Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Üzerine Yemin Edilen «Necm»
Nedir?
Muhammed (A.S.)In Tebliğ Ettiği
Her Şey Vahye Dayanır
Hz. Peygamber (A.S.) Ve
İctihâd
Çok Çetin Güce Sahip Olan Melek
Cebrail'in En Yüksek Ufukta Doğrulması
Allah Kuluna Vahyettiğini Etti
Gözün Gördüğünü Kalbin Yalanlamaması
Edep Ve Saygı Makamında Edebin Timsali
Allah'a Ortak Koşulup Şefaatleri Umulan Üç Büyük Put
Putlardan Şefaat Bekleyen Müşrikler Ve Garanik Olayı
Zan, Haktan Yana Bir Şey İfade
Etmez
Yalnız Dünya Hayatına Yönelip
Onu Tek
Amaç Seçmek Doğru Mudur?
Göklerde Ve Yerde Bulunan Her
Şey Allah'a Aittir
Günahın Büyüklerinden Ve Hayasızlıktan Sakınmak
Kişinin Kendini Temize Çıkarması
Uygun Olur Mu?
Bizi Topraktan Oluşturup Yaratan O'dur
Musa'nın Kitabı, İbrahim'in
Sahifeleri
Kimse Başkasının Günah Ve Yükünü Taşımaz
İnsana Ancak Çalışıp Kazandığı
Vardır
Çalışmak Genel Anlamda İki Türlüdür
O, Hem Güldürür, Hem De Ağlatır
Cenab-ı Hak Hem Öldürür,
Hem De Diriltir
Erkeği, Dişiyi Çift Yaratan O'dur
O Hem Zengin Eder, Hem De Sermaye Verir
O, «Şi'râ» Denen Yıldızın Da
Rabbıdır
Cenab-I Hakk'ın Hangi
Nimetinde Şüphe Edilir?
Kur'ân'da Verilen Habere Şaşanlar
Mı Var?
el-Hasan, İkrime, Atâ' ve Câbir'e göre :
Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbas'a (R.A.} göre : otuz birinci âyet müstesna, tamamı
Mekke'de inmiştir. Bazısına göre : Tamamı Medine'de inmiştir. Ancak Mekke'de
indiğini belirtenlerin delili daha sahih kabul edilmiştir. Nitekim İbn Mes'ûd (R.A.) diyor ki: «Resûiüllah'ın (A.S.) Mekke'de ilk ilân ettiği sûre, Necm Sûresi'dir.» [1]
Buharî'nin tesbitine göre ; İbn Abbas (R.A.} şöyle demiştir: Resûlül-lah (A.S.), Necm Sûresini okuyup secde edince, müslümanlar,
müşrikler, cin ve ins ne varsa hepsi Onunla birlikte
secde ettiler.» [2]
Sûrenin birinci
âyetinde yıldız anlamına gelen «necm»e yemin edildiğinden,
bu aynı zamanda sûreye isim olmuştur.
Âyet sayısı
: 62
Kelime »
: 360
Harf » :
1405 [3]
1- Hz. Peygamber'in (A.S.) kendi arzu ve hevesine göre değil,
ilâhî vahye dayanarak konuştuğu belirtiliyor.
2- Kur'ân'ı, o çok kuvvetli, kudretli olan Melek Cebrail'in Hz. Muham-med'e
(A,S.) öğrettiğine değinilerek, her türlü şüphe ve tereddüdün atılması
emrediliyor.
3- Resûlüllah'ın (A.S.) Cenâb-ı Hakk'a olan yakınlığı konu ediliyor,
4- Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in,
Melek Cebrail'i asıl suretinde iki defa gördüğü açıklanıyor.
5- Müşriklerin,
melekleri dişi sanıp onları Allah'ın kızları diye tanımlamaları kınanıp
reddediliyor.
6- İyilerle
kötülerden her birinin kendi niyet ve amelinin karşılığını göreceği ve ona
göre kendisine mükâfat veya mücazat takdir edileceği haber
veriliyor.
7- İyi,
yararlı kişilerin birtakım özelliklerine değiniliyor.
8- İlâhî
ilmin gökleri ve yeri kapsayıp kuşattığı bilgi mahiyetinde işleniyor.
9- Kişinin
kendi nefsini tezkiye etmesinin doğru olmayacağı bildiriliyor.
10- İbrahim
(A.S.) ile Musa (A.S.)ın sahife
ve kitabında yer alan tavsiyelerden bir kısmı sıralanıyor.
11- Müşriklerin,
Allah'ın birliğini, Peygamber'in (A.S.) risâletini ve
ikinci hayatı inkâr etmeleri eleştirilerek takbîh ediliyor.
12- Müşriklerin
Kur'ân'ı alay konusu edinmeleri hayretle karşılanıyor
ve insanların bu derece haktan uzak kalmalarının yadırganacak şey olduğuna
işaret ediliyor.
13- Mü'minlerin, Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda kulluk görevini yerine getirirlerken
tevazu' ile eğiiip ıhlâs
üzere amel etmeleri emrediliyor.
1- Battığı
zaman yıldıza and olsun ki,
2- Arkadaşınız
(Muhammed) ne sapıttı, ne de azıttı.
3- O, kendi
hevesine de uyarak söz söylemez.
4- O'nun
(Allah adına) konuşması ancak kendisine vahyolunan bir vahiydir.
5-7- Onu
O'na, çok çetin güoe sahip olan Melek (Cebrail)
öğretti ki, o güzel bir görünümdedir ve en yüksek ufukta iken doğruldu.
8- Sonra
yaklaştı ve sarktıkça sarktı.
9- O kadar
ki (aralarında) iki yay boyu veya daha az bir mesafe kaldı.
10- (Böylece
Cenâb-ı Hak) kuluna vahyettiğini
etti.
11- Gözünün
gördüğünü kalbi yalanlamadı.
12- O'nu
gördüğü, (görüp görmediği) hakkında kendisiyle hâlâ tartışmak mı istiyorsunuz?
13-14- And olsun ki, O,
O'nun bir başka inişini Sidretülmünteha'nın yanında
görmüştü.
15- Me'vâ Cennet'i onun yanındadır.
16- Sidre'yi bürüyenler buruyordu o demde.
17- Göz, ne
kaydı, ne de şaştı.
18- And olsun ki, O, Rabbı'nın en
büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.
Müşrikler, Peygamber
ve kitabı küçük düşürmek, halkın bu iki değere olan ilgisini olumsuz yönde
etkilemek için, «Kur'ân'ı Muhammed kendi arzu ve
hevesine göre uyduruyor. Dilediği kısmı değiştiriyor, dilediğini kaldırıp
başka bir hüküm koyuyor» diyerek birtakım çirkin suçlamalarda ve sakıncalı iftiralarda bulundular.
O sebeple Necm Sûresi indi ve Hz.
Peygamber'in (A.S.) Kabe'nin yanında ilk aşikâr okuduğu sûre de bu oldu. Aynı
zamanda ilk inen secde âyeti de bu sûrede yer almış bulunuyor. [4]
Ashab-ı Kirâm'dan Abdullah b. Amr (R.A.) anlatıyor:
— Ben, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den
hemen her işittiğimi yazıp tes-bit ediyordum.
Amacım, onları korumaktı.
Kureyş
Kabilesi beni bundan men'etti ve: «Sen, Peygamber'den (A.S.) her işittiğini
yazıyorsun. Oysa O da bir insandır; öfkelendiği zaman da konuşur.» Bunun
üzerine artık yazmayı bıraktım ve durumu Hz.
Peygamber'e (A.S.) arzettim. Buyurdu ki: «Ya Abdellah! Yaz.. Canımı kudret
elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, benden ancak hak (söz ve davranış) çıkar
(ve ben ancak doğru olanı söylerim).» [5]
Ebû Vâil'in, Abdullah (R.A.)dan
yaptığı rivayete göre : Resûlüllah (A.S.), Melek
Cebrail'i asıl suretinde gördü; Onun altıyüz kanadı
bulunuyordu ki her kanadından, Allah'ın bildiği anlamda, muhtelif renklerde
sanki inci ve yakut dökülüyordu.» [6]
«Melek Cebrail'i
gördüm, altıyüz kanadı vardı.» [7]Ebû Zer (R.A,) diyor ki:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e sordum, dedim ki: «Ya Resûlellah! Rab-bını gördün mü?» Cevap verdi; «Bir nur idi, O'nu nasıl
görebilirim?»
Diğer bir rivayette
ise: «Sadece bir nur gördüm» buyurdu.
Yine aynı mealde bir
soru kendisine yöneltildiğinde, şu cevabı vermiştir :
«O'nu gönlümle (kalp
gözüyle) iki defa gördüm. Melek Cebrail'i ise, Sidretülmüntehâ'nın
üzerinde gördüm, altıyüz kanadı bulunuyordu.» [8]
İbn Mes'ûd (R.A.)dan yapılan
rivayete göre : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz İsra Gecesi, Sidretülmüntehâ'ya
erişince -kî burası yedinci göktedir; yeryüzünden yükselen her şey orada son
bulur ve orada tutulur. Üst tarafından gelen şeyler de yine orada son bulur ve
orada alınıp (korunur)- Melek Cebrail'i orada gördü.» [9]
İbn Zeyd'in rivayetine göre : Hz. Peygamber'e (A.S.) soruldu :
— Ya Resûlellah! Sidre'yi ne bürüdü?
Cevap verdi:
— Altından bir örtü veya altından pervaneler
orayı bürümüştü. Onun her yaprağının üstünde ayakta durup Cenâb-ı
Hakk'ı tesbîh eden bir melek
bulunuyordu.» [10]
«Battığı zaman yıldıza
and olsun ki..»
«Necm»
ismi, gerek baş kısmındaki tarîf edatının bulunması, gerekse birden fazla şeye
ve manaya delâiet etmesi cihetiyle farklı yorumları
gerektiren bîr kavramdır. Şöyle ki:
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre :
Başındaki tarîf edatı, «ahd» içindir. Süreyya
(Ülker) yıldızı kasdedilmiştir. Öyle ki, bu yıldız bir
salkım üzüm görünümündedir, göze en çarpıcı şekilde aksettiğinden onunla yemin
edilmiştir.
b) Tabiîn'den Mücâhİd'e göre :
Parça parça inen Kur'ân'a işarettir. Çünkü Arap dilinde bir bütünün her
parçasına «necm» denilir.
c) Ferrâ'a göre: «Necm», batan her
yıldız hakkında kullanılmaktadır.
d) el-Hasan'a göre : Kıyamet olayıyla
parçalanıp dökülen yıldızlara işarettir. Başındaki tarîf edatı «cins»
içindir.
e) Süddî'ye göre : Zühre (Çoban Yıldızı = Venüs) yıldızına
işarettir.
f) Göğe
çıkıp gök haberlerini kapmak isteyen şeytanlara atılan meteoritlere işaret
olabilir.
Arapça sözlükte ise, «necm» maddesi şu manalara delâlet etmektedir : Sapı
olmayan bitki, kök ve asıl, yıldız, Ülker Yıldızı, borcun ödeme vaktinin
girmesi, belirlenmiş vakitte ödenen borç, Kur'ân'ın
sûre ve âyetleri..
Böylece yorum olarak
altı şeye delâlet eden «en-necm» ismi, Allah'ın
varlığını, kudretinin yüceliğini yansıtan belgelerden biri sayıldığından, onunla
yemin edilerek bir bakıma ona kutsallık atfedilmiştir.
Yıldızın batışı,
kâinatın ve özellikle güneş ailesinde yer alan gezegenlerin hareketiyle ilgili
bir olaydır.
«Hevâ»
fiili, «hevye» kökünden ise, düşüp batmak; «hüvye» kökünden ise, yükselip çıkmak manasına gelir. O
halde Cenâb-ı Hak, batan ve yükselen yıldıza yemin
ederek dikkatleri yıldızların hareketlerine çekmektedir.
«Arkadaşınız (Muhammed) ne sapıttı, ne de azıttı. O, kendi hevesine
de uyarak söz söylemez. Onun, (Allah adına) konuşması ancak kendisine vahyolunan bir vahiydir.»
Kureyş Kabile'sinin ileri gelenleri, atalarının dinini terkedip putlara sırtını döndüren kişileri sapıklık ve
azgınlıkla suçluyorlardı. Son Peygamber Hz. Muhammed
(A.S.) son dini tebliğe başlayınca, aynı damgayı ona da vurmaktan çekinmediler.
Cenâb-ı Hak ilgili âyetle Peygamberinin bu gibi
çirkin ve yakışıksız sıfatlardan beri olduğunu açıklayarak, kendi katından
görevlendirildiğine işarette bulundu. Böyleee Hz. Muhammed'in (A.S.) dinle ve insanlardan yana bir
meseleyle ilgili verdiği haberin, söylediği sözün ilâhî vahiy olduğunda hiçbir
şüpheye yer verilmemesinin lüzumu belirtilmektedir.
Hz. Muhammed (A.S.) hayatı boyunca doğruluğun timsali
olmuştur. Yaşadığı süre içinde ne haktan ayrılmış, ne de doğru yoldan
sapmıştır. Ne azıtıp tuğyan etmiş, ne de boş ve anlamsız söz söylemiştir.
Tebliğ ettiği Kur'ân ve Onun açıklaması mahiyetinde olan hadîsleri,
bütünüyle vahye dayanmaktadır, O kendi heves ve arzusuna göre bir şey
uydurmamıştır. Peygamberlik döneminden önce nasıl hiç yalan söylememiş, Hakk'a karşı iftirada bulunmamışsa, peygamberlik döneminde
de aynı çizgiden ayrılmamıştır. Zira Peygamberlere vacip olan beş sıfat vardır
ki, hiçbiri o vaciplerin sınırını aşmamıştır:
1- Sıdk (doğruluk ve doğru sözlülük),
2- Emânet
(her bakımdan güvenilir olmak, emâneti koruyup çevreye güven telkin etmek),
3- Fetanet (son derece zeki, anlayışlı olup üstün bir seziş
kabiliyetine sahip bulunmak),
4- İsmet
(her türlü günah ve isyandan korunmuş bulunmak),
5- Emredileni
noksansız teblîğ etmek..
Şûra Sûresi 51. âyetin
tefsirinde açıklandığı üzere, vahiy : Anlatma, ilham, seri işaret gibi manalara
gelir. Terim olarak, şu üç ayrı iniş ve ilka hali ve
şekli söz konusudur:
a) Seri işaretle kalbe ilka,
b) Manevî
perde arkasından kalbe sesleniş,
c) Melek
vasıtasıyla kalbe ilka..
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e biri
rüya halinde kalbe ilka suretiyle, diğeri uyanık
halde çok çetin güce sahip Melek Cebrail vasıtasıyla kalbine
ilka edilmesiyle ilâhî vahiy gerçekleşmiştir. Böylece Kur'ân âyetleri, rüyada değil, uyanık halde Melek Cebrail
aracılığıyla parça parça indirilerek Re-sûlüllah'ın kalbine aktarılmıştır. Nitekim altıncı âyetle
bu husus net bir anlatımla açıklanmaktadır.
İlgili üç ve dördüncü
âyetin zahirî delâletine bakıp istidlal eden ilim adamlarından bir kısmı,
olaylar ve meseleler hakkında peygamberlerin hiç ictihâd
etmediğini söylemişlerdir. Aynı zamanda Peygamberin sünneti de amel hususunda
inen vahiy gibidir. Nitekim Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: «Haberiniz olsun ki, bana kitap (Kur'ân) ve onunla birlikte bir misli daha verilmiştir...» [11]
Bunun bir anlamı da
şöyledir: «Kur'ân, vahy-i metlûydur; hadîsler ise, vahy-i-bâtmdır, mutlûv değildir.» Ama
her iki esas da aynı kaynaktan indirilmiştir.
Hadîsin bir diğer
manası şöyledir: «Bana tilâvet edilen kitap vah-yediidi
ve onu açıklamam için bana izin verildi.»
Bu ikinci yoruma göre,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ictihadda
bulunmuştur. Nitekim bu manayı şu âyet kuvvetlendirmektedir: «Allah seni affetsin!
Doğru söyleyenler sence belli oluncaya ve yalancılar bilininceye kadar neden
onlara izin verdin?» [12]
Tebük Seferi'ne çıkmak istemiyen
münafıklar, birer mazeret ileri sürüp Hz. Peygamberden
izin istemişlerdi. Peygamber (A.S.) da kendi rey ve içtihadına dayanarak onlara
izin vermişti. Bunun isabetli olmadığı ilgili âyetle belirtilerek ResûlüMah'm rey ve içtihadı tashih ediliyor.
«Onu Ona' çok çetin güce
sâhİp °lan Melek (Cebrail)
öğretti ki, o güzel bir görünümdedir ve en yüksek ufukta iken doğruldu..»
Cebrail, meleklerin
başı, ilâhî elçilerin önderi, peygamberlerin gönül dostudur. İlâhî kudreti
temsîl eden bu melek, muazzam bir hayat ve enerji kaynağıdır. Nurdan
yaratıldığı için sayıya girmeyecek bir hıza sahiptir. Bulunduğu makamdan
yeryüzüne inişi an meselesidir. Dokunduğu yerde hayat başlar. Nitekim Hz. Meryem'e hafif üflemekle İsâ (A.S.) vücut bulmuştur. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i
vahyin başlangıcında kucaklayıp sıkması ve sonra da kalbine fısıldayıp ışık
tutması, Onda büyük bir güven, cesaret, azim ve kahramanlık doğurmuştur.
Altıncı âyetin son bölümü Onun bu kudretini özetle yansıtmaktadır. Bazı
rivayetlere göre : Lût, Âd ve Se-mûd kavimlerini yerlebir edip
haritadan silen de Odur.
Ancak âyette geçen «zu mirre» terkibi üzerinde durup
onu az farklı yorumla açıklayanlar olmuştur:
a) Çetin
kuvvet ve kudret sahibi,
b) Güzel görünüm sahibi,
c) Güzel endamlı, uzun boy sahibi.
Bu üç yorum O Büyük
Melek'e uygun düşerse de, birinci yorum ve mâna ağırlık kazanmıştır.
«İstevâ»
fiilindeki üçüncü şahıs zamiri, müfessirlerin çoğuna göre, Melek Cebrail'e râci'dir. Böylece hakiki suretinde en yüce ufukta bütün
haşmetiyle arz-ı endam etti. Sonra da son peygambere tevazuyla
yaklaştı; derken aralarında iki yay, ya da daha
yakın bir mesafe kaldı.
Bu anlatım. Melek
Cebrail'in Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e
ne kadar saygılı, yakın ve sıcak dost olduğunu göstermektedir. Rivayete göre :
Melek Cebrail, hiçbir peygambere asıl suretiyle tecelli edip görünmemiştir.
Gerektiğinde insan suretine girip öylece zahiri mülakatta bulunmuştur.
İkinci bir yoruma
göre: «Tedellî», «delâl»
kökünden olup, zamiri Allah'a râci'dir. Bu manayla
sevenle sevilen arasında sevgi ve ilgi tecellisi gerçekleşmiştir.
«Kuluna vahyettiğini etti..»
Melek Cebrail'in
tevazu' ve saygıyla Hz. Peygamber'e (A.S.) yaklaşma sından sonra, en büyük tecelli meydana geldi; Cebrail
aradan çekildi. Ha-bîb mahbubuna
kavuştu. Vahiy vasıtasız cereyan etti. Mi'rac'ın bu
safhasında Resûiüllah (A.S.) Efendimiz'in
bedeni ruhuna dönüşmüş halde idi. Zaman ve mekân kavramları bir bakıma tatil
edilmiş; Ruh-i Muhammedi bütün safiyet ve nuraniyetiyle
yükselmişti. İlâhî vahiy doğrudan Onun kalbine inmeye başladı. Bedeni
ruhlaştığı için de buna tahammül edebiliyor ve tarifi mümkün olmayan bir zevk
içinde ilâhî cemal sıfatının tecellisine mazhar
oluyordu.
Vasıtasız yapılan
vahiy arasında, beş vakit namaz. Bakara Sûresi'nin son kısmı ve Ümmet-i
Muhammed'den Allah'a ortak koşmadığı halde günahkâr ölenlerin bağışlanacağı
yer almıştır. Bunlardan başka bizim bilmediğimiz birçok sır ve hikmetler Efendimiz'e bildirilmiştir.
«Gözünün gördüğünü
kalbi yalanlamadı..»
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in o gece
bedeni ruhuna dönüşmekle beraber baş gözüyle kalp gözü birleşip bütünleşmiş
bulunuyordu. Gerek Melek Cebrail'i aslî suretinde o en yüce ufukta görmesi,
gerek Cebrail'in Ona tevazu' ile yaklaşması, gerekse ilâhî Kelâm ve Cemal
sıfatlarının tecellilerine mazhar kılınması, bir
hayal ürünü değildi. Kalbi, basireti, gözlerinin gördüğünü doğruluyor ve
birlikte aynı lûtuflara mazhar
kılındıklarını tasdik ediyordu.
Artık bu konuda Hz. Peygamber ile tartışmak veya doğruluğunu inatla inkâr
etmek büyük bir küstahlık olur. Çünkü Melek Cebrail, yine aslî suretinde bir
defa daha Ona Sidretülmünteha'da görünmüştü.
“And
olsun ki “ Onun bir başka inişini Sidretülmünteha'nın yanında görmüştü.”
Sidretülmünteha : Son nokta veya son çizginin sidresi,
son sınırın sid-resi
anlamına delâlet eden bir terkiptir ki, madde âleminin son sınırına isim
olmuştur.”
Sidre, kök mana olarak, Arabistan kirazının adıdır. Bu
ağacın sık yapraklı, aynı zamanda koyu gölgeli olduğu bilinmektedir. Yüce
âlemde, diğer bir anlatımla, madde âleminin son kesiminde veya son sınırında
böyle bir ağacın bulunması ne ile yorumlanabilir? Neden başkası değil de sidre ağacı, kavranması zor bir haşmet ve büyüklükte o
noktada nirengi noktası olarak belirlenmiştir? Arabistan kirazının aşılı
olanlarının meyvaları çok lezzetli ve yaprakları da
çok sık olur. Koyu gölgelik meydana getirir. Madde âleminin son sınırında buna
benzer bir ağacın yaratılması, Cenâb-ı Hakk'ın ağaca, meyvaya ve ağaç
gölgesine insanların büyük çapta ihtiyaçları bulunduğuna dikkatleri çekmek
içindir. Böylece dünyamızın bitki örtüsüyle kaplanmasının hikmetine işaret
edilmekte ve ağaçsız, meyvasız bir dünyanın düşünülemiyeceği ilham edilmektedir.
O bakımdan Sidretülmünteha madde âleminin son sınırının özel ismi
olarak belirlenmiştir. Çünkü «ağaç» kavramı maddeyi, «münteha» kavramı, son
sınırı sembolize etmektedir.
Ayrıca Sidre, yani Arabistan Kirazı'nın birtakım daha özellikleri
vardır. Yapılan tesbitlere göre : Meyvasında bol miktarda A, B vitaminleri vardır. Sapı idrar
söktürücü bir özellik taşımaktadır. Çiçeği öksürüğü ve nezleyi geçiricidir ve
aynı zamanda göğsü yumuşatır. Romatizmaya iyi gelir. Damar sertliğini önlediği
de söylenir. Ayrıca bu meyvada «karetoni»
maddesi vardır.
«Me'va
Cennet'i onun yanındadır.»
Cennet, madde âleminde
midir, yoksa mâna âleminde, yani fiziköte sinde
midir? Kur'ân ilgili 15. âyetle «Me'vâ
Cenneti»nin «Sidretü'l-münte hasnın yanında olduğunu
bildirerek, sekiz cennetin de madde âleminin sı nırları
içinde bulunduğuna işarette bulunmaktadır.
«Sidre'yi bürüyenler
buruyordu o demde..»
Hadîs bölümünde
açıklandığı üzere, kemmiyet ve keyfiyeti bizce bilinmeyen
altın örtüler veya altın pervaneler onu bürümüştür. Her yaprağının üstünde, Hakk'ı tesbîh eden bir meleğin
yer aldığı ve böylece tarifi mümkün olmayan bir manzara arzettiği
söylenebilir.
Bu müstesna manzara ve
tecelli ile Sidretülmüntehâ'nın göz ve gönül alıcı
bir görünüm arzettiği ve ilâhî tecellilerin aralıksız
o sınıra yöneldiği anlaşılıyor.
“Göz,ne kaydı,ne de şaştı.”
Sidretülmünteha'ya yükselen Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, belli bir makama gelip orada ilâhî hitaba mazhar
oldu. Edep ve ta'zîm makamında edep ve saygının bütün
kurallarına riâyet etti ve o makamda gözü başka bir yana kaymadı ve şaşkınlık
da geçirmedi. Gelen vahyi kalbiyle telakki etti.
Gerek Sidretülmünteha'da, gerekse onun ötesinde Cenâb-ı Hakk'ın en büyük
âyetlerini görme bahtiyarlığına erişti. Mi'rac
gecesi, gidiş ve dönüşte; çıkış ve inişte; maddeden mânaya intikal sağlayışta
ilâhî kudretin yüceliğine, sanatının eşsizliğine delâlet eden birçok belgeler
ve âyetleri, temsili anlamda öğüt ve ibret alınacak görüntüleriyle müşahede
etti. Melek Cebrail'i aslî suretinde altıyüz
kanadıyla birlikte görmesi; manevî bir vasıta olan Refref'e
binmesi bunlardan sadeee iki tanesidir. [13]
Yukarıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'in (A.S.) tebliğ ettiği her şeyin vahye
dayandığı açıklandı. Melek Cebrail'in çok çetin bir güce sahip olduğu
belirtilerek, ilâhî vahyi onun indirdiğine değinildi. Sonra Mi'rac
olayına geçilerek birkaç önemli safhası üzerinde
durulup, madde âleminin sınırına dikkatler çekildi ve aydınlatıcı bilgiler
verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, inkâreı sapıkların taştan, ağaçtan yontup şekillendirdikleri
ve «ilâh» diye taptıkları Lât, Menât
ve Uzzâ adlı büyük putlar konu ediliyor. Bu gibi
bâtıl inançların inandırıcı hiçbir delil ve belgeye dayanmadığına dikkatler
çekiliyor. Sonra da Allah'ın izni olmadan gökteki meleklerin bile şefaat
yetkileri bulunmadığına atıf yapılarak, putların nasıl şefaatçi
olabileceklerini müşriklerin isbat etmesi dolaylı
şekilde isteniyor.
19-20- (Siz
ey putperestler!) Ne dersiniz, Lât ve Uzzâ'ya, diğer üçüncüsü Menât'a?
21- Erkek
sizin, dişi Allah'ın öyle mi? -
22- O
takdirde bu haksızca bir taksim! -,
23- Bunlar,
sizin ve babalarınızın taktıkları adlardan başkası değildir. Allah, bu hususta
hiçbir belge ve delîl indirmemiştir. Onlar, ancak zan-na
ve nefislerinin sevip heveslendiğine uyarlar. Oysa, and
olsun ki, Rabla-rından onlara doğru yolu gösteren gelmiştir,
24- Yoksa
insana her temenni ettiği mi var?
25- Âhiret de, Dünya da Allah'ındır.
26- Göklerde
nice melekler vardır ki, şefaatleri hiçbir fayda vermez; meğer ki Allah'ın
dilediğine, razı olduğuna izin verdikten sonra şefaat etmiş olsunlar..
Sizden biriniz temennide
bulunduğunda, temenni ettiği şeye dikkat etsin. Çünkü o içinden geçirdiği
temenni ve kuruntulardan nelerin (amel defterine) yazılacağını bilmez.» [14]
«(Siz ey
putperestler!) Ne dersiniz, Lât ve Uzzâ'ya, diğer üçüncüsü Menât'a?.»
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, Mir'ac
Gecesi belirlenmiş bir makama yükseltilip kendisine vasıtasız vahiy geldiği, o
gece Allah'ın büyük âyetlerini gördüğü açıklandıktan ve ilâhî kudret ve
kemâlin yüceliğine, sınırsızlığına değinildikten sonra, putperestlerin Allah'a
ortak koştukları putlardan kendilerince önemli sayılan üc
büyük puta nasıl cahilane ve müteassibane taptıkları
konu edilerek, müşrikler hem yerilmekte, hem de uyarılmaktadır.
Sözü edilen üç büyük
putun nerede, hangi kabilelere ait olduğu hakkında çok farklı tesbitler olmuştur. O tesbitlerin
hepsini buraya nakletmeyi yararsız görüyoruz. İlgili âyetlerle, özellikle ilâh
ismine ve sıfatına uydurularak adlandırılan o taştan ağaçtan şekillendirilmiş
ruhsuz ve şuursuz cisimlere tapanların ne kadar geri, vahşî ve ilkel
bulundukları anlatılarak, Hz. Peygamber'in (A.S.)
kimlerle, hangi cahil sapık ve azgınlarla mücadele ettiğine işaret
edilmektedir.
«Lât»,
Sakîf Kabilesi'nin, «Uzzâ»,
Kureyş Kabilesi'nin, «Menât»
ise. Benî Hilâl Kabilesi'nin idi. Diğer bir tesbite
göre : «Menât», Hüzeyl ve
Hu-zaâ kabilelerine aitti.
Mekke fethedilince, Resûlüllah (A.S.), Hz. Ali'yi
(R.A.) «Menât»! kırıp parçalamak üzere görevlendirdi.
O da aldığı emri aynen uyguladı.
- Müfessirlerin tesbitine göre : Araplar, «Allah» ismine karşılık «Lât» ismini, O'nun «Azîz» ismine karşılık «Uzzâ» ismini en büyük saydıkları putları için
kullanmışlardır. «Uzzâ» adlı putun Halid b. Velîd (R.A.) tarafından
kılıçla hurdahaş edildiğini siyerciler nakletmişierdir.
Bu üç put ve Kabe'de
yer alan «Hubel» adlı put Arapların en çok ilgi
duydukları idi. O kadar ki, yemin edecekleri zaman «Lât
hakkı için», «Uzzâ
hakkı için..»
derlerdi. Onlara göre bu putlar adına yemin etmek çok inandırıcı sayılırdı.
Nitekim Uhud Savaşı'nda Ebû
Süfyân yüksek sesle : «Bizim Uzzâ'mız
var, sizin Uzzâ'nız yok» diye bağırarak putların
kendilerine yardımcı olduğunu anlatmak istiyordu. Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, ashabına : «Siz de ona karşılık : Allah bizim Mevlâmız'dır; sizin ise hiçbir mevlânız
yoktur, deyin» diye emretti.
Bilindiği gibi,
Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'den
önce yeryüzünde seri vasıtalar olmadığı gibi, ülkeler ve milletler arasında da
ciddi bir bağlantı ve haberleşme imkânları mevcut değildi. O bakımdan her
millet ve kavime ayrı ayrı uyarıcı peygamber
gönderilmiştir. Büyük peygamberlerin daha çok Ortadoğu'ya Gönderilmesinin
sebebi bellidir: O dönemlerde yeryüzünde en hareketli bölgeler Asya'da yer
alıyor ve nüfusun çoğu yine bu bölgelerde yaşıyordu. Aynı zamanda kıta
üzerinde ticarî kervanlar durmadan hareket halinde idi.
Arap Yarımadası ve
çevresine, İsa Peygamber'den sonra peygamber gönderilmemiş ve böylece bu konuda
uzun süre kesinti başlamıştı. O yüzden tek ilâh inancı yerini çok ilâhlı
inanca bırakmış ve putperestlik son derece yaygınlaşmıştı. Bunun yanı sıra bir
çok bâtıl inançlar, hurafeler, sapmalar sürüp gidiyordu. 19-23. âyetlerle bu
bâtıl inançlara dikkat çekilmekte ve hakkı bütün tazeliği ve üstünlüğü ile
yansıtan İslâm Dini ile ancak bunlardan kurtulmanın mümkün olabileceğine
işaret edilmekte ve ciddi bir mukayese yapılması dolaylı şekilde
istenmektedir.
Böylece altı asra
yakın fetret dönemi kapanmış ve bütün kavim ve milletlere yol gösteren, ışık
tutan, gerçek medeniyetin havasını estiren ve eihan
kardeşliği ilkesiyle ortaya çıkan İslâmiyet ve onun kitabı olan Kur'ân dönemi başlamıştır. Bu, Allah'ın insanlara en son
rahmet mesajıdır.
23. âyetle bu gerçek
şöyle açıklanmaktadır: «Onlar ancak zanna ve nefislerinin sevip heveslendiğine
uyarlar. Oysa and olsun ki Rablarından
onlara doğru yolu gösteren gelmiştir.»
İnsan, gerek ruhu,
gerekse bedenî yapısı itibariyle en seçkin canlı ve Allah'ın büyük eseridir. Ne
var ki, ruhunun yüceliğini bilmeyen, aklını vicdanıyla birleştirmeyip gerçeği
araştırmayanlar, kendilerini bayağı bir canlı sanıp, ya
kendileri gibi bir canlı fâniye tapmakta, ya da insan
eliyle şekillendirilen
cisimlerin önünde eğilmekte ve onları Allah yanında şefaatçi kabul
etmektedirler; aynı zamanda onlarda ilâhî kudret bulunduğunu iddia ederek
Allah'a ortak koşmaktadırlar. Oysa Allah'a çok yakın olup nurdan yaratılan
melekler bile şefaat yetkisine sahip değillerdir; meğerki Ce-nâb-ı Hak onlara bu hususta izin vermiş ola..
26. âyetle bu inceliğe
değinilerek hakikatin ışığı yansıtılmakta ve inkarcı şaşkınlar uyarılmaktadır.
Nitekim Yakut el-Hamevî (H : 626) Mu'cemü'l-buldan
adlı ooğrafya kitabında, Mekke ve çevresindeki
putperest müşriklerin, cahiliye devrinde Kabe'yi
tavaf ederken putlarının şefaatçi olduklarını şu sözleriyle dile getirdiklerini
şöyle kaydetmiştir;
«Lât
ve Uzzâ; diğer üçüncüsü Menât.
Bunlar cidden yüce alaca güvercinlerdir ve elbette bunların şefaati umulur.»
Hz. Muhammed'i (A.S.) küçük düşürmek ve O'nun gönüller
üzerindeki tesirini gidermek veya azaltmak amacıyla, İslâm'a sızan bazı
maksatlı kişiler, bir de «Garanik olayı» diye bir
olay uydurarak zihinleri bulandırmaya çalışmışlar. İddialarına göre : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Necm
Sûresinin 19 ve 20. âyetlerini okuduktan hemen sonra şöyle bir ilâvede bulunmuş
«Tilke garâniku'l-ulâ ve inne şefaatehünne le-türeâ» yani «Lât, Menât ve Uzzâ
yüee güvercinlerdir ve elbette onların şefaatleri
umulur.»
Bu büyük bir iftira ve
bühtandır. Allah'ı ve Resûlüllah'ı (A.S.) böyle bir
hatâ ve sözden tenzîh ederiz. Oysa Resûlüllah (A.S.) Kureyş Kabilesi'nden birçok,kimselerin de bulunduğu bir
mecliste yukarıda sözünü ettiğimiz 19 ve 20. âyetleri okuyunca, müşriklerden
biri aynı tonda sesini yükselterek naklettiğimiz cümleyi söylemiş ve dikkatle
dinlemeyen birkaç kişi o cümlenin de Resûlüflah
(A.S.) Efendimiz tarafından söylendiğine zahip olmuşlar;
sonra da .mesele anlaşılınca onlar da tevbe edip
şüpheden kurtulmuşlar.
Yukarıdaki âyetlerle,
müşriklerin çok saygı gösterdiği üç büyük put konu edildi ve gereken uyarıcı
bilgiler verildi. Meleklerin bile, ilâhî izin olmadan kimseye şefaat edemiyecekleri ve esasen böyle bir yetkilerinin bulunmadığı
belirtilerek, putların hiçbir zaman şefaat edemiyeceğine
dikkat çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle, âhirete inanmayan sapıkların melekleri dişi sanıp birtakım
yakışıksız benzetmelerde bulunmaları kınanıyor. Bütün bu ve benzeri yanlışların
ve sapık-iddiaların, bâtıl inançların cehaletten kaynaklandığına atıf
yapılarak, ilmî araştırmanın lüzumu belirtiliyor. Sonra da büyük günahlardan
sakınmanın önemi üzerinde duruluyor; arkasından insanın ce-ninlik dönemi hatırlatılarak, Allah'ın her şeyi lâyıkıyla
bildiğine değiniliyor.
27- Şüphesiz'
Âhiret'e inanmayanlar, melekleri
dişi dîye adlandırırlar.
28- Onların
bu hususta hiçbir bilgisi yoktur; sadece zan I arına uyup giderler. Zan ise,
haktan yana hiçbir şey ifade etmez.
29- O halde
bizi anmaktan yüzçevirenden ve ancak dünya hayatını arzu
edip durandan sen de yüzçevir,
30- Onların
ilimden erişebildikleri işte budur. Şüphesiz ki, senin Rab-bın,
yolundan sapanı çok iyi bilir ve doğru yolda yürüyeni de daha iyi bilir.
31- Göklerde
ne varsa, yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Yaptıklarıyla kötülük işleyenlere
ceza verir; iyilik edenlere de daha iyisiyle karşılık
verir.
32- O iyilik
işleyenler ki, ufak çaptaki kusur ve günahlar dışında günahın büyüklerinden ve
her türlü ahlâk ve terbiye dışı söz ve davranışlardan kaçınırlar. Şüphesiz ki Rabbının bağışlaması geniştir. Sizi topraktan (elde edilen
ürünlerle) oluşturup yetişme alanına getirdiği anlarda ve siz analarınızın karınlarında ceninler
halinde bulunduğunuz zamanda sizi en iyi bilen yine O'dur. Artık kendinizi
temize çıkarmaya kalkışmayın. O, korkup sakınanları daha iyi bilir.
«Zandan kaçının. Çünkü
zan, sözün en yalanıdır.» [15]
«Dünya, (ebedî saadet)
yurdu olmayanın yurdudur. (Allah için kullanacağı) malı olmayanın malıdır. Aklı
olmayan kimse ancak dünya (hayatı) için toplayıp biriktirir.» [16]
«Şüphesiz ki Allah,
ademoğlunun zinadan nasibini (ezelî ilmîyle tesbit
edip) yazmıştır; kişi ona mutlaka erişecektir. Gözün zinası (harama) bakmaktır.
Dilin zinası, (cinsel söz) söylemektir. Nefis ise (zinaya, harama yönelip onları)
temenni edip iştiha duyar. Fere (cinsel organ) ise ya onu doğrular, ya da
yalanlar.»[17]
Bir adam, Osman'a
(R.A.) geldi ve yüzüne karşı onu övmeğe başladı. Orada hazır bulunan Mikdad b. Esved (R.A.) bir avuç
toprak alıp o adamın yüzüne serpti ve
şöyle dedi: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Dalkavuk
meddaha rastladığınız raman yüzüne toprak saçın» diye
bize emretti.» [18]
«Zan ise, haktan yana
hiçbir şey ifade etmez.»
İslâm, hak ve adalet
dinidir. Zanna göre hüküm vermeyi tecvîz etmez. Delil ve isbata
yer verir; hükme medar olarak bunları seçer. O kadar ki, bir kişinin getirdiği
haberi, ortaya attığı iddiayı bazı istisnalar di-şında
delil saymaz, araştırılıp gerçeğin tesbitini emreder.
Putperest müşriklerin,
melekleri Allah'ın kızları diye adlandırmaları veya öyle sanıp iddia etmeleri
bütünüyle oehle ve zanna dayanmaktaydı. Kur'ân bunun haktan yana, gerçeği yansıtma bakımından
hiçbir hüküm taşımıyacağını belirterek, zanna göre
konuşulmamasını ve hüküm verilmemesini emretmektedir. Nitekim müşriklerin
zanna dayalı bu iddialarını isbatlayan hiçbir
delilleri yoktu. Günümüzün inkarcı materyalistlerinin de maddenin önçesiz olduğunu, hayatın kendiliğinden başlayıp tekâmül dönemleri
geçirdiğini zannetmeleri, onların şaşkınca iddiasından farksızdır,
bilimsel hiçbir dayanağı yoktur.
«O halde bizi anmaktan
yüz çevirenden ve ancak dünya hayatını arzu edip durandan sen de yüz çevir.»
Âhiret hayatı, dünya hayatına anlam ve hikmet kazandırıyor.
Dünya hayatı da âhiret hayatının lüzumunu ortaya
koyuyor. Birini diğerinden ayırdığımız zaman, hayat
bütünüyle amaçsız ve hikmetsiz kalıyor. O bakımdan bu iki hayat arasında köprü
kurmak gerekir. İslâm bu köprüyü en sağlıklı
biçimde kuran son dindir.
Sadeoe dünya hayatına yönelip onu tek amaç seçip Hak'tan yüz
çeviren kişilerden yüz çevirmemiz emredilmektedir. Bu, onlarla gereksiz tartışmaya
girmememizi öğütlemekte ve bundan dolayı bir vuruşma ortamını doğuraeak söz ve davranışlardan kaçınmamıza işarette
bulunmaktadır. Zira aklını, idrâkini nefsinin ve duygusunun emrine verip gerçek
imândan nasibini almayan inkarcılarla tartışmak, fayda yerine zarar getirir.
Oluşan ön yargıyı hemen gidermek çok zor olduğundan, aklın ve ilmin yolunu
seçmemizde büyük yararların
bulunduğu kesindir.
Aneak ortam ve şartlar elverdiği ve inkarcı da fitne ve
fesat unsuru haline geldiği takdirde, onları durdurmak ve susturmak vacip olur.
Nitekim Medine dönemi bunun en açık misâllerinden biridir.
«Göklerde ne varsa,
yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır..»
Şüphesiz her şey belli
bir amaca yönelik yaratılmıştır. Bunun aksi iddia edilemez. Zira kâinatta
başıboş, amaçsız, faydasız hiçbir şeye rastlamak mümkün değildir. Böylece eşya
arasında, bütünde olduğu gibi, parçada da denge ve düzen kanunu hâkimdir. Biri
diğerini tamamlamakta ve düzensizliğe, gayesizliğe imkân vermemektedir.
Gerçek bu olunca,
ortada mükemmel bir plân ve ona bağlı düzen varsa, mutlaka, bir plânlayıcı ve
düzenleyici de vardır.. O bakımdan Kur'ân, kâinatta
yer alan her şeyin Cenâb-ı Hakk'ın
eseri olduğunu ve O'na ait bulunduğunu belirtirken, mevcut düzen ve dengede
ilâhî sanatın izlerini, kudretinin damgasını görmemizi ilham etmekte, eserden
müessire geçiş sağlamamızı istemektedir.
«O iyilik işleyenler
ki,ufak çaptaki kusur ve günahlar dışında
günahın büyüklerinden ve her türlü ahlâk ve terbiye dışı söz ve davranıştan
kaçınırlar. Şüphesiz ki Rab-bının bağışlaması
geniştir..»
Günahın en büyüğü,
Allah'ı inkâr etmek veya O'na ortak koşmaktır. Hayâsızlığın en fenası, zina, livata ve benzen cinsel sapıklıklar ve bir de kul ve millet
hakkına el uzatmak, insanlara zulmetmektir. Bunun dışında daha birçok büyük günahlar vardır.
İyilik derecesine
erişen mü'minler bu iki ayrı günahtan sakınırlarsa,
küçük günahlardan tamamen kurtulmasalar bile, cok
dikkatli olurlar ve ilâhî mağfireti umarlar. Zira peygamberlerin dışında kalan
insanlardan hiç kimse günahlardan korunmamıştır.
«Ufak çaptaki kusur ve
günah» ile çevirisini yaptığımız «lemem» kavramı üzerinde farklı tesbit
ve yorumlar yapılmıştır:
a) Ebû Hüreyre ve İbn Abbas'a (Allah ikisinden de
razı olsun} göre : zinadan aşağı derecede olan hayasızlıktır. Nitekim ilgili
âyetin iniş sebebini nakledenler, bir kadını öpüp sonra pişmanlık duyan Nebhan adında bir mü'minin
fiilini ve pişmanlığını hedef alır anlamda 32. âyetin indiğini belirtmişlerdir.
b) İbn Mes'ûd, Ebû
Saîd el-Hudrî-ve Huzeyfe'ye (R.A.) göre: Yabancı bir kadını öpmek, ona kötü
niyetle bakmak ve kötü niyetle dokunmak demektir.
c) Tabiîn'den Mücâhid'e ve
el-Hasan'a göre : Kişinin işlediği günahtan pişmanlık duyduktan sonra tekrar
ona dönmesi demektir.
d) Zührî'ye göre : Zina, hırsızlık, içki gibi büyük
günahlardan birini işledikten sonra pişmanlık duyup tevbe
etmek ve bir daha o günaha dönmemektir.
«Artık kendinizi
temize çıkarmaya kalkışmayın. O,
korkup sakınanları daha iyi bilir.»
Kişinin kendini
tezkiye etmesi, işlediği ameli övmesi makûl ve muteber bir tavır değildir.
Çünkü iş ve amellerimizin karşılığını kendimiz tak-dîr
edip veremiyeceğimiz gibi, Allah'tan başkasının
takdir ve övgüsünü beklememiz de doğru sayılmaz. Zira o takdirde âhiret gününde bir karşılık göremeyiz; arzuladığımız
mükâfatı dünyada almış oluruz.
Başkasının gıyabımızda
bizi tezkiye etmesinde bir sakınca yoktur Ama biz kendimizi tezkiye edip,
temize çıkarmaya kalkışmamalıyız. Asıl tezkiyeyi, her şeyi en iyi bilen Cenâb-ı
Hakk'a bırakmamız bizim için kâfi ve vâfi bir yöneliş ve bağlanıştır.
Sonra yüzümüze karşı
bizi övenlere de iltifat etmemeliyiz. Hz. Peygamber
ilgili âyetin açıklamasında bunu uygun görmemiş ve «Meddahların yüzüne toprak sacın» buyurarak gerekli
uyarıyı yapmıştır.
<<Sizi topraktan
(elde edilen ürünlerle)
oluşturup yetişme alanına getirdiği anlarda ve siz analarınızın karnında ceninler
halinde bulunduğunuz zamanda sizi en iyi
bilen yine O'dur.»
İlk insan ayrı bir
kanun ve tecelliyle doğrudan topraktan yaratıldığı gibi, onun sulhundan gelen
insanlar da ayrı bir kanunla dolaylı şekilde topraktan yaratılmaktadır. Şöyle
ki: Topraktan çıkan ürünler ve gıda maddelerini yiyen erkekte sperma, kadında
yumurta oluşmaktadır. Böylece spermanın yumurtalığa geçişiyle
döllenme olayı meydana gelmekte ve genetik kodda kayıtlandığı gibi gelişip
tekâmül etmektedir. Hücreler geometrik şekilde katlanmakta ve sonunda
hücrelerin sayısı 26 trilyonu bulmaktadır. Bu sayı, yeni doğan bebekteki
hücrelerin sayısıdır.
Böylece çoğalan
hücreler yüklendikleri programa bağlı kalarak yavaş yavaş, fakat düzenli,
sistemli şekilde hiçbir hatâ ve eksiklik yapmadan kaslacı,
kemikleri ve diğer organları meydana getirmekte ve akıl üstü bir ustalıkla
biri diğerine karışmadan işlevini sürdürmektedir.
Yüce kudretin koyduğu
biyolojik ve fizyolojik kanunlar şaşmadan işlemekte; gizli bir elin her şeyi
en uygun biçimde organize ettiği kendiliğinden
anlaşılmaktadır.
Yukarıdaki âyetlerle, âhiret gününe inanmayan inkarcı maddecilerin melekler ve
Allah hakkındaki zan ve iddialarının cok yanlış ve
sakıncalı olduğu belirtildi. Her konuda ilme ve ciddi araştırmaya gerek bulunduğuna
atıf yapıldı. Sonra da büyük günahlardan sakınmanın lüzumu üzerinde duruldu ve
insanın topraktan meydana getirildiği açıklanarak konuyu bu acıdan
değerlendirmemiz istendi.
Aşağ,ıdaki âyetlerle, ilâhî
irâdenin zorlayıcı, itici olmadığı, her kişinin kendi amel ve gayretine göre
bir sonuç elde edeceği belirtiliyor Dönüşün mutlaka Allah olacağına
değinilerek insan hayatının belirlenmiş bir programa bağlandığına dikkatler
çekiliyor. Sonra da ilâhî kudretin üstün lugu, eşsiz
tasarrufu konu edilerek çok yönlü bilgi veriliyor, ve sûre seode
emriyle tamamlanıyor.
33-34- Arkasını
döneni, az şey verip gerisini yanında tutup direneni gördün mü?
35- Gaybın ilmi, onun yanındadır da onu o mu görüyor?
36-37- Yoksa
Musa'nın ve ahde vefa eden İbrahim'in sahifelerinde-ki
hususlar ona bildirilmedi mi?
38- Günah
yükü çeken hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü çekmez.
39- Ve
insana ancak çalışıp çabaladığı vardır. ^
40- Ve onun
çalışıp çabalaması da ileride görülecek,
41- Sonra da
ona, karşılığı tastamam verilecektir.
42- Ve
elbette son varış Rabbmadır.
43- Şüphesiz
ki, O, hem güldürür, hem de ağlatır.
44- Ve
elbette O, hem öldürür, hem de diriltir.
45-46- Ve
gerçekten O'dur, fışkırıp atılan nutfeden, (ana
rahmine0 intikal ettiğinde) erkeği dişiyi çift yaratan.
47- Sonradan
oluşturup yaratma da O'na aittir.
48- Ve şüphesiz
O, hem zengin edendir, hem de sermaye verendir.
49- Ve
elbette ki O, Şi'râ (denen) yıldızın da Rabbıdır.
50-51- Ve
gerçekten O, ilk Âd'ı ve Semûd'u yok edip geriye
bırakmayandır.
52- Daha
önce Nûh kavmini de yok edendir. Çünkü onlar, hem çok zâlim, hem çok azgın
idiler.
53- Yerlebir
edilecek kasabaların, O, altını üstüne getirdi de,
54- Onları
örtecek şeyler örttü de örttü..
55- Artık Rabbınin hangi nimetinde şüphe edersin?
56- Bu
(Muhammed) ilk uyarıcılar gibi bir
uyarıcıdır.
57- Yaklaşmakta olan yaklaşıyor (kurtuluş yok).
58- Onu
Allah'tan başka açıp ortaya koyacak yok.
59- Yoksa bu
söze mi şaşıyorsunuz? .
60- Gülüyorsunuz
ve (fakat) ağlamıyorsunuz.
61- Ve siz
gaflet içinde diretiyorsunuz.
62- Artık
Allah'a seode edip O'na kulluk edin!.
Mekkeli Velîd b. Muğîre, bir ara Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e
ısınıp İslâm'a girer gibi göründü. Ne var ki iieri
gelen söz sahibi bir grup onu durmadan ayıpladı ve ona : «Sen atalarının dinini
terkedip sapıttın» diyerek ilgilerini keseceklerini
tehdit yoluyla belirttiler. O da : «Allah'ın azabından korktuğum için Ona
uydum» diye cevap vererek kendini mazur göstermeye çalıştı. Azgın sapıklar,
fanatik putperestler ona : «İslâm'dan vaz geçip eski dinine dönersen sana şu kadar mal veririz ve
seni Allah'ın gazap ve azabından koruyacağımızı üstleniriz» şeklinde öneride
bulundular. Velîd de zaten tamamen inanıp bağlanmış
değildi; öneri hoşuna gitti ve eski dinine döndü. Cidden ona sözlü taahhütte
bulunanlar, kendi aralarında mal toplayıp verdiler. Bu sebeple ilgili âyetler indi. [19]
Ebû Ümâme (R.A.) rivayet
ediyor:
— Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, «ahde vefa eden İbrahim» mealindeki âyeti okuduktan sonra
sordu : «İbrahim'in neye vefa gösterdiğini biliyor musunuz?» Ashab-ı Kiram : «Allah ve Peygamberi daha iyi bilir» diye
cevap verdi. Efendimiz şöyle buyurdu: «Günlük amelinde günün ilk saatlerinde
dört rekât namaz kılarak ahde vefa etti.» [20]
Kudsî Hadîs :
«Ey ademoğlu! Günün
evvelinde benim için dört rekât namaz kıl ki günün sonunda sana yeterli olayım.» [21]
«Kim doğru yola
çağırırsa, kendisine uyanların sevabının bir misli -hiçbirinin ecrinden bir şey
eksilmeksizin- ona verilir. Kim de sapıklığa çağırırsa, kendisine uyanların
günahının bir misli -hiçbirinin günahından bir şey eksilmeksizin- ona verilir.»
[22]
«Arkasını döneni, az
şey verip gerisini yanında tutup direneni gördün mü?»
İslâm, fertle toplum
arasında ve toplumun yapısında sosyal adaleti kurmak için zekât, keffaret, adak, fitre, kurban, sadaka ve faizsiz ödünç gibi
yardımlaşma sistemini işler duruma getirmiştir.
Dinimiz, zekât ve keffaretin, kurban ve fitrenin nisap ve nisbetini
belirlerken diğerlerine bir sınır koymamış; ekonomik imkânlarına göre, kişilerin
imân ve irfanına bırakmıştır. Dünyada feyiz ve bereketle, huzur ve güvenle, âhirette kat kat ecirlerle taltîf
edilip mükâfatlandırılacaklarını müjdelemiştir.
Zengin bir müslümanın az şey verip sosyal adalete katkıda bulunmamasını
hoş karşılamamış ve Kur'ân'da ilgili 34,35. âyetlerle
açıklandığı üzere, onlar kınanmıştır. Zira her müslüman
malî gücüne ve mevcut imkânlarına göre yardımda bulunma, faizsiz ödünç verme;
karşılığını yalnız Allah'tan bekleyerek zayıf unsurları güçlendirme gibi
yardımlaşma, dayanışma ve işbirliğine katıldığı-takdirde denge ve. adalet
gerçekleşir; toplum yapısı sağlık kazanıp güven ve kardeşlik havasına erişir.
Aksi halde ferdiyetçilik, yani kişisel çıkar ön plâna geçer ve denge bozulur.
İbn Abbas, Süddî,
Kelbî ve Müseyyeb b. Şüreyk'e göre : Bu âyetin inişi, Osman b. Affân ile ilgilidir. O, hayır işlerinde elinden geldiğince
yardımda bulunurdu. Süt kardeşi Abdullah b. Ebî Şerh,
ona : «Bu yaptığın nedir? Çok sürmez senin için geriye bir şey kalmaz!» diyerek
kendine göre uyarıda bulundu. O da : «Benim hayli günah ve hatâlarım
vardır. Yaptığım hayır ve yardımlarla
Allah'ın hoşnutluğunu umuyorum ve beni bağışlamasını diliyorum» diye cevap
verdi. Abdullah ona şöyle öneride bulundu : «O halde şu deveni üzerindeki
semeri ve nevalesiyle birlikte bana ver de senin bütün günah ve kusurlarını
yükleneyim!» Bunun üzerine Hz. Osman onun bu
teklifini kabul edip şahitlendirdi ve deveyi yüküyle
birlikte ona verdi. Sonra da artık kimseye yardımda bulunmamaya başladı. Bunun üzerine 34,35,36.
âyetlerin indiği belirtiliyor.
Hz. Osman
(R.A.) hatasını anlayarak eski
cömertliğine döndü. [23]
«Yoksa Musa'nın ve
ahde vefa eden İbrahim'in sahifelerindeki hususlar ona bildirilmedi mi? Günah yükü
çeken hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü çekmez.»
Bilindiği gibi, kendi
ülkesinde İsrail oğullan'na ikinci sınıf vatandaş
muamelesinde bulunan ve onları köle gibi çalıştırıp haklarını ellerinden alan
Mısır Kralı Fir'avn'ın zulmü o insanları tedirgin
etmekle kalmamış, ülkede adaleti, sosyal güven ve huzuru, dayanışma ve
yardımlaşmayı temelinden yıkmıştı. Musa Peygamber (A.S.), Allah'ın emrettiği
hakları ayakta tutabilmek, sosyal adaleti sağlamak için yine aldığı vahiy
üzerine İsrail oğulları'nı Mısır'dan çıkarmayı plânladı. Bilahare indirilen Tevrat'ta
sosyal adaletin esas ve prensiplerine yer verildi. Buna uymayan devrin ünlü
zengini Karun servetiyle birlikte yerin dibine batırılarak geride kalanlara en
tesirli misal miras bırakıldı.
İbrahim (A.S.), gerek
ibâdette, gerek sosyal adaleti gerçekleştirmede, gerekse konukseverlikte ve
ibadette vefanın en güzel örneklerini sergiledi. Böylece silinmez izler, güzel
örnekler bıraktı.
Yukarıdaki âyetle, bu
iki peygamberin bıraktığı bu güzel ve yönlendirici misallere dikkat çekilmekte
ve ferdî çıkarı her şeyin üstünde tutmanın
elim sonucuna atıf yapılmaktadır.
Bu, daha çok
Hıristiyan din adamlarının, yani papaz, rahip ve piskoposların uyguladığı çok
sakıncalı bir inanç tarzıdır. Günah işledikten ve boğazına kadar kul ve millet
hakkına tecavüzden sonra gelip papazın huzu-
runda günah çıkaranların hiçbir zaman bu yoldan kendilerini
Cenâb-ı Hakk'a
affettirmeleri düşünülemez. Çünkü günahları affedip kusurlarını mağfiretine mazhar kılan ancak Allah'tır. Hem kul ve millet hakkı, asıl
sahiplerine ödenmedikçe, o yüzden işlenen günahın bağışlanması söz konusu
değildir.
Hz. Osman (R.A.) olayı ve inen âyetin taşıdığı hüküm,
bize bu konuda en sağlam bilgi ve hükmü vermekte, aynı zamanda Hıristiyanları
uyarmaktadır.
O halde din
bilginlerine düşen tek şey, insanı günahlardan uzaklaştırmaya çalışmak ve
Allah'ın rahmetinin genişliğini telkîn etmek suretiyle, kul ile Allah
arasındaki engel ve vasıtaları kaldırmaktır.
Nitekim bu sağlam
bilgiler, hem Musa'ya (A.S.) indirilen Tevrat'ta, hem de İbrahim'e (A.S.) indirilen sahîfelerde
de açıklanmıştır.
Müfessirlerin çoğu, Necm Sûresi'nde 36. âyetten 53. âyete kadar olan bölümde
Musa'ya ve İbrahim'e (salât-ü selâm ikisine olsun)
indirilen kitaplarda şu oniki maddelik düsturun yer
aldığını belirtmişlerdir. Şöyle ki:
1- Kişi başkasının
günahıyla yargılanamaz.
2- Her kişi
ancak işlediği iyilik ve kötülüğün karşılığını görür.
3- Her amel
ilâhî adalet terazisinde tartılıp iyi veya kötü olduğuna göre belirlenir.
4- Her
amelin karşılığı noksansız verilir.
Ancak iyiliklerin karşılığı kat kat artırılarak verilir. Kötülük İse, misliyle karşılık
görür.
5- Allah,
gülmeyi, ağlamayı, sevinç ve üzüntüyü de yaratmıştır. Bunlar insan tabiatına
enjekte edilmiş duygulardır.
6- İnsanların
hepsi, gerçekleşmesi kesin olan kıyamet gününde Allah'ın adalet huzuruna
döndürülürler ve yaptıklarından orada hesap verirler.
7- Cenâb-ı
Hak erkek ve dişiyi, ana rahmine intikal eden nutfeden
yaratır. Bu, biyolojik bir kanundur
ki kıyamete kadar devam eder.
8- Allah
ölümü ve dirimi de yaratmış ve takdîr etmiştir.
9- Cenâb-ı Hök, kurduğu düzen ve denge doğrultusunda insanı zengin ve
fakir kılan yegâne kudret sahibidir.
10- Allah
ilk ortaya çıkan Âd Kavmi'ni yok edip haritadan silmiştir.
11- Allah, Semûd Kavmi'ni de günah
ve azgınlıkları sebebiyle yok edip silmiştir.
12- Daha
önce de inkâr, zulüm ve azgınlıkları
sebebiyle Nuh Kavmi'ni tufan ile helak etmiştir.Lût Kavmi'nin eyleştiği beldeyi ise,
yanar dağı harekete geçirerek
püskürüklerle yok edip belirsiz hale getirmiştir.
«Ve insana ancak
çalışıp çabaladığı vardır. Ve onun çalışıp çabalaması da ileride
görülecek.»
Herkes çalışıp elde
ettiğinin karşılığını görür. İlâhî ilim her şeyi önceden tesbit
etmekte ve kişinin niyet ve amelini en âdil ölçülerle değerlendirmektedir.
Öyle ki, dünyada iyi faydalı bir çığır açan kimseye, o çığırda yürüyenlerin
sevabının bir misli de verilecektir. Kötü çığır açana ise, bunun aksine, o
çığırda yürüyenlerin günahının bir misli
yükletileçektir.
Okunan Kur'ön'ın
sevabını başkasına bağışlamak ;
Müctehid imamların ise, bu âyeti, ahkâm yönünden yorum ve
değerlendirmeleri az farklıdır. Şöyle
ki :
a) İmam
Mâlik ve İmam Şafiî'ye göre : Okunan Kur'ân'ın sevabını ölülere bağışlamak sünnet değildir. Hz. Peygamber'in (A.S.} bunu teşvik eder anlamda bir
açıklaması olmamıştır. Çünkü başkasının tilâvet ve kıraati diğerine ait bir
amel ve kazanç sayılmaz.
Diğer bedenî ibâdetler
de öyle. Ashab-ı Kirâm'ın
da bu yolda misâl teşkil edecek bir amelleri olmamıştır. Onlardan hiç birinin Kur'ân okuyup sevabını başkalarına bağışladığı
duyulmamıştır. Eğer böyle bir sünnet ol-saydı, elbette o büyük insanlar ihmal
etmezlerdi.
Sadakaya gelince : Bu
hususta Peygamber (A.S.) Efendimiz'in sünneti sabit
olmuştur; yani sevabı ölülere bağışlanmak üzere verilen sadakaların sevabı kim
için niyet edilirse ona ulaşır. Nitekim Sahîh-i Müslim'de yapılan rivayette, Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurmuştur: «Ademoğlu ölünce
ameli kesilir; ancak şu üç cihetten değil, Câri sadaka, istifade edilen ilim ve
kendisine duâ eden salih evlâd..»
b) İmam Ahmed b. Hanbel'e ve ilim adamlarından bir cemaate göre : Okunan Kur'ân'ın da sevqbı ölülere
ulaşır. Şafiîlerden bazı ilim adamları da bu görüşe katılmışlardır.
c) İmam Ebû Hanîfe'ye ve arkadaşlarından
çoğuna göre: Kur'ân okuyup sevabını ölülere
bağışlamak caizdir. Diğer sadaka ve benzeri iyilikler de öyle…
Biri dünyevî, diğeri
uhrevîdir. İslâm Dini, ikisini birbirinin tamamlayıcısı olarak tanımlamakta ve
böylece çalışmayı meşru sınırlar içine
alıp . ona iki ayrı kazanç va'detmektedir: Biri
dünyada elde edeceği gelir, diğeri âhirette
verilecek mükâfattır.
Böylece İslâm, insan
hayatını harekete ve çalışmaya bağlamakta; hareketsiz, amelsiz hayatı ölgün
saymaktadır.
«Ve elbette son varış Rabbınadır.»
İnsan, ilâhî kudretin
tecellisiyle vücut bulup varlık alanına ayak basmıştır. Gelişimiz O'nun yüksek
kudretinden kaynaklandığı gibi, dönüşümüz de yine O'nun kudretine olacaktır.
Zira bu kudret kâinatı her parça ve atomuyla kapsayıp kuşatmıştır. Sınırı yok
ki dışına çıkabilsin; belli bir yeri yoktur ki aşılsın. Zaman kavramına hiç
bağlı değildir ki eskiyip tazeliğini ve güeünü
kaybetsin.
Ölünce ruhumuz O'na
dönmektedir. Kabirlerden kalktığımızda yine O'nun huzuruna sevkedilip
götürüleceğiz. Her bakımdan varışımız O'na’dır.
«Şüphesiz ki, O, hem
güldürür, hem de ağlatır.»
Dünya, çok yönlü bir
kavramdır. Âhiret karşılığında kullanıldığı zaman
daha çok aşağı âlem anlamına geiir. Yüce ve sonsuz
âlemde hayat Ve nîmetin değerini anlayabilmek için, oraya varmadan hayatın acı
ve tatlı yanlarını görüp tatmak; nimetlerin kıymetini bilip takdir etmek
gerekir. Bunun için insanın kendi varlığı, birbirine zıd
iki şeyin, yani ruh iie maddenin birleştirilmesiyle
yaratıldığı gibi, zıdların yarış halinde bulunduğu
bir hayat sahnesine getirilerek ona çetin bir mücadele ortamı sağlanmıştır.
İnsan hayatı böyle bir
ortamda bütünüyle sünnetullaha uymak zorundadır. O
bakımdan ömür merdivenlerinden tırmanırken sünnetullah'a
uyanlar mutlu olur; uymayanlar mutsuz olup kendilerine haksızlıkta bulunmuş
sayılırlar.
Böylece sünnetullah'a uyanlar sevinip güler; uymayanlar ise
üzülür ve ağlar. Mücadele safhasında da
durum buna yakın bir manzara arzeder: Akıl ve
irâdesini, imân gücünü kullanmasını bilenler sevine havasına girer, kullanamıyanlar üzüntü havasına girip ağlamaya yüz
tutar.
<<Ve elbette O,
hem öldürür, hem de diriltir.>>
Her canlının, ölü ve
diri olmak üzere iki ayrı dönemi söz konusudur. Yenilen gıda maddelerinden
oluşan sperma ve yumurta, her ne kadar can-lıysa da,
bu canlılık onun ölü dönemi sayılır. Belli biyolojik ve fizyolojik safhalardan
geçince onun bu defa diri dönemi başlar ve sonra da hilkat kanununun hükmünün
yürütülmesiyle tekrar ölü bir döneme geçiş yapar.
Ruhu Berzah Âlemi'ne yükselirken, bedeni toprağa intikal edip parazitlere
dönüşür. Parazitlerde de sperma misâli canlılık vasfı vardır, ama bu bedenin
ikinci ölü dönemidir, Hilkat kanunu bir süre sonra ilâhî plân ve program gereği
harekete geçip çürüyüp toprağa karışan ve parazitlere
dönüşen bedeni ikinci hayata hazırlar ve böylece tekrar yeniden dirilme dönemine geçilmiş olur.
<<Ve gerçekten
O’dur,fışkırıp atılan nutfeden (ana rahmine intikal
ettiğinde) erkeği-dişiyi çift yaratan.»
Bilimsel araştırma
ile, insanda normal olarak 23 çift halinde 46 kromozom bulunur. Üreme
hücresinde sperma ve yumurta oluştuğu zaman, her çift kromozomun ycrfnız bir tanesi cinsiyet hücrelerine geçer.
«Cinsiyet
kromozomları» adı verilen bir çift kromozom çocuğun cinsiyetini belirler.
Cinsiyet kromozomları XX (dişi), ya da XY (erkek)
olarak gösterilir. Geri kalan ve cinsiyet belirtmeyen 22 çift kromozoma otozom adı verilir. Otozom
çiftlerin "her biri aynı sayıda ve aynı miktarda kalıtsal malzeme
içerdiklerinden benzeşirler.
Kromozomlar binlerce
«gen»in birleşmesinden meydana gelirler ve bunlar kalıtsal özelliklerinin
iletilmesini sağlayan başlıca birimlerdir. Böylece o çok yüce kudret sahibi
Allah (c.c), hilkat kanununu ve kalıtımla ilgili bütün özelliklerinin devamını,
«gen» denilen harikayı yaratmakla hazırlamış ve genlerin bir araya gelmesiyle
oluşan 23 çift kromozomdan bir çiftini cinsiyetin tesbitine
yöneltmiştir. Bu bir çift kromozom XY şeklinde ise, erkeği; XX şeklinde ise,
dişiyi meydana getirir.
Gerek' genler, gerekse
onların oluşturduğu kromozomlar mikroskopla bile zor görülebilecek kadar
küçüktürler. Kudret kalemi, kâinatta en büyük sistemi yarattığı gibi, onun en
küçük modelini de yaratarak ilminin, kudretinin erişilmezliğini göstermiştir.
Anlaşıldığı gibi,
erkek ve dişi nasıl çift kabul ediliyorsa, onları oluşturan 46 kromozom da 23
çift halinde bulunuyor. Aynı zamanda cinsiyeti tesbit
eden iki kromozom da bir çift
oluşturuyor.
İşte insanı bu kadar
incelik arzeden denge ve düzene, hesap ve plâna göre
yaratan Cenâb-ı Hak, onu öldürüp toprağa
karıştırdıktan sonra, yine hilkat kanununu harekete geçirmek suretiyle
yaratmaya kudreti yetmez mi? Bunda ne şüphe vardır…
<<Ve şüphesiz O,
hem zengin edendir, hem de sermaye verendir.»
Yeraltı ve yerüstü kaynaklarını
önceden belli bir plâna göre hazırlayıp insanların istifadesine sevk eden
O'dur. Herkes aklına, zekâsına, irâde ve beceresine
göre o kaynaklardan yararlanma imkânına sahiptir. Bu da ilâhî sünnetin
gereğidir. Öyle ki : Cenâb-ı Hak, insanın gücünün ve
. irâdesinin yeteceğini insana bırakır, yetmiyeceğini
kendisi hazırlayıp imkân alanına getirir. Önemli olan o kaynaklardan bilerek
yararlanmak ve Yüce Yaratan'a şükretmektir.
<<Ve
elbette ki O, Şi'râ (denen) yıldızın da Rabbıdır.»
Şi'râ, parlak bir yıldızın adıdır. Aslında iki şi'râ vardır: Birine, «Şi'râ-yı Yemeni»,
diğerine, «Şi'râ-yı Şâmî» derler. Aynı zamanda Araplar birincisine «Abur», ikincisine «Gumeysâ» da
derler.
Birincisi, ikizler
burcundadır ve çok daha parlaktır. Cahiliye devrinde
Araplardan bazı kabileler bu yıidıza taparlardı.
Müfessir Süddfye göre, bu Himyer
ile Huza'â kabilelerinin ilâhı olarak belirlenmişti.
Müfessir Âlû-sî'nin tesbitine göre: Peygamber (A.S.) Efendimiz'in
atalarından Ebû Kebşe'nin
ona taptığı söylenir. Ama bunu tevsik etmek elbette çok zordur. Bu isme
izafeten Arapların ileri gelenleri Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e «İbn Ebî Kebşe» künyesini yakıştırmak
suretiyle, Onu küçük düşürmek isterlerdi.
Ayrıca sözü
edilen «Şi'râ» ile ilgili bir sürü efsane de nakledilir.
Kur'ân-ı Kerîm, Şi'râ'nın da diğer
yıldızlar gibi bir yıldız, cisimler gibi bir cisim olduğuna ve ilâh olamıyacağına dikkatleri çekmekte ve onun da Allah
tarafından yaratılıp belli bir yere ve yörüngeye oturtulduğuna işarette
bulunmaktadır.
«Ve gerçekten O, ilk
Âd'ı ve Semûd'u yok edip geriye bırakmayandır.»
Kur'ân'ın on yerinde sadece «Ad Kavmi» sözü kullanıldığı halde,
Necm Sûresi 50. âyette «Âdeni'l-Ulâ»
yani «İlk Âd» sözü kullanılmaktadır. O nedenle müfessirlerin bu isim üzerinde
farklı yorum ve tesbitleri olmuştur:
a) Semûd Kavmi, Âd Kavmi'nden öncedir. O bakımdan Semûd Kav-mi'ne «İlk Âd»
denilmiştir.
b) İbn Zeyd'e göre : Nuh Kavmi'nden
sonra ilk yok edilen Âd Kav-mi'dir ki, buna «Âd-i Ulâ» yani «ilk Âd» ismi
takılmıştır.
c) İbn İshak'a gelince : İki ayrı Âd kavmi vardır. Birincisi, cok şiddetli
bir kasırgayla; ikincisi büyük bir ses ve uğultu ile helak edilmiştir.
d) Âd-i Ulâ,
İrem oğlu Âd'dır. Böylece ikinci Âd Kavmi, bu birinci Âd'ın soyundandır.
«Artik
Rabbının hangi
nimetinde şüphe edersin?»
Nimetin en güzeli, en
yararlı olanı nedir? Altın mı, gümüş mü, geniş çapta servet mi, yüksek makam
mı? Bunların her biri, kıymeti bilindiği ve şükrü yerine getirildiği nisbette birer nîmet hüviyetini taşır. Ancak nîmetin en
güzeli, ilâhî hitabı duymak ve davet edilen doğru yola girmektir.
Anlaşıldığı gibi Necm Sûresi baştan sonuna'kadar
birçok ilâhî nimetleri gözlerimizin önüne sermektedir. Onların hangisinde
şüphe edilebilir? Hepsi de kendi üzerinde ilâhî damgayı taşımakta ve sonsuz
kudretin eseri olduğunu yansıtmaktadır. Yıkılıp yok edilen kavimlerin bugün
hâlâ kalıntıları, ilâhî nimetlere
nankörlük izlerini taşımakta ve gelip geçenlere,o izleri görmelerini âdeta fısıldamaktadır.
Peygamberlerin hepsi
bu nîmetlerin hangi kaynaktan hazırlanıp imkân alanına sevk edildiğini haber
vermiş ve nîmete bakıp onu ihsan eden yüce kudretin tanınmasının gereğini
tebliğ etmiştir. Cenâb-ı Hak bu hakikati şu âyetle
bize öğretmektedir: «Bu (Muhammed) ilk uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır.»
«Yaklaşmakta olan
yaklaşıyor (kurtuluş yok).»
Kâinatın ömrüne nisbetle kıyametin kopması çok yakın sayılır. Zaten olacak
bir şey, olmuş sayılır. Bu, Allah yanında böyledir. O sebeple kıyamet olayına
«âzife» denilmiştir. «Ezifeti'l-âzife»nin tam karşılığı «yaklaşan
yaklaştı» veya «yaklaşmakta olan yaklaştı» demektir. Bu, dünya hayatıyla Ugili mevcut düzenin bozulma zamanının çok yakın olduğuna
işarettir. Kıyamet olayının hangi tarihte meydana geleceğini bilip keşfeden bir
kudret, bir deha yoktur. Aynı zamanda kıyamet olayının doğuracağı büyük
sıkıntı ve korkuyu Allah'tan başka savaeak da bir
kuvvet mevcut değildir.
«Yoksa bu söze mi
şaşıyorsunuz? Gülüyorsunuz ve (fakat) ağlamıyorsunuz!»
İnsanların çoğu,
bilgisizliğin ve hakka olan ilgisizliğin derin gafletinde inatla diretmekte ve
bilmeden, öğrenmeden gerçeği reddetmektedir. Oysa Kur'ân
insan hayatını her yönüyle iyiye, doğruya, mutluluğa, huzur ve güvene
çevirmekte ve bunun için gereken en sağlam ve doyurucu bilgileri vermektedir.
Meydana geleceğini kesin bir anlatımla haber verdiği «kıyamet» hakkında şüphe
etmeye ne gerek vardır. Zira bu düzenleme ve program bütünüyle biz insanların
yararına yönelik birer hikmet taşımaktadır ve sadece insanı mutlu etmek için
peygamberin kalbine indirilmiştir.
Buna rağmen tarih
boyunca birçok kavim ve milletler sözü edilen hakikate karşı kör ve sağır kalmışlar;
kötü âdetlerine mağlûp olarak semavî haberleri inatla ve isyanla
reddetmişlerdir. Nuh kavmi asırlarca bu gafleti gösterdi, sonunda ilâhî hükmün
inmesine neden oldu. Âd ve Semûd kavimleri de öyle..
Şiddetli deprem ve kasırgalar o azgınları sonbahar yaprakları gibi yerlere
serdi ve bir varmış, bir yokmuş masalına döndürdü.
O halde yaşamakta olan
inkarcı sapık toplum ve milletlerin ilâhî hükmün inmesine ortam hazırlamaktan
vazgeçip, gerçeği anlamaları, elbet-teki yararlarına olur. Yoksa sünnetullah şaşmaz, benzeri olayların teker-rürüyle tarih de tekerrür eder.
Hakk'ı idrâk edip kendini küfür ve nifak fırtınasının
dışında tutan mü'-minler, böyle bir iltifata lâyık
görüldükleri ve hidâyete erdirildikleri için Hakk'a
secde etmelidirler. Cenâb-ı Hak, sûrenin sonunda
bütün mü'min-lere şöyle
buyurmaktadır «Artık Allah'a secde edip
O'na kulluk edin.» Şüphesiz ki kurtuluş ve mutlak saadet bundadır.
Necm Sûresi noktalanırken:
Son bölümdeki
âyetlerle, insan irâdesine İşaret edildi. Herkesin kendi niyet ve ameline,
inanç ve eğilimine göre karşılık göreceği belirtildi. Herşeyin
plân ve program dahilinde yürütüldüğüne atıf yapılarak, ilâhî tasarrufun
şaşmazlığı üzerinde duruldu ve yönlendirici misaller verildi.
Kamer Sûresi'ne ise, Kur'ân'ın haber verdiği kıyamet olayının yakın olduğuna
delil anlamında ay'in ikiye ayrılması konu edilerek
başlanmakta ve yer yer Necm
Sûresinde geçen konular hem pekiştirilmekte, hem de kısmen açıklanmaktadır.
Bu Sûrenin de tefsîrini bize
müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a
sonsuz hamd-u senalar; ilâhî beyânı bize teblîğ edip
ulaştıran Sevgili Peygamberimize de salât-ü selâmlar
olsun.
[1] Tefsîr-i Kurtubî : 17/81
[2] »
» » »
[3] Tefsîr-î Garâibi'l-Kur'ân/NIzamuddin Nisâbûrî : 27/26 - Lübabu't-te'vîl: 0
4/190
[4] Tefsîr-i Alûsî
[5] Ebû Dâvud/llim: 3- Dâremi/mukaddeme :
43- Ahmed:
2/162
[6] Tirmizî/suret: 53- Ahmed: 1/395, 398, 407, 412, 460
[7] İbn Cerîr/Câmi'u'l-beyân
Fi-Tefsîri'1-Kur'ân : 27/30
[8] Müslim/imân :
291- Tirmizî/tefsîr : 53- Ahmed : 5/157,
171, 175
[9] Ahmed : 1/165
[10] Tefsîr-i îbn Kesîr : 4/252
[11] Ebû Dâvud/sünnet
: 5-
Ahmed :
4/131
[12] Tevbe Sûresi : 43
[13] Geniş bilgi için bak ; Isrâ
Sûresi: 1. âyetin tefsiri
[14] Müsned-i Ahmed
[15] Buharî/vasâya
: 8, nikâh : 45, ferâiz : 2, edeb
: 57, 58- Mtislim/birr :
28-Tirmizî/birr : 56- Taberânî/halk
: 15-
Ahmed :
2/245, 278, 312
[16] Ahmed : 6/71
[17] Buhari/isti'zân
:12, kader: 9-Müslim/kader : 20- Ebû Dâvud/nikâh : 43- Ahmed : 2/276
[18] Müslim/zühd : 68, 69- Ebû Dâvud/edeb
: 9- Tirmizî/zühd : 55- İbn Mâ-' ce/edeb : 36- Ahmed : 2/94- 6/5
[19] Lübabû't-te'vîl
: 4/198
[20] İbn Ebî
Hatim - Tefsir-i İbn Kesir : 4/258
[21] Tirmizî/tefsîr : 22, 49
[22] Müslim/ilim :
16, zikir : 1- Ebû Dâvud/sünnet : 6- Tirraizî/ilım : 15, se-vâbü'l-kur'ân
: 14-
İbn M âce/mukaddeme
: 14- Dâremî/fezâil-i Kur'ân : 1
[23] Tefsîr-i Kurtubî : 17/111