Bu sûre
altmışiki ayet olup Mekkî'dir.[1]
"Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki..." (Necm, 1).
Sûrenin
tefsirine başlamadan önce, bunun tefsiriyle ilgisi olmayan birkaç meseleyi ele
alıp, sonra bunun tefsirine geçeceğiz.[2]
Sûrenin evveli, hem lafız hem de mana bakımından,
kendinden Önceki
sûrenin sonuyla yakın bir ilgi
ve münasebet içindedir. Lafız bakımından olan münasebet
şöyledir: Cenâb-ı Hak Tûr Sûresini, yıldızdan bahsederek
bitirmiş, bu sûreye de
yıldıza yemin ederek başlamıştır. Mana bakımından olan
münasebet de şöyledir: Allah Tealâ, Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, "Gecenin bir kısmında
ve yıldızların batışından sonra dahi teşbih ef"(Tûr,49)
buyurmuş ve böylece, ona, bu
işi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e yapılan tuzakların
zamanlarına göre taksim edip
emretmiş; bu işi biraz ileride,
"Arkadaşınız, sapmadı. Bâtıla da inanmadı"
(Necm. 2) buyurarak
belirtmiştir.[3]
Allah
Teâlâ, daha önce geçen sûrelere, harflerle değil de,
isimlerle yemin ederek başlamıştır. Bu sûreler, Sâffât,
Zâriyât, Tür ve Necm'dir. Bunlardan birincisinde, Allah'ın
birliğini isbât için, yemin edilmiştir. Çünkü yeminin
hemen akabinden, "Şüphesiz sizin tanrınız, tekdir" (Saffat, 4) buyurmuştur.
İkinci sûrede, yani Zâriyât'da, haşrin (dirilişin) ve hesabın olabileceği
konusunda yemin etmiş ve peşisıra, "Şüphesiz va'dolunduğunuz doğrudur ve din
(işlerin karşılığı) mutlaka olacaktır" (Zariyat, 5-6) buyurmuştur. Üçüncüsünde
ise, o azabın meydana gelmesini müteakib, onun devamlı olacağı hususunda yemin
edilmiştir. Nitekim Hak Teâlâ, orada, yeminden sonra, "Muhakkak Rabbinin azabı
olacaktır ve onu soruşturabilecek hiçbirşey de yoktur" (Tur, 7-8} buyurmuştur.
Bu tefsir ettiğimiz sûrede ise, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in
peygamber olduğu hususunda yemin etmiştir. Böylece, usûl-ü selâse (üç iman
esası; yani Allah'ın birliği, haşr ve nübüvvet) meselesinin amam lan maşıdır.[4]
Allah
Teâlâ, ne kendi birliği hususunda, ne de nübüvvet konusunda
çokça yemin etmemiştir. Tevhid
(birliği)
hususunda yemini, bir defa olarak Sâffât Süresi'nde varid
olmuştur. Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvveti hususunda ise, bu sûrede bir şeye;
Duhâ Süresi'nde de iki şeye yemin etmiştir. Ama haşr ve haşrla ilgili şeylere
yemin edişinde ise, birçok şey üzerine yemin ederek bunu yapmıştır. Çünkü,
"Bürüdüğünde geceye yemin olsun ki..."(Leyl, 1); "Güneşe ve onun doğuşuna yemin
olsun ki" (Şems, 1)"Burçlar sahibi göğe yemin olsun ki... "(Burûc, 1) ve benzeri
ayetlerin hepsi, haşr yahut onunla ilgili şeyler hakkındadır. Bu böyledir, çünkü
tevhidin delilleri çok olup, hepsi de aklîdirler. Nitekim "Herşeyde,
Allah'ın varlığı ve birliğine ayet (delil) vardır"
denilmiştir. Nübüvvetin delilleri de çoktur. Bunlar, meşhur ve mütevatir olan
mucizelerdir. Haşre (kıyamete) gelince, bunun da mümkün olduğunu aklen isbat
etmek mümkündür. Fakat bilfiil meydana gelişinin isbâtı, ancak naklî delillerle
mümkündür. İşte bu sebeble, mükellef bunun böyle olduğuna kesinkes inansın,
bunun böyle olduğunu kesinkes bilsin diye, Cenâb-ı Hak, bu hususa çokça yemin
etmiştir.
Ayetin
tefsiri ile ilgili birkaç mesele vardır:[5]
Ayetin başındaki vâv, ya yıldıza veya yıldızın Rabbine kasem için olan kasem
vardır. Bu hususta değişik tefsirler var. Biz bunları daha önce zikretmiştik.
Fakat zahir olan, bunun yıldıza yapılmış bir yemin olmasıdır.
Çünkü
aslında kasem için bir harfin bulunmadığı, fakat bâ ile vav harf-i çerlerini,
ârizî (geçici) bir sebebten ötürü kasem için kullanmakta olduğumuz söylenmiştir.
Çünkü kasem için kullanılan "ba", ilsâk (bitiştirme) ve istiane (yardım isteme)
manasında' olan bir edattır. Nitekim bir kimse, mesela, "Allah'tan yardım istedim" diyebildiği
gibi, "Allah'a yemin ettim" de diyebilir. Yine bir kimse, "Allah'ın yardımı ile
(Biavnillah) düşmana galip geleceğim" diyebileceği gibi, "Allah'ın hakkına (bi-hakkillahi)
yemin ederim ki..." de diyebilir. O halde, bu kullanışların hepsinde, "bâ",
tıpkı (Kalem ile) yazıldı" demendeki
kullanılan bâ gibidir. O halde, "bâ", gerçekte kasem için değildir. Fakat
Arapça'da, kasem (yemin) çokça kullanıldığı için, kasem lafzının zikredilmesine
ihtiyaç duyulmamıştır. Ama başka durumlar çok görülmediğinden, onlar
zikredilmiştir.
Binâenaleyh birisi, "Zeyd'in hakkı İçin..." dediğinde bundan yemin manası
anlaşılır. Çünkü eğer bu ifade ile kastedilen, ya "Zeyd'in hakkı ile gir, git"
gibi ifadeler kastedilmiş olsaydı, yahut da, bu sözü söyleyen kişi, Zeyd'in
hakkı üzere yemin etmemiş olsaydı, müstağnî olunamayacağı için, yukarıdaki
ifadelerde zikredildiği gibi, burada da zikredilirdi. Binâenaleyh o misalimizde,
herhangi bir fiil zikredilmediğine göre, oradaki harfin, onun meşhur oluşundan,
dolayısıyla zikredilmesine ihtiyaç duyulmadığından ötürü olduğu anlaşılır. Bu,
kasemin dışındakilerde söz konusu
değildir. Dolayısıyla burada hazfedilen şeyin, kasem
fiili oludğu anlaşılır ve bunu söyleyen sanki, "Zeyd'in hakkına yemin ederim
ki..." demiş olur. O halde, aslında "bâ" harfi, kasem için değildir. Fakat
bahsettiğimiz çok kullanma ve meşhur olma hususları, ârizî birer sebeb olunca, "bâ"mn
kasem için olduğu söylenmiştir.
Sonra
mütekelüm (konuşan), bu hususta düşünür ve işin karışıklıktan hâli olmayacağını
söyleyebilir ve "mesela ben, "billahi" dediğimde, bunu duyan bir duraklar. Eğer
bundan sonra, yemin fiili dışında bir fiil getirdiğimi, mesela "Allah'dan yardım
istiyorum";"Allah sayesinde kadir oldum""Allah sayesinde yürüdüm ve aldım"
dediğimi duyduğunda, bu bâ'nın kasem için olmadığını anlar. Yok eğer bu gibi
fiilleri duymasa ve bu fiillerin varlığı ihtimalini düşünmezse, bunu kasem
manasına hamleder. Ama yine o kimse, "Billahi" sözünün yanısıra, başka birşey
söylediğim, ama kendisinin onu duymadığını zannına kapılırsa, yine durup
düşünür. O halde bu, anlayışta bir duraklamadır. Binâenaleyh hakim (hikmetli)
olan mütekelüm, bu kısalığı gidermeyi ve müstağni olunan (ihtiyaç, duyulmayan)
şeyi, yani kasem fiilini hazfetmeyi istediğinde, "bâ" harfini "tâ" harfi ile
değiştirerek, "Tallahi" demiş, dolayısıyla da, hem "Allah" lafzı meşhur olduğu,
hem de iltibas (karışıklık) olmayacağı için, lafzatullah ile birlikte "tâ"yı
kullanmıştır. Çünkü kelimelerin başlarında yer alan "tâ" harfi bazan, kelimenin
aslından bazan da hitab ve te'nis tâ'sı olabilir. Şimdi bir kimse tâ harfi ile
ismi "Dâî", "Rftî", "Hâdt", veya "Âdî" olan birisine yemin etse, "Tadâî", veya
"Âdî olan birisine yemin etse, Tadâî, Tarâî, Tahâdî, Taâdî" dese, bu bir
karışıklığa sebeb olur. Yine bu kimse, Roman (Romalı) veya Turan (Türk) olan
birisi için yemin edip, "Tâ Roman", "Tâ Turan" dese, sen de bunun yemin için
olduğunu sansan, bu tâ, muzârî fiilin başındaki hitab veya te'nis tası ile
karışıklık arzeder. Dolayısıyla nahivciler bu tâ'yı da vâv'a çevirmişlerdir.
İzahın böyle yapılması halinde, şu iki problemin ortaya çıkacağı da ileri
sürülemez.
1) Vâv ile de
karışıklıktan (yanlış anlaşılmadan) emin olunamaz. Çünkü meselâ velâ dediğimizde
fiilin aslından olan vâv, yemin vâv'ı ile karışır. Bu iddia edilemez, çünkü
diyoruz ki: Bu durum, benimsediğimiz izahta söz konusu değildir. Hernekadar vâv
kasem için olmasa da, bu atıf olduğunu gösteren "vâv"larda söz Konusu olur.
Nasıl böyle olmasın ki bu, asıl gibi olan "bâ" da bile söz konusu otur. Çünkü bu
"Bürme" kelimesinin çoğulu olan "Buram"; "Behme"nin çoğulu
binam" ve "bağla" kelimesinin çoğulu "biğal" da bile söz konusudur.
Çünkü "blğal" ve "biram" da kelimenin aslından olan "bâ""bl-mâlin" "bireyin" gibi sözlerindeki bâ harf-i
cerriyle karışabilir. ya gelince bu, kasem için kutlanılınca, bu kullanılıştan
Ötürü bir karışıklık meydana gelmiştir. Çünkü bu tâ, daha önce, bâ ve vâv gibi
edat olan harflerden değildir.
2) İkinci problem
şudur: Sen, niçin iltibas (karışıklık) olmayan birşeyi kullanmadın ve
meselâ, ifadelerini misal getirmedin? Buna karşı deriz ki: Lafzatullah son
derece meşhur ve açık olduğu için, tâ, bunda, aslî halinin aksine
Kullanılmıştır. Bu, "Meşhurlukta kendisi gibi olan şeyler hariç, başka
kelimelerin buna mukayesesi caiz değildir" manasındadır. Başka kelimelere
gelince, bu genelde,
insanlarca sezilemez. Çünkü 'Rahim" kelimesini duyup da, nadiren de olsa, kasti
manasındaki fiilini duyan (bilen) bir kimse ifâdesini fiil ile fail, yahut fiil ile
mef'ül sanabilir. Bu uzak bir ihtimal olsa da... Fakat gerek "menkûlün minh"
(nakledilen şey) de yahut, menkûlün ileyh) kendisine nakledilen) şeyde bulunan
meşhurlukta eşitlik olması gereklidir. Lafzatullah gibi meşhur bir kelimede
yoktur. Kaldı ki biz şöyle de diyebiliriz: Peki o halde sen niçin, doğru
anlaşılmasına güvenildiğinde bile kullanılamayacağını söyledin. Baksana
Arapların "Kâ'be'nin Rabbine yemin olsun ki..." diye yemin ettikleri
nakledilmiştir. Yaptığımız bu izahı "Allah'a yemin ederim ki" deyip de,
demeyisin de destekler. Çünkü burada getirilen tâ, kasemin fiili
hazfedildiğinde, karışıklık olacağı endişesiyle kullanılan tâ'dır. Ama fiili
zaten zahir olduğunda, bu endişeye mahal yoktur. Dolayısıyla bu şekilde
kullanılması caiz değildir.[6]
ifâdesinin başındaki elif-lâm, bir görüşe göre, and
için, bir görüşe göre de cins içindir. Birincisi,
ifadesiyle Süreyya (yıldızı)'nın kastedildiğini söyleyenlerin
görüşüdür. Nitekim Araplar'dan birisi,
"Akşamdan sonra Süreyya
yıldızı görünürse, çoban, üzerine giyecek bir aba arar..." demiştir, ikincisine
gelince, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:
a) Necm, semâda
sabit olan ve yol göstermeye yarayan yıldızdır. Bu olmayıp, aksine bunun, semâda
bulunan ve şeytanları taşlamak için olduğu da ileri sürülmüştür.
b) Bu, yerin
necmleri, yani, gövdesi olmayan bitkilerdir.
Şimdi biz, bu her şıkkın ilgi ve alâkasını zikredip,
bunlardan tercih edileni ortaya koyacağız.
Bizim, "Bu, kelimesiyle Süreyya yıldızı kastedilmiştir" dememize
gelince, bu, (geceleyin) semâya bakan kimselere, onun, yıldızlar içinde en
parlağı olmasından dolayıdır. Çünkü, bunun, semâda bulunan diğerleriyle
karışmayacak bir biçimde ayrı bir alameti vardır. Ki, bir alâmet, herkes
tarafından görünür bir durumdur. Hz. Peygamber (s.a.s) de, herkesden, apaçık
ayetler vasıtasıyla ayrılmıştır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "necm"e yemin
etmiştir. Bir de Süreyya (yıldızı), sabahleyin doğuda gözüktüğünde, meyvelerin
olgunlaşma zamanı gelir. Bu, sonbaharın sonlarına doğru, yatsı zamanı
gözüktüğünde, hastalıklar azalır. Peygamber (s.a.s) de zuhur edince, sekler ve
kalbî hastalıklar azalmış, hikemî ve hilmî meyveler olgunlaşmıştır.
Bizim
"Bununla, semâda bulunan ve yol göstermeye yarayan yıldızlar kastedilmiştir"
şeklindeki görüşümüze gelince, biz diyoruz ki, o yıldızlar sayesinde, karada
yollar tesbit edilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu ilgi ve münasebete
binâen, bunlara yemin etmiştir.
Bizim, "Bunlarla, şeytanların taşlandığı yıldızlar kastedilmiştir" şeklindeki
görüşümüze gelince, yıldızlar, şeytanları, semâdakilerden uzaklaştırır.
Peygamberler oe şeytanları, yerdekilerden uzaklaştırır.
Bizim, "Bununla Kur'ân kastedilmiştir" şeklindeki görüşümüze gelince, bu
Kur'ân'la, Hz. Peygamber (s.a.s)'in doğruluğuna ve berâetine istidlal
edilmesinden 5türü olup, bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Yastı.. Hakim olan Kur'ân'a
yemin olsun ki. sen gönderilmiş (peygamberler)densin. Doğru bir yol
üzerindesin.."(Yasin, 1-4) ayetleri gibidir. Yani, "... sen sapıtmadın; azmadın
da..."
Bununla,
"Bitkiler kastedilmiştir" şeklindeki görüşümüze gelince, biz diyoruz ki, oedenî
kuvvetlerin sebatı ve salam (düzgün ve normal olması) bitki sayesindedir. Aklî
kuvvetler ise, ıslâh edilmeye daha layıktır. Bu ise, Peygamber göndermek ve
şöylece yolları ve metodları izah etmekle olur. İşte bu yaptığımız izahlardan
tercih edilen görüşün, "necnV'in, semâdaki yıldızlar olduğu ortaya çıkmış
bulunmaktadır. Çünkü, bu kelimeyi işitenin ilk anda hatırına gelen gökteki
yıldızlardır. Ayetteki ifâdesi de, buna haydi haydi delâlet etmektedir. Bundan
sonra gelen, bundan kastedilenin Kur'ân olduğu görüşüdür. Zira, Kur'ân'da da
apaçıklık söz konusudur. En sonunda da, bu, Süreyya (yıldızı)'dır.[7]
hakkındaki
söz, tıpkı ifâdesi hakkındaki söz
gibidir. Çünkü, Cenâb-ı Hak bu iki yerde, demezken, ve buyurmuştur. Bu
husustaki inceleme ise, daha Önce geçmişti.[8]
Yıldıza kasem etmeyi, onun battığı (düştüğü) zaman ile
kayıtlamanın faydası nedir? Biz deriz ki, yıldız, semânın
ortasında bulunduğu sırada, yerden uzak olur, dolayısıyla
da yeryüzünde yolculuk
edenler ondan yararlanamazlar. 0ttnfcû, artık bu durumda, doğu batıdan, güney de
kuzeyden ayırdedilemez olur. Zail olduğunda ise, batı doğudan, güney de kuzeyden
seçilmiş olur, ayrılmış olur. Aynen onun gibi, Hz. Peygamber de, kanatlannı
mü'minlere germiştir. Ve O, üstün bir ahlâk beredir. Nitekim Cenâb-ı Hak da,
"Muhakkak ki, yüce bir ahlâk üzeresin.."(Kalem, 4) ve "Allah'tan olan rahmet sayesindedir
ki sen onlara yumuşak davrandın. Şayet sert ve katı kalbli olsaydın, etrafından
dağılırlardı.. "( Al-i İmran, 159) buyurmuştur.
Buna
göre şayet, "O yıldız, doğu ufkunda olduğu zaman yol bulma işi, batı ufkunda
bulunduğu zaman yol bulma işi gibidir. Dolayısıyla, senin bahsettiğin îç klama,
söz konusu soruya bir cevâp teşkil etmez.." denilirse, biz deriz ki, o yıidız,
aatrya yöneldiği bir sırada o yıldız sayesinde yol bulma işi daha çok ve iyi
olur. Çünkü, rununla, her iki yol, dünyevî ve dinî hususlarda yol bulunur.
Dünyevî olanına gelince, biraz önce bahsettiğimiz gibidir. Dinî olanına gelince,
bu da Halil (İbrahim (a.s)'in, "Sen, batanları, kaybolanları sevmem" (En'âm, 76)
demesi gibidir. Ki burada, şöyle incelik vardır: Allah Teâlâ, yıldıza yemin
edince, onu yüceltmiş ve ona kıymet vermiştir. Yıldıza tapanlar ise, müşriktir.
Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, buna o yıldızın
kendisine ibâdet edilme
derecesine ulaşmadığına delâlet eden bir vasfı eklememiştir ki, bu da, işte,
onun yok olma vasfıdır.[9]
"Sahibiniz
(doğru yoldan) sapmadı, bâtıla da inanmadı.. Kendi (re'y u) nevasından söylemez
o..."(Necm, 2-3).[10]
Müfessirlerin ekserisi, "sapıtma" ile "azma" (ed-dâlâl ve el-gayyu) arasında
fark görmezler. Bazıları da bu farkı incelerken şöyle demişlerdir: 'Dalâl,
hidâyet mukabili; "gayy" de, "rüşd" teriminin mukabilidir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Eğer, doğrular "rüşd" yolunu görürlerse, onu yo! edinmezler. Ama, sapıklık "gayy"
yolunu görürlerse, onu yol edinirler" (Araf, 146) ve "Rüşd, gayy (Sapıklık) dan
aynıydı" (Bakara, 256) buyurmuştur" Bu hususta gerçek olan ise şudur: "Dalâl,
vaz'ı itibariyle, daha
kapsamlı bir kullanılışa sahiptir. Nitekim sen"Devem ve
kervanım yolunu yitirdi.." diyebildiğin halde, diyemezsin... O halde, "dalâi"den
kastedilen, yola girenin, maksadına ve gayesine asla bir yol bulamamasıdır. "Gavâye"
ise, kişiyi maksadına ulaştıracak dosdoğru bir yolun olmamasıdır. Bunun böyle
olduğunun delili şudur: "Sen, doğru yol üzere olmayan bir mü'min hakkında "O
sefihtir, doğruyu bulmuş (reşîd) değildir" dersin de, ama bu kimse hakkında, "O
dalâlettedir - dâlI" diyemezsin. O halde "dalâlette olan", tıpkı kâfir gibi;
"azmış olan -gâvîr" de, tıpkı fasîh gibidir. O halde, Cenâb-ı Hak adeta sanki
derken, "kâfir olmadı"; hatta bundan daha azı da sudur etmedi. O halde fâsık da
olmadı.." demek istemiştir. Bu bahsettiğimiz şoyi, Cenâb-ı Hakk'ın, "...
kendilerinde bir ahi ve salâh gördünüz mü mallarım onlara teslim edin..."(Nisa,
6) ifâdesi de teyit eder. Yahut da biz şöyle diyebiliriz: "Dalâlet yokluk
gibidir; "gavâye (azgın olma) ise, derece ve mertebe bakımından fasit olan bir
varoluş gibidir.
Ayetteki, "aranızdaki arkadaşınız" kelimesine gelince, bu hususta şu İki izah
yapılmıştır:
a) "Efendiniz..."
b)
"Arkadaşınız..." Nitekim Arapça'da, "Evin efendisi; evin sahibi..." denilir.
Ayetteki, ifâdesi ile "cinlenmedi,
mecnûn olmadı..." ifâdesi bir kastedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre bu,
tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın,
"Nûn...
Kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andolsun ki, sen, Rabbinin nimeti
sayesinde, bt mecnûn değilsin.. Senin için muhakkak ve muhakkak tükenmeyen bir
mükâfaat vardır.. "(Kalem, 1-3) ifâdesi gibi olmuş olur. Böylece bu, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in azmadığına, tam aksine, onun, Cenâb-ı Hakk'a bir başka
irşâd ile delâlet eden doğruyu bulmuş (reşîd) bir mürşid olduğuna bir işarettir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki, ben, buna mukabil sizden bir ücret istemiyorum..."
(şuarâ, 109) ve "Benim ücretim, ancak Allah'a aittir"(Yunus, 72) buyurmuştur.
"Muhakkak ki sen, yüce bir ahlâk üzeresin"(Kalem.4) ayeti, Cenâb-ı Hakk'ın
buradaki, "Kendi hevâsmdan söylemez o.." ifâdesine bir işarettir. Çünkü, bu
şekilde davranmak, büyük bir huydur.
Şimdi
biz, ayetler arasındaki münasebeti izaha geçiyor ve şöyle diyoruz: Cenâb-ı Hak
ilk önce, sapmadı.." buyurmuştur ki, bu, "O, o yol üzeredir" demektir. Sonra da
"azmadı, yoldan çıkmadı.." buyurmuştur ki, bu da, "Onun üzerinde olduğu yol,
dosdoğru bir yoldur.." demektir. (Üçüncü olarak da),
"Kendi (re'y u) hevâsmdan söylemez o..." buyurmuştur ki, bu da, "O, üzerinde
olduğu o yolun, (adetâ) sırtına binmiş ve maksadına ulaştıran o cihete
yönelmiştir..." demektir. Bu böyledir, zira, maksadına ulaşmak için bir yola
giren herkes, bazen, yoldan yararlanamayabilir. Bazen de, o maksadına
ulaştıracak uzak bir yol bulur da, o yol da çeşitli yorgunluklar ve tehlikelerle
karşılaşabilir. Bazen de, geniş ve emniyetli bir yol bulabilir, ancak ne var ki,
bu sefer de sağa ve sola meyleder, yalpalar, bir o yana bir bu yana vurur da,
böylece de maksadından uzaklaşır. Maksadına ulaşması gecikebilir. Binâenaleyh,
caddeye girip, adeta onun sırtına bindiğinde, maksadına daha hızlıca ulaşmış
olur. Şöyle de denilebilir: Ayetteki ifâdesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
sapmadığının ve azmadığının,
yoldan çıkmadığının delilidir. Ve takdiri, "O hevâsmdan konuşmazken, daha nasıl
sapabilir veya azabilir? Ancak nevasına tâbi olanlar azar, sapar" şeklindedir.
Bunun böyle oluşunun delili, "Hevâ ü hevesine uyma; sonra seni, Allah'ın
yolundan saptırır"(Sad. 26) ayetidir. Buna göre şayet, "Senin ifâdesinin mazî
sîgasıyla; ifâdesinin de muzarî sığasında olmak üzere getirilmiş olduğuna dair
bahsetmiş olduğun tertip son derece güzel olup, bu, "O, küçüklüğünde, sizi ve
sizin taptıklarınızı terkettiğinde kaybolmadı, sapmadı, yani, "Kendi başına
kalıp, uykusunda gördüğü şeyi gördüğünde azmadı, yolunu şaşırmadı.. Şu anda da,
hevâ
hevesinden konuşmuyor.. Çünkü Cenâb-ı Hak, onu, size bir peygamber olarak
göndermiştir ve onu, sizin üzerinizde şahit olarak bulunan bir resul kıldı.."
demektir. O halde bu demektir ki, o, önceleri ne sapıtmış idi, ne de azmış..
Şimdi İse, dalâletten kurtarıyor, hakka irşâd edip hidâyet ediyor" demektir.
Fakat
senin, "O, havasından konuşmuyor. Öyle ise nastl yoldan çıksın" şeklinde
verdiğin manaya göre siga buna uygun düşmüyor" denilirse, biz deriz ki: Evet.
Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Allah Teâlâ peygamber olarak göndermek istediği
kimseyi, tâ küçüklüğünde, inkârdan ve hırsızlık, zina, yalan söylemeyi
alışkanlık haline getirmek gibi kötü ve çirkin kusurlardan korumuştur. İşte bu
sebeple "sapmadı" Küçüklüğünde bile sapmadı. Çünkü o, hevâsmdan konuşmaz"
buyurmuştur.[11]
"Hevâ"nın
tefsiri hususunda söylenenlerin en güzeli, bunun, "arzu, istek, sevgi" manasına
olmasıdır. Fakat bu, nefisden kaynaklanan arzu istek ve sevgidir. Nitekim
Arapça'da "Onu sevdim, arzuladım" manasında denilir. Fakat "hevâ" kelimesinin
kökü olan "he-ve-ye" maddesi, esas itibariyle değersiz oluşa, alçaklığa,
düşüklüğe delâlet eder, bu manaya gelir. Nitekim "hâviye" kelimesi de böyle bir
manaya gelir. O halde nefis alçaldığında ve yüce ve güzel şeyleri bırakıp,
değersiz şeylere tutunduğunda, alçalır, yuvarlanır, tökezler. Binâenaleyh "hevâ",
nefs-i emmâre (kötülüğü emreden nefs) hakkında kullanılan bir kelimedir. Sen
"onu ben kalbimle istedim, arzuladım" desen, "hevâ" kelimesinin ihtiva ettiği
sefillik manası zail olur. Fakat bu kullanılış, Kur'ân'ın bu şekilde
kullanmasını uzak saydıktan sonra, çünkü Kur'ân-ı Kerim, "hevâ" kelimesini,
muhabbete (sevgiye) ters düşen yerlerde kullanmıştır. Çünkü sevgi, övgü
yerlerinde kullanılır. Bunun delili Hak Teâlâ'nın, "Artık kim haddi aşarak inkâr
ederse... Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsini hevâsmdan ahkorsa..." (Naziat,3740)
ayetidir. Bu, nefsin derecesinin yüceliğine bir işarettir.[12]
"O,
kendisine vahyedilen bir vahiyden başka birşey değildir"
(Necm, 4).
Cenâb-ı
Hak, önceki kısmı beyan etmek üzere böyle buyurdu. Bu böyledir, çünkü Allah
Teâlâ, "Kendi hevâ-u hevesinden söylemez o" (Necm, 3) buyurunca, sanki birisi,
"O halde neye göre konuşur; delile istinaden mi, yoksa içtihadına (kendi
görüşüne) göre mi?" demiş de, Cenâb-ı Hak, "Hayır, hayır. O, ancak Allah'dan
gelen vahiy ile konuşur" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:[13]
nefy
(olumsuz) manadaki 'nın yerine
kullanılır. edatı da, şart manasına olarak
yerine kullanılır. Nitekim
Cenâb-ı
Hak, "Eğer bir
ayeti neshedersek
veya unutturursak, ondan
daha hayırlısını getiririz"(Bakara, 106) buyurmuştur. O halde bu iki
edat arasında, hem lafız
hem mana bakımından bir benzerlik var: Lafız bakımından
benzerlik şöyledir: hemze ve nûndan, ise, mîm ve elif'den müteşekkildir.
Elif, hemze gibi, nün da
mim gibidir. Birinci husus, kalbin (yerdeğlstirmenin) caiz
oluşu delili iledir. İkinci husus da, caiz ve vâcib
olması delili iledir. Mana bakımından
olan benzerliğe gelince, bir bakıma nefye (olumsuzluğa) bir açıdan
da isbata (olumluluğa) delalet eder. Fakat olumsuzluğa
delâleti, daha güçlü ve daha ileridir. Çünkü bunun kullanıldığı yerlerde, şart
ve "ceza"nın, o anda mevcud olmamaları gerekir. Bu da, eğer maksad teşvik veya
menetme manası olursa, böyledir. Nitekim sen, "Eğer iyilik yaparsan
senin İçin sevab vardır; Eğer kötülük yapar, günah işlersen, senin için azab
vardır" dersin. Yok eğer bundan maksad, haklarında şüphe olan, iki ihtimali
beyan ise, mesela, "Eğer bu yüzük kaşı camsa, kıymeti yarıdır. Yok eğer,
mücevher ise.kıymeti bindir (tamdır)." demen gibi, bu durumda, o ikisinden
birinin olup olmadığı malum değildir. Mevcut olan, malum olmayıştır. Ortada
malum bir durum olmayışı, teşvik ve men hususlarında, hiçbirşeyin olmaması
gibidir. O halde edatının
kullanıldığı yerlerde mutlaka bir yokluk söz konusudur. Bu yokluk, ya o iştedir,
ya da bilmededir. Varlığa gelince, bu da hâlin anlatıldığı anda, şartın mevcut
olup olmamasına göredir. İşte bundan ötürü nahivciler, "Eğer olgunlaşmamış
hurmalar kızarırsa, sana gelirim" denilmesini güzel bulmamışlardır. Çünkü bu
kızarma, ister istemez olacaktır. Ama ö* edatının, asla olmayacak şeyler
hususunda kullanmayı caiz görmüşlerdir. Nitekim, ümidi tamamen kesmek için,
"Eğer (O',) zift beyazlaşırsa, sen beni yenersin" denilir. Hak Teâtâ da. "Eğer o
dağ, yerinde kalabilirse, sen beni görebilirsin"(Araf, 143)buyurmuştur. O dağ,
(Allah ona tecellî edince), yerinde kalamamıştır, dolayısıyla görme söz konusu
değildir. Böylece edatının, daha ziyade olumsuzluğa delâlet ettiği anlaşılır.
Çünkü bunun manası 'nın manasına daha yakındır. Dolayısıyla bunlardan biri,
diğerinin yerine kullanılmıştır. Bu zahir (açık)tır.
ve edattan, aslında olumsuzluk manasında
olan iki harftirler" Binâenaleyh bunların müteradif (eş anlamlı) olduğunu
söylemeye gerek yok" denilemez.[14]
Ayetteki,(O), bilinen bir şeye işaret olan bir zamir
midir, yoksa daha önce zikri geçmiş birşeye işaret olan bir
zamir
midir? Deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
1) En meşhur
görüşe göre, bu bilinen malum olan bir şeye işarettir. O malum şey de Kur'ân'dır.
Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kur'ân, vahyedilen bir vahiyden başka birşey
değildir" demiş olur. Bu izah, "necm" (yıldız) kelimesi İle, Kur'ân'tn
kastedilmediğini söyleyenlerin görüşüne göredir. "Necm" ile Kur'ân
kastedilmiştir" diyenlere göre bu zamir, daha önce "necm" diye zikredilmiş
Kur'ân'a râcî olmuş olur.
2) Bu zamir,
zımnen (dolaylı olarak) bahsi geçmiş olan birşeye râcîdir. O da, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in sözü ve kelamıdır. Bu
böyledir, çünkü "Kendi hevâ-u hevesinden söylemez O (peygamber) "(Necm, 3)
ayetinin zımnında, "nutk" (konuşma) vardır. Nutk da, bir kelam ve sözdür. Buna
göre Hak Teâlâ, sanki, "Onun kelamı, yani nutku, ancak vahiydir" demiş olur.
Bu
hususta daha ince ve derin diğer bir izah da şöyledir: Hak Teâlâ'nın, "Sahibiniz
(arkadaşınız), sapmadı" (Necm, 2) ifadesiyle, biraz önce de bahsettiğimiz bir
görüşe göre, "O, delirmedi. Onu cinler çarpmadı. O halde O kâhin değildir"
manası kastedilmiştir. Ayetteki, "Azıp, yoldan da çıkmadı" ifadesi de, "O
peygamber (a.s) ile,
azıp-yoldan çıkma arasında hiçbir ilgi yok. Binâenaleyh o şâir değil. "Çünkü
şâirlere, ancak azgınlar uyar" (Şuara, 224) demektir. Bu durumda, "Kendi
nevasından söylemez O" cümlesi, bunlara bir cevab ve reddiyedir. Çünkü onlar,
"Onun sözü, kâhin sözüdür. Onun sözü, şâir sözüdür" diyorlardı. İşte bundan
dolayı Hak Teâlâ, "Hayır, onun sözü ancak vahiydir. Ne kâhin, ne şâir sözüdür"
buyurmuştur. Nitekim bir diğer ayette, "Bu, bir şâir sözü değildir. Ne kadar az
inanıyorsunuz. Bir kâhin sözü de değildir. Ne kadar az
düşünüyorsunuz"(Hakka.4142) buyurmuştur.[15]
"Vahy"
bir isim mi bir masdar mıdır? Deriz ki: İkisi de olabilir. Çünkü vahy isim
olarak "kitab" manasına gelir. . Masdar olunca ise, onun iki manası vardır:
a) İrsal
(göndermek) ve ilham etmek, kitabet (yazma), kelam (syöleme), işaret etme ve
anlatmadır, (O) zamirinin, Kur'ân'a
râcî olduğunu söylersek, "vahy" kelimesi "O kitab" manasına bir isim olur. Buna
göre Cenâb-ı Hak sanki "Kur'ân ancak bir kitabtır ve vahyolunuyor, yani
salıveriliyor (gönderiliyor)" buyurmuştur. Bu izaha göre, yine "vahy"
kelimesinin masdar olduğu da söylenebilir. Kur'ân, ancak bir irsal ve bir
ilhamdır." Bu irsal ve ilham, mürsel ve mülhem manasında masdardırlar. Yok eğer
bu zamir ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in söz ve kelamının kastedildiğini
söylersek, "vahy", Allah tarafından ilham edilmiş ve gönderilmiş manasında,
"ilham ve irsal" demek olur. Burada şöyle birkaç bahis söz konusudur:[16]
Birinci Bahis:
Görünen odur ki bu, bazı müfessirlerce meşhur olan şeyin tam aksine bir manadır.
Bazı müfessirlerce meşhur olan da, Hz. Peygamber (s.a.s)in, sadece vahye dayalı
olarak konuşmuş olmasıdır. Bunun böyle olduğunu düşünen kimse için, bu ayette
bir delil yoktur. Çünkü, "O ... vahiyden başka birşey değildir" ayetindeki, "o"
zamirinin Kur'ân'a râc? olduğunu söylersek, bunda delil olmayacağı açıktır. Bu
zamirin, "Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözlerine "râcî" olduğunu söylersek, o zaman,
Hz. Peygamber (s.a.s)'ın sözleri ile, hakkında müşriklerin, "Bu bir şâir
sözüdür.." dedikleri ve Cenâb-ı Hakk'ın cevaben, "Bu ne bir şâir, ne bir kâhin
sözüdür. Bu sözKur'ân'm tâ kendisidir" diye reddiyede bulunduğu sözler
kastedilmiş olur. Şimdi biz, müfessirlerin bazılarının bu görüşünü benimseyecek
olursak, bu ayetteki "vahiy" kelimesinin, "ilham" manasında alınması (tefsir
edilmesi) gerekir.[17]
İkinci
Bahis: Bu, Hz.Peygamber (s.a.s)'in ictihadda bulunmadığına delâlet ediyor.
Halbuki zahiri durum bunun tersinedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) meselâ
harblerde ictihadlarda bulunmuş, Allah Teâlâ'nın "Sen niçin Allah'ın sana mubah
kıldığını haram ediyorsun?" ayetinde helal kıldığını haram saymış Allah
Teâlâ'nın, "Allah seni bağışlasın e mi? Niçin onlara izin verdin (vermemeliydin)
?"(Tevbe, 43) ayetinin inişine sebeb olan kimselere, (savaştan geri kalma
hususunda) müsaade etmiştir?.. Buna karşı (cevaben) deriz ki: Sabit olan bu
duruma, bu ayet delâlet etmez.[18]
Üçüncü Bahis:
(vahyolunuyor)
fiilinin 'den (yani sülâsîden) meçhul fiil olması muhtemel olduğu gibi 'dan
(yani rûbâfden) meçhul muzarî olması da muhtemeldir. Nitekim sen, veya yine veya
dersin. Şimdi biz deriz ki: Bu kelime ve aynı manaya geliyoriarsa da,
'dan değil, 'dandır Fakat Ailah Teâlâ Kur'ân'da masdarı kullanırken,
'nın masdarı olan masdarını hiç kullanmamış, fiil olarak kullanırken de fiilin
masdarı olan "vahy"i zikretmemiş, aksine masdar şeklini getirirken vahy
kelimesini kullanmış; fiili zikrederken de 'yi kullanmıştır. kelimeleri hakkındaki hüküm de böyledir.
Çünkü, ve aynı manaya gelmektedir. Allah Teâlâ,
Kur'ân'da, masdardan bahsederken, Ihbflb masdarını getirmemiş (hubb) masdarınt
zikretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İman edenler ise, Allah'ı daha fazla
severler" (Bakara, 155) buyurmuştur. Ama fiili zikrederken de, dememiş, lam
aksine meselâ, (Maıde, 54), ' (Hucurat. 12) (Al-i imran. 92) vb. âyetlerinde
olduğu gibi, fiilini kullanmıştır. Ki burada, sarf ilmine dair şöyle bir incelik
yatmaktadır: Masdar, sülâsî mazî fiil hakkında İhtilâf vardır.[19]
Sarf
âlimlerinden bazıları, masdarın, mazi fiilden müştak olduğunu zira mazinin temel
olduğunu ve bunun delilinin ise, birisi iafzî diğeri de manevî oimak üzere iki
şey olduğunu söylemişlerdir.
Bunun
lafzı olanına gelince, onlar şöyle demektedirler:
sigasının T.asdan müteaddi olduğu zaman, ayne'l fiilini sükûn ile, ama, lâzım olduğunda genel olarak şeklinde gelir. Ama, sarf âlimleri, "Mazi
ftil, ve masdarındandır" demezler. İşte bizim bahsettiğimiz şeyin delilidir.
Manevî olanına gelince, meydana gelen her iş, meydana geldiğinde zımnında ve
muhtevasında genel bir mananın bulunduğu sınırlı bir kavram (has) olarak -eydana
gelir. Bunun misali şudur: İnsan varolup meydana geldiğinde, ya Zeyd, ya Amr,
yahut ta bu ikisinden başkası olur. Ki bunun muhtevasında da, "Bu, insan, ya
Türk'tür, ya Hintlidir" düşüncesi yatar. Yine bunun muhtevasında da bunun onuşan
canlı olduğu kaziyyesi bulunur. Dolayısıyla ilk önce bu insandı, sonra Türk
oldu, sonra da Zeyd veya Amr oldu., şeklinde bir oluşum söz konusu değildir.
Bunu
iyice kavradığına göre, gerçekleşen her fiil, mazi veya istikbale ait olmaktan
hafi olmaz. Onun muhtevasında da -geçmiş veya gelecek zamana ait olması gözönüne
alınmaksızın- bu İş, bir fiil mevcuttur. Bunun misali şudur: Dövme işi tahakkuk
ettiğinde, bu ya geçmiş olur yahutta henüz geçmemiş olur. Birincisi mazi,
kincisi ise ya haldir, ya da gelecektir. Halbuki, dövmek, dövmek olması
açısından, mazi, hal ve istikbal olmaktan beri ve hali değildir (Üçünden
birisidir). Ne var ki insan, "yaptı"
"o, şu anda yapıyor" ve yarın yapacak.."
ifadelerinden, ortak bir mana anlar
da, onu bundan sonra "fiil" diye nitelendirir. Aynen bunun gibi insan "dövdü" "o, şu anda dövüyor" ve "o, yarın
dövecek.." ifâdelerinden ortak bir mana anlar da, buna "darb" (dövmek) adım
verir. O halde bu demektir ki, ilk önce mevcut olmuş, derken, "darb" (dövmek)
ondan çıkarılmış.. Lafızlar da, kendisinde tahakkuk edecekleri ve dolayısıyla o
lafızlarla ifâdesini bulacakları bir takım manalar için vaz edilmişlerdir.
Müşterek şeyler ancak diğer seyierin muhtevasında tahakkuk ederler. Binâenaleyh,
meselâ vaz' (kelimenin konum ve terkibi) bakımından, ondan bir şey tahakKuk
etmeyince, meselâ "darb"tan önce, ondan bir şey anlaşılmaz. Bu, "mazi fiili asıl
ve temel, masdar da ondan alınmıştır" diyen kimsenin görüşlerini ortaya
koyabilmek için söylenebilecek şeylerdir.[20]
"Masdar
asıldır, mazi ise ondan türemiştir" diyenlere gelince, bunların da delilleri
vardır. Bu deliler şunlardır: İsim, asıldır. Fiil ise, ikinci derecededir.
Masdar ise isimdir. Birde, masdar, "mu'reb" (irabatâbi olan) mazi ise, mebnî(irabatâbi
olmayan)dir. İrâb ise, mebnîlikten önce gelir. Bir diğer husus da şudur: Meselâ,
(dedi) ve (kaylûle yaptı, uyudu); korktu ve (arttı, fazlalaştı; korktu, titredi)
ifâdeleri arasındaki farkı ortaya koymak istediğimizde.'bunların kalıplarını
masdarlarına çeviririz de, böylece Jü 'ntn elifinin, vâv'dan dönüştüğünü;
delilinin ise, masdannın (kavten) olduğunu; (kaylûle yaptı)'nın elifinin ise, yâ'dan
dönüştüğünü, delilinin ise, (el-kaylu) olduğunu söylemişlerdir ve gjli ifâdeleri de böyledir.
Bu
hususun aklî deliline gelince, lafızlar, zihinlerdeki manaları ifâde için vaz'
olunmuştur. Âmm olanlar, zihinde, hâs'dan önce yer alırlar. Çünkü, mevcut
varlıklar algılandıklarında, o mevcudu algılayan kimse, "Bu, cevherdir veya
arazdır" der. Bunun bir cevher olduğunu anlayıp idrâk ettiğinde, "Bu, maddedir
veya madde değildir" der. Bu ikinci cümlenin, cismi cevher kabul edenlere
göredir ki, doğru ve açık olan budur. Sonra bunun bir cisim ve bir madde
olduğunu anladığında o, "Bu, tamdır" der. Ve bu iş, bu taksim neticesinde eğer
buraya gelip dayanması mümkün ise, ta, eşyanın en husus? olanına varıp
dayanıncaya değin sürüp gider. O halde, ilk vaz' (konum), her hangi bir ilâvede
bulunmaksızın, fiildir. Fiil de masdardır. Daha sonra buna bir zaman boyutu
eklendiğinde işte o zaman sen, meselâ ya "vurdu" veya "dövecek" dersin. O halde
bu demektir ki; masdar maziden öncedir. (Asıl, masdardır). İşte doğru olan da
budur.
Bunu
iyice anladığına göre "sülâsî batılarında masdar maziden türemiştir" diyenlerin
görüşüne göre, biz deriz ki: Hubb ve
kelimelerinin her ikisi de, aynı derecededir. Çünkü her İkisi de,
'dendir. Sülasî masdarlan, türemiş masdarlardan bir derece öncedir. "Sülâsî
bablarının, mazi sigaiarı masdardan türemiştir" diyenlerin görüşüne göre, sülasî
masdarlan, türemiş masdarlardan iki derece öncedir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak,
sülas? masdarını kullanmıştır. Çünkü sülasî masdan, türemiş masdarlardan önce
gelir. (Cenâb-ı Hakk'ın), fil! olarak ve
fiillerini kullanmasına gelince bunlardaki
elif, aynı fiillerin sülasî mücevherlerinin ifâde edemeyeceği bir manayı ifâde
eder. Çünkü, daha ileri derecede teaddî (yani sevme) manasını ifâde edebileceği
gibi, aynı zamanda "lüzûmiyyet-ayrılmazlık vehminden" de o nisbette uzaktır
(yani, bu hemze, izâle için de kullanılabilir). Dolayısıyla, bu kelime
kullanılmıştır.[21]
Ayetin şeklinde kullanılışı, meselâ bir kim
senin demesinden daha beliğdir. Ve bunda,
bu iki
manâdan
Öteye, şöyle bir mana da bulunmaktadır: O müşrikler, "Bu, bir kâhin sözüdür.
Şâir sözüdür" diyorlardı. Cenâb-ı Hak, onların bu görüşlerini nefyetmek istedi.
Bu ise, ancak olumsuzluk sigası ile elde edilebilirdi. Bunun üzerine o, "Bu,
onların dediği gibi değildir!" buyurdu, peşinden de, "Tam aksine bu, vahiydir?"
ifâdesini ekledi. Burada, bundan başka bir incelik daha vardır. O da, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Bu vahyolunuyor" şeklindeki sözü, tıpkı, "... iki kanadıyla uçar bir
kuş da yoktur ki..."(En'âm.38) buyruğu gibidir. Ki burada bir hakikatin ortaya
konulması söz konusudur. Alabildiğine hızlı koşan bir at hakkında, genelde, "Bu,
kuş!" denilir. Binâenaleyh, Cenâb-ı
Hak, (Enam,38)deyince, işte, böylesi bir mecazın söz konusu olabileceği
ihtimalini ortadan kaldırmış oldu. Aynen bunun gibi, ulu orta söz söyleyen ve
son derece de mübalağa yapan bir kimse, "Falancanın şiiri bir sihir" ve
"Falancanın sözü bir mu'cize" dediği gibi- "Falancanın sözü bir vahiy" de der...
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, "Bu, vahyolunuyor" dediği için de, yukarıdaki mecaz
ihtimali ortadan kalkar veya, çok uzak bir ihtimal haline gelir.[22]
"Ona,
müthiş kuvvetlere mâlik olan öğretti..."
(Necm, 5).
Bu hususta
da şu iki izah yapılabilir: Müfessirlerce, bu iki izahın en meşhur olanına göre,
ifâdesindeki "hû" zamiri, "vahye" râci olup, buna göre mana, "o vahyi, müthiş
kuvvetlere mâlik olan Öğretti.." şeklinde olur. Şimdi "vahy" kelimesi ile eğer
kitap manası kastedilmişse, bu gayet açıktır. Eğer ilham manası kastedilmiş ise
bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Onu, senin kalbine Emîn Rûh İndirdi..."(Suara, 83-84)
ayeti gibi olur. Evlâ olan ise, bu zamirin, Hz. Muhammed (s.a.s)'e râci bir
zamir olması ve takdirinin de "Muhammed'e, alabildiğine güçlü olan Cebrail
öğretti" şeklinde olmasıdır. Bu durumda, bu zamir, ayette geçen ifâdesine râci
olmuş olup, takdiri, "Arkadaşınıza, Cebrail öğretti" şeklinde olur. Cebrail
olup, bu "Onun ilmî ve amelî kuvveleri son derece güçlüdür. Dolayısıyla, bilir
ve amel eder" demektir.[23]
tabirinde, şöyle birtakım incelikler bulunmaktadır:
1) Öğreteni
(öğretmeni) övmek, öğreneni övmek demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak şayet, "Ona
Cebrail öğretti" deyip de, (bu ayette olduğu gibi), onu tavsîf etmeseydi, Hz.
Peygamber (s.a.s) için apaçık bir fazilet tahakkuk etmezdi..
2) Bunda, o
müşrikler için bir reddiye de bulunmaktadır. Çünkü onlar, Kur'ân hakkında, "Bu,
evvelkilerin masallarıdır. O bunları, Şam'a yolculuk yaptığında dinlemişti"
diyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da "Ona hiçbir insan öğretmedi. Tam aksine
onun muallimi, müthiş kuvvetlere malik olan Cebrail'dir, insan ise, zayıf olarak
yaratılmış olup, ona pek az ilim verilmiştir" buyurmuştur.
3) Burada,
Cebrail (a.s)'in sözüne güvenme soz konusudur. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona,
müthiş kuvvetlere mâlik olan öğretti" beyanı, güven veren unsurları ihtiva eden
bir ifâdedir. Çünkü, idrâk (anlama) kuvveti, bir kimsenin sözüne güvenmenin
temel şartıdır. Çünkü biz, (meselâ) bir kimsenin zihninin bozulmuş olduğu
zannına kapılırsak, sonra da bize, bu büyük zattan derin ve çok çetrefilli bir
mesele naklederse biz onun sözüne güvenmeyiz ve "Falanca, o zatın dediği şeyi
anlamamış" deriz. Güven unsurlarından biri de hafıza kuvvetidir. Böylece biz,
artık, "o onu idrâk etti, ama unuttu" diyemeyiz. Emânet kuvveti de böyledir.
Böylece de biz, "O onu tahrîf etti, değiştirdi..." diyemeyiz. İşte bundan ötürü
Cenâb-ı Hak, bu şartlan kapsamına alsın diye, "Müthiş kuvvetlere mâlik olan"
buyurmuştur. Böylece bu tabirde, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Çetin bir kuvvete
mâliktir.. Arşın sahibi nezdinde çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat
olunandır, bir emîhdir" (Tekvir, 20-21) ayeti gibi olmuş olur.
4) Burada, Hz.
Peygamber (s.a.s)'i teselli söz konusudur. Bu da şu bakımdandır: Allah Teâlâ,
herhangi bir mekânda değildir. O halde, Allah'ın Cebrail (a.s)'e olan nisbeti,
Muhammed (s.a.s)'e nisbeti gibidir. Bu sebeple, Hz. Peygamber Cebrail (a.s)
vasıtasıyla öğrenmiş olunca, (derecesinin) Cebrail (a.s)'inkinden noksan olduğu
anlaşılmış oldu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, "Hiç de böyle değildir. Zira o,
bizimle konuşmaya dayanabiliyor. Sen ise, buna dayanacak güce (bizim konuşmamız
karşısında) bayılıp yere düşen Musa gibi olursun" demek istemiştir. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, Hz. Muhammed (s.a.s)'e ilk önce, vasıta ile öğrettiğini, daha
sonra da vasıtasız olarak öğrettiğini söylemek istemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Ve sana, bilmediğin şeyleri öğretti" (nisa. 203) derken, Hz.
Peygamber (s.a.s) de
"Rabbim beni eğitti, ne güzel de
eğitti" buyurmuştur.[24]
"(O),
akıl sahibidir, binâenaleyh doğruldu"
(Necm, 6).
Ayetteki, ifadesi hakkında şu izahlar yapılabilir:
a) Bu, "kuvvetli"
demektir.
b) "Akıl ve din
bakımından kemâle ermiş."
c) "Büyük
görünüşlü ve heybetli."
d) "Güzel huylu"
demektir. Buna göre şayet, "Bu tabir ile "kuvvetli" manasının kastedildiğini
söylersek, onun kuvvetli olduğu zaten, "müthiş kuvvetlere mâlik" (Necm, 5) ayeti
ile biraz önce anlatılmış olduğuna göre, biz daha nasıl "O, müthiş kuvvetlere
malik, o kuvvetlidir" diyebiliriz?" denirse, deriz ki: Bu, eğer bir sıfattan
sonra başka bir sıfat gelirse güzel otmaz. Ama bir bedel olarak gelirse, bu
caizdir. Buna göre Hak Teâlâ, "Ona bu vahyi kuvvetli olan öğretti" demiş olur,
böylece de "şedîdü'l-kuvâ'yı sanki söylememiş gibi olur. Dolayısıyla bu sonraki
ifade, ikinci bir sıfat değil, bedeldir ve takdiri, "Büyük kuvvet sahibi, yahut
da kâmil kudret . sahibi..." şeklindedir. Bu durumda bu, tıpkı "Şüphesiz,
muhakkak o (Kur'ân), çok şerefli bir elçinin kelâmıdır, (bir elçi ki) çetin bir
kudrete maliktir. Arşın sahibi yanında itibarlıdır" (Tekvir, 19-20) ayeti
gibidir. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Ona kuvvetli olan öğretti de, o da dimdik
durdu" demiştir.
Buna
cevap bir başka izah da şudur: Kuvvet kelimesinin tek başına zikredilmesi, bazan
da onun meşhur ve ileri derecede kuvvetlerinin bulunduğunu beyan etmenin
yanısıra, Allah'ın ona bir başka kuvvet daha verdiğini belirtmektir. Nitekim
Arapça'da, "Falancanın malı çoktur ve onun hiç kimsenin bilmediği ayrı bir malı
daha var" denilir. Bu da, "onun görünen mallarının çok olmasının yanısıra,
bâtını malı da vardır" demektir. Bu izah, "zûmirre"den maksadın, "şiddet sahibi"
manasının olduğuna ve takdirinin, "Ona, kuvvetleri müthiş olan ve zâtında şiddet
bulunan öğretti" şeklinde olmasına göredir. Çünkü insanın bazan müthiş
kuvvetleri olur, ama cüssesi küçük ve hakir ve önemsiz olur.
Burada söyle bir incelik daha vardır: Allah Teâlâ, "şedîtiu'l-kuvâ" ifadesi ile,
Cebrail (a.s)'in ilimdeki kuvvetini; "zûmirre" ile de, bedenen kuvvetini ifade
etmiş, böylece de ilimce kuvvetli oluşu, bedence kuvvetli oluştan önce
getirmiştir. Nitekim Hak Teâlâ, bir başka ayetinde de, "(Allah) ona, ilimce ve
bedence bir genişlik
(kuvvet) vermiştir" (Bakara, 247) buyurmuştur.
ifadesi
hakkında da iki izah yapılır: Meşhur olan izaha göre, bununla Cebrail (a.s)'in,
yaratılış itibariyle doğrulduğu, dimdik olduğu manası kastedilmiştir.[25]
"O,
en yüksek ufukta idi"
(Necm, 7).
Meşhur olan, buradaki "O" zamirinin, Cebrail (a.s)'e râcî oluşudur. Buna göre
mana, "Cebrail, Allah Teâlâ'nın kendisini yarattığı şekilde, doğu ufkunda
doğruldu. Büyüklüğünden ötürü, bütün doğu ufkunu kapladı" şeklindedir. Ama zahir
olan, bu zamir ile, Hz. Muhammed (s.a.s) kastedilmiş olup, manasının "O,
hakikaten bir mekânda bulunma açısından değil de, rütbe ve değer açısından
yüksek bir mekânda iken, bir mekânda doğruldu" şeklinde olmasıdır.
Eğer,
"Allah Teâlâ. Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Cebrail (a.s)'i ufukta ayan-beyan
gördüğüne işaret etmek için, (başka bir ayette) "Andolsun kî o, onu apaçık
ufukta gördü"(j9k*r. 23) buyurmuş iken, senin izahın nasıl doğru olur?"
denilirse, biz deriz ki: O ayet hakkında da, burada dediğimizi deriz. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s), Cebrail (a.s)'i, kendisi apaçık bir ufukta iken görmüştür.
Nitekim bir kimse, "Ayı gördüm" der de, ona "Nereden gördün?" denilir. O da
"çatıdan" der, yani gören,
çatıda görülen değil... "Mübîn", ayıran demek olup, öl? (ayırdı) fiilindendir.
Yani, "O peygamber, insanların derecesiyle, meleklerin mertebesi arasını ayıran
ufukta idi." Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) o derece yükseldi ki, müntehaya. son
noktaya ulaştı, bazı peygamberler gibi nebî oldu. Vahy kendisine hem uyku
halinde, hem normal durumunda, hem de iki makamı ayırdeden ufuk-i a'lâya vasıl
olduğunda gelirdi.
İmdi
eğer, "Daha sonra gelen ifadeler, senin benimsediğin fikrin aksine delâlet
ediyor. Çünkü, "Sonra yaklaştı. Derken sarktı" (Necm, 6) ve "Andoisun ki onu
diğer bir defa da sidretü'l-müntehâ'nm yanında gördü o"(Necm,13-14) ayeti, senin
verdiğin mananın aksine delâlet etmektedir" denilirse, biz deriz ki: Bunun,
inşaallah, bahsettiklerimize uygun olduğunu, ilgili ayetlerin tefsirini yaparken
açıklayacağız.
Buna göre
eğer, "Birçok hadis de, senin söylediğin şeyin aksine delâlet etmektedir. Çünkü
haberlerde (hadislerde) varîd olduğuna göre, Cebrail (a.s) kuvvetini, aslî şekli
üzere Hz. Muhammed (s.a.s)'e göstermiş, böylece de doğu ufkunu kaplamıştır.
Deriz ki: Bunun böyle olmadığını söylemiyoruz. Ama hadiste, Allah Teâlâ'nın bu
ayetle, anlatılan bu şeyi kastettiği de belirtilmemiştir. Dolayısıyla hadise
muhalefet söz konusu değildir. Biz, ancak şunu söylüyoruz: Cebrail (a.s)
kendisini, Hz. Muhammed (s.a.s)'e iki kez göstermiş ve kanatlarını açmıştır.
Derken de böylece doğu ufkunu kaplamış ve örtmüştür. Fakat ilgili ayet, bunu
izah için gelmemiştir.[26]
"Sonra yaklaştı. Derken sarktı.
(Necm, 8).
Bu
ayetle ilgili şöyle meşhur izahlar var:
1) Cebrail (a.s),
Hz. Peygamber (s.a.s)'e yaklaştı" yani, Cebrail (a.s) ufukta iken kanadını
açtıktan sonra, inmeyi alışkanlık haline getirdiği şekline döndü; Hz. Peygamber
(s.a.s)'e yaklaştı" demektir. Bu izahımıza göre, Jl^s» ile ilgili olarak, şu üç
izah yapılabilir:
a) Bu ayette bir
takdim-te'hir söz konusu olup, "sonra o, en yüce ufuktan sarktı, derken Hz.
Peygamber'e yaklaştı" takdirindedir.
b) Bu iki fiil de
aynı manayadır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, demiş
c) "Denâ" Hz.
Muhammed (s.a.s)'e yaklaşmayı istedi ve bulunduğu yerden harekete geçti, ayrıldı
böylece, onun yanına indi, geldi" demektir.
2) "O, en yüksek
ufukta idi"(Necm,7) ayetiyle ilgili olarak en son yaptığımız izaha göre bu,
"Muhammed (s.a.s), mahlûkata-ümmetine yaklaştı, onlara yumuşak davrandı ve
onlardan biri gibi oldu.
yani, onlara yumuşak sözlerle, şefkatli davetlerle sarktı, yaklaştı ve
mesela, "Ben de sizin gibi bir insanım. Ne var ki bana vahyolunuyor"(Fussilet,
6) dedi" demektir. Bu izaha göre ifadede, iki mükemmelliyet vardır. Buna göre
Hak Teâlâ sanki, "Bu, Cebrail'in Muhammed'e getirdiği bir vahiydir. Dolayısıyla
Muhammed doğruldu, kemâle erdi, yükselişinden sonra, mahlûkata yaklaştı ve
onlara geldi ve risâleti tebliğ etti" demiş olur.
3) Zayıf ve
tutarsız bir izaha göre, ayet, "Allah yaklaştı ve sarktı" manasınadır. Bu, Cenâb-ı
Hakk'ın bir yönde ve bir mekânda olduğunu söyleyenlere göredir. Meğer ki bu
yaklaşma ile manevî bir yaklaşma kastedilmiş olsun (bu takdirde bu izah geçerli
olur). Bu izaha göre, bu ayette, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Cenâb-ı Hakk'dan
naklettiği şu
hadis-i kudsinin manası
yatmaktadır: "Kim bana bir kanş yaklaşırsa, ona bir arşm yaklaşırım. Kim
bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek
gelirse, ben ona koşarak giderim[27]"
Bu hadis, mecazî bir manaya (yaklaşmaya) işarettir. Burada, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, maddî mekân bakımından değil de, aklî (manevî) mertebeler
bakımından, doğrulup yükseldiği beyan edilince, Allah Teâlâ kendisinin "Kim bana
bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kaç kulaç yaklaşırım" hadis-i kudsisindeki
manayı gerçekleştirmek için, ona yaklaştığını belirtti.[28]
"İki
yay kadar, yahut daha yakın oldu. Kuluna vahyettiği neyse, onu
vahyetti"
(Necm, 9-10).
Bu,
"Cebrail (a.s) ile Muhammed (s.a.s) arasında, iki yay veya daha az bir mesafe
kaldı" demektir ve bu Arapların, kullanışlarına ve örflerine göre (yakınlığı
ifade için kullanmayı adet ettikleri üslûba göre) gelmiştir. Çünkü Araplardan,
iki reis veya iki büyük kişi, anlaşma yapıp, bunu imzaladıklarında, herbiri
yayını çıkarır ve herbiri, yaylan üst üste çakıştırarak (paralel tutarak)
gererler. Onların maiyyetlerindeki adamları ise, karşılıklı olarak avuçlarını
birleştirir, kulaçlarını gererler. Bundan dolayı bu işe, mübâya'a denilir. Bu
izaha, göre, ayette şöyle bir incelik vardır: "Kabe kavseyn" tabiri, bu ikisinin
iki büyük varlık sayıldığına; tabiri de, bunlardan birinin diğerine bir
üstünlüğü olduğuna delâlet eder. Çünkü halk başkana biat ettiğinde, biat edende
kavs (yay) bulunmaz. Dolayısıyla başkan onunla musafaha eder, tokalaşır. Buna
göre Hak Teâlâ sanki, "O ikisinin iki büyük emir (başkan) olduklarını,
dolayısıyla aralarında, iki yay kadar mesafe olduğunu belirtmiştir.
Yahut
da "Cebrail (a.s), Allah ile, Hz. Muhammed (s.a.s) arasında bir elçi idi. Bundan
dolayı o, Hz. Muhammed (s.a.s)'in tebaası gibi oldu. Böylece de yayını değil de,
kulacını gerip uzatan bir biatcı (anlaşmacı) gibi oldu. Bu, Hz. Muhammed
(s.a.s)'i, Cebrail (a.s)'e üstün gören kimsenin görüşüne göredir. Bu görüş, pek
azı müstesna, ehl-i sünnetin görüşüdür. Çünkü Cebrail (a.s), Allah tarafından
gönderilen, uyulması ve saygı gösterilmesi gerekli bir elçi idi. Binâenaleyh Hz.
Peygamber (s.a.s), Cebrail (a.s)'in yanında, ona tâbi olan bir zat gibi olur. Bu
izah, Cebrail (a.s)'i Peygamber (a.s)'den üstün gören, ondan daha faziletli
olduğunu söyleyenlere göredir.
Burada bahsettiğimize göre, yapılabilecek bir izah da şöyledir: "Kavs", uzaklık
manasına olup fiilindendir. Buna
göre, diyoruz ki: O uzaklık, Hz. Peygamber (s.a.s) için söz konusu olan bir
çeşit uzaklıktır. Zira, Hz. Muhammed (s.a.s), her ne olursa olsun bir insan;
Cebrail (a.s) de, her ne olursa olsun bir melektir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)
her nekadar, şehvet, gazab, cehalet ve heva-u heves gibi, melek olmaya ters
düşen sıfatlardan (o anda) kurtulmuş olsa bile, insan oluşu devam etmektedir.
Cebrail (a.s) da böyledir. O, her nekadar, görülmeye ve örtünmeye mâni olan,
kemâl ve lütuf sıfatlarını (o an için) bıraksa bile, melek olmaktan çıkmamıştır.
Dolayısıyla aralarında, ancak gerçek yapılarının meydana getirmiş olduğu
farklılıktan başka birşey kalmamıştır. Ama sona ermesi ve zeval bulması mümkün
olan diğer sıfatlara gelince, bunlar her ikisinden de kalkmıştır. Derken Hz.
Peygamber (s.a.s)'in derecesi yükselmiş, böylece beşeriyyetin (insan oluşun) en
üstün ufkuna çıkmış ve Cebrail (a.s)'e yaklaşmıştır. Cebrail (a.s) de sarkmış, böylece
meiekiyyeîin en alt ufkuna inmiş ve ikisi arasında hakikatleri ve
mahiyetlerinden başka hiçbirşey kalmamıştır.
Bu
izaha göre, birinci (vahyetti)
fiilinin failinin kim olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir:
a) Bu vahyi
yapan, gönderen, Allah Teâlâ'dır. Buna göre, ayette geçen "abdlhf" (kuluna)
ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:
1) Bu "kul", Cebrail
(a.s) olup, ayet,
"Allah Cebrail (a.s)'e
vahyetti" manasındadır. Böyle olması halinde de, son (vahyetti) fiilinin
failinin kim olduğu hususunda şu iki ihtimal vardır:
Birincisi: Bunun
faili de Allah Teâlâ'dır. Buna göre mana, vahyedilen şeyin şan ve şerefinin
yüceliğini göstermek için, "Allah Teâlâ Cebrail (a.s)'e vahyedeceğini vahyetti"
şeklinde olur.
İkincisi: Bunun
faili, Cebrail (a.s)'in her peygambere vahyettiği şeyi vahyetti" şeklinde olur.
Mananın böyle olmasında, Cebrail (a.s)'in, kendisine vahyedilen şeyler
hususunda, hiçbirşeye hainlik etmeyen, emîn (güvenilir) bir zat olduğunun beyanı
yatmış olur. Bu da tıpkı, "Onu Ruhul-Emîn indirdi"(şuara. 193) ve "O, orada
(Allah yanında) (meleklere) itaat edilen ve güvenilir olandır" (Tekvir. 21)
ayetleri gibi olur.
2) Bu "kul",
yine vahyedenin Allah oluşuna göre, Hz. Muhammed (s.a.s) olup, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in şanını
yüceltmek ve ululamak için,
ayet, "Allah, Muhammed'e,
vahyedeceğini vahyetti" şeklinde olur.[29]
Yaptığımız tefsire göre bu ayetler, son derece güzel birtertib içinde olmuş
olur. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s), başlangıçta insana ait derecelerin en
üstününde bulunmuş ki bu, nübüvvet derecesidir. Derken, nübüvvet derecesindeyken
Cebrail (a.s)'e yaklaşmış, böylece resul olmuş, derken doğrulmuş, kemâle ermiş,
ümmetine jtufla yaklaşmış, onların yanına, güzel sözler söylemek suretiyle
sokulmuş, böylece de birkaç kez, ümmeti ile Rabbi arasında gidip gelmiştir.
Derken, Allah Teâlâ ona, Cebrail (a.s)'i vasıta kılmaksızın, vahyedeceği şeyi
vahyetmiştir.
b) Birinci "vahyetti"
fiilinin failinin Cebrail (a.s), Allah'ın kullarından bir kul olan Muhammed
(s.a.s)'e vahyetti. Burada, "Allah" lafzı, daha önce açıkça zikredilmese de,
malumdur, vardır (Bunun faili, O, kabul edilebilir). Hak Teâlâ'nın, "Onların
hepsini toplayıp, sonra meleklere, "Bunlar mı size tapıyorlardı?" diyeceğimiz o
gün, onlar, "(EyRabbimiz), Seni tenzih ederiz. Bizim velimiz, onlar değil,
sensin. Onlar aslında bize değil cinlere tapıyorlardı" (Sebe, 40-41)
ayetlerinde, bu lafzın, Hz. Peygamber (s.a.s) için kullanılamayacağını kesin
olarak gösteren bir husus mevcuttur. Bu izaha göre, ikinci "vahyetti" fiilinin
faili şu iki şey olabilir:
Birincisi: Bu, Cebrail (a.s)'dır ve ayetin manası, bu vahy işinin yüceliğini ve
saygınlığını göstermek için, "Cebrail, Allah'ın kulu Muhammed'e
vahyedeceğini vahyetti" şeklinde olur.
İkincisi: Bunun
faili, Atlah Teâlâ'dır ve mana "Cebrail, Hz. Muhammed'e, Allah'ın kendisine
vahyettiği o şeyi vahyetti" şeklinde olur.
Vahyedilen şeyin ne olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
1) Vahyedilen
şey, namaz emridir.
2) Bu, "Peygamberlerden hiçbiri, senden önce,
ümmetleri de senin ümmetinden önce, cennete giremeyecekler" hükmüdür.
3) Ayetteki, ism-i
mevsûlü, umûmî bir mana ifade eder ve bununla, "Cebrail'in getirdiği vahyettiği
herşey" kastedilmiştir. Bu, burada vahyedilen zatın, Cebrail (a.s) olması
görüşüne göre, doğru bir izahtır. "Kulu" sözü ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
kastedilmiş olmasına göre, ilk iki izah daha açıktır.
Burada, Arapça açısından garip, fakat usulcülerce manası meşhur, şöyle bir başka
izah daha yapılabilir: Biz bunu soru-cevap üslubuyla açıklayalım: Hz. Muhammed
(s.a.s), Cebrail (a.s)'in Allah katından bir melek olup, bir cin olmadığını
hangi kıstasla anlayabilmiştir? Hz. Hatice'nin bunun için deneme olsun diye,
başını açıp saçını gösterdiğinin söylenmesi hususu son derece tutarsızdır. Eğer
bu sözü söyleyen, bunu bilmenin (anlamanın), bu gibi şeylerle olabileceğini
iddia ediyorsa... Bu eğer bu rivayeti ve Hz. Hatice (r.a)'nın böyle yaptığını
kastediyorsa, buna da birşey demiyoruz. Çünkü onun böyle yapması, yadırganacak
birşey değildir. Esas yadırganacak şey, Hz. Peygamber (s.a.s)'in onun melek
olduğunu anlamasının, Hz. Hatice'nin bu dvranışıyla meydana geldiğinin iddia
edilmesidir. Çünkü şeytan, meselâ Hz. Hatice'nin iddia edilmesidir. Çünkü
şeytan, mesela Hz. Hatice'nin, başını açması halinde de kaybolabilir, böylece de
o meleğe benzemiş olur, böylece yine karışıklık ve belirsizlik meydana gelir.
(Ne dersiniz?) Bu hususta verilebilecek en doğru cevap şu iki şekilde olabilir:
a) Nasıl Cenâb-ı
Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'in elinde, sayesinde, onun bir peygamber olduğunu
anladığımız mucizeler göstermiş ise, Cebrail (a.s)'in elinde de, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, onun Cebrflil (a.s) olduğunu anlayabileceği mucizeler göstermiştir.
b) Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s) de, onun bir cin ve şeytan değil de, Allah kattndan
gönderilmiş bir melek olduğuna dair zarurî (kesin) bir bilgi yaratmıştır. Bu
tıpkı, Hak Teâlâ'nın, Cebrail (a.s)'de, onunla konuşanın bizzat Allah Teâlâ
olduğuna, onu gönderenin-vazifelendirenin başkası değil, bizzat Rabbi olduğuna
dâir zarurî (kesin) bir bilgi yaratması gibidir. Bu iki cevap bilindiğine göre,
diyoruz ki: Ayetteki "Kutuna vahyettiği neyse, onu vahyetti" ifadesi hususunda
şu iki izah yapılabilir:
1) "Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e, Cebrail (a.s)e vahyettiği şeyi vahyetti." Bu, "Allah
Teâlâ, o peygambere, ya bunun bir vahiy olduğunu söyledi (bildirdi), yahut da
onda, bu hususa dâir zarurî (kesin) bir bilgi yarattı."
2) Allah Teâlâ
Cebrail (a.s)'e, onun Hz. Muhammed (s.a.s)'e sayesinde bunun bir vahiy olduğunu
bileceği şeyi, yani bunun delilini vahyetti. Buna göre, ayetteki (U) edatının,
mâ-i masdariyye olup, "Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, melek ile cinni
birbirinden ayırdedebilsin diye, kendisine yapılan o vahyetmeyi bilmeyi vahyetti"
manasındadır.[30]
"Onun
gördüğünü, kalbi yalana çıkarmadı"
(Necm, 11).
Bu ayetle
ilgili birkaç mesele var:[31]
Ayette bahsi geçen "fuâd" (kalb), kimin kalbidir? Diyoruz ki: Meşhur görüşe
göre, bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kalbi
olup, ayet, "Onun kalbi, gördüğü bu
şeyleri yalan (aldatmaca) saymadı" manasındadır. Buna göre "fuâd"ın başındaki
elif-lâm "ahd-ı haricî" ifade etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'den,
"Kuluna vahyetti"(Necm,10) "O, en yüksek ufukta İdi" (Necm, 7) ve "Sahibiniz
sapmadı..." (Necm, 2) ayetlerinde daha önce bahsedilmiştir. Bu elif-lâm ile,
"cins" manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir, yani "cins olarak bütün
kalbler, bunu yalanlayan, "vehim" ve "hayal" olup, bunlar meselâ şöyle derler:
"Havadan daha saydam olup hava görülmediği halde, nasıl olur da Allah veya
Cebrail görülebilir? Eğer O (a.s), Rabbini gördüyse, O'nu bi' şekil üzere
görmüştür ki, bunların hepsi de, görülen o şeyin, ilah olmasına münâfîdirler.
Binâenaleyh, şayet, "Hz. Muhammed (s.a.s) Cebrail (a.s)'i, "Dihye ya da başka
bir şekil üzere görmüş olsaydı, bu demektir ki, Cebrail (a.s)'in hakikati
değişebilir. Eğer bunun olabileceği kabul edilirse, o zaman da, müşahede edilen
şeyler hakkında itimat kalkar..." Biz deriz ki: Allah'ın ve Cebrail (a.sj'in, Hz.
Muhammed (s.a.s)'in gördüğü üzere görülmeleri, kalbi olan kimselerce caizdir.
Her ne kadar, nefs-i mütevehhime ve mütehayyile (vehmeden ve hayal eden nefs)
bunu kabullenmiyor ise de, "onun fuâdı-kalbi" bunu kabulleniyor.[32]
ifâdesi, ne anlamdadır? Biz deriz ki: Bu hususta şu
izahlar yapılmıştır:
1) Zemahserî'nin
yaptığı izaha göre, onun kalbi, bunu yalan
saymamış ve "Senin gözünün gördüğü şey doğru değildir" de dememiştir. Şayet onun
kalbi, böyle söylemiş olsaydı, o zaman, söylediği şey hususunda yalancı olmuş
olurdu. Ki, Zemahşeri nin yapmış olduğu bu izah, Müberredin yaptığı izaha
yakındır. Çünkü Müberred, bunun anlamının, "Kalbi, gördüğü şey hususunda
tasdikde bulundu...".şeklinde olduğunu söylemiştir ki, bu da, "O bir şey gördü,
böylece de kalbi onu bu hususta tasdik etti" demektir.
2) Bu kelime,
şedde ile mâ kezzebe şeklinde de okunmuştur ki, buna göre ayetin anlamı, "Onun
kalbi, "Bu görülen şey, hakikati olmayan bir hayaldir..." demedi..."
şeklindedir.[33]
3) Bu izah,
bizim biraz önce bahsettiğimiz şu hususu destekleyen bir açıklama olup şöyledir:
Muhammed (s.a.s), Cebrail (a.s)'i gördüğünde, Allah Teâlâ, Muhammed (s.a.s)'de,
bu işin bir hayal olmadığına dâir kesin bir bilgi yaratmıştır. Ki bu da, "Onun
kalbi, bunun yalan olmasını mümkün görmedi" demektir. Çünkü, herhangi bir şeyin
vuku bulmasını nefyederek, aslında onun mümkün olmasını nefyetme kasdı çokça
vâkî olur. Nitekim Cenâb-ı Hak 'Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz.." (Zümer, 6)
"Gözler O'nu idrâk edemez..."(Enam, 103) "Rabbin... gafil değildir"(Hud, 123)
buyurmuştur. Ki, bütün bunlar, cevâzm nefyini ifâde ederler. Ama, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Muhsinlerin ecrini zayi etmeyiz.." (Tevbe, 120), "Ameli iyi olanın
ecrini zayi etmeyiz.." (Kehf. 30) ve ''Kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz..."
(nisa, 84) ifâdeleri ise böyle değildir. Çünkü bunlar, vukûun nefyini ifâde
ederler.[34]
Ayetteki, ifâdesindeki "gören", ya onun kalbidir, ya onun gözüdür veyahut da
ikisinden başkasıdır. Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu gören, onun
kalbidir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta "Onun kalbi, kalbini gördüğü şeyi yalancı
çıkarmadı, yalan saymadı" demek istemiştir ki, bu da, "Onun kalbi, bunun cin
veya şeytan olduğunu söylemedi, tam aksine, kalbi ile gördüğü o şeyin, sahih ve
doğru olduğuna kesinkes inandı" demektir.
2) Bu, onun gözüdür. Buna göre, "Onun kalbi,
gözünün gördüğü şeyi yalana çıkarmadı ve gözünün gördüğü şeyin bir hayal
olduğunu söylemedi" demektir.
3) "Kalbler,
Muhammed (s.a.s)'in gördüğü şeyi yalana çıkarmadı" demektir. Bu, bizim füad
kelimesinin başındaki elif-lâm'ın cins için olduğunu söylememiz halinde vazıh
olup, bu da, "Her ne kadar vahim ve, bunun böyle olduğunu itiraf etmeseler dahi,
kalbler, Muhammed
(s.a.s)'in gördüğü o
şeyin doğruluğuna şehâdet
etmektedirler" anlamfndadır.[35]
ifadesiyle, görüldüğü belirtilen, o görülen şey nedir?
Biz deriz ki, bu, biraz önce geçen ihtilâfa göredir. Bu
sözün muhtemel olduğu şey ise, şu üç şıktır:
a) Allah Teâlâ,
b) Cebrail (a.s),
c) İlahî ilginç
ayet ve mu'cizeler..
İmdi eğer;
"Herhangi bir tenkit olmaksızın, kendisinden, Cenâb-ı Hakk'ın bir cihette
bulunan bir cisim olduğu neticesi çıkmaksızın, Allah'ı görmeksizin, Allah'ı
görmek nasıl mümkün olur?" denilirse, biz deriz ki:[36]
İnsan, bir mekânda bulunan bir adam hakkında düşünüp, "Bu, Allah Teâlâ'nın
kendisini gördüğü; Allah tarafından görülen şeydir.." dediğinde, bir de, hiç
mevcut
olmayan bir şey hususunda
tefekkür edip, "Bu da Allah Teîâ'nın kendisini gördüğü; Allah tarafından görülen
şeydir" dediğinde, bu iki söz arasında bir fark gözetir. Çünkü insanın aklı,
birinci sözü doğruladığı halde, ikincisini yalanlar. Bu, onun Ailah Teâlâ'nın
malûmu olması anlamında değildir. Çünkü, bu kimse şayet, mevcut olan da ma'dum
olan (olmayan) da, Allah tarafından bilinir, O'nun malûmudur" diyecek olsa, onun
bu sözünde bir bozukluk, bir imkânsızlık olmaz, böyle bir şey hissedilmez. Çünkü
Allah âlim olması manasında görücüdür.[37]
Sonra, Allah Teâlâ, görülen şeyin karşısında, bir cihette ve onun mukabilinde
olmaksızın da görür. Bu, varlıkları, ancak muayyen bir cihette görebilmesi
sebebiyle insanın havsalasının kolay kolay alacağı bir husus değildir.
Dolayısıyla vehim, bir cihette olmanın kesin ve zorunlu olduğunu söyler. Bu
hususu şu da doğrular: Sen, suda ay'ı görürsün. Halbuki, gerçekte, suya
baktığında ay'ı, ancak semânın üzerinde bulunduğu yerde görmektesin ama şu anda
sen ay'ı suda görüyorsun.. Çünkü, gözden çıkan şualar, bununla bitişti,
dolayısıyla su, bu şuayı semâya yansıttı. Ancak
ne var ki senin vehmin, gördüğü şeylerin pek
çoğunu, karşısında olarak gördüğü için, arkasında, ötesinde olan şeyi görmeye
alışkın değildir. İnsan, o şeyi ancak ona doğru yöneldiğinde görür. İşte bu
sebeple o, "Ben ay'ı gördüm" demektedir. Halbuki görme işi, görülen şey,
gözbebeğinin karşısında olduğu zaman gerçekleşir. Şu anda, gözbebeğinin
mukabilinde, sudan başka bir şey yoktur. İşte buna binâen o, bu durumda, ayı,
suda gördüğüne hükmeder. Dünyevî işlerin ekserisi, vehmî ve hissi oldukları
için, bu âlemde vehim, akla baskın çıkmıştır. Ahirette ise, vehimler kalkacak,
anlayışlar parlayacak ve eşya, mekânda olduğu için değil, var olduğu için
görülecek.
Bil
ki, Allah'ın görülebileceğini kabul etmeyenlere, Cebrail (a.s)'in de
görülebileceğini kabul etmemeleri gerekir ki, bunda da, risâleti inkâr
yatmaktadır. Bu ise küfürdür. Allah Teâlâ'nın görülmesini inkâr etmekde de,
nerdeyse küfür olabilecek bir şey bulunmaktadır. Zira Allah'ın görülmesi
hususunda şüphe eden kimse, şöyle demektedir: "Şayet Allah'ın görülmesi mümkün
olsaydı, onun görülmesi vacib de olurdu. Çünkü duyu organlarımız sapasağlamdır.
Allah Teâlâ da, bir perde arkasında değildir ve o, bir cihette ve bir mekânda
olmadığı için de, bizden son derece uzak da değildir. Binâenaleyh şimdi, o
görülebilse de, biz onu göremesek, o zaman, müşahedeye dayanan bu duyu
yetilerimiz hakkında bir ta'n söz konusu olur. Çünkü bu durumda, yandaşımızda
bir dağ olabilir, ama biz onu görmemiş olabiliriz!.." Bu fikri savunana şöyle
denebilir: Cebrail (a.s)'in, yanında başkaları olduğu halde ve Hz. Peygamber
(s.a.s) de onu gördüğü halde, Hz. Muhammed (s.a.s)'e geldiği doğru ve gerçektir.
Şimdi caiz olan şey, mutlaka olması gerekli hâle dönüşmüş olsaydı, onu herkes
görürdü.
İmdi
eğer: "Orada bir perde vardı" denilirse biz deriz ki, orada bir perdenin
olduğunun da görülmesi gerekirdi. Çünkü, onların anlayışlarına göre,
görüldüğünde, perde de perdelemiş olmaz. Ayrıca, Hz. Muhammed (s.a.s)'in Rabbini
kalbi ile görüp görme kuvvetinin kalbine konulduğu, yahut gözüyle görüp kalbinin
gözüne yerleştirildiğine dair naslar bulunmaktadır. Nasıl böyle olmasın ki, ehl-i
sünnete göre, rû'yet,
kulun kudretiyle değil, irâde ile olmaktadır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, bir
şeyin bilgisini görme yoluyla meydana getirirse, rû'yet; kalb yoluyla îcad
ederse, marifet olur. Allah Teâlâ, kalbte algılayan bir kabiliyeti yaratmaya
kadir olduğu gibi, gözde de, malûmatı algılayan bir yeteneği yaratmak suretiyle,
o şeyin bilgisini meydana getirmeye kadirdir. Bu meselenin vukuu hakkında sahabe
arasında ihtilâf vardır. Bir şeyin vukuunda ihtilâf ise, onun olabileceği
hususunda ittifakı ifâde eder. Bu
mesele, akâid kitaplarında, geçmektedir. Dolayısıyla biz bu konuda uzatmıyoruz.[38]
"Şimdi siz onun bu görüşüne karşı da, kendisiyle mücadele mi edeceksiniz?
Andolsun ki, o, onu diğer bir defa da Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında
görmüştü..." (Necm, 12-14).
Bu, "Siz
nasıl onunla mücadele ediyor ve o gördüğü şeyi ayne'l-yaktn görmesine rağmen,
ona karşı şek ve şüpheler ortaya atıyorsunuz? Halbuki, gördükten sonra, artık
şüphe edilemez. O halde bu demektir ki, o, kesindir. Ve bu hususta yakîn
sahibidir. Siz ise, ona cinnin isabet ettiğini söylüyorsunuz.." demektir.[39]
Şöyle
de denebilir: Ayetin bu ifâdesi, biraz önce geçen hususu te'kîd eden bir
ifâdedir. Zira, bir şeye kesinkes inanan bazan kendisinden başkalarının şüphe
etmesini Önleyemeyecek bir durumda olur. Cenâb-ı Hak bu hususu, "Andolsun ki o,
onu diğer bir defa da Sidretü'î-Müntehâ'nm yanında görmüştü..." ifadesiyle
te'kid etmiştir. Bu böyledir, zira Hz. Peygamber (s.a.s) yeryüzündeyken onu
görünce, bunun cinlerden olduğunun söylenilmesi son derece uzak bir ihtimâl
olur. Zira biz biraz önce, Hz. Peygamber (s.a.s) de, bunun gönderilmiş bir elçi
olduğuna dair zorunlu bir bilginin meydana getirildiğini beyan etmiştik. Uzak
bir ihtimal ise, karar vermeye ve kesin hükme varmaya engel olmaz. Baksana biz,
geceleyin uyuyup da, gündüzün uyandığımızda, meselâ bu denizin, biz uyurken
kurumadığını suyunun çekilip batmadığını; meselâ bu dağın da yok olmadığını ve
başka yere hareket etmediğini kesinkes söyleyebiliriz. Halbuki böyle bir ihtimal
söz konusu edilebilir. Çünkü Allah Teâlâ, biz uyurken böyle yapmış,
uyandığınızda da onları aynı hale döndürmüş olabilir..
Binâenaleyh, Hz. Muhammed (s.a.s), onu, altına göğün üzerinde İken Sidretü'l-Müntehâ'da
görünce, artık orada ne bir cin, ne de bir insan bulunma ihtimali söz konusu
olmaz. İşte Cenâb-ı Hak bu ihtimali de bertaraf ederek, "Şimdi siz, onun, bizzat
çıplak gözle olan bu görüşüne karşı da, kendisiyle mücadele mi ediyorsunuz?"
buyurmuştur. Hem nasıl, o onu semâda gördüğü halde, bu hususta bir söz söyleme
cesaretini bulabiliyorsunuz? bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:[40]
ifâdesinin
başındaki vâv'm, beyân ettiğimiz üzere atıf vav'ı olması muhtemel olduğu gibi
haliyye vâv'ı olması da
muhtemeldir. Ki bu, "Daha nasıl sizler onun, hakkında hiç şüphe etmeyeceği bir
biçimde görmüş olduğu o şey hususunda onunla mücadele ediyorsunuz?.." demektir.
Bununla birlikte bu konuda bir takım şek ve şüpheler ileri sürme ihtimali
kalmaz. Çünkü, bir şeye inanan bir kimse, o şeyde de çoğu kez şüphe edebilir. Ne
var ki, bu şüpheler onun üzerine gidip gelir ve bunları cevaplamak da mümkün
olmaz. Bununla birlikte, bahsettiğimiz o misâlde de olduğu gibi, durumun böyle
olmasında bir kusur bahis mevzu değildir. Çünkü biz, (yukardaki misâlde de
olduğu gibi), o denizin altın olmadığı, o dağın atılmış bir yün olmadığı
hususunda asla şüphe etmeyiz. Ama birisi bize, bir takım şek ve şüpheler
telkininde bulunsa ve "Sen uyurken, Allah Teâlâ onları bu hale (yani denizi
altına, dağı da yüne) çevirdi, daha sonra da yeniden eski haline döndürdü" dese,
buna cevâp vermeniz mümkün olmaz. Ama ne var ki biz, bunların eski halleri üzere
berdevam olduklarında şüphe etmeyiz.
ifâdesinin
başındaki Ifim'ın aynı ifâdenin başında bulunan vâv'a ters düştüğü söylenemez.
Çünkü bu ifâdeyi kullanan kimse, lâm getirmeksizin de diyebilir. Biz diyoruz ki,
hâl için olan o vâv, cümle başına gelmiştir. Cümle ise, mübtedâ ve haber, yahut
fiil ve failden meydana gelir. Ki, bunların her ikisinin başında da lâzım
bulunması caizdir.[41]
kelimesi, vezninde olup,
"nüzûl-inmek" kökündendir. O halde bu demektir ki bu ifâde, cülus
kökünden olan celse kelimesi gibidir. Bu kelime, mutlaka, bir inişin söz konusu
olduğunu gösterir. O halde bu iniş, (bu geri gelme), kimden dolayı olmuştur? Biz
deriz ki bu hususta bir takım izahlar yapılmıştır ki, bunlar da, kelimesindeki
"hû" zamirinin kimle alâkalı olduğuna varıp dayanmaktadır. Bu hususta iki görüş
vardır;
Birinci Görüş:
Bu zamir, Allah'a râci olup, "O Allah'ı, diğer bir defa da gördü.." demektir. Bu
izah, ayetindeki görülen şeyin, Allah olduğu görüşüne dayanır. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, Rabbini, kalbiyle iki kez gördüğü de ileri sürülmüştür. Böyle olması
halinde bu "iniş"in, şu iki şeyden olmuş olması muhtemeldir:
a)
Allah için.. Buna göre de şu iki izah yapılabilir:
1)
Bu, Allah'ın hareket ve intikâlde bulunabileceğini caiz görenlerin iddiasıdır
ki, bu batıldır.
2)
Bu inme işi, maddî değil manevî yaklaşma şeklinde olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ,
kulu kendisini görmeksizin, kuluna, rahmet ve lütfü ile yaklaşır. İşte bundan
ötürü, Hz. Musa (a.s), "Rabbim (kendini) bana göster.,"(Araf,143) demiştir ki,
bu, "Seni görmem için, azamet ve celâl perdelerini kaldır ve kuluna rahmet ve
lûtufla yaklaş.." demektir.
b)
"Muhammed (s.a.s) Allah'ı ikinci kez gördü..." demektir. Bu durumda da bu, şu
iki manaya gelebilir:
1)
"Hz. Peygamber, hevâ u heves ve nefs binitinin sırtına bindi, oturdu, (onları
gemledi)..." demektir. İşte bundan dolayı hevâsınin sırtına binen kimseye
"Yeryüzünde azdı ve büyüklük tasladı..." denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak da,
"Firavun, yeryüzünde büyüklük tasladı" (Neml, 4) buyurmuştur.
2)
Ayetteki o "nezleten" kelimesiyle, zıddı, yani "çıkma, yükselme" mânâsı
kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak sanki "O, onu bir başka çıkışta gördü..." demek
istemiştir. Cenâb-ı Hak, "çıkarken.." yerine, "inerken" ifâdesini kullanmayı
tercih etmiştir; zira, ahiretteki çıkışın, inişi yoktur. İşte bunun, dünyada
olan kimse tarafından yapıldığı bilinsin diye, "nezleten" Duyurulmuştur.
İkinci
Görüş: Bu zamir Cebrail (a.s)'e ait olup, "Hz. Peygamber, ikinci kez inişinde
Cebrail'i gördü.." demektir. Mânânın böyle olması halinde, bu inme işinin, Hz.
Muhammed (s.a.s)'e ait olması da muhtemeldir. Çünkü Miraç gecesi ile ilgili
haberlerin birinde vârid olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Cebrail (a.s)'in
Önüne geçti ve Cebrail (a.s) ona, "Şayet bir parmak ucu kadar yaklaşacak-olsam
yanar kül olurum.." dedi . Daha sonra Hz. Peygamber Cebrail (a.s)'in yanına
dönüp geldi ki, bu hal, âyette, "nezleten" kelimesiyle ifâde edilmiştir.
Buna göre
şayet, "Peki o halde daha nasıl "bir başka" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz
ki, Hz. Peygamber (s.a.s) namazla ilgili olarak, birkaç kez gidip geldi. O halde
bu demektir ki, her defasında Cebrail (a.s)'in önüne geçiyor ve yine her
defasında Cebrail (a.s)'in yanına geliyor. Bu inme işinin, Cebrail (a.s)'e ait
bir iş olması da muhtemeldir. Bu iki husus da nakledilmiş olup, buna göre rfj*
iîjî tabirinin mânâsı açıktır. Çünkü, Cebrail (a,s)'in birçok inişi vardır. Aslî
suretinde olduğu halde Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanma inişi, iki defa olmuştur.[42]
Cenâb-ıHak, "Sidratü'I-Müntehâ'nınyanında..."buyurmuştur. Meşhur olan görüşe
göre Sidra, üzerinde sedir ağacının meyvesine benzeyen meyveler bulunduğu halde,
yedinci kat gökte olan bir ağaçtır. Bunun semanın altıncı katında olduğu da
ileri sürülmüştür. Bir haberde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "O ağacın meyveleri,
Hecer mevkiinin küp gibi olan meyveleri gibidir. Yapraklan ise, fil kulakları
gibidir" buyurduğu vârid olmuştur. Sidratü'l-Mürrteha tabirinin, "en ileri
derecede duyulan hayret ve şaşkınlık" mânâsına geldiği ve "es-sederet"
kelimesinden olduğu da ileri sürülmüştür. »t-Sederetu kelimesi de, tıpkı tekebe
kelimesinin rftklb kelimesinden müştak olması gibidir. Bu ifâde, akıl, daha
fazlasının olmayacağı bir biçimde hayret ettiği zaman kullanılır. Halbuki Hz.
Peygamber (s.a.s) şaşmamış, kaybolmamış (kendinden geçmemiş) ve gördüğünü iyice
görmüştür. ifâdesinin başındaki İnde burada, ya
mekân zarfı, ya da zaman zarfıdır. Biz diyoruz ki, meşhur olana göre, bunun
zarf-ı mekân olması ve takdirinin de, "Hz. Peygamber, Cebrail'i veya başkasını,
Sidratü'l-Müntehâ'nm yakınında gördü" şeklinde olmasıdır. Bunun, zarf-ı zaman
olabileceği de ileri sürülmüştür. Nitekim Arapça'da, "Gün doğarken namaz kıldım"
denilir.
Buna göre,
ayetin takdîrî, "o onu, en ileri hayret esnasında gördü..." şeklinde olup, bu,
"O onu, aklı olanların akıllarının şaştığı bir zamanda gördü.." demektir.
Görmek, ilimlerin en ileri derecesidir. O vakit de, cehalet ve şaşkınlık
vakitlerini en ileri derecede olduğu bir vakit dilimidir. O halde bu demektir
ki, "Hz. Peygamber (s.a.s) akıllıların şaşması normal olan bir vakitte dahî
şaşmadı." Allah en iyisini bilendir.[43]
Biz,
ayetin mânâsının, "Peygamber,
Allah'ı gördü..." şeklinde olduğunu söylersek, o zaman, "Sldratü'l Müntehâ'nın
yanında..." ifâdesi nasıl anlaşılmalıdır. Biz deriz ki, bu hususta da şu
görüşler ileri sürülmüştür:
1)
Allah'ın mekânda bulunabileceğini ileri sürenlerin iddiası ki, bu bâtıldır. Biz
bunun bâtıl olduğunu, Secde Sûresi'nde tafsilatlı bir biçimde anlatmıştık.
2) "Hz. Muhammed
(s.a.s), Sidratü'l-Müntehâ'dayken onu, Allah'ı gördü" demektir... Çünkü zarf,
daha önce de verdiğimiz misâlde de olduğu gibi, bazen gören kimseye ait olan bir
zarf olur. Nitekim "Hilâli, ayı gördüm" denilir. Bunun üzerine bunu söyleyene,
"Onu nereden gördün?" denilir de, bunun üzerine o, "Çatıdan" veya "Falanca
ağacın yanından" der. Biz bu görülen şeyin Cebrail (a.s) olduğunu söylememiz
hâlinde, bu iki maddenin izahı gayet açıktır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
Sİdratü'l-Müntehâ'da Cebrail ile beraber olması ise daha açıktır.[44]
Sidra
kelimesinin el-müntehâ'ya izafeti, ne tür bir izafettir? Biz deriz ki, bu
hususta da şu izahlar yapılabilir:
1)
Bu, bir şeyin mekânına izafe edilmesi kabilindendir. Nitekim Arapça'da, "Falanca
beldenin ağaçları soğuktan uzamıyor"; "Cennetin ağaçları kurumazlar, meyveden de
hiç hâli olmazlar" denilir. Bu durumda müntehâ kelimesi, Cebrail (a.s)'in
aşamayacağı yere işaret etmiş olur. Bunun, hiçbir ruhun aşamayacağı bir yer
olduğu da ileri sürülmüştür.
2)
Bu, bir yerin, o yerde oturana izafeti kabilindendir. Nitekim Arapça'da "Fıkıh
kitabı..." "karanlık yer., "denilir. Bu izaha göre, Müntehâ, Sklra'nin yanında
olmuş olur, ki bunun da takdiri, "ilimlerin nihayete erdiği yerdeki Sldre'de
şeklinde olur.
3) Bu, mülkün
mâlikine izafeti kabilindendir. Nitekim Arapça'da, "Zeyd'in Zeyd'in ağaçları"
gibi ifâdeler kullanılır. Buna göre, "kendisine varılan – müntehi ileyh, mahzûf
olup, takdiri, 4şeklindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Onun nihayet (üm)i ancak
Allah'a aittir"(Naziat, 44) buyurmuştur. O halde bu demektir ki, "müntehâ ileyh"
Allah Teâlâ'dır. Bu durumda, Sidre'nin bu kelimeye muzaf otuşu, tıpkı şeref
vermek ve ululandırmak için, "beyt"in Allah'ın izafeti, (Beytullah - Allah'ın
evi) gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ı teşbih ederken de, gayelerin gayesi" ve "Ey arzuların varıp dayandığı zât!"
denilir.[45]
"Ki,
Cennetü'I-Me'vâ onun yanındadır" (Necm, 15).
Bu
cennetin, hangi cennet olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Kimileri,
Cennetü'l-Me'va'nın, müttakilere va'dolunan cennet olduğunu söylemişlerdir ki,
bu durumda cennet kelimesinin "el-me'vâ"ya izafeti, tıpkı "... ikamet yurdu..."
(Fatır, 35) âyetindeki izafet gibi olmuş olur. Bunun, kendisinde şehitlerin
ruhlarının bulunduğu bir başka cennet olduğu da ileri sürüldüğü gibi, bunun
meleklere âit bir cennet olduğu da ileri sürülmüştür. Bu ifâde hâ ile
şeklinde de okunmuş olup, mânâsında olmak üzere "bürüdü, örttü" fiilinden
müştaktır. Nitekim Arapça'da, ifâdeleri kullanılır. Bu kıraate göre, iâi*
ifâdesindeki zamirin, kelimesine râci olması muhtemel olup, bu, "inerken,
Muhammedi, el-Me'va Örttü, bürüdü; onu barındırdı..." anlamındadır. Zahir olan
ise, bu zamirin, Sidre'ye râci olmasıdır. Doğru olan da budur. Bu okuyuşu Hz.
Aişe'nin kabul etmediği ileri sürüldüğü gibi, onayladığı da ileri sürülmüştür.[46]
"O
(gördüğü) zaman, Sidre'yi buruyordu onu bürümekte olan..." (Necm, 16).
Bu
ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:[47]
Bu
ifâdenin başındaki edatının âmili,
kendinden Önce geçenler mi, yoksa sonra gelenler midir? Bu hususta, iki
izah
bulunmaktadır. Şimdi biz bunun âmilinin kendisinden önce ifâdeler olduğunu
söylersek, bu hususta şu iki ihtimal söz konusudur. Ki bunların en açığı, bunun
âmilinin tfj fiilinin olmasıdır. Buna göre, mânâ "Peygamber onu, Sidre'yi
bürüyen şeyi, onu bürüdüğünde gördü.." şeklinde olur. öteki ihtimal ise, "Bunun
âmili, Üji masdannda âmil olan fiildir.." denilmesidir. Buna göre kelâmın
takdiri, "O onu bu inişin, Sidre'yi bürüyen şeyin onu bürümesi zamanında
gördü.." şeklinde olur ki, bu da, "O peygamberin inişi, ancak, Sidre'de ilginç
şeyler zuhur ettikten ve onu bürüyen şey, onu bürüdükten sonra olmuştur.."
demektir. Bu durumda, Hz. Muhammed (s.a.s)'in yeniden inişi, faydasız ve
hikmetsiz olarak geri dönmediğine bir işaret olmuş olur. Biz bunun âmilinin,
kendisinden sonra gelen şey olduğunu söylersek, bu durumda ondaki âmil,
(Necm,17) cümlesi olmuş olur. Ki bu, "Onun gözü, Sidre'yi bürüyen şey Sidre'yi
bürüdüğü vakitte (bile hedefinden) sapmadı, meyletmedi.." demek olur ki, biz bu
hususu, bu âyeti tefsir ederken ele alacağız.[48]
Sen,
yaptığın izahların birinde, Sldretü'I-Müntehâ ifâesinin, "doruk noktaya ulaşmış
bir şaşkınlık anlamına geldiğini söyledin. Ayetteki, ifâdesi, bu izaha göre, bir
çelişkiyi çağrıştırmaktadır. Binâenaleyh bunun tashihi ve izahı mümkün müdür?
Biz deriz ki: Şöyle demek mümkündür: Buradaki "bürüme" ile kastedilen, hâl
üzerine bir başka halin bürünmesi olup, bu da, bu şaşkınlık hâli üzerine bir de
görme ve yakînen hissetme hâli gelmiştir.." demektir. O halde, "Muhammed
(s.a.s), aklın gördüğü şeyden hayrete düştüğü bir sırada ve Allah'ın fazlından
ve rahmetinden kaynaklanmak üzere, o ha) üzere gelen şeylerin gelip de arız
olduğu bir sırada gördü.." demektir. Ama, birinci mânâ doğrudur. Çünkü, biraz
önce de bahsettiğimiz gibi, Sidre'nin meyvelerini Hecer mevkiinin küp gibi olan
meyveleri gibi olduğu hakkındaki rivayet, Sidre'nin bir ağaç olduğuna delâlet
etmektedir.[49]
Sidre'yi
bürüyen şey nedir? Biz deriz ki, bu hususta da izahlar bulunmaktadır:
1)
Bunlar, altından olan kelebek veya çekirgelerdir. Bu
görüş
zayıftır. Zira, bu husus, ancak nakîî bir delil ile sabit
olabilir.
Bu görüş zayıftır. Zira, bu husus, ancak naktî bir delil ile sabit olabilir.
Şimdi
bu hususta
sahiîh bir haber var ise, bu mutlaka te'vîl edilir. Yok eğer sahîh bir haber
yoksa, bunu söylemenin,
bir-âlemi yok...
2)
"Sidre'yi, adetâ kuşlar gibi olan melekler bürümüştürler." Bu, olabilir. Çünkü
orası, meleğin öteye geçemediği bir mekândır. O halde bu demektir ki, tıpkı
insanların Kabe'yi ziyaret edip orada toplanmaları gibi, melekler de oraya kadar
yukseiebiliyor, onunla şerefleniyor, onunla teberrük ediyor ve onu ziyaret
ediyorlar.
3)
Allah'ın nurları... Bu, açıktır; zira Hz. Peygamber (s.a.s) oraya Sidre'ye; varınca, Cenâb-ı Hak (Hz. Musa
hadisesinde olduğu gibi), dağa tecellî ettiği gibi, oraya tecellî etmiş, derken
onun nurları, zuhur etti.. Ancak ne var ki, Sidre, o dağdan daha güçlü ve daha
kararlı. Dolayısıyla, o dağ unufak, paramparça olurken, bu ağaç hareket dahi
etmemiş, Musa da bayılıp yere düşerken Muhammed (s.a.s), sarsılmamış dahi.
4) Bu, tâzîm
ifâde eden bir kapalılık ve mübhemiyettir. Nitekim bir kimse, bir yandan ortaya
koyma bir yandan da gizleme hareketi içine girerek "Hükümdarın yanında, Öyle
şeyler gördüm ki deme gitsin.." der.[50]
Âyetteki ifâdesi
"örtüyor,
buruyor.." mânâsına
gelebileceği gibi ki kelimesi de bu anlamdadır "gelme" anlamına gelmesi öe
muhtemeldir. Nitekim Arapça'da
"Falanca, her vakit beni buruyor.." denilir. Yani, "Bana gelir.." Her iki vecih
de muhtemeldir. "Allah gelir, gider" diyenlerin görüşüne göre bu fiilin "gelmek"
mânâsına gelmiş olması doğruya daha yakındır.[51]
"(Peygamberin) gözü ağmadı, (onu) aşmadı da" (Necm, 17).
Bu âyetle
ilgili birkaç mesele vardır:[52]
"el-Basar"
kelimesinin başındaki lam-ı tarif iki mânâya gelebilir:
a)
Ahd-ı haricî... Bu durumda bahsi geçen bu göz, Hz. Muhammed (s.a.s)'in gözüdür
ve mânâ, "Muhammed (s.a.s)'in gözü meyletmedi, başka yana kaymadı" şeklindedir.
Bu izaha göre, bu kaymama işi, şu mânâlarda olur: Sidre'yi bürüyen şeyin, altın
kelebekler ve çekirgeler olduğunu söylersek, bunun mânası, "Peygamber (s.a.s)
buna iltifat etmedi, bununla meşgul olmadı ve bakışlarını esas maksadı olan
şeyden kesmedi." Bu izahımıza göre, o kelebeklerin ve çekirgelerin Sidre'yi
çürüyüşleri, Hz. Muhammed (s.a.s) için bir imtihan olur.
Eğer biz,
Sidre'yi bürüyen şeyin, "Allah'ın nurları" olduğunu söylersek, bu durumda da şu
iki izah yapılabilir:
1)
Peygamber, sağa ve sola dönmeden, hep o nurlara bakmakla meşgul oldu.
2) O göz, o naradan ötürü kaymadı. Ama Musa (a.s)ın gözü böyle
olmamıştı. Çünkü Musa (a.s), benzeri bir durumda bakışlarını kesti, bayılıp
düştü. Birinci izahta, Hz. Muhammed (s.a.s)'in edebinin beyânı vardır;
ikincisinde ise, kuvvetli ve sebatlı oluşunun beyânı vardır.
b) Bu lâm,
"cins" manasınadır ve ayet "o heybetin büyüklüğünden ötürü, hiçbir göz sağa sola
meyletmez, kaymaz" demektir. Buna göre eğer, "Mânâ böyle olsaydı, Cenâb-ı Hak,
"Hiçbir göz kaymadı" derdi. Çünkü bu ifâda, daha umumî mânâdadır. Çünkü
menfî (olumsuz) cümlede gefen nekire kelimeler, umumî mânâ ifade eder"
denilirse, biz deriz ki: Bu Cenâb-ı Hakk'ın "Gözler o (Allah'ı) İdrâk edemez"
(En'am, 103) buyurup da, "Hiçbir göz O'nu idrak edemez" demeyişi gibidir.[53]
Eğer "Bu
ifade ile, Hz. Muhammed (s.a.s) kastedilmişse, şimdi Cenâb-ı Hak, "Onun kalbi
ağmadı-kaymadı" demiş olsaydı, bu ifâdeyle, "Gözü ağmadı9' ifadesinin anlattığı
husus anlatılmış olur muydu?" denilirse, biz deriz ki: Hayır. Çünkü büyük bir
kralın yanında bulunan kimsenin kalbi kuvvetli olmasına rağmen, o kralın
azametinden ötürü, korkuya kapılıp titrediği görülür. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak,
"Gözü ağmadı" buyurunca, bundan şu mânâ anlaşılır: "Bu, büyük bir iş idi. Ama
göz sahibinin ihtiyarı olmadan, gözü kaymadı."[54]
"(Onu)
aşmadı da" cümlesi, ya müstakil bir cümlenin başka bir cümleye, yahut da
mukadder bir
cümlenin,
bir cümleye atfı kabilindendir. Müstakilin atfına misâl, "Zeyd çıktı ve Amr
girdi" cümlesi; mukadderin atfına misâl ise "Zeyd çıktı ve o girdi" cümlesidir.
Şimdi biz diyoruz ki: Bu iki ihtimâl de mümkündür. Birincisine göre, Hak Teâlâ o
nur ortaya çıkarken, adetâ, "Muhammed (s.a.v) 'in gözü, bu iltifat sebebiyle
ağmadı ve aşmadı. Eğer ona iltifat etmiş olsaydı, haddi aşan olurdu. İkincisi,
birincisine göre daha açıktır. Ama "Sidre'yi altın çekirgeler bürüdü" dememiz
halinde bu ayetlerin manası, "Muhammed (s.a.s) onlara iltifat etmedi. Allah'dan
başkasına dönüp bakmadılar. Dolayısıyla ne o çekirgeler, ne de başka bir şeye
iltifat etti" şeklinde olur.
Sidre'yi
bürüyen şeyin, Allah'ın nuru olduğunu söylememiz hâlinde ise, cümlesi, "Gözü, o nurlardan ayrılmadı"
mânasına, cümlesi de, "O nurların Ötesinde başka birşey istemedi" mânâsına olur.
Burada şöyle bir incelik var: Allah Teâlâ, neden
buyurdu da, bunun yerine ve buyurmadı? Çünkü burada, "meyi" ve "mücaveze"
tabirlerini kullanmak, çirkin olur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak burada, "zeyg" ve
"tuğyan" ifâdelerini kullandı.
Burada
yapılabilecek bir başka izah da şudur: Bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, dahası
olmayan bir yakın ile, Sİdre'ye ulaştığını beyandır. Bunun izahı şöyledir: Onun
gözü, bu yoldan sapmadı ve o şeyi, olduğunun aksi bir şekilde de görmedi. Fakat
meselâ bizzat güneşe bakıp, sonra daha parlak birşeye bakan kimse bunu sapsarı
yahut yeşil görür, ki bu durumda bu adamın gözü, görme caddesinden sapmış
demektir. "Onun gözü aşmadı da", yani "yok olan şeyi, mevcut olarak hayal
etmedi" demektir.[55]
"Andolsun
ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmüştür" (Necm, 18).
Bu âyette
ilgili birkaç mesele var:[56]
Bu
ifâdede, Hz. Peygamber (s.a.s)'in miraç gecesinde, Allah'ın âyetlerini
gördüğünün, ama Allah'ı görmediğinin delili vardır. Bu hususta bir ihtilaf olup,
izahı şöyledir: Allah Teâlâ, miraç hâdisesini o (ilgili) âyette, "âyetleri
görme"den bahsederek bitirmiş ve "... Ona ayetlerimizi gösterelim
diye..."(İsrâ, 1) buyurmuştur. Eğer Hz. Peygamber (s.a.s), Rabbini görmüş
olsaydı, bu, mümkün olan şeyin en büyüğü olmuş olurdu. Böylece de o âyet
"ru'yetullah" (Allah'ı gömre) olmuş olurdu ve bireyin en büyüğü "ru'yet" (görme)
olmuş olurdu. Baksana malı bulunan kimse hakkında, "O kazanmak için yolculuk
ediyor" denilir, ama "Geçim standardını yükseltmek için yolculuk ediyor" denmez.
Çünkü ticaret yoluyla kâr elde etmek, geçim seviyesini yükseltme işinden, daha
büyüktür.[57]
Bazı
müfessirler, bu âyet hakkında şöyle demişlerdir: Bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in,
Cebrail (a.s)'i olduğu gibi, asıl
şekliyle
gördüğü manasınadır. Şimdi bu âyet, bu müfessir-lerin dediği mânâda mıdır?
Diyoruz ki: Görünen odur ki, bu âyetteki "âyetler" ifâdesi, Cebrail (a.s)'i
görmekten başka birşeydir.. Çünkü, Cebrail (a.s), büyük ise de, hadis-i
şeriflerde, Allah'ın Cebrail (a.s)'den daha büyük meleklerinin olduğu
belirtilmiştir. "Kübra", "ekber" (en büyük) kelimesinin müennesidir. Buna göre
Hak Teâlâ sanki, "Peygamber, Rabbinin ayetlerinden olmak üzere, o ayetlerin en
büyüğü olan âyetler; gördü" demektedir.
Eğer,
"Allah Teâlâ'nın "sakar" (cehennem)dan daha büyük âyetleri oluduğu halde, onun
hakkında, "Bu, en büyük şeylerden biridir" (Müdessir, 35) buyurmuştur. Aynen
bunun gibi, hernekadar Cenâb-ı Hakk'ın bundan daha büyük âyetleri bulunsa bile,
Cebrail (a.s) ve Cebrail (a.s)'deki özellikler için "en büyük âyetler"
denebilir?" denilirse, biz deriz ki: Sakar, hernekadar büyük belâlardan bir
büyük belâ ise de, O belâlar içerisinde, bundan daha büyük belâların
bulunduğunda şüphe yoktur. Ama Allah'ın âyetlerine gelince, Cebrail (a.s),
onların en büyüğü değildir. Bir de yapısı açısından "sakar", Cebrail (a.s)'den
daha büyük ve daha enteresandır. Binaenaleyh "sakar"ın "büyük" olarak
nitelenmesinden, Cebrail'in de "büyük" olarak nitelenmesi gerektiği neticesi
çıkmaz.[58]
"Kübrâ"
neyin sıfatıdır? Deriz ki: Bu hususta şu İki izah yapılabilir:
a)
Takdiri, "Andolsun ki o, Rabbinin ayetlerinden, en büyük âyeti gördü" şeklinde
olmak üzere, mahzûf bir "ayet" kelimesinin sıfatıdır.
b)
Bu, "ayatı Rabbihi" (Rabbinin ayetleri) ifâdesinin sıfatıdır. Böyle olması
halinde, "Görme" fiilinin mef'ûlü mahzûf olup, takdiri, "Muhammed (a.s), o büyük
ayetlerden bir ayet veya bir şey gördü" şeklinde olur.[59]
"Lâfı,
üzzâ'yı ve bunların üçüncüsü olan o diğer Menâfi (bize) haber verin bakalım"
(Necm. 19-20).
Cenab-ı
Allah, risâlet müessesesini anlatınca, ilgili peygamberin ilk defa yapması
gereken şeyi zikretmiştir. Bu da tevhîdi (Allah'ın birliğini) savunup, insanları
müşrik olmaktan alıkoymaya uğraşmaktır. Buna göre, Hak Teâlâ'nın, "Baksanıza! Ne
dersiniz?" ifadesi, onların görüşlerini, bizzat görüşleriyle İptal etmeye bir
işarettir. Bu tıpkı, güçsüz ve âciz bir kimsenin, krallık iddiasında bulunup,
sonra da insanların, bu İşi son derece akıldan uzak bir şey olarak görerek,
bunun böyle olduğu ortada olduğunda, hiçbir delil getirmeksizin ve işi
yadırgayarak, "Şuna da bakın, krallık iddia ediyor!" demeleri gibidir. İste
bundan ötürü, Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur ki bu, "Bunlar bu âciz halde iken,
daha nastl bunları Allah'a ortak koşabiliyorsunuz?" demektir.[60]
"Lât"
kelimesinin sonundaki "te", tıpkı "Menâfin sonundaki gibi, müennes te'sidlr.
Üzerinde vakıf yapılıp, böylece "he"ye dönüşmesin ve Allah'ın ismiyle karışmasın
diye, açık "te" ile yazılmıştır. Çünkü "Allah" lafzındaki "ne", kelimenin
aslından olup, telaffuz esnasında lafz-ı celâl üzerinde vakfedildiği (durulduğu)
zaman "he"ye dönüşen, müenneslik "te"si değil, 'lât", Sakıf kabilesinin, Lat'te
bulunan putudur. Zemahşart şöyle der: Bu
(dönmek, eğilmek, eğmek-bûkmek) fiilinden, "fa'letün" vezninde bir
kelimedir. Çünkü onlar, bu putun etrafında, dönüp dolaşıyor,
eğilip-bükülüyorlardı". Zemahseıfnin dediğine göre, "Lâtın aslı dür. "Ya" sakin kılındı ve ictimâ-i
sakineynden dolayı hazfedildi. Geriye ijl kaldı. Ma-kabli meftun olduğu İçin
"vâv" elife kalbedildi. Böylece "Lât" oldu.
Bu kelime,
şeddeli olarak da okunmuş olup, (lette) kökûndendir. Zira bu kelimenin, yağ ile
yiyecekleri ıslatıp karıştırarak insanlara yediren, böylece de kendisine
tapınılan ve kendi suretine göre bir heykel yapılan bir adam nâmına ortaya
çıkmış olan bir isim olduğu da ileri sürülmüştür ki, böylece bunlar bu adama
"Lât" adını vermişlerdir. Bu izaha göre Lât, müennes değil müzekker olmuş olur.[61]
El-Uzzâ ya
gelince, bu kelime Vi el-e'azzu kelimesinin müennesi olup, tapınılan bir ağaç
idi. Nihayet, Hz. Peygamber (s.a.s) Hâlid ibn Velîd (r.a)'i gönderdi de, o da o
ağacı kesti. Derken, içinden başı açık, saçı başı dağınık, başına vuran ve
çığlıklar koparan ve lanetler savuran bir şeytâne (dişi şeytan) çıktı.. Hâlld
İbn Velîd onu Öldürdü. Hâlid İbn Velfd onu öldürdürürken şöyle diyordu: Uzzâ,
terkolundun ve sana aman yok! Muhakkak ki ben, Allah Teâlâ 'nm seni hor ve hakir
kıldığını gördüm." Sonra Hâlid İbn Velfd, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına döndü
ve ona, gördüğünü ve yaptığını anlattı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) de,
"O, Uzzâ'dır ve artık bir daha tapınılmayacaktır..." dedi.[62]
El-Menât 'a gelince, bu kelime "fe'alatun"
kalıbında olup, Safâ'daki bir putun adıdır. Bu put, bir kaya parçası şeklinde
olup, Hüzeyl ve Huzâa kabilelerinin idi. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır.[63]
(diğeri) kelimesi, ancak birincisi ikincisi ile
bir müştereklik arzettiğinde kullanılan bir kelimedir. İşte bu sebeple,
(meselâ) Arapça'da, "Bir kadın ile diğer bir erkek cjördüm" denilmediği halde
"Bir adam ile bir diğer adam gördüm" denilebilir. Bu İkincisinin
denilebilmesinin sebebi, birinci ile ikincinin, erkek olma noktasında müşterek
oluşlarından dolayıdır. Binâenaleyh, âyetteki bunların üçüncüsü olan o diğer
Menâfi..." ifâdesi, yaptığımız izaha göre, el-Uzzâ'nın, ilk üçüncü, Menâfin da
diğer üçüncü olmasını gerektirir. Halbuki, hiç de böyle değildir. Buna şu birkaç
açıdan cevap
verebiliriz:
1)
El-Uhrâ kelimesi, olduğu gibi, zemm (kınama) için kullanılır. Nitekim Cenâb-ı
Hak, 'Ve onların ilkleri, sonrakilerine ...
dedi.." (A'râf, 39) buyurmuştur
ki, yâni "sonrakilere tabî olanlara..." demek olup,
bunlara, derecelenmede sonraya kaldıkları için kuyruk takımı
(başkalarının adına takılanlar) da denilir. O halde bu demektir ki, bu bir
kınama ifâde eden bir sıfattır. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, ve bunların geriye
kalmış ve zelil olanlarından üçüncüsü olan Menâfi..." demek istemiştir. Bu
yaptığımız izaha dayanarak, bu üç putun, âyetteki tertibi hakkında güzel bir
sıralamanın bulunduğunu söylemek istiyoruz. Zîrâ birincisi, insan şeklinde bir
heykel; (ikincisi) Uzza'nın şekli ise, bir ağaç şeklidir. Menâfin şekli ise, bir
kaya parçası şekli olup, cansız bir nesnedir. İnsan (Adem) ise, bitkilerden;
bitki ise, cansız varlıklardan daha kıymetlidir. Binâenaleyh cansız en sonra
gelir. Menat da cansız bir nesnedir. O halde, bu derecelerin en sonunda
bulunmuştur.
2)
Burada, takdiri, "Baksanıza şu kendilerine batıl olarak tapılan Lât ve Uzza'ya
ve onların peşinden üçüncüleri olan Menâf a" şeklinde olan bir harf vardır.
3) Putlar çoktur. Dolayısıyla Lât ve Uzzâ iki öncüller olarak
anıldığında, bu demektir ki, mevcut olan her put, üçüncüdür. Binâenaleyh burada,
pekçok üçüncüler vardır. Bu sebeple, Cenâb-ı Hak, adetâ "Bu ikisi için pekçok
üçüncüler vardır, Menât ise, diğer bir üçüncüdür" demek istemiş olup, bu tıpkı
bir kimsenin "gün begün..." demesi
gibidir.
4)
Burada, takdîri, "Üçüncü bir diğeri olan Menât..." şeklinde olan, bir
takdim-te'hir vardır.
Şöyle de
denebilir: Buradaki "Uhra" (diğeri) kelimesi, hernekadar daha önce zikredilmiş
ve meşhur olmuş olmasa da, ya vehmedilen, ya anlaşılan birşey için
kullanılmıştır. Nitekim, insanlar tarafından çokça eziyet gören bir kimseye, bir
diğer insan eziyet verdiğinde, bu, "Bize eziyet vermeye geldi" der. Çoğu kez de
sen, "bir diğer" ifadesi karşısında sûkûf eder ve onun ne demek istediğini hemen
anlarsın. İşte burada da böyledir.[64]
Burada bir
tertibin olduğu öncelikle anlaşılmaktadır. O halde deki
takibiyyenin faydası nedir? Halbuki bu ifade, pek çok yerde fâ'sız olarak
kullanılmıştır. Nitekim, Cenâb-ı Hak, (Ahkâf. 4) ve (Fâtır. 40) buyurmuştur?.
Biz deriz ki: Allah Teâlâ
mülkündeki yüce ayetlerinden birisi olmak üzere, peygamberlere gönderdiği o
elçisinin kanadının bir kısmıyla, ufukları kapayacabileceğini, kuvveti ve
şiddetiyle şehirleri yerle bir ettiğini, buna rağmen, Allah'ın celâl ve izzet
makamında, Sldre'den öteye geçemediğini beyan buyurunca, "Artık söyleyin
bakalım. Güçsüzlüklerine ve hakirliklerine rağmen, bu putlar hiç Allah'ın ortağı
olabilirler mi?" demek istemiştir ki buna göre Cenâb-ı Hak, bu fâ-i ta'kiblyye
ile, "Allah'ın duyduğunuz bu büyük ayetlerinin, mucizelerinin ve emrinin hem
Mele-i A'lâ'dakilere hem toprağın en altındakilere kadar nüfuzlu olduğunu
duymanızın peşisıra, şimdi dönüp bir de Lâfınıza, Uzzâ'nıza bakın. Böylece tanrı
olarak benimseyip, kendisine güvendiğiniz şeylerin ne derece yanlışlığını, batıl
ve sahte olduklarını anlayacaksınız" demek istemiştir.[65]
Burada bir
mânânın tam olacağı söz nerede? Deriz ki: Bunun izahı biraz Önce de geçmiş olup,
şöyledir: Bu, "Siz
bunu
gerçek manada görüp bildiniz mi? Eğer bunu gerçek manada anladıysanız, bu
putların Allah'a ortak olmaya elverişli olmadıklarını da anlamış olursunuz"
demektir. Bunun bir benzeri de daha önce bahsettiğimiz gibi âciz bir kimsenin
krallık iddiasını kabul etmeyen birisinin, arkadaşına, bunun iddiasının bâtıl
olduğuna işaret ederek ve bununla yetinerek, "Bakın, şuna! Bu da hükümdar olacak
hal" demesidir.[66]
"Erkek
sizin de, dişi O'nun mu?" (Necm, 21).
Bununla
ilgili olarak söylenmesi gereken hususu, Tür Sûresi'ndeki, "Yoksa kızlar O'nun
da, oğullar sizin mi?" (Tûr, 39) ayetinin tefsirinde anlatmıştık. Burada da,
onların bir kısmını, yahut onlara yakın bazı hususları yeniden ele alıyor ve
diyoruz ki: Hak Teâlâ, Lât, Uzzâ ve Menât'tan bahsedip, başka birşeyden
bahsetmeyince, şöyle demiştir: "Gördüğünüz ve bildiğiniz bu şeyleri Benim
ortağım kabul ediyorsunuz. Halbuki Benim celâl ve azametimi, kadr-u
kıymetlerinin onca yüce olmasına rağmen meleklerin Sldre'den öteye
geçemediklerini, orada beklediklerini duyduğunuza göre, bunların ilâh olmaktan
uzak oluşlarının, nakli yönden daha çok akil yönden an\aş\tacafc\v\da şüphe
yoktur." Bu cevap karşısında onlar, "Biz bunlardan hiçbirisinin, Allah'ın bir
misli olmadığını ve O'na misil olmaya dahi yaklaşamadı hususunda şüphe
etmiyoruz. Biz, bunları peygamberlerin itiraf ettiği ve "Yükseldiklerinde
Sidre'den öteye geçemediklerini, kendilerine bir takım emir ve yasakları
getirdiklerini, yeryüzünde Allah'ın kutlarından sâdır olan şeyleri Allah'a
ulaştırdıklarını söyledikleri o muazzam meleklerin şekillerine göre yaptık. O
melekler ise Allah'ın kızlarıdır. Dolayısıyla biz bunları, dişi (kadın) şeklinde
yaptık ve onlara dişi (müennes) adlar verdik" dediler. O halde "Lat", el-Levhu
kelimesinin müennesidir. Bunun aslının da şeklinde olduğunu söylemek gerekir.
Müennesinde bu "tâ" üzerinde durulunca, iki "ne" meydana gelir. Dolayısıyla bu
ikisinden biri düşürülmüş, kelime, iki aslî harfi ile tâ-i te'nîs üzere
kalmıştır. Bu sebeple bundaki tâ-i te'nîsi tıpkı "Zât-u mâl" "zû-mâl"
kelimelerinde yaptığımız gibi sanki aslî harf gibi kabul ettik. "Uzzâ" ise, fâ
kelimesinin müennesidir.
Bundan
dolayı Cenâb-ı Hak o putperestlere, "Siz içinizden kızların noksan, erkeklerin
ise tam varlıklar olduklarını itiraf ettiğiniz halde Allah'a kızları nasıl
nisbet edebiliyorsunuz? Halbuki Allah, ululuğu ve azameti tam bir zâttır. O
halde nasıl O'na, sizce nakıs olan şeyleri nisbet ediyorsunuz? Halbuki sizler,
son derece hakir ve zelil kimselersiniz. Çünkü siz kendinizi, eşekten daha
kıymetsiz kabul edip, putlara tapmış, o kaya ve kütük parçalarına itaat
etmişsiniz. Buna rağmen, kendinize de size kâmil (tam) olanları nisbet
ediyorsunuz. Binâenaleyh bu taksimat, sizce de bir zulümdür. Çünkü sizler,
kendinizi ayak altına almış, değersizleştirmiş ve kendinize, insanların ve
cinlerin en kıymetlilerini nisbet etmiş; kızlara ise buğzederek, onları en yüce
zâta, yani Allah'a nisbet etmişsiniz. Halbuki sizin örfünüze göre de, en büyük
ve kıymetti olan, en büyüğe; en kıymetsiz olanı da, en hakire verilir. Şu halde
sizler, hem fikre, hem akla, hem de âdetinize ters düşüyorsunuz" demek
istemiştir.[67]
"O
takdirde bu insafsızca bir taksim" (Necm, 22).
Bu ayette
ilgili birkaç mesele vardır:[68]
Buradaki
"o" kelimesi, neye işarettir? Deriz ki: Bu, mahzûf birşeye işaret olup takdiri,
"Bu taksimat, insafsızca bir taksimdir, âdil değildir" şeklindedir. Bunun
manasının, Kızların Allah'a, erkek oğulların sizlere nisbeti, insafsız bir
taksimdir" şeklinde olduğu da söylenebilir. Çünkü onlar taksimatta bulunup da,
"Erkek çocuklar bizim için, kızlar da O'nun için" dememişler, sadece kızları
Allah'a nisbet etmişlerdir. Zira onlar, kız çocukları olmasından
hoşlanmıyorlardı. Nitekim Allah Teâlâ, "Hoşlanmadıkları şeyi Allah'a nisbet
ediyorlar" (Nahl, 62) buyurmuştur. Binâenaleyh kızları Allah'a nisbet edince, bu
nisbetten, haksız bir taksîmât meydana gelmiştir.[69]
Ayetteki
"o takdirde" ifâdesi
neyin cevabıdır? Diyoruz ki:
Bu hususta şu izahlar yapılabilir:
1)
Bu, "Erkekler sizin için olurken, kızları Allah'a nisbet etmeniz, insafsızca bir
taksimdir" demektir.
2)
Bu, "Siz son derece değersiz, Allah da böylesine yüce iken, noksan olduklarına
inanarak, kızları Allah'a nisbet etmeniz; tam olduklarına inanarak oğulları
kendinize seçmeniz, haksız bir taksimattır" demektir.
İmdi eğer,
"O halde, kelimesinin aslı nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, İzafetten
kesilen bir zarftır. Dolayısıyla kendisine tenvin gelmiş olan bir kelimedir.
Bunu şöyle izah ederiz: Sen, güneş doğduğu zaman "sana geleceğim" diyor ve
oöylece sanki edatını, güneşin
doğması zamanına muzâf kılmış ve adetâ, sana'güneşin doğum vaktinde geleceğim"
demiş olursun. Binâenaleyh birisi, "Sana geleceğim" dediğinde, sen ona, "O
takdirde, ben sana ikram ederim" dersin. Bu, "Sen bana geldiğinde, sana
ikram ederim" demektir. Dolayısıyla o kimsenin,
"Sana geleceğim"
ifadesinde bahsi geçtiği için,
bu "gelme" işi hazfedilince, buna bedel bir tenvin
getirip, tıpkı "Herbirine verdik" lâdesinde olduğu gibi edatını kullanırsın.[70]
kelimesi
hem hemzeli, hem de hemzesiz olarak okunmuştur. Birinci okunuşa göre bu kelime,
tıpkı "zikrâ" kelimesi gibi, fael fiilinin kesresi ile, "fl'la" vezninde bir
masdar olup "kısmet" kelimesinin sıfatıdır. Bu tıpkı "âdil" anlamına adi
masdannı kullanarak demek gibidir. Buna göre mânâ, "Bu daiza (insafsız olan) bir
taksimattır" şeklinde olur. İkinci kıraate göre ise bu kelime, "fu'lâ" vezninde
olup, aslı şeklindedir. Fakat kelimenin ayne'l-fllli yâ harfi olduğu için,
kalbolunmaktan salim olsun diye, fâ'el fiili kesrelenmiştir. Aynı iş, "beyazlar"
kelimesi ne de yapılmıştır. Çünkü "ef'âle"nin cemisi, "fu'lün" şeklinde gelir.
Nitekim esved-sûd" ve "ahmer-humr' dersin. Buna karşılık, ebyad-bîdün" dersin.
Böylece bunun cemisi, "bid" şeklinde olur. Dolayısıyla da, ayne'l-fiilin
kalbedilmesi gerekmiştir. Bundan ötürü, ayne'l-fiili değil de fa'el fülindeki bâ
meksûr kılınmış, ye harfi olduğu gibi bırakılmıştır. Bu izaha göre, kelimesi
mübalağa mânâsında olup, kökündendir. Nitekim sen, fâdıl-efdâl ve fâdıle-fudla;
kebîr-ekber ve kebire-kübrâ dediğin gibi, dersin. Buna göre, diyoruz ki:
"dâizun" kökünden,
"daizatun" dandır.
Eğer,
"Daha önce, "Yoksa kızlar O'nun da, oğullar sizin mi?"(Tûr,39) âyetinin, her iki
durumu da yadırgama mânâsına olmayıp, aksine birincinin yadırgama, ikincinin de,
bu yadırganmanın ortaya konulması mânâsına olduğunu söylemiştin. Nitekim meselâ,
Allah'ın, Kendisi dışındaki herşeyin yaratıcısı olduğunu bilebile, Allah İçin
eşler mi kabul ediyorsunuz?" dediğinde, ikincisi yadırganmış olmaz. Bu âyette
ise "O takdirde bu, insafsızca bir taksim!" ifâdesi, bu iki durumun birden
yadırgandığına delâlet etmektedir, ne dersiniz?" denilirse, biz deriz ki: Orada,
bu iki hususu. muhtemel olduğunu söylemiştik. İki işin birden yadırganmasına
gelince, bunun böyle olduğu, meşhur görüşe göre vazıhtır. Sadece birincisinin
yadırganmış olduğu, bir takım hususlarla sabit olup; ikincisine gelince, bu
Cenâb-ı Hakk'ın adetâ şöyle demiş olmasından ötürüdür: "Oğlanların sizin için
olması, Hak Teâlâ'nın da, "(Allah) dilediğine kızlar, dilediğine erkekler nasîb
eder" (Şûra, 49) âyetinde ifâde ettiği gibi, O'nun kudretiyle olmuşken, daha
nasıl olur da kızların Allah için olduğunu söylersiniz? Halbuki hiç oğulları
sizin için yaratan kimseye kızlar olur mu?" "O takdirde bu, insafsızca bir
taksim" ayetine gelince, biraz önce bunun başındaki, "bu" işaret zamirinin,
"nisbet etme" işine âit olup, "Oğlanlar sizin için olduğu halde, kızları Allah'a
nisbet edişiniz, insafsızca bir taksimdir" mânâsına geldiğini söylemiştik. O
halde burada yadırganan şey, bu nisbet işidir. Eğer yadırganan şey, taksîm işi
ise,bunun takdirî mânâsı şöyle olabilir: Birisi ile ortağı arasında eşit bir
şekilde ortak olunan bir şey bulunup, birisi yarısını kendisine alır, diğer
yarının da yarısını zâlime, yarısını da ortağına verdiğinde, nasıl bu caiz olmaz
ise, kızları Allah'a nisbet etmek caiz olur mu?" İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak,
"Bu, yarısını aldığı için değil, çünkü bu onun hakkıdır, aksine kendisine diğer
yarı tam verilmediği için, "Bu, insafsızca bir taksim" demiştir.[71]
"Bu
(putlar) sizin ve atalarınızın taktığı adlardan başka birşey değildir. Allah
onlar hususunda bir hüccet indirmedi. Onlar kuruntudan ve nefislerinin arzu
ettiği hevâ-ü hevesden başkasına tâbi olmazlar. Halbuki kendilerine Rablerinden
hidayet gelmiştir" (Necm, 23).
Bu âyetle
ilgili olarak, kişide ilim bulunmadığı zaman, lügat bakımından anlaşılması zor
olan bâzı bahisler vardır. Önce bu hususta söylenilenleri ele alalım. Buna göre
diyoruz ki: Bunun mânâsının, Bunların dişi oluşları, ma'bûd oluşları,
müsemmâları (varlı kları-as il lan olmayan) birer isimden başka birşey
olmayışlarıdır. Çünkü bunlar gerçekte ne dişidirler, ne de ma'bûddurlar"
şeklinde olduğu ileri sürülmüştür. Ayetteki, "isimler" kelimesine, "sizler
onların birisinin Uzzâ (yüce) olduğunu söylediniz ama, onun izzeti (yüceliği ve
kudreti) yoktur..." şeklinde mânâ verildiği gibi, "Bunların ilah olduklarını
söylüyorsunuz ama, bunlar ilah değiller" şeklinde de mânâ verilmiştir.
Bizim
görüşümüze göre, âyetin bu ifadesi, onların sözlerine bir cevabtır. Bu böyledir.
Çünkü biz, daha önce onların: "Allah Teâlâ'nın, kadınların doğurması gibi
doğurmadığı ve cima (cinsî temas) ve hamilelik vasıtasıyla erkeklerin doğması
gibi doğmadığı hususunda şüphe etmiyoruz. Fakat "çocuk" (veled) kelimesinin,
araplarca netice (müşebbeb) manasında kullanıldığını görmekteyiz. Nitekim,
araplar, dağdan çıkan şey için dudaktan çıkan kısım için deyimlerini
kullanırlar. Fakat, melâike hakkında "Allah'ın evladlan" denilmesi onların,
arada bir vâsıta olmaksızın, Allah sebebiyle meydâna gelmiş olmalarından ileri
gelir. İşte bu sebeple meleklerin O'nun çocukları olduğunu söylüyoruz. Hem sonra
"melâike" de tâ-l te'nls vardır. İşte bu sebeple, meleklerin, dişi çocuklar
olduğunu söylüyoruz. Dişi çocuk ise kızdır. Dolayısıyla onlara, "Allah'ın
kızları" dedik" dediklerini belirtmiştik ki bu, felsefecilerin de dediği gibi, o
meleklerin vâredilmeleri hususunda, "Allah ile onlar arasında bir vâsıta
olmamıştır" manasınadır. İşte bu sebeble, Hak Teâlâ, "bu isimleri sizler, kendi
arzu ve nevanıza göre ortaya attınız, böylece de noksanlık zannettirecek
şeyleri, Allah hakkında kullandınız. Bu ise caiz değildir" buyurmuştur. "Allah
hakkında işlediğim hatâlardan dolayı vay hasret ve nedametime!.." (Zümer.56) ve
"(Ey Allah'ım) hayır senin elindedir"(Al-i İman, 27) âyetleri de, Allah hakkında
bir takım şeyleri vehmettiren ifadelerdir. Fakat bunları Allah Teâlâ
söylemiştir. Dolayısıyla O'nun, Kendisini istediği şekilde isimlendirme hakkı
vardır. Binâenaleyh şeriatın
(Kur'ân'ın vahyin) kullanmadığı ve bir takım
noksanlık zannı uyandıran şeylerle hiç kimsenin Allah'ı isimlendirme hakkı
yoktur.
Şimdi
ayetin tefsirini bir kaç mesele içerisinde yapalım:[72]
Bu
ifâdenin başındaki (Bu-o) zamiri, neye râcîdir? Deriz ki: Görünen odur ki, bu
zamir, malûm olan o işe, yani
"esma"
(isimler)e râcîdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sizin koyduğunuz bu
isimler..." buyurmuştur. Meşhur olan görüş budur. Bu zamirin, bizzat putların
kendilerine râcî olduğu da söylenebilir. Buna göre mânâ, "Bu putlar, ancak (boş)
isimlerden ibarettir" şeklinde olur. Böyle olması halinde bu, sırf mübalağa ve
mecazlık ifâde etsin diye söylenmiş olur. Nitekim bir insanı tahkir etmek için,
"Zeyd dediğin de nedir ki, sırf bir isim! O padişah dediğin de nedir ki sırf bir
isim!" denilir. Bu, bu kimseler insanlar arasında sözde nazar-ı dikkate alınacak
bir sıfata sahip olmadıklarında söylenecek bir sözdür. Bu görüşü, "Sizler,
sadece (boş) isimlere tepiyorsunuz" (Yusuf. 40) âyeti de destekler. Buna göre
ayet, "Bu putlar, ancak boş isimlerden ibarettir" manasınadır.[73]
Bütün
isimleri veya bir kısmını o İnsanların koymasına ve bunun yadırganmamasına
rağmen, "taktığınız adlar..." denmesinin hikmet ve mânâsı nedir? Deriz ki: Bu
mesele ihtilaf edilmiştir. Âyetteki kınama ve tenkid, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah
onlar hususunda, herhangi bir hüccet indirmedi" beyanıyla tamamlanır. Bunun
izahı şöyledir: O isimleri eğer Allah Teâlâ indirdiyse, buna denecek birşey
yoktur. Yine Cenâb-ı Hak onları, birbirinizi anlayasınız-anlaşasınız diye bu
isimleri koymuştur. Dolayısıyla, bu faydanın içinde, bundan daha büyük
zararların olmaması gerekir. Fakat Allah'ın sıfatları hususunda noksanlık zannı
uyandıran herşey, bu faydadan daha büyük bir zarar ve serdir. Binâenaleyh Allah
Teâlâ, haramdan uzak olduğu zaman, zâttan ve cevherleri anlatmak için isimleri
koymaya cevaz vermiştir. Halbuki onların bu isimleri hususunda ne nakit bir
delil, ne de aklî bir İzah vardır. Çünkü ufacık bir menfaat için, büyük
zararları üstlenmeyi hiçbir insan uygun görmez. O halde, bu demektir ki Allah,
onların kullandığı bu isimler hakkında, bir hüccet indirmemıştir. Halbuki isim
koyma işi, ancak ya aklî ya naklî bir delille olur ve baskın çıkan her türlü
zarardan da hâlî olmalıdır.[74]
Allah
Teâlâ, bu isimler o putlar için, onlardan önce söz konusu olduğu halde, niçin
"Sizin ... taktığınız adlar"
demiştir?
Deriz ki: Burada şöyle bir incelik vardır: Eğer onlar, "Bu adları biz vermedik.
Bunlar, bizden önce konulmuş" demiş olsalardı, onlara, "Bu kelimeleri
(yadırgamadan) kutlanan herkes, onu ilk koyan gibidir. Çünkü bu isimleri ilk
icâd eden, aktî bir delille icâd etmeyince, buna uymak gerekmez. Binâenaleyh,
birisinin, "Falanca onu kullandığı için, ben de kullanıyorum" demesi doğru
olmaz. Bu tıpkı, "Beni, şu kör saptırdı" demesinin doğru ve yerinde olmayışı
gibidir. Eğer birisi böyle söylerse mutlaka "Seni o kör değil, kendin saptırdın.
Çünkü uyulmaya elverişli olmadığını bildiğin kimseye sen tabî oldun" denilir.[75]
İsimler,
adlandırılmaz aksine, isimlerle adlandırılır. O halde Cenâb-ı Hak niçin,
"isimlendirdiğiniz isimler demiştir? Deriz ki: Buna şu iki şekilde cevap
verilebilir:
a) Lügavî olarak: "Tesmiye", "isim koyma" demektir. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Bunlar ancak sizin vaz'ettiğiniz (koyduğunuz) isimleri"
demek istemiştir. Böylece de, ifâdesini, vaz'ettiniz yerine kullanmıştır.
Nitekim Arapça'da, hem "Onu "Zeyd" diye isimlendirdim" denilir, hem de "onu Zeyd
ismi ile isimlendirdim" denilir. O halde, âyetteki bu ifâde takdirindedir.
2)
Mânâ açısından: Eğer Allah Teâlâ, "Bunlar, kendileriyle adlandırdığınız
isimlerdir" demiş olsaydı, o zaman burada, ifadesindeki bâ harf-i cerrinin
taallûk ettiği, isimden başka bir şey olmalıydı. Çünkü bir kimsenin, "Onunla (ty
adlandırdım" şeklindeki sözü başka bir mef'ûlü de gerektirir. Bu durumda sen,
"Oğlumu, kölemi veya bir başkasını "Zeyd" diye adlandırdım" dersin. Eğer âyette
böyle söylenmiş olsaydı, o zaman isimlerin ötesinde, putlar için bir İtibar
ortaya çıkardı. Cenâb-ı Hak, böyle buyurunca yâni, "Bunlar, gerçeklikleri
(asılları) olmayan ve sizin verdiğiniz isimlerden ibaret olan şeylerdir"
buyurunca, bu îtibar verilmemiştir.
Eğer, "Senin söylediğin bu
husus, "Onu "Meryem" diye isimlendirdim" (Al-i İmran. 26) ayetiyle çelişir.
Çünkü Hak Teâlâ burada, bâ harf-i cerrini kullanarak
dememiştir. Dolayısıyla, böyle bir incelik söz konusu edilemez. Aksi
halde, putlar hakkında söylediğin gibi, Hz. Meryem'de gözönünde bulundurulmamış
olur" denilirse, biz deriz ki: Bu iki husus arasında büyük fark vardır: Çünkü o
âyette, demiş, böylece her iki mef'ûlü de zikretmiştir. Meryem'in zâtı,
zamiriyle, ismi de "Meryem" kelimesiyle ifâde edilmiştir. Ama Cenâb-ı Hak
burada, demiştir ki bu, "Ortada ancak konulan isimler var" demektir. O halde
burada, o isimlerin, müsemmâları nazar-ı dikkate alınmaz iken, Hz. Meryem
hakkında nazar-ı dikkate alınmıştır.[76]
Allah
Teâlâ, ifadesindeki bâ harf-i cerrini hangi tarz ve mânada kullanmıştır? Deriz
ki: Bu, bir kimsenin, "beraberinde ailesi ve eşyası olduğu halde.." mânâsında,
"Falanca ehli ile ve metât ile göçtü" denilmesinde olduğu gibi kullanılmıştır.
Burada da bu mânâdadır.[77]
Daha sonra
Cenâb-ı Hak "Onlar, kuruntudan ve nefislerinin arzu ettiği hevâ-ü hevesten
başkasına tabî olmazlar. Halbuki kendilerine RabJerinden hidâyet gelmiştir"
buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:[78]
Muhâtab
sîgası ile ve tâ ile bu fiil, "Sizler tabî oluyorsunuz" şeklinde de okunmuştur
ki bunun, "Sizin ve
atalarınızın..." beyanıyla, net bir
şekilde münasebet arzettiği ortadadır. Bu ifadenin, gâib sigasıyla okunması
hâlinde, şu iki îzah yapılabilir:
a) Hitâb yine bunlaradır. Fakat bu bir "iltifat" sanatıdır.
Buna göre Hak Teâlâ sanki, atalarından bahsetmeyi sona erdirmiş, onların
nesillerine-oğullanna, "O atalarınız, ancak kuruntularına uyuyorlardı. Öyleyse,
onların sözlerine itibar edilmez" demiştir.
b)
Bu ifâde ile, onlardan başkaları kastedilmiştir. Böyle olması halinde şu iki
ihtimal söz konusudur:
1) Bununla onların ataları kastedilmiş olup, mânâsı şöyle olur:
Allah onları siz koydunuz" buyurunca, onlar âdeta, "bunlar bizim icâd ettiğimiz
isimler değil, olsa olsa bizden önceki atalarımızdan aldığımız isimler
gibidirler" demişler de bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onları atalarınız koydu ama,
o atalarınız kuruntularından başka birşeye uymadılar" demiştir.
Buna göre
eğer, "böyle olması halinde, âyetteki fiilinin mâzî sigasıyla olması gerekirdi"
denilirse, biz deriz ki: Bu mûzarî sigasıyla da olabilir. Buna göre, o konuşma
zamanından sonra bir zaman takdir edilmiş olur ve bu tıpkı Hak Teâlâ'nın, "O
(Ashâb-ı Kehf'in) köpeği de, (mağaranın girişinde, iki kolunu (ayağını) uzatıp
yatar" (Kenf, 18) ayetinde olduğu gibidir.
2) Bununla bütün
kâfirler kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kâfirler, ancak
kuruntularına uyarlar" demiş olur.[79]
Âyetteki
"zan" ne mânâdadır ve Cenâb-ı Hak, nasıl onları bununla zemmetmiştir
(kınamıştır)? Halbuki fıkıhta, zann-ı galibimize uymamız gerektiği prensibi
vardır. Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadis-i kudside, "Ben, kulumun Beni
zannettiğine göreyim" buyurmuştur (ne dersiniz)? Deriz ki: Zan, ilmin
karşıtıdır. Dolayısıyla mecazî olarak, ilim manasında kullanılabilir, "ilim1 de
mecazî olarak "zan" yerinde kullanılabilir. "İlm"in asıl mânâsı, "açıklık-ortaya
çıkma"dır. Nitekim alem ve âlem kelimeleri bu köktendir. "Rabbu'l-âlemîn"
(Fatiha. 1) ayetinin tefsirinde, ayn-lâm-mîm terkibinin, yerleri değişse bile,
açıklık manasına olduğunu söylemiştik. Nitekim "inciler ve serap parladı"
manasında, "le-ma-'a" fiili kullanılır. Koşup, ortada göründüğünde ceylan iç in
de bu fiil kullanılır. Yine "devekuşu" kelimesinde de açıklık (ortada olma)
mânâsı vardır kelimesi de böyledir. "Zan", ilmin mukabilinde kullanıldığında,
orada "kapalılık" mânâsı var demektir." İçinde su olup olmadığı bilinmeyen kuyu
mânâsında, deyiminin kullanılması bundan dolayıdır.
"Ne zannolunduğunu bilmeyen" manasında tâbiri de böyledir. Deriz ki: Bu, işi
yakîni anlamaktan âciz olunduğunda, zann-ı galibe bina etmek demektir. Halbuki
inanç böyle değildir. Çünkü bunda yakîne ulaşmak bize imkânsız değildir. İşte,
"Halbuki kendilerine Rablerinden hidâyet gelmiştir" ifadesiyle buna işaret
edilmiş olup, "Onların yakîne sarılmaları mümkünken, zanlarına tabî olmuşlardır"
demektir. Amel (ibâdet) konusunda da bu imkânsızdır.[80]
ifâdesindeki haberiyye mi,
masdariyye midir? Deriz ki: Bu hususta iki izah vardır:
a)
Bu masdariyyedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar ancak zanna ve
nefislerinin nevasına uyuyorlar" demek istemiştir. Eğer, "Peki, hem bir uzatma,
hem de bir ilâvesi söz konusu iken,
açıkça masdarı kullanmayıp, fiili kullanmanın hikmeti nedir?" denilirse, biz
deriz ki: Burada şöyle bir fayda vardır. Bu asıl kullanışta böyledir. Şimdi
diyoruz ki: Bir kimse, "Senin yaptığın beni hayran bıraktı" dediğinde, bu
sığadan, hayran bırakma işinin, tahakkuk etmiş bir masdardan kaynaklandığı
anlaşılır. Aynen bunun gibi "Yapmış olduğu o şey, beni hayran bıraktı"
dediğinde, bu hayranlığın, onun içinde bulunduğu bir masdardan kaynaklandığı
yine anlaşılır. Ama bu kimse eğer, "senin yaptığın beni hayran bıraktı" demiş
olsa, bu kişinin de hem düne ait, hem de bugüne ait bir işi bulunsa, hayran
olunanın, bunlardan hangisi olduğu bilinmez.
Bunu iyice
kavradığına göre şimdi şöyle diyoruz: Ayetteki, tabirinden, bundan maksadın,
onların şu anda ve gelecekte, nefislerinin arzu ettikleri şeye tabî olacakları
olduğu anlaşılır ve bu onların tek bir sapıklık üzere sebat etmediklerine,
meselâ nefislerinin geçmişte ibadet şekillerinden belli birşeyi arzu edip, bunu
sürdürmediklerine, buna devam etmediklerine, aksine, hergün ayrı bir ibâdet
şekli ortaya çıkardıklarına, meselâ putları kırıldığı' gün, bir başkasını
yaptıklarına, günlük arzularına göre ibâdetlerinin şekillerini değiştirdiklerine
bir işarettir.[81]
b) Bu haberiyye
olup, âyetin takdiri, "Nefislerinin arzu ettiği şeye:.." şeklindedir. Buna göre,
'nın haberiyye veya masdariyye olması arasındaki fark şudur: Masdariyye olması
durumunda, uyulan şey, hevâ-ü hevesin bizzat kendisi; haberiyye olmasına göre
ise, hevâ-ü hevesin iktizâ ettiği şey olmuş olur. Bu tıpkı, "Senin yaptığın şey,
beni hayran bıraktı" demen gibidir.[82]
Allah
Teâlâ, "Onlar, her nefsin arzu ettiği şeye tabî olmadıkları halde, (çünkü
onların içinde başkasının arzu
ettiğini
arzu etmeyenler de olduğu halde) niçin, cemî (çoğul) lafzı ile, "nefislerin arzu
ettiği" demiştir? Deriz ki: Bu, ceminin cemi ile karşılanması faslından olup,
mânâsı, "Onlardan herbiri, kendisinin arzu ettiğine tabî oldu" şeklindedir.
Nitekim Arapça'da, "İnsanlar, aileleri ile çıktı" denilir ki bu, "herkes, o
toplumun aileleri ile çıktı" mânâsına değil, "Herkes, kendi ailesi ile çıktı"
demektir.[83]
Bize bu
sözün mânâsını biraz açıklar mısın? Deriz ki: Âyetteki, "Onlar kuruntudan ve
nefislerinin arzu ettiği
hevâ-ü
hevesden başkasına tâbi olmazlar" ifâdesinde, iki husus zikredilmiştir. Bu iki
hususun, iki takdiri şeyden ötürü zikredilmiş olması muhtemeldir. Buna göre,
"Onlar, itikadda zanlarına, amel ve ibadetleri hususunda
da,
nefislerinin arzu ettiği şeylere tabî oluyorlar" demek olup, her iki davranış da
yanlıştır. Çünkü itikadın yakîne (kesin bilgi ve inanca) dayanması gerekir. O
halde önemli bir konuda zanna (kuruntulara) uymak nasıl caiz olur? İlgili iş her
ne zaman daha kıymetli ve Önemli olursa, orada ihtiyatlı olmak, o nisbette
önemli ve gerekli olur. Amel ve ibadetlere gelince; ibadet nefsin arzu ettiğinin
aksi birşeydir. Binâenaleyh ibâdet, daha nasıl hevâ-ü heves üzerine bina
edilebilir. Ayetin bu ifâdesinin, derece derece inme metodu ile, tek bir şey
hakkında olması da muhtemeldir. Buna göre Cenâb-ı Hak
buyurmuştur ki bu, 'Onlar ancak zanna (kuruntuya) ve zannın dûnunda olan
şeylere tabî oluyorlar. Çünkü nefis, hayır olduğu sanılmayan şeyleri arzu eder.
Hak Teâlâ'nın, "Haİbuki kendilerine Rabierinden o hidâyet gelmiştir" beyanı,
onların, nazar-ı dikkate alınmayan bir hal üzere olduklarına bir işarettir.
Çünkü yakîn inanç, elde edilebilen bir şeydir ve peygamberlerin gelmesiyle
tahakkuk eder. Ayetteki ifâdesi ile ilgili olarak şu üç izah yapılabilir:
a) Kur'ân,
b) Peygamber,
c) Mucizeler.[84]
"Yoksa
insana her umduğu şey mi var?" (Necm, 24).[85]
Meşhur
olan görüşe göre bu ifâdenin başındaki "munkatıa" olup, mana sı, "Yoksa insan
için tercih edip arzuladığı şey mi vardır?" şeklindedir. Ayetteki ifâdesi
hususunda şu izahlar yapılabilir:
1)
Onlar, kendileri için bir şefaat olmadığı halde, bir şefaat beklentisi
içindedirler.
2)
Bu onların, "Andolsun ki Rabbime döndürülürsem bile hiç şüphesiz, O'nun nezdinde
benim için daha güze! (hal) vardır" (Fussilet, 50) şeklindeki sözleridir.
3) Velid Ibn Muğîre'nin, "Bana elbette mal ve evlâd
verilecektir.."(Meryem, 77) şeklindeki sözüdür.
4) Bir grup
insan, peygamber olmayı arzulamalardır, ama bu yüksek makam onlar için tahakkuk
etmemiştir. (Bu ifâde, buna işarettir.)[86]
Buna göre
şayet, "Bu âyetin başındaki pî edatının, em-i muttasıla olması mümkün müdür?"
dersen, biz deriz ki: Evet. Buna göre ilk cümlenin, şu iki şey olması
muhtemeldir:
a) Bu, ''Erkekler sizin de dişiier onun mu?"(Necm,21)
ifâdesinde ele alınan husus olup, buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Gerçekten
erkekler sizin, dişiler O'nun mu? Yoksa, sizler, kendileriniz için arzu ve
temenni ettiğiniz şeyi mi ayırıyor, kendinize veriyorsunuz?.." demek istemiştir.
Mânânın böyle olması halinde, "O takdirde bu, insafsızca bir
taksim..."(Necm,22vd.) ifâdeleri, birbiriyle ilgili olan iki sözün arasına
girmiş mu'tarıza cümleleri olmuş olurlar.
b) Bu mahzûf
olup, îzâhı ise şöyle yapılabilir: "Biz daha önce, jhV ifâdesinin, onların
görüşlerinin yanlışlığını beyân etmek için ve herhangi bir delile ihtiyaç
duyulmayacak biçimde çok net olduğuna işaret etmek üzere söylendiğini
belirtmiştik. Ki bu tıpkı bir kimsenin, "Falanca, kral olmaya elverişlidir"
dediğinde, başka birisinin üçüncü bir şahsa "Bakın şuna siz! (Hiç olacak iş
mi!)" deyip de, (önerilen) bu kimsenin krallığa ehil olmadığını belirtmemesi
gibidir. Ki, onun gayesi ise, esasen, elverişli olmadığını belirtmektir.
Dolayısıyla, onun bu işe elverişli olmadığına dikkat çekmek için sâdece bunu
zikreder. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak burada, "Bakın şu Lât ve Uzzâ'ya ve
peşlerindeki şu Menât'a!" (Necm. 19-20) buyurmuştur ki bu, "Hiç bunların
tanrılıkla bir alâkalan
var mıdır? Veyahut
insanın heves ettiği
her şeyi tanrılaştırma hakkı
var mıdır?" demektir. Mânânın böyle olması halinde, ifâdesi, "İnsan, temennîsine ve arzusuna
göre ibâdet edebilir mi?" anlamında olmuş olur ki, bu mânâyı, "Nefislerin arzu
ettiği hevâ... "(Necm,23) İfâdesi de destekler. Ve bu, "Sizler, nefislerinizin
hevâsına göre ibâdete müstehak olmayan şeylere ibâdet ettiniz, taptınız. Böyle
bir hakkınız var mı?" demektir.[87]
"İpte
âhiret de, dünya da Allah'ındır" (Necm, 25)
Bu
ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:[88]
Bu mesele,
bu söz içindeki fâ'nın ne ile ilgili olduğu
hususunda
olup, bu hususta şu îzahlar yapılmıştır:
1)
Bunun takdîrî, "İnsan, dünyasında, "kendi arzusuna ve isteğine göre bir mabûd
seçince, âhiret de dünya da, Allah içindir.. Dolayısıyla Allah bu kimseye,
yaptığı bu işten dolayı dünyada ceza verir. Eğer onu dünyada cezâlandırmazsa,
bunun akabinde, onu mutlaka âhirette cezalandırır.." şeklindedir. Müteakip
"Göklerde nice melek vardır ki..." (Necm,
26) âyeti de bu mânâyı te'kîd eder.. Buna göre bu, "Onların cezası mutlaka
verilecektir. Onlar hakkında hiç kimse şefaat etmeyecek ve onlara, hiçbir
şefaatçinin şefaati fayda vermeyecektir" demektir.
2)
Allah Teâlâ, Lât ve Uzzâ'yı mabûd edinmenin, zanna ve nefislerin arzusuna tabi
olmakta olduğunu beyân edince, bunu, adetâ takrîr ederek, "Eğer, bunu
bilemiyorsanız, şunu bilin ki, dünya da, âhiret de Allah'ındır. Bu putların ise,
dünya ve âhiretten yana hiçbir şeyleri yoktur. O halde, daha nasıl bunlar,
Allah'a ortak koşulabilir?" demiştir. Bu îzâha göre, (Necm, 26) âyeti bu sözün
cevâbı olup, bunlar adetâ şöyle demek istemişlerdir: "Biz, Allah'a herhangi bir
şeyi ortak koşmuyoruz. Bu putlar, bizim şefâatçilerimizdir sadece.. Zira bunlar
mukarre meleklerin suretleridirler." İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak "Göklerde nice
melekler vardır ki..." (Necm, 26) buyurmuştur.
3) Bu, bir tesellidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki,
peygamberine, kendisinin peygamber olduğunu, Allah'ın birliğini açıklayıp da
onlar iman etmeyince, "Üzülme, zîrâ ahiret de dünya da benimdir!" buyurmuştur
ki, bu, "Onlar beni (Allah'ı) âciz bırakamayacaklar" demektir.
4)
Bu, deliline göre sıralanmış bir tertip olup, bunun izahı şöyledir: "Allah
Teâtâ, "O ancak, vahyolunan bir vahiydir..."(Neon,4) ifâdeleri ile, onun
peygamberliğim beyân edip, Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiği şeyin bir kısmını
-ki bu tevhiddir-açıklayınca, "Sizler, Allah'ın risâletini beyân etmiş olması
sebebiyle, Muhammed (s.a.s)'in doğru olduğunu bildiğinize göre, bilin ki ahiret
de, dünya da Allah'ındır. Çünkü, peygamber, size haşri de haber vermiştir. O
halde o, sâdıktır, doğrudur.
5) Kâfirler,
mü'minlere, "Bunlar mı bizden daha fazla hidâyet üzere, daha isabetli!" ve "Bu
işte (dinde) bir hayır olsaydı, onlar bu hususta bizi geçemezlerdi" (Ahkâf. ıi)
deyince, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Size dünyayı seçen, size mallar verip
de bunun bir kısmını (lî hikmetin) mü'minlere vermeyen, Allah'tır. Hattâ sizler,
"Eğer Allah isterse, onları da zengin kılardı.." demiş ve bu iddianın yerinde
olduğuna da inanmıştınız.. Şimdi de, âhiret de dünya da Allah'ın (benim)dır. O
halde, dünya hakkında söylediğiniz şeyi, âhiret hakkında da söyleyin ve "Allah
(dünyadayken) dilediği kimseleri zengin kıldığı gibi, dilediği kimseleri de
hidâyete erdirir..." deyin..."[89]
Bu âyetin başındaki "âhiret"
kelimesi, neyin sıfatıdır? Biz deriz
ki, bu, ya "hayat" kelimesinin veyahutta "daryurt..." kelimesinin sıfatıdır. Ve
bu kelirne, kullanılmayan bir fiilin, ism-i failidir. Nitekim sen, "Onu
erteledim, o da geriye kaldı..." dersin. Halbuki, bu ifâdenin hakkı, senin, (fe
uhira) demendi. Ki bu, tıpkı senin, "Onu toza buladım, o da toza bulandı.."
demen gibidir. Ama, sen bunu, bunun sülasîsinin kullanılmaması sebebiyle
söyleyemedin
diyemedin. Bu konunun, inşaâllah, ilerde söz konusu olacak olan bir
faydası bulunmaktadır.[90]
vezninde
olup, müennes siğasıdır. O halde, el-ewelu kelimesi de, sıfat olarak (ism-i
tafdil) olarak
"ef'alu"
kalıtımdadır. Bu hususla ilgili birkaç bahis vardır:[91]
Birinci Bahis:
Kendisinden "ef'alu" ve "fu'lâ" sigalarının elde edildiği bir ism-i fail
sîgasının, mutlaka olması gerekir. Şimdi eğer, "fu'lâ" ve "ef'alu" kelimelerinin
müzekker ve müennes olarak bir kökü varsa bunlar mutlaka bu kökten alınmalı;
çıkarılmalıdır. Meselâ, ve fâdıl ve tâdile kelimelerinden
alınmıştır. O halde bu kök nedir? Biz deriz ki, burada bunlar, kullanılmayan bir
asıldan alınmışlardır. Çünkü biz diyoruz ki, âhir kelimesi, kullanılmayan bir
fiilin ism-i failidir. Bunun sebebi şudur: Kullanılan her fiilin, yapılan her
işin, bir bitimi vardır. Bu böyledir, zîrâ her fiilin mâzîsi vardır. Onun mâzîsi
kullanıldığında, fiilin bitmiş olması gerekir. Aksi halde, fail fiilden sonra
olmuş olur, böylece de o fiil, mazî olmamış olur. Çünkü sen, henüz yeme işine
devam eden kimseye, yediği şeyden yanında çok az bir miktar kaldığında, ancak
mecazen, "yedi bitirdi" diyebilirsin. Böylece, meselâ, birisi, geride kalanların
dikkate alınmayacak denli az olduğuna işaret etmek için, "Yedi bitirdi"
diyebilir. Yine sen, (henüz bitirmemiş), ama bitirmeye yaklaşmış olan kimseye,
'Bitirdin..." dersin. Böylece, o da, geriye kalanların nazar-ı dikkate alınmaya
değer olmadığı anlamında, "Bitirdim bitirdim.." der de, böylece adetâ o sanki,
"Bitirmiş gibiyim.." demek istemiş olur. Ama, gerçekte mâzî, ancak o şey
tamamlanıp da Ditirildiğinde mazî olarak tahakkuk etmiş olur. O halde bu
demektir ki, kullanılan bir 'Hin bir sonu vardır. Şimdi, şayet bizim, "fail"
vezninde olan "âhir" şeklindeki sözümüzün bir fiili, yani gibi diye bir fiili,
kökü olmuş olsaydı, d zaman bunun mânâsı, "Masdar"ın ifâde ettiği şey, yani son
bulma işi sudur etti" şeklinde olurdu. Ki bu tıpkı, nın mânâsının, "O kimseden,
oturma işi tastamam ve mükemmel sşdûr etti" şeklinde olması gibidir. O halde,
bir kimse
Falanca
sonuncudur" dediğinde, bunun mânâsının, "Ondan, âhiriyyet, son olma şi tastamam
sudur etti ve bu iş tastamam olup bitti" şeklinde olması gerekir. Ki, bu durumda
artık, "bundan sonra bir sonuncu yoktur" demektir
Ancak ne
var ki, biraz önce, her fiilden sonra meydana gelen bir son bulunduğu
Delirtilmiştir. Bu yapılan izahın, jJö ifâdesinin kullanılmasıyla bir müşkillik
arzettiği; ;ûnkü bunun mânâsının da, "sonuncu, oldu..." şeklinde olduğu da ileri
sürülemez. ÇünkÛ biz diyoruz ki, fiilin kalıbı, bahsettiğimizin doğruluğunu
ifâde eder. Çünkü bu, mutekebbir "tekebbür" ve "tekellüf" nev'inden ve babından
olup, bu "Gerçekte reyle olmadığı halde, onun sonuncu olduğu sanılıyor"
demektir.
Bunu iyice
kavradığına göre biz diyoruz ki, el-âhir kelimesi, fiili olmayan bir ism-i
faildir. Bunun mübalağası ise, "ef'alu" ile ifâde edilir ki, bu da bizim,
(e-haru-en sonuncu) şeklindeki sözümüzdür. Derken hemze, elifin yerine, elif de
-emze'nin yerine taşındı da, elif, hemze, hemze de elif oluverdi. (Böylece de
aheru oldu). Bunun böyle oluşunun delili mânâ bakımından yapılan açıklamadır.
yünkü bir şeyin âhiri, ondan bir cüzdür ve ona bitişiktir. Âheru ise, ondan ayrı
olup, ondan farklı olandır. Halbuki, ayrı olan ise, muttasıl bitişik olandan
sonra gelir, el-âher" kelimesinin mânâsı, "O şeyden alabildiğine sona kalmış.."
şeklinde olup, "onu sona bıraktı, erteledi.." lâfzından alınmıştır. el-ewelü
kelimesi de, ne bir faili, ne de bir fiili olmaksızın, "el'al" kalıbından olan
bir kelimedir. Evvel ise, âhlr'e göre, fiilden daha uzaktır.. Çünkü, mazi
fiilin, mazilikle tavsif edilen bir sonu olduğu bilinmektedir. Eğer hal böyle
bir tavsif olmasaydı, onun bir sonunun olduğu bilinemezdi. Fiile gelince, bu bir
fa'l (iş, oluş, hareket)in tefsiri, açıklaması olduğu için, bunun da bir evveli
olduğu bilinir; anlaşılır. Çünkü, her "fa'l" İçin, kendisiyle kaîm olacağı veya
kendisinden sudur edeceği bir failin olması gerekir. O halde bu demektir ki,
Önce fail, sonra da fiil oluşur. Binâenaleyh fail, "faT'in evveli olunca, daha
nasıl, "evvel" kelimesinin, kendisinden meydana geldiği bir fiili olabilir? O
halde bu demektir ki, "evvel" kelimesinin, ne fiili ne de faili vardır, 'nin
masdanndan; nin de masdanndan olduğunun söylenilmesi gibi, "falan şey önde oldu"
anlamında, denilemez. Fail, fiili geçtiği, ondan önce
bulunduğu halde, yine, fiilinden
kelimesinden de kelimesinin türedlği
söylenemez. Yine, fail fiilden önce olduğu halde, "Falan şey Öne geçti..." vs.
denilir. Biz diyoruz ki, fiili hususunda vereceğimiz cevap, kelimesini
incelerken geçmişti ya gelince, meselâ "onunla yarıştım ve onu geçtim..."
diyebilir. Sen bana, "Bu, failden meydana gelecek bir şeye muhtaç olan bir
durumdur. O halde kelimesi, eğer "evvel" anlamında kullanılıyorsa, bu hakîkî
yolla değil, mecazî yolladır. Fail, fiilden evveldir ifâdesi, fiilden öncedir
anlamındadır. Yoksa, fiili geçmiştir demek değildir. Çünkü fiil ile fail
yarışmazlar. O halde, fail fiili geçmiştir, denemez.
Şu husus
da, yaptığımız izahı, iyice ortaya koyar. "Aher, evvele göre, fiilden daha
uzaktır. "Ahar" ise böyle değildir. "Evvele" kelimesinin, sözden bir mânâ
çıkarmak için, âhir olanı İlk kılmadır, şeklinde söylenitmesine gelince, bu,
uzak bir şeydir, aksi halde "âhir" bunu ifâde etmede, "evel"den daha aşağı
olmaz. Tam aksine, "te'vîl" kelimesi, "Herhangi bir şeyi, kable "önce" ve ba'de
"sonra" lâfızlarından daha ötedeki maksût olan mânâya döndürdü" demek olup tâbirinden gelir. Çünkü "âhir”, fitli
olmaksızın bir ism-i faildir, "evvel" ise, hem faili hem de fiili olmaksızın,
ef'fllu kalıbındadır, ism-i tafdildir ile
kelimeleri ise, ne fail ne de ef'al kahbındadırlar, asla bir fiilden
anlaşılmazlar. Çünkü "evvel", kendisinde, "önce"manası bulunduğu için evveldir.
Halbuki
kendisinde "evvel" manası olduğu için değildir. "Âhir" de, kendisinde
(sonra) mânâsı olduğu için "âhlr"dir. Halbuki kendisinde "âhir" manası olduğu
için olmamıştır.
Bunun
böyle olduğu hususunda sana, şu da yol gösterir. Sen, bunlardan birini diğerine
bağladığın halde, aksini yapamazsın. Ve meselâ, herkesten sonra geldiği için,
"Bu, gelenlerin sonuncusudur, âhiridir" dediğin halde, "Gelenlerin sonuncusu
olduğu için, bu, herkesten sonra geldi" diyemezsin.. Bunu, şu da teyit eder.
(Ahir), son olma, ancak husûsî bir sonralıktan sonra gerçekleşir ki, bu da,
artık ondan sonra, sonralığm bulunmadığı bir sonralıktır. Sonralık da, ancak
"âhir"llk (son oluş) ite tahakkuk eder. Çünkü, ilklikten sonra ortada olan,
sonuncu (âhir) değildir. Bu konu, zamanla ilgili bir konu olup, işte buradan
harekette, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
"Zamana
(dehre) sövmeyin, çünkü dehr, Allah'tır"**» şeklindeki beyânı anlaşılmış olup,
bu, kendisinden "öncelik ve sonralığın anlaşıldığı "dehr-zaman, küllî zaman"
demektir. İşte kendisi sayesinde, önceliğin ve sonralığın anlaşıldığı şey ise,
Allah Teâlâ'dır. O halde, Allah'ın isbatı için, öncelik ve sonralık ifâdeleri,
hakiki mânâdadır. Zamanın anlamı da, ancak, sayesinde öncelik ve sonralığın
olduğu şeydir. O halde, "Zamana sövmeyiniz. Zira, sizin o zamandan anladığınız
şey, ancak Allah sayesinde tahakkuk eder. Eğer Allah olmasaydı, ne Öncelik ne de
sonralık olurdu" demektir.[92]
İkinci
Bahis Arapça'da, "evvel" kelimesinin müennesi, "el-evveletu" şeklinde vârid
olmuştur. Ama, "el-ûlâ" kelimesinin kullanılabilir olması, (yani bunun
kullanılması) buna ters düşmektedir. Çünkü el-ûlâ kelimesi, elevvelu
kelimesinin, ism-i tafdîl olduğuna delâlet eder. Ism-i tafdîle ise, müenneslik
tâ'sı gelmez ve meselâ, sebebinin izahı zaman alacağından, denilmez. Biz bunu,
inşâallah bir başka yerde anlatacağız. Biz buna cevaben şöyle deriz: "Evvel"
kelimesinin ism-i faili olmadığı halde, kendisi "el'ale" Kalıbında olunca,ve
kelimelerine benzedi de, dolayısıyla, müennesine, müenneslik tâ'sı
gelebildi (ve oldu). Ama, "evvel" kelimesi sıfat olduğundaysa, kelimelerine
benzedi de, bu sebeple müennesi, (el-ûla) şeklinde geldi.[93]
el-ûlâ
kelimesi, el-evvelû kelimesinin munsarıf olmadığına
(yani gayr-i munsarıf olduğuna) delâlet eder. O halde, buna göre daha
nasıl, "Önce onu yapacağım.."ve "önce Zeyd geldi, sonra da Amr..." ifadeleri
kullanılmıştır? Buna göre şayet, "Meselâ, "evveletun" ve "ûlfl" kelimelerine
varıp dayandığı için, burada iki şey de (munsarıf olması da olmaması da) caiz
olabilmiştir. Binâenaleyh, "evvel" kelimesinin müennesinin, "evveletun" olduğunu
söyleyenlere göre, bu kelime tıpkı
(dört) kelimeleri gibi olmuş olur da dolayısıyla ona tenvin gelebilir. Bu
kelimenin müennesinin el-ûlâ olduğunu söyleyenlere göre ise, bunun sonuna
tenvinin gelmesi caiz değildir" denilirse, biz deriz ki;
Durum
böyle olduğu zaman, meşhur ve yaygın olan, tenvinin getirilmemesidir. Çünkü,
meşhur ve yaygın olan duruma göre, bu kelimenin müennesi el-ûlâ olup, Kur'an-ı
Kerim'in kullanışı da böyledir. O halde, cevâp, müennesin el-ûlâ olması
durumunda şöyle denilmesidir: Mânâya nazaran el-ûlâ kelimesi kullanılmıştır.
Araplar nezdinde ise, bu kelimenin müennesi, "elvveletu"dür. Zira, bu, her ne
kadar başkasından daha zayıf olsa dahi, asi olan ve delili bulunan şeydir. Ve
çoğu kez, "ef'alu" kalıbının gayr-i munsarıf oluşunun, müennesinin ancak "fu'li"
vezninde olmasından dolayı olduğu söylenmiştir. Ama bunun müvennesi "tâ" ile
olur, veya bu kelimeye müenneslik tâ'sıntn gelmesi caiz olursa, artık bu kelime
gayrı munsanf olmaz.[94]
"Göklerde
nice melekler vardır ki, onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz Allah
Teâlâ'mn dileyeceği ve razı olacağı kimseler için ve bu işin, O'nun izin
vermesinden sonra olması müstesna." (Necm, 26).[95]
Bu âyetin,
kendinden öncekilerile münasebetinin yönü, Cenâb-ı Hakk'ın (Necm, 25) ayetinin tefsirinde yapılan
izahlarla anlaşılmıştı. Şimdi biz, bunun manasının, "Lât, Uzzâ ve bunların
dışında kalanlar için, hiçbir yetki söz konusu değildir. Çünkü, âhiret de dünya
da Allah'ındır. Dolayısıyla, bunların ortak kılınmaları caiz değildir" şeklinde
olduğunu söylersek, o zaman o müşrikler, "Biz Allah'a hiçbir şeyi ortak
koşmuyoruz. Biz sâdece ve sâdece, bunların bizim şefaatçilerimiz olduğunu
söylüyoruz.." şeklinde cevâp vermiş olduğunu söylüyoruz.." şeklinde cevap vermiş
olurlar. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak "Göktekiler şefaat hakkına sahip değilken,
bunlar nasıl şefaat edeceklermiş?!" demiş olmaktadır. Bu ifadeyle ilgili birkaç
mesele vardır.[96]
(kem) kelimesi, miktar hakkında kullanılan bir
edattır. Bu, o miktarın açıklamasını sormak, istemek için olur;
böylece
de, bu mânâdaki "kem" edatı istifhâmiyye otur. Nitekim sen, "Uzunluğu kaç
kulaç?" "Sana kaç adam geldi?" dersin ki, bu, "gelenlerin sayısı ne kadardır?"
demek olup, böylece, miktarın açıklanmasını istemiş olursun. O halde
durumların açıklanması için kullanılan, (nasıl); fertlerin açıklanması
için kullanılan (eyyu hangisi) ve
hakikatlerin açıklanmasını istemek için kullanılan (ne) gibidir. Ya da, bu
miktarların kısaca, icmâlen açıklanması için kullanılır. Bu durumda da fi
habehyye olur. Nitekim sen, "Bana nice adamlar ikram etti" dersin. Yâni,
"Onlardan pek çoğu bana ikram ettiler" demektir. Ne var ki, burada şöyle birkaç
soru sorulabilir:
1) harf-i cerri, niçin istifhâmiyye için olan fi 'in temyizinin
başına gelemezken, haberiyye için olanınkinin başına gelebiliyor?
2) Niçin istifhâmiyye için olan fi 'in temyizi mansûb,
haberiyye İçin olanınki
mecrûr?
3) Bu lâfız, haberiyye için olduğunda,
(rubbe - (nice) mânâsında ve mukabilinde kullanılıyor. O halde, harf iken, niçin
bu kelime isim kabul edilmiştir? Bunlardan birincisinin cevabı şudur: izafetle belirlenen yerlerde kullanılır.
Nitekim sen "gümüş yüzük"
diyebildiğin gibi, ya "gümüşten bir yüzük" de diyebilirsin.. İstifhâmiyyelerde
izafet olmadığına göre, 'in, bu gibi yerlere benzeyen yerlerde de kullanılması
caiz değildir. Ki biz bu cevâbı ilerde açıklayacağız.
İkincisine
de, "Temyizlerde asi olan, izafettir" diyerek cevap veririz.
Üçüncüsüne
de şöyle cevap verebiliriz: fi 'in başına, harf-i cer gelebilir. Ve meselâ sen
"Daha ne kadar sabredeceksin?" "Kaç günde geldin?" ve "Ne kadar adama uğradın?" dersin. Mânâ
bakımından da şunu söyleyebiliriz.
edâtıyla birlikte harf-i
cerri kullanılıp da, temyizi de meselâ "Pekçok erkek, onların hizmetkârlarıdır"
şeklinde olur.
Ama, her ne kadar taklîl (azlık) belirtmek
için ise de, ancak ne var ki, az olanın makamına geçmez. Dolayısıyla da, meselâ hakkında, bizim, fi kesretten, ibarettir"
dememize rağmen,
azlıktan ibarettir" denilmesi mümkün değildir.[97]
Cenâb-ı
Hak, âyetten zamiri mânâya râci kılarak, buyurmuştur. Şayet o, demiş olsaydı, bu
râci
oluş, lâfza( fi 'in lâfzına)
olmuş olurdu. Çünkü, hem hem de "Nice adam gördüm..." denilebilir.
Buna göre şayet, sen, "Bu ikisi arasında mânâ bakımından bir fark yok mudur?"
dersen ben derim ki: Bu, şudur: Allah Teâlâ, "şefâatlar, fayda vermez"
buyurunca, bu, "tümünün şefaati fayda vermez" anlamında olmuş olur. Ama şayet,
demiş olsaydı, o zaman bunun mânâsı, "Meleklerden pekçok kimse vardır ki,
herbirinin şefaati ayrı ayrı fayda vermez" şeklinde olurdu. Ve bu durumda da
çoğu kez, bir kişinin hatırına, bir araya gelmeleri durumunda, onların
şefaatlerinin fayda vereceği şeklinde bir düşünce gelebilir. Bu izaha göre, bu
ifâdede, herbiri, bu işin büyüklüğüne işaret eden hususlar var demektir:
1) Burada fi ifadesi yer almıştır ve bu, çokluk ifâde
etmektedir.
2) Melek lafzı yer atmaktadır. Zira melek, yaratılmışlar
cinsinin en lâtif ve en kıymetlileridir.
3) Semâvât-gökler lâfzı yer almıştır. Zira, bu lafız, onların
mertebelerinin yüceliğine ve bu mertebelerin, saadet ve mutluluk karargâhına
yakın olduğuna bir işarettir.
4) Onların,
ifadesiyle anlatılan bu hususta bir araya gelmeleri (ama buna rağmen fayda
vermemesi). İşte bütün bunlar, onların, "Putlarımız bize şefaatçi olacaklardır"
şeklindeki iddialarının yanlışlığını ve bozukluğunu ortaya koyan hususlar olup,
bu, "Bunlar, önemsiz, adi, zayıf ve mertebeleri de düşük oolabileceklerdir.
Çünkü, cansız varlıklar, cinslerinin en aşağı mertebelerinde bulunur. Melekler
ise, cinlerinin en kıymetlileridir. Ve üstelik bunlar, göklerin en
yücelerindedirler. Bu -italikleri taşıyan meleklerin şefaatleri kabul
olunmayacağına göre, daha nasıl cansız varlıkların şefaati kabul edilebilir?"
demektir.[98]
"Gökteki
meleklerden hiçbirinin, şefaat etme hakkına sahip değilken, "pekçok melek
anlamında" olmak üzere, niçin buyurulmuştur? Biz deriz ki: Bu ifâde ile o
putperestlerin, "Bu putlar, şefaat edeceklerdir" şeklindeki iddialarına bir
cevap ve reddiye kasd edilmiştir. Bu ise, meleklerden birinin şefaatinin kabul
edilmeyeceğini söylemekle elde edilebilecek bir husus değildir. Dolayısıyla,
"pekçoğu" ifâdesine yer vermekle yetinilmiştir. Cenâb-ı Hak, "Onlardan hiçbiri
şefaat hakkına sahip değildir?" buyurmamıştır, çünkü bu ifâde, maksat kendisiyle
hasıl olduğu halde, Cenâb-ı Hakk'ın "pekçoğu" ifadesinden daha fazla münâkaşa
götürür bir ifâdedir. Sonra burada şöyle bir bahis de vardır: Bazı durumlarda,
umûm ifade eden sığalar kullanılır, ama çokluk
mânâsı, kastedilir. Bazı yerlerde de, çokluk sığası kullanılıp, umûm mânâ
kastedilir, ki bu iki durumda aynı sonucu verir. Ki bu da, geriye kalmaların az
görülmesi, onlara itibar edilmemesidir. O halde "Herşeyi helak eder..." (Ahkâf,
25) ayetinde, Cenâb-ı Hak adetâ, ilgili hükmün dışında kalanlara hiç iltifat
etmemiştir. Ama, ilk "nice melek vardır ki...", "Daha doğrusu, onların ekserisi,
bilmezler..", "Onların ekserisi onlara inanırlar.." İfâdelerinde ise, hariçte
bırakılanlara iltifat edilmeyenler muamelesi yapmıştır. Böylece, Cenâb-ı Hak,
adetâ, hükmün dışında bıraktığı şeyleri, hükmün dışında kalanlar gibi addetmiş
ve sanki onları, Kendisi çıkarmamış gibi olmuştur. Bu, sözün taşıdığı mânâ ve
maksadın farklılığına göre, farklılık arzeder. Binâenaleyh eğer ilgili söz,
kendisinde mübalağa etmek için, yani ileri bir mânâ ortaya koymak için
getirilmiş İse, "küllü (hepsi)" ifadesi kullanılır. Bunun misâli, meselâ
hükümdara, sözün maksadı sadece ona çokça duâ edildiğini anlatmak olduğunda,
"Küllü nâs (bütün insanlar) sana dua ediyorlar" denilir. Eğer ilgili söz, bunun
ötesinde ve mübalağa maksadı güdülmeksizın getirilmiş ise "kül!" (hepsi-bütün)
kelimesi kullanılmaz. Bunun misali, kendisine "Benim duamı ganimet bil" diyen
kimseye, hükümdarın, "Bana kesirun-nas (pek çok insan) dua ediyor" demesidir.
Bu, kendisini dua edenlerin çokluğunu belirtmek için değil, o kimsenin duasına
ihtiyacının olmadığını anlatmak için söylenmiş bir ifâdedir. İşte bu ayeti
kerimede de böyledir.[99]
Cenâb-ı
Hak, o putperestlerin iddialarının, putlarının şefaatlerinin fayda vermesi
şeklinde olmayıp sâdece
putlarının
şefaat edecekleri şeklinde olmasına rağmen niçin, burada, "(O meleklerin)
şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz" demiş de, "Onlar şefaat edemezler"
dememiştir. Diğer bazı ayetlerde de "Allah katında, O'nun izni olması müstesna,
kim şefaatçi olabilir" (Bakara, 252) buyurmuş ve böylece izni olmadan şefaatin
mümkün olmadığını; "Onlar için, Allah 'dan başka ne bir dost, ne bir şefaatçi
vardır" (En'âm, 51) buyurmuş, hiçbir şefaatçi olmadığını bildirmiş; tefsiri
sadedinde olduğumuz ayette ise onların şefaatinin fayda veremeyeceğini beyan
etmiştir, (ne dersiniz?) Biz deriz ki: O putperestler, putlarının onlara şefaat
edeceğini söylüyorlar ve bu şefaatin fayda vereceğine de inanıyorlardı. Nitekim
Hak Teâlâ, onların, "Bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye (onlara ibadet
ediyoruz)"(Zûmer,3) dediklerini nakletmiştir.
Sonra biz
diyoruz ki: Onların iddialarını reddetmek büyük bir mânâyı ifâde eder. Onların
iddialarının reddedilmesi, onların, "putlar bize, mukarrebler (Allah'ın yakın
kullan) olarak şefaat edecekler ve faydalı olacaklar" demesinden dolayı idi.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz"
buyurmuştur. Bunların iddialarının reddedilişinin delili, meleklerin
şefaatlerinin bile fayda vermemesinin bildiriImesidir. Buradaki şefaatin fayda
vermesi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu işin, O'nun izin vermesinden sonra olması
müstesna" ifâdesi ile ortaya konulmuştur. Bu, "Onlar şefaat edecekler" demektir.
Fakat burada, bu şefaatin kabul olunup fayda vereceği, yahut kabul olunmayacağı
hususlarının izahı yoktur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak önce, "Onların şefaalerî bile
hiçbir şeye yaramaz" deyip de, daha sonra, "Bu işin, O'nun izin vermesinden
sonra olması müstesna..." buyurunca, bunun mânâsı, "Bu şefaat, (bu şartla) fayda
verir.." şeklinde olur ve böylece ilgili müjde gerçekleşmiş olur. Çünkü Hak
Teâlâ "Arşı taşıyan melekler ile (Arşın) etrafındaki melekler, Rablerini hamd
ile tesbîh ederler, O'na inanırlar ve mü'minler için istiğfar ederler" (Mü'min,
7) ve "O (melekler) yeryüzündekiler için mağfiret talebinde bulunurlar"(Şura, 5)
buyurmuştur. Mağfiret talebinde bulunmak da, şefaattir.
"(Allah'ın) izni olmaksızın, O'nun yanında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 255)
ifâdesi ile, tefsir ettiğimiz âyette olduğu gibi, şefaatin hiç olmayacağı ve
kabul edilmeyeceği mânâsı kastedilmemiştir. Çünkü bu ifâdeler, müşriklerin bu
husustaki inançlarına bir reddiyedir. Bununla ancak, "Onlar, ancak Allah'ın
dilediği kimselere izin vermesinden sonra konuşabilirler (kıyamette)..."
ifâdesinde olduğu gibi, Allah'ın yüceliği ve hiç kimsenin O'nun katında ağzını
açıp konuşamayacağı anlatılmak istenmiştir.[100]
"Dileyeceği ve raâzı olacağı kimseler için..." ifâdesindeki "lâm" ile ilgili
olarak şu iki îzah yapılabilir:
1)
Bu harf-i cerr, "izin" fiiline taalluk eder. Bu durumda, şu İki mânâ
verilebilir:
a)
"Allah'ın şefaat etmeyi istediği ve razı olduğu kimseler için meleklerden
dilediğine İzin vermesinden sonra..."
b)
"Bu izin, şefaat edilecek kimse hakkında olacaktır." Çünkü izin, mü'minlere
şefaat etme hususunda bütün melekler için söz konusudur. Zira onların tamâmı,
mü'minler için mağfiret talebinde bulunurlar. Dolayısıyla bunu tahsis etmenin
(sınırlandırmanın) mânâsı yoktur. Bu hususta da münâkaşa edilebilir.
2) Bu harf-i
cerr, hiçbirşeye yaramaz" fiiline
taallûk etmektedir, yani "Allah'ın, o meleklere, şefaat hususunda izin
vermesinden sonra, onların şefaatleri ancak Allah'ın dilediği kimselere yarar"
demektir. Bu mânânın da uzak birşey olduğu söylenebilir. Çünkü bu meleklerin
şefaat etmeleri mânâsına gelir. Halbuki fayda verme, işe yarama, ancak Allah'ın
dilediği kimseler için söz konusudur. Buna şu şekilde cevap verilir: Bu, Allah
Teâlâ'nın azametine dikkat çekmek içindir. Çünkü melekler şefaat ettiklerinde,
Allah Teâlâ, meşîeti doğrultusunda, onların şefaatlerinden sonra, dilediklerini
bağışlar.[101]
'Ve râci
olacağı" ifâdesinin getirilmesinin hikmet ve inceliği nedir? Diyoruz ki: Burada
"irşâd" (yol gösterme) faydası vardır. Çünkü Allah Teâlâ, ''Dileyeceği kimseler
için" buyurunca, mükellef, Cenâb-ı Hakk'ın dilemesinin nasıl olacağını
bilemediği için, tereddüd içine girdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, dileyeceği
kimselerin, kâfirler ve muannidler değil de, âbid ve şâhidler olduğunu bildirmek
için, "ve razı olacağı kimseler için" buyurmuştur. Çünkü Hak Teâlâ, "Eğer inkâr
ederseniz, (bilin ki) şüphesiz Allah'ın size ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte,
kullan için küfre (inkâra) razı olmaz. Ama şükrederseniz, sizin için buna razı
olur" (Zümer, 7) buyurmuştur.
Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Dilediği kimseler için..." buyurmuş, daha sonra da dilediği
kimselerin kimler olduğunu beyan etmek için, "razı olacağı kimseler için.,."
buyurmuştur. "Meleklerin şefaati, diledikleri hiç bir kimseye fayda vermez"
şeklinde mânâ vermemize göre, âyetteki "razı olmak" fiilinin faili
"dileyeceği..." ifâdesi ile kendisine işaret edilen kimse olur. Buna göre Hak
Teâlâ adetâ, "Onun razı olacağı" demiş olup, "Ona şefaat elverişli olacak
biçimde fayda verir. Bu sayede de onun rızası gerçekleşir" manasınadır. Bu tıpkı
Allah'ın, o razı olur, yâni, şefaat ona fayda verir" demesi gibidir. Bu durumda,
"razı olma" ifadesi, bir açıklama sadedinde getirilmiş olur. Çünkü Hak Teâlâ, az
ve çok, herşeyin nefyine (bütün meleklerin şefaatinin olumsuzluğuna) işaret
olmak üzere, "Onların şefaatleri fayda vermez" buyurunca, bunun gereği, bu
istisna ile, onların şefaatlerinin, az da olsa bir fayda sağlayacağıdır. Böylece
lehinde şefaat edilen kimse, bu istisna sebebiyle, gereğinden fazla fayda
vereceğini düşünür. "Razı olma" işinin, "dileme" ifadesini açıklamak için
getirilmiş olduğu da söylenebilir. Çünkü "dileme" fiili ile, "razı olma"
mânâsındaki "meşîet" kastedilmemiştir. Çünkü allan Teâlâ, meselâ bir kulunun
sapıklığını dilediği zaman, buna razı olmaz. Onun hidâyetini dilediğinde ise, bu
dileme râzt olma ile birlikte olur. Dolayısıyla buradaki meşîetin (dilemenin)
genel mânâda bir meşîet olmayıp, hususî mânâda bir meşîet olduğu anlaşılsın
diye, "dileyeceği ve razı olacağı kimseler için,.." buyurmuştur.[102]
"Ahirete
iman etmeyenler, meleklere dişi adlan takarlar" (Necm, 27).
Bu hususu,
Tûr Sûresi'nde açıkladık ve bu ayeti orada delil getirdik. Şimdi burada,
oradakilere yakın hususları ele alıp, şöyle diyoruz: "Ahirete iman etmeyenler"
ifadesi ile, Peygamberlerine iman etmeyenler ve onların şeriatlarına uymayanlar
kastedilmiştir. Bunlar ancak akla uygun olduğunu iddia ettikleri şeye tabî
olurlar. "Allah'ın isimleri tevkîff (vahiyle haber verilen cinsden) değildir.
Yeled (oğul), başkasından olan demektir" derler ve bu hususta dilcilerin
sözleriyle istidlalde bulunarak söyle derler: "Meselâ Arapça'da, "Bundan şu
tevellüd etti" denilir. Yine "Ondan meydana geldi..." mânâsında, "Zâc (boya
tuzu), kiremitten tevellüd etmiştir" denilir. Yine, "Bintü'l-kevm (üzümün kızı
(içki), bintü'l-cebel" gibi ifadeler de böyledir." Bunlar sözlerine devamla
"Melekter, Allah'dan meydana gelmiştir. O halde melekler, Allah'ın mahlûku olmak
itibariyle, O'nun çocuklarıdır" demişlerdir. Daha sonra onlar, "Melâiketü"
kelimesinin sonunda tâ-ü tenisi görüp, kendilerince de,
"Melekler secde etti" denilirken müennes fiil kullanılması doğru olunca,
"Melekler Allah'ın kızlarıdır" deyince, Allah Teâlâ, ''Ahirete iman etmeyenler,
meleklere dişi adları takarlar" buyurmuştur. Bu, dişilere "kızlar (benât)"
denilmesi gibidir.
Bu ayetle
ilgili birkaç mesele var:[103]
O putperestler
hep, "Bunlar Allah
katında bizim
şefâatçilerimizdir" deyip,
üstelik Örflerine göre,
Ölen
kimsenin
kabrinin yanıbaşına bir binek hayvanı bağlayıp, bağlayıp, bu kimsenin o binek
üzerinde haşrolacağına
inanmalarına rağmen, daha nasıl onların âhirete inanmadıkları söylenebilir?
Deriz ki: Buna şu iki bakımdan cevap veririz:
1)
Onlar buna kesin olarak inanmayınca, sanki "Haşr yoktur. Eğer olursa, bizim
zaten şefaatçilerimiz var" demiş gibi olurlar. Bunun delîlî, "(Derler ki)
"Kıyametin kopacağını zannetmiyorum amma eğer (diriltilip) Rabbimin huzuruna
döndürülecek olursam, yine de O'nun katında en güzel mükâfaat (cennet) benim
için olur (olmalıdır)" (Fussilet. 50) sözleridir.
2) Onlar,
âhireti gerçek mânâda, yani peygamberlerin bildirdiği şekilde kabul edip,
inanmıyorlardı.[104]
Bazı
kimseler, "ünsâ" (dişi) kelimesinin, "ef'ale"nin (ism-i tafdilin) müennesi olan,
fu'la vezninde olduğunu, çünkü bunun fiilinin, ism-i failinin ise, şeklinde
olduğunu ve meselâ Arapça'da, "erkek demir" ve hadîdün enîsün "dişi demir"
denildiğini söylemişlerdir. Ama gerçek olan, "ünsâ" kelimesinin, genelde bu
şekilde
kullanılmadığıdır. Bunun delili ise, kelimenin cem'inin, "inâs" şeklinde
gelmesidir.[105]
Cenâb-ı
Mak, niçin "tesmiyete'l-inâs" dememiş de, "tesmiyete'l-ünsâ" demiştir? Deriz ki:
Buna iki şekifde
cevap verilebilir: Bunlardan
birisi açık, diğeri ince bir izahtır. Zahir olan, bu "ünsa" kelimesindeki lâm-ı
tarif ile, "dişi cinsi" kastedilmiştir ve bu lâfız, diğer âyetlerin sonlarına
uygun olarak geldiği için buraya daha uygundur. Dalûk (ince) izah da şöyledir:
Eğer Cenâb-ı Hak, "Onlar, onları "inâs" (dişi) adlarıyla adlandırıyorlar" demiş
olsaydı, şu iki mânâ anlaşılabilirdi:
a) Kızlar,
b) Aişe, Hafsâ
gibi, dişilere verilmesi mu'tad olan alem (özel) isimler. Çünkü dişilerin
isimlendirilmesi böyle olur. Binâenaleyh Hak Teâlâ "tesmiyete'l-ünsâ" buyurunca,
artık bunun "cins" için olduğu belirgin hâl almıştır. Cins de, "kız" ve "kızlar"
(benflt) ifadesidir.[106]
Bu âyetin
kendinden öncekilerle münâsebet ve ilgisi şöyledir: Onlara, "Putlar, cansız
varlıklardır. Şefaat edemezler" denilip, "Mahlukatın en büyüğü olan meleklerin
bile, Allah'ın müsâade etmesi durumu hariç, şefaat edemeyecekleri beyân
edilince, onlar "Biz putlara tapmıyoruz. Zira onlar cansız varlıklar. Biz ancak,
o putlara tapmakla, aslında meleklere tapmış oluyoruz. Çünkü bunlar, meleklerin
seki İleri nded i rler. Biz onları Önümüze dikerken, onlar bize hem görünür
âlemi, hem de görünmeyen âlemi hatırlatsınlar diye dikiyoruz. Dolayısıyla biz,
mukarreb (Allah'ın yakın), sânı yüce, makamı üstün meleklere saygı göstermiş
oluyoruz" demişler de, Cenâb-ı Hak bunlara bir red ve cevap olmak üzere, "Siz
onlara, (kendiniz için kız evlat istemeyen kimseler olarak) dişi isimleri
verirken, nasıl onları ululamış olursunuz" demek istem iştir.[107]
Cenâb-ı
Hak daha sonra, bu hususta onların dayanaklarını zikretmiştir ki bu da,
"Melâike" lafzıdır. Zira Allah Teâlâ," Ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi
adlan takarlar" derken, dememiş şeklini kullanmıştır. Çünkü onlar, bunun
sonundaki tâ'ya aldanım ıslardır. Halbuki onların bu aldanışları yersizdir.
Çünkü "ta", hakîkî müennesi gösterme dışında, birtakım başka mânâları göstermek
için de kullanılır. "Blnt" (benât) lafzı ise, ancak hakiki müennes (dişi) için
kullanılır. "Melâike"deki "tâ" da tıpkı (cilalar) kelimesinde olduğu gibi,
cemîlik mânâsını te'kid için getirilmiştir. Bu "tâ o tâ"ya benzer. Bu böyledir.
Çünkü meşhur görüşe göre, "Melâlketü" kelimesi, "melek" kelimesinin çoğuludur.
"Melek" de, hemzesi hazfedilip, "mel'ek"den kısaltılmış bir şekildir. Mel'ek ise
"elçilik" demek olan "ulûket" kökünden gelen, melek kelimesinin, çevrilmiş
(harfleri yer değiştirmiş) şeklidir. O halde, bu görüşe göre, "melâike",
"mefailetün" kalıbında olup, aslı "mefâllü"dür. Ama cemisinde, "melâlketü"
şekline çevrilmiştir. Dolayısıyla "melâike", fe'allü ve fe'âiletü vezinlerine
benzer. Ama görünen odur ki "Melâike" kelimesi, "melîk, yani "Melîk'e mensup
olan" kelimesinin çoğulu olup, "fe'âilü" veznindedir. Bunun delili, mü'minlere
vaad sadedinde zikredilen, "O, muktedir bir meliğin katındadır" (Kamer, 55)
ayetidir. Cenâb-ı Hak melekleri anlatırken, "Onlar Rableri indindedirler" (Araf,
206) buyurmuştur. Yine vaad hususunda, "Onun katımızda bir yakınlığı var" (Sad.
25) buyurmuştur. Meleklerden bahsederken, "En yakın melekler de Allah'a kul
olmaktan asla çekinmezler" (Nisa, 172) buyurmuştur. Binâenaleyh melekler,
yakınlığı Allah'ın kendilerine verdiği, şerefli kullarıdır ve onlar, sultanların
yanında bulunan, kapılarını bekleyen, verilecek emirleri gözeten kölelerin ve
hizmetçilerin emre İtaati gibi, "emrolunduklannı hemen yaparlar." Dolayısıyla
onlar, anında herşeye muktedir olan Melik'e mensub (bağlı) kimselerdir. Öyle ise
onlar, "RtoHMyyûn" (Büyük Melik Allah'a bağlı kimselerdirler. "Melâike'
kelimesinin sonundaki "tâ" da, "sayârlfe" (kuyumcular) "beyâtine" (baytarlar)
kelimelerinde olduğu gibi cemîliğe nisbet edilmekten dolayı gelen "tâ"dır.
Buna göre
eğer, "Bu, şu bakımlardan yanlıştır:
1) Hiç kimse
(sayrafî) kelimesini kullandığı gibi, meleklerden biri için melîkî" ifadesini
kullanmamıştır.
2) İnsan, Allah katında olduğu zaman, meleklerden olması
gerekir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü "melâike" kelimesinden,
insanoğlundan başka bir cins anlaşılır.
3) "Faili vezninin, çoğulunun "fe'fliletü" şeklinde geldiği
duyulmamıştır. Bunun müfredi, tıpkı "nemime" ve "habibe" kelimelerinde olduğu
gibi, "fa'îletün" şeklindedir.
4)
Eğer böyle olsaydı, "melik" kelimesi çoğul yapılamazdı" denilirse, biz deriz ki:
Bunlardan birincisinin cevabı şudur:
Bunun
müfredinin kullanılmadığı meselesini kabul ediyoruz. Sebebi ise şudur: Melîk,
her nekadar büyük bir zat olursa, onun hükmü, hizmetçileri, adamları da, o
nisbette çok olur. Binâenaleyh melîk, ululuk ile nitelendiğinde, çoğul ile
tavsîf edilir ve meselâ, "Büyük ordular sahibi" denilir. Fakat tek bir kişi ile,
böyle ululuk sıfatlan ile nttelenemez. Ama bu tek kimse, eğer melîke nisbet
edilirse, o zaman haber olmaya aday olur ve meselâ, "Bu benim melikim" denilir.
Bu ise, senin, onun bizzat kendisini tanıyıp da, bu bir kimseyi mübtedâ yapman
ve ondan "melîkîm" diye haber vermen durumunda olur. Melekler ise, pek azı
müstesna, bizzat tanınamaz, bilinemez. Onlardan bilinenler, Cebrail, Mikâil,
(a.s) gibi olanlardır. Bu durumda ise, 'Cebrail benim melîkîmdir" dememizin
mânâsı yoktur. Çünkü haberin ne olduğunu bilen kimse için, haberin mübtedâ için
sabit olduğunu anlatma durumu hariç, ondan haber vermesi caiz olmaz.
Dolayısıyla, meselâ insanın hayvan veya cisim olduğunu söylemek uygun olmaz.
Çünkü bu, zaten açık olanı açıklamak demek olur. Meğer ki, bu kimse bunu bir
maksad ve gayeden ötürü bir darb-ı meselde veya nâdir bir durumda kullansın.
Bunun, mübtedâ olarak melike nisbet edilmesi de olamaz. Çünkü ululuk, kişinin
"meleklerden birisi" deyip de, bununla, Allah'a yakın olanların çokluğuna dikkat
çekmede yatmaktadır. Nitekim sen, "Melikin adamlarından biri..." dersin de,
direkt olarak, "Melikin adamı (arkadaşı)" demezsin. Binâenaleyh ileri derecede
bir saygıyı anlatmak istediğinde, birisinin yanında, melik ismi birşeye nisbet
edilmeden kullanılır. Bundan da Öteye, bu, onun şiddet ve kuvvetini ifade için,
(mübtedâ olarak) kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, (Cebrail (a.s) için),
'Güç-kuvvet sahibi..." (Necm,5) buyurmuştur. Mlm-iâm-kâf harfleri, çeşitli
şekillerde tertib edildiğinde (sıralandığında), bilindiği üzere, "güç, şiddet -
kuvvet" mânasına gelirler. Fakat bir topluluk yanında, saygı için, "el-Melâike"
kelimesi kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabblnin ordularım, O'ndan başka hiç
kimse bilemez" (Müdessir, 31) buyurmuştur.
İkinciye
de şu şekilde cevap verilir: Deriz ki, bir isim, İlk defada, onunla
nitelenebilecek birisine has kılınmış bir vasıf (sıfat) için kullanılır. O
birisinden başkası, eğer bu sıfatla nitelenmiş olsa, bu isimle adlandırılamaz.
Nitekim fiilinin ism-i faili olan (hareket eden) kelimesi böyledir. Dolayısıyla
hareket eden bir kadına "dâbb«" denilmez. Herkes ve herşey hakkında genel mânâda
kullanılan, "debb"in (hareketin) dışında olmak üzere, bu kelime, husûsî bir
şekilde hareket ettiğinde, o kadının bir sıfatı olarak kullanılabilir. Meselâ o
kadın, birşeyi almak için veya başka birşey için geceleyin hareket etmesini
gösteren bir sıfat olarak şöyle de denilebilir: Meleklere, "melâlke"
denilmiştir, çûnkû onlar, âdemoğlu yaratılmazdan önce, sayısını ancak Allah'ın
bilebileceği bir müddetten itibaren, Allah'a intisâb etmiş varlıklardır.
Binâenaleyh Allah'a vuslat etmeyen, O'nun kapısında beklemeyen kimse için, ne
böyle bir intisâb, ne böyle bir alışkanlık tahakkuk etmez, dolayısıyla da bu
adla adlandırdamaz.
Üçüncüsüne
de şu şekilde cevap veririz: Kıyasî olarak çoğul yapılan cemîler için bir engel
yoktur. Meselâ bunlar, "fa'al" vezninde olan, "cemel" kelimesinin cimâl, semer
kelimesinin sim&r şeklinde fi'âl vezninde; eşkâl ve eşcâr gibi ef'al vezninde ve
fa'lfin v.b. vezinlerde cemî olması gibi. Samâî olarak cemüenenlere gelince,
bunların pek azı müstesna, eğer kelimenin böyle bir cem'i yoksa, bu durumda, pek
çok cem'in Allah'ın kapısına nisbet edilmesi gibi, orada yatan ta'zîm ile
yetiniiir ve bu "mer'e" (kadın) kelimesinin "nisa" şeklinde cemilenmesi babından
olur.
Dördüncüsüne ise şu şekilde cevap veririz: Bu, bir engelden ötürüdür. Belki de
bu engel, ondan kaynaklanmıştır. Yahut şöyle diyebiliriz: "Fey'ai" kelimesi cemî
konusunda, fa'fl veznine hamiedildiği gibi, fa'fl vezni de, fa'îl veznine
hamledil m iştir. Dolayısıyla da, ceyyld'in cem'ine de clyad denilmiştir. Ama
fa'fl vezninde, çoğul olarak effl'll denilmez. Bu söylediğimiz hususu şu da
destekler. İblis, o kapıda dururken, melekler zümresine dâhildi. Dolayısıyla
diyoruz ki: "Cenâb-ı Hak, "Hani biz meleklere, "Adem'e secde edin" demiştik de,
İblis hâriç, hepsi hemen secde ettiler" (Bakara, 34) buyurmuştur. Bu, "O İblis,
o kapıdan geri çevrilip uzaklaştırıldığı zaman, meleklerden hâriç tutuldu ve
cinlerden oldu" demektir.
Bazı
dilcilerin, "Melaike kelimesi, "Mel'ek"in cemîsidir. "Mel'ek" de, elçilik demek
olan, Ulûket kökünden olan me'lek kelimesinin çevrilmiş (harfleri yer
değiştirmiş) hâlidir" şeklindeki iddialarına gelince, bunda, bizim
söylediklerimizden daha çok zorlamalar var. Çünkü bir kere, "melek" kelimesi
fa'al vezninde olmayıp mef'al veznindedir? Bu, zahirin hilâfınadır. Niçin tıpkı
me'ârib, me'âslm, me'âkil gibi kelimelerde olduğu üzere, aslına göre bunda da
me'âlik şekli kullanılmamıştır. Bütün bunlar, ancak bir zorlama ile
söylenebilecek şeylerdir. Yine "melek" kelimesi "mel'ek ' şekline sokulmuş da,
bu bahsettiğimiz benzeri kelimelerde niçin yapılmamıştır? Yine niçin bunun
cemine "tâ" getirilmiş de, her "mefâl" veznindeki kelimenin cemisinde olduğu
gibi, "ta"sız olarak "melaik" denilmemiştir. Onların görüşlerini, "Allah
(melekleri) elçiler kıldı" (Fatır, 1) âyeti de reddeder. Şu halde buradaki
"rüsûl" (elçiler), o mânâdaki elçilerden başkadır. Binâenaleyh nasıl "rusu!"
kelimesinin, mürseîîn (gönderilenler), "mukterlb" kelimesinin de "karib"
(yalnız) mânasına alınması doğru olmaz ise, meleklerin resuller kılındığının
söylenilmesi de doğru olmaz. Çünkü kılmada, mutlaka bir değişiklik söz
konusudur. Bütün bu meleklerin, Allah Teâlâ'ya mensûb oluşları, O'nun huzurunda
duruşları ve kendilerine gelen emirleri almak için, emre muntazır oluşları, bu
kimselerin söylediklerinin aksine delâlet etmektedir.[108]
"Halbuki
onların buna dâir bilgisi de yoktur. Onlar kuruntudan başkasına uymazlar.
Kuruntu ise, şüphesiz, gerçek nâmına hiçbirşey ifâde etmez" (Necm, 28).
Ayetteki,
"buna dâir" ifâdesinin, neyi gösterdiği hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Zemahşerî'nin naklettiğine göre bu, onların bilgisizce,
ilimleri olmadan söyledikleri şeye râcidir.
2)
Bu zamir, önceki âyette geçen bilgilere râcidir, yâni, "Onların Allah hakkında
bilgileri yoktur. Dolayısıyla, müşrik olmaktadırlar" demektir. Bu zamir,
şeklinde de okunmuştur. Bu durumda da şu izahlar yapılabilir:
a)
Onların, âhiret hakkında bilgileri yoktur.
b)
Onların, bu tesmiye edişleri bir bilgiye dayanmamaktadır.
c)
Onların, melâike hakkında bir bilgileri yoktur.
Eğer biz,
"Onların âhiret hakkında bilgileri yoktur" manâsını verirsek, onlar hakkında
daha Önce söylenen hususa bir cevap olur. Çünkü onlar, "Bu putlar, Allah katında
bizim şefâatçilerimizdir" deyip, dirilince üzerine binsinler diye, ölülerinin
kabirlerinin başına bir deve bağlıyorlardı. Fakat onlar, bunu âhireti bilmeden
kaynaklanan bir iş olarak yapmıyor, söylemiyorlardı.
Yok eğer
biz, "Onların, bu tesmiye edişleri bir bilgiye dayanmamaktadır" mânâsı verirsek,
ortaya bir problem çıkar, o da şudur: Bu adlandırma ile ilgili olarak onların
bir bilgileri var. Çünkü onlar, kendilerinin bir şüphe içinde olmadıklarını
biliyorlardı. Çünkü isim verme bâzan, öncelikle "vaz'î" olur ki bu, zan ile
değil, aksine ne vaz, ettiğini bile bile olur. Bazan da, mânâ ile ilgili bir
kullanış şeklinde olur da, buna yalan, doğru veya ilim arız olabilir.
Birincisinin misâli, bir kimsenin ilk Önce "semâ-gökyüzü" adını, müsemmâsına
koyup, "Bu, semâdır" demesi; ikincisinin misâli de şudur: Şimdi biz bundan
sonra, su veya taş hakkında, "Bu, semâdır" dersek, bu yalan olur. Buna inanan
ise, câhildir.[109]
İşte,
aynen bunun gibi, bunların melekler hakkında, "Bunlar Allah'ın kızlarıdır"
deyişleri, vaz'î bir isimlendirme olmaz. Onlar bununla, o meleklerin, kızlar
lâfzının kendileri hakkında kullanılması gerekli olan bir şey ile mevsûf
olduklarını kastetmişlerdir ki, iste bu yalandır ve bunun böyle olduğuna inanan
ise câhildir. Binâenaleyh, işte bu, bizim, daha önce de bahsettiğimiz gibi,
maslahat (fayda) olan durumlarda, örfî, ya da şer'î fiillerde kesin bilgi elde
edilemediğinde zanna tabî olunur. Ama itikadt konularda ise zan, hakikat
bakımından, hiçbir şey ifâde etmez" şeklindeki sözümüzden kastedilendir.[110]
İmdi eğer;
"Zan, bazan isabet etmez mi?" Binâenaleyh, daha nasıl zan hakkında, "O hiçbir
şey ifâde etmez" hükmü verilebilir?" denilirse, biz deriz ki, mükellef, hakka
inanabilmesi için, hakkı batıldan; hayrı yapması için de, hayrı serden ayırıp
ortaya koyacak yakînî (kesin) bir inanca muhtaçtır. Ancak ne var ki hakikat
konusunda (vakıaya) mutabık bir inanç için, kesin inanç içinde bulunulması
gerekir. Zanneden ise, kesin inanç içinde olamaz. Ama, hayır, iyi, güzel
hususunda pekçok yerde, zanna îtibar olunur.[111]
Ayetteki,
"hak" kelimesiyle, Allah Teâlâ'nın kastedilmiş olduğunun söylenilmesi de
muhtemel olup, bunun mânâsı, "zan, Allah'tan yana hiçbir şey ifâde etmez"
şeklinde olup, bu da, "İlahî vasıflar zanlarla elde edilip, ortaya konulamaz"
demektir. Bunun delili, "... Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah hakkın ta
kendisidir.." (Hac. 6) âyetidir. Burada şöyle bir incelik vardır: Allah Teâlâ,
üç yerde, "zan"dan (zanna tâbi olmaktan) men etmiştir ki, bütün bu yerlerde bu
men etme işi, "isimlendirme" ifâdesinin akabînden gelmiştir. İsimle çağırma ve
ona tutunarak duâ etme, iki yerde olmuştur. Bunlardan birisi, bu sûrededir:
a)
Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, sizin ve atalarınızın taktığı adlardan başkası değildir.
Allah onlara hiçbir hüccet indirmedi. Onlar, kuruntudan ve nefislerin arzu
ettiği hevâdan başkasına tâbi olmuyorlar" (Necm, 23) âyeti İle,
b)
"Onlar kuruntudan başkasına tâbi olmazlar. Kuruntu ise şüphesiz, hakdan hiçbir
şeyi ifâde edemez"(Necm,28) âyetidir. Diğeri ise, Hucûrat Sûresi'ndedir. Şöyle
ki: Cenâb-ı Hak, kalb ile duâ (çağırma) etmenin peşinden, "Birbirinizi kötü
lâkaplarla çağırmayın. îmandan sonra fâsıklık ne kötü addır! Kim tevbe etmezse,
onlar zâlimlerin tâ kendileridir. Ey iman edenler, zannın birçoğundan kaçının..." (Hucûrat.
11-12) ki bütün bunlar, dili korumanın, diğer organları korumaktan daha evlâ,
yalan söylemenin de, el ve ayaktan sudur eden asıl günahlardan daha çirkin
oluşunun delilidir. Bu üç yer de,
1) Lât, Uzzâ gibi, medhe müstehak olmayanları methetme;
2)
Zemme müstehak olmayan ve Rahmân'ın kulları olan o melekleri zemmetmek ve
onları, dişilikle vasfetmek, isimlendirmek ve;
3)
Durumu
malûm olmayanları zemmetmektir.
Ama, hâli bilinmeyenleri medhetmeye gelince,
Cenâb-ı Hak bu hususta, "onlar ancak zanna tâbi olurlar" buyurmuştur. Tam aksine
bu hususta zan (hüsn-i zan) muteberdir ve insanın dış görünümüne bakmak
vâcibtir.[112]
"Onun için
sen, bizim zikrimize arka çeviren, dünya hayatından başkasmı arzu etmeyen
kimselerden yüz çevir"
(Necm.
29).
Bu,
"Onlarla mücadeleyi bırak, zîrâ tâbüğde bulundun ve sana düşeni hakkıyla yerine
getirdin..." demektir.[113]
"Kur'ân'da
ne kadar "yüz çevir..." ifâdesi
varsa, bunlar, savaş âyetiyle mensûhtur" demişlerdir, ama bu doğru değildir.
Çünkü, "yüz çevir" emri, (bizzat) savaş (kıtal) âyetine muvafıktır. O halde daha
nasıl, bu ifâdeler, kıtal (cihâd) âyetiyle mensûh olabilirler?! Bu böyledir,
zira Hz. Peygamber (s.a.s), hikmetle (delilli) bir Diçimde ve güzel öğütle
çağırmakla, davet etmekle me'mûr idi. Onlar o peygambere, Kendi bâtıllanyla
karşı gelince, Peygamber (s.a.s)'e, ''Onlarla en güzel biçimde mücadele et..."
(Necm, 125) denilmiştir. Daha sonra, bu da fayda vermeyince, Cenâb-ı Hak ona, "O
halde onlardan yüz çevir, onlara, delil ve burhan (aklî ve naklî deliller) ile
mukabelede bulunma. Çünkü onlar, hakka tâbi olmazlar ve sâdece ve sâdece
zanlanna tabi olurlar. Ve onlara, mukabelede bulunmanın caiz olmasının
şartlarına göre onlarla münazara etmekten yüz çevirerek, mukabelede butun..."
demiştir. O halde daha nasıl, bu gibi ifâdeler mensûh olabilir?
fiili "şikâyetini geri aldı..." bâbındandır. Ve
buradaki hemze, "selb" içindir. Buna göre Cenâb-ı Hak adetâ, "Onlara olan arzını
izâle et, gider; artık bundan sonra da hiçbir durumu onlara arzetme.." demek
istemiştir. Ayetteki, "Bizim zikrimize arka çeviren..." ifâdesi, arzetmenin ve
münazarada bulunmanın faydasını beyan eden bir ifâdedir. Çünkü söze kulak
vermeyen kimse, o sözün mânâsını nasıl anlayacaktır?[114]
kelimesi
hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
a) Kur'ân'dan;
b) Naklî ve aklî delillerden ve
c) Allah'ı anmaktan.. Çünkü bir şeye tefekkür gözüyle bakmayan,
onun vasıflarını nasıl bilip tanıyabilir? Çünkü onlar şöyle diyorlardı: "Biz,
Allah'ın nimetleri hakkında tefekkür etmiyoruz, çünkü bizim Allah'la ilgimiz
yoktur. Bizim işimiz, bizi yaratanladır.. Ki bu da, -farklı görüşlerine ve
muhtelif bâtıl itikadlanna nisbetle- melekler ya da "dehr"dir.
Ayetteki, dünya hayatından
başkasını arzu etmeyen.." ifadesi, onların "haşr"i inkâr ettiklerine bir
işarettir. Çünkü onlar, "Bu (hayat), ancak bizim dünya hayatımızdır..."
(Mü'minûn, 37) demişlerdir. Allah Teâlâ da, "Dünya hayatına mı razı oldunuz?"
(Tevbe, 38) buyurmuştur ki bu, "Onlar, dünya hayâtının ötesinde, kendisi için
çalışıp çabalayacakları bir başka şey kabul etmezler" demektir. O halde,
âyetteki, "Bizim zikrimize arka çeviren..." ifâdesi de, onların, haşri inkâr
edişlerine bir işarettir. Çünkü bir kimse, Allah'ın nimetleri hakkında tefekkür
etme hususunu terkedlnce, O'nu tanıyamaz. Dolayısıyla da, Resulüne ıttibâ etmez.
Bunun akabinden de, bu Resulün sözü, bu kimseye herhangi bir fayda temiz etmez.
Bir kimse "haşr", "hesap" vs. gibi kavramlara (lisânında yer vermez) bu gibi
şeyleri kabul etmezse, korkmaz, dolayısıyla da, üzerinde berdevam olduğu
hareketinden vazgeçmez. Derken artık, bu çağrıda, bu davette bir fayda da
kalmaz.[115]
Bil ki,
Hz. Peygamber (s.a.s), kalblerin doktoru idi. Dolayısıyla, bütün bunları
tabiblerin usûlüne göre yapmıştır, uygulamıştır. Tabiblerin usûlü şudur: İlgili
hastalığın ıslâhı, gıdalarla mümkün ise, ilâç kullanmazlar; tesiri az ilâçlarla
ıslâhı mümkünse, güçlü ilâçlar kullanmazlar. Derken, meşrubat, vb. şeylerle
tedavi edemediklerinde de, cerrahî operasyona ve dağlamaya başvururlar. Öyle ki,
"Tedavinin en sonuncusu, dağlamaktır, cerrahi operasyondur" denilmiştir.
Aynen
bunlar gibi, Hz. Peygamber (s.a.s) de, kalblere (bu kalblerin sahiplerine),
sâdece Allah'ın zikrini emretmiştir. Çünkü, nasıl ki nefisler gıdalarla
itmi'nâna eriyor, tatmin oluyor, aynen bunun gibi kalbler de, Allah'ın zikri İle
tatmin oluyor. O halde bu demektir ki zikir, kalblerin gıdasıdır. İşte bundan
dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) ilk önce, "Lâ İlahe illallah! Allah'tan başka ilâh
yoktur" deyiniz" demiş, Ebu Bekir ve yararlanan diğer kimselere zikri
emretmiştir. Bundan yararlanamayanlara da, ilgili delilleri zikretmiş ve meselâ,
"Düşünmezler mi?.." "De ki: Tefekkür ediniz, hahnız"; "Bakmazlar mı?" vb.
demiştir. Derken, ilgili tehdit ve vatdleri getirmiştir. Bu da onlara fayda
vermeyince, Cenâb-ı Hak ona, "Müdahale etmekten vazgeç, sâlih kimseleri
bozmaması için fesatçı kimselerle alâkanı kes" demiştir.[116]
"Onların,
ilimden erebildikleri (son nokta) işte budur. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapan
kimseleri çok iyi bitenin ta kendisidir. O, hidayet bulan kimseleri de pek iyi
bilendir" (Necm. 30).
Bu
ifâdenin başında yer alan kelimesi
hakkında, şu izahlar
1)
Bu izahların en açık olanına göre, bu ifade, daha önce geçen (Necm.28) "zan"
kelimesine işaret etmektedir. Buna göre mânâ, "Onların ilim namına ulaştıkları
en son nokta, zanna sarılmaları olmuştur" şeklinde olur.
2)
"Dünya hayatını tercih etmek, onların, ilim namına ulaştıkları son noktadır."
Yani, "Bu tercih, onların ilim namına ulaştıkları şeyin son noktasıdır"
demektir.
3) "Onun için sen, bizim zikrimize arka çeviren ... kimselerden
yüz çevir" (Necm.29). Bu yüz çeviriş, onların ilim namına ulaştıkları son
mesafedir" demektir. mânânın böyle olması halinde, söz konusu ayette geçen
"ilim" ifadesiyle, "malum" yani ism-i mef'ûl mânâsı kastedilmiş olur. Böylece
de, Hm kelimesinin başındaki eliflâm, tarif ifade eder. "Malûm olanı bilmek..."
de, Kur'ân'da olan şeylerdir. Bunu, şu şekilde izah edebiliriz: Kur'ân gelince,
İnsanların bir kısmı, o Kur'ân'ı kabul edip ona sarıldılar. Göğüsleri, onunla
genişledi, ferahladı. Böylece de en üstün makama nazil oldular. Bazıları ise, o
Kur'ân'ı, mu'cize olması bakımından kabul etti, ilgili peygambere tâbi oldu;
derken, orta bir dereceye ulaştılar. Kimileri de, meselâ Ebû Tallb gibi, bu
hususta ileri geri söz söylemekten çekindi ki bu, ilgili mertebelerin en düşük
olanıdır. Bazıları ise, Kur'ân'ı kabul etmeyip onu tenkit ve ta'n ettiler.
Şimdi, ilk olanlarından yüz çevirmek caiz değildir., sonrakilerden ise, yüz
çevirmek vacibtir. Bu durumda, onun ulaşmış olduğu ilmin mevki ve derece, onun,
berikilerle konuşmaması ve onlardan yüz çevirmesidir.
Burada
şöyle bir soru sorulabilir: Allah Teâlâ, onların erişebilecekleri en son
noktanın bu olduğunu beyan etti. Halbuki, "Allah, her nefsi ancak, gücünün
yettiği ile mükellef tutar." Şimdi, ilmi olmayan deli ve çocuk, takat
getiremeyecekleri şeylerle me'mûr olamazlar. O halde, Cenâb-ı Hak, daha nasıl,
onları ikâba duçar kılacaktır?
Cevap: Biz
deriz ki, Cenâb-ı Hak, daha önce, onların, Allah'ın zikrinden yüz çevirdiklerini
belirtmiştir. Binâenaleyh, buna göre sanki, onların ilimlerinin olmayışı, ilmi
kabul etmeyişleri yüzünden olmuştur. Allah Teâlâ, onların yüz çevirmelerini, bu
bilmeme işi buna nisbet edilsin de, böylece ilahî ceza tahakkuk etsin diye,
takdir etmiştir.
Zemahşerî
ise şöyle demektedir: ifâdesi, iki cümle arasına girmiş bir cümle-i
Itlraziyye'dir. Buna göre, kelamın takdiri, "Onun için sen, bizim zikrimize arka
çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimselerden yüz çevir. Şüphesiz
ki Rabbin, yolundan sapan kimseleri çok iyi bilenin ta kendisidir..." şeklinde
olmuş olur."
Halbuki,
ayet-i kerimenin maksadı, ancak, bizim bahsettiğimiz şekil ile tam olur. Buna
göre Cenâb-ı Hak sanki, "Onlardan yüz çevir. Çünkü bu, onların varacakları son
noktadır. Ve, onlardan meydana gelen şeyin ötesinde de, başka bir şey meydana
gelmez" demek istemiştir. Böylece de, ayetteki, "... arka çeviren..." ifadesi,
cehalet sebebiyle olan mazeretlerinin sona erdiğine bir işaret olmuş olur. Çünkü
cehalet, arka çevirme ve sadece dünyayı tercih etmek ile olur.
Müteakiben
söz yeniden başlayıp "Şüphesiz ki
Rabbin, yolundan sapan kimseleri çok iyi bilenin ta kendisidir. O, hidayet bulan
kimseleri de pek iyi bilendir" buyurmuştur. Bu ifadenin, daha önceki kısımla
münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "yüz çevir..." diye
hitap edip, Hz. Peygamber (s.a.s) de, kavminin iman etmesini alabildiğine
arzulayıp, her aklına geldikçe de, "Hatırlatmada, tebliğde henüz fayda vardır.
Kâfir kimselerden, bir takım kimseler de, savaşsız olarak iman edebilir..."
deyince, Cenâb-ı Hak ona, "Senin Rabbin, yolundan sapan kimseleri çok iyi
bilendir" buyurdu. Böylece o, hiçbir mükellefin, (bu safhada), sadece davet ve
iyi dilek ile iman etmeyeceğini, onlar hakkında en son safhada, ancak kılıcın ve
savaşın fayda vereceğini anladı; böylece de, artık onlarla ciddileşmeyi bırakıp,
savaşmaya yöneldi... Bu izaha göre, ayetteki ^Aâi 4*j ifadesinin anlamı, "O,
kendi takdirinde, kimin sapacağını ya da kimin hidayete ereceğini, ilm-i
ezefîsiyle bilmektedir. Binâenaleyh, bu iki durum O'nun nezdinde birbirine
karışmaz. Yüz çevirmede ümitsizlik yoktur, hatta örfte, bazan maslahat sayılır"
şeklinde olur.
2) Bu ifade, "Her halde ya biz, ya siz mutlak bir hidayet
üzerindeyiz. Yahut apaçık bir sapıklıkta..." (Sebe, 24) ve "Allah aramızda
hükmedinceye kadar..." (Arâf,87)ayetleri mânâsındadır. Ki, bunun izahı şöyle
yapılabilir: Onlar, "Biz, hidâyet üzereyiz. Siz ise, batılı savunuyorsunuz.."
dediler. Derken, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara ilgili delilleri getirdi, fakat bu
onlara fayda etmedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onlardan yüz çevir, senin
mükâfaatını Allah verecektir. Çünkü O, sizin "hidâyete ermişler", onların da
"sapıtmış kimseler" olduğunu bilmektedir" buyurdu. Münazara ve münakaşa yapan
iki kişi, güçlü bir hükümdarın yanında münazara edip, maksadları da, ilgili
hususun hükümdar yanında anlaşılması olduğu zaman, şimdi, karşı taraf hakkı
kabul ederse, bu neâlâ; aksi halde, hakka isabet eden tarafın maksadı, bunun,
hükümdar nezdinde (de) ortaya çıkmasını sağlamak olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı
Hak adetâ, "Mücadeleni verdin, hem de çok güzel yaptın. Allah, hakka isabet
edeni, etmeyenden ayıran ve onları en iyi bilendir" buyurdu.
3) Allah Teâlâ,
peygamberine, yüz çevirmesini emredip, kavminden de büyük eziyyetler sudur edip,
Hz. Peygamber (s.a.s) de iman edecekleri ümidiyle, bütün bunlara katlanıp, "(ama
neticede) bütün bunlar neticesiz kalıp onlar iman etmeyince, Hz. Peygamber
(s.a.s) adeta, benim çabalarım ve onların eziyyetlerine katlanmam, boşuna
oldu.'." deyince, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah sapıtanların da,
hidayete erenlerin de durumunu bilir. Çünkü, göklerde ne var, yerde ne varsa
Allah'ındır. (Bunların yaratılması ise Allah'ın) kötülük edenleri, yaptıklarına
mukabil cezalandırması, hidâyete eren ve güzel harekette bulunan kimseleri de
daha güzeliyle mükâfaatlandırması içindir.." buyurmuştur. Burada birkaç mesele
vardır.[117]
İlgili
ayetteki lafzına, zamir-i imâd (dayanak zamiri) zamir-i fasi denilir. Cenâb-ı
Hak şayet, demiş olsaydı bile, söz
tamam olurdu. Ne var ki, ilgili ifadeler böylesi fasıl zamirlerinden uzak
kaldığında dinleyen kimse (meselâ
burada), fii kelimesinin kelimesinin haberi olduğnu veya bunun yanısıra, başka
bir haber bulunduğunu bildiği için, sözün sonrasını dinlemeye yönelir. Bunu
şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Şayet bir kimse, "Zeyd'e gelince, Amr ondan
daha bilgilidir" demiş olsa, Zeyd'in ( 'nin) haberi, kendisinden sonra gelen
cümle olmuş olur. Ama bu kimse derse, böyle bir tereddüt bertaraf olmuş olur.[118]
Ayetteki kelimesi, "mufaddalun aleyh"i,
yani başkalarının kendilerine tercih edilmiş olduğu kimselerin
bulunmasını gerektirir. Nitekim Arapça'da, Zeyd, Amr'dan daha bilgili (fii)
'dir" denilir. Peki, buna göre, (ayette ifâde edildiği şekliyle), Allah
kimlerden daha bilgilidir? Biz deriz ki: Ef'alu fö kalıbı, genellikte, "Benzeri
bulunmayan âlim..." anlamına gelir. İmdi, şayet o muhtevada bir âlim varsa, işte
"mufaddalun aleyh (mukayese edilen)"dir. Yok, eğer yoksa, zaten gerçekte âlim
olan sadece O'dur." Allah'ın sıfatları hakkında kullanılması halinde "ef'alu"
kalıbı, pekçok yerde, işte bu mânâya gelmektedir. Meselâ, "Allahu ekber"
denilir. "Hakikatte, O'nun gibi bir Kebîr olmadığı gibi, O'ndan ekber de yoktur.
Buna uygun düşen bir başka misâlde, meselâ dualarda kullandığımız, "Ya
ekreme'l-ekremîn" ifadesidir ki, bunu söyleyen kimse adeta, "Senin gibi kerîm
yoktur. Gerçekte en keremli olan ancak sensin.." demek istemiştir. Yoksa
mukayese kasdl yoktur. İşte ayetteki fiil "hidâyete ereni ya da sapıtam
bilendir, âlimdir..." diyenlerin görüşlerinin mânâsı budur. Şöyle de denebilir:
Allah,kendisi dışında başka bir âlimin varsayılması halinde- her âlimden daha
bilgilidir.[119]
Hem, "onu
bildim", hem de "onu bildim" ifadeleri kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu ayetinde
buyururken, meselâ En'âm Sûresi'nde
"O, yolundan sapanı en İyi bilendir" (A'rât, 117) buyurmuştur. Hem sonra, ilmin
malûma taalluku daha güçlü olduğu zaman, malûmattan "ilim" mânâsı da kastedilmiş
olabilir. Ki bu, ya ilmin kuvvetinden, ya malûm olanın açık oluşundan, ya ilmin
malûm ile te'kîd edilmesinin vücûbundan, yahutta, fiilin kuvvetli oluşundan
ötürü olmuş olabilir:
İlmin
kuvvetli olmasına gelince bu, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki Rabbin,
senin, gecenin üçte ikisinden biraz eksik; yansı, üçte biri kadar ayakta
durmakta olduğunu (...) biliyor" (Mûzemmil, 20) ayeti ile "Allah'ın muhakkak
(her şeyi) görüp durduğunu hiç de bitmemiş mi?.."(Alak, 14) ayetinde böyledir.
Şimdi, Cenâb-ı Hakk'ın ilmi tam ve şümullü olunca, o ilmini (yani ayetteki fit
fiilini) Kendi gözetiminde bulunan kulunun hallerinden bir haline harf-i cer'siz
olarak taalluk ettirdi. (Birinci ayet), kulun ilmi zayıf ve muhdes olunca da,
beşer ilminin ihata edemeyeceği sıfatlarından bir sıfat olan mef'ûle, ilmi,
harf-i cer ile taalluk ettirdi. (Alâk Sûresl'nde) yahutta şöyle diyebiliriz:
Allah Teâlâ'nın görücü olması, hissedilir, güzle görülür, elle tutulur cinsten
bir şey olmayınca, kendisi hakkında harf-l cer'siz, başkası hakkında ise harf-i
cer ile taalluk ettirdi.
Malumun
zahir olmasına gelince, bu da, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Allah'ın, kimi dilerse onun rızkını yaymakta, (kimi de dilerse
onunkini) kısmakta olduğunu hâlâ bilmediler m/?.."(Zümer,52) ayetinde oludğu
gibidir. Allah'ın böyle olduğu aşikâr ve malûmdur.
İlmin
malûm ile te'kid edilmesinin vücubu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bil ki, AHah'dan başka
hiçbir ilâh yoktur" (Muhammed. 19) ayetinde olduğu gibidir. Bunun, zahir
kabilinden olduğu da söylenebilir. Nitekim "Biliniz ki sizler, Allah'ı acze
düşürücü değilsiniz.."(Tevbe,2) ayeti de böyledir.
Fiilin
kuvvetine gelince, Cenâb-ı Hak, "Onu asla sayamayacağınızı bildi..." (Mûzemmil,
20) ve "Şüphe yok ki Rabbin, senin, gecenin üçte ikisinden biraz eksik (...)
ayakta durmakta olduğunu biliyor"(Müzemmil,20) buyurmuştur. Şimdi, kullanılan
şey, fiil olunca, Allah Teâlâ, onu, harfi cersiz olarak mef'ûle taalluk
ettirmiştir. Kullanılan şey fiil değil de, ameli zayıf bir ise delâlet eden bir
isim olduğunda ise, o ismi, mef'ûle, harf-İ cer ile taalluk ettirir ki, işte bu
sebepte Cenâb-ı Hak, buyurmuştur.[120]
Cenâb-ı
Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok yerinde sapıtanları bildiğini, hidayete erenleri
bilişinden önce zikretmiştir. Meselâ En'am, Nûn ve bu Necm Sûresi'nde olduğu
gibi... Çünkü bütün buralarda bahsedilen, Hz. Peygamber (s.a.s) ile inatçı
kâfirlerdir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, onları tehdid etmek ve peygamberinin
kalbini teselli için, önce onlardan bahsetmiştir.[121]
Hak Teâlâ,
bu yerlerden birisinde, "O (Allah), yolundan sapanı çn iyi bilendir"(Enam, 117);
bir
diğerinde,
yani bu sûrede, de buyurmuştur. Binâenaleyh bu konuda ne dersin? Ben derim ki:
"Evet, Biz bu hususu, biri aklî, diğeri ise naktî, iki bahisle ele alalım:
Aklî olan
şudur: Kadîm ilim, malum olana, olduğu biçimde taalluk eder. Eğer bu iş dün
meydana gelmişse, O, bunun dün meydana geldiğini bilir ve O'nun ilmi bizim
ilmimiz gibi değildir. Çünkü ilgili şeyin dün meydana gelmesi, bizim ise onu
ancak bugün bilip öğrenmemiz mümkündür. Aksine, O'nun ilmi, "Ne göklerde ne
yerde bir zerre miktarı O'nun bilgisinden kaçamaz" (Sebe, 3) ayetinde bildirildiği şekildedir.
Meydana gelen şey, O'nun ilminden, bir göz açıp kapayıncaya kadarki süre bile
geç kalmaz.
Naklî olan
bahis de böyledir: İsm-i fail, muzarî manasına oluduğu zaman, fiilinin ameli
gibi amel eder. Ama mâzî manasına olduğunda, müştak olduğu o fiili gibi amei
edemez. Nitekim sen "Ben dün Zeyd'i dövücüyüm" diyemezsin. Eğer, Zeyd'i mef'ûl
(tümleç) yapmak istiyorsan, sana düşen
demendir. Yok eğer bu fiilin ism-i failini kutlanmak istiyorsan, o zaman
sana düşen, bunu izafetle kullanman ye meselâ, "Dün Zeyd'i döven benim"
demendir. Yine "Ben dün Zeyd'i dövenim" denilebilir. Bunun sebebi şudur: fiil
meydana geldiğinde, bunun' istikbalde yenilenmesi, halde (şimdiki zamanda) bulunması söz
konusu değildir. Binâenaleyh bu iş, oiup bitmiştir ve artık amel etmekten
âcizdir. Fakat hâle ve olması beklenen şeye gelince, bunun için meydana gelme
söz konusudur. Binâenaleyh işte bunu amel ettirmek mümkündür.
Bunun
böyle olduğu anlaşıldığına göre, şimdi şöyle diyebiliriz: Allah Teâlâ, (saptı)
buyurunca, bu sapma işi, mazî olmuş olur ve O'nun ilmi bu hadiseye, bu hadise
meydana geldiği anda taalluk etmiş ve böylece onu bilmiştir. Fakat ayetteki "çok
iyi (daha iyi} bilir" ifadesi» "âlim" manasınadır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bu
ifadeyle sanki demek istemiştir. Eğer burada "be" harf-i cerri getirilmeyecek
olsaydı, o zaman, mâzî manasına olan ism-i faili amel ettirmek sözkonusu olurdu.
Ama Hak Teâlâ, buyurunca, "Hernekadar ezelde Allah, onun sapıtacağını biliyordu
ise de, ilminin, bundan başka ileride olacak bir başka taalluku da vardır ki o
da onun vuku bulduğudur. Zira "Allah falan kişinin saptığını, ezelde bildi"
demek doğru değildir. Doğrusu şöyle demektir: "Allah, falancanın sapacağını
ezelde bildi." Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, onun sapacağını bildiğini ifade
etmiştir. Böylece de ism-i fail, muzârî manasına olmuş olur ve müştak olduğu
fiilinin ameli gibi amel eder. Dolayısıyla (Arapça'da) "Zeyd, bizim meselemizi,
Amr'dan daha iyi bilir" denilmez, denilmesi gerekir. İşte bundan ötürü,
nahivciler, En'âm Sûresi'ndeki ifadesinin, fa takdirinde olduğunu söyleyerek,
p£î kelimesi, ism-i tafdildir. İsm-i tafdil ise, müteaddî değil, ancak lâzım
fiilden yapılır. Eğer fiil rnüteaddî ise, lâzıma çevrilir. O halde, fö fiili,
sanki ayne'l-fiilinin zammesi ile babından gibidir. Durum, taaccüb sığaları için
de aynıdır. Mesela biz, "O onu amma da bildi!" dediğimizde, bu sanki, bir lâzım
fiilden yapılmış gibi olur" demişlerdi. Fakat ben buna şu şekilde cevab veririm:
Ayetteki ifadesi, manasınadır. Biraz önce, Allah'ın sıfatları hakkında, bu tür
ifadelerin kullanılması halinde, genelde bunların manalarının, "O, benzeri
bulunmayan bir alimdir..." gibi bir şekilde olması gerektiğini anlatmıştık.
Böylece Cenâb-ı Hak da, gerçekte
(Daha iyi, en iyi bilen) olmuş olur. Dolayısıyla yaptığımız bu izah,
"Allah âlim, başkası değildir" denilmesinden daha güzeldir.
İmdi,
eğer, "Cenâb-ı Hak niçin burada orada ise buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki:
Burada ilgili dalâlet, geçmişte meydana gelmemiştir ve bu husus, Peygamber
(s.a.s)'in onların hidayetinden ümitsizliğe düşüp, onlardan yüz çevirmesinin
emrolunmasıyla te'kid edilmiştir. Orada ise, Cenâb-ı Hak, daha önce, "Eğer
yeryüzündekilerin ekseriyetine itaat edersen, onlar seni Allah'ın yolundan
saptırır" (En'am, 116) buyurmuş, daha sonra, "Şüphesiz O (Allah) yolundan sapanı
en iyi bilendir" (Enam, 117) buyurmuştur ki bu, "Eğer saptı isen,
Allah senin bu sapışını bilir" demektir. Dolayısıyla ilgili sapıklık henüz
meydana gelmiştir ve bu sebeble de, burada mazî sigası kullanılmamıştır.[122]
Cenâb-ı
Hak, dalâletten bahsederken
"yolundan" demiş, hidayetten bahsederken "yoluna" dememiştir. Çünkü
"Allah'ın yolundan sapma", dalâlettir ve bu ifade kişinin dalalette olduğunu
anlatmada yeterlidir. Çünkü sapma, ancak yolda iken olur. Maksada gidilecek yere
ulaşıldıktan sonra, artık dalâlet (sapma) söz konusu olmaz. Yahut şöyle
diyebiliriz: Allah'ın yolundan, ister başka yola girsin, ister girmesin, gerçek
maksadına ulaşamaz. Ama bir yola girenin, bu yola girmemesi halinde maksada
ulaşması mümkün değildir. Bunu, onun yolundan başka bir yola sapan kimsenin
sapık (dâil) sayılısı ve o yola sevkedilenin muhtedî sayılmayışı da te'kid eder.
Fakat kişi, bilinmemesi halinde imanına zarar getirecek her meseleye
ulaştığında, işte o zaman yakînî ihtida (hidayet) meydana gelir ki, gerçek
ihtida işte budur. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, (yoluna) demeksizin, ve buyurmuştur.[123]
"Göklerde
ne varsa ve yerde ne varsa, (hepsi) Allah'ındır. Kötülük edenleri, yaptıklarına
mukabil cezalandırması, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle
mükâfaatlandırması içindir (bütün bunlar)" (Necm. 31).
Bu ayet,
Allah Teâlâ'nın zenginliğinin ve kudretinin mükemmelliğine bir işarettir. Hak
Tealâ böyle buyurmuştur, çünkü daha sonra, "Senin Rabbin, ganî ve kadirin kim
olduğunu en iyi bilendir" demek ister. Zira bilip de muktedir olamayan kimse,
mükâfaatlandıramaz. Bu sebeble Hak Teâlâ, "Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa
(hepsi) Allah'ındır" buyurmuştur.[124]
Ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:Zemahşerî, burada 'nin lâm'ının, "(Allah), atlan,
kahrlan ve eşekleri, binesiniz
diye
(yarattı)"(Nahl, 8) ayetindeki lâmgibi, (maksadı gösteren bir lam) olduğuna
inandığını ortaya koyan sözü söylemiş ve bu hususta yine kendi mezhebine
(Mu'tezile'ye) göre hareket etmiş, bu ayetin manasının, "Allah yerde ve gökte
olanları, cezalandırma (karşılığını vermek için) yaratmıştır" şeklinde olduğunu
söylemiştir. O, Mu'tezilî inancından ötürü, söylediği bu şeyden hiçbir istisna
yapmamıştır.
Vahidî ise
şöyle der: "Buradaki lâm; tıpkı "Onlar için bir düşman olsun diye..." (Kassas,
8) ayetindeki lâm gibi olduğunu söyler, yani, "O Firavun hanedanı, Musa'yı
saraylarına alıp büyüttüler ama, bunun neticesinde Musa, onlara düşman ve
başlarına dert olsun diye" manasındadir" der."
Bu hususta
sözün özü şudur: edatı ile maksadı göstermek için kullanılan lamı'l-garaz, mana
bakımından biribirlerine hayli yakındırlar. Çünkü garaz (maksad) ilgili işin
neticesidir, "hatta" ise, mutlak bir sonudur. Binâenaleyh ikisi arasında bir
yakınlık vardır. Bundan dolayı birbiri yerine kullanılabilirler. Nitekim
Arapça'da, "Oraya girinceye kadar gittim" ve "Oraya gireyim diye gittim..."
denilir. O halde, lâmı'l-akibe (netice lamı), gaye için olan "hatta"nın yerine
kullanılabilen lamdır.
Burada bu
iki izandan, daha ince olmakla birlikte, daha yakın şöyle bir izah da mümkündür.
Ayetteki bu lâm, ne fiiline, ne de fiiline taalluk etmektedir. Aksine daha Önce
geçen, ve fiillerine taalluk etmekte olup takdiri, "Allah; sapana ve hidayete
erene, hakettikleri karşılığı vermek için, sapanı da, hidayete ereni de en iyi
bilendir. Çünkü Allah bunu en iyi bilendir" şeklinde olur. Böylece ayetteki,
"Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" cümlesi bir cümle
itirazıyye olur.
Şöyle de
denebilir: Bu lâm, "yüz çevir" fiiline taalluk eder, yani, "ilgili cezanın
tahakkuk etmesi için onlardan yüz çevir" demek olur. Bu tıpkı, bir iş yapmak
İsteyen kimsenin, o işe manî olana, "Onu yapabilmen için bana uğra" demesi
gibidir. Bu böyledir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), kâfirlerin hidayetinden ümit
kesmediği müddetçe, o azab inecek değildir. Yüz çevirme ise, artık ümit kesme
zamanında söz konusudur. Binâenaleyh Hak Teâlâ'nın, "Güzel hareket edenleri de
daha güzeliyle mükafaatlandırması için..." ifadesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yüz
çevirmesi halinde gerçekleşecek o azabın, haklarında Cenâb-ı Hakk'ın "Gelmesi
halinde, sizden sadece zalimlere isabet etmeyip (herkesi içine alacak) fitneden
sakmm"(Enfal,25) buyurduğu azab gibi olmayacağının, aksine sadece zâlimlere
mahsus olup, zâlimlerin dışındakilere en güzel mükâfaatın verileceğinin
anlaşılması için gelmiş olur.
Hak
Teâlâ'nın kötülük yapanlar hakkında, "yaptıklanna mukabil" deyip de, iyi hareket
edenler hakkında, "daha güzeliyle" deyişinde söyle bir incelik vardır: Çünkü
kötülük yapanın cezası azaptır. Böylece Cenâb-ı Hak, zulmedeceği vehmini
defetmeye dikkat çekmek için, "Herkes ancak günahından ötürü, günahına göre ceza
görür" demek istemiştir.
"Daha
güzel" mükafaatta ise, "yaptıklarına mukabil" dememiştir. Çünkü mükafaat eğer
bir iyiliğe mukabil olmazsa, son derece güzel birşey olur. Bizim, ayetteki
"hüsnâ" ifadesini, "hüsnâ (en güzel) ile mükafaat verme" diye manalandırışımız,
bu inceliği ortadan kaldırmaz. Ama bunu, "güzel ameller" diye tefsir
ettiğimizde, ortaya şöyle diğer bir incelik daha çıkar: Onların amelleri
hakkında bir eşitlikten bahsedilmemiştir. Cenâb-ı Hak, muhsinlerin amelleri
hususunda, Kendisinin keremine ve müsamahasına işaret etmek için, "el-hüsna" (en
güzel) ifadesini kullanmıştır. Çünkü O, iki isimden (kelimeden) en güzel olanını
zikretmiştir. Çünkü "hüsnâ" mevsûfun yerini tutan bir sıfattır. Dolayısıyla Hak
Teâlâ sanki, "el-esmâü'l-Hüsnâ" dediği gibi, burada da, "el-a'mâlü'l-hüsnâ" (en
güzel ameller) demiş olur ve bu durumda ifade, tıpkı "Onların kötülüklerini
bağışlayalım ve onları, yaptıklarının en güzellerine göre mükafaatlandıralım
diye..." (Nahl, 97) ayeti gibi olur, yani "Allah onların amellerinin en güzelini
alır ve onlar tarafından yapılan her iyi şeyin mükafaatını, bu en güzelin
mükafaatına göre verir."
Yahut da
bu "hüsnâ" kelimesi, mahzûf "a'mâl'in değil, "mesûbe" kelimesinin sıfatıdır.
Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Güzel amelde bulunanların yaptıklarına mukabil, en
güzel mükafaatla karşılık ver" yani "Onların mükafaatları, bu en güzel mesûbe
(sevab) ve âkibet (netice)dir. İşte bu sadece karşılıktır. Ama fazi üstüne fazi,
ziyade üstüne ziyade olan o fazlalık, bunun dışındadır" demiştir.[125]
"O güzel
hareket edenler, ufak ufak suçlar hariç olmak üzere, günahın büyüklerinden ve
fuhşiyyâttan kaçınanlardır. Şüphesiz ki Rabbin, mağfireti bol olandır. O, sizi
daha topraktan yarattığı zaman ve siz henüz analarınızın karınlarında ceninler
halinde olduğunuz sırada, sizin ne olduğunuzu çok iyi bilendir. Bunun için
kendinizi temize çıkarmayın. O, ittikâ edeni çok iyi bilendir" (Necm, 32).
Ayetin
başındaki ism-i mevsûlünün, önceki "Güzel hareket edenler" ifadesinden bedel
olması muhtemeldir, açık olan da budur. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Kötülük
edenlere ve iyilik edenlere karşılık vermek için..." buyurmuş olur. Böylece de,
iyi hareket eden kimsenin, yaptığı o güzel amellerle, Allah'a hiçbir fayda
sağlamadığı ortaya çıkar. Muhsin (iyilik yapan), kötülük yapmayan ve Rabbi
katında kötü kabul edilen, aslında da kötü olan çirkin şeyleri yapmayandır. O
halde, güzel amel işleyenler, büyük günahlardan kaçınanlardır. İşte en güzel
ödül (hüsnâ) bunlar içindir. İşte böylece güzel amel işleyen, iyi hareket
edenler ile kötü ameller işleyenler birbirinden ayırdedilmiş olur. Çünkü
günahların büyüklerinden kaçınmayan, kötü davranmış, kaçınan ise güzel davranmış
olur.
Bu izaha
göre burada şöyle bir incelik var: Muhsin, günahlardan sakınan kimse olarak
tarif edildiğine göre, nafile ibadetlerde bulunan kimse, muhsinden daha üstün
olur. Fakat Allah Teâlâ, muhsinîni, hakettiğinden fazla Ödüllendirmeyi
va'detmiştir. Onun üstünde olanlar için ise, daha fazla ve ziyade mükafaatlar
vardır. İşte bunlar da, kendileri için, kat kat mükafaat verilecek olanlardır.
Ayetin
başındaki ism-i mevsulün, cümle başlangıcı olması da muhtemeldir ve takdiri,
"Allah, büyük günahlardan sakınanların günahlarını bağışlar" şeklindedir. Bunun
böyle oluşunun delili ise, Hak Teâlâ'nın bunun hemen peşisıra getirdiği,
"Şüphesiz ki Rabbin, mağfireti bol olandır" ifadesidir. Bu izaha göre ayet
kendinden önceki ifadelerle birlikte, hem kötüler, hem iyilerin hem de ne
kötülük ne iyilik yapmayanların, yani kendilerinden iyilikler sudur etmese bile,
günah da işlemeyenlerin halini anlatır. Günah işlemeyenler de, kendilerinde
mükellefiyet şartları bulunmayan çocuklardır. Bunlar için mağfiret vardır ki bu,
"hüsna" (en güzel)in altında bir derecedir. Mananın böyle oluşu da, daha sonra
gelen, "O sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz henüz analarınızın
karınlarında ceninler halinde olduğunuz sırada, sizin ne olduğunuzu çok iyi
bilendir" beyanı ile ortaya çıkar. Yani, "o, kötülük edip sapan ve iyilikte
bulunup hidayete erenlerin kimler olduğunu bildiği gibi, kendisinde ne iyilik ne
kötülük bulunan kimseleri de bilir."
Bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:[126]
ifadesiifadesinden bedel oldu ğuna göre,
bunların biri mazî, biri muzarî olmak suretiyle, niçin farklı sigalarla ifade
edilmişler? Çünkü Cenâb-ı Hak, öncekinde fiili mazî kullanıp, burada muzarî
kullanmış, bunun yerine dememiştir? Deriz ki: Bu tıpkı bir kimsenin "Benden isteyenlere verdim, yani
bana isteyiciler olarak gidip gelenlere verdim" demesi gibidir. Bu da,
"gidip-gelmeyi ve istemeyi adet haline getiren kimseler benden istediler, ben de
onlara verdim, yardım ettim" demektir. Mana burada da aynıdır. Cenâb-ı Hak,
"kaçınanlar" buyurmuştur ki bu, "Günahlardan kaçınmayı adet haline getirenler"
demek olup, "bazan kaçınan, bazan yapanlar" manasına değildir.[127]
İmdi,
eğer, "Hak Teâlâ Kur'ân'ın pek çok yerinde, büyük günahlardan üahsederken,
meselâ "Büyük günahlardan ve fahiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri
zaman bizzat bağışlamakta olanlara (...)"(Şura,37), yine mesela tağuta ibadet
edenler hakkında, "Tağuttan, ona tapmaktan kaçınıp da, Allah'a yönelenlere
gelince (...)" (Zümer. 17) buyurmuştur. Tağut'a ibadet, itikadla ilgilidir.
İtikad (iman), -ir kere yerleşti mi, devam eder. Dolayısıyla Tağuttan kaçınan
onun batıl oluduğuna inanır ve bu inancı sürdürür. Fakat içki ve zina gibi
günahlar konusunda insanların hareket tarzları değişiktir. Dolayısıyla insan
bunu bazan bırakıp sonra tekrar taşlayabilir, fşte bundan ötürü, "Tevbe
ettiğinde günahlar, bunlardan durur. Ama Kâfir müslüman olduğu zaman, bunlardan
uzak duramaz" denilmiştir. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hak, büyük günahlar hakkında,
buyurmuştur ki bu, "hep oçınanlar ve kaçınma işine hep devam edenler" demektir.
Tağuta (putlara) tapma Hususunda ise, maksada daha fazla delâlet etsin diye mazî
sigası ile, kaçınmış olanlar" buyurdu. Bir de, büyük günahların birçok çeşidi
vardır. Dolayısıyla nsanın, birinden, diğerinden, üçüncüsünden, yani tek tek
herbirinden içtinap etmesi gerekir. Dolayısıyla bu ictinapda, bir tekrar söz
konusudur. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak, bu gibi yerlerde, (tekrarı ifade eden)
muzarîsigasını kullanmıştır. Putlara ibadet işi ise, temelde tek birşeydir.
Dolayısıyla burada muzarî fiil getirilmemiş, bir defa kaçınmaya delalet eden,
mâzî sigası getirilmiştir.[128]
Kebâlr,
"kebîre" kelimesinin çoğuludur. "Kebîre" ise, bir sıfattır. O halde bunun
(mahzûf) mevsûfu nedir? Deriz ki: Kebîre (el-fa'le) kelimesinin sıfatıdır. Buna
göre sanki,
(günahlardan, büyük işler) denilmek istenmiştir.[129]
Eğer,
"Kullanılışta, "kebîre" lafzının günahlara tahsis edilmesinin hikmeti nedir? Bir
kimse mesela, "kebîre olan bir iyilik" demiş olsa, buna bir engel yoktur?"
denilirse, biz deriz ki: Hasene (iyilik), hiçbir zaman büyük olamaz. Çünkü kulun
yapması gerekli olan şeyler, Allah'ın ona verdiği nimetlerle mukayese
edildiğinde, yaptığı o şeyler son derece küçük kalır ve hatta, eğer Allah onları
kabul etmese, heba olurdu. Fakat Allah Teâlâ'nın her türlü nimeti verdiği o
kuldan bir günah sâdır olduğunda, bu büyük (kebîre) sayılır. Hatta eğer Allah'ın
fazlı ve rahmeti olmasaydı, yeme içme ile meşgulken ibadet etmeme hali bile,
günah sayılırdı. Fakat Allah Teâlâ günahların bir kısmını bağışlamış, bir
kısmını da küçük kabul etmiştir.[130]
Ayette
"kebâlr" zikredildiğine göre, ayrıca "fevâhiş" kelimesinin de kullanılmasının
hikmeti nedir? Deriz ki:
Kebir,
yapılan işteki günahın miktarına ve büyüklüğüne, "fevâhiş"' sözü ise, o
günahdaki çirkinlik özelliğine
işarettir.
Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "miktarları büyük şekilleri (özellikleri) çok
çirkin olan işlerden sakınanlar" demek istemiştir. Çünkü "fahiş" kelimesi
Arapça'da, çirkinliği kapatılamayan nahoş şeyler için kullanılır. Kalıplardaki
harflerin terkibi de buna delâlet eder: Çünkü sen, bu kelimedeki harflerin
yerini değiştirip de meselâ, "ha-şe-fe" dediğinde, tarif edilmez bir çirkinlik
manası meydana gelir. Çünkü Arapça'da, deve, bevletmek (işemek) için, kendine
mahsus (o çirkin) şekilde durduğunda, denilir. Binâenaleyh "fahş", çirkinlik,
kendisinin ayrılmaz özelliği olan bir kelimedir. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak,
"fahiş günahlar" dememiş
de, büyük
günahlar hakkında, "Günahların kebîre olanları" demiştir. Çünkü eğer büyük
günahları, "isme" (günaha) izafe etmekle belirlememiş olsaydı, maksat hasıl
olmazdı. "Fevâhiş" ise böyle değildir.[131]
Kebâir ve
fevâhiş hakkında epeyce söz edilmiştir: Meselâ "Kebâir, Allah'ın açık ve net bir
şekilde, yapılmasına karşılık cehennemini va'dettiği şeylerdir. Fevâhiş ise,
yapılması halinde, Allah'ın dünyada iken şer'î cezalar koyduğu şeyler" diye
tarif edilmiştir. Yine, "Kebâir, helal sayanın kâfir olduğu şeyler" diye de
tarif edilmiştir. Yine "Kebâir, Allah Teâlâ'nın, isteyenleri, ancak tevbe
etmeleri şartıyla bağışladığı günahlar" diye de tarif edilmiştir ki bu,
Mu'tezile ye göre yapılmıştır. Ama bütün bu tarifler, bir şeyi, kapalılık
bakımından, yine, kendisi gibi kapalı veya daha kapalı olanla tarif etmektir.
Biz ise,
"kebair, günahtık miktarı (derecesi) büyük olan, fevâhişin ise, çirkinliği
apaçık olan şey" demek olduğunu biraz önce anlatmıştık. O halde, kebire, yapılan
işin miktarı ile; fahişe (fuhşiyyat) ise, aynı şeyin keyfiyyeti ile ilgili bir
sıfattır. Nitekim Arapça'da meselâ, alaca hastası hakkında, "bu, kebîr ve rengi
açık beyaz bir hastalıktır" denilir. Böylece kebîre, miktarın; "açık" (zahir)
kelimesi de, keyfiyyetin anlatımı için getirilmiş bir ifadedir. Buna göre şimdi
diyoruz ki: Her günahta aslolan, onun büyük (kebire) sayılmasıdır. Çünkü
Allah'ın nimetleri öylesine çoktur. Nimet verenin emrine muhalefet etmek, her
halükârda büyük bir günahtır. Fakat Allah Teâlâ, kullarından, hataen ve
unutularak meydana gelen kusurları bağışlamıştır. Çünkü bunlar, ya kulların
hepsinde bulunduğu için, yahut da onlardan çokça sudur ettiği için, Cenâb-ı
Hakk'a karşı saygısızlığa delâlet etmiştir. Bunlar mesela, bir iki defa, yalan
söylemek, gıybet etmek, namahreme bakmak ve şüpheli işleri işlemek gibi... Çünkü
bu tür şeylerden, kaçınabilen her zaman sayıca pek azdır. İşte bundan ötürü
alimlerimiz; "Sazlar eşliğindeki şarkı-türkü dinlemek günah sayılır. Ama insan
bunları, bu işi sanat haline getirmemiş olan, bir şahıstan dinlerse, günah
sayılmaz" demişlerdir. Binâenaleyh buradaki küçüklük büyüklük, bahsettiğimiz
özellikle ilgili olur. Bu da şudur: İnsanlar eğer o yapılan şeyi, Cenâb-ı Hakk'a
saygısızlık anlamına almıyorlarsa, bu kimse büyük günah işlemiş sayılmaz.
Yaptığımız bu izaha göre bu hususlar, zaman ve şahısların değişmesine göre
değişir. Binâenaleyh müttakî bir âlim, kadınlarla fazlaca ilgilenir veya çokça
oyun oynarsa, bu kimse büyük günah işlemiş olur. Ama dellâl, bohçacı ve
işsiz-güçsüz kimselerin hareketleri böyle değerlendirilmez. Yine namaz
vakitlerinde oyun oynanması ile bu vaktin dışındaki oyun aynı değerlendirilmez.
Bu izaha göre, her günah büyüktür. Fakat mükellefin, Allah'ın lûtfu ve affı
sayesinde, onun büyük günahlardan sayılmayacağını bilmesi veya zannetmesi
müstesna...[132]
Ayetteki,
"lemem" hakkında şu izahlar yapılabilir:
a)
Bu, mü'minin niyetlenip de gerçekleştirmediği şeydir. Kelime, "bir araya gelme,
toplanma" manasına gelen fiilindendir. Buna göre, sanki bu kimse, azmini
toplayarak, bu işe karar vermiş (ama yapmamış) demektir.
b)
Bu, mü'min kimsenin yapıp da, anında pişman olduğu şeydir. Bu durumda kelime,
kişiyi bir anlık tutan, delilik-şuursuzluk manasındaki "lemem" kelimesidir. Buna
göre o insanı, bu delilik bir anlığına tutup bırakmıştır. Bu manayı "Onlar,
fuhşiyyat işlediklerinde veya kendilerine (günah işleyerek) zulmettiklerinde,
hemen Allah'ı hatırlarlar ve günahlarından dolayı istiğfar ederler" (Al-i imran,
135) ayeti destekler.
c)
Lemem küçük günah demek olup, hiç beklemeden, aniık bir ziyaret manasına gelen,
fiilindendir. Nitekim, Arapça'da bir kimse az yediğinde, denilir. Bu
izaha göre, ayetteki ile ilgili olarak
şu izahlar yapılabilir:
1)
Bu istisna, kendinden önceki, "fevâhlş"den yapılmış. Buna göre, şu iki izah söz
konusudur:
Birincisi:
Bu, İstisna-yı munkatı'dır. Çünkü lemem, fevâhişden değildir.
İkincisi:
Bu, Istlsna'yı muttasıldır. Çünkü biraz önce biz, hertürlü günahın, Allah'ın
nimetlerle mukayese edilmesi ve kulun üzerine düşen şeyleri yapması ile mukayese
edilmesi durumunda bir kebire ve fahiş bir iş olacağını açıklamıştık. Zira Allah
Teâlâ, "Onlar fuhşiyyât işlediklerinde "(Al-i İmran, 135) buyurmuştur. Fakat
Allah Teâlâ, bu fuhşiyyâttan pek çok şeyi istisna etmiştir. Nitekim "Fevâhiş,
her türlü masiyyettir, ancak Allah'ın bunlardan istisna tutup, bizi affedeceğini
va'dettikleri
müstesna"
denilmiştir.
2)
Buradaki edatı, "gayru" manasına
olup, "gayre'l-lememi" takdirindedir. Bu durumda "gayr", eğer temyiz için
kullanılmışsa sıfat olur. Nitekim Arapça'da, "Cinsel gücü olmayanlar hariç diğer
erkekler" denilir. Buna göre "lemem", fahişe ile aynı olmuş olur. Ama "gayr"
kelimesi, "kadınlar değil erkekler bana geldi" sözünde olduğu gibi, te'kid ve
izah için olup başka mana ifade ederse, durum böyle olmaz, denilmesi gibi, başka
şey için getirilmiş olursa, böyle olmaz.
3)
Bu, "kaçınanlar" ifadesinin delalet ettiği, kaçınma fiilinden istisnadır. Çünkü
bu istisna, o kimselerin kebâire yaklaşmadıklarına delâlet eder. Buna göre
Cenâb-ı Hak sanki, "Onlar ona hiç yaklaşmazlar, ancak ona düşmeyecek, onu
işlemeyecek bir biçimde yaklaşırlar" demek istemiştir. İşte "lemem" budur.
Ayetteki,
cümlesi, az önce geçen kısmının yani başlayan bir cümle olduğu şeklindeki görüşe
açıkça bir delildir. Çünkü, iyilik yapanlara mükâfaat verilmiş, günahları
bağışlanmıştır. Büyük günahlardan kaçınanların küçük günahları bağışlanır.
Kebaire girip de tevbe edenlerde affedilir. Böylece, affa mazhar olmayanlar
sadece günah işleyip de günahta ısrar edenler kalmıştır, demek ki mağfiret-i
ilahiyye geniştir.
Burada,
şöyle ince bir başka mana da vardır: Cenâb-ı Hak kötülük yapanları mağfiretten
istisna tutunca, bu işin mağfiretteki bir azlıktan dolayı olmadığını, tam aksine
kendisinin meşietinden kaynaklandığını; iyilik ve kötülük yapan herkesi
bağışlamayı istemesi halinde bunu yapacağını ve mağfiretinin bunları da içine
alabileceğini beyan buyurmuştur. Çünkü mağfiret, örtmek kökünden gelmektedir.
Örtme işi ise, ancak çirkin ve kabın olan hakkında kullanılır. Şimdi sen,
Allah'ın yarattığı kimselerin yaptıklarına bakıp, o yapılan şeyleri, Allah'ın
onlara verdiği nimetlerle mukayese ettiğinde, o kimseyi kusurlu ve hatalı
bulursun. Çünkü, apaçık istiğnası (müstağni olması) ve tartışılmaz ululuğu ile
birlikte, sayısız nimetler veren kimseye bir dirhem veyahutta ondan daha azı ile
mukabelede bulunmak isteyen kimse, bu şeyi gizlemek ve örtmek ihtiyacını
hisseder.[133]
Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz henüz analarınızın
karınlarında ceninler halinde olduğunuz sırada, sizin ne olduğunuzu çok iyi
bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. O, ittikâ edeni çok iyi
bilendir" buyurmuştur.[134]
Bu
ifadenin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Bu, daha önce geçen, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, sapanı en iyi
bilendir" ifadesini te'kid eden bir ifadedir. Buna göre, kâfirlerden bir iş
yapmak isteyen kimse, meselâ,
Biz,
karanlık gecenin ortasında, kimseciklerin bulunmadığı bir evde şunu şunu
yapıyoruz. Bunu, Cenâb-ı Mak, nerden ve nasıl bilebilir?" diyebilir. Bunun
üzerine Cenâb-ı Hak, "sizin yaptığınız şeyler, analarınızın karnında bir cenin
halinde bulunduğunuz halinizden, daha gizli ve kapalı değildir. Ben, bütün bu
hallerinizi Dilenim..." demek istemiştir.
2) Bu, sapan ve hidâyete eren kimselerin, Allah'ın takdiri ile,
o iş üzerinde olduklarına ve öyle yaptıklarına bir işarettir. Çünkü Hak Teâlâ,
onlar daha analarının marnında iken, onların durumlarını bilmiş, böylece de
kimisinin sapan, kimisinin de - d âyete erenler olduklarını takdir etmiştir.
3) Bu ifâde,
daha önce bahsi geçen
"ceza" kavramının bir tekidi
ve seyâniyyesidir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, "Kötülük edenlere,
yaptıklarıyla karşılık vermesi için..." buyurunca, bu kâfirler de "Bu ceza,
ancak haşirle, yeniden ; -ilme ile tahakkuk edebilecek bir cezadır. Halbuki,
dağıldıktan sonra, parçaları bir araya getirmek, (meselâ), Zeyd'in olan o
parçaları, onun bedeninde herhangi bir barışıklığa meydan vermeksizin yeniden
bir araya getirmek imkânsızdır" deyince, bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "O, sizi
daha topraktan yarattığı zaman ... sizin ne olduğunuzu çok iyi bilendir"
buyurmuştur. Böylece de O, "Kudreti sayesinde, o parçaları, sizi yoktan icâd
ettiği gibi, ilmine uygun bir biçimde bir araya getirecektir" demek istemiştir.
Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[135]
Bu
ifâdenin başındaki iz âmilinin,
kelimesinin delâlet ettiği şey olmast muhtemeldir. Buna göre kelamın takdiri,
"O sizi
yoktan var ederken bilendir" şeklinde olur. Bu âmilin, mahzûf ifâdesi olması da muhtemeldir. Böyle
olması
halinde bu, Cenâb-ı Hakk'ın âlim olduğunu pekiştiren bir ifâde olur ve kelamın
takdiri de, "O sizi bilendir. Eğer, O'nun sizi bilmesi hususunda bir şüphe
içinde iseniz, o halde bu durumda, O'nun sizi topraktan yaratması halini de
hatırlayınız..." şeklinde olur.[136]
kelimesinin, bütün insanlar için geçerli olduğunu defalarca söyledik. Gerçi bazı
insanlar yalnız Hz. Adem (a.s)'in kastedildiğini söylerler. Fakat bizim
açıkladığımız üzere gıdalar topraktan olur, gıdalardan da nutfe olur. Böylece
her insanın aslı toprak olur.[137]
Şayet
birisi, ifâdesinin, ille de Hz. Âdem
(a.s) manasına alınması gerektiğini; zira, onun cenin safhası geçirmediğini, "ve
siz henüz analarınızın karınlarında ceninler
halinde olduğunuz sırada" ifadesinin Hz. Adem (a.s)'in dışındakilerle ilgili
olduğunu" söyler de, buna karşılık sen de, ifâdesinin bütün insanlarla ilgili
bir ifâde olduğunu söylersen, bu durumda bütün insanların analarının karnında
cenin olmuş olmaları gerekir" dersen, ki, bu, felsefecilerin görüşüdür (ne
dersin?).. Biz deriz ki: Durum hiç de böyle değildir, çünkü ayet hitap esnasında
mevcut olanlara hitap etmektedir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, sizi en İyi
bilendir" ifadesi, bir görüşe göre, ayetin nüzulünden sonra mevcut olan herkese,
diğer bir görüşe göre de, inerken mevcut olan herkese bir hitap olup, bunların,
birer cenin olarak, yerden meydana geldiklerinde şüphe yoktur.[138]
"Cenin",
analarının karnında olan yavru anlamına gelir. Dışarı çıktıktan sonra ise, çocuk
veya düşük adını alırlar.
O halde,
"analarınızın karınlarında iken" buyurulmasının hikmeti nedir? Biz deriz ki, bu,
Allah'ın, ilim ve kudretinin mükemmel oluşuna dikkat çekmek içindir. Çünkü, ana
karnı, alabildiğine karanlıktır. Binâenaleyh, yavrunun halini daha orada bilen
zâta, kulların apaçık görünen halleri, asla saklı kalmaz.[139]
Birisi
şöyle diyebilir: "Biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, sizi en iyi bilendir"ifâdesinin,
Cenâb-ı Hakk'ın sapıtanları bilişini te'kîd ve takrîr eden bir ifâde olduğunu
söylersek, "Kendinizi temize çıkarmayın" hitabının bununla ilgisinin açık olduğu
anlaşılır. Ama, biz, bu ifâdenin bahsedilen cezanın bir te'kidi ve beyâniyyesi
olduğunu; zira O'nun, kişilerin darmadağın olmuş parçalarını bildiğini, o
parçaları ait olduğu bedenlere yeniden döndüreceğini söylersek, o zaman,
"kendinizi temize çıkarmayın.,." hitabının bununla ilgisi nasıl olur?"
Biz deriz
ki: Bu hususta da bunun anlamı, "Nefislerinizi, o ilahî azâbtan tebriye
etmeyiniz. Ve, "parçalarımız dağılıp gitti. Onlar için, ilahî azâb daha nasıl
gerçekleşebilir?" demeyiniz. Çünkü, sizi yoktan var ederken bilip tanıyan,
"iade" ederken de bilir tanır.
Bu İzaha
göre, ayetteki, "O, ittika edeni çok iyi bilendir" ifadesinin manası, "O, onun
parçalarını bilir, onun parçalarını ona iade eder ve ona, yaptıkları şeyler
sebebiyle mükâfaat verir" şeklinde olur.[140]
Ayetteki hitap kime
yapılmıştır? Bu hususta şöyle üç ihtimal vardır:
a) Bu hitap, kâfirleredir. Bu izah, bizim, o kâfirlerin "Allah
bizi nereden bilecek?" deyip de, Cenâb-ı Hakk'ın da, onların bu sözlerini
reddedişine göredir. Hitap;
b)
Mü'min kâfir kim olursa olsun, hitap esnasında ve ondan sonra mevcut olan
herkesedir.
c)
Bu, mü'minlere karşı yapılmış bir hitap olup, izahı şöyledir: Allah Teâlâ, "Sen,
bizim zikrimize arka çeviren ... den yüz çevir.."(Necm, 29) buyurunca, Cenâb-ı
Hak, nebisine, "O (yani Ben), senin ve senin yanında yer alanların, hak üzere;
müşriklerin ise, bâtıl üzere olduklarını bilir (bitirim). O halde, onlardan yüz
çevir, ama, "Biz hak üzereyiz. Siz ise sapıklıktasınız.." demeyiniz. Çünkü,
onlar da size, aynı şekilde mukabele ederler. İşi, Allah'a havale et. Zira O,
muttaki olanı da, azıp şaşanı da bilir..." demiştir. Bu izaha göre, "yüz
çevir..." ifadesinin, mensûh olduğunu söyleyenlerin görüşü, daha açık ve daha
net olmuş olur. Bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Herhalde ya biz ya siz mutlaka bir
hidâyet, yahut açık bir sapıklık üzerindeyiz" (Sebe, 24) ayeti gibidir. Bütün
işleri en iyi bilen Allah'tır.
Üçüncü
maddeye göre, şöyle de denilebilir: Bu, mü'minlere bir yol göstermedir. Böylece,
Cenâb-ı Hak onlara hitap ederek, "O, (Ben), ey mü'minler, sizi en iyi bilendir.
Sizin, yaratılışınızın başlangıcından en son gününüze kadar, sizin lehinize olan
şeyi bilir (bilirim). Binâenaleyh, caka satmak ve kibirlenmek için, kendinizi
tezkiye edip de, bir başkasına, "Ben senden daha hayırlıyım. Ben senden daha
temiz ve daha müttakiyim" demeyiniz. Çünkü, her şey, Allah'ın nezdinde ve
katındadır.
Bir başka
izah da şudur: Bu, kişinin, neticesinin ne olacağını göz önünde bulundurmasının
vâcib olduğuna bir işaret olup, "Ey mü'minler, kurtulacağınıza kesinlikle
hükmetmeyin. Çünkü, ittikâ üzere olanların gerçek akıbetini Allah bilir. Bu,
akibetini nazar-ı dikkate alarak, "eğer Allah dilerse, ben mü'minim" diyenlerin
görüşünü teyit eder.[141]
"Şimdi
(imandan) dönen (malından), birazını verip de, gerisini sert kaya gibi elinde
tutan adamı gördün mü? Gaybın ilmi onun yanındadır da, kendisi mi görüyor?*'
(Necm 33-36)
Bu hususta
birkaç mesele vardır:[142]
Bazı
müfessirler, bu ayetin, Velîd ibn el-Muğîre hakkında nazil olduğunu söylerler:
Mz. Peygamber (s.a.s)'in yanında oturmuş, onun öğütlerini dinlemiş ve hikmet
(sünnet), kendisine iyice tesir etmişti. Bunun üzerine ona birisi, "Atalarının
dinini bırakma" demiş, daha sonra da, sözüne devamla, "Korkma, sana birşeyler
veririm ve senin günahlarımda ben yüklenirim" demiş ve ona, tekeffül ettiği o
şeyi vermişti. Derken, Velid ibn el-Muğire de, Peygamber (s.a.s)'in va'zlarından
ve onun sözlerini dinlemekten yüz çevirmişti.[143]
Diğer
bazıları da, bu ayetin, Hz. Osman (r.a) hakkında nazil olduğunu söyleyerek, Hz.
Osman (r.a), malını çokça bağışlıyordu. Bunun üzerine ona, anabir kardeşi olan
Abdullah İbn Sa'd İbn Ebi Şerh, "Malın neredeyse tükenecek.. Dolayısıyla kıs,
eksilt.." dedi. Bunun üzerine Hz. Osman ona, "Günahlarım var. Allah'ın, bu
bağışlarım sebebiyle beni bağışlamasını umuyorum.." deyince kardeşi ona, "Eğer
sen bana, şu şu malla birlikte deveni de verirsen, günahlarını üstlenirim.."
demiş, bunun üzerine de Hz. Osman ona istediğini vermiş, bundan sonra da
intaktan geri durmuştu. İşte ayet de bunun üzerine nazil olmuştur" demişlerdir
ki, bu, dile alınması bile caiz olmayan batıl bir görüştür. Çünkü bu, ne tevatür
derecesine ulaşmış, ne de meşhur olmuştur. Hz. Osman (r.a)'ın, apaçık durumu
bunu reddetmektedir! Tam aksine gerçek olanı, şöyle denilmesidir.
Allah
Teâlâ daha önce, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Sen bizim zikrimize arka çeviren,
dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimselerden yüz çevir..." (Neon, 29)
buyurup, yüzçevirme çeşitlerinden birisi de, kendisini herhangi bir şeye muhtaç
görmeyen kimsenin yüz çevirmesi olunca, -zira, bir şeyi bilip tanıyan kimse, o
şeyin bahsedildiği meclislere gelmez, onun dışındaki şeyleri elde etmeye
çalışır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Şimdi, istiğna ederek, (imandan)
döneni... gördün mü? O, gaybı mı bilmiş?.." buyurmuştur.[144]
Ayetin
başındaki kendisine varıp dayanılan bir cümleyi
iktizâ eder. Binâenaleyh, bu söz nedir? Biz deriz ki: Bu,
Cenâb-ı
Hakk'ın, ilmine, kudretine ve kötütük-iyilik edenlere karşılık ver eceği va'di
hususunda daha geçmiş olan ifâdeler olup, bunun takriri şöyledir. Allah Teâlâ,
iyilik ve kötülük yapanlara mutlaka bir karşılık vereceğim; iyilik yapanın büyük
günahlardan kaçınan kimse olduğunu; dolayısıyla, hiçbir insanın, Peygamber
(s.a.s)'i dinleyip ona tabi olmaktan müstağni olamayacağını beyan edince, işte
bunca şeyden sanki yüz çevirme işinin ancak, bütün bir ihtiyaç içinde bulunmaya
rağmen olmuştur, demektir.[145]
Ayetteki ism-i
mevsûlü, bazı müfessirlerin
ileri sürdüğüne göre, malûm birisine raci olup, bu da, "o adam,
yani Velîd
İbn el-Muğire"dir. Halbuki, görünen odur ki, bu, ayette mezkûr olan bir kelime
ile ilgilidir. Çünkü Cenâb-ı Hak daha önce, "Zikrimize sırt çevirenden yüz
çevir" (Necm, 29) buyurmuştur ki, bu da, bu ayette geçen j* lafzıdır. Çünkü,
yüzçevirme işi, inatçılardan sadece birisine tahsis edilmiş bir şey değildir.
İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Bahsi geçen kimseyi görmedin
mi?" demektir.
Buna göre
şayet, ifâdesindeki ji umumîlik ifâde ettiği
için, Cenâb-ı Hakk'ın "yüz çevirenlerden..." demesi daha uygun olmaz mıydı?"
denilirse, biz deriz ki, fiilin lafzına da atıfta bulunmak (ifâdeyi lafzına râci
kılmak) çoktur ve yaygındır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kim bir iyilik yaparsa, onun
için ...on misli ecir vardır"(Enam. 160) demiş de, "onlar için ... vardır"
dememiştir.[146]
Cenâb-ı
Hak, "birazını verip de..." buyurmuştur. Ama, bununla neyi kastetmiştir? Biz
deriz ki, az önce geçen
açıklamaya
göre, bu, o adamın Velîd ibn el-Muğîre'ye verdiği miktardır, şeydir. "gerisini
sert kaya gibi elinde tuttu" ifâdesinden ise, o kimsenin, Velîde vermeyip kendi
elinde tutması kastedilmiştir.
Buna göre
şayet birisi, "Elde tutmak, vermemek ayıplanacak bir şey değildir. Çünkü bağış,
zaten karşılıksız verilen şeydir. Binâenaleyh, vermemekten dolayı kişi
kınanmaz.
Hem, bu durumda, Cenâb-ı Hakk'ın, ayette geçen "az..." lafzının bir anlamı
kalmaz. Çünkü, bu durumda, bağışın bizzat kendisi kınanmış olur.." derse, biz
deriz ki, bunda, onların hem akıl, hem de örf dışı hareket etmelerinin
vurgulanması ve beyânı vardır. Akıl dışı hareketlerine gelince, onun günahını
üstleneceği için bağışta bulunmaktan imtina etmiştir. Çünkü günahını yüklenme
işinin, verme ile alakası yoktur. Örf dışı hareketlerine gelince, asil arapların
adeti, sözünü yerine getirmektir. Bu adam ise verdiği sözü tutmamıştır. Çünkü
bağışta bulunmayı üstlenmiş, ama sonra vermemiştir. Yukarıda bahsettiğimize
uygun olan ise, şöyle dememizdir: Cenâb-ı Hakk'ın, "Bizim zikrimize arka
çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimselerden yüz çevir"(Necm,
29) buyurmuştur ki bu, "Ahiret işlerini düzene koymak için gerekti olan şeyler
mukabilinde, bağışlanması gerekli şeyi vermek" demektir. Hak Teâlâ'nın, "Gaybm
ilmi onun nezdinde mi?" (Necm, 35) ayeti, "Onların ilimden erebildikleri (son
had) işte budur" (Necm, 30) ayetinin mukabilinde olup, bu da, "O. gaybı ve
ahiretle ilgili şeyleri bilemedi" demektir; HakTeâlâ'nın, "Yoksa Musa'nın ve
vazifesini tastamam ifâ eden İbrahim'in sahifelerinde olanlardan haberdâr mı
edilmedi. Hakikaten hiçbir günahkâr diğerinin günah yükünü çekmez" (Necm, 36-38)
ifadesi ise, "Şüphesiz Rabbin, yolundan sapan kimseleri çok iyi bilenin tâ
kendisidir. O hidayet bulan kimseleri de pek iyi bilendir. Göklerde ne var,
yerde ne varsa Allah'ındır. Kötülük edenleri, yaphkianna mukabil
cezalandınlması, güzel hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfaatlandırması
içindir" (Necm, 30-31) ifadesinin mukabilindedir. Çünkü her iki ifade de, ilgili
cezanın açıklanması için getirilmiş ifadelerdir.
Şöyle de
denebilir: Allah Teâlâ, Lâfa ve Uzzâ'ya tapan inatçı müşriklerle, meleklerin
Allah'ın kızları olduğunu söyleyenlerin durumunu beyan edince, ehl-i kitabın
durumunu beyâna başlamış ve şöyle demek istemiştir. "Zikrimizden yüz çeviren
müşrikin halini gördükten sonra, kendisinin bir Kitabı olmasına ve az da olsa
Allah'ın haklarına riayet etmesine rağmen, Muhammed (s.a.s)'in zamanına
yetişince de hiç vermeyen ve yüz çeviren kimsenin haline baksana.Yoksa bu adam,
gaybı mı bildiğini iddia ediyor? Böylece, kendi kitablannda yer alan, ne de
önceki kitaplarda bulunmayan birşey söyledi. Halbuki bu kimse, o kitaplarda,
herkesin, kendi yaptıklarına göre hesaba çekilip karşılık göreceğini bulup
öğrenmiştir" O halde Hak Teâlâ'nın, "Yoksa Musa'nın ve ibrahim'in sahifelerinde
olanlardan haberdâr edilmedi mi?" (Necm, 36-37) ifadesi, yüz çevirdiği söylenen
kimsenin, ehl-i kitabtan olduğunu gösterir.[147]
Ayetteki, kelimesinin, Arab'ın ifadesinden olduğu
ileri sürülmüştür. "Kedye" ise, "sert, eşilemeyen
toprak"
manasınadır. Çünkü kuyu kazan birisi, böylesi bir toprak tabakasıyla karşılaşıp
da, kazması imkânsızlaşınca veya iyice zorlaşınca, denilir. Görünen odur ki bu
kelimenin manası, "geri çevirmek, engel olmak"tır. Nitekim Arapça'da, "Geri
çevirdim, kabul etmedim" manasında islisi denilir.
Ayetteki,
"Garbın ilmi onun yanında mı da, o görüyor?" ifadesinin tefsiri, bir nebze
anlaşılmıştır. Çünkü bunun maksadı, yüz çeviren kimsenin cahil ve bilgiye muhtaç
olduğunu, hakka yönelmeye, eğilmeye, gaybın bilgisine muhtaç olduğu halde,
bundan yüz çevirişinin, çirkinliğini ve saçmalığını anlatmaktır. Buradaki gayb,
mahlukata gözükmeyen şeylerin bilgisi manasınadır. O halde ayetteki, "O görüyor"
ifadesi, yüz çevrilebilecek vakti anlatan, tamamlayıcı bir ifadedir. Bu vakit
de, gaybın görülüp, anlaşılmasının gerçekleştiği vakittir. İşte bu vakitte,
artık iman etmek fayda vermez ve bu noktada gördüğü şeyler hususunda hiç kimseye
tâbi olmasının gerekliliği diye birşey kalmaz. Çünkü hidayet eden (gayeye
ileten) ve kılavuzlayan kimse, insanı o, gideceği yola sokup, kılavuzlanan insan
da, maksad ve gayesini bilfiil gördüğünde, artık onun o gördüğü şeyi,
başkasından aleyhte duyduğu şeyler silemez. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ,
"Gördüğü için gaybı mı bildi" demek istemiştir. Dolayısıyla böyle bir kimsenin
bilgisi nazari bir ilim değil, görmeye dayanan bir ilim olmuş olur. Sanki bu
sebeble isyan etmiş ve yüz çevirmiş olur. Ayetteki, "ki o görür" ifadesinin
mef'ûlünün, "birisinin bir başkasının günahını yüklendiği" ifadesi olması
muhtemel olup, buna göre Hak Teâlâ, "Yoksa o, günahlarının (başkasınca)
yüklenildiğini mi gördü? O, günahlarının üstlenemeyeceğini duymadı mı? O halde
mazur sayılabilmesi için, bu demektir ki, o, günahlarının üstlenileceğini
biliyor (buna inanıyor da), üstlenilmeyeceğinden haberi yok" demek istemiştir.
Bu ifadenin mef'ûlünün hiç olmaması ve şu manada olması da muhtemeldir: "O, bir
yol göstericiye ve uyarıcıya muhtaç olmaksızın, gözü ile gördü."[148]
"Yoksa
Musa'nın ve vazifesini tastamam İfâ eden ibrahim'in sahifelerinde olanlardan
haberdar mı edilmedi o Gerçekten hiçbir günahkâr, diğerinin günah yükünü
yüklenmez. Hakikaten insan için, kendi sa'y-ü gayretinden başkası yoktur ve
çalıştığı, ileride görülecek sonra buna en tam mükâfaat verilir"(Necm, 36-41).
Cenâb-ı
Hakk'ın, "Yoksa, Musa'nın ve vazifesini tastamam ifâ eden İbrahim'in
sahifelerinde olanlardan haberdar mı edilmedi o?" ifadesi, "yüz çevirerTin,
kendisine dayanarak mazeret beyan ettiği o durumuna zıt bir başka hali ifade
etmektedir ki, bu halde, kişinin mutlak manada cahil oluşudur. Çünkü, bir şeyi
tastamam bilen kimseye, o şeyi öğrenmesi emredilmeyeceği gibi, bir şeyi hiç
bilmeyen kimseye de ki bu meselâ, uyuyan kimsenin durumunda olduğu gibi, mutlak
anlamda gafil kimsedir- o şeyi bilmesi emreolıemez. İşte bu sebeple, Cenâb-ı
Hak, "Bu yüz çeviren kişi, her şeyi bildi mi ki, böylece, onun için yüz çevirme
olabilsin? Yoksa, hiçbir şey duymadı mt ve ona, hiçbir davet ulaşmadı mı ki,
mazur görülebilsin? Bu iki durumdan hiçbirisi söz konusu değildir. O halde bu
kimse, yüz çevirmesinde mazur değildir.." demek istemiştir. Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır.[149]
Ayette
geçen kelimesi hakkında, şu muhtemel iki izah yapılabilir:
a)
Bununla, ondaki şeyler kastedilmiştir, ama orada olduğu şekliyle değil... Buna
göre Cenâb-ı Hak adeta, "Yoksa, o, tevhidden, haşr'den vs. gerçeklerden,
haberdar mı edilmedi? Halbuki bu tür bu hususlar Musa (a.s)'nın sahifelerinde
ele alınmış ve zikredilmiş şeylerdir" demek istemiştir. Ki, bunun bir misâli,
meselâ bir kimsenin, sudan başka bir şeyle abdest alan bir kimseye, "Peygamberin
abdest aldığı şey ile abdest al.." demesi gibidir. Yaptığımız bu izaha göre,
ayet, herkese hitâb etmiş olur. Çünkü müşriklere de ehl-i kitaba da, Peygamber
(s.a.s), Musa (a.s)'nın sahifelerinde olan şeyleri bildirip haber vermişti.
b) Bununla,
sahifedekiler, orada bulunduğu şekliyle kastedilmiştir. Ki bu, meselâ bir
kimsenin, bahsettiğimiz misal bakımından, "Testideki ile değil, kırbadaki ile
abdest al.." deyip, böylece o şeyin aksini değil de bizzat kendisini
kastetmesiyledir. Yaptığımız bu ikinci izaha göre de, ayet sadece ehM kitaba
hitap etmiş olur. Çünkü, bu hususun kendilerine haber verildiği kimseler
onlardır.[150]
Ayet-i kerimede, "Musa ve
İbrahim'in "suhuflan" denmiştir. Şimdi bu, "sahifeler" ifâdesi, çok sahife
olduğu için mi çoğul yapılarak "sahifeler" mi denmiştir, yoksa, Cenâb-ı Hakk'ın
(Tahrim, 4) ayetinde olduğu gibi, iki
kişiye
nisbet edilişinden dolayı mı çoğul yapılmıştır? Görünen odur ki, bu ifâde,
sahifelerin çok oluşundan dolayı çoğul yapılmıştır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, cemi
olarak "Levhaları aldı..." (Arâf, 154) ve
"ve levhaları attı"
buyurmuştur. O halde, her "levha", bir sahifedir.[151]
"Musa ve
İbrahim'in sahifelerinde bulunan şey" ile ne kastedilmiştir? Biz
deriz ki, bununla
kastedilen,
"Gerçekten hiçbir
günahkâr, diğerinin yükünü yüklenmez. Hakikaten insan
için, kendisa'yü gayretinden
başkası
yoktur" ifadeleridir. Bu izah, elif nunu
'nin hemzesini okuyan kıraate göredir. Ama, nun'ukesreli kılıp da, "Şüphesiz
Rabbinedir varış..." (Necm, 42) seklinde okuyanlara göre ise burada, şu izahlar
yapılabilir:
a)
Kastedilen şey, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçekten hiçbir günahkâr, diğerinin günah
yükünü yüklenmez.." ayetiyle anlattığı şey olup, akla ilk gelen de budur. Ama.
başkası da muhtemel olabilir. Çünkü Hz. Musa (a.s) ve İbrahim (a.s)'in
sahifelerinde yer alan şey sadece bu değildir. Ve, bu, orada yer alanların
başlıcası da değildir. -Fetha okunma halinde ise, mana böyle değildir.- Çünkü
beyan edildiği üzere, orada beyan edilen bütün esaslar sözkonusudur.
b) Ahiret,
dünyadan daha hayırlıdır. Bunun böyle oluşunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Şüphesiz ki bu, evvelki sahifelerde, İbrahim ile Musa'nın sahifelerinde de
vardır" (Ala, 18-19) ayetidir.[152]
c) İtikadı
esasların tamamı, ilahî kitapların tümünde yeralmakta olup, Allah, hiçbir kitabı
bunlarsız kılmamıştır. İşte bundan dolayı, Cenâb-ı Hak, Hz, Muhammed (s.a.s)'e,
"Onların yoluna uy..."(Enam,90) buyurmuştur.Bununla, "fürû'lara, yani tali
hükümlere uy.." manası kastedilmemiştir. Çünkü, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
getirdiği dinin fürûu, hiç şüphesiz, onların dinlerinin fürûundan başkadır.[153]
Cenâb-ı
Hak, bu ifâdede, önce Musa (a.s)'dan bahsetmiş ve A'lâ Sûresi'nde buyurduğu gibi
buyurmamıştır. Bunun bir manası var mıdır? Biz deriz ki, fasîh kişilerin sözünde
geçen bu gibi şeylerde bir hikmet aranmaz. Tam aksine, onların sözlerinde, Önce
getirmekle sonra getirmek müsavidir, denktir. Bu cevapla yetinilebileceği gibi,
şöyle de denilebilir: Oradaki (A'lâ Sûresi) ele alış, sadece ihbar ve uyan
içindir. Burada güdülen amaç ise, mazeretlerin geçersiz olduğunun beyanıdır.
Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, A'lâ Sûresi'nde, var oluş sırasına göre zikretmiştir.
Çünkü, İbrahim (a.s)'in sahifeleri, indirilme bakımından, Hz. Musa
(a.s)'nınkinden öncedir. Ama biz burada, ayetteki hitabın, ehl-i kitaba yönelik
olduğunu söylemiştik ki, bunlar da yahudilerdir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,
onların kitaplarını Önce zikretti. Ama biz buradaki hitabın genel olduğunu
söylersek, o zaman, Musa (a.s)'nın sahifelerinin önce getirilmesi, bu
sahifelerin çokça bulunmasından dolayıdır. Buna göre, adeta, onlara, "o
sahifelere bakınız, böylece onun risâletinin, hak olduğunu anlarsınız. Çünkü,
Hz. Musa (a.s)'dan Önce, birçok peygamber gelmişti. "Tevhîd" haktır; "haşr" da
vuku bulacaktır" denilmek istenmiştir. Binâenaleyh, yahudiler nezdinde Musa
(a.s)'nın sahifeleri çokça bulununca, bunları daha önce zikretmiştir. Ama,
İbrahim (a.s)'ın sahifeleri ise, onlara, zaman bakımından bir hayli uzaktı... Ve
o, İbrahim (a.s)'in sahifelerinde yer alan öğütler, yahudiler arasında, Musa
(a.s)'nınkiler kadar meşhur ve yaygın değildi. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,
İbrahim (a.s)'in sahifelerini sonra zikretti.[154]
Cenâb-ı
Hak, genelde, (Hz. Musa ve Hz. İbrahim (a.s)'den bahsederken) Musa (a.s)'yı önce
getirmiş, Hz. İbrahim
(a.s)'i
ise sonraya bırakmıştır. Çünkü, Hz. Musa (a.s), genelde, etrafındaki kimseler
ile imtihan olunmuştur. Ki bunlar, müşrik ve yahudî idiler. Halbuki müşrikler,
diğer yandan, ataları olduğu için, İbrahim (a.s)'e saygı duyuyorlardı.
Cenâb-ı Hakk'ın, ayette
geçen
ifâdesine gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir:
1) Bu, akidler hakkında zikredilen vefa kökünden gelen bir
fiildir. Ve "vefa göstermek" anlamındadır. Bu izaha göre, bu fiilin şeddeli
olarak getirilmiş olması, mübalröa ifade etsin diyedir. Çünkü Arapça'da, "kesti"
"lime lime doğradı" "öldürdü" "adamakıllı öldürdü..." denildiği gibi "vefa gösterdi" ve "tastamam vefa
gösterdi" denilir. Ki, mananın böyle olduğu açıktır. Çünkü Hz. İbrahim (a.s),
vaadlerine sıkı sıkıya bağlı kalmış, hatta kesmek için oğlunu bile yan üstü
yatırmıştır. Ve onun hakkında, ''Muhakkak ki rüyanı doğruladm.."(Saffat,
105) ve "Şüphesiz ki bu, apaçık bir imtihandır"(Saffat, 106) gibi ifadeler
gelmiştir.
2) Bu fiil, vefa
kökünden olan tevfiye den
gelmektedir. Çünkü vefa tamam olma; tevfiye ise, tastamam yapma, demektir.
Nitekim Arapça'da, "Ona, tastamam verdi" anlamında, tabiri kullanılır.
Yaptığımız bu izaha göre, bu ayetin bu ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın "Ve hatırlayın o
zamanı ki, Rabbi, İbrahim'i bir (akım kelimelerle jmtihan edip de o, bunları
tamamen yerine getirince..." (Bakara. 124) ifâdesi gibi olmuş olur. Bunun
anlamının, "İbrahim, Allah'ın, kendi bedenine taalluk eden haklarını ifâ
etti..." şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Bu izaha göre de bu, Cenâb-ı
Hakk'tn, hakkında, "biraz verip de gerisini sert kaya gibi elinde tutan..."
(Necm, 34) buyurduğu kimsenin zıddına olmuş olur.[155]
Cenâb-ı
Hak, İbrahim (a.s)'i vasfederek övdü de, Hz. Musa (a.s)'yı nitelemedi. (Niçin?)
Biz deriz ki, Hz. İbrahim (a.s), kendisine düşeni tastamam yerine getirdiğinin
beyân edilmesine gelince, burada söyle bir incelik vardır: O, verdiği her sözü,
eksiksiz yerine getirmiştir. Hatta, babasına, "Senin için, Rabbimden mağfiret
talebinde bulunacağım..."(Meryem.47) dedi, onun için mağfiret talebinde bulundu
da, böylece ahdini yerine getirdi, ama, Allah Teâlâ ise, babasını bağışlamadı.
Böylece de, "Hakikaten insan için, kendi sa'y ü gayretinden başkasının
olmadığı..." ve, "bir kimsenin günahını, başka bir kimsenin üstlenip
çekemeyeceği" gerçeği, bir kere daha anlaşılmış oldu. İbrahim (a.s)'in
medhedilmesine gelince bu, onun, yahudi, müşrik ve müslümanlar arasında,
hakkında ittifak edilen bir kimse oluşundan dolayıdır. Ve, hiç kimse onun,
ahdini iyice yerine getiren, ahdine bağlı bir kimse oluşunu inkâr etmemiştir.
Ama, müşrikler çoğu kez, Musa (a.s)'nın vasfı hususunda tevakkuf ederler
(kararsızlık gösterirler).[156]
Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "Gerçekten hiçbir günahkâr, diğerinin günah yükünü yüklenmez.."
buyurmuştur ki, bunun tefsiri, Melâike (İsrâ) Sûresi'nde (Ayet 15) de geçmişti.
Burada, söylenilmesi güzel olan birkaç husus ve mesele vardır.[157]
Biz,
Cenâb-ı Hakk'ın "Musa'nın sahifelerinde olanlar..." ifadesi ile kastettiğinin
ifadesiyle açıkladığı şey
olduğunun
açıkça anlaşıldığını beyan etmiştik. Böyle olması halinde bu ifâde, oradaki dan bedel olur ve takdiri de, "Yoksa o,
gerçekten de, "Yoksa o, gerçekten hiçbir günahkâr nefsin, diğerinin günah yükünü
yüklenmeyeceğinden haberdar edilmedi mi?" şeklinde olur. Ve biz orada şu iki
şeyi açıklamıştık:
a) Bu, "Ahiret daha hayırlı ve bakidir" anlamındadır.
b) Bununla,
itikadı esaslar kastedilmiştir.[158]
Bu
ifâdenin başındaki şeddeli olan di
'den şeddesiz hale getirilmiş oı olup, buna göre Cenâb-ı Hak adetâ,
"Dikkat, hiçbir
kimse, başkasının günah
yükünü yüklenmeyecektir.." demek istemiştir. Şeddeliyi şeddesiz hale
getirmek, bazan gerekli olur, bazan da olmaz. Bazan caiz olur, bazan da caiz
olmaz. O halde, gerekli olması, kendisinden sonra bir fiilin gelmesi veyahutta,
bir fiilin başına bir harfin gelmiş olması halinde sözkonusudur ki, burada o
'yi şeddesiz hale getirmek gerekli olur. Çünkü bu harf hem lafzan hem de mana bakımından fiile
benzemektedir. Halbuki, fiilin, bir başka fitlin başına getirilmesi mümkün
değildir. Böylece bu harf, fiile benzemeklikten çıkarılıp da, fiile tahsis
edilmiş bir harf şekline sokulmuştur. Böylece de fitle bir yakınlık arzetmiş de,
onun başına gelmiştir.[159]
Şayet bir
kimse, "Ayet, günahkâr kimsenin günahının, birbaşkası tarafından
üstlenilemeyeceğinı beyân için
getirilmiştir. Halbuki, ayetin bu ifadesiyle bu mana elde edilemez. Zira,
günahkâr kimse, zaten, kendi günahı
sebebiyle
sırtındaki yükü ağır olan kimse demektir. Çünkü, herkes böylesi bir kimsenin,
yeniden başka bir şey üstlenemeyeceğini bilir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak şayet,
"Yükü olmayan bir nefis, bir başkasının yükünü taşımaz..." demiş olsaydı daha
beliğ olurdu.." derse, biz deriz ki: Bu, senin sandığın gibi değildir, zira
ayeti kerimede geçen "günahkâr" ifadesiyle, bilfiil günah işlemiş, onları
sırtlanmış kimse değil de, kendisinden, günahın sudur edeceği ve bu yükü
yüklenebileceği düşünülen kimse kastedilmiş olup, bu tıpkı, o anda üzerinde bir
yük bulunmayan kimsenin, "Taşımak bana güç geliyor.." demesi gibidir.
Binâenaleyh, kendisinden günahların sudur edebileceği düşünülebilen o kişi,
günah işlemediği zaman, daha nasıl başkasının günahını üstlenebilir? Dolayısıyla
ayetin lafzının ifâde ettiği mana daha mükemmel olmuş olur.
Cenâb-ı
Hakk'ın, "Hakîkaten insan için, kendi sa'yü gayretinden başkası yoktur" ifadesi,
mükellefin hallerinin beyânını tamamlayan bir ifâdedir. Çünkü, ona, günahlarını
hiç kimsenin üstlenmeyeceği beyân edilince, başkasının iyiliğinin fayda
vermeyeceği; salih amel işlemeyen hiç kimsenin hayır namına hiçbir şey elde
edemeyeceği de beyân edilmiş olur ki, böylece kötülük yapan kimsenin, başkasının
iyiiiği sebebiyle bir mükâfaat elde edemeyeceği ve hiç kimsenin, onun namına,
ilahî cezayı üstlenemeyeceği açıkça ve mükemmel bir biçimde anlaşılmış olur. Bu
hususta da şöyle birkaç mesele vardır.[160]
Ayetteki
"insan için yoktur" ifadesi hakkında şu iki izah
yapılabilir:
a) Ayet, genel mana ifâde etmektedir. Doğru olan da budur.
Ayete bu şekilde mana verilmesi halinde, şu İleri sürülmüştür: Haberlerde,
kişinin yakınının, o verdiği sadakaların, tuttuğu orucun mükâîaatının, ölen o
kişiye ulaştığı, duanın da fayda verdiği... şeklinde bir takım hususlar varid
olmuştur. O halde bu demektir ki, insan için, hakkında sa'y ü gayret
göstermediği şeyler de söz konusudur. Üstelik Cenâb-ı Hak da, "Kim bir iyilik
yaparsa, onun için, onun on misli vardır" (Enam, 160) buyurmuştur ki, bu da,
kişinin yaptığının üstünde bir durumdur.
Cevap:
Şayet, insan, o akrabasının yaptığı tasaddukun kendisine fayda vermesi için,
iman konusunda sa'y ü gayret göstermeseydi, onun sadakasının ona bir faydası
olmazdı. Dolayısıyla bu demektir ki, yine insan İçin, ancak sa'y edip yaptığı
şey söz konusudur. Ayette beyan edilen fazlalığa gelince, biz diyoruz ki, Allah
Teâlâ, iyilik yapan kimseye, on kat fazlasını, hatta daha fazlasını va'dedip,
mü'min kişi de, Allah'ın, kendisine böyle bir lütufta bulunacağı ümidi ile tek
bir hasene, iyilik yaptığında, o, bunun birkaç misli için sa'y ü gayret
göstermiş olur. Buna göre şayet, "Bu durumda siz, "sa'y" masdarını, "bir şeye
üşüşme, koşuşma.." manasına hamletmiş oldunuz. Çünkü Arapça'da, birisi birşeye
üşüşüp koşuştuğunda, deyimi kullanılır. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin
manası, "yaptığıameller müstesna" manasında olup, Arapça'da, "amel etti,
çalıştı, çabaladı.."denilir. Şimdi, durum şayet sizin bahsettiğiniz gibi
olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak derdi. Biz deriz ki, her iki durumda da, mutlaka
bir ilâvede (takdirde) bulunmak söz konusudur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Hakikaten
insan için, kendi sa'y ü gayretinden başkası yoktur" ayeti ile, "Onun için sa'y
ettiği şeyin aynısı, bizatihi kendisi vardır" manası kastedilmeyip, tam aksine,
bahsettiğim gibi, ya, "onun için, ancak sa'y ettiği şeyin mükâfaatı, yahut
yaptığı şeyin ecri vardır.." manası kastedilmiştir. Yahut da, burada kastedilen
mananın, "Sa'y ettiği şey, kendisi için muhafaza edilmiştir. Geçersiz
kılınmaktan (ihbât) muhafaza edilmiştir.." şeklinde olduğu da söylenebilir. O
halde bu demektir ki, yaptığı şeyler, kıyamet gününde yine onundur, lehinedir.
b) Buradaki
ayette geçen "insan" ile, mü'min değil, kâfir kastedilmiştir.. Bu görüş
zayıftır. Yine, "insan için ... yoktur" ifadesinin ifade ettiği hükmün,
öncekilerin şeriatinde yer alan bir hüküm olduğu, Allah Teâlâ'nın bu hükmü,
Muhammed (s.a.s)'in şeriatında neshediidiği ve insan için, sa'y ettiği ya da
etmediği her şeyin verileceği ileri sürülmüştür. Ama bu batıldır. Çünkü gerçek
ortaya çıktıktan sonra, böyle zorlamalara girmeye gerek yoktur. Bahsedilene
binâen, ayetteki ifâdesi, hakikî manaya alınmış olup, buna göre, "Gayret ettiği
şeyin aynısı onun için sözkonusudur ve bu Allah katında mahfuzdur. Bunda bir
eksiltme yapılmamıştır. İnsan, bununla karşılık bulacaktır" demektir. Bu, tıpkı
"Kim zerre miktan hayır işlerse: onun (mü'kâfaatını) görür. Kim de zerre miktan
kötülük yaparsa, onun (cezasını) görür" (Zilzal,
7-8) ayeti gibidir.[161]
Ayetteki haberiyye mi, masdariyye midir? Deriz ki: Ayetteki,
"Çalıştığı, ilende görülecek" ifadesinin delaleti ile, bunun masdariyye olması
daha açıktır. Çünkü ayetteki "sa'y" (çalışma), "sa'yedümiş şey" manasınadır.
Çünkü masdarlar, çoğu zaman ism-i mef'ûl manasına kullanılırlar. Mesela,
"Allah'ın mahluku" manasında, "halku'llah" denilir.[162]
Ayet ile
ya, sâlih amellere verilecek mükâfaatın, yahut da hertürlü amelin açıklaması
kastedilmiştir. Deriz ki: Meşhur olan, bunun her amelin mükâfaatının açıklaması
sadedinde gelmesidir. Çünkü hayır (iyi amel), mükâfaatla karşılık görür, kötü
amel ise cezalandırılır. Ama görünen odur ki ayetin bu İfadesi, iyi amellerin
mükâfaatını beyan etmek İçin gelmiştir. Bunun delili İse, OUhU ifâdesinin
başındaki "lam" (İçin) edatıdır. Çünkü, "lam", faydalı şeyin gelip kişiyi
bulduğunu, J* (edatı) ise, zararlı şeyin gelip insanı bulduğunu anlatmak için
kullanılır. Nitekim faydalı ve zararlı şeyler hakkında, "Bu onun lehinedir, şu
onun aleyhinedir; onun lehine şehadet eden, yahut aleyhine şehâdet eder" dersin.
Meşhur
olan görüşü savunanlar söyle diyebilirler: İki şey birlikte olduğunda, daha
üstün olan "tağlîb" edilir, baskın çıkar. Meselâ, kadınlarla erkeklerin birlikte
bulunduğu bir topluluktan bahsedildiğinde, ifade cem-i müzekker salim sigasıyla
kullanılır. Ayrıca bunun böyle oluşunun delili, Hak Teâlâ'nın, "Sonra buna en
tam mükâfaat verilecektir" (Necm, 41) ayetidir. Buradaki "evfâ" (en tam)
kelimesi, ancak güzel ve iyi şeyleri anlatmak için kullanılır. Kötü şeyler
hakkında ise, "misi" (dengi), "dûn" (aşağısı) yahut tamamen affını ifade eden
kelimeler kullanılır.[163]
Allah
Teâlâ bu ifadesinde, salih amele gayrete teşvik için, muzarî değil de mâzî
sığasını kullanmıştır. Bunun izahı şöyledir: Eğer Allah Teâlâ, "insan için ancak
gayret edeceği vardır buyurmuş olsaydı, o zaman insan, "yarın şu kadar namaz
kılacağım, şu kadar para tasadduk edeceğim. Dolayısıyla da bunu Allah şu anda
amel defterine sevab olarak yazar" diyebilirdi. Çünkü Allah ona, ileride
sa'yetmesini emretmişti ve bu durumda da kulun, o hususta ileride gayret etme
hakkı doğmuş olurdu. İşte bu sebeble Cenâb-ı Hakk, mâzî sigasıyla "Ancak sa'y u
gayret edip yapmış olduğu şeylerin mükâfaatı kul için söz konusudur" demek
istedi. Ama şeytanın kötülükleri süslemesine ve istikbale ait vaadlerine
gelince, buna asla itimad edilmez.[164]
Daha sonra
Cenâb-ı Hak (İnsanın) çalıştığı ileride görülecek. Sonra buna en tam mükâfaat
verilir" buyurmuştur. Bu, "yaptığı şeyler ona sunulur, açıltp gösterilir"
demektir. Ayetteki kelimesi, arapların "falancaya, o şeyi gösterdi mi"
deyiminden alınmış olup, bu ayette, daha önce de bahsettiğim gibi mü'minler için
bir müjde vardır. Şöyleki: Allah Teâlâ, o kimseye, sayesinde rahatlayıp sevinsin
diye, dünyada iken yaptığı salih amelleri gösterecektir. Yahut da Cenâb-ı Hak,
kişinin yaptığı o iyi şeyleri -meşhur olan görüşe göre-, onlarla övünsün diye,
meleklerine ve diğer mahlûkatına gösterecektir ki bu da, yine mü'minin
rahatlaması, kâfirin üzülmesi içindir. Çünkü kişinin sa'yedip yaptığı şeyler,
hem kendisine hem de diğer mahlûkata gösterilecektir. Bu kelimenin, (gördü)
fiilinden olması da muhtemeldir. Buna göre ayet, "De ki: (istediğinizi) yapın.
Çünkü Allah ve resulü amelinizi görecektir"(Tevbe, 105) ayeti gibi olur. Bu ve
bundan sonraki ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:[165]
Amel, olup
bittikten sonra, artık nasıl görülebilir? Deriz ki: Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
a)
Eğer insan, salih ameller işlemiş ise, o onları güzel suretler şeklinde görür.
b)
Amellerin görülmesi, biz ehl-i sünnetin inancına göre uzak bir görüş değildir.
Çünkü her meydana gelmiş olan şey görülebilir. Allah Teâlâ, her yok olanı
yeniden varetmeye kadirdir. O halde, ameller yapılıp bittikten sonra da
görülebilir.
Yapılabilecek bir üçüncü izah da şudur: ayetin bu ifadesi, "Yaptığının
mükafaatlan görülecektir" manasında, mecazî bir ifadedir. Nitekim "karşılığını
görürsün" manasında "yaptığın iyilikleri, padişahın yanında görürsün" denilir.
Ama bu izah, daha sonra gelen, "Sonra buna en tam mükâfaat verilir" ifadesinden
ötürü uzak bir ihtimaldir.[166]
"Buna ...
mükâfaat verilir" dedi. "buna" zamiri, önceki ayette geçen, "sa'y" (çalışma)
masdanna râcîolup, "sonra
insana, o
sa'y u gayretinin mükâfaatı, en tam ve mükemmel
şekilde
verilir" manasınadır. Çünkü fiili, iki mef'ûl manasınadır. Çünkü fiili, iki mefûl Nitekim Cenâb-ı Hak, ''Sabretmelerine
karşılık (Allah) onlara cenneti ve ipek (elbiseleri) verdi" (insan. 12)
buyurmuştur. Nitekim, insanlar birbirlerine
"Allah seni hayırla mükâfaatlandırsın" diye dua eder. Bu fiil, harf-i cer
ile, üç mef'ûl de alabilir. Nitekim "Allah o kimsenin iyi ve güzel amellerine
karşılık, mükâfaat olarak ona cenneti versin" denilir. Bugibi yerlerde, harf-i
cer hazfedilip, fiil doğrudan doğruya bağlanarak meselâ, de denilebilir.
Yukarıdan beri yaptığımız bu şeyler, bir izah tarzıdır.
Bu hususta
bir başka izah da, "bunu" zamirin, "ceza" (mükâfaat) kelimesine râcî olup,
"Sonra o bu hakettiği. mükâfaatı, karşılık olarak alır" manasınadır ve ayetteki,
"el-cezfi el-evfâ" ifadesi de, fiilden anlaşılan "ceza (mükâfaat) masdarının ya
tefsiri, ya bedeli olur. İfade böylece tıpkı, "Zalimler, o hsüdayışlannı
gizlediler" (Enbiyâ, 3) ayeti gibi olur. Çünkü bunun takdiri de şeklindedir.
Hernekadar Cenâb-ı Hak "(kâfirler) cehennem, sizin tastamam cezanızdır" (Isra,
63) buyurmuş ise de, yaptığımız izaha göre, "el-cezfiu'l-evfâ" (en tam karşılık)
özelliği» salih mü'minlere uygun düşer. Çünkü bu tam karşılık, sâlihlere
verilecektir. Bu izaha göre, bu soruya şöyle cevab verilebilir "En tam" oluş,
amele göredir. Çünkü cehennemin zararı, günahların (dünyevi faydası) karşısında,
çok çok fazladır. Binâenaleyh cehennem, zaten aslında tastamam bir cezadır.[167]
Ayetteki ya, cezanın (mükâfaatın)
verilişinin sonralığın, yahut bu
sözün sonralığınt ifade
eder. Yani, "Sonra da deriz
ki, ona en tam mükâfaat verilir" manasınadır. Eğer bu edat, mükâfaatın
verilişinin sonralığını ifade ediyorsa, mükâfaat salih amelden nasıl sonraya
bırakılabilir? Halbuki, bununla salih amelin kastedildiği açıkça sabittir, (buna
ne dersiniz?) Deriz ki: Her iki izah da muhtemeldir. Sorunun cevabı şudur:
Verilen mükâfaatın "en tam" (evfâ) diye nitelenmesi, ileri sürdüğün bu itirazı
ortadan kaldırır. Çünkü Allah Teâlâ salih bir kimsenin Ölmesi halinde, Ölümünden
hemen sonra, yaptığı amellerin iyilerine göre onu mükâfaatlandırmaya başlar. En
mükemmel karşılığını geriye bırakır. Bu mükâfaat da, cennettir.
Yahut
şöyle de diyebiliriz: Buradaki "en tam" ifadesi, fazlalığa işarettir. Bu durumda
ayet, tıpkı, "İyi ameller işleyenler için, en güze! mükâfaat olan (cennet) ve
bir de fazlası vardır" (Yunus, 26) ayeti gibi olur ki, buradaki "en güzel"
ifadesi ile cennet, "fazlası" ile de, "ru'yetutlah" (Allah'ı görme)
kastedilmiştir. Binâenaleyh Hak Teâlâ âdeta, "O, sa'yu gayretinin karşılığını
alacaktır, sonra da (en tam mükâfaat olarak), "ru'yetullah" ile
rızıklandırılacaktır" demektir. İşte bu izah, ayetin ihtiva ettiği lafızların
tefsirine uygun düşmektedir. Çünkü ayetteki "evfâ" (en tam) kelimesi, "mutlak"
olup, "mübeyyen" (açıklanmış) değildir. Zira Hak Teâfâ, "şundan daha tam"
dememiştir. Binâenaleyh bunun, her tamdan daha tam olması gerekir. Bu şekilde
olan şey de, "ru'yetullah" (Allah'ı görmekten başka birşey değildir.[168]
Bu
ayetlerdeki inceliklerin açıklanmasıyla ilgilidir. Cenâb-ı Hak kötü işler
yapanlar hakkında, ''Hakikaten hiçbir
günahkâr
diğerinin günah yükünü çekmez" (Necm, 38) buyurmuştur ki bu, günahkârın yükünün,
ondan alınıp başkasına yüklenmeyeceğine delâlet eder. Ama bundan,'lafzı bir
zaruretten ötürü, o günahların mutlaka onun üzerinde kalacağı neticesi de
çıkmaz. Çünkü Allah Teâlâ'nın, onun günahlarını, düşürebileceği, affedip
silebileceği düşünülebilir. Böylece de ne onda bir günah kalır, ne de bu
günahları başkasına yüklenmiş olur.
Eğer
Cenâb-ı Hak, "Herkes hiç kimsenin günahını yüklenmez, ancak Kendisininkini
yüklenir" buyurmuş olsaydı, ifadede istisnanın yer alış zaruretinden ötürü,
kişinin günah işlediği manası çıkardı.
Keza,
Cenâb-ı Hak, muhsinler hakkında da, "İnsan için, çalıştığından başkası yoktur"
buyurmuş, ama, "İnsan için, sa'y u gayret sarfetmediği şeyler yok" oememiştir.
Çünkü ikinci ifadede, sa'y u gayret gösterdiği şeylerin mükâfatının insan çin
olacağı açıkça söylenmemiştir. Ama birinci ifâdede, istisnadan Ötürü, sa'yeltiği
çalıştığı şeylerin onun için olacağı açıkça belirtilmiştir. Yine Hak Teâlâ, kötü
ameller şleyenler hakkında, onun ümidini tamamen kesmeyecek bir ifade kullanmış;
iyilik -apanlar hakkında ise, onların korkusunu bertaraf edecek bir ifade
kullanmıştır. Bütün aunlar, Rahmetinin gazabından Önce olduğuna bir işarettir.[169]
"Şüphesiz
ki en son gidiş ancak Rabbinedir" (Necm, 42).
"Ayetin
başındaki edatı daki ya atfedilerek, hemzenin fethasıyla
okunmuştur. Meşhur kıraatte böyledir, yani, "Bu da o sahifeterde yer almış otup,
gerçektir" manasınadır. Bu hemze, istinaf cümlesinin başı kabul edilerek, eksûr
olarak da okunmuştur.
Bu ayetle
ilgili birkaç mesele vardır:[170]
Ayetten ne
kastedilmiştir? Deriz ki; Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
a) Meşhur görüşe göre, bu ifade, ahiretin bir anlatımı olup,
insanlar, neticede varıp Allah'ın huzuruna duracaklardır" manasınadır. Bu izaha
göre ayet, önceki ayetlerle sıkı sıkıya ilgilidir. Çünkü Hak Teâlâ, "Sonra . .
mükâfaat verilir" buyurunca, sanki birisi, "o mükâfaat görülemez. Bu ne zaman
olacak?" demiş
Cenâb-ı
Hak, "Dönüşünüz Allah'adır. İşte o zaman Allah, şükredici olanlara
huvurmustur.
b)
Bununla Allah'ın birliği anlatılmak istenmiştir. Feylesoflar (hukemâ), rücû
(dönüş), intiha (varıp dayanma) gibi ifâdeler bulunan pek çok ayeti,
bahsedeceğimiz şekilde tefsir etmişlerdir. Ama onların yaptıkları tefsirler, bu
ayetlerin bir kısmı hakkında pek açık değildir. Ama bir kısmı hakkında açıktır.
İşte bu sebeble biz diyoruz ki bu, Allah'ın varlığının ve birliğinin anlatıldığı
bir ifadedir. Çünkü mümkün varlıklara göre gezdirdiğinde, onlardan hiçbirinin
mûcid (var edici) olamadığını görürsün. Hem sonra, çoğu kez mesela,
yüzdeki-dıstaki hararetin, güneşin ışığının vurmasından yahut bir ateşten dolayı
olduğunun sanılması (tahmin edilmesi) gibi, bunların mucidinin bir başka mümkin
varlık olduğu sanılır da, "Güneş de, ateş de mümkün varlıklardır. Binâenaleyh
bunlar neden meydana gelmişler?" denilir. Eğer bunlar, bir başka mümkün varlığa
dayandırılacak olursa, akıl, mümkün olmayan bir şeye varıp dayanmaları gerektiği
neticesine varır ki o şey de "vâcibu'l-vücud'dur ve bütün işlerin kendisine
varıp dayandığı varlıkdır. O halde "Rab", müntehâ olan, herşeyin vanp dayandığı
şeydir.
Bu mana,
burada açıktır, aklîdir ve nakle de uygundur. Çünkü, Ubeyy b. Kâ'b'den rivayet
edildiğine göre o, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Şüphesiz en son gidiş ancak
Rabbinedir ve Rab hakkında fikir yürütme olmaz" buyurduğunu söylemiştir. Bu,
"Bütün işler, vacibü'l-vücûd da varıp dayanır, demektir. Vâclbü'l-vücûd da,
varlığı bir mûcid sayesinde olmayıp, herşeyin varlığı kendisine bağlı olan"
demektir.
Hz. Enes
(r.a) de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Rabden
bahsedildiğinde, onun hakkında ileri-geri konuşmayın" buyurmuştur. Bu,
bahsettiğimiz manaya gelebilir. Bazı kimseler ileri giderek, rücû, müntehft gibi
ifadelerin yer aldığı her ayeti, işte bu manada tefsir etmişler, hatta bu
manada, "Hoş ve güzel kelimeler, Allah'a yükselir" denilmiştir ki bütün bunlar,
Mak Teâlâ'nın varlığının delilidir.
Ama O'nun
birliğinin deliline gelince, bu da, insan aklının, vâcibu'l-vücûd'un
vâcibu'l-vü-cûd olması açısından, bir vâclbu 1-vücûda varıp dayanmasıdır, çünkü
eğer o vâcibu'l-vücud olmasaydı, "müntehâ" olamazdı; aksine onun da bir mucidi
bulunması gerekirdi. O halde, "müntehâ", "vâcib olması açısından" vâcib "olan
zat" demektir ki bu mana, hem hakikat, hem de akıl açısından tektir. Çünkü
mutlaka ya bu vacibe, yahut da o vacibe (yani bir vacibe) varıp dayanmak
gerekir. Binâenaleyh vâcib için, vâcib oluşundan başka bir mana (sıfat)
verilemez. Dolayısıyla da onun vâcib oluşu, uzak bir ihtimal olur. Eğer iki
vâcib mevcud olsaydı, onlardan herbiri "müntehfi'dan önce olurdu. Çünkü vâcib
olan, ikisinin toplamından öncedir. O halde müntehâ, O'dur. Bu iki delili
kısaltarak anlattım.[171]
ifadesindeki, "Senin Rabbin" ifadesi ile, kime hitab edildiği hususunda şu iki
izah yapılabilir:
a)
Bu, genel bir hitap olup, "Ey duyan, en mükellef, ve akıllı kişi..."
manasınadır.
b)
Bu hitab, Hz. Peygamber (s.a.s)'edir ve bunda, onun dininin doğruluğunun izahı
yatmaktadır. Çünkü herkes bir Rabbi ve ilahı bulunduğu iddiasındadır. Fakat Hz.
Peygamber (s.a.s), 'Benim Rabbim tektir ve sameddir. Hermümkin (mahlûk) Ona
muhtaçtır. O halde senin Rabbin "müntehâ" (herşeyin varıp dayandığı zat'tır). O,
rablerin Rabbi ve sebeblerin müsebbibidir" buyurunca, ayetteki hitabın ne kadar
yerli yerince olduğu anlaşılır. Fakat hitabın genel olduğunu söylememiz halinde,
bu, kötüler için ileri derecede bir tehdid, iyiler için de alabildiğine bir
teşvik olur. Çünkü Hak Teâlâ'nın, "Ey dinleyen, kim olursan ol, bil ki, herşeyin
müntehası Rabbinedir" sözü, her iki durumu da alabildiğine güzei anlatır.
Ama bu
hitabın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e olduğunu söylersek, o zaman bu, onun (a.s)
kalbini yatıştıran bir teselli olur. Buna göre Cenâb-ı Hak, "üzülme, çünkü
herşey sonunda, Bana gelecektir" demiş olur. Böylece de tıpkı, "Onların sözleri
seni üzmesin. Çünkü Biz, onların gizli yaptıklarını da, açıktan yaptıklarını da
biliriz..." (Yasin,76-63) ayetleri gibi olur. Bunun benzeri ayetler, Kur'ân'da
pek çoktur.[172]
"Müntehâ"nın başındaki lâm-ı ta'rîf "ahd" (belirlilik) içindir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s) hep, "Sizin varışınız
Allah'adır"derdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki en son gidiş (mentehâ)
Rabbinedir" buyurdu. Böylece va'dedilen husus, Kur'ân'da ve hadisde ifadesini
bulmuş olur. İkinci izaha göre, bu Iftm-ı ta'rtf, "umumîlik" için olup, "Her
sonlu Rabbine varıp dayanır. Çünkü başlangıç O'dur" demektir. Bu izaha göre,
diyoruz ki: Allah, idrak edebilecek varlıkların idrâklerinin son bulduğu
noktadır. Çünkü insan önce, görünen şeyleri idrâk eder, algılar. Daha sonra da
tefekkürünü derinleştirir ve gide gide Allah'a vartr. İşte orada durmak
mecburiyetinde kalır.[173]
"Şüphesiz
ki güldüren de, ağlatan da O'dur" (Nacm, 43).
Bu ayetle
ilgili birkaç mesele var:[174]
"Geçen ayetteki,
"en son gidiş
(menteha) ancak Rabbinedir"
ifadesi ile, Cenâb-t Hakk'ın birliği anlatılmak
istenmiştir" dememize göre.bu ayetler, İslam'ın temeli olan bir takım meseleleri
isbat etmiş olurlar. Meselâ bunlardan birisi, Allah Teâlâ'ntn kudretidir. Çünkü
bazı filozoflar da Allah Teâlâ'nın, herşeyin varıp dayandığı
"müntehâ"
olduğunu ve O'nun birliğini kabul etmektedirler. Ama bunlar, Allah Teâlâ'ntn
kadir olarak değil de, otomatik (mûcib) olarak işleri gördüğünü (kâinatı idare
ettiğini) söylerler. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ Kendisinin, aynı yerde
birbirine zıd olan, gülmeyi-ağlamayı, ötümü-hayatı, erkekliği-dişiliği
yarattığını, bunun ise ancak kudret ve irade sahibi bir yaratıcıdan
olabileceğini bildirmiştir. Bunun böyle olduğunu herkes kabul eder.
Bizim,
geçen ayetteki bu ifade ile, ahiretin anlatılmak istendiğini söylememiz halinde,
bu sonraki ayet, ahiretin durumunun anlatımıyla ilgili bir işaret olmuş olur.
Çünkü insan, dünya hayatının mesela bir diliminde güleç-sevinçli, bir diğer
diliminde, hüzünlü, ağlayan olduğu gibi, ahirette de onun başına böyle şeyler
gelecek; gülecek veya ağlayacaktır.[175]
Burada, "Güldüren ve
ağlatan" fiillerinin mef'ulferi zikredilmem iştir. Çünkü
bu iki kelime, güç yetirilen şeyi ortaya koymak için değil, Allah'ın kudretini
anlatmak için getirilmişlerdir. Dolayısıyla mef'ûle gerek yoktur. Nitekim birisi
"alıp-vermek falancanın elindedir. O isterse verir, isterse vermez" der ve
verilip-verilmeyecek şeyi bildirmeyi kasdetmez.[176]
Allah
Teâlâ erkek ve dişi için, bu iki sıfatı özellikte belirtmiştir. Çünkü bunlar,
herhangi kesin bir sebebe
bağlanmayan iki durumdur. Dolayısıyla hiçbir tabiatcı (maddeci) gülmenin ve
ağlamanın niçin sadece insanda bulunduğu hususunda bir izah yapamaz ve bir sebeb
gösteremez. Binâenaleyh bunlar aşikârı birşeye bağlanamayıp, mutlaka bir
varedicileri de gerektiğine göre, bu varedicinin Allah olduğunu söyleriz.
Hastalık ve sağlık ise böyle değildir. Çünkü tabiatcılar, hastalık ve sağlığın
sebebinin, bedenin mizacının (düzeninin) bozulması ve dengesinin kaybolması
olduğunu söylerler. Ağlama ve gülmenin sadece insana verildiğinin delili şudur:
Tabiatcılar gülme konusunda, gülünebilecek birşey söylediklerinde, "işte bu
taaccübün kuvvetinden kaynaklanan bir durumdur" derler. Ama bu son derece
yanlıştır. Çünkü insan, dikkate değer bir takım şeyler görüp, apışıp kalır,
hayranlık duyar ama gülmez. Yine gülmenin, sevincin kuvvetinden kaynaklandığını
söylemişlerdir. Ama böyle de değildir. Çünkü insan bazan alabildiğine sevinir,
ama gülmeyebilir. Yine hüznün doruk noktasında olan birini, komik birisi
güldürebilir. Ağlamadaki durum da böyledir. Eğer tabiatcıların iddia ettiği
şeyleri fazlaca bilen birisine, "Bir takım hususî durumlarda, gözden yaşın
çıkmasının sebebi nedir?" denilecek olsa, o, gerçek bir sebeb gösteremez. Yine
mıknatıs ve benzeri maddelerdeki belli özelliklerin sebebi sorulduğunda,
tabiatcı apışıp kalır. Nitekim onlara, yıldızların konumlarının sebebi
sorulduğunda, hem onlar, hem de bu tür şeyleri Allah'ın kudret ve ifadesine
havale etmeyen hendeseciler apışıp kalırlar.[177]
"Öldüren
de, dirilten de O'dur" (Necm, 44).
Bu ayet
hakkında söylenebilecek şeyler, tıpkı önceki ayet hakkındakiler gibidir. Fakat
Allah Teâlâ Önceki ayette, "cins"den daha hususi olan "tür"ün özelliğini
belirtmiştir. Çünkü bu çok nettir ve bir sebebe bağlanabilmekten çok uzaktır.
Daha sonra da bu hususa, ondan daha genel ve sebebe bağlanmaktan uzaklık
bakımından, birinciden daha hafif olanı ona atfetmiştir. Bu daha hafif ve genel
olan ise, öldürme ve diriltmedir. Bu iki sıfat, birbirine zıttırlar. Yani ölüm
ve hayat, tıpkı gülme ve ağlama gibi, birbirinin zıddıdır. Bu izaha göre ölüm,
sırf yokluk değildir. Aksi halde, imkânsız olan şey ölmek olurdu. Her halükârda
bu demektir ki, öldürmek de, diriltmek de, bir yokluk değildir, var olan bir şey
olup, ikisi de canlıların özellikierindendir. Tabiatcı yine, hayatın, bedenin
mizacının (düzeninin) dengeli oluşundan kaynaklandığını söylemiştir. Halbuki
mizaç, birbirine zıt temel unsurlardan meydana gelmiştir. Bu unsurlar, ateş,
hava, su ve toprak olup, tabiatları gereği birbirinden aynlıp-çözülmeyi akla
getirirler. Zıt oldukları için, aralarında terkip yapamayan, biraraya gelemeyen
şeyler için, Ölüm söz konusu olmaz. Çünkü öldürme ve diriltme işinin gözle
görüleceği tarzda ne zaman bu ihya ve imate işini yapmıştır? Aksine canlılardaki
müşahedemiz hayat ve sonra ölüm esasına bina edilmektedir? diyecek olursa, zıt
şeylerin herbiri, yaklaştığı, biraraya geldiği şeyden uzaklaşmayı ister. İşte bu
sebeble Hak Teâlâ, "yaratan, enâsır-ı erbaa'yı (dört temel unsuru) biraraya
getiren ve onları belli bir müddet böyle muhafaza eden zat, onları bundan daha
fazla muhafaza etmeye de kadirdir. Binâenaleyh bir canlı öldüğünde, bu, o
canlıdan kaynaklanan zarurî birşey olmayıp, hür ve irade sahibi bir failin fiili
(yaratması) sebebiyle olmuştur. İşte o fail, Allah Teâlâ'dır. Binâenaleyh O,
öldüren ve diriltendir" demek istemiştir.
İmdi, biri
çıkıp dese ki: O ne zaman Öldürür ve diriltirse, böylece Öldürdüğü ve dirittiği
zaman bu bilinir. Hatta hayata ve ölüme binaen, diriltme ve Öldürme işi müşahede
edilir mi? denilirse
Cevaben
deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılır:
1)
Ayette bir takdim-tehir vardır.
2)
Bu iki fiil, muzari manasınadır. Çünkü öldürüp diriltme işi her zaman pek
yakındır. Nitekim Arapça'da, yeri ve zamanı yakın olduğunda, "Falanca ulaştı",
"Gece girdi" denilir. Ayetteki "diriltti - öldürdü" kelimeleri de böyledir.
3) "öldürdü"
yani, "O unsurlarda (elementlerde), ölümü ve cansızlığı yarattı, daha sonra
onları bir araya getirip "diriltti" yani, bu cansız unsurlarda hissi ve hareketi
yarattı."[178]
"Hakikaten, (rahme) atıldığı zaman meniden erkek ve dişi, çiftini yaratan O'dur"
(Necm, 45-46).
Bu ayette
bahsedilen bu iki varlık da, aynı meniden meydana gelen zıd şeyler
cümlesindendir. Binâenaleyh bazısı erkek olarak, bazısı dişi olarak
yaratılmışlardır. Bunun, dişideki soğukluk ve rutubet (yumuşaklıktan) olduğunu
söyleyen tabiatcının anlayışı, bu işin künhüne ulaşamaz. Çünkü mizaç itibarıyla
erkekten daha kuru (yâbis) olan nice kadınlar vardır. Nitekim sen küçükle büyük
arasındaki farklara dikkat edecek olursan birtakım şaşırtıcı durumlar görürsün.
Bunlardan birisi de, sakalın bitmesidir. Tabiatcıların, sakalın bitmesi
konusunda söyledikleri şeyin en kuvvetlisi şudur: Onlar demişlerdir ki: KıHar,
deri gözeneklerine doğru kayıp giden dumanımsı bir buhardan meydana gelmektedir.
Binâenaleyh, bu gözenekler, çocuk ve kadının yaratılışında olduğu gibi, son
derece nemli ve yumuşak, açılımtı olduklarından, bu dumanlar, kıl meydana
gelmeden önce kolaylıkla o nemli gözeneklerden çıkacağı için, kıl bitmez. Ama bu
gözenekler son derece kuru ve kesif, açılımsız, sert olduklarında ise,
dumanların o daracık yerden çıkması zor olacağından, kıl biter. Sonra muhakkak
ki ilgili o maddeler, özel yerlere doğru cezbolunurlar ve de, oralara
yönelirler. Başa gelince, oraya yönelirler; çünkü baş, kafatası, buhar ve
dumanların üzerindeki bir kubbe gibidir. Bu sebeble giderek ona doğru
yükselirler. Bundan ötürü baştaki kıllar, daha çok ve daha uzun olur. Bundandır
ki, erkekde, buhar ve dumanların kendisine yöneldiği bir takım yerler
bulunmaktadır. Kalbin harareti dolayısıyla göğüs bunlardan biridir. Zira
hararet, lambanın (alevinin) yağı kendisine doğru çekmesi gibi, nemliliği
kendine doğru çeker. Tenasül uzvu da, buna yakındır, çünkü şehvetin harareti de,
aynı şekilde cezbedici, kendine çekicidir. Bu yerlerden bir tanesi de, sakal ve
bıyıktır. Zira bunlar, yeme ve konuşmadan dolayı, çokça hareket etmektedirler.
Hareket de aynı şekilde cezbedicidir... Buna göre onlara, "Ancak tenasül uzvu
bulunduğu zaman sakal kıllarının bitmesini (telâzim) gerekli kılan faktör nedir?
Zira, tenasül uzvu kesildiğinde sakal bitmemektedir. Yine, çocuk dişiyle genç
dişi, kadının dişiyle erkeğin dişi arasında ne fark vardır?" denildiğinde, bu
meselelerin bir kısmında o tabiatçı şaşırır, bir kısmı hakkında ise, tutarsız ve
zayıf şeyler söyler.. Halbuki o bunları ilahi hikmete havale etseydi, elbette
daha iyi olurdu.[179]
İfadeyle
ilgili birkaç mesele vardır.[180]
Cenâb-ı
Hak burada, buyurmuş, 43. Ayette buyurduğu
gibi, buyurmamıştır (niçin)?
Çünkü, bir kimse, gülme ve ağlama işinin, insanın kendi fiiliyle olduûunu
zannedebilir. Öldürme ve diriltme hususunda böyle bir tevehhüm her ne kadar uzak
ise de, ancak ne var ki, câhil bir kimse bunu söyleyebilir. Nitekim Hz. İbrahim
(a.s)'le mücâdele eden Nemrud "Ben de diriltir ve öldürürüm..."(Bakara,258)
derken, bunu kastetmişti. İşte bu sebeple Cenâb-t Hak, bu hususu, fasıl zamiri
zikretmek suretiyle te'kîd etmiştir. Nutfeden erkek ve dişinin yaratılmasına
gelince, hiç kimse, herhangi bir kişinin bunu yapabileceğini düşünmez.. Bu
sebeple Cenâb-ı Hak, bu hususu fasıl zamiri ile te'kid etmemiştir. Cenâb-ı
Hakk'ın şu sözüne bir baksana: "Zengin kılan da fakir kılan da
O'dur..."(Necm,48). Çünkü, onlara göre zengin olma İşi, Allah'a dayanmamaktadır.
Onların inançlarına göre bu, kendi fiilleriyle olmaktadır. Nitekim Karun da
şöyle demişti: "O bana ancak, kendi ilmimden dolayı verildi.."(Kasas,78)..
Bundan ötürü Hak Teâlâ, "Şüphesiz ki, Şi'râ (Sirius) yıldızının Rabbi de,
O'dur.." (Necm,49) buyurmuştur, zira o müşrikler, Muhammed (s.a.s)'in Rabbinin,
Şi'rfi yıldızının da Rabbi olmasını imkânsız addediyorlardı.. İşte bu sebeple
Cenâb-ı Hak, onların, Allah'a nisbet edilmesini imkânsız gördükleri pekçok
yerde, bu isnâd edilmeyi te'kid etmiş, ama bunun dışındaki yerlerde te'kid
etmemiştir.[181]
"Erkek ve
dişi", (zeker ve ünsâ) kelimeleri, hem iki isim ve sıfat mıdırlar, yoksa iki
isim olup sıfat değil midirler? Dilciler nezdinde meşhur olan, ikincisidir. Açık
olan görüşe göre, bu kelimeler, sıfat olan isimler cümlesindendirler. Zeker
Hasen (güzel, iyi) ve âzib (bekâr) kelimelerine; ünsâ kelimesi de, Hublâ
(hâmile) ve kübrâ (büyük) kelimelerine benzer. Biz, açık olanın, bunların iki
sıfat olduğu şeklindeki görüş olduğunu belirttik. Çünkü sıfat, kendisi için
herhangi bir durumun sübût bulduğu şeye itlâk edilip ona yüklenen şeydir. Meselâ
âlim kelimesi, kendisinde ilim hali olan şeye; el-müteharrik (hareketli)
kelimesi de, ağaç ve taş kelimelerinin aksine, kendisinde hareket bulunan şeye
itlak edilir. Çünkü ağaç kelimesi, birsey hakkında, onun için herhangi bir
durumu sübut bulması şartıyla söylenilmez. Bilakis bu, muayyen bir şey için vaz,
olunmuş bir isimdir. Zeker (erkek) kelimesi ise, kendisinin bir durumu ve hal
olan bir şey için kullanılır. Bu sebeble de, onunla tavsifte bulunulabilir; ama,
ağaç kelimesiyle niteleme yapılmaz. Meselâ, "bana, erkek bir şahıs geldi" ya da
"erkek bir insan geldi" denilir, ama, "ağaç bir cisim" denilmez.
Bunun, bir
isim olup, sıfat olmadığı görüşünü benimseyene gelince, o bu görüşe, onun
(kendisinden iştikak ettiği) bir fiili olmadığı için kail olmuştur. Çünkü
sıfatların genellikle bir fiili vardır. Meselâ, âlim, câhil, azlb (bekâr), kübrâ
ve hublâ kelimeleri gibi... Bu, onun, (tabiatcının) benimsediği görüşe delâlet
etmez. Çünkü, erkeklik ve dişüik, bir kısmıyla değişmeyen sıfatlardandır. Bu
yüzden, bunlardan fiiil yapılmaz. Çünkü fiil, vaki olacağı şey için, çoğunlukla
yenilenir, teceddüd eder. Bunun için, oabalık, oğulluk ve kardeşlik gibi
nisbetlerin, nisbet hallerinin fiilleri bulunmamaktadır. Çünkü bunlar, değişen
köklerden olmamıştır. Bu bakımdan, değişebilen nisbet hallerinin fiilleri
bulunmaktadır. Arapça'da, zorlamayla ortaya konulmayıp, değişimi kabul
ettiğinden "onu kardeş edindi" ve
"onu oğul edindi" denilir.
Ayet-i
kerimedeki ifadesine gelince, bu, "bir damla su parçasından" demektir.
"atıldığı
zaman" ifadesine gelince, bu ifâde, ya, kişide inzal hali vuku bulduğunda
söylenilen "meni akıttı" ifâdesinden, yahut da, kadir oldu, muktedir kılındı
anlamında olan kelimesinden
gelmektedir kelimesi, kudretin mükemmelliğine dikkat çekmektedir. Zira nutfe,
menî, unsurları son derece mütenasip olan bir cisimdir. Allah Teâlâ ondan, pek
muhtelif uzuvları ve farklı farklı huyları yaratır. Erkek ve dişinin bundan
yaratılması, açıkladığımız üzere, olabilecek şeylerin en şaşırtıcı olanıdır.
İşte bundan ötürü hiç kimse, nasıl ki gökleri yaratableceğini iddia etmeye kadir
olamamış ise, aynen bunun gibi, bunu yaratmayı iddia etmeye de kadir
olamamjştır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Onlara, kendilerini kimin
yarattığını sorarsan, muhakkak ki, "Allah!" diyeceklerdir" (Zuhruf,87) ve "Eğer
onlara, gökleri ve yeri kim yarattı diye sorarsan, muhakkak ki "Allah!"
diyeceklerdir" (Lokman. 25) buyurmuştur.[182]
Cenâb-ı
Hak daha sonra, "Şüphesiz ki (ölümden sonra) tekrar diriltmek de O'na aittir"
(Necm. 47).
buyurmuştur.
Bu,
müfessirlerin ekseriyetinin görüşüne göre, haşr'e bir işarettir. Uzun uzun
düşündükten ve Cenâb-ı Hakk'ın lûtf u kereminden, bu konuda beni gerçeğe
ulaştırmasını istedikten sonra, bana görünen odur ki, burada, insana, insanî
ruhun üfürülmesinin murad edilmiş olması (da) muhtemeldir. Bu böyledir, çünkü,
emmâre bi'ssû-f (kötülüğe sevkeden) olmayan kıymetli nefis, kesif ve karanlık
cisimlerle karışır haldedir... Allah da, bununla (imam ruhla), Ademoğlunu
şereflendirmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "..o kemiklere de et giydirdik. Bilâhere onu
başka yaratılışla inşa ettik.." (Mûmmûn, 14) ayetinde de buna işaret vardır.
Cenâb-ı Hak, nutfenin yaratılışını " alaka"ya, " 'a!aka"yı, bir çiğnem et
parçasına, bir çiğnem et parçasını (mudğatun) da kemiklere dönüştürmüştür. Bu
son yaratılışla da, insan, diğer canlı türlerinden temeyyüz edip ayrılmış, idrâk
ve algılamalar hususunda meleklerle müşterek olmuştur. Cenâb-ı Hak nasıl orada,
nutfenin yaratılmasından sonra, "Bilâhere onu başka yaratılışla inşa ettik..."
buyurmuşsa, burada da, "Şüphesiz ki (ölümden sonra) tekrar dirütmek de O'na
aittir" buyurmuştur. Böylece, rûh üfürülüşu, orada "bir başka inşâ" olarak
addedilirken, burada da, "tekrar diriltilme • neş'eten uhrâ-" addedilmiştir.
Bunu söylemeyi vâcib kılansa, "Şüphesiz ki, en son gidiş ancak Rabbinedir.."
(Necm, 42) ifâdesinin, ekseri alim nezdinde yeniden yaratılma halinin beyânı;
"Sonra buna en kâmil mükâfaat verilecektir.."(Necm, 41) ayetinin de, bunun gibi
oluşudur. Böylece, "neş'et-i uhrâ"nın zikredilmesi, "iade
yeniden yaratılma" olmuş olur. Bir de Cenâb-ı Hak, bu ifâdeden sonra "Hakikat
şu: (insanları) başkalarına muhtaç olmaktan kurtardı ve o, sermaye sahibi
kıldı.." (Necm, 48) buyurmuştur. Bu da, dünya hallerindendir. Bu anlattığımıza
göre, ayetlerin tertibi son derece güzeldir. Çünkü buna göre Cenâb-ı Hak,
"Allah, erkek ve dişiyi yarattı. Sonra onlara, kıymetli olan o insan ruhunu
üfürdü, sonra onu, küçüklüğünde annenin sütü, babanın da nafakalarıyla başkasına
muhtaç olmaktan kurtardı, büyüdükten sonra da onu, kazanç yoluyla sermaye sahibi
kıldı.
Buna göre
eğer, "neş'et-i uhrâ, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Allah'ın) yaratmaya nasıl başladığını
görün. Allah yeni bir ahiret hayatımda tekrar yaratacaktır..." (Ankebût. 20)
ayetinde "mhaşr" için varid olmuştur" denilirse, biz deriz ki: Ahiret kelimesi,
âher (en sonuncusu) kelimesinden olup, Ahir (sonuncu) kelimesinden değildir.
Çünkü elâher, ef'al veznindedir. Daha önce de geçtiği Üzere, Cenâb-ı Hak orada
el-bed'u (başlama)'yı zikredince bu, yeniden yaratmaya hamledilmiş, burada ise,
onun, bir nutfeden (meniden) yaratılışını zikretmiştir. Nitekim, "Sonra o
nutfeyi bir " 'alaka*' haline getirdik..." buyurulup da, daha sonra, "Bilâhere
onu, başka yaratılışla inşâ ettik.."(Mûminun, 14)buyurulan ayetlerde de durum
aynıdır. Ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[183]
alâ-
"üzerine.." harf-İ cerri, Arapça'da vücûb, zorunluluk ifâde etmektedir. Oysa ki,
yeniden yaratmak,
Allah'a
vacib değildir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin manası nedir? Zemahşerî,
mezhebi olduğu
üzere
bunun aklen böyle, (vâcib) olduğunu; çünkü hikmetin bir muktezâsının da,
insanları cezalandırmak olduğunu, bununsa ancak "haçr"la tamamlanacağını, o
halde, yeniden diriltme (lâde)'nin, O'na aklen vacibb olduğunu söylemiştir.
Bizse
bunu
söylemiyor ve .şöyle diyoruz: Bu konuda iki izah şekli vardır:
a) Va'd hükmüne göre, bu Allah'a aittir. Çünkü Cenâö-ı Hak,
"Gerçek ölüleri biz diriltiriz biz"(Yasin, 12) buyurmuştur. Şu halde bu, ne
aklen ne de şer'an değil, ama va'dinden dolayı Allah'a düşer.
b) Bunun, iş
olarak, (başkasına değil de), Allah'a düşmesi.. Çünkü, bir kimse bir topluluğun
arasında bulunur, derken o topluluk bir şey yapmaya yönetir, ama bundan da aciz
kalırsa, o zaman o kimseye, "Şu halde, bunu yapmak sana düşüyor denilir. Yani,
"Bu iş sana düştü".[184]
(en-neş'etu) kelimesi, "ed-darbetu - darbe, bir vuruş..." kelimesi gibi, binâ-l
merre olan "fı'letun" vezni
üzerine
olmak üzere, masdar olarak, bu şekilde okunmuştur. Nitekim sen "ona, iki defa
vurdum" dersin... Buna göre bu, "Diriltme üstüne diriltme, O'na aittir"
anlamındadır. Bu kelime, "keffttet" kelimesi gibi, "feale" vezninde, med ile
şeklinde de okunmuştur. Kelime, hangi şekilde okunursa okunsun, her halükârda
fiilinden gelmektedir. Bu fiilse lâzım (edilgen) bir fiildir.
Söylenilmesi gerekli olan şudur: "Yeniden yaratma değil, ama inşâ etme (ilk
yaratma) O'na aittir..." biz diyoruz ki, bunda şu fayda vardır: Şüphesiz ki
kesinlik, yaratmanın bir başka kez bulunması yoluyla, bundan (da) elde edilir...
Şayet O, "inşâ etmek O'na aittir" demiş olsaydı, muhtemelen bir kimse, şöyle
diyebilirdi: "İnşâ kelimesi, Iclâs (oturtmak) kabilinden bir kelimedir. Şöyle
ki, genişlik itbariyle, "onu oturttum, ama o oturmadı", "onu ayağa kaldırıp
dikelttim, ama o dikelmedi" denilir. Bu sebeple, "onu inşâ etti, ama o, neş'et
etmedi; yani, neş'et edip yaratılmaya yönelmedi ve vücûd bulmadı" denilebilir.
Bu bakımdan buyurulunca, bu, yaratılmayı meydana
getirir, onun zarurî olarak bulunması itibariyle, onu gerçekleştirir" anlamına
gelmiş olur.[185]
"Yaratma,
ikinci kez de O'na aittir" diyenin görüşüyle, "Bir başka yaratma da O'na aittir"
diyenin görüşü arağında bir fark var mıdır? Biz diyoruz ki, evet
denildiğinde, neş'et (yaratma) işi önceden bilinmiş olmaz. Ama, buyurulduğunda
ise, bir başka yaratmanın hakikati (daha Önceden) bilinmiş olur Biz diyoruz ki,
işte malum olan bu iş O'na aittir.[186]
Cenâb-ı
Hak,
"Hakikat
şu (insanları) başkalarına muhtaç olmaktan O kurtardı ve O,
sermaye
sahibi kıldı.." (Necm. 4) buyurmuştur. Biz bunun tefsirini az önce zikretmiştik.
Şu halde diyoruz ki:
kelimesi, "ihtiyâcını giderdi", "onu muhtaç
bırakmadı" anlamına gelir. Çünkü, ganî (zengin) mukabilinde fakir, yoksul
bulunur. Buna göre, herhangi bir surette fakir olmayan kimse, mutlak anlamda
zengindir. Bir cihetten fakir olmayan kimse, işte o cihetten zengindir. Nitekim
Hz. Peygamber (s.a.s) "Bugün onları, istemekten müstağni
kılın..."[187] buyurmuştur. Ve bu, sadaka-i frttr
manasına hamledilmiştir. Demek ki o fakire, ihtiyaç duyduğu şey ulaşmış
olduğunda İstemekten kurtulmuş, bu itibarla zengin olmuştur.
Ayetteki İfâdesinin anlamı ise, "ona, onu zengin
kılmanın üstünde daha fazlasını verdi, sermaye verdi.." şeklindedir. Buna göre,
kelimelerin harfleri de mana bakımından birbirleriyle bir münasebet arzederler.
Bu cümleden olarak diyebiliriz ki, kaf'ın çıkış yeri, mahreci, ğayn'tn
mahrecinin üzerinde olunca, Cenâb-ı Hak, sermaye vermeyi, müstağni kılmanın
üstünde bir hal kılmıştır. Bu izaha göre, "müstağnî kılma", Allah'ın o kimseye
(meselâ) göz ve dil verip, onu çocukken annesinin memesini emmeye sevketmesi;
yahutta, Allah'ın, o kimseye kendisine muhtaç olduğu rızık ve : .inme gibi
şeyler vermesidir. Netice olarak diyebiliriz ki, Allah'ın, kişinin, kendisiyle
tıtiyactnı giderdiği her şey, müstağni kılma; bunun üzerinde verdiği şeyler de,
"ikna - sermaye verme"dir.[188]
Daha sonra
Cenâb-ı Hak, bir başka topluluğun fasit görüşüne işaret etmek için, "Hakikat şu:
"Şi'râ" yıldızının Rabbi de O..." (Necm, 49) buyurmuştur. Zira, bazı kimseler,
fakirlik ve zenginliğin, insanın çalışıp çabalamasına bağlı olduğunu,
binâenaleyh çalışıp çabalayan kimselerin zengin, tembellerin ise fakir
olduklarını söylemişlerdir. Bazı
kimseler de, bunun, baht'a, şansa, talihe bağlı olduğunu; bahtın da, yıldızlarla
alakalı olduğunu söylemişlerdir. İşte bunun üzerine 3enâb-ı Hak da, Kendisinin,
"Şi'râ yıldızının Rabbi... olduğunu" buyurmuştur. O zaide, zenginliğin yıldızlarla olduğunu
söyleyenler yanılmışlardır.
Bu sebeple
biz de diyoruz ki: O, yıldızların Rabbi'dir, onları harekete geçirendir. Nitekim
Cenâb-ı Hak da, "O, Şi'râ yıldızının Rabbidir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onlar
bunu kabul etmeyip inkâr ettikleri için, araya fasi zamiri getirerek, ifâdeyi
te'kîd etmistir. Şi'rt, aydınlatan yıldız demektir. Yıldızların içinde, bir
Yemânî diğeri de Şamf ;ımak üzere, iki parlak yıldız bulunur. Görünen odur ki,
bununla, Yemanf yıldızı kastedilmişti.. Çünkü onlar, ona tapıyorlardı.
b)
Önemli haberlerin yer aldığı şeyi inzal etmek, bir hikmet-i balığadır
c)
Yaklaşmakta olan kıyamet ve ona delalet eden deliller, bir hikmet-i balığadır.
d)
Bu ifade mansub olarak şeklinde de okunmuştur. Bu durumda, "hal" Bunun zi'l-hâli ise, geçen ayetteki mâ
edatıdır. "Bu size bir hikmet-i bâliğa olarak geldi" demektir.
Buna göre
şayet, "Eğer bu mâ ism-i mevsûl kabul edilirse, marife olur. Bu xrumda da onun
"zilhal" olması yerli yerinde olur. Fakat ifade, "Onlara, kendisinde zaydırıcıık
özelliği bulunan önemli haberler gelmiştir" manasında olursa, bu mâ, nekire
olur. Halbuki "zi'l-hâl'in nekire olması (nahiv bakımından) uygun değildir"
aenilirse, biz deriz ki bu durumda mâ'nın, ayette,
ifadesiyle tavsif edilmiş olması, bunun "zi'l-hâl" olmasını sağlamış olur.
Ayetteki, 'Fakat (onlara) nezirler asla fayda
vermiyor" ifadesi hakkında da şu iki izah yapılabilir:
a)
Bu, mâ-i nâflyedir. Buna göre, "O uyarıcılar fayda versinler ve gönderildikleri
kimseleri hakka girmeye zorlasınlar diye gönderilmediler. Ancak ve ancak birer
tebliğci (mesaj ulaştınct) olarak gönderildiler" manasında olur ve böylece
ifade, tıpkı, "Eğer yüz çevirirlerse, bil ki biz seni onlara muhafız olarak
göndermedik" (Şûra,48) ayeti gibi olur ve bu manayı, hemen peşinden gelen, "O
halde onlardan yüz çevir" (Kamer, 6) ayeti de destekler. Bu durumda mana, "Senin
ve bütün peygamberlerin görevi (Ey Muhammed), mutlak fayda vermek ve mecbur
etmek değildir. Binâenaleyh sen, tebliğ vazifeni yapınca, "Rabbinin yoluna
hikmetle çağır" (Nahl, 125) ayeti ile emrolunduğun, o üstün hikmet görevini
yerine getirmiş olursun. Buna kadir olamazsan, onlardan yüz çevir" şeklindedir.
b) Bu, mâ-i
istifhamiyye (soru mâ'sı)dır. Buna göre, ilgili ayetlerin manası, şöyle olur:
"Sen vazifen olan tebliğ işini, ilgili mucizeleri ve delilleri gösterme işini
yerine getirdin. Ama onlar yine de yalanladılar. Bunun üzerine sen onları, daha
önceki kavimlerden, peygamberlerini yalanlamış olanların başına gelenler ile
uyardın. Bu da onlara fayda vermedi. Bütün bunlar, herbiri birer hikmeM
bâllğâ'dır Artık bunların ötesinde, nezirlerin (uyarıcıların, sayesinde faydalı
olacakları şey nedir? Binâenaleyh üzerinde ifâ edilmemiş g örev kalmamıştır."[189]
"Hakikat
şu: Evvelki Ad'i O helak etti..." (Necm, 50).
Cenâb-ı Hak, kendisinin,
müstağnî kılan ve sermaye veren olduğunu bildirip, bu da Şİ'rfl yıldızının
bağışıyla değil de, Allah'ın lütfuyla olunca, onların, helak eden zâta
şükretmeleri gerekmiştir. Ve onlara, Âd, Semûd ve saire kavimlerin halleri,
başlarına gelen şeyler delil olarak yeter. Ayetteki, ifâdesi ile bahsedilen Âd'in, Mekke'de
bulunan bir başka Âd kavminden seçilip ayırdedilmesinin kastedildiği
söylenmiştir. Yine, bu sıfatın, onları temyiz etmek için değil de onların Önce
yaşadığını beyan etmek için getirildiği de söylenmiştir. Nitekim sen "Bana, âlim
olan Zeyd geldi" dersin, böylece Zeyd'i, başkasından ayırıp seçmek için değil
de, ilmi tebarüz edip ortaya çıktığı için bu şekilde vasıflarsın...
Bu ifâde,
şu şekillerde okunmuştur:
1)
İki sakin harfin birarada bulunmasından dolayı, tenvinin nûnunun kesresiyle...
2)
ayetlerinin kıraatinde olduğu gibi, • ne iki sakin harfin bulunmasından dolayı,
tenvîn nûnunun düşürülmesiyle...
3) Nûnu lâm'a idğam edip, hemzenin dammesini lâm'a naklederek
okuma...
4) Vâv'ı
hemzeleyerek. (Âdel-ûlâ)... Bu şekilde okuyan, bu kelimeyi, kelimenin (su'kıhî) şeklinde okumuştur ki, bunun
delili zayıftır. Ve bu, burada, zammeden ve vâv'dan dolayı, tıpkı ve kelimeleri
yerine konulmuş olması muhtemeldir. O halde,, burada vâv, hemzenin yerini
tutar.. Aslında hemze bulunduğu için, kelimesinde de böyledir. ve kelimesinde ise, güzel değildir.[190]
"Semûd'u
da bırakmadı. Daha evvel Nûh kavmini de O imha etti. Çünkü bunlar çok zâlim ve
çok azgınların tâ kendileriydi" (Necm, 51-52).
Bu, "Allah
Semûd kavmini de helak etti" demektir. Ayetteki ifadesi, Âd ve Semûd"
kelimeleriyle ilgili olup, "Allah onlara merhamet etmedi" demektir. Kimi
müfessirler bu ifadeye, "Onları bırakmadı" manasını vermişlerdir ki, bu da,
"Allah onlardan hiçbirini sağ bırakmadı" demektir. Mananın ooyle oluşunu,
"Onlardan hiç bakî kalmış birisini görüyor musun?" (Hakka, 8) ayeti de
destekler. Haccâc, Sakîf kabilesinin, Semûd soyundan olduğunu söyleyenlere *arşı
bu ayetteki, "(Allah) Semûd'u da bırakmadı" ifadesini delil getirmiştir.[191]
Ayetteki,
"Daha evvel Nûh kavmini de..." ifadesi, "Allah, daha önce de Nûh • avmini helak
etmişti" demek olup, izafetten kesilen, (yani muzafun ileyh'leri -azfedilen),
ve (daha önce - daha sonra) kelimeleri ile
ilgili izahlar meşhurdur. Buna binâen bu kelimeler, sanki bir gaye (son sınır)
ifade eder olup, zamme üzere mebnî kılınırlar. Bunların mebnî oluşları, izafeti
ihtiva etmelerinden ötürüdür, ama başka bir hareke değil de, zamme üzerine mebnî
oluşlarına gelince, do şundandır: Bunlar eğer feth üzere mebnî kılınmış
olsalardı, zaman zarfı olmaları açısından, i'raba müstehak olan şey bunlarda
sabit olmuş, böylece de mansub olmayı laketmiş olurlardı. Çünkü fetha da nasb
gibidir. Eğer bunlar, kesr üzere mebnî olsalardı, yine durum, i'rabın
gerektirdiği tarz üzere olmuş olurdu. Bu da, harf-i cerle mecrûr olmalarıdır.
Dolayısıyla mu'reb oluş hallerine ters düşen, bir hareke üzere ebnî kılınmışlardır.
Ayetteki,
"Çünkü bunlar çok zalim ve çok azgınların tâ kendileriydi" ifadesine gelince,
bil ki bu "zulüm", onların bu işin öncülüğünü yapmalarından ve dünyada bu işi
ilk yapanlar olmalarından ötürüdür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle
buyurmuştur: "Kim kötü bir çığır açarsa, yaptığı bu işin ve (kıyamete kadar)
aynı işi yapanların günahı o kimseye olur"[192]
Kötü işi ilk başlatan, en zâlim kimsedir. (en azgın) oluşları da, onların,
öğütleri dinleyip, aradan uzun zaman geçince, artık öğütlere aldırmaz olunca,
peygamberlerinin bedduasına uğrayan kimseler oluşlarından ötürüdür. Çünkü bir
peygamber, kavmine ancak, aşırı ısrar ve inadlarından sonra beddua eder.
Binâenaleyh zâlim, ilgili şeyi, olması gerektiği yerden başka bir yere koyan,
tâğî (azgın) ise aşırı giden, haddi aşan demektir. Şu halde "tâğî", zulüm
itibarıyla daha ileri olandır. Zulüm ile tuğyan, tıpkı "mugayir ile muhalif"
kelimeleri gibidir. Çünkü muhalif, ilave bir vasıfla birlikte mugayirdir, (yani
mugayir oluşuna ilaveten bir kötü vasfı daha vardır). "Mugayir ile ztd"
kelimeleri de böyledir. Çünkü her zıd, mugayirdir, ama her mugayir zıd değildir.
Burada
şöyle bir soru sorulabilir: Ayetteki "Nûh kavmini de..." ifadesinden murad,
zâlim kimseleri, helak etme ile tehdiddir. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, "Onlar,
zulmün ve tuğyanın zirvesinde oldukları için helak oldular" deyince, zâlim,
"Onlar çok zâlimmişler de, zulümde aşın gitmiş olmalarından ötürü helak
edilmişler. Biz ise o kadar ileri gitmeyiz. Dolayısıyla helak da olmayız"
diyebilirdi. Ama Cenâb-ı Hakk, "Zâlim oldukları için helak edildiler" buyurunca,
bu, her zâlime korku vermiştir.
Peki
burada "azlem" (daha zâlim) kelimesinin kullanılmasının hikmeti nedir? Deriz ki:
Bunun maksadı, onların güç ve kudretlerini, bedence cüsseli oluşlarını
anlatmaktır. Bu "Çünkü onlar bu aşırı zulüm ve tuğyanlarına, dalışları, bunu
mütemadiyen yapışlarından ve uzun Ömürlü oluşlarından ötürüdür. Ama bu güç ve
kudretlerine rağmen, hiç biri kurtulamamıştır. O halde, ömür ve kudret
bakımından onlardan daha aşağı olanların durumu, ya nice olur" demektir. Bu
tıpkı, "Onlar kuvvetçe daha çetin idiler" (Kaf, 36) ayeti gibidir.[193]
"Altı
üstüne gelen kasabaları da kaldırıp yere çarptı da, onlara giydirdiğini
giydirdi" (Necm. 53-54).
"Mu'tefike", altüst edilen demek olup, bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:[194]
Bu ifade,
açık ile şeklinde de okunmuştur. Bu hususta
meşhur görüşe göre, ayet ile ifade edilenlerin, Lût
kavminin
beldeleri olmasıdır. Fakat Lût kavminin altüst edilmiş yerleri vardı.
Binâenaleyh bunlar, altüst edilmiş bir çok yerdir (mü'tefikât)tır. Şöyle de
denebilir: Bu ifade ile kastedilen, "Şehirleri altüst edilmiş, evleri yerleri
bir edilmiş, bütün beldelerdir, herkestir. İşte bundan ötürü helak edilen
kimseler sayılırken, bu iş, "mü'tefikât" ifadesiyle noktalanmıştır. Bu tıpkı
birisinin, "Falan, falanca ve onlar gibi olan herkes helak oldu" demesi gibidir.[195]
kelimesi,
"ya "Cenâb-ı Hak onları düşürdü, alaşağı etti" manasınadır. Bu cümleden olarak,
Allah Teâlâ'nın onları
yukardan
aşağı düşürdüğü, kaldırıp attığı söylenmiştir. Çünkü Cebrail (a.s) onları,
kanadının üstüne alıp kaldırmış, sonra tepeleri üstüne yere çakmıştır. Şu da
söylenmiştir: Onların binaları yüksekti. Derken Allah Teâlâ o yüksek evleri
deprem ile, yerle bir edip, altını üstüne getirdi.[196]
Ayetteki
bu ifade, senin de söylediğin gibi, tıpkı bir kimsenin "Altüst edilmişi altüst
etti" demesine benzer. Halbuki zaten altüst edilmişi altüst etmek, hâsıl-ı
tahsildir (ne dersiniz)? Deriz ki: Bu, "altüst edilmiş, kendi kendine altüst
olmadı, aksine Allah onu böyle etti, o da böyle altüst oldu" demektir.[197]
Altüstedilen bu beldelerin, yer ismi ile anılmasının hikmeti nedir? Çünkü
Cenâb-ı Hak, Âd, Semûd ve Nûh kavmini,
beldelerinin adı ile değil de, kavim adı ile zikretmiştir (niçin)? Deriz ki:
Buna şu iki şekilde cevap veririz:
1)
Semûd kelimesi de aslında yer ismidir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, "Âd"ı, kavim
ismi ile, Semûd'u yer ismiyle; Nuh'u kavim ismiyle, Mü'teflke'yi de yer ismiyle
zikretmiştir. Çünkü ilgili kavimlerin, yerlerini Allah'ın azabından korumaları
mümkün olmadığı gibi, yerlerinin de o kavimleri korumasının mümkün olmadığını
belirtmek istemiştir. Çünkü örten, bazan oturanlar kuvvetli olurlar ve evlerini
koruyabilirler, bazan da evler (kaleler) kuvvetli olur da, gelecek tehlikeleri
sakinlerinden bertaraf ederler. Halbuki Allah'ın azabına karşı onları ve
diyarlarını koruyabilecek hiçbirşey yoktur. İşte bu mana mü'minler için şu iki
ayette vardır:
a) "(Allah) insanların elini sizden alıkoydu, uzak tuttu
"(Feth.20) ve
b) "Onlar, kalelerinin, kendilerini Allah'dan koruyacağını
zannettiler"(Haşr, 2) ayetlerinde.. Birinci ayette sakinleri, meskenlerini
koruyamamıslardır, ikincisinde de, kaleler sakinlerini koruyamamalardır.
2)
Âd, Semûd ve Nûh kavimlerinin işlerinin (günahlarının) ne olduğu daha önce
geçmişti. Bunların diyarları yok olmuştu. Fakat bunların hikayeleri (haberleri),
meşhur ve mütevatir idi. Lût kavmine gelince, onların diyarlarında, bu altüst
olmanın izleri (haberleri) net bir biçimde gözüküyordu. İşte bu sebeble Cenâb-ı
Hak, burada sayılan kavimler hakkında, en meşhur yönlerini anlatmıştır.
Cenâb-ı
Hak daha sonra, "(Allah) onlara giydirdiğini giydirdi" buyurmuştur. daki edatının mef'ûl olması muhtemel olup,
açık olan da budur. Bu edatın, fail olma ihtimali de vardır. Nitekim Arapça'da
"Onu döven dövdü" denilir. (
burada faildir). Yaptığımız bu izaha göre diyoruz ki: "Bu giydiren,
bürüyen failin, Allah Teâlâ olması muhtemeldir. Bu durumda ayet tıpkı, "Semâ'ya
ve onu bina edene yemin olsun ki..." (şems, 5) ayeti gibidir. Yine bunun, Allah
Teâlâ'nın onlara gazab edişinin sebebine bir işaret olması da muhtemel olup,
"Allah onlara, bir sebebten ötürü gazablanmışttr" manasında, "Onları bu
sebebler, bürüdü" demektir. Nitekim Arapça'da padişahı, sözü ile kızdırıp,
padişah tarafından dövülen kimseye, "Seni döven, senin sözündür" denilir.[198]
"Şimdi
Rabbinin nimetlerinden, hangisi hakkında şüphe edersin?" (Necm, 55).
Bu ayetin
manasının da, o peygamberlerin hitablarında (suhuflarında) yer alan şeyler
cümlesinden olduğu ileri sürüldüğü gibi, yeni bir cümle olup, genel bir hitab
olduğu da söylenmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey dinleyici, hangi nimet
hakkında şüphe (veya mücadele) ediyorsun?" demektedir. Yine bu ifadenin,
kâfirler için bir hitab olduğu da söylenmiştir. Yine bunun, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e hitaben söylenmiş olması da muhtemeldir. Peygamber (s.a.s)'e "Şüphe mi
ediyorsun?" denilebilir mi?" de denilmesin. Çünkü diyoruz ki bu, tıpkı, "Eğer
şirke düşersen, amellerin boşa gider"(Zümsr.65) ayeti gibidir. Bu, "Onda şüphe
edilme imkânı yoktur. Hatta, meselâ birisi, gizli kapalı bazı şeyler hakkında,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in de, şüphe edenlerden birisi olduğunu farzetse bile,
onun Allah'ın nimetleri hakkında şüphe ettiğini ileri sürmesi mümkün değildir
demek olur. Ayetteki hitabın, bütün mükellefler için olup genel sayılması en
doğru olan görüştür. Buna göre âdeta Cenâb-ı Hak, "Ey insan, Rabbinin hangi
nimetleri hususunda şüphe edersin" demek istemiş olup, tıpkı "Ey insan, cömert
Rabbine karşı seni aldatan nedir?"(Infitar, 6) ve "insan ne kadar da
cedelcidir!" (Kehf, 54) ayetleri
gibidir.
Buna göre
eğer, "Daha önce zikredilen şeyler de nimet idi, "âlâ" kelimesi de nimet
manasınadır. O halde Cenâb-ı Hak niçin burada âlâ-l Rabbik" (Rabbinin nimetleri)
buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ, nimetlerini, yani insanın
meniden yaratılışını, ona kıymetli ruhu üfleyişini ve ona "İğna" ile "lknâ"da
bulunuşunu sayıp, nimetlerini inkâr edenlerin helak olduğundan bahsedince,
"Şimdi Rabbinin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe edersin" buyurmuştur ki bu,
"Senin başına gelen, daha önce şüphe edenlerin maruz kaldığı durumun aynısıdır"
demektir. Yahut da deriz ki: Cenâb-ı Hak, helak etmekten bahsedince, şüphe eden
kimseye de, "Onların başına gelen, senin başına gelmemiştir. Ama bilesin ki bu,
Allah'ın seni koruması ile olmuştur. O halde Rabbinin hangi nimetlerinden şüphe
ediyorsun" demek İstemiştir ki biz, bu hususta daha fazla izahı, Rahman
Sûresi'nde çokça tekrarlanan, "Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz"
ayetini tefsir ederken vereceğiz.[199]
"İşte bu
da, korkutucu (ikaz edici) evvelki peygamberlerden, nezir bir peygamberdir"
(Necm, 56).
Bu ayetle
ilgili birkaç mesele var:[200]
Ayette,
"İşte bu" ifadesi ile, hangi şeye işaret edilmiştir? Deriz ki: Bu hususta şu
izahlar yapılabilir:
a)
Bu, "Hz. Muhammed (s.a.s) de, ilk inzârcılar gibi bir inzarcıdır" demektir.
b) Bununla Kur'ân'a işaret edilmiştir.
c) Bununla, helak edilmiş kavimlerle ilgili geçen haberlere
işaret edilmiş olup, "Bu haberler de, inzarcı (İkaz edici) işler cümlesinden
birşeydir" manasınadır.
Bununla
Hz. Peygamber (s.a.s)'in kastedildiğini söylememiz halinde, buradaki nezîr",
münzir manasınadır, harfi cerri de,
cinsin beyânı içindir. Bununla Kur'ân'ın kastedildiğini söylememiz halinde,
"nezîr" kelimesinin masdar "inzar" manasına gelmesi mümkün olduğu gibi, ism-i
fail "münzîr" manasına olması da
muhtemeldir.
Bununla,
Kur'ân'a işaret edilmiş olması, hem lafız hem de mana bakımından uzak bir
ihtimaldir. Bunun mana bakımından uzak oluşu şöyledir: Kur'ân, ilk suhuflar
cinsindendir. Çünkü Kur'ân, (aynı zamanda) bir mucizedir. Onlar ise mucize
değildir. Bu böyledir. Çünkü Hak Teâlâ, Kendisinin birliğini anlatıp, "Şimdi
Rabbinin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe edersin" buyurunca, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e bir işaret ve onun peygamberliğine bir isbat olmak üzere, önce ''işte
bu nezîr" buyurmuş, daha sonra da, peşpese gelen üç ayet, üç temel inancın
isbatı yer aldığı için, bunlardan kıyamet inancına işaret etmek için, "Yaklaşan
yaklaştı" (Necm, 57) buyurmuştur. Çünkü ilk temel inanç, Allah ve O'nun birliği,
ikincisi peygamber ve nsaleti, üçüncüsü de haşr ve kıyamettir. Lafız bakımından
bunun uzak bir ihtimal oluşu da şöyledir: Nezîr, eğer kâmil bir zat ise, onun,
helak edilen kavimlerle İlgili olarak söylediği şey, daha evladır. Çünkü o
gerçeğe en yakın olandır.
Bu izaha
göre, ayetteki harf-i cerri, gerçek
"teb'fciyye" manasındadır ki bu, "Anlattığımız bu şeyler, olup bitenlerin
bazısıdır" demektir. Yahut da bu harf-i cer, "ibtida-i gaye" için olur. Şu halde
mana, "Bu, Önceki inzarcılardan olan bir inzarctdır" şeklinde olur. Nitekim bu
manada, "Bu kitab, bu söz falancadandır (OSi #) denilir. Her halükârda, ayette,
"ulâ" (evvelkiler) kelimesi, mevsûfu, sıfatı ile beyan etmek ve onu diğer
nezirlerden ayırdetmek için getirilmemiştir. Nitekim bu manada, ikinci veya
diğer fırka ile karıştırmamak için, "Birinci fırka" denilir. Bu, mevsûfa ait
olan sıfatı beyan etmek için getirilmiştir. Nitekim bu manada, "Âlim Zeyd bana
geldi" denilir, böylece "âlim" sıfatı, ya Zeyd'in âlim olduğunu anlatmak için
getirilmiş olur ki bu durumda sen bunu '"haber" gibi söylemez, sıfat olarak
kullanır, yahut da Zeyd'in âlim olduğunu söyleyerek onu övmek için veya başka
bir sebebten dolayı kullanmış olursun. "Ûlâ" kelimesi, "nüzûr" cemisinin
lafzından ötürü bu şekilde getirilmiştir. Eğer bu cemînin manası nazar-ı dikkate
alınmış olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, bu kelimeyi "evvelîn" şeklinde kullanırdı.
Nitekim Arapça'da, hem lafzı hem de manası nazar-ı dikkate alınarak,
"el-akvamu'l mütekaddimetü" veya el-akvâ-mu'l-mütekaddimîn denilir.[201]
"Yaklaşan
yaklaştı" (Necm, 57).
Bu, tıpkı,
"Olacak oldu" (vakıa, 1) ayeti gibidir. Arapça'da, "Olacak oldu" denilir. Bu
şekilde kullanılış, şu bir kaç tarzda cereyan eder:
a)
Fail olduğu zaman, o fiil gibisini daha önce de yapmış olur. Derken kendisinden
o fiilin aynısı bir kez daha sudur eder de bu durumda, "O fail yaptı" yani "Fail
olan zat, ikinci kez fail" oldu denilir. Yine "Daha önce aynı şeyle meşgul oldu"
manasında "O dokuyucu onu dokudu" denilir.
b)
O failin, bu fiilin faili olması hali... Bu manada, "Ölen öldüğünde ameli sona
erer", "Gasbedici bir şeyi gasbettiğinde, onu ödemesi gerekir" denilir. Buna
göre ayetteki, "Yaklaşan yaklaştı" ifadesinin birinci tarzda olması muhtemel
olup, "Hergün biraz daha yaklaşan, o kıyamet yaklaştı. O halde o, yakında
olacak. Çünkü alabildiğine yaklaştı" demektir. Bunun, "meydana gelmesi yaklaştı"
manasındaki, "Olacak oldu" (Vakıa, 1) ayeti rrraoasında olması da muhtemeldir.
Ayetteki "yaklaştı" fiilinin faili, gerçekte kıyametrvahut "o saaf'tir. Buna
göre adeta Cenâb-ı Hakk, "yaklaşan kıyamet, o saat yaklaştı..." demiş olur.
"Onu
Allah'dan başka açacak da yoktur" (Necm. 58).
Bu ayetle
ilgili şu izahlar yapılır:
a)
O kıyameti gerçekleştirecek olan sadece Allah'dır. Binâenaleyh kıyameti bilen,
ancak Allah'ın bildirmesi ile bi lebiImistir. Bu durumda, ayet, tıpkı,
"Kıyametin bilgisi ancak Allah katındadır" (Lokman, 34) ve "Onun vaktini ancak O
ortaya kor" (A'raf, 187) ayetleri gibi olur.
b) Onu ancak Allah yapar. Bu durumda ayet tıpkı, "Eğer Allah
sana bir zarar dokundurursa, onu onun için açacak olan da ancak O'dur"(Yunus,
107) ayeti gibi olur.
Bu ayetle ilgili birkaç
mesele var:[202]
Buradaki edatı, zaide olup, "Onu Allah'dan başka
açan yoktur" takdirindedir. Bu zaide edat, olumsuz
cümlelerde
yer alır ve o cümlenin manasını te'kid eder. Nitekim sen, diyebileceğin gibi,
"Bana hiç kimse gelmedi" de diyebilirsin. Bu izaha göre, takdirinde bir takdim
te'hir söz konusudur. Böylece de bu, açanlara nisbetle, genel bir olumsuz hüküm
olur. Şöyle de denebilir: Bu harf zâid değildir. Aksine ayetin manası,
"Allah'dan başka onu olduğu gibi haber veren, vaktini bilen yoktur" manasında,
"Varlık âleminde onu keşfedecek hiç kimse yok" şeklinde olur. Bu da, "Onu
keşfeden Allah'dan başkasından değil, Allah'dan öğrendiği ile keşfetmiş,
bilmiştir" demektir. Nitekim Arapça'da, "İş, Zeyd'den, Zeyd sayesinde açığa
çıktı" denilir. Ayetteki "düne" kelimesi, "Allah'ın dûnunda (dışında), ilahlar
mı istiyorsunuz"(Sâffat.86) ayetinde olduğu gibi, "gayri-başka" manasınadır.[203]
"Kâşife"
kelimesi, müennes bir mehzûfun sıfatı olup, "efsun kâşifetun" takdirindedir. Bu
tâ'nın, tıpkı "allametü"
kelimesindeki tâ gibi, mübalağa için olduğu da söylenmiştir. Bu izaha göre,
Cenâb-ı Makk'ın, bunu keşfedecek olmadığını mübalağa sigasıyla bildirdiği
söylenemez ve "daha üstün keşfedici" ifadesinden, keşfedenlerin hiç olmadığı
manası çıkmaz. Çünkü biz diyoruz ki, eğer onu birisi keşfedecek olsaydı, en
mükemmel manada keşfederdi. O halde bu manada onun kâşifi yoktur ve onu hiç
kimse keşfedemez. Bu ifade tıpkı, "Ben kullarıma çokça zulümkâr değilim" (Kaf, 29) ayeti gibi olur. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'ın Kendisinin çokça zâlim olmadığını söylemesinden, az zâlim olmadığı
manası çıkmaz. Biz deriz ki: Cenâb-ı Hak eğer, zayıf ve âciz kullarına haksız
yere zulmetmiş olsaydı, bu zulmün en ilerisi olurdu. Halbuki o zulmün ileri
derecesinde de değildir o halde O, hiç zulmetmez.[204]
Sen, bunun manasının, "Onu
keşfedecek hiçbir nefis (can) yok" şeklinde olduğunu söylediğin zaman, ayetteki,
ifadesi,
bu hususta ileri sürülen görüşlerin en meşhuruna göre istisna olmuş olur.
Böylece de onu keşfeden (bilen) ancak Allah Teâlâ'nın nefsi olur. Biz buna da şu
birkaç şekilde cevap veririz:
1) Bunda herhangi bir yanlışlık yok. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz.
İsa (a.s)'nın ağzından, "Senin nefsinde olanı ey Allah'ım ben bilmem" (Maide,
116) demiştir ki buradaki "nefs" (kendisi) kelimesi hakiki manadadır.
2) Bu, açık bir istisna değildir. Dolayısıyla burada "nefs"
kelimesinin takdir edilmemesi de mümkündür.
3) İstisna
edilen, ileri derecedeki "kâşife"dir.[205]
"Şimdi siz
bu söze mi şaşıyorsunuz, ağlamıyor da gülüyorsunuz. Siz gafil kimselersiniz.
Haydi Allah'a secde edin ve ibadet edin" (Necm, 59-82).
Ayetteki,
"söze" ifadesi ile, "Kur'ân" kastedildiği söylenmiştir. Buradaki "bu" ism-i
işaretinin, "âzlfe" (yaklaşan kıyamete) işaret olması da muhtemeldir. Çünkü
müşrikler, dağıtıp bozulduktan sonra, insanın etinin-kemiğinin bedeninin,
yeniden meydana getirileceğine ihtimal vermiyorlardı.
Ayetteki
"gülüyorsunuz" ifadesinin, "Bu söze gülüyorsunuz" manasında olması muhtemeldir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, Musa (a.s) hakkında "O onlara ayetlerimizi getirdiğinde,
onlar gülüveriyorlardı"(Zuhruf,47) buyurmuştur. İşte bu müşrikler de, Hz.
Peygamber (s,a.s)'in dediklerine ve Kur'ân'a gülüyorlardı. Ayetin bu ifadesinin,
kıyamet hadisesinin duyulmasına karşı, mutlak manada gülmeyi kabul etmeyen bir
ifade olması da muhtemel olup, "Siz kıyametin yaklaştığını duyduğunuz halde
güler misiniz? Halbuki bu durumda gülmemeniz gerekir" demektir.
Ayetteki,
"Ağlamıyorsunuz da" ifadesi, "Size düşen, bundan dolayı ağlamanızken.bunu
bırakıp da aksini yapıyorsunuz" manasınadır.
Ayetteki,
"Sâmidûn" kelimesi, "gafiller" manasınadır. Bu kelime ism-i fail sigasıyla
getirildi. Çünkü gaflet, devamlı olan bir şeydir. Ama gülmek ve şaşmak, olup
olup kaybolan bir şeydir.
Ayetteki
"Haydi Allah'a secde edin ve ibadet edin" ifadesinin, herkesi içine alan genel
bir emirdir. Bunun "iltifat" üslubundan kaynaklanmış olması da muhtemeldir.
Buna göre
Hak Teâlâ sanki, "Ey mû'minler siz de, Allah'ın size hidayetine şükür çn secde
edin ve O'na İbadetle meşgul olun" demek istemiştir. Hak Teâlâ, ya 'indiği İçin,
yahut da gerçekte İbadet ancak Allah için olacağından, "Allah'a ibadet edin"
şeklinde değil de, "İbadet edin" buyurmuştur. Bu, "Emrolunduğunuzu yapın,
Mah'dan başkasına kulluk etmeyin. Çünkü bu gerçek ibadet (kulluk) değil"
demektir. İşte bu mana, ayet okunduğ uzaman secde etmeye buradaki emri umûmî
manaya amanın halinden daha ileri ve daha mükemmel bir münasebet arzeder.
Hamd
âlemlerin Rabbine, salat-u selâm da, bizim ve peygamberlerin efendisi sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s)'e, bütün
ailesine ve ashabına olsun. (Amin).[206]
[1]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/475.
[2]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/477.
[3]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/477.
[4]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/477-478.
[5]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/478.
[6]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/478-480.
[7]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/480-481.
[8]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/481.
[9]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/481-482.
[10]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/482.
[11]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/482-483.
[12]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/484.
[13]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/484.
[14]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/484-485.
[15]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/485-486.
[16]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/486.
[17]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/486.
[18]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/486.
[19]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/487.
[20]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/487-488.
[21]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/488-489.
[22]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/489.
[23]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/489.
[24]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/490.
[25]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/490-491.
[26]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/491-492.
[27]
Buhari, tevhit, 15; Ibn Mace, edeb, 58 (2/1255).
[28]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/492-493.
[29]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/494-495.
[30]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/495-497.
[31]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/497.
[32]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/497.
[33]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/497.
[34]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/498.
[35]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/498.
[36]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/498.
[37]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/498-499.
[38]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/499-500.
[39]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/500.
[40]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/500-501.
[41]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/501.
[42]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/501-502.
[43]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/502-503.
[44]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/503.
[45]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/503-504.
[46]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/504.
[47]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/504.
[48]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/504-505.
[49]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/505.
[50]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/505-506.
[51]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/506.
[52]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/506.
[53]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/506-507.
[54]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/507.
[55]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/507.
[56]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/508.
[57]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/508.
[58]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/508.
[59]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/508-509.
[60]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/509.
[61]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/509.
[62]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/510.
[63]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/510.
[64]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/510-511.
[65]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/511.
[66]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/511.
[67]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/512.
[68]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/513.
[69]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/513.
[70]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/513.
[71]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/513-514.
[72]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/515-516.
[73]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/516.
[74]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/516.
[75]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/516.
[76]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/517.
[77]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/517.
[78]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/517.
[79]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/517-518.
[80]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/518.
[81]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/519.
[82]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/519.
[83]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/519.
[84]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/519-520.
[85]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/520.
[86]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/520.
[87]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/520-521.
[88]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/521.
[89]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/521-522.
[90]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/522.
[91]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/522.
[92]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/523-525.
[93]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/525.
[94]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/525.
[95]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/526.
[96]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/526.
[97]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/526-527.
[98]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/527.
[99]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/528.
[100]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/528-529.
[101]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/529.
[102]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/530.
[103]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/530-531.
[104]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/531.
[105]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/531.
[106]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/531-532.
[107]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/532.
[108]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/532-534.
[109]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/535.
[110]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/535-536..
[111]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/536.
[112]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/536.
[113]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/537.
[114]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/537.
[115]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/537-538.
[116]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/538.
[117]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/538-540.
[118]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/540-541.
[119]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/541.
[120]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/541-542.
[121]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/542.
[122]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/542-543.
[123]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/543-544.
[124]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/544.
[125]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/544-546.
[126]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/546-547.
[127]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/547.
[128]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/547-548.
[129]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/548.
[130]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/548.
[131]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/548.
[132]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/548-549.
[133]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/549-550.
[134]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/551.
[135]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/551.
[136]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/551.
[137]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/552.
[138]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/552.
[139]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/552.
[140]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/552.
[141]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/553.
[142]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/553-554.
[143]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/554.
[144]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/554.
[145]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/554.
[146]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/554-555.
[147]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/555-556.
[148]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/556.
[149]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/557.
[150]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/557.
[151]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/558.
[152]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/558.
[153]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/558.
[154]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/558-559.
[155]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/559.
[156]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/559-560.
[157]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/560.
[158]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/560.
[159]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/560.
[160]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/560-561.
[161]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/561-562.
[162]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/562.
[163]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/562.
[164]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/563.
[165]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/563.
[166]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/563.
[167]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/563-564.
[168]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/564.
[169]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/565.
[170]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/565.
[171]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/565-566.
[172]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/566-567.
[173]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/567.
[174]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/567.
[175]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/567-568.
[176]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/568.
[177]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/568.
[178]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/568-569.
[179]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/570.
[180]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/570.
[181]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/570-571.
[182]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/571-572.
[183]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/572-573.
[184]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/573.
[185]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/573-574.
[186]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/574.
[187]
Darekutni, 2/153.
[188]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/574-575.
[189]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/575-576.
[190]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/576-577.
[191]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/577.
[192]
Müslim, ilim, 15 (4/2059) Tirmizi, İlim, 15 (5/43).
[193]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/577-578.
[194]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/578.
[195]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/579.
[196]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/579.
[197]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/579.
[198]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/579-580.
[199]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/580-581.
[200]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/581.
[201]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/581-582.
[202]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/582-583.
[203]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/583.
[204]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/583.
[205]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/584.
[206]
Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 20/584-585.