavme gönderildik" demişlerdir. İşte bundan şöyle bir
netice çıkar. Biz onların, yıllarca yaşasalar bile bu suçlarını
sürdüreceklerini biliyoruz" demişlerdir.
Buna göre eğer,
"Müsrffin"in başındaki harf-i tarif, cins için mi, yoksa ahdn haricî
için mi?" denirse, biz deriz ki: Bu, "and" ifade etmekte olup,
"o malum müsriflere gönderilmiş olarak" demektir. Çünkü her müsrif
için, salıverilmiş ve üzerine onun ismi yazılmış taş yoktur."
Eğer, "Onların
israfı hangi bakımdandı, niçin onlara müsrif dendi?" denirse, deriz ki:
Bu, "Sizden evvel, âlemlerden hiçbiri bunu yapmamıştı" (Ankebut, 28)
ayetinin ifade ettiği şeydir. Bu "Hiçkimse sizin günahta çıktığınız
dereceye çıkmadı" demektir.[72]
"Derken orada,
mü'minlerden kim varsa çıkardık. Fakat orada müslümanlardan bir evden başkasını
bulamadık. Orada, elem verici azabtan korkacaklar için bir alâmet de
bıraktık" (Zâriyât. 36-37).
Bu ayetlerin ilkinde
şöyle iki önemli husus var:
1) Bu
ifadede, Cenâb-ı Hakk'ın kudreti ve iradesi yatmaktadır. Çünkü bu işlerin
tesadüfi olduğunu söyleyenler, o taşların iyi veya kötü birilerine isabet
ettiğini söylemişlerdir. Fakat Allah Teâlâ, günahkârları, mü'minlerden seçip
ayırdığını bildirince, bu, O'nun iradesine ve ihtiyarına delâlet eder.
2) Burada,
mü'min, muvahhid ve iyi kimselerin yüzü suyu hürmetine günahkârların da paçayı
kurtardığı manası yatmaktadır. Çünkü o beldede mü'min bulunduğu sürece, orası
helak edilmemiştir. Bu ayetteki "orada" zamiri, daha önce bahsi
geçmemiş de olsa, malum olduğu için, Lût (a.s)'un beldesini göstermektedir.[73]
Ayetteki, "Fakat
orada müslümanlardan, bir evden başkasını bulamadık" ifadesi de, küfür
gâlib gelip, ftsk-ı fücur yayıldığında, mü'minlerin ibadetinin, o beldeye fayda
vermeyeceğine bir işaret vardır. Fakat halkın ekserisi dosdoğru bir yol üzere
olup, küçük bir kısmın hırsızlık ve zina gibi günahlar işlemeleri durumu böyle
değildir. Bu hususta şöyle bir misal getirilir: Âlem bir bedene benzer. O
âlemde sâlihlerin bulunuşu, beden için soğuk-sıcak gıdalar gibidir. Kâfir ve
fasık kimseler ise, gelip o bedeni saran ve ona zarar veren zehirler gibidir.
Şimdi eğer bu beden, kendisine faydalı şeylerden tamamen boş ve uzak olup,
içinde ancak zararlı şeyler yer alırsa, ölür gider. Yok eğer zararlı şeylerden
uzak olup, içinde faydalı şeyler yer alırsa, güzel bir şekilde yaşar ve gitgide
büyür gelişir. Eğer o bedende, her iki çeşit şey de yer alırsa, bu durumda
hüküm (netice), gâlib olana göredir. İşte beldeler ve kullar böyledir.
Buradaki
"müslüman" kelimesinin, "mü'min" manasına delalet ettiği
açıktır. Gerçek şudur ki "müslüman" kelimesi, "mü'min"
kelimesinden daha geneldir. Genel bir kelimenin, hususî bir kelime yerine
kullanılmasında bir sakınca yok. Binâenaleyh mü'mine, müslüman denilmesi, bu
kelimelerin manalarının aynı olduğuna delâlet etmez. Buna göre Hak Teâlâ sanki,
"Biz mü'minleri o diyardan çıkardık ve orada, müslüman bir ev hariç,
onların genelini bulamadık" demiştir. Bundan, orada onlardan başka mü'min
olmadığı manası çıkar. Bu tıpkı birisinin, başka birisine, "Evde
insanlardan kim var?" dediğinde, o, ona "Evde Zeyd'den başka canlı
yok" der. Böylece bu kimse ona, o ovde. Zeyd'den başka insan olmadığını
söylemiş olur.[74]
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Orada, elem verici azabtan korkacaklar için bir selâmet de bıraktık"
buyurmuştur.
Bu ifadedeki
"ayet" (mûcize)nin ne olduğu hususunda farklı görüşler var: Bunun,
bulundukları yer yarılıp, orada çıkmış olan bir kokuşmuş siyah su olduğu
söylenmiştir. Yine bu ayetin, onların memleketlerine atılmış bir taş olduğu ve
Şam ile Hicaz arasında bir yerde olduğu söylenmiştir.
Ayetteki, "elem
verici azabtan korkacaklar" ifadesi, "bu ayetten, bu mucizeden
istifade eden kimseler ve bundan korkanlar" manasınadır. Nitekim Hak
Teâlâ, Ankebut Sûresi'nde de, "Aklını kullanan kimseler için apaçık bir
nişane bıraktık" (Ankebût. 35) buyurmuştur. Bu iki ayet arasında lafız
bakımından farklılıklar var: Çünkü Cenâb-ı Hak burada, "bir ayet"
(alamet-mucize)" dediği halde, orada, "apaçık bir ayet
(nişane)"; burada, "korkacaklar için" dediği halde, orada
"aklını kullanan kimseler için" buyurmuştur. Binâenaleyh "ikisi
arasında mana bakımından esaslı bir fark var mı?" denilirse, deriz ki:
Orada (Ankebût Sûresi'nde) bu husus beliğ bir biçimde ele alınmıştır. Çünkü
orada, "apaçık bir ayet (nişane)" olarak buyurup, o ayeti (delili)
açık olmakla nitelemiştir. Orada, ^"oradan" buyurmuş, burada ise
"onda" buyurmuştur. Çünkü j» edatı, ba'ziyyet (kısmîlik) ifade eder.
Buna göre Hak Teâlâ sanki, "O ayeti, o beldenin bizzat kendisinde, sizin
için kalıcı (devamlı) ayetler vardır" demek istemiştir. O ayetteki,
"aklını kullanan bir kavim için..." ifadesi de böyledir. Çünkü
"aklını kullanan" tabiri, "korkacak kimse" ifadesinden daha
umumîdir. Binâenaleyh o "ayet" daha açık olur. Bunun sebebi ise
şudur: Orada maksad, o kavmi korkutmaktır; burada maksad ise, kalbi tesellidir.
Baksana Hak Teâlâ burada, "Derken orada, mü'minlerden kim varsa çıkardık.
Fakat orada müslümantardan bir evden başkasını bulamadık" buyurmuş, orada
ise, müslümanlann ve mü'minlerin tamamının kurtulduğuna dair tam bir açıklamada
bulunmaksızın, "Biz seni de (ey Lût), senin ehlini de kurtaracağız"
(Ankebut. 33) buyurmuştur.[75]
"Musa'da da
(ibret vardır). Hani onu apaçık bir hüccetle Firavun'a göndermiştik de, o,
ordusuyla birlikte yüz çevirmiş ve "(Bu) ya bir sihirbaz, ya bir
mecnun" demişti" (Zâriyât, 36-39).
Ayetteki, "ve
Musa'da da..." ifadesinin, bir malum şeye atıf olması muhtemel olduğu
gibi, daha Önce zikredilmiş birşeye atıf olması da muhtemeldir. Birinci
ihtimale göre, bunun birkaç izahı var:
1) Bundan
murad, "Bu durum İbrahim'de ve Musa'da mevcuttur" maanasıdır. Çünkü
bu, İbrahim (a.s)'in zikrinden malum olmuştur.
2) Bu,
"Senin kavmin İçin, Lût'ta, kavminde bir ibret vardır. Yine Musa ve
Firavunda da bir ibret vardır" manasındadır.
3) Burada,
Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesinin manası "İbrahim, Lût ve kavimleri ile, Muta
ve Firavun hakkında tefekkür ediniz" şeklindedir. Bu izahların hepsi
birbirine yakındır.
İkinci ihtimale göre,
yine birtakım izahlar var:
1) Bu,
"Yeryüzünde kâmil bilgi sahipleri için nice ayetler vardır" (Zariyat,
20) ayetine ma'tuftur, yani "Musa'da da nice ayetler var" demektir.
Bu izah, önceki ayet çok önce zikredildiği için ve aralarında bir bağ olmadığı
için, uzak bir izahtır.
2) Bu ifade,
"Orada elem verici azabtan korkacaklar için bir alamet bıraktık"
(Zâriyat, 37) ayetine ma'tuftur, yani,
"Musa'da ayetler, alametler kıldık" demektir. Bu Arapların, "O
hayvana saman ve soğuk su yedirdim" ve "Kılıç ve mızrak
kuşandım" şeklindeki sözlerinin üslubuna göredir. Bu izah daha yakındır.
Eğer, bazı müfessirlerin söylediklerini söylersek, bu, zorlamaktan hâl? olmaz.
Çünkü "Orada... bıraktık" (Zariyat,
37) ayetindeki, "orada" zamiri, o beldeye râcîdir.
3) Bu
"orada" zamirinin, o hikâyeye (anlatılan şeye) râcî olması ihtimaline
göre, "Biz onların hikâyelerinde, kıssalarında bir ibret bıraktık"
manasında olup, buna göre, "Musa'nın kıssasında da bir ayet bıraktık"
demektir. Bu, birinci ihtimale yakın olup, malum olan birşeye atıftır.
4) Bu ifade,
"ibrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?" (Zariyat,
24) ayetine ma'tuftur. Buna göre kelamın takdiri, "Musa hakkında da
söylenecek bir söz var: Hani biz onu göndermiştik" şeklindedir. Bu izah
uygundur. Çünkü Cenâb-ı Hak çoğu kez, İbrahim (a.s) ile Musa (a.s)'yı birlikte
zikretmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yoksa Musa'nın ve vazifesini
tastamam İfâ eden ibrahim'in sahifelerinden olan şunlardan haberdar mı edilmedi
o" (Necm, 36-37) ve "ibrahim ve Musa'nın sahifeîerinde..."(Ala,
19) buyurmuştur.
Ayetteki
"sultan" kelimesi, hüccet ve burhan ile elde edilen kuvvet,
"mübîn" İse, ayırdeden, ortaya çıkaran anlamındadır. Daha önce, bu
ifadeden murad edilenin, Hz. Musa (a.s)' n m Firavun a karşı öne sürmüş olduğu
kesin ve katî deliller olduğunu; yine bundan murad edilenin, sihirbazın sihri
ile, peygamberlerin mucizelerini birbirinden ayıran özellik olduğunu
söylemiştik.[76]
Cenâb-ı Hakk'ın, "O da ordusuyla birlikte yüz
çevirmişti" ifadesiyle İlgili birkaç izah var:
1) Buradaki
bâ harf-i cerh, musahabe (beraberlik) ifade eder, "rükn" kelimesi de,
Firavunun kavmine işaret olup, Cenâb-ı Hak sanki, "Kavmi ile, adamları ile
birlikte yüz çevirip gitti" demek İstemiştir. Nitekim Arapça'da,
"Falanca bi-askerihî ve bi maiyyetlhî falan yere konakladı" denilir.
"Ona, en büyük ayeti (mucizeyi) gösterdi. O ise yalanladı ve isyan etti.
Sonra arkasını dönüp koşup gitti" (Naziat, 20-22)
ayeti de buna delâlet
eder. Çünkü Cenâb-ı Hak burada, yü buyurdu ki, bu "Firavun insanları
topladı ve onlara şöyle seslendi.."(Nâziât,23) ayeti de,
"bi-rüknlhî" ifadesinin manasındadır.
2) ifadesi,
"dost edindi" manasında olup, bu bl harf-i cerri, bu durumda
müteaddîlik ifade eder. O zaman bu cümlenin manası, "Ordusu ile güç ve
kuvvet buldu" şeklinde olur.
3) Mana,
"Kuvveti ve gücü İle, Musa meselesini bizzat üstlendi" şeklindedir.
Firavun sanki, "Dininizi değiştirmeyin ve yeryüzünde fesat çıkarmayın
diye, Musa'yı öldüreceğim" dedi ve bu işi bizzat üstlendi. Bu durumda,
ayette mef'ûl zikredilmemiş olur. "Rükn" kelimesi de, Flravun'un gücü
ve kudretini ifade eder. Bu rükn ile kastedilenin, Hâmân olması da muhtemeldir.
Çünkü o, Flravun'un veziridir. Bu açıklamaya göre, ikinci izah şekil daha açık
ve aşikârdır.
Cenâb-ı Hak, "(Firavun), "(Bu), ya bir sihirbaz,
ya bir mecnun" demişti" buyurmuştur". "Sahlr" ifadesi,
"sihriyle cinlere gelir, veya onlara yaklaşır, cinler de ona yaklaşır, o
onlara isteyerek yönelmese bile, cinler isteyerek ona yönelir" . demektir.
Şu halde, hem büyücünün hem de mecnunun cinlerle ilgisi vardır. Fakat sihirbaz,
kendi iradesiyle cinlere giderken, mecnuna İradesi dışında olarak cinler gelir.
Buna göre sanki, Firavun, kendi sözünü yalandan korumak istemiş ve "onu
cinler çarpmıştır" veya "o büyücüdür, her ne kadar onun bundan haberi
yoksa da ve kasden yönelmiyorsa da cinler ona gelmektedir" demek
istemiştir.[77]
"Nihayet onu da,
ordularını da yakalayıp denize attık ki o, (o sırada kendini) kınayıcı
idi"(Zâriyat. 40).
Bu, Allah Teâlâ'nın
Firavun'un başına getirdiği bazı şeylere işaret olup, sanki o, "Firavun
dostlar edindi, fakat bunların ona faydast olmadı. Allah, hem onu, hem de
adamlarını yakaladı ve hepsini birden denize attı" demiştir. Bu kıssa
meşhurdur.
Ayetteki, ifâdesinin
manası: "Bundan, Musa (a.s) için bir şeref, mü'minler için de bir beşaret
(müjde) bulunmaktadır. Musa (a.s) için bir şeref bulunmasına gelince, bu
böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Firavun Musa'nın sırf, "Ey âlemlerin
Rabbi, senin düşmanlarının helakini istiyorum" sözünden ötürü, kendisi
sebebiyle kınanacağı şeyleri yapmıştır. Bunun başka bir sebebi de yoktur"
buyurmuştur. Firavuna gelince o, "Ben, şirin en yüce
Rabbinizim"'(Naziat,24) demiş, bu da onun helakinin sebebi olmuştur. Bu
tıpkı bir kimsenin şöyle demesine benzer: "Falancanın ayıbı-kusuru, hırsız
veya katil olması; yahut insanlarla birlikte bulunup, onlara eziyet etmesidir.
Falancanın kusuru da, onun, sırf kendisiyle meşgul olup, insanlarla
olmamasıdır." Böylece bu iki ayıbın birbirine nisbeti, o İki kimseden
birisi için medhe, diğeri için ise bir kınanmaya sebeb olur. Bu ayette
mü'minler için olan beşarete gelince, bu şundan dolayıdır: Kendisini kınar
olduğu halde balık tarafından yutulan (Yunus (a.s)'u), Cenâb-ı Hak, yaptığı duâ
ve tesbîhât sayesinde kurtarmıştır. Azâbıyla helak etmiş olduğu (bu Firavun'a)
ise, o "Isrâtfoğuüartnm inandığından başka ilah olmadığına
inandım"(Yunus, 90) dediği zaman, imanı ona fayda vermedi.[78]
"Âd kavminde de
ibret var. Hani onların üzerine o kısır rüzgârı göndermiştik" (Zâriyât,
41).
Bu ayette de, geçen
ayetteki hakkında yapmış olduğumuz atıf İhtimalleri bulunmaktadır.
Ayetle İlgili birkaç
mesele var:[79]
Anlatıldnna göre,
burada kastolunan, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kalbini teselli etmek ve ona,
peygamberlerin genel durumunu hatırlatmaktır. Cenâb-ı Hak, önceki ayetlerde
İbrahim (a,s) ve Musa (a.s) peygamberlerden bahsetmesine rağmen, burada, Âd ve
Semûd kavmi ile birlikte, onların peygamberlerini zikretmemiştir, niçin? Deriz
ki: Ayetlerin zikredilmesi hususunda, altı kıssa anlatılmıştır: İbrahim
(a.s)'in kıssası ve müjdefenmesi; Lut (a.s) kavminin kıssası ve beldesindeki
mü'minlerin kurtarılması, bir de Musa'm kıssası... Bu üç kıssada Cenâb-ı Hak,
hem peygamberleri, hem de mü'minlerini kavimlerini zikretmiştir. Çünkü bunların
kavimlerinden kurtulanlar daha çok idi. İbrahim ve Musa (a.s) için bunun böyle
oluşu açıktır. Lût (a.s) kavmi hakkında bunun böyle olması ise şundan
dolayıdır: Çünkü kurtulanlar, tek bir ev halkı idi ise de, helak edilenler de
bir mıntıka halkı idiler. Ad, Semûd ve Nûh kavmine gelince, bunlardan
kurtulanlara nisbetle helak olanların sayısı, Lût kavminden helak olanların
sayısının, kurtulanlara nisbetle sayısından kat kat fazlaydı. Böylece Cenâb-ı
Hak, İlk Üç kıssayı, mü'minlerin kurtuluşu vesilesiyle, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in kalbini teselli için, son üç kıssayı da, düşmanları helak etmesi sebebiyle,
yine onun kalbini tesellî için zikretmiştir. Böylece bütün bu ayetler
(kıssalar), "Onlardan evvelkilere de hernezaman bir peygamber gelse,
mutlaka ona böylece, sihirbaz yahut mecnun dediler... Sen, hatırlat. Çünkü
şüphesiz hatırlatma, öğüt mü'minlere fayda verir" (Zâriyat. 52-65)
ayetinin de delaletiyle, Hz. Peygamber (s.a.s)'i teselli için zikredilmiş olur.
Hüd (a.s) hakkında da,
bunları anlattıktan sonra, 'İşte bunlar, sana kıssa olarak bildirdiğimiz o
memleketlerin haberİerindendir. Onların kimi ayakta kalmış, kimi biçilmiş ekin
gibi (yok olmuştur)... Rabbinin yakalayışı İşte böyledir..."(Hud, 100-102) buyurmuş ve böylece kıssadan sonra,
tehdidi kuvvetlendiren ifâdeyi, kıssalardan sonra burada ise, teselliyi ifade
eden ayetleri zikretmiştir.[80]
"Akim"
kelimesi, "Bu rüzgâr, aşılayıcı rüzgârlardan değildi. Çûnkü o, herşeyi
kırıp geçiriyor ve kökünden söküyordu. O halde daha nasıl aşılayıcı
olabilir" manasmdadır. "Faîl" veznine, ism-i mef'ûl manasında
olduğu zaman, müenneslik "tâ"sı bitişmez. Bazı durumlarda, ism-i fail
manasında olduğunda da böyledir. Biz daha önce bunun sebebinin şu şekilde
olduğunu söylemiştik: Faîl sfgası, hem ism-i mef'ûl, hem ism-i fail manasında
olup, ism-i mef'ûl manası, ism-i fail manasından ayırdedilemeyince, evlâ olan,
bu sığada müennesin-müzekkerden ayırdeditmemesidir. Çünkü eğer ayırdedilirse,
fail, mef'uI'den; müennes, müzekkerden ayırdedilmeden önce ayırdedilmiş olur.
Çünkü fail, sözün bir parçası olup, ona ihtiyaç duyulmaktadır. Şu halde fiilde
ilk bulunan fail, sonra müzekkerlik ve müenneslik olup, bunda, fail ve mef'ûlün
sıfatları gibi olurlar. Nitekim, ve ve
dersin. Yine buna şu da delâlet etmektedir: Fail ile mef'ûlün arasının
ayırdedilmesi, kelimeye katılmış olan bir harfle olur. Böylece kelimenin
aslında olan, ayne'l-fiili ile fa'al fiili arasını ayırdeden bir elif ile,
denilir. Yine ayne'l-fiili ite lame'l fiili arasını ayıran bir vâv ile de,
denilir. Müenneslik ise, kelimenin sonuna eklenen bir harf ile olur. Her İki
kalıbta da sigaJarı ayırdedici olan şey, kelimenin kendi nazmından başka birşey
olup, buna şiddetle ihtiyaç vardır. Ama müenneslikte bu tesir etmez. Bir de
fail ile mef'ûlün arasını ayırdedmek, İkisinden herbirinin diğeriyle hususiyet
kazandığı iki şey hakkındadır. Buna göre fa'dan sonra gelen elif, fail
sigasına; mim ile vav da, ism-i mef'ûl sigasına has olurlar. Bulunduğu zaman,
müennesin ayırdedildiği; bulunmadığı zaman da lafzın müzekkerlik aslı üzere
kaldığı bir harf vasıtasıyla, müzekker müenneslikten ayırdedilir. Fail sigasında,
fail manası mef'ûl manasından ancak ayrı bir karine ile ayırdedilebilir. Bunun
gibi müennes ve müzekker kelimelerden birisi diğerinden, ancak kendisine
bitişmemiş olan bir harf vasıtasıyla ayırdedilir.[81]
"Her uğradığı
şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyor" (Zariyat, 42).
Ayet hakkında birkaç
bahis var:
Birinci Bahis:
Bununla i'rabı hususunda iki izah var:
1) Bu,
rüzgârın akîm (kısır) sırtından sonra, ikinci bir sıfat olarak mahallen
mansubtur. Nitekim Vahidî de bunun bir sıfat olduğunu söylemiştir. Eğer,
"Marife kelimeler, cümlelerle vasfedilemez İken, bu kelime nasıl er-rîh
(rüzgâr) kelimesinin vasfı olabilir? ifadesi bir cümle olup, bununla ancak
nekire kelimeler vasfddilebilir?" denilirse, deriz ki: Buna şu iki şekilde
cevap veririz:
a) Bu,
kelimesinin tekrar getirilmesiyle ve takdiren olur. Buna göre,"kısır
rüzgârı, kül gibi herşeyi savuran bir rüzgârı göndermiştik"
takdirindedir.
b) Burada
marife olarak görülen er-rîh kelimesi aslında nekiredir. Çünkü o rüzgâr, belli
bir rüzgâr değildir. Buna göre Hak Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir:
"Biz, meydana gelen rüzgârlardan olmayan bir rüzgâr gönderdik ve onun
benzeri hiç olmamıştır." O halde, bu haliyle bu rüzgâr, çok ileri derecede
olduğu için nekiredir (belirsizdir). İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da
böyle ifadelere çok yer vermiş, bunları nekire olarak getirmiş ve bunları,
cümleler ile tavsîf etmiştir. İşte Hak Teâlâ'nın, (Ankaf, 24), (Hakka, 6) v.b.
ayetleri böyledir.
2) En doğru
olan izaha göre, bu cümle, hal olarak mahallen mansubtur. Nitekim sen,
"Bana hiçbirşey bilmez olduğu halde geldi de, ben ona öğrettim ve
anlattım" dersin, yani, "Onun hali böyle idi" demektir. Buna
göre şayet, "O rüzgârların salıverilmesi ânında, onlar hiçbirşeyi
bırakmaz, savurur. Halbuki halin, fiilin tahakkuk
ettiği zamanda, zil-hâl ile birlikte bulunması gerekir, dolayısıyla da,
"Dûn Zeyd bana, yarın ata binmiş olarak geldi" denilmez, işte aynen
bunun gibi, salıverildikten sonra, hiçbirşey bırakmaz olur" denilirse,
diyoruz ki: Bu İfâde ile, onun bu işe uygun olduğu anlatılmak istenmiştir ve
takdiri, "Biz o rüzgârları, hiçbirşeyi yerinde bırakmayıp savuracak kuvvet
üzere olarak salıverdik" şeklindedir. Nitekim gelip de senin yanında
birkaç gün kalıp, daha sonra senden birşey soran için, "Bana sorucu olarak
geldin" yani, "sormadan önce, soru soracak imkân ve salahiyet İle
geldin" dersin. Yaptığımız bu izahlar, meşhur olan bu ihtimale göredir. Bu
ifade, takdirinde olarak, mahzuf bir mübtedanın haberi olarak, mahallen merfû
da olabilir.
İkinci Bahis:
Bu ifade, konuşulduğu an (şimdiki zaman) için nefyi (olumsuzluk) ifade eder.
Nitekim Arapça'da "şu anda çıkmadı" manasında, denilir. Fakat gelecek
zamanı kastettiği zaman, ya veya ifâdelerini kullanırsın. Mazî için de,
ifâdeleri kullanılır. Halbuki ilgili rüzgâr, bu hâdise Hz. Peygamber (s.a.s)'e
anlatılırken, hiçbirşey bırakmamış, "O onu kül gibi kılmıştı." Öyle
ise Cenâb-ı Hak nasıl, "hal"i ifade eden bir lafızla, "bırakmaz" buyurmuştur? Diyoruz ki:
Nakil, vuku bulduğu andakini aynen anlatmak üzere yapılmıştır. İşte bundan
Ötürü, mâzî manasına olan ism-i fail amel etmediği, hal veya istikbâl manasına
olan ism-i fâîl amel ettiği halde, Hak Teâlâ "Köpekleri de, giriş yerinde
iki kolunu uzatıp yatmakta" (Kehf, 18) buyurmuştur.
Üçüncü Bahis:
Hak Teâlâ'nın bu ifadesinde, "O, Rabbinin emriyle herşeyi helak
edecektir"(Ahkaf, 25) ayetindeki tahsis ve te'kid mevcut mudur? Deriz ki:
Bu, olduğu gibidir. Çünkü ayetteki, "Üzerine geldi" ifadesi,
"şey" kelimesinin sıfatıdır. Buna göre Hak Teâlâ âdeta, "üzerine
geldiği ve geleceği herşeyi o rüzgâr, kül haline getirir" demiştir ki,
buna gökler dahil olmamaktadır. Çünkü bu rüzgârlar, göklerin içine gelmez. Bu
ifadeye ancak, bu rüzgârların üzerine estiği şeyler dâhil olur. Buna göre eğer,
"Bu rüzgâr dağların ve kayaların üzerine de isabet etmiştir. Fakat onları
kül haline getirmemiştir?" denilirse, biz deriz ki: Bu ifadeden maksad, bu
rüzgârın bizzat kastedilip Üzerine gönderildiği şeylerdir ki bunlar da, Ad
kavmi, binaları ve köşkleridir. Bu böyledir. Çünkü o rüzgâr, Allah katında bir
emri yerine getirmekle vazifeliydi ve sanki bu şeyleri yıkıp kül etmeyi maksad
etmiş ve onlardan herşeyi, istisnasız küt haline getirmiştir.
"Sarsar" da, soğuk rüzgâr manasınadır, hecenin tekrarı yapılan kelime, tekrarsız olan lafızdaki
manadan ayrı olmaz. Nitekim sen aynı manada, hem hem de dersin. Deriz ki:
Burada şu iki görüş mevcuttur:
a) O, soğuk
bir rüzgârdır ve bu kocakarı günlerinde, yani, şubatın sonu ile manın başındaki
sekiz gündür. Soğuk rüzgâr da, soğuğunun şiddetinden ötürü ağaçları, meyveleri
ve benzeri şeyleri yakar ve onları simsiyah eder.
b) Bu
rüzgârlar son derece yakıcıydı. "Sırr" kelimesinde, soğuk değil, aşırılık manası da
var. İşte (Zariyat, 29) ifâdesi de, "İleri derecede, şiddetli"
manasıyla tefsir edilmiştir, yani, "alabildiğine sıcak" demektir.
Dördüncü Bahis:
Bu bahis, "Her uğradığı şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi
savuruyor" ifadesiyle ilgilidir Çünkü ayetteki "bırakmıyor" ifâdesinde, bu gelişin
olduğu, "bırakma" işinin ise olmadığı manası vardır. Buna göre Hak
Teâlâ âdeta şöyle demiştir: "O rüzgar birtakım şeylere geliyor ve onları
yakmadan bırakmıyor." Bir kimsenin, "O, birşey Üzerine gelmedi, illâ
onu şöyle kıldı" şeklindeki sözü, böyle kılmadığı şeye gelmediğini ifade
etmektedir.[82]
"Semûd'da da (İbret
var). Hani onlara, "Bir zamana kadar faydalanadurun" denilmişti, ama
Rablerinin emrinden uzaklaşıp, azdûar. Kendilerini de, gözleri göre göre,
yüdınm tutuvermişti" (Zariyat, 43-44).
Hem, hem de
İfâdelerlndekİ izah; tıpkı (Zariyat, 38) ifâdesinde olduğu gibidir. Ayetteki,
"Hani onlara, ''Bir zamana kadar faydalanadurun" denilmişti"
ifadesine gelince, bazı müfessirier sonunda, "Allah Teâlâ onlara, o deveyi
öldürmelerinden sonra, üç gün mühlet verdi ve o üç gün içerisinde, onların renkleri
bozuldu, yüzleri saranp-karardt" manasının kastedildiğini söylemişlerdir
ama bu zayıftır. Çünkü ayetteki "ama azdılar" ifâdesindekl
"İfâ" edatı, bu azma işinin, o faydalanmadan hemen sonra olduğuna
delildir. Binâenaleyh görülen odur ki, bu "faydalanma" İle, Allah'ın
o insanlar için takdir etmiş olduğu eceller (ömürler) kastedilmiştir.
Binâenaleyh istisnasız herkese, eceline kadar mühlet tanınmıştır. Buna göre Hak
Teâlâ, insana, "Haydi ömrünün sonuna kadar faydalan, yaşa; eğer iyilikte
bulunur, mü'min müslüman olursan, her iki dünyada böyle faydalanmaya devam
edersin. Aksi halde, ahlrette artık payın yok" demektedir.
Ayetteki, "Ama
Rablerinin emrinden uzaklaşıp azdılar. Kendilerini de gözleri göre göre,
yıldırım tutuvermiştir" ifadesiyle ilgili şöyle bir bahis vardın "azdı" fiili, harf-i cerri ile
kullanılır. Nitekim Hak Teâlâ,
"Onlann hangisi Rahman 'a karşı daha âsî oldu?.." (Meryem, 69)
buyurmuştur. Ama bu ayette j- harf-i caniyle kullanılmıştır. Diyoruz ki: Bu fiilde
isti 'ta (azmayı tercih etme) manası vardır. Çünkü Hak Teâlâ, "Rablerinin
emrinden deyince, bu tıpkı
"Rablerine ibadetten kibirlenmezler" (Enbiya, 19) ayetindeki gibi
olmuş Olur. Bu fiil, ile kullanıldığı
yerde ise, tıpkı bir kimsenin, "Falanca bize tekebbür ediyor" sözü
gibi olmuş olur.
Ayetteki
"saika" (yıldırım) sözü hakkında şu iki izah yapılabilir:
a) Bu,
vâkıa-hâdise demektir.
b) Bu,
"büyük bir ses" demektir.
Ayetteki, "Gözleri göre göre..." ifadesi iki manaya, ya
onların teslim olmaları, bunu savuşturamayıp, buna karşı hicbirşey yapamamaları
manasınadır ki bu, tıpkı onu savuşturmadığına bir işaret olmak üzere,
"Falanca seni dövüyor, sen de durup bakıyorsun" demesi gibidir, yahut
da, "O azab onlara ansızın gelmemiş, aksine onlar o azab ile üç gün
önceden tehdid edilmişler ve onlar bu azabı beklemişlerdir" demektir. Eğer
bu azab ansızın gelmiş olsaydı, insan, onların ansızın, tıpkı peşin cezayla
hileli bir şekilde yakalanan gibi yakalandıklarını sanırdı. Bu tıpkı savaşan,
cesur bir kimsenin, sana kastettiğini sana haber veriyorum. Beni bekle"
demesi gibidir.[83]
"Böylece ayakta
durmayla güç yetiremediler, yardım edenleri de olmadı"(Zâriyât, 45).
Bu ayet hakkında şu
iki izah var:
a) Bu,
onların kaçmaktan ve firar etmekten, son derece âciz kaldıklarını
anlatmaktadır. Çünkü ayağa kalkmaya bile gücü olmayan, kaçmak şöyle dursun,
yürüyemez bile. Buna göre, burada lafızla ilgili birtakım incelikler var:
1) Bu, ile
ilgilidir. Zira "fstlta'a", "kudref'ten biraz daha aşağıdır.
Çünkü "istita'a"daı birşeye güç yetirmeyi isteme manası vardır.
Dolayısıyla bu, yalnız başına olamama, tam güç sahibi olamamayı ifade eder.
Binâenaleyh birşeyden medet uman kimse, o şeye kadir olandan daha aşağı güce
sahiptir. İşte bundan ötürü Kelâmcıtar, Allah'dan istenen ve O'ndan alınan bir
kudrete işaret için, "istita'a, ya fiil ile beraber bulunur, yahut da
fiilden hemen önce bulunur" demişlerdir. İşte bu hususu (Maide, 112)
ifadesini tâ ile "Rabbinden isteyebilir misin?" manasında okuyanlar,
bu kudretin Allah'dan olduğuna işaret etmek istemişlerdir. Binâenaleyh,
ifadesi, "Onlar ayağa kalkmaya kadir olamadılar" ifadesinden daha
beliğdir.
2) Ayetteki
"kıyâm"ın başına harf-i cerri
ziyade olarak getirilmiştir. Bunun te'kid için getirildiğini biliyorsun.
3) "Kaçma"
yerine, kıyamın (ayağa kalkma)nın getirilmesi, daha önce de bahsettiğimiz gibi,
kıyamdan âciz olanın kaçmaktan haydi haydi âciz olduğunu gösterir.
b) Ayetteki,
"Ayakta durma'' ifadesiyle, ilgili işin yerine getirilmesi kastedilmiş
olup, takdiri, "O işi yerine getirmeye güç yetiremediler"
şeklindedir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Yardım edenleri de olmadı" ifadesi, "Onlar bozulup kaçmaya da
güç yetiremediler. Bunu yapamayan kılıçtan geçirilir ve onlardan her türlü
imkân ile intikam alınır" demektir. Çünkü bu, canı kurtarmaktır. Onlar
bunu da yapamamış, canlarını kurtaramamışlardır. Bilirsin ki bir kimsenin,
ifâdesi, ve ifadelerinden daha beliğdir. Buna şöyle cevap verilir. Takdiri
gerekli iken, bu terkedilmiştir ifâdesi,
"bu durumda olan..." demektir. Nitekim, "Falana yardım
olunmaz" yahut da, "Falancaya yardım edilmedi" dersin.[84]
"Daha evvel de
Nuh kavmini (helak ettik). Çünkü onlar, bir âşıklar güruhu idiler. Biz göğü,
elimizle yaptık. Çünkü biz muhakkak, kudrete sahibiz" (Zâriyat, 46-47).
"Kavın" kelimesi, hem mecrur, hemmansub olarak okunmaktadır.
Bu husustaki izahlar nedir? Diyoruz ki: Bunun mecrûr okunması halinde, daha
önce geçen, "Âd ve "Musa" ifadelerine atfedilmiş olduğu açıktır.
Nitekim sen, "Falanca falancada ibret vardır... Nûh Kavml'nde de..."
dersin. Bu kelimenin mansub okunması da, "Biz, bundan önce Nuh'un kavmini
de helak ettik" takdirindedir. Çünkü bundan önce gecen ifadeler, bir
helake delâlet etmektedir. O halde bu ifade, öncekilerin mahalline atıftır.
Buna göre ayetteki, "Daha evvel" ifadesinin manası açıktır. Hak Teâlâ
sanki, "Biz daha önce Nuh'un kavmini de helak ettik" buyurmuştur.
Birinci kıraata göre, ifadenin takdiri, "Nuh'un kavminde de, Semûd, Ad ve
diğerlerinden önce, sizin için ibretler vardır" şeklindedir.
Hak Teâlâ daha sonra,
"Biz göğü, ellerimizle yaptık. Çünkü biz muhakkak, kudrete sahibiz"
buyurmuştur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın birliğini, daha önce geçen ifadeler ise,
hasrın olacağını gösteren ayetlerdir. Bu ifade "Sizler, Allah'ı bırakıp da
taptığınız o şeylerin, hiçbirşeyi yaratamadığını biliyorsunuz. Dolayısıyla
onları Allah'a ortak koşmanız doğru olmaz" manasınadır. Yahut şu da
denebilir: Bu tehditten sonra, yine delil getirmeye başlamadır. Çünkü göğün
yapımı, Allah Teâlâ'nın, maddeleri ikinci kez yaratabileceğinin delilidir ve
tıpkı, "Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kadir değil
mi?" (Yâsin, 81) ayetinde İfade edildiği gibidir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[85]
"Tefsir şartı
üzere mansub olma" (iştigal), birkaç yerde tercih edilir: Atıf, cümleye
yapıldığında, takdir buna göre yapılır. O halde cümle hangisidir? Diyoruz ki:
Buradaki ve ifadeleri hakkındaki
izahlarımızın birinde, bunun takdirinin, "Âd'in ve Semûd'un haberi sana
geldi mi?" şeklinde olduğunu ve bunların, 'İbrahim'in şerefli
misafirlerinin haberi sana geldi mi?" (zâriyât, 24) ayeti üzerine
atfedildiğini söylemiştik. Bu izaha göre, daha önce olan o cümlenin, fiil
cümlesi olduğunda bir kapalılık yoktur. Bu izahın dışındakilere göre, câr ve
mecrûr, ref'den ziyade nasb'a yakındır. Binâenaleyh bunun, mansub olana
atfedilmiş olması daha evlâ olur. Bir de ayetlerdeki, ve gibi ifâdelerin hepsi
fiildir. Binâenaleyh burada, nasb daha tercihe şayandır.[86]
Cenâb-ı Hak, gökler
hakkında "bina" (yapma) ifadesini tekrar etmiştir. Nitekim "Göğe
ve onu yapana yemin olsun ."(Şems, 5); 'Yoksa göğü (yaratmak mı daha zor
ki) onu Allah bina etmiştir"(Naziat,
27) ve "O, Allah, yeryüzünü size karargâh, gökyüzünü de bir bina
kılandır" (Mû'min,64) buyurmuştur. Binaenaleyh bunun hikmeti nedir? Deriz
ki: Bu hususta birtakım İzahlar yapılabilir:
a) Bu yapma,
Kıyamet kopuncaya kadar, kendisinden hiçbirşey düşmeden ve hiçbir parçası yok
olmadan devam edecektir. Ama yer isa, devamlı bir değişme ve tebeddül
içindedir. Binâenaleyh bu demektir ki: Yeryüzü yayılıp serilen, dürülüp taşınan
bir yatak, gök de, devamlı aynı durmak üzere yapılmış bir bina gibidir ki, Hak
Teâlâ, "yedi şiddetli, kuvvetli gök" (Nebe, 12) ifadesiyle buna
işaret etmiştir. Yeryüzüne gelince, bunun büyük bir kısmı deniz olmuş, daha
sonra da yeniden toprak olmuştur.
b) Gökyüzü,
başların üzerinde bina edilmiş bir kubbe gibi görülür. Yeryüzü ise, serilmiş ve
oval haldedir. Bina (edilen) İse, kaldırılmaya daha uygundur. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Ve, tavanım yükseltti..." (Naziât, 28) buyurmuştur.
c) Hükemâdan
birisi şöyle demiştir: "Semâ, ruhların meskeni; yeryüzü ise, amellerin
yeridir. Mesken ise, bina edilmeye daha uygundur." En İyisini bilen
Allah'tır.[87]
Aslolan, âmilin mamulü üzerine takdim edilmesidir. Fiil ise, âmildir. O
halde, ayetteki l£i ifâdesi, yine ayetteki
kelimesinin âmilidir.
O halde mefülün, fiili üzerine takdim edilmesindeki hikmet nedir? Cenâb-ı Hak
şayet demiş olsaydı, daha veciz ve daha kısa olurdu!? Deriz ki: Marifetullah'a
tefekküre dalan şahıs nezdinde, yaratıcı, yaratacağı şeyden önce gelir.
Binâenaleyh maksat, yaratıcıyı isbat etmek olunca, Cenftb-ı Hak, delili önde
zikrederek âdeta, "Kendileri hakkında şüphe etmediğimiz o süslü ve
müzeyyen semâyı biz yaptık. Şimdi siz bizi, (direkt olarak) tanımryor iseniz,
bunun vasıtasıyla tanıyınız.." demek istemiştir.[88]
Bu âyetlerin maksadı,
kendisinin vahdaniyyetini isbattır. O halde daha niçin, "Biz onu bina
ettik..." demiş de,
"Ben onu bina
ettim" veya "Allah onu bina etti" dememiştir. Biz diyoruz
ki: tasarruf ve tek başına davranma
hususlarında bir ortağın bulunmadığına daha fazla delâlet eder. Halbuki,
"Ben onu bina ettim" ifâdesinde bir ortaklığın olması mümkündür. Bu
ifâdenin izahı şöyledir: Ayetteki
ifâdesi, onların o taptığı ilahların, ifâdesindeki zamirin ilâhlar
olduğu vehmini doğurmaz.. Çünkü o ilahlar, ya yontulmuş putlardır, yahut da
onların, putlarına aynı şekli verdikleri ve aynı karakterde yaptıkları
yıldızlardır. Yontulmuş putların semâ'dan yana herhangi bir şey yapmadıklarında
şüphe yoktur. Ama yıldızlara gelince, bunlar gökte bulunurlar ve oraya
muhtaçtırlar. Dolayısıyla, o gökyüzünün bina edeni bunlar olamazlar. Tam
aksine, o gökyüzünün bunlar için bina edilmiş olduğu ve onların mekânı haline
getirilmiş olduğu söylenebilir. Binâenaleyh, onların söyledikleri şey akla ve
hayale dahi gelmeyince, Cenâb-ı Hak, "Biz yaptık biz! Biz, onların dediği
ve taptıkları şeyden başkayız. Binâenaleyh, o putlar, bize ortak olmaya layık
olamazlar. Çünkü semâdan başka ve mertebece semadan daha aşağıda olan şey,
göğün yaratıcısı ve banisi olamaz. O halde anlaşıldı ki, ayetin bu ifadesiyle tazim
ifade eden çoğul kastedilmiştir. Nass, Allah'ın azametini ifâde etmiştir.
Azamet ise, ortaklığı daha fazla nefyedicidir. Böylece, ayetteki ifâdesinin,
"Ben onu yaptım; Allah onu bina etti" ifâdelerinden daha fazla
ortaklığı nefyettiği sabit olmuş olur.[89]
Buna göre şayet, "Şayet, sen niçin çoğulluk azamete delâlet eder
dedin?" denilirse, biz deriz ki, buna şu İki açıdan cevap verebiliriz:
a) Söz,
dinleyenin anlayış miktarına göre getirilir. Dinleyen ise insandır. İnsan,
"görünür âlemi, gayb alemine kıyas eder."[90]
[91]
Zira, insanlar nezdinde büyük bir kimse, bir işi, ordusu ve hizmetcileriyle
yapan, o işi bizzat kendisi yapmayan kimsedir. Binâenaleyh hükümdar, "Biz
yaptık.." der, ama "Bu işi, emrimizle, hizmetkârlarımız yaptı"
manası kastedilir ki, bunda bir tazim vardır, tşte görülmeyen hakkında da
böyledir.
b) Bir söz,
birisi tarafından söylenir, diğerleri de ona razı olursa, o sözü söyleyen
"Biz, hepimiz böyle yaptık.." der. Yine, sadece bir kısmı tarafından
yapılabilen bir fiil üzerinde, bir kalabalık toplanıp da, meselâ, yırtıcı bir
hayvanı öldürmek için büyük bir kalabalık çıkıp onu öldürdüklerinde, herkes bu
işe razı olduğu ve herkes aynı şeye yöneldiği için- "Falanca beldenin
halkı onu öldürdü.." denilir. Bunu iyice kavradığın zaman, şimdi bil ki
Allah Teâlâ, hiç kimsenin reddedemeyeceği ve herkesin boyun eğeceği bir İşin
yapılmasını emrettiğinde Allah, "Yaptım" yerine,
"yaptık!.." ifâdesini
kullanır. Bu büyük
hükümdar hakkında, O'nun
hiçkimsenin inkâr edemeyeceği ve
hiçbir nefsin reddedemeyeceği bir ululuk üzere olduğunda ittifak etmişizdir.
Ayetteki, ifâdesi, "kuvvet ile" anlamındadır.
Bu kelimenin kuvvet manasına geldiği meşhurdur. Cenâb-ı Hak, "O kuvvet
sahibi Davud'u hatırla.. Çünkü o, daima (Allah'ın rızasına) dönen idi..."
(Sad. 17) İfâdesi de bu manaya tefsir edilmiştir. Şöyle de denebilir:
Buradaki kelimesiyle, (yed) kelimesinin çoğulu kastedilmiştr. Bunun
delili Cenâb-ı Hakk'ın, iki elimle
yarattığıma..."(Sad,75) ayetidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Ellerinizin
işleyip yaptıklarından... "(Yasin, 71) buyurmuştur ki bu da, gerçekte
birinci mana ile aynıdır, ona râcidlr. Şimdi buna göre bu demektir ki, Cenâb-ı
Hak "yarattım' dediği yerde, demiş, çoğula çoğul ile mukabele edilsin
diye, "Biz yaptık" dediği yerde
demiştir.
İmdi şayet,
"Cenâb-ı Hak, (Yasin, 71) dedeği gibi, niçin dememiştir? denilirse, biz
deriz ki: Bu, şu yüce hikmetten dolayıdır: Hiç kimse, semânın, Allah'tan
başkası tarafından yaratılmış olabileceğini hatırına getiremez. Halbuki,
hayvanlar, canlılar böyle değildir. İşte Allah orada da, bu hayvanları kendisi
bizzat, vasıtasız olarak yarattığını açıkça beyan etmek için, buyurmuştur. Aynı
sebepten dolayı, izafetle, "ki elimle yarattığıma.." demiş, kendisine
İhtiyaç duyulmadığı için, izâfetsiz olarak semâ hakkında da demiştir.
Burada bir başka
İncelik daha vardır ve şöyledir: Orada Cenâb-ı Hak, mef'ûle ait zamiri
hazfettikten sonra İzafet yapmış, ama meselâ dememiştir. Burada ise, ait
zamirini getirerek, uÇü buyurmuştur. Çünkü, Yasin'de ve Sâd'da, hiç kimse,
insanın mahlûk olmadığını, hayvanların mamul (halkedilmiş) olmadığını
düşünemez... İşte bundan dolayı orada ait zamirini getirerek, dememiştir. Ama, "semâ"ya gelince,
bazı câhil kimseler, onun mahluk olmadığını iddia etmişlerdir. İşte bu sebeple
Allah semânın da mahlûk olduğunu açıkça beyan etmek İçin, âid zamirini
getirerek, demiştir.[92]
Ayet-i kerimedeki
ifâdesi hakkında şu izahlar yapılabilir:
a) Bu
ifâde, "genişlik"
maddesindendir. Yani, "Biz o semâyı, yer ve yeri kuşatan su ve hava, semâya
ve onun genişliğine nisbetle, tıpkı çöldeki bir halka misâli olacak bir biçimde
genişlettik" demektir. Böylesine geniş bir alanı kaplayan bir bina ise
şaşırtıcıdır. Çünkü, böylesine geniş bir kubbeyi hiçbir usta yapamaz. Zira
onlar, sayesinde, bu yuvarlaklığın sağlanabileceği ve birbirlerine bitişlnceye
değin cüzlerinin birbiriyle temasa geçebileceği bir âleti bulundurmaya
muhtaçtırlar.
b) Bu ifâde,
"Kadir olucularız.." anlamındadır ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah
hiçbir nefse, gücünün yettiğinden
başkasını yüklemez" (Bakara, 286) ayetindeki kelimesi de bu manada olup,
yani, "Ancak o nefsin gücünün yetebileceği şeyi..." demektir. Bu
hususta bu iki ifâde arasındaki münasebet gayet açıktır. Şöyle de denebilir: Bu
durumda bu, şu gayeye, yani (son esasa) bir işaret olup, son itikadı esas da,
haşirdir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Biz, semâyı yaptık ve bizler, semâ
gibilerini yaratmaya da kadiriz.. (Yani, insanları öldükten sonra yeniden
diriltmeye de kadiriz..) demiştir ki, bu tıpkı "Gökleri ve yeri yaratan,
onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?" (Yasin, 81) ayeti gibi olmuş
olur.
c) Bu ifâde,
"Biz, mahlûkatın rızkını genişleticileriz" manasındadır.[93]
"Veri de biz döşedik. Ne güzel döşeyictleriz. Her şeyden de, İki
çift yarattık; olur ki, inceden inceye düşünürsünüz diye..." (Zatriyat,
48-49).
Cenab-ı Hak, bu
beyanıyla da yeryüzünü delil getirmiştir. Bu ayetin muhtevası üzerinde daha
önce durulmuştur. Bu ifâdede, yerin ovalleştirilmesini semânın yaratılmasından
sonra olduğuna dair bir delil vardır. Çünkü (meselâ), bir evin çatısı, ve
adette döşemesinden önce olur. Cenâb-ı Hakk'ın "Ne şüzel
döşeyicileriz..." İfadesi, fa, yahut da, fa "onu döşeyenler ne güzel
döşeyicilerdir" takdirindedir.[94]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, yer ile gök arasında olan varlıkları delil getirerek "Herşeyden de,
od çift yarattık" buyurmuştur, sözü İle, ya iki zıt kastedilmiş otur;
çünkü erkekle dişi birbirinin zıddı gibidirler; bu ikisinde meydana gelen çift
de Döytedir. Yahut da, burada, birbirine benzeyen İki şey kastedilmiştir. Çünkü
her şeyin, benzeri, bir naziri, bir zıddı ve bir middi vardır. Mantıkçılar,
ayetteki "şey" ile cins"in kastedildiğini söyleyerek şöyle
demişlerdir: Bir cinsin muhtevasında en az iti tür bulunur.. O halde bu
demektir ki, her cinsten, İki tür yaratılmıştır. Meselâ cevherden maddî olanla
mücerret olanlar; maddîden, büyüyen gelişenle câmid canlar; namî (gelişenden,
müdrik olanlar ile bitkiler; müdrikten de, nâtık (insan) ile onuşamayanlar meydana gelmişlerdir. Bütün
bunlar onun (Allah'ın) zatında, çokluğa fer olmayan bir tek olduğuna delâlet
eder.
Ayetteki, ifâdesine
gelince, bu, "Umulur ki sizler, çiftleri yaratanın eşi olmadığını, aksi
halde mümkin varlık olacağını, böylece de hâlık değil mahlûk olacağını
düşünürsünüz.." demektir. Yahut da, bu "Muhakkak ki sizler, çiftleri
yaratanın, maddeleri toplayıp hasretmekten ve ruhları bir araya cem etmekten
aciz yamayacağını düşünürsünüz..." demektir.[95]
"O halde hepiniz
Allah'a kaçın. Doğrusu ben, O'nun tarafından size gelmiş bir uyanayım"
(Zâriyât, 50).
Cenâb-ı Hak bu
ayetiyle de tevhidi emretmiştir. Burada şöyle birkaç incelik bulunmaktadır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın "kaçınız..." ifadesi, o yok etmenin çok hızlı olacağını haber
verir. Buna göre adetâ O şöyle demiştir: "Bu helak etme ve azab Allah’a
dönüşte herhangi bir gecikme ihtimali bulunmayacak kadar hızlı ve yakındır. O
halde çok hızlı bir biçimde Allah'a sığının ve O'na kaçın!"
2) Ayetteki,
sözü, kime kaçılacağım beyân eden bir sözdür. Cenâb-ı Hak şu iki sebepten
dolayı, kimden neden kaçılacağına yer vermemiştir:
a) Bu, malûm
olduğu içindir. Malûm olan şey de, o azabın dehşeti veyahut da, Cenâb-ı
Hakk'ın, hakkında "Şeytan sizin için bir düşmandır; o halde onu düşman
edininiz" (Fatır. 6) buyurduğu şeytandır.
b) Yahut da,
genel olsun diye.. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir:
"Allah'ın dışında kalan herşey sizin düşmanınızdır; o halde, O'nun dışında
kalan herşeyden O'na kaçınız.." Bunun izahı şudur: "O'nun dışında
kalan herşey, senin ana sermayen demek olan ömrünü yer bitirir ve sana hak ve
hayır namına hiçbir şey kazandırmaz..
Ana parayı (Ömrü) telef edip, kemâli elde etmeye mani olan şey ise, ancak
düşmandır. Ama sen, Allah'a kaçıp O'na yöneldiğinde, evet O serim Ömrünü
alacaktır ama, durumunu yükseltecek ve sana, artık bir daha yokluğun olmayacağı
bir beka verecektir."
3) Bu
ifâdenin başındaki fâ tertip için olup, manası, "Çifti yaratanın tek
olduğu sabit olduğuna göre, O'na kaçın ve O'ndan başkasını ebediyen
terkedin" şeklindedir.
4) Sözün,
çeşitlenmesinde şöyle bir incelik bulunmaktadır: "Allah Teâlâ,
"Semâyı biz... yaptık..."; "yeri de biz döşedik"
"Herşeyden de çifti biz yarattık" buyurmuş, daha sonra da sözü Hz.
Peygamber (s.a.s)'e yönelterek, "O halde hepiniz Allah'a kaçın. Doğrusu
ben, O'nun tarafından size gelip korkutanım.." demiş de, "Bize
kaçın..." dememiştir. Bu böyledir, zira, sözün çeşitlendirilmesinin bir
tesiri söz konusu olduğu gibi, söyleyenlerin değişmesinin de bir tesiri vardır.
İşte bundan dolayı insan, doğrudan, hakdan sapan, meyleden çocuğuna çokça
nasihatta bulunur, bazan sevdirme, bazan korkutma, bazan da kıssalar anlatarak
dikkat çekmek suretiyle sözünü çeşitlendirir, daha sonra da bir başkasına,
"Bir de sen onunla konuş. Belki senin sözün bir fayda sağlar.." der.
Çünkü insanların zihinlerinde, hem konuşanların hem de konuşulan sözün çeşitli
olmasının etkili olacağı düşüncesi bulunmaktadır.
Şimdi, Allah Teâlâ da
çeşitli ifâdeler getirmiş, çoğu kez İstidlaller yapmış ayetler serdetmiş, zaman
zaman uygun kıssalardan bahsetmiş, daha sonra da bir başka konuşucudan, yani,
Hz. Peygamber (s.a.s)'den pasajlar nakletmiştir. Müfessirlerden Dazdan, ayetin
takdirinin, "Onlara, "Allah'a kaçınız" de" şeklinde
olduğunu söylemişlerdir.[96]
Ayetin, "Doğrusu
ben, O'nun tarafından size gelmiş bir uyanayım" ifadesi de, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in, peygamber oluşuna bir işaret olup, bunda da birkaç incelik vardır:
a) Allah
Teâlâ azametini, "Semâyı biz. .yaptık", "yeri biz
döşedik.." ifadesiyle; heybetini de, "Onlan denize biz attık.."
(Zariyat, 40), "Onların üzerine kısır rüzgârı saldık.." (Zâriyât, 41)
ve "Ve onlan, o saika, sayha yakaladı" (Zariyat, 44) ifadeleriyle
açıklamıştır ki, burada, Allah Teâlâ'nın, azâb ettiğinde, varlığın ve bekanın,
sayesinde sağlandığı şeyler ile, yani toprak, su, hava ve ateş ile azâb
edeceğine bir işaret vardır. Binâenaleyh, Lût kıssası, balığın ve bekanın
kendisi sayesinde olduğu toprağa bir işarettir, ama Allah istediğinde o
toprağı, yok etme sebebi kılabiliyor. Firavun kavmi hakkında su; Ad kavmi
hakkında rüzgâr, hava; Semûd kavmi hakkında da ateş böyledir..
Belki de, bu dört kıssanın sırasıyla yer alması, "anasır-ı erba'a
dört temel elemenf'deki tertipten dolayıdır ki, biz, Ankebût Sûresi'nde buna
dair bir nebze izahatta bulunmuştuk. Daha sonra Cenâb-ı Hak, (İşte bu şekilde) azamet
ve heybetini ortaya koyunca, Resulüne, "Onlara, o durumu anlat, bildir ve
de ki: Ben, işte ayetler sunmam ve kıssalar serdetmem suretiyle, bir
elçiyim.." Bu sebeple de İfâdelerin peşinden Peygamberin getirilmesinin
böylesi bir faydası vardır.
b) Risâlet
hususunda, Üç şey söz konusu edilebilir: Mürsil (gönderen), resul (elçi) ve
mürselun ileyh (kendilerine peygamber gönderilen). İşte burada hepsi de
zikredilmiştir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, ayetteki fö "sizi, sizin
için" ifadesi, kendilerine peygamber gönderilenlere ifâdesi, gönderene
ve j& İfâdesi de, resule bir işarettir. Cenâb-ı
Hak, kendilerine peygamber gönderilenleri önce zikretmiştir, çünkü kendilerine
resul gönderilenler, risâlet meselesinde Önemli bir yer arzetmektedir. Çünkü
ancak o zaman nübüvvet işi tamam olmuş olur. Padişah, kendisine muhalefet veya
muvafakat eden kimselerin olmadığı, böylece de, bir nezir veya müjdeci gönderme
ihtiyacı hissetmediği yerlere, ne kadar büyük padişah olursa olsun, resul
(elçi) göndermez. Ama orada muhalefet edenler veya muvafakat edenler bulunursa,
büyük dahi olmasa, oraya elçi gönderir. Ayette daha sonra gönderene yer
verilmiştir. Çünkü gönderen bellidir ve işe teşvik eden de odur. Elçi de, onun
seçmesiyle olur. Eğer o belli gönderen olmasaydı, elçi gönderme işi söz konusu
olmazdı. Elçiye (Resule) gelince, o belli değildir. Çünkü padişah (gönderen),
bu ise Kullarından dilediği kimseyi seçer. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, resulü
(elçiyi), mürsil (gönderenden sonra zikrederek, ayette Önce, "Ondan"
demiş, sonra "nazîr" demiştir.
c) Ayetteki
"müöfn" sözü de, sayesinde o risaletin bilinip tanındığı hususa
işarettir. Çünkü her sonradan olan şeyin, bir sebebi ve alameti vardır. O halde
resul, kendisiyle risâlet müessesesinin tamamlandığı kimsedir. Dolayısıyla
onun, o risalet sayesinde bilinen bir alâmeti olması lâzımdır. İşte ayetteki'
'mübtn'' (açıklama) ifadesi, bu alamete işarettir. Bu alamet de ya delillerdir,
yahut mucizelerdir.[97]
"Allah'ın yanısıra başka tanrı uydurmayın. Gerçekten ben, size
O'nun tarafından gönderilen aşikâr bir uyarıcıyım" (Zâriyât, 51).
Bu ayet, tevhidin
izahını tamamlamıştır. Bu böyledir, çünkü tevhid, ta'tîl (inkar) ile şirk
arasında bir yerdedir. Esas yol, tevhiddir. Çünkü ta'tilci "Tanrı diye
birşey yok" der, müşrikler "Pek çok ilah var" derler. Muvahhid
ise, "birden fazla ilahın bulunduğunu söylemek de, hiçbir ilahın
olmadığını söylemek de bâtıldır" der. O halde "Hepiniz Allah'a kaç m
" (Zâriyât, so) ayeti, Allah'ın varlığını ortaya koymaktadır. Hak Teâlâ,
burada, "Allah'ın yanısıra başka tanrı uydurmayın" buyurarak, birden
fazla tanrıyı nefyetmiştir. Böylece bu iki ayetle, Allah'ın birliği anlatılmak
istenmiştir. İşte bu sebepten ötürü her iki yerde, her iki durumda,
"Gerçekten ben size O'nun tarafından gönderilen aşikâr bir uyanayım"
buyurmuştur.
Biz defalarca dedik
ki: Mu'attıla "Vâcibu'l-Vücûd bir varlık yok" dediğinde, herşeyi
"mümkin" kılmış olur. Çünkü buna göre, her mevcud mümkin varlıktır.
Fakat Allah Teâlâ da gerçekte mevcuttur. Dolayısıyla muattıla, Allah Teâlâ'yı
da diğer mevcudat arasına katmakla müşrik olur ve Allah'ı, başka varlıklar gibi
saymış olur. Müşrik, başkasının'da ilah olduğunu söyleyince, onun bu sözünden,
(temanû’) delilini[98] izah ederken de söylediğimiz gibi, ilahın
gerçek ilah olmaması gerekir. Zira, eğer yer ile gökte Allah'dan başka ilahlar
olsaydı, o zaman herbirinin âciz olması gerekirdi. Binâenaleyh bu, varlık
âleminde hiç ilah olmadığı manasına gelirdi. Bu yönüyle müşrikler, ulûhiyyeti
hiç kabul etmemiş olurlar, dolayısıyla da mu'attıla (inkarcı) olurlar. Öyle ise
aslında her muattıla, müşrik; her müşrik, muattıladır. Halbuki bu iki güruhtan
herbiri, karşı tarafın yanlış yolda olduğunu söylemektedir. Ne var ki kendisi
de aslında karşı tarafın yolu üzeredir. O da böylece farkında olmadan bâtılı
savunmaktadır. Bizi hakka-hakikata ileten Allah'a hamdolsun. hitabında şöyle
bir incelik var: Bu, o ilahların, mec'ûl (yapılmış-edinilmiş-sonradan uydurma)
olduklarına bir işaret vardır. Hak Teâlâ'nın, "Allah'ı vekil
edin"(Müzzemmil, 9) ayetinden Ötürü, Allah Teâlâ'da "edinilmiş"
olur" denilemez. Çünkü diyoruz ki, buna verilecek cevap çok nettir ve bu
husus, Meryem 81. ayetin tefsirinde geçmişti.[99]
"Onlardan
evvelkilere de, herhangi bir peygamber gelse, mutlaka (onun hakkında da),
"Bir sihirbaz, bir mecnun" demişlerdi" (Zâriyât, 52).
Bunun ne demek olduğu,
geçen İzahlardan anlaşılmaktadır. Daha önce, kıssaların teselli için
getirildiğini söylemiştik. Fakat burada zikretmeden geçemeyeceğimiz şöyle bir
incelik var: Bu ayet, her peygamberin mutlaka yalanlandığına delâlet eder. Bu
durumda ise, şöyle birkaç soru söz konusu olur:
1) Bazı
peygamberler, kendinden Önceki peygamberlerin şeriatını anlatmış ve devam
ettirmişlerdir. Dolayısıyla da onun ümmeti, üzerinde oldukları dini devam
ettirmiştir. Mesela, Benî İsrail'in peygamberleri için, bir müddet böyle
sürmesi gibi... Fakat Adem (a.s) peygamber olarak gönderildiğinde,
yalanlanmamıştır.
2) Allah
Teâlâ'nın, peygamberlerin yalanlanmalarına imkân vermesindeki hikmeti nedir?
Allah bunca çok olmalarına ve farktı farklı mucizeler göstermelerine rağmen,
niçin muhataplarının kendilerini
tasdik edeceği bir
şekilde peygamber göndermemiştir?
3) Ayetteki,
ifadesi, onların hepsinin, "Bu bir büyücü veya bir mecnun"
dediklerine delâlet eder. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Çünkü her peygambere
mutlaka iman edenler
çıkmıştır ve bu
mü'minler böyle söylememişlerdir?[100]
Birinci soru hakkında
şöyle deriz:
Cevap: Bir
önceki peygamberin şeriatını tatbik eden peygambere, "resul"
dendiğini kabul etmiyoruz, aksine bu, bir "resûl'ün dini üzere gönderilmiş
bir "nebî"dir. Binâenaleyh resulünü yalanlayan, ister istemez bunu da[101]yalanlamış
olur.
[102]
İkinci soruya da şöyle
cevap verebiliriz: Allah Teâlâ, ancak insanlar ihtiyaç hissettiğinde peygamber
gönderir. Bu ihtiyaç ise, dünyada kâfirler zuhur ettiğinde ortaya çıkar. Küfür
ise, cehalet çoğaldığında olur. Hem sonra Allah Teâlâ, kendisine ister istemez
iman edilecek bir peygamber göndermez. Aksi halde ona iman, ye's halindeki iman
gibidir, kabul edilmez. Câhil kimse ise, ona açıklanan şey son derece açık ve
net bir şekilde olmadığı sürece, onu kabul etmez. Böylece de dalâlet çukurunda
kalakalır. İşte bu Allah Teâlâ'nın, mahlûkatı hakkında bu şekilde
hükmetmesinden ötürü lâzım gelen, kaçınılmaz olan bir kaderdir.
Biz, bir defasında da
yine, insanlardan birisinin şöyle dediğini zikretmiştik: "Allah'ın kazası
olan herşey hayırdır. Şer ise, kaderdedir. Binâenaleyh Allah ateşe, kendisine
insanların faydası olması hükmünü vermiştir. Çünkü ateş aslında nur (ışık)tır
ve o İnsanlar, Allah'ın da bahsettiği gibi, ateşi, yolculuklarında ve diğer
durumlarında zarurî birşey saymışlardır. Suda da, içme faydası vardır. Fakat
ateşin faydası doruk noktadaki hararet (sıcaklık) ile, suyunki ise çok güçlü sellerle
(bollukla) tamamlanır. Bu ikisinin bu şekilde olması Allah Teâlâ'mn, bu ikisi
üzerine sünnetini (tutumunu) icra ettirmesiyle, bunların ayrılmaz vasfı
olmuştur. Dolayısıyla mesela ateş, fakirin elbisesini yakmış; su da miskinin
koyununu boğmuştur. O halde hayır (fayda) kazada, şer ise kaderdedir." Bu
çok derin bir sözdür. Sünnet İse şöyle dememizdir: Allah dilediğini yapar,
istediğine hükmeder.
Üçüncü soruya şu
şekilde cevap veririz: Bu genel durumu anlatan bir ifade değildir. Çünkü Allah
Teâlâ, "Hepsi dediler..." dememiş, fakat "Dediler"
demiştir. Onlardan çoğu, hatta büyük çoğunluğu böyle söylediği için, Cenâb-ı
Hak böyle buyurmuştur. Eğer, "Öyle ise Cenâb-ı Hak, peygamberleri böyle
yalanlayanlara yer verdiği gibi, tasdik edenlere de niçin yer vermemiş ve
mesele, "Bazıları, o peygamberi yalanladı, bazıları tasdik etti"
dememiştir?" denilirse, deriz ki: Çünkü maksad, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
kalbini tesellidir. Bu teselli ise, tekzîbten (yalanlamadan) ötürü yapılır.
Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Kavminin seni yalanlamalarına üzülme,
ümitsizliğe düşme. Çünkü senden önce de, nice kavimler tekzib ettiler, nice
peygamberler yalanlandılar" demektir.[103]
"Hepsi de bunu
birbirine tavsiye mi ettiler? Hayır onlar, (genellikle) azgınlar güruhunun tâ
kendileridir. O halde onlardan yüz çevir, artık sen kınanacak değilsin"
(Zâriyât, 53-54).
Bu, "Onlar bu
sözleriyle, yani, "Bu bir sihirbaz, bir mecnun" demek suretiyle haddi
aşmış azgın bir topluluktur" demek olup, insanları bu işe şaşmaya
davettir, yani "Hayret, nasıl da aynı görüşü paylaşıyorlar! Sanki bu
hususta anlaşıp ittifak etmişler ve biri birlerine "Ancak bunu
söyleyin" demişler" demektir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, bunun bir anlaşma neticesi olmayıp birleştirici şu sebepten ötürü
olduğunu belirtmiştir: Çünkü onlardan herkese bolca nimet verilmiş, dolayısıyla
hepsi de zengin olmuşlar; Allah'ı unutmuşlar; azmışlar. Böylece de
peygamberlerini yalanlamışlardır. Bu tıpkı bir padişahın bir belde halkına
mühlet tanıyıp, onları herhangibirşeyle mükellef tutmayıp, bir müddet bu
şekilde oturup kaldıktan sonra, onları kapısına çağırdığında, onlar birtakım
köşkler, bağlar, bahçeler edindikleri; beldelerini imar edip süsledikleri için,
onlara bu emre uyma ağır gelir. Dolayısıyla bu durum, onları o padişaha baş kaldırıp,
bir başka padişahın sözünü dinlemeye sevkeder.
Hak Teâlâ daha sonra,
"O halde onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak değilsin"
buyurmuştur. Bu da, bir başka tesellîdir. Çünkü Hz. Deygamber (s.a.s)'in
kendisini kusurlu sayması ve "Onların iman etmeyişleri, benim tebliğdeki
kusurumdan ötürüdür" diyerek, inzâr ve tebliğ işinde alabildiğine gayret
göstermesi, O'nun (a.s) üstün huylarındandı. İşte bundan dolayı Mak Teâlâ,
"Sen, sana düşeni yaptın. Onlardan yüz çevirmen sana zarar vermez. Onların
inkârları, senden kaynaklanan bir kusurdan ötürü değil. Dolayısıyla üzülme,
çünkü sen, kusuru sebebiyle kınanmış bir kimse değilsin. Yüz çevirip inad
ettikleri için, esasen kınanacak olanlar onlardır" demek istemiştir.[104]
"Sen vaazet, hatırlat.
Çünkü şüphesiz va'z-u öğüt (hatırlatma) mü'minlere fayda verir" (Zâriyât,
55).
Bu, "bahsedilen
yüz çevirme mutlak, kayıtsız şartsız değildir. Aksine (duruma), bazan yüz
çevir, bazan yönel, bazan davet et, bazan aldırma. Onlardan yüz çevirme sana
zarar vermez. Öğüt de mü'minlere karşı yapılması durumu müstesna, toyda
vermez" demektir.
Burada, bundan daha
ince şöyle bir mana var: Hidayet edenin hidayeti faydalı uçtuğu zaman, onun
mükâfaatı da çok olur. Binâenaleyh Hak Teâlâ, "Onlardan yüz ver deyince, birisi, "O halde bu
durumda, Hz. Peygamber (s.a.s) için büyük bir
olmaz" diyebilir. İşte buna karşılık Cenâb-ı Hak, "Evet. Çünkü
mü'minlerde çokluk vardır. Sen onlara va'z-u nasihat ettiğinde onların
hidayetleri artar. Senin sözünden ötürü hidayetin artması da, topluluğun
sayısının artması gibidir. Çünkü aek çok sayıdaki insandan herbiri bir veya iki
rekât namaz kılıp, az sayıdaki topluluktan larbiri de biner rekât namaz
kıldığında, az sayıdakilerin çokça yapmış oldukları ibadet, ayıca fazla
olanların ibadeti gibi olur. O halde hidayet edene, her hidayete erdiğinin
sapacağı ibadeti sayısınca ücret vardır, hidayete ermişlerin ücretinden de,
bundan birşey eksiltilmez. Nitekim Hak
Teâlâ da, "Şüphesiz senin için bir ücret var..."(Kalem, 3)
buyurmuştur. Bu eğer sen, mü'minlerin faydalanmaları sebebiyle yüz hatta muannidlerden yüz çevirmen durumunda
bile, sana ecir vardır"demektir.
Ayetteki, "Çünkü
şüphesiz zikrâ, mü'minkre fayda verir" ifadesi hakkında şu izahlar
yapılabilir:
a) Bununla,
mü'minlerin "yakîn" inançlarındaki kuvvetleri kastedilmiş olup, bu
tıpkı, "imanlarını artırsınlar diye..."(Fetih,4), "îman edenlere
gelince, busûreonlann imanını artırır" (Tevbe, 124) ve (Allah) onların hidayetini artırdı ve onlara
takvalarını nasib etti" (Muhammed, 17) ayetlerinde ifade edildiği gibidir.
b) Bu,
"Va'z-u nasihat, senden sonra gelen mü'minlere fayda verir" demektir
ve bu "Sen çokça, tekrar tekrar öğütte, hatırlatmada bulunursan, bu durum
senden tevatür ile nakledilir. Dolayısıyla bundan, senden sonra gelen mü'minler
de istifade eder" manasınadır.
c) Öğüt,
eğer kâfirin iman etmesini sağlasaydı, kâfir, imana girerek bundan faydalanmış
olurdu. Çünkü o, mü'min olmuştur. Eğer bu ona fayda vermez ise, yine de bir
hasene meydana gelmiş olur ve bu, mü'minlerin hasenelerine eklenmiş olur
Dolayısıyla bundan mü'minler istifade etmiş olur. Ayetin bu ifadesi, "İşte
bunlar, vâris kılındığınız cennetlerdir" (Zuhruf, 72) ayetinde anlatılan
husustur.[105]
"Ben, cinleri
de,insanİan da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zariyat, 56).
Bu ayette pek çok
incelikler var. Biz onları ayrıntılı bir şekilde ele alıyor ve diyoruz ki: Bu
ifadenin, daha önceki kısımla münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir
a) Allah
Teâlâ, "Sen vaazet, hatırlat" buyurunca, bu "Vaazın ve
hatırlatmanın en ileri şekli, mahlûkatın, ancak ibadet için yaratıldığını
anlatmaktır. Binâenaleyh insanın yaratılmasının gayesi, kulluk etmesidir. O
halde sen onlara bu gayelerini hatırlat, anlat ve onlara bunun dışında kalan
herseyin, zamanı boşa geçirmek olduğunu bildir" manasına gelir.
b) Biz,
defalarca, peygamberlerin işinin esasta iki şeye, yani Allah'a ibadet etmeye ve
insanları doğruya hidayete münhasır olduğunu anlatmıştık. Binâenaleyh Hak
Teâlâ. "O halde onlardan yüz çevir. Artık sen kınanacak
değilsin"(Zâriyat, 54) buyurunca, hidayet vazifesinin ümitsizlik ve
hidayet yolunu tutacak kimsenin bulunmaması durumunda sakıt olabileceğini
bildirmiş olmaktadır. Ama ibadete gelince, bu devamlıdır, hiç düşmez.
Mahlûkatın yaratılışı da sırf ibadet içindir. Halbuki yaratma işi, hidayetten
ötürü değildir. O halde bu, "Sen, o hususta gücünü, son noktasına kadar
kullandıktan sonra, artık insanları doğruya iletme isini bırakıp da esas vazife
olan ibadeti yerine getirdiğinde kınanmazsın" demektir.
c) Allah
Teâlâ, öncekilerin yalanlamalarından bahsedince, onların yaptıklarının kötü
olduğunu anlatmak için bu ayeti zikretmişti. Çünkü onlar Allah'a İbadet etmeyi
bırakmışlardır. Halbuki onlar, sırf ibadette bulunsunlar diye yaratılmışlardı.
Bu ayetin tefsiriyle ilgili
birkaç mesele var:[106]
Melekler de,
mükellefler arasındadır. Allah,
onların yaratılmasındaki en büyük faydanın ibâdet olmasına
rağmen, (bu ayette)
bunlardan bahsetmemiştir. Onların yaratılmalarının maksadı ibâdet olduğu için,
Cenâb-ı Hak, "Hayır onlar, ikrama mazhar edilmiş kullardır...(Enbiya,26)
ve "Onun huzurunda olanlar kendisine ibadet etmekten asla
kibirlenmezler" (Enbiya, 19) buyurmuştur. Binâenaleyh, meleklerin bu
ayette zikredil memesinin hikmeti nedir? Biz diyoruz ki, buna şu birkaç açıdan
cevap verebiliriz:
1) Biz, yaptığımız
izahların birinde, bu
ayetin, kendisinden Öncekilerle münasebetinin, kâfirlerin,
yaratılış maksadlarını yapmamalarının kötülüğünü beyan etmek olduğunu
anlatmıştık ki, yapmamaktan dolayı meydana gelen kötülük de, cinlere ve
İnsanlara mahsustur. Çünkü cinler arasında küfür daha çok yaygındır ve onlardan
kâfir olanlar, mü'minlerden daha fazladır. Zira biz, bu ayetin maksadının,
onların kötülüklerini ve yaptıkları işin kötülüğünü ortaya koymak olduğunu
beyan etmiştik.
2) Hz. Peygamber (s.a.s), cinlere de
peygamber olarak gönderilmiştir. Binâenaleyh Cenab-ı Hak, "Onlara
hatırlatılması gerekli olan şeyi, yani yaratma işinin ancak ibâdet için
olduğunu hatırlat..." buyurunca, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetini
özellikle zikretmiştir ki, bunlar da, cinler ve insanlardır.
3) Putperestler,
"Şanı yüce olan Allah, melekleri yaratmış ve onları kendisine yakın
kılmıştır. Binâenaleyh melekler, Allah'a ibâdet ediyorlar ve onların yaratılışları
da, O'na ibâdet gayesine matuftur. Biz ise, derecemiz aşağı olduğu için,
Allah'a ibâdet etmeye lâyık kimseler değiliz. Binâenaleyh, biz meleklere;
melekler de Allah'a ibâdet eder..." diyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı
Hak da, "Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım" buyurmuş, böylece de meleklerden bahsetmemiştir. Çünkü melekler
hakkındaki durum, o Mekke müşrikleri arasında müsellem ve kabul edilmiş bir
işti.. Binâenaleyh Allah, hakkında ihtilaflı olan hususu dile getirmiştir.
4) Ayetteki
"cin" ifâdesinin, melekleri de içine aldığı; zira cin kelimesinin kök
anlamının "görünmeme" masdarından olduğu, dolayısıyla, meleklerin de
diğer canlılar tarafından görülmediği ileri sürülmüştür. Bu izaha göre, ayette
cin ifâdesinin önce getirilmesi, meleklerin bu kavramın muhtevasına girmiş
olmasından ve ihlas ve ibâdetlerinin çok ileri derecede olmasından dolayıdır.
5) Bazı
kimseler de söyle demişlerdir: Cenâb-ı Hak her ne zaman yaratma işinden
bahsederse, oradaki takdir, kütte ve zaman açısından olur. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Allah, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattı...
"(Furkan. 59), "Yeri iki günde yarattı..."(Fussilet, 9) ve
"... iki elimle, "ellerimle" yarattığım (Adem)e..."
(Sad, 75) v.b.
buyurmuştur. Zaman ve kütlenin söz konusu olmadığı yerde ise, bu yaratma işini
"emr" (iş, emir) kelimesiyle ifâde etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Bir şeyi dilediği zaman O'nun emri, ona "ol!" demesi, onun da
oluvermesidir" (Yasin,82), "De ki: "Ruh, Rabbimin
emrindendir..."(isra,85) ve "Dikkat edin: Yaratma da emir de
O'nundur..." (Araf, 54) buyurmuştur. Melekler de, ruhlar gibi,
"emr" âlemindendir. Cenâb-ı Hak onları, herhangi bir zaman boyutu
olmaksızın yaratmıştır. O halde, ayetteki ifâdesi, mahlûkat aleminden olanlara
bir işaret olup, melekler bu ifâdenin muhtevasına girmezler. Bu görüş, Cenâb-ı
Hakk'ın "Allah, her şeyin halikıdır..."(En'am.202) beyanından dolayı
bâtıldır; o halde melekler de, (emr âleminden değil), mahlûkat âlemindendir.[107]
Hangi hikmetten
dolayı, ayette cinler insanlardan önce zikredilmiştir? Biz deriz ki: Bu hususta
şu izahlar yapılabilir:
a) Bunların
bir kısmı, birinci meselede geçti.
b) İbâdet,
gizli ve açıktan olmak üzere ikiye ayrılır. Gizli yapılan ibâdetlerin açıktan
yapılan ibâdetlere bir tür üstünlüğü vardır. Cinlerin ibâdeti ise gizli olup, o
İbâdetlerin içine, büyük oranda riya giremez. İnsanların ibâdetlerine gelince,
bu ibâdetlerin içine riya karışabilir. Çünkü insan, Allah'a bazan, hemcinsinden
(insanlardan) dolayı, onlar için ibâdet eder. Bazan da, cinlerden haber almak,
yahut da onlardan korktuğu için ibâdet eder. Halbuki cinler böyle değildir.[108]
Allah, yaptığı
şeyleri herhangi bir
maksattan dolayı yapmaz. Aksi halde, o maksatla kendisini tamamlamış
olur. Halbuki Cenâb-ı Hak, bizatihi kâmildir. O halde, Allah'ın
emirleri için daha nasıl birtakım
maksatlar, gayeler, sebepler
düşünülebilir? Biz diyoruz ki, işte Mutezile bu ayete tutunmuş ve
"Allah'ın fiilleri birtakım maksatlardan dolayıdır" demiş, bu görüşü
kabul etmeyenlere
reddiyede bulunma
hususunda da ileri gitmişlerdir. Biz ise diyoruz ki: Bu hususta
şu izahlar
yapılabilir:
1)
"Talî!" (bir şeyi bir sebebe bağlamak), lafzî ve manevî olmak üzere
ikiye ayrılır: "Lafzî" her ne kadar hakikatte, o iş ondan ötürü, onun
için olmasa dahi, o işi idare eden, ona bakanın ona bu adı vermesi, onun
sebebinin bu olduğunu söylemesidir. Bunun misali şudur: Bir hükümdar,
beldesinden çıkıp da düşman beldesine girsin, kalbinde de başka bir şey değil,
(bu hareketiyle) sırf askerini yormak kastı bulunmuş olsun.. Binâenaleyh,
esasen maksat bu olduğu halde, lafzan bu, illet olmaya elverişli değildir.
Şimdi bu kimse, "Ben ancak, bir ücret elde etmek için veyahut da bir
güzellikten istifâde etmek için yolculuk yaptım.." diyecek olsa, "Bu
bir şey değil ve bu iş buna bağlanamaz..." denilir. Ama bir kimse, bu gibi
yerlerde, düşman beldesine girip onları korkutmak için sefere çıktığını
söylese, öne sürdüğü bu sebep tasdik olunur. O halde, "lafzî sebep",
muteber olan bir menfaati, kendisinde menfaat bulunan bir işin illeti ve sebebi
yapmaktır.. Her ne kadar gerçekte böyle bir kâr etme söz konusu olmasa bile,
başlangıçta, "Kazanmak için ticaret yaptı.." denilir. Bunu iyice
kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Hakikatler, insanlarca (tam olarak)
bilinemezler. Nasslardan anlaşılan şey, onların lafzî manalarıdır. Ne var ki,
bir şeyde bir fayda bulunduğunda, onu, lafzan bir illet kabul etmek doğru otur.
Münakaşa ise, lafızda yatan hakikat hususundadır.
2) Bu, tıpkı
Allah kelâmında geçen temenni ve terece! gibi bir takdirdir. Buna göre Cenâb-ı
Hak adetâ sanki şöyle demek İstemiştir: "Mahlûkat nezdinde ibâdet, bir
şeydir. Eğer o sizin fiillerinizden olsaydı, bu fiilin ibadet için olduğunu
söylerdiniz. Bu tıpkı bizim, Cenâb-ı Hakk'ın "umulur ki öğüt
alır..."(Taha, 44) ayetini "Siz onun öğüt almasını
umabilirsiniz" şeklinde ve "Umulur kiRabbiniz düşmanınızı helak
edecek... "(Araf, 129) ayetini de, "Sizce, siz O'nun helak etmesini
umabilirsiniz" şeklinde tefsir etmeniz gibidir. Böylece sizler, bu işin
yakın olduğunu söyleyebilirsiniz.
3) Lâm, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın "Güneşin kayması anında ...
güzelce namazını kıl" (isrâ. 78) ve
"Onları İddetlerine doğru boşayınız" (Talak. 1) ayetlerinde
olduğu ve bununla, "yaklaşmak" manası kastedildiği gibi, illet ve
sebep olmaya müsait olmayan yerlerde de bulunabilir ki, bu gibi yerlerin
tamamında böyledir. (Yani bulunur, ama illet değildir.) Buna göre mana,
"Yaratma İşi ibâdetle içiçedir. Yani, ibâdetin farziyyeti ile içiçedir"
demek olup, bu da, "Ben onları yarattım ve onlara, ibâdet etmelerini farz
kıldım" demektir.
"Hakikî"
manada bir illetin olamayacağının delili şudur: Allah, her türlü menfaatten
müstağnidir, uzaktır, azadedir. Binâenaleyh, O'nun fiilleri ne kendisine ne de
başkasına yönelik bir menfaatten dolayı olamaz.. Çünkü Allah Teâlâ, o menfaati
başkasına herhangi bir işi vasıta kılmaksızın da ulaştırmaya kadirdir.
Binâenaleyh, o işin vâsıta olması illet olsun diye değildir. Allah Teâlâ'nın,
herhangi bir işi, illet olsun diye değil de, o ameli vasıta kılarak yaptığı
sabit olunca, bu mesele onlara, (yani Mu'tezlle'ye) gerekli ve lâzım olmuş
olur.. Bu husustaki nasslara gelince, bunlar sayılmayacak derece çok olup,
pekçok çeşitleri vardır. Bunlardan meselâ, saptırma işinin Allah'ın fiili ile
olduğuna delâlet edenler vardır. Bu, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Dilediğini
saptırır..." (Fatır. 8) ve benzeri ifâdelerinde olduğu gibidir. Yine
bunlardan eşyanın tamamının Allah'ın yaratması ile olduğuna delâlet edenler vardır.
Bu da meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, her şeyin
yaratıcısıdır..."(Enam, 102) ayetinde olduğu gibidir.. Yine, bu
ayetlerden, böyle bir illetin olamayacağına açıkça delâlet edenler vardır.
Meselâ bunlar da,
Cenâb-ı Hakk'ın "Yaptığından mesul olmaz, sorulmaz..." (Enbiya, 23),
"Allah, dilediğini yapar.." (Al-i İimran, 40) ve "Allah,
dilediği şekilde hükmeder.."(Maide,
1) ayetlerinde olduğu gibi. Bu husustaki tafsilat müfessire değil,
itikâd esaslarından bahseden ketâmcıya bırakılmıştır.[109]
Cenâb-ı Hak, hem "Ey insanlar, biz sizi bir
erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, (sırf) bahirinizle tanımşanız için büyük
büyük milletlere (...) ayırdık.. "(Hucurat, 13) buyurmuş, hem de bu
ayette, "Bana kulluk etsinler diye..." buyurmuştur. Binâenaleyh, bu
İki ifâde arasında bir fark var mıdır? Biz deriz ki: Hayır, yoktur. Çünkü Allah
Teâlâ, o insanları büyük büyük milletler kılmasını, tanışmaları sebebine
bağlamış; burada da onları yaratma işini, ibâdet amacına bağlamıştır.. Cenâb-ı
Hakk'ın oradaki, "Allah katında en şerefliniz, Allah'a en fazla saygılı
olanmızdir" buyruğu, burada e/e aldığı şeyin delilidir ve buna da
uygundur. Çünkü kişi, en müttakî olduğu zaman, amel bakımından da en çok İbâdet
eden ve en çok ihlâslı olan olmuş olur. Böylece de ondan istenen, varlık
âleminde en mükemmel şey olmuş olur. Dolayısıyla da bu kimse en kerim ve en
kıymetli kimse olmuş olur. Bu tıpkı, menfaati bir fayda olup, fakat o menfaati
meydana getiren cüzlerin bazısının, o faydanın bütünü İçinde daha çok faydalı
ve menfaatti olan bir şey gibidir... Meselâ su, temizlik yapmak ve içmek için
yaratılmıştır. İşte bu menfaat içinde, saf su daha çok faydalıdır. Böylece de
bu saf su, başka sudan daha kıymetli olmuş olur. Kendisinden istenen şeyin,
kendisinde ileri derecede bulunduğu kul da, bunun gibidir.[110]
Cinlerin ve
insanların, kendisi sebebiyle yaratılmış olduğu o ibâdet nedir? denilirse, biz
deriz ki: Bu, Allah'ın emrine olabildiğince saygı duymak, mahlûkatına karşı
şerefli olmak... Çünkü şeriatin bütün hükümleri, bu iki tür şeyden hâli
değildir. İbâdetlerin özelliklerine gelince, bu husustaki kanunlar, konum,
şekil, azlık-çokluk, zaman-mekân, şartlar ve rükünler bakımından farklı
farklıdırlar. Celâl ve ikram sahibine yakışan tazim, aklen bilinemeyeceğine
göre, bu hususta şer'î kanunlara yapışmak ve peygamberlerin sözlerini almak
gerekir. Çünkü Allah İbâdetin bu iki çeşidi hususunda kullarına peygamberler
göndermek ve bu husustaki yollan izah etmek suretiyle lütufta bulunmuştur.
Ayetteki, "bana İbadet etmeleri için" fiilinin manasının, "Beni
tanımaları için..." şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir hadis-i kudside
"Ben, gizli bir hazine idim; dolayısıyla bilinmek, tanınmak istedim[111]
dediği rivayet edilmiştir.[112]
"Ben onlardan bir
rızık istemiyorum. Bana (yemek) yedirmelerini de istemiyorum" (Zâriyat,
57).
Bu ifâdede şöyle bir
sorunun cevâbı bulunmaktadır: Yaratma işinin bir maksattan dolayı olması,
Allah'ın bir ihtiyaç içinde olduğunu ihsas ettirmektedir. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hak adetâ, "Ben onları, bana yemek yedirsinler diye yaratmadım..
Bu yaratmanın faydası bana değil onlara aittir" buyurmuştur. Çünkü, efendi
açısından kulun menfaati, ya ona mal kazanmak, yahut da mevcut malını muhafaza
etmesi bakımından, efendiye bir kazanç sağlamasında yatmaktadır. Çünkü kul
köle, eğer kazanç temin etmesi için elde edilmişse, bu husustaki amaç açıktır.
Yok eğer, efendisinin işlerini görmesi için elde edilmişse, şimdi bu köle
olmasaydı, efendisi, şlerini yapabilecek birisini kiralama ihtiyacı duyacak,
böylece de ona, ücret verme mecburiyetinde kalacaktı. O halde kul, efendisinin
malını muhafaza etmiş ve onu, icret vermekten müstağni kılmıştır ki, bu da bir
tür kazanç sağlamadır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, ben onlardan bir nzık
istemiyorum. Bana, (yemek) yedirmelerini de istemiyorum" buyurmuştur ki
bu, "İbâdet yapmalarını isteme açısından ben, kölelerin efendileri gibi
değilim. Tam aksine burada, onların ibâdet etmelerinde kazanç sağlayan ben
değil, onlardır" demektir.
Burada şöyle bir İzah
da yapılabilir: Bu, onların ibâdet için yaratılmış olduklarını kabullenmedir.
Zira, örfen bir işin, mutlaka bir faydası söz konusudur. Ne var ki, köleler de
İki kısma ayrılır. Bunlardan bir kısmı, sırf büyüklük ve saltanatın izhar
edilmesi için olurlar. Bunlar, hükümdarın sahip olduğu köleler gibi... İlgili
kral bunları gedilir içirir; memleketinin her köşesinden bunlara yer-yurt
verir. Onlara güzel ve orijinal şeyler verip durur. Bundan maksad onların
kendisini tazim edip önünde pençe divan
durmalarıdır. Bunlardan bir kısmı da, ya rızıklarını elde etme yahut da
nzıkları ıslâh İçin, kendilerinden yararlanmak maksadıyla elde bulundurulur..
İşte sunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Ben onları yarattım. Onlarda mutlaka bir
menfaatin oulunması gerekir. Şimdi onlar, kendileri hakkında düşünsünler ki,
onlar, kendileri den bir nzık elde edilmek istenen türden midirler? Halbuki
onlar, böyle siğillerdir. Çünkü ben onlardan bir nzık istemiyorum. Yahut onlar,
pişirmek ve sayesinde yiyeceğin sunulduğu sofra gibi, kendilerinden bir azığın
uygun hale getirilmesi istenenler kabilinden midirler? Oysa onlar, bu türden de
değillerdir. Çünkü sen onlardan, beni yedirip içirmelerini de istemiyorum. O
halde onlar, birinci kısım kulelerdendir. Binâenaleyh, onların tazimi, saygıyı,
ibâdeti bırakmamaları gerekir. Sorada, bir,kaç mesele içinde ele alacağımız
birtakım incelikler bulunmaktadır.[113]
Ayette, iki defa,
"irâde" fiilinin kullanılması ne ifade eder? Çünkü, hiç kimseden
herhangi bir nzık istemeyen bir kimse, o kimsenin, kendisini yedirip içirmesini
de istememiş demektir. Biz deriz ki: Bu, biraz Önce bahsettiğimiz şu sebepten
dolayıdır: Efendi bazan, kölesinden kendisi için kazanç temininde bulunmasını
ister ki işte bu, ondan nzık isteme manasına gelir.. Bazan da, efendinin,
kölesini kazanç temininde müstağni kılacak bol malı olur. Ne var ki ondan,
revaçlarının kendi malından karşılanması ve yine, kendi malından olmak üzere,
taodisine yiyecek ve sofranın hazırlanması talep edilmiş olabilir. İşte bu
sebeple, igıii efendi, "Ne onu istiyorum, ne de bunu istiyorum.."
der.[114]
Cenâb-ı Hak niçin,
nzık isteme işini, yedirip içirmeyi isteme işinden önce zikretmiştir? Biz deriz
ki bu, basitten mürekkebe doğru çıkma halindendir. Ve bu tıpkı bir kimsenin,
"Ne senden ve ne de senden daha güçlü olandan yardım istiyorum!"
demesi gibi olur ki, bu ters çevrilemez. Ve yine, "Falanca, emirlere, hana
sultanlara ikram ediyor.." denilir Ki, bu da ters çevrilemez. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak burada, "Ben sizden rızık istemediğim gibi, bundan
daha aşağı olanını da istemem..." demiştir ki, bu daha aşağı olan da,
efendinin huzurunda ona bir yiyeceğin sunulmasıdır. (Cenâb-ı Hak bunu da
nefyetmiştir.) Çünkü, her ne kadar kesb, kullardan istenmese de, bu, yani
yiyecek hazırlanma onlardan çokça istenen bir husustur.[115]
Cenâb-ı Hak şayet,
'"Ben onlardan, beni rızıklandırmalarını
istemiyorum; ve "ben onlardan yiyecek de istemiyorum" demiş
olsaydı, bu mana yine elde edilebilir miydi? Biz diyoruz ki: Yaptığımız
ayrıntılı izah açısından meseleye bakarsak, "Hayır, elde edilmez.."
deriz. Çünkü, "kazanç temin etme" ifadesiyle, fiil değil, zenginlik
manası kastedilir. Çünkü, bir işle meşgul olup da zenginlik elde etmeyen kimse,
meşgul olmasa dahi, zenginlik elde eden kimse gibi olamaz. Bu, çalışıp
çabalayan bir kölenin ihtiyacından ötürü işi terkedip de, işi kazanmak olduğu
zaman, kendisinden ötürü efendisini razı edeceği bir kaynak bulan kölenin
durumuna benzer. Fakat kendisinden, fiilin bizzat kendisinden Ötürü, o işi
yapması istenen kimseye gelince ki, mesela aç olan bir kimsenin, kölesini
yiyecek hazırlamak için gönderip de, kölenin, bir kaynaktan mal elde etmekle
meşgul olması durumunda, çoğu kez efendisinin, onun bu durumundan razı olmaması
gibidir. O halde, ayetteki rızıktan maksad, zenginliktir. Dolayısıyla Allah
Teâlâ bunu, fiil ile ifade etmedi. Halbuki yedirme işinden maksad, o fiilin
bizzat kendisidir. Dolayısıyla Allah Teâlâ bunu, fiil ile ifâde etmeli. Halbuki
yedirme işinden maksat, o fiilin bizzat kendisidir. Dolayısıyla Allah Teâlâ
bunu fiil ile ifade edip, "Bana yedirmelerini istemiyorum" dedi de,
"yemek istemiyorum" demedi. Öte yandan ayet-i kerimedeki iki lafızda
tenvî (çeşitleme) kasdıyla fesahat ve sefalet vardır.[116]
Ayette kastedilen
husus, senin bahsettiğin husus olduğuna göre ve onlardan istenen şey, saygıdan
başka birşey
olmadığına göre,
özellikle, "yedirme işl"nin zikredilmesinin faydası nedir? Deriz ki:
Cenâb-ı Hak, birinci istek hususunda işi genelleştirince, "bir nztk" kelimesiyle yetinmiştir.
Çünü bu kelime umûm ifade eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, saygıya da bir
işarette bulunmuş ve böylece yedirme işini zikretmiştir. Zira yapılan işlerin
derecelerinin en düşüğü, efendisinin, kölesi veya cariyesinden, yemek İşinin
hazırlanması hususunda yardım istemesidir. En düşük fiilin kabul edilmeyişini,
en üstün fiilin kabul edilmeyişi, ister istemez izler. Buna göre Hak Teâlâ
sanki, "Ben onlardan ne bir mal, ne de bir iş istemiyorum" demiş olur.[117]
Bahsettiğim üzere,
istenilen şeyler, söylediğin o şeylere münhasır değil. Çünkü efendi, köleyi
bazan, ondan ne bir iş istemek, ne bir rızık istemek, ne de onun saygıda
bulunmasını istemek için satın alır. Aksine onu ticaret için ve kâr elde etmek
için satın alır. Deriz ki: Hak Teâtâ'nın, "Ben onlardan bir rızık
istemiyorum" ayetinin genel oluşu, bunu da içine alır. Çünkü ticaret
maksadıyla köle alan kimse, ondan aynı zamanda rızık da elde etmek istemiş
olur.[118]
Arapça'da, deyimi, şimdiki
zamanın olumsuzluğunu ifade eder. Özellikle bu tabire yer verilmiş olması,
bahsedilenlerin dışında kalan şeylerin de nefyedildiği zannını
uyandırır. Fakat Allah Teâlâ onlardan, ne
şu anda, ne de gelecekte herhangi bir rızık
istemiştir. Öyleyse Cenâb-ı Hak niçin dememiştir?
Cevap: Diyoruz
ki edatı, şimdiki zamanın olumuzluğunu,
edatı da gelecek zamanın olumsuzluğunu İfade eder.
Binâenaleyh bir kimse,
karşı taraf henüz aynı fiili yaparken, bitirmemişken,"Falanca şu işi
yapmayacak" dediğinde, sözü doğrulanmaz. Fakat o kimse, sözünü bitirince
fiili de terkederse, bu sözü söylediğinde bu sözü doğru kabul edilir.
Binâenaleyh bu kimse, yerine demiş olsaydı, bahsettiğimiz misale göre,
doğrulanmazdı. Bunun bir misali de şöyledir İnsan namazda iken birisi "O namaz kılmıyor, ona bak" dese,
şimdi ona birisi o namazını bitirmiş olduğu sırada baksa, bakan kimsenin,
"Sen namaz kılmazsın" demesi doğru olur. Şimdi bir kimse o anı ifade
için demiş olsaydı, bu, doğru kabul edilmezdi.
Bunu anladığına göre,
bu iki lafızdan herbiri olumsuzluk için olup, bir bakıma her birinde bir
hususîlik var. Fakat şimdiki zamanın olumsuzluğu, daha uygundur. Çünkü şimdiki
zaman ile dünya hayatı, istikbâl ile de, âhirette olacak olan birşey
kastedilmiştir. Binâenaleyh dünya ve ona ftit bütün İşler "hal"
(şimdiki zaman) ile ilgili işlerdir. O halde ayetteki "İstemiyorum" ifâdesi, "Bu
dünya hayatındaki mevcut durumda istemiyorum" demektir. Kişinin, ölümünden
sonra, ondan herhangi bir rızık veya bir İş istemeyeceği malumdur. Binâenaleyh
ayetteki, lafzı, genel bir olumsuzluğu
ifade eder. Eğer Allah Teâlâ burada,
demiş olsaydı, bu lafız, o genelliği ifade etmezdi.[119]
"Şüphesiz nztk
veren, o pek metin, kuvvet sahibi Allah'ın kendisidir"
Bu ayet, bir Önceki ayette bahsedilen o
İki şeyin sebebini göstermektedir. O hakte, İfadesi, Allah Teâlâ, rızık
isteğinde bulunmayışının; "kuvvet sahibi" ifadesi de, herhangi bir
şey istemediğinin sebebidir. Çünkü rızık isteyen kimse, fakir ve muhtaç olur.
Başkasından bir iş yapmasını İsteyen kimse de, gücü-kuvveti olmayan bir âciz
olmuş olur. Dolayısıyla Hak Teâlâ sanki, "Ben onlardan nzık İstemiyorum.
Çünkü zaten rezzâk
benim; iş de istemiyorum. Çünkü kuvvet sahibi olan benim" demiştir.
Bu ayetle ilgili
birkaç bahis var:
Birinci Bahis:
Hak Teâlâ, önceki ayette istemiyorum" demiş, "Rezzâk yalnız
benim" dememiş; orada olmayan birisinin sözü olarak, (gaib sîgasıyla)
"Şüphesiz rezzâk... yalnız Allah 'tır" buyurmuştur, bunun hikmeti
nedir? Diyoruz ki: Hz. Peygamber (s.a.s)'in, biraz önce de bahsettiğim gibi, bu
ayeti "Şüphesiz ben Rezzâhm" şeklinde de okuduğu rivayet edilmiştir.
Meşhur kıraata göre, şu izahlar yapılabilir:
1) Bu,
"Ey Muhammed, "Şüphesiz Allah rezzâktır" de" takdirindedir.
2) Bu,
"iltifat" kabilindendir ve nefs-i mütekeltimden, gâib sığasına geçme
türündendir. Burada şöyle bir incelik vardır: "Allah" isminin
zikredilmesi, O'nun rezzâk oluşunu İfade eder. Zira, daha evvel de bir kaç kez
bahsettiğimiz gibi, Allah değil de, "ilah" lafzı, ma'bûd (tapılan
şey) manasınadır. Bunun bu manaya olduğu hususunda, "Seni ve ilahlarım
bırakır..." (Araf, 127) yani "seni ve ma'budlarını terkeder"
ayetine tutunmaktayız. Allah Teâlâ, ma'bûd olduğuna ve kulunun rızkını
verdiğine göre, onu geçimini kazanmaktan başka bir işte çalıştıracaktır, zira
rızkı efendisine aittir. İşte Cenâb-ı Hak burada, "Ben, cinleri de,
insanları da ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım " buyurunca, onları,
sırf Kendisi için ve ibadeti için seçip ayırdığını ve rızıklarının da Kendisine
ait olduğunu beyân etmiştir. Bu sebeble de Kendisinin Rezzâk olduğunu gösteren,
Lafzatullah'ı kullanarak, "Şüphesiz rezzâk, Allah'ın kendisidir"
buyurmuştur. Şimdi Allah Teâlâ, "Şüphesiz ben, rezzâk*ım" demiş
olsaydı, bahsedilen ilgi olurdu, fakat bahsettiğimiz bu incelik ifade edilmiş
olmazdı.
3) Kul (de
ki) fiilinin cümlesinin başında takdir
edilmesi. Buna göre mana şöyle olur: "Ya Muhammed, de ki: "Ey nas,
ben sizden beni yedirip içirmenizi istemiyorum." Böylece de bu, Resulün:
"De ki: "Buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum"
(En'âm. 90) sözü gibi olur ve bu izaha göre, "Şüphesiz Allah,
rezzâktır" İfadesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözünün devamı olmuş olur.
Hak Teâlâ,
"kavi" "kuvvetli" dememiş, aksine "kuvvet sahibi"
demiştir. Bu böyledir, çünkü bu ayetin maksadı, bundan Önce geçen ayetteki,
rızık istememe ve başkasından yardım beklememe gibi hususları anlatmaktır.
Fakat rızık istememede, müstağni olan şahsın bir kimseyi rızıklandıracak bir
şekilde olması yeterli olmaz. Çünkü pek çok insan, hem çoluk-çocuğunu, hem
başkalarını rızıklandırdığı gibi, ayrıca kendisinden de rızık istenir.
Kendisinden çokça rızık sudur etti mi, kendisinden isteme azalır. Binâenaleyh
bu maksad da onun için, ancak rızık vasfında mübalağa edilerek elde edilir.
İşte bu sebep ile, Hak Teâlâ "er-rezzâk" buyurmuştur.
Başkasının yardımına
ihtiyaç hissetmeme ise, rızkın altındadır. Çünkü kuvvetli bir kimse,
alabildiğince kuvvetli olduğu zaman başkasına yardım eder. Ama böyle olmadığı
zaman, başkasına yardım edemediği gibi, kendisinden de yardım istemez. Onun gücü
bundan aşağı olunca, yardımda bulunur, ama farklı farklı olur. Binâenaleyh
Hak Teâlâ, "Bana yedirmelerini de
istemiyorum" buyurunca, O'na bizzat kuvvetin kendisini beyân etmek
yetmiştir, el-kavî demeyip "kuvvet" manasını ifade etmek üzere,
"kuvvet sahibi" buyurdu. Çünkü "zü" (sahib) kelimesi,
apaçık ve ayrılmaz sıfatlar hakkında kullanılmaz. Dolayısıyla da insandan hiç
ayrılmayan durumlar hakkında "mal sahibi, mal edinmiş olan "güzellik sahibi güzel olan; iyi huy
sahibi iyi huylu gibi sıfatlarda kullanılır. Fakat "üç" sayısı için,
tekli; dört sayısı için de, (çiftli)
denilmez. İşte bu sebeble de, fiillerden türemiş olmayan hakiki vasıflar
hakkında, O kullanılmaz. Meselâ
eliflâm'lı olarak veya veya denildiği
duyulmamıştır. Buna mukabil, ihsan hakkında, eliflam'sız olarak veya
denir. Çünkü bu ilim ve hayat, insanda peydah olan, arızî (sonradan) bir
vasıf olup, ondan ayrılmaz bir vasıf değildir. Fiil sıfatları hakkında da, işitilir,
fakat "Allah çokça: "Allah lafzı ve lütuf sahibidir" sözü çok
dir" denilmez. Çünkü, "zû", "sahibi rabbi"
manasınadır. Beraberlikle, apaçık bir lüzumiyyet (ayrılmazlık) şöyle dursun,
lüzumluluk manası bile anlaşılmaz. Allah Teâlâ'nın, "Her ilim sahibinin
üstünde bir alim vardır" (Yûsuf, 76) demiş olması da bunu te'yîd eder. Böylece
Allah Teâlâ, başkasını "ilim sahibi" olarak, kendisini ise, fiil ile
yani "atîm" sıfatıyla tavsif etmiştir. O halde bu demektir ki,
"İlim sahibi" (zu ilmin) ifadesi ile "alim" arasında fark
var. Aynen bunun gibi, kuvvet sahibi ifadesi ile "kavî" (kuvvetli)
arasında da fark vardır. Bunun böyle olduğunu, HakTeâlâ'nın, "Allah onları
yakalar. Şüphesiz O, kavîdir, ikâbı şiddetli olandır" (Enfal, 52); "Allah kullarına karşı lütufkârdır.
Dilediğine rmk verir. O, kavîdir, azizdir"(Şuara, 19) ve "Ben ve peygamberlerim
gâlib geleceğiz. Şüphesiz Allah kavîdir, azîzdir"(Mücadele, 21) ayetleri
de destekler. Çünkü bu ayetlerde, büyük işleri ifâ etme manası kastedilmiştir.
Halbuki tefsirini yaptığımız ayette, O'nun başkasına muhtaç olmayışı m/ınası
kastedilmiştir. Başkasına muhtaç olmayan kimseye ise, bir miktar kuvvet yeter.
Fakat tek başına bir işi yapmak İsteyen için mutlaka, büyük kuvvet lâzımdır.
Çünkü muhtaç olmama işi, bazan ilgili işi yapmamak ve ondan uzak durma ile
sağlanabilir. Bu konu, bu gibi yerlerde, "kuvvet sahibi" ifadesi ile
kuvvetli (kavi) ifadesi arasındaki farkı sorana, cevap olarak verilmiş olsaydı,
daha güzel olurdu.
Eğer, "Hak Teâlâ,
"Allah, gıyaben, kendisine (yani dinine) ve peygamberlerine yardım edeni
bilmek İçin (böyle yapmıştır). Çünkü Allah kavîdir, azizdir"'(Hadid, 25)
buyurmuştur. Halbuki bu ayette, senin bahsettiğin o mana mevcut. Çünkü
ayetteki, "kavî" sözü, Allah'ın yardıma muhtaç olmadığını anlatan bir
ifadedir. Cenâb-ı Hak, bu beyanıyla Kendisine (dinine) yardım ve destekte
bulunanlara mükâfaat vereceğini bildirmek istemiştir. Fakat yardım ve desteğe
muhtaç olmama hususunda, ufacık bir kuvvet yeter. O halde, Cenâb-ı Hak niçin
burada da, "zü'Mucuvvetr (kuvvet sahibi) dememiştir?" denilirse,
deriz ki: Allah Teâlâ "Kendisine ve peygamberlerine yardım edeni..."
buyurmuştur ki bu, "Peygamberlerini, muhtaç olmaktan müstağni kılar ve
insanlardan onlara desteği, onlar âciz olduğu için değil, yardım görenlerin
ihtiyacı için değil, yardımda bulunacak olanları mükâfaat vermek için istemiştir.
Aksi halde, Allah Teâlâ, o peygamberlere zaten ilahî destek vaadetmistir. Çünkü
O, "Peygamberkullarımız için hükmümüz önceden verilmiştir; Onlar, mutlaka
yardım olunacaklar" (Saffât, 171172) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak,
peygamberlerden bahsederken, kendisinin "kavî" olduğunu söylemiştir
ki bu, peygamberlerinin mü'minlere, mü'minlerin de peygamberlere yaklaşmasını
takviye ve hem peygamberlerin, hem de mü'minlerin kalblerini tesellî etmek
içindir.
İkinci Bahis: Hak
Teâlâ, "el-metîn" (pek metîn) tabirini kullanmıştır. Çünkü, daha Önce
de bahsettiğimiz gibi bu, ancak onun, bir tür kuvveti bulunduğuna delalet eder.
Dolayısıyla Cenâb-ı Hak sıfatça, bu kuvvetin fazla olduğunu anlatmak
istemiştir. O halde Allah Teâlâ, sarsılmaz bir sebatı bulunan bir zattır.
Binâenaleyh "kuvvet" kelimesi, "metîn" kelimesi ile, hem
lafız, hem mana bakımından, aynı kategoridendir. Çünkü birşeyin
"metln"i, o şeyin sebatının üzerine dayandığı temeli demektir. Yine
"metin", bedenin esaslarının, üzerine oturup dayandığı sırt (omurga)
demektir. Kuvvetle birlikte zikredilen metinlik, yine kuvvetle zikredilen
"izzet" (azizlik) gibidir. Çünkü Allah Teâlâ, pek çok yerde kuvveti
ve izzeti (aziz sıfatını) birlikte zikretmiş ve meselâ, "KavIyyOn
Aziz" ve "el-Kavlyyü'l-azîz" buyurmuştur.
Burada,
"kavî" ve "zu'l-kuvve" ifadeleri hakkında, söylediklerimizi
te'yîd eden şöyle bir incelik de mevcuttur: "Metîn", sarsılmayan ve
sabit olan şey demektir. Azîz ise, gâlib demektir. O halde "metin"
de, Allah'ın mağlub olmayacağı, ezilmeyeceği, hezimete uğralamayacağı manası;
"azîz"de de, galib geleceği, ezeceği ve ayakları kaydırıp hezimete
uğratacağı manası yatmaktadır. Binâenaleyh "kavî" (kuvvetli),
zü'l-kuvve'den daha mükemmel bir mana ifade ettiği gibi, "azîz" de,
"metin"den daha mükemmel bir ifadedir. O halde Allah Teâlâ, mükemmeli
mükemmel ile, aşağı olanı da aşağı olanla birlikte zikretmiştir. Şimdi sen,
gerçek ve hakiki manada tefekkür edip, iyice incelediğinde, Allah'ın kitabında,
münkirlerin inadına ve muannidterin çirkin inkârına dikkatini çekecek, pek çok
incelikler bulunduğunu görürsün.[120]
"Artık muhakkak
ki o zulmedenler için (geçmiş) arkadaşlarının hissesi gibi bir
nasibleri vardır. Şimdi onu acele
İstemesinler. İşte kendilerine vaadedilen
günlerinden dolayı, vay o kâfirlere..."
(Zariyat, 59-60).
Bu ifade de, kendinden
daha öncekilerle bir uyum içerisinde... Çünkü Hak Teâlâ, Allah'dan başkasına
ibadet eden kimsenin, bu ibadetini, yapılması gereken yerin dışına koyduğunu
böylece de zâtim olduğunu beyan etmiş ve âdeta "İnsanın, ibadet etmek
maksadıyla yaratıldığı sabit olup, şimdi başkasına ibadet etmek suretiyle zalim
olanlar için, aynen öncekilerin helaki gibi bir helak var" buyurmuştur. Bu
böyledir. Çünkü birşey, kendisinden beklenen faydadan uzak kaldığında mahfuz
kalmaz, korunmaz. Şayet bir yerde bulunursa, o yer ondan temizlenir. Baksana,
ölümü veya hastalığı sebebiyle, artık kendisinden istifade edilemeyen hayvan
ahırın dışına atılır. Kokmuş yiyecek dökülür, kabından boşaltılır. Kâfir de
böyledir O küfredip, kendisini, konulmaması gereken bir konuma koyunca,
menfaatlenmenin dışına çıkmış olur; böylece de, o mekânı ondan boşaltmak güzel
ve başına bir helakin çöküvermesi de hak ve kaçınılmaz olur. Ayetin tefsiriyle
ilgili birkaç mesele vardır.[121]
Bu mesele, fâ harfinin
neye taalluk ettiğiyle alâkalı olup, biz
bunu sana, bu
taallukun izahını daha
Önce yapmıştık.[122]
Zenüb kelimesinin ne
münasebeti vardır? Biz deriz ki: Azâb onların üzerine salıverilmiş,
akıtılmıştır. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki şöyle demiştir: "bunların başlarının üzerinden, onların
başlarının üzerinden dökülen hisseler gibi, (azâb) hisseleri, paylan
akıtılmıştır..."
Bir başka izah şekli
daha vardır ki, o da şudur: Arablar kuyulardan, nöbetleşe olarak, hisse hisse
su çıkarıyorlardı.. Bu onların, güzel yaşam zamanlarıydı.. İşte buna göre,
Cenâb-ı Hak sanki, "o zulmedenler için, dünya ve onun güzelliklerinden
paylar ve nasibler, yani dolu dolu vardır. Ama ahirette ise, onlar için hiçbir
pay ve nasib olmayacaktır. Tıpkı, arkadaşlarının o hsi- ybi ki, onlar
kuyulardan dolu dolu sular aldılar, ama sonunda onu terkettiler" dem;;,:
istemiştir. Bu açıklamaya göre, zanûb, azâb ve helak anlamına gelmeyip, geçim
ve hayatın bolluğu anlamına gelir ki Arapça'ya en uygun olan da budur.
Ayetteki, "Şimdi
onu acele istemesinler.." ifadesine gelince; bu böyledir, çünkü nzık
bitmediği sürece, ecel gelmez. Sonra Cenâb-ı Hak, sûrenin başında zikrettiğini
tekrarlamış ve "İşte kendilerine vadedilen günlerinden dolayı, vay o
kâfirlere..." buyurmuştur.
Alemlerin
Rabbine hamd; efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, onun bütün âline ve ashabına da
salât-ü selâm olsun.[123]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/329.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/331.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/331.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/331-332.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/332-333.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/333.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/333-334.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/334.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/334-335.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/335.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/335-336.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/336.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/336-338.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/338-340.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/340.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/340-341.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/341.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/341.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/341.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/341-342.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/342.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/342.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/342-343.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/343.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/344.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/344.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/344-346.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 20/346-347.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/347.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/347-349.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/350.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/350.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/350.
[34] Müsned, 3/199.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/351.
[36] Buhâri, Musâkât, 9; Müslim, selam, 153 (4/1761).
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/352-353.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/353-354.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/354.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/354.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/354-355.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 20/355-356.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/356-357.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/357-358.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/358.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/358.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/359.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/359.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/359.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/359.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/359-360.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/360.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/360.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/360.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/360-361.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/361-363.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/363.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/364-365.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/365.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/365-366.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/366-367.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/367-368.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/368.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/368.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/369.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/369.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/369-370.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/370.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/370-371.
[70] Matbu metinde böyledir. "Yıldırımdaki taa",
anlayamadık (ç.).
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/371.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/372-373.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/373.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/373-374.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/374-375.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/375-376.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/376.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/377.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/377.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/378.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/378-379.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/379-381.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/381-382.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/382-383.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/383.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/384.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/384.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/384.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/385.
[90] Metinde böyle.
Olmasının etkili delilini.
[91] Enbiya, 22 ayetinin tefsirine batanız (ç.).
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/385-386.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/386-387.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/387.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/387.
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/388-389.
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/389-390.
[98] Enbiya, 22 ayetinin tefsirine bakınız (ç.).
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/390.
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/391.
[101] Bu cevap bize müphem geldi. Tercümesini böyle
yapabildik (ç.).
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/391.
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/391-392.
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/392-393.
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/393-394.
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/394-395.
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/395-396.
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/396.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/396-397.
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/397-398.
[111] Buhari, Ezan, 148.
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/398.
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/398-399.
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/399.
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/399-400.
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/400.
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/400.
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/400.
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/401.
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/401-404.
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/404-405.
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/405.
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 20/405.