NECM SÛRESİ 3

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 3

Meali: 3

İniş Sebebi 4

İlgili Hadîsler. 4

Üzerine Yemin  Edilen  «Necm»   Nedir?. 4

Muhammed (A.S.)In Tebliğ  Ettiği Her Şey Vahye Dayanır. 5

Vahyin Çeşitleri 5

Hz.  Peygamber  (A.S.) Ve  İctihâd. 5

Çok Çetin Güce Sahip Olan Melek. 6

Cebrail'in En Yüksek Ufukta Doğrulması 6

Allah Kuluna Vahyettiğini  Etti 6

Gözün Gördüğünü Kalbin Yalanlamaması 6

Sidretülmünteha. 6

Me'va Cenneti 7

Sidreyi Bürüyen Ne İdi?. 7

Edep Ve Saygı Makamında Edebin Timsali 7

Âyetler  Arasında Bağlantı 7

Meali: 7

İlgili Hadîs. 8

Allah'a Ortak Koşulup Şefaatleri Umulan Üç Büyük Put 8

Fetret Devri 8

Putlardan Şefaat Bekleyen Müşrikler Ve Garanik Olayı 9

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali: 9

İlgili Hadîsler. 10

Zan, Haktan Yana Bir Şey İfade  Etmez. 10

Yalnız Dünya  Hayatına Yönelip Onu  Tek  Amaç Seçmek Doğru  Mudur?  10

Göklerde Ve  Yerde Bulunan  Her  Şey Allah'a Aittir. 10

Günahın Büyüklerinden Ve Hayasızlıktan Sakınmak. 10

Kişinin Kendini Temize Çıkarması  Uygun  Olur Mu?. 11

Bizi Topraktan Oluşturup Yaratan O'dur. 11

Âyetler Arasinda Bağlantı 11

Meali: 11

İniş Sebebi 12

İlgili Hadîsler. 12

İslâm'da  Sosyal Adalet 12

Musa'nın  Kitabı,  İbrahim'in  Sahifeleri 13

Kimse Başkasının Günah Ve Yükünü Taşımaz. 13

İnsana Ancak Çalışıp  Kazandığı Vardır. 14

Çalışmak Genel  Anlamda  İki Türlüdür. 14

Son Varış  Cenab-I Hakk'adır. 14

O, Hem Güldürür, Hem De Ağlatır. 14

Cenab-ı Hak  Hem  Öldürür,  Hem  De Diriltir. 15

Erkeği, Dişiyi Çift Yaratan O'dur. 15

O Hem Zengin Eder, Hem De Sermaye Verir. 15

O, «Şi'râ» Denen Yıldızın  Da Rabbıdır. 15

İlk Ad Kavmi 16

Cenab-I Hakk'ın   Hangi Nimetinde   Şüphe  Edilir?. 16

Yaklaşmakta  Olan Yaklaşıyor. 16

Kur'ân'da Verilen  Habere Şaşanlar Mı Var?. 16


NECM SÛRESİ

 

el-Hasan, İkrime, Atâ' ve Câbir'e göre : Sûrenin tamamı Mekke'de in­miştir. İbn Abbas'a (R.A.} göre : otuz birinci âyet müstesna, tamamı Mek­ke'de inmiştir. Bazısına göre : Tamamı Medine'de inmiştir. Ancak Mekke'de indiğini belirtenlerin delili daha sahih kabul edilmiştir. Nitekim İbn Mes'ûd (R.A.) diyor ki: «Resûiüllah'ın (A.S.) Mekke'de ilk ilân ettiği sûre, Necm Sûresi'dir.» [1]

Buharî'nin tesbitine göre ; İbn Abbas (R.A.} şöyle demiştir: Resûlül-lah (A.S.), Necm Sûresini okuyup secde edince, müslümanlar, müşrikler, cin ve ins ne varsa hepsi Onunla birlikte secde ettiler.» [2]

Sûrenin birinci âyetinde yıldız anlamına gelen «necm»e yemin edildi­ğinden, bu aynı zamanda sûreye isim olmuştur.

Âyet    sayısı    :        62

Kelime    »        :      360

Harf        »         :     1405         [3]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1- Hz. Peygamber'in (A.S.) kendi arzu ve hevesine göre değil, ilâhî vahye dayanarak konuştuğu belirtiliyor.

2- Kur'ân'ı, o çok kuvvetli, kudretli olan Melek Cebrail'in Hz. Muham-med'e (A,S.) öğrettiğine değinilerek, her türlü şüphe ve tereddüdün atılma­sı emrediliyor.

3- Resûlüllah'ın (A.S.) CenâbHakk'a olan yakınlığı konu ediliyor,

4- Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in, Melek Cebrail'i asıl suretinde iki de­fa gördüğü açıklanıyor.

5- Müşriklerin, melekleri dişi sanıp onları Allah'ın kızları diye tanım­lamaları kınanıp reddediliyor.

6- İyilerle kötülerden her birinin kendi niyet ve amelinin karşılığını gö­receği ve ona göre kendisine mükâfat veya mücazat takdir edileceği haber

veriliyor.

7- İyi, yararlı kişilerin birtakım özelliklerine değiniliyor.

8- İlâhî ilmin gökleri ve yeri kapsayıp kuşattığı bilgi mahiyetinde iş­leniyor.

9- Kişinin kendi nefsini tezkiye  etmesinin  doğru olmayacağı bildi­riliyor.

10- İbrahim (A.S.) ile Musa (A.S.)ın sahife ve kitabında yer alan tav­siyelerden bir kısmı sıralanıyor.

11- Müşriklerin, Allah'ın birliğini, Peygamber'in (A.S.) risâletini ve ikin­ci hayatı inkâr etmeleri eleştirilerek takbîh ediliyor.

12- Müşriklerin Kur'ân'ı alay konusu edinmeleri hayretle karşılanıyor ve insanların bu derece haktan uzak kalmalarının yadırganacak şey oldu­ğuna işaret ediliyor.

13- Mü'minlerin, CenâbHakk'ın huzurunda kulluk görevini yerine ge­tirirlerken tevazu' ile eğiiip ıhlâs üzere amel etmeleri emrediliyor.

 

Meali:

 

1- Battığı zaman yıldıza and olsun ki,

2- Arkadaşınız (Muhammed) ne sapıttı, ne de azıttı.

3- O, kendi hevesine de uyarak söz söylemez.

4- O'nun (Allah adına)  konuşması ancak kendisine vahyolunan bir vahiydir.

5-7- Onu O'na, çok çetin güoe sahip olan Melek (Cebrail) öğretti ki, o güzel bir görünümdedir ve en yüksek ufukta iken doğruldu.

8- Sonra yaklaştı ve sarktıkça sarktı.

9- O kadar ki (aralarında) iki yay boyu veya daha az bir mesafe kaldı.  

10- (Böylece Cenâb-ı Hak) kuluna vahyettiğini etti.

11- Gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı.

12- O'nu gördüğü, (görüp görmediği) hakkında kendisiyle hâlâ tartış­mak mı istiyorsunuz?

13-14- And olsun ki,   O, O'nun bir başka inişini Sidretülmünteha'nın yanında görmüştü.

15- Me'vâ Cennet'i onun yanındadır.

16- Sidre'yi bürüyenler buruyordu o demde.

17- Göz, ne kaydı, ne de şaştı.

18- And olsun ki, O, Rabbı'nın en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.

 

İniş Sebebi

 

Müşrikler, Peygamber ve kitabı küçük düşürmek, halkın bu iki değere olan ilgisini olumsuz yönde etkilemek için, «Kur'ân'ı Muhammed kendi ar­zu ve hevesine göre uyduruyor. Dilediği kısmı değiştiriyor, dilediğini kal­dırıp başka bir hüküm koyuyor» diyerek birtakım çirkin suçlamalarda ve sakıncalı  iftiralarda bulundular.

O sebeple Necm Sûresi indi ve Hz. Peygamber'in (A.S.) Kabe'nin ya­nında ilk aşikâr okuduğu sûre de bu oldu. Aynı zamanda ilk inen secde âyeti de bu sûrede yer almış bulunuyor. [4]

 

İlgili Hadîsler

 

AshabKirâm'dan Abdullah b. Amr (R.A.) anlatıyor:

— Ben, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den hemen her işittiğimi yazıp tes-bit ediyordum. Amacım,   onları  korumaktı.  Kureyş  Kabilesi   beni  bundan men'etti ve: «Sen, Peygamber'den (A.S.) her işittiğini yazıyorsun. Oysa O da bir insandır; öfkelendiği zaman da konuşur.» Bunun üzerine artık yaz­mayı bıraktım ve durumu Hz. Peygamber'e (A.S.) arzettim. Buyurdu ki: «Ya Abdellah! Yaz.. Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, ben­den ancak hak (söz ve davranış) çıkar (ve ben ancak doğru olanı söyle­rim).» [5]

Ebû Vâil'in, Abdullah (R.A.)dan yaptığı rivayete göre : Resûlüllah (A.S.), Melek Cebrail'i asıl suretinde gördü; Onun altıyüz kanadı bulunuyordu ki her kanadından, Allah'ın bildiği anlamda, muhtelif renklerde sanki inci ve yakut dökülüyordu.» [6]

«Melek Cebrail'i gördüm, altıyüz kanadı vardı.» [7]Ebû Zer (R.A,) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e sordum, dedim ki: «Ya Resûlellah! Rab-bını gördün mü?» Cevap verdi; «Bir nur idi, O'nu nasıl görebilirim?»

Diğer bir rivayette ise: «Sadece bir nur gördüm» buyurdu.

Yine aynı mealde bir soru kendisine yöneltildiğinde, şu cevabı ver­miştir :

«O'nu gönlümle (kalp gözüyle) iki defa gördüm. Melek Cebrail'i ise, Sidretülmüntehâ'nın üzerinde gördüm, altıyüz kanadı bulunuyordu.» [8]

İbn Mes'ûd (R.A.)dan yapılan rivayete göre : Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz İsra Gecesi, Sidretülmüntehâ'ya erişince -kî burası yedinci göktedir; yeryüzünden yükselen her şey orada son bulur ve orada tutulur. Üst tara­fından gelen şeyler de yine orada son bulur ve orada alınıp (korunur)- Me­lek Cebrail'i orada gördü.» [9]

İbn Zeyd'in rivayetine göre : Hz. Peygamber'e (A.S.) soruldu :

  Ya Resûlellah! Sidre'yi ne bürüdü? Cevap verdi:

  Altından bir örtü veya altından pervaneler orayı bürümüştü. Onun her yaprağının üstünde ayakta durup CenâbHakk'ı tesbîh eden bir me­lek bulunuyordu.» [10]

 

Üzerine Yemin  Edilen  «Necm»   Nedir?

 

«Battığı zaman yıldıza and olsun ki..»

«Necm» ismi, gerek baş kısmındaki tarîf edatının bulunması, gerekse birden fazla şeye ve manaya delâiet etmesi cihetiyle farklı yorumları gerek­tiren bîr kavramdır. Şöyle ki:

a) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Başındaki tarîf edatı, «ahd» içindir. Sü­reyya (Ülker) yıldızı kasdedilmiştir. Öyle ki, bu yıldız bir salkım üzüm görü­nümündedir, göze en çarpıcı şekilde aksettiğinden onunla yemin edilmiştir.

b) Tabiîn'den Mücâhİd'e göre : Parça  parça  inen Kur'ân'a  işarettir. Çünkü Arap dilinde bir bütünün her parçasına «necm» denilir.

c) Ferrâ'a göre: «Necm», batan her yıldız hakkında kullanılmaktadır.

d) el-Hasan'a   göre : Kıyamet  olayıyla   parçalanıp dökülen yıldızlara işarettir. Başındaki tarîf edatı «cins» içindir.

e) Süddî'ye göre : Zühre (Çoban Yıldızı = Venüs) yıldızına işarettir.

f) Göğe çıkıp gök haberlerini kapmak isteyen şeytanlara atılan me­teoritlere işaret olabilir.

Arapça sözlükte ise, «necm» maddesi şu manalara delâlet etmekte­dir : Sapı olmayan bitki, kök ve asıl, yıldız, Ülker Yıldızı, borcun ödeme vaktinin girmesi, belirlenmiş vakitte ödenen borç, Kur'ân'ın sûre ve âyetleri..

Böylece yorum olarak altı şeye delâlet eden «en-necm» ismi, Allah'ın varlığını, kudretinin yüceliğini yansıtan belgelerden biri sayıldığından, onun­la yemin edilerek bir bakıma ona kutsallık atfedilmiştir.

Yıldızın batışı, kâinatın ve özellikle güneş ailesinde yer alan gezegen­lerin hareketiyle ilgili bir olaydır.

«Hevâ» fiili, «hevye» kökünden ise, düşüp batmak; «hüvye» kökünden ise, yükselip çıkmak manasına gelir. O halde Cenâb-ı Hak, batan ve yük­selen yıldıza yemin ederek dikkatleri yıldızların hareketlerine çekmektedir.

 

Muhammed (A.S.)In Tebliğ  Ettiği Her Şey Vahye Dayanır

 

 «Arkadaşınız (Muhammed) ne sapıttı, ne de azıttı. O, kendi hevesine de uyarak söz söy­lemez. Onun, (Allah adına) konuşması ancak kendisine vahyolunan bir va­hiydir.»

Kureyş Kabile'sinin ileri gelenleri, atalarının dinini terkedip putlara sırtını döndüren kişileri sapıklık ve azgınlıkla suçluyorlardı. Son Peygam­ber Hz. Muhammed (A.S.) son dini tebliğe başlayınca, aynı damgayı ona da vurmaktan çekinmediler. Cenâb-ı Hak ilgili âyetle Peygamberinin bu gibi çirkin ve yakışıksız sıfatlardan beri olduğunu açıklayarak, kendi ka­tından görevlendirildiğine işarette bulundu. Böyleee Hz. Muhammed'in (A.S.) dinle ve insanlardan yana bir meseleyle ilgili verdiği haberin, söylediği sözün ilâhî vahiy olduğunda hiçbir şüpheye yer verilmemesinin lüzumu be­lirtilmektedir.

Hz. Muhammed (A.S.) hayatı boyunca doğruluğun timsali olmuştur. Yaşadığı süre içinde ne haktan ayrılmış, ne de doğru yoldan sapmıştır. Ne azıtıp tuğyan etmiş, ne de boş ve anlamsız söz söylemiştir.

Tebliğ ettiği Kur'ân ve Onun açıklaması mahiyetinde olan hadîsleri, bütünüyle vahye dayanmaktadır, O kendi heves ve arzusuna göre bir şey uydurmamıştır. Peygamberlik döneminden önce nasıl hiç yalan söyleme­miş, Hakk'a karşı iftirada bulunmamışsa, peygamberlik döneminde de ay­nı çizgiden ayrılmamıştır. Zira Peygamberlere vacip olan beş sıfat vardır ki, hiçbiri o vaciplerin sınırını aşmamıştır:

1- Sıdk (doğruluk ve doğru sözlülük),

2- Emânet (her bakımdan güvenilir olmak, emâneti koruyup çevreye güven telkin etmek),

3- Fetanet (son derece zeki, anlayışlı olup üstün bir seziş kabiliyeti­ne sahip bulunmak),

4- İsmet (her türlü günah ve isyandan korunmuş bulunmak),

5- Emredileni noksansız teblîğ etmek..

                                         

Vahyin Çeşitleri

 

Şûra Sûresi 51. âyetin tefsirinde açıklandığı üzere, vahiy : Anlatma, ilham, seri işaret gibi manalara gelir. Terim olarak, şu üç ayrı iniş ve ilka hali ve şekli söz konusudur:

a)  Seri işaretle kalbe ilka,

b) Manevî perde arkasından  kalbe sesleniş,

c) Melek vasıtasıyla kalbe ilka..

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e biri rüya halinde kalbe ilka suretiyle, di­ğeri uyanık halde çok çetin güce sahip Melek Cebrail vasıtasıyla kalbine ilka edilmesiyle ilâhî vahiy gerçekleşmiştir. Böylece Kur'ân âyetleri, rüyada değil, uyanık halde Melek Cebrail aracılığıyla parça parça indirilerek Re-sûlüllah'ın kalbine aktarılmıştır. Nitekim altıncı âyetle bu husus net bir anlatımla açıklanmaktadır.

 

Hz.  Peygamber  (A.S.) Ve  İctihâd

 

İlgili üç ve dördüncü âyetin zahirî delâletine bakıp istidlal eden ilim adamlarından bir kısmı, olaylar ve meseleler hakkında peygamberlerin hiç ictihâd etmediğini söylemişlerdir. Aynı zamanda Peygamberin sünneti de amel hususunda inen vahiy gibidir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: «Haberiniz olsun ki, bana kitap (Kur'­ân) ve onunla birlikte bir misli daha verilmiştir...» [11]

Bunun bir anlamı da şöyledir: «Kur'ân, vahy-i metlûydur; hadîsler ise, vahy-i-bâtmdır, mutlûv değildir.» Ama her iki esas da aynı kaynaktan in­dirilmiştir.

Hadîsin bir diğer manası şöyledir: «Bana tilâvet edilen kitap vah-yediidi ve onu açıklamam için bana izin verildi.»

Bu ikinci yoruma göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ictihadda bulun­muştur. Nitekim bu manayı şu âyet kuvvetlendirmektedir: «Allah seni af­fetsin! Doğru söyleyenler sence belli oluncaya ve yalancılar bilininceye ka­dar neden onlara izin verdin?» [12]

Tebük Seferi'ne çıkmak istemiyen münafıklar, birer mazeret ileri sü­rüp Hz. Peygamberden izin istemişlerdi. Peygamber (A.S.) da kendi rey ve içtihadına dayanarak onlara izin vermişti. Bunun isabetli olmadığı ilgili âyetle belirtilerek ResûlüMah'm rey ve içtihadı tashih ediliyor.

 

 

 

 

Çok Çetin Güce Sahip Olan Melek

 

«Onu Ona' çok çetin güce sâhİp °lan Melek (Cebrail) öğretti ki, o güzel bir görünümdedir ve en yüksek ufukta iken doğruldu..»                        

Cebrail, meleklerin başı, ilâhî elçilerin önderi, peygamberlerin gönül dostudur. İlâhî kudreti temsîl eden bu melek, muazzam bir hayat ve enerji kaynağıdır. Nurdan yaratıldığı için sayıya girmeyecek bir hıza sahiptir. Bulunduğu makamdan yeryüzüne inişi an meselesidir. Dokunduğu yerde hayat başlar. Nitekim Hz. Meryem'e hafif üflemekle İsâ (A.S.) vücut bul­muştur. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i vahyin başlangıcında kucaklayıp sık­ması ve sonra da kalbine fısıldayıp ışık tutması, Onda büyük bir güven, cesaret, azim ve kahramanlık doğurmuştur. Altıncı âyetin son bölümü Onun bu kudretini özetle yansıtmaktadır. Bazı rivayetlere göre : Lût, Âd ve Se-mûd kavimlerini yerlebir edip haritadan silen de Odur.

Ancak âyette geçen «zu mirre» terkibi üzerinde durup onu az farklı yorumla açıklayanlar olmuştur:

a)  Çetin  kuvvet ve kudret sahibi,

b)  Güzel görünüm sahibi,

c)  Güzel endamlı, uzun boy sahibi.

Bu üç yorum O Büyük Melek'e uygun düşerse de, birinci yorum ve mâna ağırlık kazanmıştır.

 

Cebrail'in En Yüksek Ufukta Doğrulması

 

«İstevâ» fiilindeki üçüncü şahıs zamiri, müfessirlerin çoğuna göre, Melek Cebrail'e râci'dir. Böylece hakiki suretinde en yüce ufukta bütün haşmetiyle arz-ı endam etti. Sonra da son peygambere tevazuyla yaklaş­tı; derken aralarında iki yay, ya da daha yakın bir mesafe kaldı.

Bu anlatım. Melek Cebrail'in Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ne kadar saygılı, yakın ve sıcak dost olduğunu göstermektedir. Rivayete göre : Me­lek Cebrail, hiçbir peygambere asıl suretiyle tecelli edip görünmemiştir. Gerektiğinde insan suretine girip öylece zahiri mülakatta bulunmuştur.

İkinci bir yoruma göre: «Tedellî», «delâl» kökünden olup, zamiri Al­lah'a râci'dir. Bu manayla sevenle sevilen arasında sevgi ve ilgi tecel­lisi gerçekleşmiştir.

 

Allah Kuluna Vahyettiğini  Etti

 

«Kuluna vahyettiğini etti..»

Melek Cebrail'in tevazu' ve saygıyla Hz. Peygamber'e (A.S.) yaklaşma sından sonra, en büyük tecelli meydana geldi; Cebrail aradan çekildi. Ha-bîb mahbubuna kavuştu. Vahiy vasıtasız cereyan etti. Mi'rac'ın bu safhasında Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'in bedeni ruhuna dönüşmüş halde idi. Zaman ve mekân kavramları bir bakıma tatil edilmiş; Ruh-i Muhammedi bütün safiyet ve nuraniyetiyle yükselmişti. İlâhî vahiy doğrudan Onun kal­bine inmeye başladı. Bedeni ruhlaştığı için de buna tahammül edebiliyor ve tarifi mümkün olmayan bir zevk içinde ilâhî cemal sıfatının tecellisine mazhar oluyordu.

Vasıtasız yapılan vahiy arasında, beş vakit namaz. Bakara Sûresi'nin son kısmı ve Ümmet-i Muhammed'den Allah'a ortak koşmadığı halde gü­nahkâr ölenlerin bağışlanacağı yer almıştır. Bunlardan başka bizim bilme­diğimiz birçok sır ve hikmetler Efendimiz'e bildirilmiştir.

 

Gözün Gördüğünü Kalbin Yalanlamaması

 

«Gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı..»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in o gece bedeni ruhuna dönüşmekle be­raber baş gözüyle kalp gözü birleşip bütünleşmiş bulunuyordu. Gerek Me­lek Cebrail'i aslî suretinde o en yüce ufukta görmesi, gerek Cebrail'in Ona tevazu' ile yaklaşması, gerekse ilâhî Kelâm ve Cemal sıfatlarının tecelli­lerine mazhar kılınması, bir hayal ürünü değildi. Kalbi, basireti, gözlerinin gördüğünü doğruluyor ve birlikte aynı lûtuflara mazhar kılındıklarını tasdik ediyordu.

Artık bu konuda Hz. Peygamber ile tartışmak veya doğruluğunu inatla inkâr etmek büyük bir küstahlık olur. Çünkü Melek Cebrail, yine aslî su­retinde bir defa daha Ona Sidretülmünteha'da görünmüştü.

 

Sidretülmünteha

 

And olsun ki “ Onun bir başka ini­şini  Sidretülmünteha'nın yanında görmüştü.”

Sidretülmünteha : Son nokta veya son çizginin sidresi, son sınırın sid-resi anlamına delâlet eden bir terkiptir ki, madde âleminin son sınırına isim olmuştur.”

Sidre, kök mana olarak, Arabistan kirazının adıdır. Bu ağacın sık yap­raklı, aynı zamanda koyu gölgeli olduğu bilinmektedir. Yüce âlemde, diğer bir anlatımla, madde âleminin son kesiminde veya son sınırında böyle bir ağacın bulunması ne ile yorumlanabilir? Neden başkası değil de sidre ağa­cı, kavranması zor bir haşmet ve büyüklükte o noktada nirengi noktası olarak belirlenmiştir? Arabistan kirazının aşılı olanlarının meyvaları çok lezzetli ve yaprakları da çok sık olur. Koyu gölgelik meydana getirir. Mad­de âleminin son sınırında buna benzer bir ağacın yaratılması, CenâbHakk'ın ağaca, meyvaya ve ağaç gölgesine insanların büyük çapta ihtiyaç­ları bulunduğuna dikkatleri çekmek içindir. Böylece dünyamızın bitki ör­tüsüyle kaplanmasının hikmetine işaret edilmekte ve ağaçsız, meyvasız bir dünyanın düşünülemiyeceği ilham edilmektedir.

O bakımdan Sidretülmünteha madde âleminin son sınırının özel ismi olarak belirlenmiştir. Çünkü «ağaç» kavramı maddeyi, «münteha» kavramı, son sınırı sembolize etmektedir.

Ayrıca Sidre, yani Arabistan Kirazı'nın birtakım daha özellikleri var­dır. Yapılan tesbitlere göre : Meyvasında bol miktarda A, B vitaminleri vardır. Sapı idrar söktürücü bir özellik taşımaktadır. Çiçeği öksürüğü ve nezleyi geçiricidir ve aynı zamanda göğsü yumuşatır. Romatizmaya iyi ge­lir. Damar sertliğini önlediği de söylenir. Ayrıca bu meyvada «karetoni» maddesi vardır.

 

Me'va Cenneti

 

«Me'va Cennet'i onun yanındadır.»

Cennet, madde âleminde midir, yoksa mâna âleminde, yani fiziköte sinde midir? Kur'ân ilgili 15. âyetle «Me'vâ Cenneti»nin «Sidretü'l-münte hasnın yanında olduğunu bildirerek, sekiz cennetin de madde âleminin sı nırları içinde bulunduğuna işarette bulunmaktadır.

 

Sidreyi Bürüyen Ne İdi?

 

 «Sidre'yi bürüyenler buruyordu o demde..»

Hadîs bölümünde açıklandığı üzere, kemmiyet ve keyfiyeti bizce bilin­meyen altın örtüler veya altın pervaneler onu bürümüştür. Her yaprağı­nın üstünde, Hakk'ı tesbîh eden bir meleğin yer aldığı ve böylece tarifi mümkün olmayan bir manzara arzettiği söylenebilir.

Bu müstesna manzara ve tecelli ile Sidretülmüntehâ'nın göz ve gönül alıcı bir görünüm arzettiği ve ilâhî tecellilerin aralıksız o sınıra yöneldiği anlaşılıyor.

 

Edep Ve Saygı Makamında Edebin Timsali

 

“Göz,ne kaydı,ne de şaştı.”

Sidretülmünteha'ya yükselen Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, belli bir ma­kama gelip orada ilâhî hitaba mazhar oldu. Edep ve ta'zîm makamında edep ve saygının bütün kurallarına riâyet etti ve o makamda gözü başka bir yana kaymadı ve şaşkınlık da geçirmedi. Gelen vahyi kalbiyle telakki etti.

Gerek Sidretülmünteha'da, gerekse onun ötesinde CenâbHakk'ın en büyük âyetlerini görme bahtiyarlığına erişti. Mi'rac gecesi, gidiş ve dö­nüşte; çıkış ve inişte; maddeden mânaya intikal sağlayışta ilâhî kudretin yüceliğine, sanatının eşsizliğine delâlet eden birçok belgeler ve âyetleri, temsili anlamda öğüt ve ibret alınacak görüntüleriyle müşahede etti. Me­lek Cebrail'i aslî suretinde altıyüz kanadıyla birlikte görmesi; manevî bir vasıta olan Refref'e binmesi bunlardan sadeee iki tanesidir. [13]

 

Âyetler  Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'in (A.S.) tebliğ ettiği her şeyin vahye dayandığı açıklandı. Melek Cebrail'in çok çetin bir güce sahip ol­duğu belirtilerek, ilâhî vahyi onun indirdiğine değinildi. Sonra Mi'rac ola­yına geçilerek birkaç önemli safhası üzerinde durulup, madde âleminin sınırına dikkatler çekildi ve aydınlatıcı bilgiler verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkâreı sapıkların taştan, ağaçtan yontup şekil­lendirdikleri ve «ilâh» diye taptıkları Lât, Menât ve Uzzâ adlı büyük putlar konu ediliyor. Bu gibi bâtıl inançların inandırıcı hiçbir delil ve belgeye da­yanmadığına dikkatler çekiliyor. Sonra da Allah'ın izni olmadan gökteki meleklerin bile şefaat yetkileri bulunmadığına atıf yapılarak, putların nasıl şefaatçi olabileceklerini müşriklerin isbat etmesi dolaylı şekilde isteniyor.

 

Meali:

 

19-20- (Siz ey putperestler!) Ne dersiniz, Lât ve Uzzâ'ya, diğer üçün­cüsü Menât'a?

21- Erkek sizin, dişi Allah'ın öyle mi?                             -

22- O takdirde bu haksızca bir taksim!                            -,

23- Bunlar, sizin ve babalarınızın taktıkları adlardan başkası değil­dir. Allah, bu hususta hiçbir belge ve delîl indirmemiştir. Onlar, ancak zan-na ve nefislerinin sevip heveslendiğine uyarlar. Oysa, and olsun ki,   Rabla-rından onlara doğru yolu gösteren gelmiştir,

24- Yoksa insana her temenni ettiği mi var?

25- Âhiret de, Dünya da Allah'ındır.

26- Göklerde nice melekler vardır ki, şefaatleri hiçbir fayda vermez; meğer ki Allah'ın dilediğine, razı olduğuna izin verdikten sonra şefaat et­miş olsunlar..

 

İlgili Hadîs

 

Sizden biriniz temennide bulunduğunda, temenni ettiği şeye dikkat et­sin. Çünkü o içinden geçirdiği temenni ve kuruntulardan nelerin (amel def­terine) yazılacağını bilmez.» [14]

 

Allah'a Ortak Koşulup Şefaatleri Umulan Üç Büyük Put

 

«(Siz ey putperestler!) Ne der­siniz, Lât ve Uzzâ'ya, diğer üçüncüsü Menât'a?.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, Mir'ac Gecesi belirlenmiş bir makama yükseltilip kendisine vasıtasız vahiy geldiği, o gece Allah'ın büyük âyetle­rini gördüğü açıklandıktan ve ilâhî kudret ve kemâlin yüceliğine, sınırsızlı­ğına değinildikten sonra, putperestlerin Allah'a ortak koştukları putlardan kendilerince önemli sayılan üc büyük puta nasıl cahilane ve müteassibane taptıkları konu edilerek, müşrikler hem yerilmekte, hem de uyarılmaktadır.

Sözü edilen üç büyük putun nerede, hangi kabilelere ait olduğu hak­kında çok farklı tesbitler olmuştur. O tesbitlerin hepsini buraya nakletme­yi yararsız görüyoruz. İlgili âyetlerle, özellikle ilâh ismine ve sıfatına uy­durularak adlandırılan o taştan ağaçtan şekillendirilmiş ruhsuz ve şuursuz cisimlere tapanların ne kadar geri, vahşî ve ilkel bulundukları anlatılarak, Hz. Peygamber'in (A.S.) kimlerle, hangi cahil sapık ve azgınlarla mücadele ettiğine  işaret  edilmektedir.

«Lât», Sakîf Kabilesi'nin, «Uzzâ», Kureyş Kabilesi'nin, «Menât» ise. Benî Hilâl Kabilesi'nin idi. Diğer bir tesbite göre : «Menât», Hüzeyl ve Hu-zaâ kabilelerine aitti.

Mekke fethedilince, Resûlüllah (A.S.), Hz. Ali'yi (R.A.) «Menât»! kırıp parçalamak üzere görevlendirdi. O da aldığı emri aynen uyguladı.

- Müfessirlerin tesbitine göre : Araplar, «Allah» ismine karşılık «Lât» ismini, O'nun «Azîz» ismine karşılık «Uzzâ» ismini en büyük saydıkları put­ları için kullanmışlardır. «Uzzâ» adlı putun Halid b. Velîd (R.A.) tarafından kılıçla hurdahaş edildiğini siyerciler nakletmişierdir.

Bu üç put ve Kabe'de yer alan «Hubel» adlı put Arapların en çok ilgi duydukları idi. O kadar ki, yemin edecekleri zaman «Lât hakkı için», «Uzzâ

hakkı için..» derlerdi. Onlara göre bu putlar adına yemin etmek çok inan­dırıcı sayılırdı. Nitekim Uhud Savaşı'nda Ebû Süfyân yüksek sesle : «Bizim Uzzâ'mız var, sizin Uzzâ'nız yok» diye bağırarak putların kendilerine yar­dımcı olduğunu anlatmak istiyordu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, ashabına : «Siz de ona karşılık : Allah bizim Mevlâmız'dır; sizin ise hiçbir mevlânız yoktur, deyin» diye emretti.

 

Fetret Devri

 

Bilindiği gibi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'den ön­ce yeryüzünde seri vasıtalar olmadığı gibi, ülkeler ve milletler arasında da ciddi bir bağlantı ve haberleşme imkânları mevcut değildi. O bakımdan her millet ve kavime ayrı ayrı uyarıcı peygamber gönderilmiştir. Büyük peygam­berlerin daha çok Ortadoğu'ya Gönderilmesinin sebebi bellidir: O dönem­lerde yeryüzünde en hareketli bölgeler Asya'da yer alıyor ve nüfusun ço­ğu yine bu bölgelerde yaşıyordu. Aynı zamanda kıta üzerinde ticarî ker­vanlar durmadan hareket halinde idi.

Arap Yarımadası ve çevresine, İsa Peygamber'den sonra peygamber gönderilmemiş ve böylece bu konuda uzun süre kesinti başlamıştı. O yüz­den tek ilâh inancı yerini çok ilâhlı inanca bırakmış ve putperestlik son derece yaygınlaşmıştı. Bunun yanı sıra bir çok bâtıl inançlar, hurafeler, sapmalar sürüp gidiyordu. 19-23. âyetlerle bu bâtıl inançlara dikkat çekil­mekte ve hakkı bütün tazeliği ve üstünlüğü ile yansıtan İslâm Dini ile an­cak bunlardan kurtulmanın mümkün olabileceğine işaret edilmekte ve cid­di bir mukayese yapılması dolaylı şekilde istenmektedir.

Böylece altı asra yakın fetret dönemi kapanmış ve bütün kavim ve milletlere yol gösteren, ışık tutan, gerçek medeniyetin havasını estiren ve eihan kardeşliği ilkesiyle ortaya çıkan İslâmiyet ve onun kitabı olan Kur'ân dönemi başlamıştır. Bu, Allah'ın insanlara en son rahmet mesajıdır.

23. âyetle bu gerçek şöyle açıklanmaktadır: «Onlar ancak zanna ve nefislerinin sevip heveslendiğine uyarlar. Oysa and olsun ki Rablarından onlara doğru yolu gösteren gelmiştir.»

 

Putlardan Şefaat Bekleyen Müşrikler Ve Garanik Olayı

 

İnsan, gerek ruhu, gerekse bedenî yapısı itibariyle en seçkin canlı ve Allah'ın büyük eseridir. Ne var ki, ruhunun yüceliğini bilmeyen, aklını vicdanıyla birleştirmeyip gerçeği araştırmayanlar, kendilerini bayağı bir canlı sanıp, ya kendileri gibi bir canlı fâniye tapmakta, ya da insan eliyle şekillendirilen cisimlerin önünde eğilmekte ve onları Allah yanında şefaatçi kabul etmektedirler; aynı zamanda onlarda ilâhî kudret bulunduğunu id­dia ederek Allah'a ortak koşmaktadırlar. Oysa Allah'a çok yakın olup nur­dan yaratılan melekler bile şefaat yetkisine sahip değillerdir; meğerki Ce-nâb-ı Hak onlara bu hususta izin vermiş ola..

26. âyetle bu inceliğe değinilerek hakikatin ışığı yansıtılmakta ve in­karcı şaşkınlar uyarılmaktadır.

Nitekim Yakut el-Hamevî (H : 626) Mu'cemü'l-buldan adlı ooğrafya ki­tabında, Mekke ve çevresindeki putperest müşriklerin, cahiliye devrinde Kabe'yi tavaf ederken putlarının şefaatçi olduklarını şu sözleriyle dile ge­tirdiklerini şöyle kaydetmiştir;

«Lât ve Uzzâ; diğer üçüncüsü Menât. Bunlar cidden yüce alaca gü­vercinlerdir ve elbette bunların şefaati umulur.»

Hz. Muhammed'i (A.S.) küçük düşürmek ve O'nun gönüller üzerindeki tesirini gidermek veya azaltmak amacıyla, İslâm'a sızan bazı maksatlı ki­şiler, bir de «Garanik olayı» diye bir olay uydurarak zihinleri bulandırmaya çalışmışlar. İddialarına göre : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Necm Sûresinin 19 ve 20. âyetlerini okuduktan hemen sonra şöyle bir ilâvede bulunmuş «Tilke garâniku'l-ulâ ve inne şefaatehünne le-türeâ» yani «Lât, Menât ve Uzzâ yüee güvercinlerdir ve elbette onların şefaatleri umulur.»

Bu büyük bir iftira ve bühtandır. Allah'ı ve Resûlüllah'ı (A.S.) böyle bir hatâ ve sözden tenzîh ederiz. Oysa Resûlüllah (A.S.) Kureyş Kabilesi'nden birçok,kimselerin de bulunduğu bir mecliste yukarıda sözünü ettiğimiz 19 ve 20. âyetleri okuyunca, müşriklerden biri aynı tonda sesini yükselterek naklettiğimiz cümleyi söylemiş ve dikkatle dinlemeyen birkaç kişi o cüm­lenin de Resûlüflah (A.S.) Efendimiz tarafından söylendiğine zahip olmuş­lar; sonra da .mesele anlaşılınca onlar da tevbe edip şüpheden kurtul­muşlar.   

  

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, müşriklerin çok saygı gösterdiği üç büyük put konu edildi ve gereken uyarıcı bilgiler verildi. Meleklerin bile, ilâhî izin ol­madan kimseye şefaat edemiyecekleri ve esasen böyle bir yetkilerinin bu­lunmadığı belirtilerek, putların hiçbir zaman şefaat edemiyeceğine dikkat çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, âhirete inanmayan sapıkların melekleri dişi sanıp birtakım yakışıksız benzetmelerde bulunmaları kınanıyor. Bütün bu ve benzeri yanlışların ve sapık-iddiaların, bâtıl inançların cehaletten kaynaklan­dığına atıf yapılarak, ilmî araştırmanın lüzumu belirtiliyor. Sonra da büyük günahlardan sakınmanın önemi üzerinde duruluyor; arkasından insanın ce-ninlik dönemi hatırlatılarak, Allah'ın her şeyi lâyıkıyla bildiğine değiniliyor.

 

Meali:

 

27- Şüphesiz' Âhiret'e inanmayanlar,   melekleri   dişi   dîye   adlandı­rırlar.

28- Onların bu hususta hiçbir bilgisi yoktur; sadece zan I arına uyup giderler. Zan ise, haktan yana hiçbir şey ifade etmez.

29- O halde bizi anmaktan yüzçevirenden ve ancak dünya hayatını arzu edip durandan sen de yüzçevir,

30- Onların ilimden erişebildikleri işte budur. Şüphesiz ki, senin Rab-bın, yolundan sapanı çok iyi bilir ve doğru yolda yürüyeni de daha iyi bilir.

31- Göklerde ne varsa, yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Yaptıklarıy­la kötülük işleyenlere ceza verir; iyilik edenlere de daha iyisiyle karşılık

verir.

32- O iyilik işleyenler ki, ufak çaptaki kusur ve günahlar dışında gü­nahın büyüklerinden ve her türlü ahlâk ve terbiye dışı söz ve davranışlar­dan kaçınırlar. Şüphesiz ki Rabbının bağışlaması geniştir. Sizi topraktan (elde edilen ürünlerle) oluşturup yetişme alanına getirdiği anlarda ve  siz analarınızın karınlarında ceninler halinde bulunduğunuz zamanda sizi en iyi bilen yine O'dur. Artık kendinizi temize çıkarmaya kalkışmayın. O, kor­kup sakınanları daha iyi bilir.

 

 

 

 

 

 

 

İlgili Hadîsler

 

«Zandan kaçının. Çünkü zan, sözün en yalanıdır.» [15]

«Dünya, (ebedî saadet) yurdu olmayanın yurdudur. (Allah için kullanacağı) malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan kimse ancak dünya (hayatı) için toplayıp biriktirir.» [16]

«Şüphesiz ki Allah, ademoğlunun zinadan nasibini (ezelî ilmîyle tesbit edip) yazmıştır; kişi ona mutlaka erişecektir. Gözün zinası (harama) bak­maktır. Dilin zinası, (cinsel söz) söylemektir. Nefis ise (zinaya, harama yönelip onları) temenni edip iştiha duyar. Fere (cinsel organ) ise ya onu doğ­rular, ya da yalanlar.»[17]

Bir adam, Osman'a (R.A.) geldi ve yüzüne karşı onu övmeğe başla­dı. Orada hazır bulunan Mikdad b. Esved (R.A.) bir avuç toprak alıp o  adamın yüzüne serpti ve şöyle dedi: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Dal­kavuk meddaha rastladığınız raman yüzüne toprak saçın» diye bize emretti.» [18]

 

Zan, Haktan Yana Bir Şey İfade  Etmez

 

«Zan ise, haktan yana hiçbir şey ifade etmez.»

İslâm, hak ve adalet dinidir. Zanna göre hüküm vermeyi tecvîz et­mez. Delil ve isbata yer verir; hükme medar olarak bunları seçer. O ka­dar ki, bir kişinin getirdiği haberi, ortaya attığı iddiayı bazı istisnalar di-şında delil saymaz, araştırılıp gerçeğin tesbitini emreder.

Putperest müşriklerin, melekleri Allah'ın kızları diye adlandırmaları veya öyle sanıp iddia etmeleri bütünüyle oehle ve zanna dayanmaktaydı. Kur'ân bunun haktan yana, gerçeği yansıtma bakımından hiçbir hüküm taşımıyacağını belirterek, zanna göre konuşulmamasını ve hüküm veril­memesini emretmektedir. Nitekim müşriklerin zanna dayalı bu iddialarını isbatlayan hiçbir delilleri yoktu. Günümüzün inkarcı materyalistlerinin de maddenin önçesiz olduğunu, hayatın kendiliğinden başlayıp tekâmül dö­nemleri geçirdiğini zannetmeleri, onların şaşkınca iddiasından farksızdır, bilimsel  hiçbir dayanağı yoktur.

 

Yalnız Dünya  Hayatına Yönelip Onu  Tek  Amaç Seçmek Doğru  Mudur?

 

«O halde bizi anmak­tan yüz çevirenden ve ancak dünya hayatını arzu edip durandan sen de yüz çevir.»

Âhiret hayatı, dünya hayatına anlam ve hikmet kazandırıyor. Dünya hayatı da âhiret hayatının lüzumunu ortaya koyuyor. Birini diğerinden ayırdığımız zaman, hayat bütünüyle amaçsız ve hikmetsiz kalıyor. O bakımdan bu iki hayat arasında köprü kurmak gerekir. İslâm bu köprüyü en sağlıklı  biçimde kuran son dindir.

Sadeoe dünya hayatına yönelip onu tek amaç seçip Hak'tan yüz çe­viren kişilerden yüz çevirmemiz emredilmektedir. Bu, onlarla gereksiz tar­tışmaya girmememizi öğütlemekte ve bundan dolayı bir vuruşma ortamı­nı doğuraeak söz ve davranışlardan kaçınmamıza işarette bulunmaktadır. Zira aklını, idrâkini nefsinin ve duygusunun emrine verip gerçek imân­dan nasibini almayan inkarcılarla tartışmak, fayda yerine zarar getirir. Oluşan ön yargıyı hemen gidermek çok zor olduğundan, aklın ve ilmin yolunu seçmemizde büyük yararların  bulunduğu  kesindir.

Aneak ortam ve şartlar elverdiği ve inkarcı da fitne ve fesat unsuru haline geldiği takdirde, onları durdurmak ve susturmak vacip olur. Nite­kim Medine dönemi bunun en açık misâllerinden biridir.

 

Göklerde Ve  Yerde Bulunan  Her  Şey Allah'a Aittir

 

«Göklerde ne varsa, yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır..»

Şüphesiz her şey belli bir amaca yönelik yaratılmıştır. Bunun aksi id­dia edilemez. Zira kâinatta başıboş, amaçsız, faydasız hiçbir şeye rastla­mak mümkün değildir. Böylece eşya arasında, bütünde olduğu gibi, par­çada da denge ve düzen kanunu hâkimdir. Biri diğerini tamamlamakta ve düzensizliğe, gayesizliğe imkân vermemektedir.

Gerçek bu olunca, ortada mükemmel bir plân ve ona bağlı düzen var­sa, mutlaka, bir plânlayıcı ve düzenleyici de vardır.. O bakımdan Kur'ân, kâinatta yer alan her şeyin CenâbHakk'ın eseri olduğunu ve O'na ait bulunduğunu belirtirken, mevcut düzen ve dengede ilâhî sanatın izlerini, kudretinin damgasını görmemizi ilham etmekte, eserden müessire geçiş sağlamamızı istemektedir.

 

Günahın Büyüklerinden Ve Hayasızlıktan Sakınmak

 

«O iyilik işleyenler ki,ufak çaptaki kusur ve günahlar dışında günahın büyüklerinden ve her türlü ahlâk ve terbiye dışı söz ve davranıştan kaçınırlar. Şüphesiz ki Rab-bının bağışlaması geniştir..»                                                                                

Günahın en büyüğü, Allah'ı inkâr etmek veya O'na ortak koşmaktır. Hayâsızlığın en fenası, zina, livata ve benzen cinsel sapıklıklar ve bir de kul ve millet hakkına el uzatmak, insanlara zulmetmektir. Bunun dışında daha  birçok büyük günahlar vardır.

İyilik derecesine erişen mü'minler bu iki ayrı günahtan sakınırlarsa, küçük günahlardan tamamen kurtulmasalar bile, cok dikkatli olurlar ve ilâhî mağfireti umarlar. Zira peygamberlerin dışında kalan insanlardan hiç kimse günahlardan korunmamıştır.

«Ufak çaptaki kusur ve günah» ile çevirisini yaptığımız «lemem» kav­ramı  üzerinde farklı tesbit ve yorumlar yapılmıştır:

a) Ebû Hüreyre ve İbn Abbas'a (Allah ikisinden de razı olsun} göre : zinadan aşağı derecede olan hayasızlıktır. Nitekim ilgili âyetin iniş sebe­bini nakledenler, bir kadını öpüp sonra pişmanlık duyan Nebhan adında bir mü'minin fiilini ve pişmanlığını hedef alır anlamda 32. âyetin indiğini belirtmişlerdir.

b) İbn Mes'ûd, Ebû Saîd el-Hudrî-ve Huzeyfe'ye (R.A.) göre: Yaban­cı bir kadını öpmek, ona kötü niyetle bakmak ve kötü niyetle dokunmak demektir.

c) Tabiîn'den Mücâhid'e ve el-Hasan'a göre : Kişinin işlediği günah­tan pişmanlık duyduktan sonra tekrar ona dönmesi demektir.

d) Zührî'ye göre : Zina, hırsızlık, içki gibi büyük günahlardan birini işledikten sonra pişmanlık duyup tevbe etmek ve bir daha o günaha dön­memektir.

 

Kişinin Kendini Temize Çıkarması  Uygun  Olur Mu?

 

«Artık  kendinizi  temize   çıkarmaya kalkışmayın. O, korkup sakınanları daha iyi bilir.»

Kişinin kendini tezkiye etmesi, işlediği ameli övmesi makûl ve mu­teber bir tavır değildir. Çünkü iş ve amellerimizin karşılığını kendimiz tak-dîr edip veremiyeceğimiz gibi, Allah'tan başkasının takdir ve övgüsünü beklememiz de doğru sayılmaz. Zira o takdirde âhiret gününde bir kar­şılık göremeyiz; arzuladığımız mükâfatı dünyada almış oluruz.

Başkasının gıyabımızda bizi tezkiye etmesinde bir sakınca yoktur Ama biz kendimizi tezkiye edip, temize çıkarmaya kalkışmamalıyız. Asıl tezkiyeyi, her şeyi en iyi bilen CenâbHakk'a bırakmamız bizim için kâfi ve vâfi bir yöneliş ve bağlanıştır.

Sonra yüzümüze karşı bizi övenlere de iltifat etmemeliyiz. Hz. Pey­gamber ilgili âyetin açıklamasında bunu uygun görmemiş ve «Meddah­ların  yüzüne toprak sacın» buyurarak  gerekli  uyarıyı yapmıştır.

 

Bizi Topraktan Oluşturup Yaratan O'dur

 

<<Sizi topraktan (elde edilen ürünlerle) oluşturup yetişme alanına getirdiği anlarda ve siz ana­larınızın karnında ceninler halinde bulunduğunuz  zamanda sizi en iyi bi­len yine O'dur.»

İlk insan ayrı bir kanun ve tecelliyle doğrudan topraktan yaratıldığı gibi, onun sulhundan gelen insanlar da ayrı bir kanunla dolaylı şekilde topraktan yaratılmaktadır. Şöyle ki: Topraktan çıkan ürünler ve gıda maddelerini yiyen erkekte sperma, kadında yumurta oluşmaktadır. Böy­lece spermanın yumurtalığa geçişiyle döllenme olayı meydana gelmekte ve genetik kodda kayıtlandığı gibi gelişip tekâmül etmektedir. Hücreler geometrik şekilde katlanmakta ve sonunda hücrelerin sayısı 26 trilyonu bulmaktadır. Bu sayı, yeni doğan bebekteki hücrelerin sayısıdır.

Böylece çoğalan hücreler yüklendikleri programa bağlı kalarak ya­vaş yavaş, fakat düzenli, sistemli şekilde hiçbir hatâ ve eksiklik yapma­dan kaslacı, kemikleri ve diğer organları meydana getirmekte ve akıl üs­tü bir ustalıkla biri diğerine karışmadan işlevini sürdürmektedir.

Yüce kudretin koyduğu biyolojik ve fizyolojik kanunlar şaşmadan iş­lemekte; gizli bir elin her şeyi en uygun biçimde organize ettiği kendili­ğinden  anlaşılmaktadır.

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, âhiret gününe inanmayan inkarcı maddecilerin melekler ve Allah hakkındaki zan ve iddialarının cok yanlış ve sakıncalı olduğu belirtildi. Her konuda ilme ve ciddi araştırmaya gerek bulundu­ğuna atıf yapıldı. Sonra da büyük günahlardan sakınmanın lüzumu üze­rinde duruldu ve insanın topraktan meydana getirildiği açıklanarak konu­yu bu acıdan değerlendirmemiz istendi.

Aşağ,ıdaki âyetlerle, ilâhî irâdenin zorlayıcı, itici olmadığı, her kişinin kendi amel ve gayretine göre bir sonuç elde edeceği belirtiliyor Dönü­şün mutlaka Allah olacağına değinilerek insan hayatının belirlenmiş bir programa bağlandığına dikkatler çekiliyor. Sonra da ilâhî kudretin üstün lugu, eşsiz tasarrufu konu edilerek çok yönlü bilgi veriliyor, ve sûre seode emriyle tamamlanıyor.

 

Meali:

 

33-34- Arkasını döneni, az şey verip gerisini yanında tutup direne­ni gördün mü?

35- Gaybın ilmi, onun yanındadır da onu o mu görüyor?

36-37- Yoksa Musa'nın ve ahde vefa eden İbrahim'in sahifelerinde-ki hususlar ona bildirilmedi mi?

38- Günah yükü çeken hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü çekmez.

39- Ve insana ancak çalışıp çabaladığı vardır.                            ^

40- Ve onun çalışıp çabalaması da ileride görülecek,

41- Sonra da ona, karşılığı tastamam verilecektir.

42- Ve elbette son varış Rabbmadır.

43- Şüphesiz ki, O, hem güldürür, hem de ağlatır.

44- Ve elbette O, hem öldürür, hem de diriltir.

45-46- Ve gerçekten O'dur, fışkırıp atılan nutfeden, (ana rahmine0 intikal ettiğinde) erkeği dişiyi çift yaratan.

47- Sonradan oluşturup yaratma da O'na aittir.

48- Ve şüphesiz O, hem zengin edendir, hem de sermaye verendir.

49- Ve elbette ki O, Şi'râ (denen) yıldızın da Rabbıdır.

50-51- Ve gerçekten O, ilk Âd'ı ve Semûd'u yok edip geriye bırak­mayandır.

52- Daha önce Nûh kavmini de yok edendir. Çünkü onlar, hem çok zâlim, hem çok azgın idiler.

53- Yerlebir edilecek kasabaların, O, altını üstüne getirdi de,

54- Onları örtecek şeyler örttü  de örttü..

55- Artık Rabbınin hangi nimetinde şüphe edersin?

56- Bu (Muhammed)  ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.

57- Yaklaşmakta  olan yaklaşıyor (kurtuluş yok).

58- Onu Allah'tan başka açıp ortaya koyacak yok.

59- Yoksa bu söze mi şaşıyorsunuz? .

60- Gülüyorsunuz ve  (fakat) ağlamıyorsunuz.                   

61- Ve siz gaflet içinde diretiyorsunuz.

62- Artık Allah'a seode edip O'na kulluk edin!.

 

İniş Sebebi

 

Mekkeli Velîd b. Muğîre, bir ara Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ısınıp İslâm'a girer gibi göründü. Ne var ki iieri gelen söz sahibi bir grup onu durmadan ayıpladı ve ona : «Sen atalarının dinini terkedip sapıttın» di­yerek ilgilerini keseceklerini tehdit yoluyla belirttiler. O da : «Allah'ın aza­bından korktuğum için Ona uydum» diye cevap vererek kendini mazur göstermeye çalıştı. Azgın sapıklar, fanatik putperestler ona : «İslâm'dan vaz geçip eski dinine dönersen sana şu kadar mal veririz ve seni Allah'ın gazap ve azabından koruyacağımızı üstleniriz» şeklinde öneride bulundu­lar. Velîd de zaten tamamen inanıp bağlanmış değildi; öneri hoşuna gitti ve eski dinine döndü. Cidden ona sözlü taahhütte bulunanlar, kendi ara­larında mal toplayıp verdiler.  Bu sebeple ilgili âyetler indi. [19]

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Ümâme (R.A.) rivayet ediyor:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «ahde vefa eden İbrahim» mealinde­ki âyeti okuduktan sonra sordu : «İbrahim'in neye vefa gösterdiğini bi­liyor musunuz?» Ashab-ı Kiram : «Allah ve Peygamberi daha iyi bilir» diye cevap verdi. Efendimiz şöyle buyurdu: «Günlük amelinde günün ilk saatlerinde dört rekât namaz kılarak ahde vefa etti.» [20]

Kudsî  Hadîs :

«Ey ademoğlu! Günün evvelinde benim için dört rekât namaz kıl ki günün  sonunda sana yeterli  olayım.» [21]

«Kim doğru yola çağırırsa, kendisine uyanların sevabının bir misli -hiçbirinin ecrinden bir şey eksilmeksizin- ona verilir. Kim de sapıklığa çağırırsa, kendisine uyanların günahının bir misli -hiçbirinin günahından bir şey eksilmeksizin- ona verilir.» [22]

 

İslâm'da  Sosyal Adalet

 

«Arkasını döneni, az şey verip gerisi­ni yanında tutup direneni gördün mü?»

İslâm, fertle toplum arasında ve toplumun yapısında sosyal adaleti kurmak için zekât, keffaret, adak, fitre, kurban, sadaka ve faizsiz ödünç gibi yardımlaşma sistemini işler duruma getirmiştir.

Dinimiz, zekât ve keffaretin, kurban ve fitrenin nisap ve nisbetini be­lirlerken diğerlerine bir sınır koymamış; ekonomik imkânlarına göre, kişi­lerin imân ve irfanına bırakmıştır. Dünyada feyiz ve bereketle, huzur ve güvenle, âhirette kat kat ecirlerle taltîf edilip mükâfatlandırılacaklarını müjdelemiştir.

Zengin bir müslümanın az şey verip sosyal adalete katkıda bulunma­masını hoş karşılamamış ve Kur'ân'da ilgili 34,35. âyetlerle açıklandığı üze­re, onlar kınanmıştır. Zira her müslüman malî gücüne ve mevcut im­kânlarına göre yardımda bulunma, faizsiz ödünç verme; karşılığını yalnız Allah'tan bekleyerek zayıf unsurları güçlendirme gibi yardımlaşma, daya­nışma ve işbirliğine katıldığı-takdirde denge ve. adalet gerçekleşir; top­lum yapısı sağlık kazanıp güven ve kardeşlik havasına erişir. Aksi hal­de ferdiyetçilik, yani kişisel çıkar ön plâna geçer ve denge bozulur.

İbn Abbas, Süddî, Kelbî ve Müseyyeb b. Şüreyk'e göre : Bu âye­tin inişi, Osman b. Affân ile ilgilidir. O, hayır işlerinde elinden geldiğin­ce yardımda bulunurdu. Süt kardeşi Abdullah b. Ebî Şerh, ona : «Bu yaptığın nedir? Çok sürmez senin için geriye bir şey kalmaz!» diyerek kendine göre uyarıda bulundu. O da : «Benim hayli günah ve hatâlarım vardır. Yaptığım hayır ve yardımlarla Allah'ın hoşnutluğunu umuyorum ve beni bağışlamasını diliyorum» diye cevap verdi. Abdullah ona şöyle öneride bulundu : «O halde şu deveni üzerindeki semeri ve nevalesiyle birlikte bana ver de senin bütün günah ve kusurlarını yükleneyim!» Bu­nun üzerine Hz. Osman onun bu teklifini kabul edip şahitlendirdi ve de­veyi yüküyle birlikte ona verdi. Sonra da artık kimseye yardımda bulun­mamaya  başladı. Bunun üzerine 34,35,36. âyetlerin  indiği  belirtiliyor.

Hz.  Osman (R.A.)  hatasını anlayarak eski cömertliğine döndü. [23]

 

Musa'nın  Kitabı,  İbrahim'in  Sahifeleri

 

«Yoksa Musa'nın ve ahde vefa eden İbrahim'in sahifelerindeki hususlar ona bildirilmedi mi? Günah yükü çeken hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü çekmez.»

Bilindiği gibi, kendi ülkesinde İsrail oğullan'na ikinci sınıf vatandaş muamelesinde bulunan ve onları köle gibi çalıştırıp haklarını ellerinden alan Mısır Kralı Fir'avn'ın zulmü o insanları tedirgin etmekle kalmamış, ülkede adaleti, sosyal güven ve huzuru, dayanışma ve yardımlaşmayı temelinden yıkmıştı. Musa Peygamber (A.S.), Allah'ın emrettiği hakları ayakta tutabilmek, sosyal adaleti sağlamak için yine aldığı vahiy üzerine İsrail oğulları'nı Mısır'dan çıkarmayı plânladı. Bilahare indirilen Tevrat'ta sosyal adaletin esas ve prensiplerine yer verildi. Buna uymayan devrin ünlü zengini Karun servetiyle birlikte yerin dibine batırılarak geride kalan­lara en tesirli misal miras bırakıldı.

İbrahim (A.S.), gerek ibâdette, gerek sosyal adaleti gerçekleştirme­de, gerekse konukseverlikte ve ibadette vefanın en güzel örneklerini ser­giledi. Böylece silinmez izler, güzel örnekler bıraktı.

Yukarıdaki âyetle, bu iki peygamberin bıraktığı bu güzel ve yönlen­dirici misallere dikkat çekilmekte ve ferdî çıkarı her şeyin üstünde tut­manın  elim  sonucuna  atıf yapılmaktadır.

 

Kimse Başkasının Günah Ve Yükünü Taşımaz

 

Bu, daha çok Hıristiyan din adamlarının, yani papaz, rahip ve pisko­posların uyguladığı çok sakıncalı bir inanç tarzıdır. Günah işledikten ve boğazına kadar kul ve millet hakkına tecavüzden sonra gelip papazın huzu-

runda günah çıkaranların hiçbir zaman bu yoldan kendilerini CenâbHakk'a affettirmeleri düşünülemez. Çünkü günahları affedip kusurlarını mağfiretine mazhar kılan ancak Allah'tır. Hem kul ve millet hakkı, asıl sahiplerine ödenmedikçe, o yüzden işlenen günahın bağışlanması söz konusu değildir.

Hz. Osman (R.A.) olayı ve inen âyetin taşıdığı hüküm, bize bu konuda en sağlam bilgi ve hükmü vermekte, aynı zamanda Hıristiyanları uyar­maktadır.

O halde din bilginlerine düşen tek şey, insanı günahlardan uzaklaş­tırmaya çalışmak ve Allah'ın rahmetinin genişliğini telkîn etmek suretiy­le, kul ile Allah arasındaki engel ve vasıtaları kaldırmaktır.

Nitekim bu sağlam bilgiler, hem Musa'ya (A.S.) indirilen Tevrat'ta, hem de İbrahim'e  (A.S.) indirilen sahîfelerde de açıklanmıştır.

Müfessirlerin çoğu, Necm Sûresi'nde 36. âyetten 53. âyete kadar olan bölümde Musa'ya ve İbrahim'e (salât-ü selâm ikisine olsun) indirilen ki­taplarda şu oniki maddelik düsturun yer aldığını belirtmişlerdir. Şöyle ki:

1- Kişi  başkasının  günahıyla yargılanamaz.   

2- Her kişi ancak işlediği iyilik ve kötülüğün karşılığını görür.

3- Her amel ilâhî adalet terazisinde tartılıp iyi veya kötü olduğuna göre  belirlenir.

4- Her amelin karşılığı noksansız verilir.  Ancak  iyiliklerin karşılığı kat kat artırılarak verilir. Kötülük İse, misliyle karşılık görür.

5- Allah, gülmeyi, ağlamayı, sevinç ve üzüntüyü de yaratmıştır. Bun­lar insan tabiatına enjekte edilmiş duygulardır.

6- İnsanların hepsi, gerçekleşmesi kesin olan kıyamet gününde Al­lah'ın adalet huzuruna döndürülürler ve yaptıklarından orada hesap ve­rirler.

7- Cenâb-ı Hak erkek ve dişiyi, ana rahmine intikal eden nutfeden yaratır. Bu,  biyolojik bir kanundur ki  kıyamete kadar devam  eder.

8- Allah ölümü ve dirimi de yaratmış ve takdîr etmiştir.

9- CenâbHök, kurduğu düzen ve denge doğrultusunda insanı zen­gin ve fakir kılan yegâne kudret sahibidir.

10- Allah ilk ortaya çıkan Âd Kavmi'ni yok edip haritadan silmiştir.

11- Allah, Semûd Kavmi'ni de günah  ve azgınlıkları sebebiyle yok edip silmiştir.

12- Daha önce de  inkâr, zulüm ve azgınlıkları sebebiyle Nuh Kav­mi'ni tufan ile helak etmiştir.Lût  Kavmi'nin eyleştiği  beldeyi ise,  yanar dağı harekete  geçirerek püskürüklerle yok  edip  belirsiz hale getirmiştir.

 

İnsana Ancak Çalışıp  Kazandığı Vardır

 

«Ve insana   ancak   çalışıp çabaladığı vardır. Ve onun çalışıp çabalaması da ileride görülecek.»

Herkes çalışıp elde ettiğinin karşılığını görür. İlâhî ilim her şeyi ön­ceden tesbit etmekte ve kişinin niyet ve amelini en âdil ölçülerle değer­lendirmektedir. Öyle ki, dünyada iyi faydalı bir çığır açan kimseye, o çı­ğırda yürüyenlerin sevabının bir misli de verilecektir. Kötü çığır açana ise, bunun aksine, o çığırda yürüyenlerin günahının  bir misli yükletileçektir.

Okunan Kur'ön'ın   sevabını   başkasına bağışlamak ;

Müctehid imamların ise, bu âyeti, ahkâm yönünden yorum ve değer­lendirmeleri az farklıdır.   Şöyle ki :

a)  İmam  Mâlik ve  İmam  Şafiî'ye göre : Okunan   Kur'ân'ın  sevabını ölülere bağışlamak sünnet değildir. Hz. Peygamber'in (A.S.} bunu teşvik eder anlamda bir açıklaması olmamıştır. Çünkü başkasının tilâvet ve kı­raati diğerine ait bir amel ve kazanç sayılmaz.

Diğer bedenî ibâdetler de öyle. AshabKirâm'ın da bu yolda misâl teşkil edecek bir amelleri olmamıştır. Onlardan hiç birinin Kur'ân okuyup sevabını başkalarına bağışladığı duyulmamıştır. Eğer böyle bir sünnet ol-saydı, elbette o büyük insanlar ihmal etmezlerdi.

Sadakaya gelince : Bu hususta Peygamber (A.S.) Efendimiz'in sün­neti sabit olmuştur; yani sevabı ölülere bağışlanmak üzere verilen sada­kaların sevabı kim için niyet edilirse ona ulaşır. Nitekim Sahîh-i Müslim'de yapılan rivayette, Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurmuştur: «Ademoğlu ölün­ce ameli kesilir; ancak şu üç cihetten değil, Câri sadaka, istifade edilen ilim ve kendisine duâ eden salih evlâd..»

b)  İmam Ahmed b. Hanbel'e ve ilim adamlarından bir cemaate göre : Okunan Kur'ân'ın da sevqbı ölülere ulaşır. Şafiîlerden bazı ilim adamları da bu görüşe katılmışlardır.

c) İmam Ebû Hanîfe'ye ve arkadaşlarından çoğuna göre: Kur'ân okuyup sevabını ölülere bağışlamak caizdir. Diğer sadaka ve benzeri iyi­likler de öyle…

 

Çalışmak Genel  Anlamda  İki Türlüdür

 

Biri dünyevî, diğeri uhrevîdir. İslâm Dini, ikisini birbirinin tamamlayı­cısı olarak tanımlamakta ve böylece çalışmayı  meşru sınırlar içine alıp . ona iki ayrı kazanç va'detmektedir: Biri dünyada elde edeceği gelir, di­ğeri âhirette verilecek mükâfattır.

Böylece İslâm, insan hayatını harekete ve çalışmaya bağlamakta; ha­reketsiz, amelsiz hayatı ölgün saymaktadır.

 

Son Varış  Cenab-I Hakk'adır

 

«Ve elbette son varış Rabbınadır

İnsan, ilâhî kudretin tecellisiyle vücut bulup varlık alanına ayak bas­mıştır. Gelişimiz O'nun yüksek kudretinden kaynaklandığı gibi, dönüşü­müz de yine O'nun kudretine olacaktır. Zira bu kudret kâinatı her parça ve atomuyla kapsayıp kuşatmıştır. Sınırı yok ki dışına çıkabilsin; belli bir yeri yoktur ki aşılsın. Zaman kavramına hiç bağlı değildir ki eskiyip tazeliğini ve güeünü kaybetsin.

Ölünce ruhumuz O'na dönmektedir. Kabirlerden kalktığımızda yine O'nun huzuruna sevkedilip götürüleceğiz. Her bakımdan varışımız O'na’dır.

 

O, Hem Güldürür, Hem De Ağlatır

 

«Şüphesiz ki, O, hem güldürür, hem de ağlatır.»

Dünya, çok yönlü bir kavramdır. Âhiret karşılığında kullanıldığı za­man daha çok aşağı âlem anlamına geiir. Yüce ve sonsuz âlemde hayat Ve nîmetin değerini anlayabilmek için, oraya varmadan hayatın acı ve tat­lı yanlarını görüp tatmak; nimetlerin kıymetini bilip takdir etmek gerekir. Bunun için insanın kendi varlığı, birbirine zıd iki şeyin, yani ruh iie mad­denin birleştirilmesiyle yaratıldığı gibi, zıdların yarış halinde bulunduğu bir hayat sahnesine getirilerek ona çetin bir mücadele ortamı sağlan­mıştır.

İnsan hayatı böyle bir ortamda bütünüyle sünnetullaha uymak zorun­dadır. O bakımdan ömür merdivenlerinden tırmanırken sünnetullah'a uyan­lar mutlu olur; uymayanlar mutsuz olup kendilerine haksızlıkta bulunmuş sayılırlar.

Böylece sünnetullah'a uyanlar sevinip güler; uymayanlar ise üzülür  ve ağlar. Mücadele safhasında da durum buna yakın bir manzara arzeder: Akıl ve irâdesini, imân gücünü kullanmasını bilenler sevine havasına gi­rer, kullanamıyanlar üzüntü havasına girip ağlamaya yüz tutar.  

 

Cenab-ı Hak  Hem  Öldürür,  Hem  De Diriltir   

              

<<Ve elbette O, hem öldürür, hem de diriltir.>>

Her canlının, ölü ve diri olmak üzere iki ayrı dönemi söz konusudur. Yenilen gıda maddelerinden oluşan sperma ve yumurta, her ne kadar can-lıysa da, bu canlılık onun ölü dönemi sayılır. Belli biyolojik ve fizyolojik safhalardan geçince onun bu defa diri dönemi başlar ve sonra da hilkat kanununun hükmünün yürütülmesiyle tekrar ölü bir döneme geçiş yapar. Ruhu Berzah Âlemi'ne yükselirken, bedeni toprağa intikal edip parazitlere dönüşür. Parazitlerde de sperma misâli canlılık vasfı vardır, ama bu be­denin ikinci ölü dönemidir, Hilkat kanunu bir süre sonra ilâhî plân ve program gereği harekete geçip çürüyüp toprağa karışan ve parazitlere dönü­şen bedeni ikinci hayata hazırlar ve böylece tekrar yeniden dirilme döne­mine  geçilmiş  olur.

 

Erkeği, Dişiyi Çift Yaratan O'dur

                              

<<Ve gerçekten O’dur,fışkırıp atılan nutfeden (ana rahmine intikal ettiğinde) erkeği-dişiyi çift ya­ratan.»

Bilimsel araştırma ile, insanda normal olarak 23 çift halinde 46 kro­mozom bulunur. Üreme hücresinde sperma ve yumurta oluştuğu zaman, her çift kromozomun ycrfnız bir tanesi cinsiyet hücrelerine geçer.

«Cinsiyet kromozomları» adı verilen bir çift kromozom çocuğun cin­siyetini belirler. Cinsiyet kromozomları XX (dişi), ya da XY (erkek) olarak gösterilir. Geri kalan ve cinsiyet belirtmeyen 22 çift kromozoma otozom adı verilir. Otozom çiftlerin "her biri aynı sayıda ve aynı miktarda kalıtsal malzeme içerdiklerinden benzeşirler.

Kromozomlar binlerce «gen»in birleşmesinden meydana gelirler ve bunlar kalıtsal özelliklerinin iletilmesini sağlayan başlıca birimlerdir. Böy­lece o çok yüce kudret sahibi Allah (c.c), hilkat kanununu ve kalıtımla ilgili bütün özelliklerinin devamını, «gen» denilen harikayı yaratmakla ha­zırlamış ve genlerin bir araya gelmesiyle oluşan 23 çift kromozomdan bir çiftini cinsiyetin tesbitine yöneltmiştir. Bu bir çift kromozom XY şek­linde ise, erkeği; XX şeklinde ise, dişiyi meydana getirir.

Gerek' genler, gerekse onların oluşturduğu kromozomlar mikroskopla bile zor görülebilecek kadar küçüktürler. Kudret kalemi, kâinatta en bü­yük sistemi yarattığı gibi, onun en küçük modelini de yaratarak ilminin, kudretinin erişilmezliğini göstermiştir.

Anlaşıldığı gibi, erkek ve dişi nasıl çift kabul ediliyorsa, onları oluş­turan 46 kromozom da 23 çift halinde bulunuyor. Aynı zamanda cinsiyeti tesbit eden  iki kromozom da bir çift oluşturuyor.

İşte insanı bu kadar incelik arzeden denge ve düzene, hesap ve plâ­na göre yaratan Cenâb-ı Hak, onu öldürüp toprağa karıştırdıktan sonra, yine hilkat kanununu harekete geçirmek suretiyle yaratmaya kudreti yet­mez mi?  Bunda  ne şüphe vardır…

 

O Hem Zengin Eder, Hem De Sermaye Verir

 

<<Ve şüphesiz O, hem zengin edendir, hem de sermaye verendir.»

Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını önceden belli bir plâna göre hazır­layıp insanların istifadesine sevk eden O'dur. Herkes aklına, zekâsına, irâ­de ve beceresine göre o kaynaklardan yararlanma imkânına sahiptir. Bu da ilâhî sünnetin gereğidir. Öyle ki : Cenâb-ı Hak, insanın gücünün ve . irâdesinin yeteceğini insana bırakır, yetmiyeceğini kendisi hazırlayıp im­kân alanına getirir. Önemli olan o kaynaklardan bilerek yararlanmak ve Yüce Yaratan'a şükretmektir.

 

O, «Şi'râ» Denen Yıldızın  Da Rabbıdır

 

 <<Ve   elbette  ki O,   Şi'râ (denen)   yıldızın da Rabbıdır

Şi'râ, parlak bir yıldızın adıdır. Aslında iki şi'râ vardır: Birine, «Şi'râ- Yemeni», diğerine, «Şi'râ- Şâmî» derler. Aynı zamanda Araplar birinci­sine  «Abur», ikincisine  «Gumeysâ» da derler.

Birincisi, ikizler burcundadır ve çok daha parlaktır. Cahiliye devrinde Araplardan bazı kabileler bu yıidıza taparlardı. Müfessir Süddfye göre, bu Himyer ile Huza'â kabilelerinin ilâhı olarak belirlenmişti. Müfessir Âlû-sî'nin tesbitine göre: Peygamber (A.S.) Efendimiz'in atalarından Ebû Kebşe'nin ona taptığı söylenir. Ama bunu tevsik etmek elbette çok zor­dur. Bu isme izafeten Arapların ileri gelenleri Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e «İbn Ebî Kebşe» künyesini yakıştırmak suretiyle, Onu küçük düşürmek is­terlerdi.

Ayrıca sözü edilen  «Şi'râ»  ile ilgili bir sürü efsane de nakledilir.

Kur'ân-ı Kerîm, Şi'râ'nın da diğer yıldızlar gibi bir yıldız, cisimler gibi bir cisim olduğuna ve ilâh olamıyacağına dikkatleri çekmekte ve onun da Allah tarafından yaratılıp belli bir yere ve yörüngeye oturtulduğuna işaret­te bulunmaktadır.

 

İlk Ad Kavmi

 

«Ve gerçekten O, ilk Âd'ı ve Semûd'u yok edip geriye bırakmayandır.»

Kur'ân'ın on yerinde sadece «Ad Kavmi» sözü kullanıldığı halde, Necm Sûresi 50. âyette «Âdeni'l-Ulâ» yani «İlk Âd» sözü kullanılmaktadır. O ne­denle müfessirlerin bu isim üzerinde farklı yorum ve tesbitleri olmuştur:

a) Semûd Kavmi, Âd Kavmi'nden öncedir. O bakımdan Semûd Kav-mi'ne «İlk Âd» denilmiştir.

b) İbn Zeyd'e göre : Nuh Kavmi'nden sonra ilk yok edilen Âd Kav-mi'dir ki, buna «Âd-i Ulâ» yani «ilk Âd» ismi takılmıştır.

c) İbn  İshak'a gelince : İki ayrı Âd kavmi vardır.  Birincisi, cok şid­detli bir kasırgayla; ikincisi büyük bir ses ve uğultu ile helak edilmiştir.

d) Âd-i Ulâ, İrem oğlu Âd'dır. Böylece ikinci Âd Kavmi, bu birinci Âd'ın soyundandır.

 

Cenab-I Hakk'ın   Hangi Nimetinde   Şüphe  Edilir?

 

«Artik Rabbının hangi   nimetinde   şüphe  edersin?»

Nimetin en güzeli, en yararlı olanı nedir? Altın mı, gümüş mü, geniş çapta servet mi, yüksek makam mı? Bunların her biri, kıymeti bilindiği ve şükrü yerine getirildiği nisbette birer nîmet hüviyetini taşır. Ancak nîmetin en güzeli, ilâhî hitabı duymak ve davet edilen doğru yola girmektir.

Anlaşıldığı gibi Necm Sûresi baştan sonuna'kadar birçok ilâhî nimet­leri gözlerimizin önüne sermektedir. Onların hangisinde şüphe edilebilir? Hepsi de kendi üzerinde ilâhî damgayı taşımakta ve sonsuz kudretin ese­ri olduğunu yansıtmaktadır. Yıkılıp yok edilen kavimlerin bugün hâlâ ka­lıntıları, ilâhî nimetlere  nankörlük izlerini taşımakta ve gelip geçenlere,o izleri  görmelerini âdeta  fısıldamaktadır.

Peygamberlerin hepsi bu nîmetlerin hangi kaynaktan hazırlanıp im­kân alanına sevk edildiğini haber vermiş ve nîmete bakıp onu ihsan eden yüce kudretin tanınmasının gereğini tebliğ etmiştir. Cenâb-ı Hak bu haki­kati şu âyetle bize öğretmektedir: «Bu (Muhammed) ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.»

 

Yaklaşmakta  Olan Yaklaşıyor

 

«Yaklaşmakta olan yaklaşıyor (kurtuluş yok).»

Kâinatın ömrüne nisbetle kıyametin kopması çok yakın sayılır. Zaten olacak bir şey, olmuş sayılır. Bu, Allah yanında böyledir. O sebeple kıya­met olayına «âzife» denilmiştir. «Ezifeti'l-âzife»nin tam karşılığı «yaklaşan yaklaştı» veya «yaklaşmakta olan yaklaştı» demektir. Bu, dünya hayatıy­la Ugili mevcut düzenin bozulma zamanının çok yakın olduğuna işarettir. Kıyamet olayının hangi tarihte meydana geleceğini bilip keşfeden bir kud­ret, bir deha yoktur. Aynı zamanda kıyamet olayının doğuracağı büyük sıkıntı ve korkuyu Allah'tan başka savaeak da bir kuvvet mevcut değildir.

 

Kur'ân'da Verilen  Habere Şaşanlar Mı Var?

 

«Yoksa bu söze mi şaşıyorsu­nuz? Gülüyorsunuz ve (fakat) ağlamıyorsunuz!»

İnsanların çoğu, bilgisizliğin ve hakka olan ilgisizliğin derin gafletin­de inatla diretmekte ve bilmeden, öğrenmeden gerçeği reddetmektedir. Oysa Kur'ân insan hayatını her yönüyle iyiye, doğruya, mutluluğa, huzur ve güvene çevirmekte ve bunun için gereken en sağlam ve doyurucu bil­gileri vermektedir. Meydana geleceğini kesin bir anlatımla haber verdiği «kıyamet» hakkında şüphe etmeye ne gerek vardır. Zira bu düzenleme ve program bütünüyle biz insanların yararına yönelik birer hikmet taşı­maktadır ve sadece insanı mutlu etmek için peygamberin kalbine indiril­miştir.

Buna rağmen tarih boyunca birçok kavim ve milletler sözü edilen ha­kikate karşı kör ve sağır kalmışlar; kötü âdetlerine mağlûp olarak semavî haberleri inatla ve isyanla reddetmişlerdir. Nuh kavmi asırlarca bu gafleti gösterdi, sonunda ilâhî hükmün inmesine neden oldu. Âd ve Semûd ka­vimleri de öyle.. Şiddetli deprem ve kasırgalar o azgınları sonbahar yap­rakları gibi yerlere serdi ve bir varmış, bir yokmuş masalına döndürdü.

O halde yaşamakta olan inkarcı sapık toplum ve milletlerin ilâhî hük­mün inmesine ortam hazırlamaktan vazgeçip, gerçeği anlamaları, elbet-teki yararlarına olur. Yoksa sünnetullah şaşmaz, benzeri olayların teker-rürüyle tarih de tekerrür eder.

Hakk'ı idrâk edip kendini küfür ve nifak fırtınasının dışında tutan mü'-minler, böyle bir iltifata lâyık görüldükleri ve hidâyete erdirildikleri için Hakk'a secde etmelidirler. Cenâb-ı Hak, sûrenin sonunda bütün mü'min-lere şöyle buyurmaktadır  «Artık Allah'a secde edip O'na kulluk edin.» Şüphesiz  ki  kurtuluş ve mutlak saadet bundadır.

Necm Sûresi noktalanırken:

Son bölümdeki âyetlerle, insan irâdesine İşaret edildi. Herkesin ken­di niyet ve ameline, inanç ve eğilimine göre karşılık göreceği belirtildi. Herşeyin plân ve program dahilinde yürütüldüğüne atıf yapılarak, ilâhî ta­sarrufun şaşmazlığı üzerinde duruldu ve yönlendirici misaller verildi.

Kamer Sûresi'ne ise, Kur'ân'ın haber verdiği kıyamet olayının yakın olduğuna delil anlamında ay'in ikiye ayrılması konu edilerek başlanmakta ve yer yer Necm Sûresinde geçen konular hem pekiştirilmekte, hem de kısmen açıklanmaktadır.

Bu Sûrenin de tefsîrini bize müyesser kılan CenâbHakk'a sonsuz hamd-u senalar; ilâhî beyânı bize teblîğ edip ulaştıran Sevgili Peygambe­rimize de salât-ü selâmlar olsun.

 



[1] Tefsîr-i Kurtubî :   17/81

[2] »            »           »   »

[3] Tefsîr-î Garâibi'l-Kur'ân/NIzamuddin Nisâbûrî :  27/26 - Lübabu't-te'vîl: 0 4/190

[4] Tefsîr-i Alûsî

[5] Ebû Dâvud/llim:  3- Dâremi/mukaddeme :  43- Ahmed:  2/162

[6] Tirmizî/suret:  53- Ahmed:   1/395, 398, 407, 412, 460

[7] İbn  Cerîr/Câmi'u'l-beyân  Fi-Tefsîri'1-Kur'ân :   27/30

[8] Müslim/imân :  291- Tirmizî/tefsîr :  53- Ahmed :  5/157,  171, 175

[9] Ahmed : 1/165

[10] Tefsîr-i îbn Kesîr :  4/252

[11] Ebû Dâvud/sünnet :  5-  Ahmed :   4/131

[12] Tevbe Sûresi :  43

[13] Geniş bilgi için bak ; Isrâ Sûresi: 1. âyetin tefsiri

[14] Müsned-i Ahmed

[15] Buharî/vasâya : 8, nikâh : 45, ferâiz : 2, edeb : 57, 58- Mtislim/birr : 28-Tirmizî/birr :   56- Taberânî/halk :   15-  Ahmed :   2/245, 278, 312

[16] Ahmed :  6/71

[17] Buhari/isti'zân :12,  kader: 9-Müslim/kader : 20-  Ebû  Dâvud/nikâh : 43- Ahmed :   2/276

[18] Müslim/zühd : 68, 69- Ebû Dâvud/edeb : 9- Tirmizî/zühd : 55- İbn -' ce/edeb :  36- Ahmed :  2/94- 6/5

[19] Lübabû't-te'vîl :   4/198

[20] İbn Ebî Hatim - Tefsir-i İbn Kesir :  4/258

[21] Tirmizî/tefsîr :   22, 49

[22] Müslim/ilim :  16, zikir :   1- Ebû Dâvud/sünnet :  6- Tirraizî/ilım :   15, se-vâbü'l-kur'ân :   14-  İbn M âce/mukaddeme :   14- Dâremî/fezâil-i Kur'ân :   1

[23] Tefsîr-i Kurtubî :  17/111