"O Kendiliğinden Konuşmaz Onun (Söyledikleri)
Ancak Kendisine Bildirilen Vahiylerdir" Ayetlerinin Temas Ettiği
Htimislar
İsrâ Ve Miraç Rivayetleri Üzerine
"Lemem" Dışındaki Bütün Günah Ve Kötülüklerden Uzak Durmak
"İnsana Ancak Çalıştığının Karşılığı Vardır Ve Hiç Kimse Başkasının
Yükünü Yüklenemez"
Kur'an'daki Sırası :
53
Nüzul Sırası : 23
Ayet Sayısı : 62
İndiği Dönem : Mekke
Sûrede,
Peygamber (s)'in görmüş olduğu ilahi sahneler ve yüce melek Cebrail'den haber
verirken, ilahi vahiy İle ilişkisi hakkında doğru söylediği vurgulanmış;
Arapların, puflar, melekler ve şefaate dair inançları yerilmiş salih mü'minler övülmüş,
yalanlayıcı kafirler kınanıp ahiret ve Allah'ın
huzurunda hesap vermek ile uyarılmış, insana ancak çalışıp çabaladığının
yararlı olabileceği belirtilmiş, eski kavimler ve onların Allah'ın
peygamberlerini yalanlamaları, onların davetlerine uymayıp isyan etmeleri
nedeniyle cezalandırılacakları hatırlatılmıştır. Sûreyi oluşturan ayetler tam
bir ahenk içerisinde olup, bölümler birbiri ile yakın ilişki içerisindedir. Bu
durum sürenin bir defada veya müteakip bölümler halinde nazil olduğu
izlenimini vermektedir. Bizim esas aldığımız mushaf
32. ayetin Medine döneminde indiğini belirtmişse de, sürenin nazım ve muhteva
yönünden, siyak ve sibak (bağlam) itibariyle insicamı bu rivayete ihtiyatla
yaklaşmaya sevketmektedir. [1]
Rahman ve Rahim
Allah'ın Vriıyla
1-
"Aşağı kayan[2] yıldıza[3] .indolsun ki
2-
Arkadaşınız[4] sapmadı[5],
azmadı[6].
3- O, hevâdan' [7]konuşmaz.
4- O'nun okuduğu (Kur'an)
kendisine vahyediİen vahiyden'[8] başka
bir şey değildir.
5- O'nu
müthiş kuvvetleri olan biri öğrett[9]'.
6- Üstün
akıl sahibi'[10] melek doğru!du[11].
7- Kendisi
yüksek uf ıkta'[12] iken
8- Sonra yaklaştı,
(yere doğru) sarktı[13]'.
9- (Muhammed
Üe arasındaki mesafe) iki yay uzunluğu '[14]
kadar, yahut daha az kaidı.
10- Kuluna, vahyettiğini vahyetti[15]'.
11- Gönül'[16] gördüğünde
yanılmadı (yalan söylemedi, gerçeği gördü).
12- Onun
gördüğünden kuşku mu duyuyorsunuz'[17]?
Peygamber (s)'in hak
ve sadakatten sapmadığı, ayrılmadığı, nefsinin hevâsi
ve kibrine uyarak, düzmece şeyler söylemediği ve bildirmediği, O'nun haber
verdiği şeylerin kendisine bildirilen bir vahiy olduğunu tekid
etmek amacıyla ayetlerde ilahi bir yemin yer almıştır. (Vahyi) O'na güçlü doğru
bir (ilahi) elçi (melek) iletmiş, (Peygamber) ise, O'nu semanın ufkunda bizzat
gözü ile görmüş ve melek gerçekten çok yakın bir mesafeye kadar O'na
yaklaşmıştı. Peygamber'in gördüğü ve müşahede etliği (şeyler) konusunda O'nunla mücadele etmeniz, inadınızdan kaynaklanmaktadır.
Ayetlerin ihtiva etliği ruhani rabbani sahneye gelince, müfessirler onun
hakkında birçok görüşe yer vermişlerdir ki, sağlam olmamaları ve ayetlerin
içeriği ile uyumlu olmamaları bir taraf bunlarda yeterli bir sarahat ve
açıklık bulunmamaktadır.
Peygamber (s)'in
Rabbini gördüğü veya Peygamber'in gördüğü ve kendisine vahye-denin Cebrail
olduğu bu cümledendir[18]. Alak ve Müzemmil sûrelerinin
tefsirinde açıkladığımız üzere, burada anlatılanın Peygamber'in Hira Dağfnda ilk kez veya ikinci
bir defa gördüğü sahne olduğudur görüşünü tercih ediyoruz. Yine ilgili
bağlamında açıkladığımız üzere, Tekvir sûresi bu
görüşün doğruluğunu kuvvetlendirmektedir. Bu ayetler ile Tekvir
sûresi ayetleri arasındaki açıkça görülen benzerlik bizim tercihimizi desteklemektedir.
Bununla birlikte, bu
ayetleri izleyen ayetlerdeki ikinci bir sahnenin zikredilmesi, o ayetlerle içerisinde
ikinci sahnenin zikredildiği bu (müteakip) ayetler arasındaki denge, her iki
sahne arasında bir ilişkinin bulunduğunu gösterebilir. Ya
birinci sahne ikinci sahne için bir giriş mahiyetinde ve onun doğruluğunu
vurgulama tarzında zikredilmiş ya da, (her) iki sahne
de aynı zaman zarfında meydana gelmiştir.
"Kalp, gördüğünde
yalan söylemedi" cümlesi, Peygamber'in gördüğü ruhani sahnenin, sıradan insanlann dışında Allah'ın Peygamber (s)'e öze! olarak
verdiği görme kuvveti sayesinde olduğunu ifade etmektedir ki bu sözün
akışından anlaşılmakladır. Bu ayeti takip e-den ayet bu görüşü
desteklemektedir. Öyle ki ayet, tartışmaya mahal olamayacak biçimde
Peygamber'in şuur ve idrakine ait hususi bir durum hakkında tartışmayı
reddetmekledir.
Sanki ayei şöyle söylemeyi işlemiştir; Tartışma, ancak bütün
insanların duyu organları ile görebildikleri, hissedebildikleri ve idrak
edebildikleri orlak bir alan/miklarda
sağlıklı olur. Onlardan birisi gördüğü, hissettiği ve idrak etliğini iddia
elliği zaman, O'nun dışındakilerin bu hususta tartışma hakları vardır. O
görmediği, hisseimediği ve idrak etmediğinde bu
hususta tartışma hakları vardır. Meseleyi vuzuha kavuşturmak için güneş
tutulmasını görmekle, uykuda rüya görmeyi (karşılaştırarak) örneklençjirmek
mümkündür: Mesela, hiçbir kimse diğer insanların ötesinde (onlardan farklı
olarak) güneş tutulmasını gördüğünü iddia edemez. Çünkü bu insanların esil bir
biçimde görebilecekleri bir görüntüdür. Rüyada durum bunı:n
aksinedir. Çünkü rüya, onu gören şahsa özeldir ve bu rüyanın görülmesi iddiası,
hiç ihtilaf ve tartışmaya imkan verme/. Ayetlerden hareketle yaptığımız bu
açıklamalarla farklı şekillerde olsa da Allah ile peygamberleri arasında
mevcut olan özel ilişkiyi izah cfnıeyi amaçladık ki
bunları Şura sûresi 51. ayet şöyledir: "Allah bir insanla ancak vahiy ile
yahut perde arkasında/ı konuşur, yahut izniyle dilediğini vahyedecek
bir elçi gönderir. O yücedir, hüküm ve hikmet sahihidir." (Şura 42151)[19]
(Peygambcrlcr) Allah'ın bahşettiği bir özel kuvvet ile vahyi
İdrak ve hisscMmektedir-ler
ki, bunun sıradan akıl ile kavranılması imkansızdır. Bu güce iman gereklidir.
Çünkü buna iman sonuçla Allah'a ve peygamberlerine iman demeklir. [20]
Bazı müfessirler,
"O kendiliğinden konuşmaz, O'nun < söyledikleri) ancak valiycdf-len bir vahiydir"
ayetlerinin. Peygamber (s)'den sadır olan dini ve dünyevi. Kur'ani
veya gayri Kur'ani her söz ve fiilini kapsadığı görüşüne
varmışlar ve bu iki ayeii Peygamber'in ismeti (masumiycti)ne ait deliller arasında mülahaza el m islerdir[21]. Ayellerin ruhundan ve bağlamından bizim gördüğümüz şudur:
Her iki ayel de. Allah'ın vahyi ve Meleğin kendisine ilkâ elliği Kur'an ayetleri ile
ilişkisine dair Peygamber (s)'in haber verdiklerinin doğruluğunun lekit sadedin dendir. Kendisinden sadır olan her dini dünyevi,
Kur'ani olan-olmayan her işle, Peygamber'in
masumiyetine bu ayetin delil getirilmesinde büyük bir hata vardır ki, bu (aynı
zamanda) birçok Kur'an, metninin anlailıgı
olaylara aykırı düşmekledir: Bu ayetler Peygamber (s)'in herhangi bir olayda içlihad ettiğini, bu hususla kendisinden bir söz veya fiil
çıktığım, (bu yüzden) bazen azarlayıcı. bazen uyarıcı bazen de evlâ olanı halırlatıcı Kur'an pasajlarının
nazil olduğunu gösicr-mekledir.
Mesela Pcygamber'in müminlerle birlikle müşrik ölülerden yakınları
için istiğfar ci-rnesi
üzerine O'nu uyarıcı oiarak Tevbe
113-114 ayetleri nazil olmşutur.
"Akraba bile
olsalar, cehennem halkı oklukları belli olduk/an sonra (Allah'a) ortak koşanlar
için mağfiret dilemek, ne peygamberin ne de inananların yapacağı bir is değildir."
"İbrahim in
bahası için mağfiret dilemeyi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idî. (Senin
için Rabhinden mağfiret dileyeceğin', diye söz
verdiği için ona dua etmişti.) Fakat nmtnt bir Allah
düşmanı olduğu kendisine helli olunca ondan uzak
durdu. Gerçekten İbrahim, çok içli ve yumuşak huylu idi." (Tevbc 9!113-114)[22].
Bedir esirleri ile
ilgili olarak Enfal 67-68. ^yellerde aynı durum
vardır: "Yeryüzünde ağır basfıp küfrün belini
iyice kır)ıncaya kadar hiçbir peygambere
esirler sahibi olmak
yakışmaz. Siz. geçici ıhinya malını İstiyorsunuz.
Allah ise (sizin
için) ahireti istiyor. Allah daima üstün hüküm ve hikmet
sahibidir,
"Eğer Allah'tan
(yanılma ile verilen hükümlerden ötürü azahetniemek
hakkında) bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığınız
fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azcıh dokunurdu."
(Enfal S/67-68)
Eşlerine yaklaşmamaya
yemin etmesi münasebetiyle inen ayet:
"Ey Peygamber!
Niçin, Allah'ın sana helal kıldığı şevi, eşlerinin hatırı için haram
kılıyorsun? Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Tahrim
66/1)
Ama (Abdullah b. Ummu Mektunı) olayı dolayısıyla
inen (Abese 1-10)[23] buna
örnektir.
"Surat astı ve
döndü, kör geldi diye. Ne bilirsin belki o arınacak. Yahut öğüt dinleyecek de
öğüt. kendisine yarayacak. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince;
sen ona yönetiyorsun. Onun arınmamasından sana ne'.' Fakat koşarak sana gelen,
saygılı olarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun" (Abese SÖll-JO).
Önemli bir noktaya
dikkat çekmek istiyoruz. Biz burada anlattıklarımızla, hakkında eleştiren veya
düzelten ya da ayetlerin inmediği durumlarda,
söylediği, işlediği, errtre-dildiği ya da saklandığı durumların çoğunda, Peygamber (s)'in
Allah'tan ilham almamış olduğunu söylemiyoruz. Ayet nazil olmadan Peygamber (sVden vaki olan birçok şeyin ilahi ilham ile olmuş olduğuna
ve vukuundan sonra Kuran'ın O'nu bu hususla leyid cl-tiğinc ilişkin Kur'an'da birçok ayet vardır. Buna örnek olarak Hz. Peygamber (s)'İn as-habiyla
birlikle Mekke'ye hareket etmesini ve yolculuğun Hudcybiye
barışı iic sona ermesini verebiliriz. (İşte bu
yolculuk) ilahi bir ilham ile olmuş, sonra Fetih sûresi Ö'fiu
teyid ederek nazi!
olmuştur. Bir başka örnek de, Bedir hadisesidir. Peygamber (s) asbabıyla birlikte ilahi bir ilham ile Kureyş
kafilesinin üzerine yürümek için yola tıkmış, bu, Peygamber ve ashabının ağır
yenilgiye uğrattıkları Kureyş ordusu ile
karşılaşmalarına yol açmıştı. Bilahare, O'nu teyid
edici olarak Enfal sûresi inmiştir[24].
Buna ek olarak. Peygamber (s)'den sabit/sahih olarak intikal eden, kavli ve
fiili sünnetlerin, emir ve ne-hiylerin lamamı,
bunlara veya Kur'an'a karşı ters hareket edilmeden
uyulması gerekli hususlardır.
Bu sünnetlere
"Peygamber size neyi getirdiyse alın, neyden nehyetti
ise uzak durun (Hası; 7)" ayetinde de geçtiği
üzere. Kur'an nassıyla
uyulması gerekir. Çünkü bunların ilahi ilham ile meydana gelme ihtimali vardır[25].
Bizim dikkat çektiğimiz (söylemeye çalıştığımız şey) biraz önce de
açıkladığımıza göre iki ayetin anlamının, Hz.
Peygamber (s)'den hayatı boyunca sadır olan fiil ve sözlerin tamamına teşmil
edilmesinde ihtiyatlı olmaktır. Bunun iman edilmesi gerekli olan Pcygamber'in ismetiylc alakası
yoktur ki. bu mâna üzerine, hayat ve insanların çeşitli problemleri hakkında
kendisinden bir takım söz, fiil ya da içtihadın sadır
olmasına engel olacak bir durum da sözkonusu
değildir. O Peygamberden yanlış, doğru veya kendisine ancak bir vahiyle
açıklanabilecek olan, Allah'ın bilgisinde yapılması evla olarak mevcut
bulunanın hilafına bazı isler sadır olmuş olabilir. Öyle ki Pcygamber'in,
Kur'an'da anlatılmış olan beşeri-nebevi tabiattan
uzak olması İmkansızdır.
Herhangi
bir günah, suç, çirkin iş, söz veya fiil olarak Kur'an'a
aykırı davranmak, kendisine vahyedileni gizlemek,
tahrif etmek veya değiştirmek gibi olumsuzluklardan masumiyet derecesine
yükselmesi. O'nun ahlâk. ruh. akıl, iman ve kendisini peygamberlik için ilahi
seçime ehil yapan Allah'a adamadaki mükemmeliye!
yönünden Allah'ın nimeti ve lutfuna ulaşmasının bir
sonucudur[26].[27]
13- Andolsun, onu bir inişinde daha görmüştü [28].
14- Sİdretüî
Münteha'nın [29] yanında.
15- Ki onun
yanında oturulacak bir bahçe [30]
vardır.
16-Sidreyi
kaplayan[31] kaplıyordu.
17-
(Muhammed'in) gözü şaşmadı.
18- Andolsun, Rabbİnin[32]
büyük alametlerinden bazılarını gordu.
Ayetlerde, Peygamber (sj'in müşahede ettiği ruhani sahnelerden bir başkası yer almıştır
ki, burada O, Allah'ın göstermeyi dilediği büyük ilahi ayet/beyyineleri
müşahede etmiştir.
Açıkça
görüldüğü gibi, daha önceki ayetler "Kalp gördüğünü yalanlamadı"
ifadesinde basiret ile görmeyi anlatıyor iken bu ayetler ; "göz şaşmadı
ve azmadı" ifadesiyle (bizatihi) gözle görmeyi anlatmaktadır. [33]
Miifessirlcrin çoğunluğu[34] bu
ayetlerin. Peygamber (s)'in semaya yükselişi (miraç) olayına işaret ettiğini
ifade etmişler, bununla İlgili olarak a/ı hariç çelişkili pek çok rivayete yer
vermişlerdir. Bu rivayetlerden bir kısmi, miracın Kıyada olduğunu ve Pey-gamber'in vücudunun bulunduğu yerden ayrılmadığını, bazdan
ise bu olayın ruhani bir görüş olduğunu ifade etmektedir. Bazıları i.se. olayın gerçeklen vucul ile ve
uyanıklık halinde meydana geldiğini anlatmaktadır. Bu bir. İkinci olarak,
rivayetlerin çoğu, Miraç ve İsra olaylarını birbirine
yaklaştırmakta ve her iki olayı da aynı zaman dilimine koymakta, her iki
olayda meydana gelen sahneleri bir zincir içerisinde anlatmakladır.
Peygamber (s)'in, İsra olayında Mescid-i Aksa'ya ulaşmasından sonra, semaya yükseltildiği zikredilmişitir.
Bununla birlikle İsra olayına, Necm sûresinden
uzun bir devir sonra nazil olan İsnı sûresinde işaret
edilmiştir. İsra sûresinde sadece Mcscid-i
Hanım'dan Mescid-i Aksa'ya
yürüyüş (İsra) zikredilmiştir. Nitekim İsra i. ayetin metninde de hu görülmektedir:
"Kulunu geceleyin
Mescid-i Haram'don
çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren O Allah eksiklikten uzaktır." (İsra 17!I)
Bazı rivayetler var
ki; bunlar, Miraç olayına yer vermeden, sadece Mescid-i
Kararırdan Mcscid-i Aksa'ya
İsra /yürüyüşü belirtmekte, bazıları da var ki, İsra ve Miraç olaylarının bir defadan daha fazla olduğunu
ifade etmektedir. Üçüncü olarak, rivayellcr, olayın
meydana geldiği vakit hakkında çelişkili haberler vermekledir. Bir rivayet îsra ve Miraç olaylarının brsetten
15 ay sonra birlikte meydana geldiğini zikretmekledir. Bu zaman dilimi Necm Sûresi'nin nüzul tarihiyle örtüşmekte i.se de. îsra sûresinin nüzul tarihiyle
örtüşmemektedir ki, İsra sûresinin, Peygamber (s)'in
Mekke döneminin ortalarında nazil olduğu (görüşü) tercih edilmekledir. Bir
diğer rivayet, her İki olayın da bi-setten beş yıl
sonra meydana geldiğini belirtmekledir. Bu ise İsra
sûresinin nüzul tarihiyle uyuşmakla fakat Necm
Sûresinin nüzul tarihiyle uyuşmamaktadır. Zira Necm
Sûresi İsra'dan çok önceleri nazil olmuştur:
Başka rivayetlere
göre, her iki olay hicreüen beş veya bir yıl önce
meydana gelmiştir. Bu zaman ise her iki sûrenin de iniş tarihleri ile uygunluk
arzetmemekfe. dahası, çok tuhaf bir rivayet de. iki
olayın hicrelten bir yıl önce olduğunu belirimektedir. İsra ve Miraç
olaylarının anlatıldığı rivayetlerde tuhaf bazı açiklamalar
vardır:
- Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa yolculuğu esnasında Peygambere seslenen yaşlı
birkadın;
- Allah'ın bütün Peygamhcrleri Mescid-i Aksa'da loplamnsk
- Ve Peygamberin göğe merdiven dayaması ve gök
kapılarının birbiri arkasından açılması gibi gök hakkında doğru olmayan
açıklamalar, Allah'ın peygamberlerden bir gurup ile göklerde buluşması,
- Arş. Lcvh, Kalem, Sidrctül Münteha,
gibi lafızların maddi şekillerde anlatımı
- Peygamber (s)'in Rabbinİ ve devâsâ şekilleriyle melekleri görmesi, cennci. cehennem, cehennem ehlinin azabı, cennet ehlinin
ödüllendirilmesi.
- Beş vakit namazın
farz olma şekli, Musa'nın uyarısı ile namazın hafifletilmesi için, Peygamber'in
bir kaç kez Allah huzuruna inip-çikması; bunun sonucu
olarak da aslında 50 vakit olan namazın 5 vakte indirilmesi,
- Peygamber'in
karnının yarılması ve kalbinin çıkartılıp yıkanması, vs.
Bütün bunlar
gösteriyor ki, şu an konumuzu teşkil eden Nccm sûresi
ayetleri ile İsra ve Miraç ile ilgili anlatılan
ruhani-ilahi tablo irtibalkındinlmakla ve her iki
olay (ek bir satıhta birleştirilmek istenmektedir.
Daha önce geçen
ayetlerin izahını yaparken söylediklerimizin doğru olduğu görüşündeyiz:
Buradaki ayetler Tckvir sûresinde anlatılan tablo ile
alakalıdır ki bu ayetler bundan sonra vaki olan benzer bir olayı
aydınlatmıştır. Biz olayın kiinhüne vakıf olamayız.
Elimizde olayı, özellikle de "sidrciü'l-münlcha" ve "cennetü'f-me'vâ"' boyutunu açıklığa kavuşturmaya yardım edecek
kesin bir delil de bulunmamaktadır.
Bir
hususa daha dikkat çekmek istiyoruz ki, biz bu anlatıklarımız
içerisinde. İsra ve Mirae
hadisesini, iki olay etrafında rivayetlerin anlattığı ayrıntıları tamamen
reddettiğimizi söylemiyoruz. Bunları Allah'ın kudreti ve Peygamber" i ile
ilişkisi çerçevesine girdiği gaybi hususlar olarak
değerlendirmek gerekir. Bunları sıradan akıl ile idrak ve maddi bakış açısıyla
mukayese etmek imkansızdır. Kur'an nassı ve Rasululkıh'ın söylediği
sabit olan haberler, herhangi bir ilaveye ve tahmine gitmeden, nassın durduğu sınırda durulması gerekli imanî gerçeklerdir, Bununla birlikte biz Miraç konusuyla
ilgili hâlin uykuda ve rüya halinde olduğunu belirten rivayeti tercih ediyoruz.
Allah-ıı Âlem. (Allah en iyisini bilir)[35] [36]
19- Gördünüz
mü o Lât ve Uzzâ'yı
20- Üçüncüleri (olan) Menâfi?[37]
21- Demek erkek size, dişi de Allah'a mı?
22- O halde
bu ne insafsızca[38] taksim!
23- Onlar sizin ve atalarınızın (Tanrı) diye
isimlendirdiğiniz (boş) isimlerden başka birşey
değildir. Aliah onlara hiç bir delil[39]
indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin alçak hevesine uyuyorlar. Oysa
kendilerine, Rabbleri tarafından yol gösterici
gelmiştir.
24- Yoksa
insan, her arzu ettiğine sahip mi olacaktır?
25- Son da
ilk de Allah'ındır.
26- Göklerde nice melek var ki, onların şefaati
hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin
verdikten sonra olsun...
27- Gerçek şu ki, ahirete
iman etmeyenler, melekleri dişi İsimlerle İsimlendiriyorlar.
28- Oysa
onların bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, yalnızca zanna
uymaktadırlar[40]. Oysa gerçekte zan,
haktan yana hiçbir yarar sağlamaz.
29-Şu halde
sen, bizim zikrimize sırt çeviren ve dünya hayatından başkasını İstemeyenden
yüz çevir.
30- İşte
onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur. Şüphesiz, senin Rabbin;
kendi yolundan sapanı en iyi bilen odur ve hidayet bulanı da en iyi bilen odur.
Bu ayetlerde,
meleklere dişi isimler takan, Allah'ın kullan olmaları O'nun izin ve rızası
olmadan hiçbir kimseye şefaat edemeyecekleri gerçeğine rağmen, Allah'ın kızları
olduklarını kabul ederek, meleklere ibadet edip onlardan şefaat dileyen
müşrikler kınanmış, dinlerini, zan ve kişisel arzu üzerine, Rablcrinden gelen hidayet ve haktan yüz çevirme esasına
göre ikame ettiklerinden ötürü bunlar kotülenmiş;
onların bütün bu hareketlerinin sadece ahirete
inanmamak, dünya ile dünyalık arzu ve lezzetlere dalmalarından kaynaklandığı
anlatılmıştır.
Burada ayetler,
Arapların mabutları ve inançları hakkında açık bir biçimde eleştiri, bu
inançlar etrafında münakaşa gibi hususları ihtiva etmesi itibariyle kendi
türünün ilk örnekleridir. Zira bu ayetlerden önce nazil olan sûrelerdeki
ayetler uyarma, tehdit etme, Allah'ı birlemeye çağrı, Hz.
Muhammcd'in risalemin hedeflerini açıklama, (müşrik)
Arapların takındıkları düşmanlık, engelleme ve yalanlama tavrını kınama, Hz. Muham-med
(s)'e nispet ettikleri suçlamalar, ve O'nun Alah ve
Allah'ın vahyi ile ilişkisi hakkında yaydıkları şüpheleri cevaplama gibi
hususları belirtmekle yetinmişti. Buradaki ayetlerde ise görüldüğü gibi, Kur'an'ın nüzulünün gelişim tablolarından birisi vardır.
29. ayet Hz. Peygamber (s)'e, Allah'ın uyarısı/sözüne arkasını dönen
ve çağrısına olumlu cevap vermeyenlerden yüz çevirmesini emretmektedir. Öyle
görünüyor ki bu. çağrısına arkasını dönen ve dünyalıklar içerisinde boğulan
kafirlerin tavrına karşı Hz. Muhammed (s)'i leselli etmenin amaçlandığı bir üslûptur. Çünkü davet
edilenlerin, çağrıyı kabul edip etmediklerine aldırış etmeden davete devam, Hz. Peygamber'in başlıca görevidir.
29. ayeti takip eden
ayet orada da görüleceği üzere bu "amacı" desteklemektedir. Sanki
ayet Peygamber (s)'e. müşriklerin tavırları nedeniyle kederlenmemesini, onların
bu davranışlarının, olayları algılamadaki zayıflıklarının ve sonuçlan hesaba
katmamalarından kaynaklandiğnı, kimin hak ve
hidayet, kimin de bataklık ve sapıklık içerisinde bulunduğuna karar verecek
yegane ve kesin otoritenin Allah olduğunu söylemektedir.
Buradaki
ayetler, ve Özellikle kendilerine hak ve hidayetin işaretleri görünüp, hak
batıldan ve hidayet de dalaietden apaçık ayrılıp
belli olduktan sonra (hâlâ) nefsin hevâ-sma tâbi olup zan ve vehmin arkasına takılan müşriklerin
şiddetli bir biçimde ve tekrar tekrar kınanması
itibariyle çok önemli, umumi ve geniş boyullu
vurgulan ihtiva eder. (Zira) hak ve hidayet kişiye amaç olması gerekli iki
unsurdur. O'na düşen bu iki unsura ulaşıp; tabi olmak konusunda çaba sarfctmeklir. Hüküm (inanç)lerini
bir lakım zanlara göre oluşturması, veya (bunların) sapmış olan nefsinin
nevasından, onun istek ve çıkarlarından kaynaklanması yakışık almaz. [41]
Arapların İslam
öncesindeki inanç ve geleneklerine işaret eden aycllcrin
içerdiği bazı hususları açıklamayı yararlı görmekteyiz. Onkü
hu. ayetlerin hedeflerini ve nüzulünün hikmetini anlamaya yardım edecektir. Aycılerin içeriği ve ruhu şu hususlara işaret etmektedir:
1- Araplar
Lâl, Uzzâ ve Menât
putlarına tapıyorlar, bunların meleklerin sembolü, ve isimleri, meleklerin de
Allah'ın kızları olduklarını kabul eimek suretiyle
onlara müen-nes isim
veriyorlardı.
2- Allah'ın kızları ve O'nun nezdinde
pay sahipleri olduklarına inanmak suretiyle Allah huzurunda şefaat etmelerini
arzu ederek meleklere tapıyorlardı,
3- Bu
inanışlar yeni çıkmış birşey olmayıp, atalardan tevarüsen gelmişti.
4- Onlar,
meleklere ibadet edip onlardan şefaat talep etmekle sadece menfaat lemini ve (kendilerine dokunacak zaran
defetmek gibi dünya hayatına ait duydukları arzulan gerçekleştirmeyi
kastediyorlar, ahiretİ ve sonlarını düşünmüyorlar, çünkü
Ahiref e inanmıyorlardı.
Örnekleri bundan
önceki sûrelerde geçtiği ve sonra da geçeceği üzere.
5- Kur'an'da, birçok kez, Arapların belirtilen inançları
yerilmiş, onların meleklerden şefaat talep etmelerinin herhangi bir etkisi ve
yararı olmayacağı vurgulanmış, insana faydalı olacak yegane faktörün; Allah'a
ve Ahiret'e iman ve salih
amel işlemek olduğu anlatılmıştır. Bu izah şefaat düşüncesinin kendilerine
faydası olacağına İnandıkları köklü bir inanç olduğunu onaya koymakladır,
Aynı şekilde (Kur'an'da meleklerin sadece Allah'ın kullan oldukları.
Allah'ın razı olduğu ve şefaat edilmesine izin verdikleri hariç onların hiçbir
kimseye şefaal edemeyecekleri vurgulanmıştır ki, biz
Müddessir sûresinin tefsirinde örnek olarak bazı Kur
an ayetlerine yer vermiştik. Öyle anlaşılıyor ki. birçok kez yapılan vurgulama.
Arapların kendilerine taptığı, dua ve yönelim (ibadct)de
Allah'a şirk koştukları meleklerin, O'na boyun eğen kullar olup, sürekli
kendisini hamd, teşbih ve takdis ettiklerini.
Arapların da insan, cin ve melekler gibi bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'a
kulluk elmeierinin en doğru harekei
olacağını (Araplar'a) anlatmayı amaçlamışın".
Lâl, Uzzâ ve Menât hakkında birbiriyle
çelişen görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki. Lât, Taif'te Sakif kabilesi veya Nahle'dc Kurcyş'e ait bir put
idi. Uz/â ise. Gatafari bölgesindeki bir ağaç veya
put yahut da Taif'tcki bir iapınağin
adıydı. Menât, Huzeyl ve Huza'a kabilesinin bir putu idi ve Mekke halkı buna ibadet
ediyordu. Veya "Müşel-lel"de
bulunan ve Ka'boğulları'nın ziyaret elliği bir
tapınaktı. Başka bir görüşe göre ise Arapların Önünde yağmur diledikleri bir
tastı ve yağmur verici rüzgar anlamındaki "nev"
kelimesinden türemişti. Bu üç putun da Kabe'nin avlusunda dikili okluklarına dair
rivayetler vardır.
İlkin, davet Mekke
şehrinin sınırlarını aşmadan bu putların ilk donem ayetleri içerisinde
zikredilmesi, ikinci olarak yakına hitap tarzında soru sorulması-ki btt mesajın Mekkelilerc
yöneltildiğini doğrulamaktadır- . üçüncü olarak Mekke halkının Lâl ve Uz-zâ adına yemin ettikleri hakkındaki rivayetlerin sağlamlığı
ve bunun, onlar tarafından i-ki putun kutsallığına inandıklarını göstermesi,
dördüncü olarak, Mekke halkının bu Üç putun ismine izafe ederek Abdül-Uzzâ. Abdül-Lâl
veya Abdül-Menât gibi adlan
kullanmaları ve bunun Mekke halkının putları birer mabut kabul etliklerini
göstermesi, beşinci olarak, siret kitaplarında yer
alan, Ebu CeJıil'in
"Muhammed sizi Lâi ve Uzzâ'dan
döndürmek istiyor" sözü; Uhud Savaşi'mn sonunda Ebu Süfyan'm müslümarılara karşı böbürlenerek,
"Bizim Uzzâ'mız var, sizin Uzzâ'mz
yok"' demesi, (işle) bütün bunlar yukarıdaki üç mabudun da Mekke'de
bulunduğu ve Mekke halkına ait olduğu görüşünü tercih etmeye yöneltmektedir.
Bu (tespit), diğer
bölgelerdeki sair kabilelerin bu putlara veya bunlardan bazılarına ibadet
etmekte müşterek olmalarına, veya bu bölgelerde (buradaki) putlara benzer bazı
heykellerin bulunmasına engel değildir. Aksine Kur'an'da
bunların Özellikle zikredilmesi ve cahiliye dönemi
Arap mabutları olarak zikredilen yegane putlar olmaları, bunların Araplar nezdinde veya en azından Hicaz yöresin de kiler için önemli
olduğu ve yaygınlık arzetliğini göstermekledir.
Birçok rivayetin belirttiği gibi Lâl ve Uzzâ adına yemin
edilmesi, Abdul-Lât, Abdul-Uzzâ ve Abdul-Menat gibi isimlendirmelerin Mekke dışındaki köy ve
kabilelere yayılması, bu Önem ve yaygınlığı pekiştirmekledir.
Ayetlerin içerik ve
ruhundan, Arapların bu putları meleklerin sembolleri olarak kabul ettikleri
anlaşılmaktadır. Öyle ki ayetler, pullar ve onların müennes isimleri ile melekleri,
meleklerin Allah'ın kızı olduklarına ilişkin O Arapların inançları ile
meleklerin müennes isimlerle isimlendiriimesini
kuvvetli bir biçimde irtibatlandmyor. Onların bu
tutumları birçok ayette, bazen sarahatle (açıkça), bazen üstü kapalı olarak;
yergi ve kınama üslûbu ile anlatılmıştır. Bununla ilgili Müddessir
sûresi tefsirinde birçok ayet geçtiği gibi bundan
sonra da geçecektir.
Arapların bu
mabutları, meleklerin sembol ve heykelleri mesabesinde görmeleri, (tapındıkları)
ilahları bu meleklerin temsil ettiğine inanmaları ve melekleri Allah'ın kızları
kabul etmeleri, onların esasen taş ve sair mabutlara tapmadıklarını bilakis
onların soyut semavi varıklara tapına eğiliminde
oldukların! gösterir. Buna ilave olarak da, varlıkları düzene koyan bir ilahın,
hâlık ve rezzâk yüce bir
varlık olduğuna, meleklerin ise O'.nun nezdinde, arzu ve isteklerini gerçekleştirmek için
şefaatçiler olduklarına inandıklarını ispatlar. Bu durumu birçok Kur'an ayeti anlatmıştır ki, bunların bir kısmına daha
Önceki bahislerde yer vermiştik. Zuhruf sûresinin 9.
ve Lokman sûresinin 25. ayetleri de bu hususa işaret etmektedir.
Hal böyle olunca bazı
yazar ve araştırmacıların mabutlarının semada olduklarını tahayyül, onlar için
yeryüzünde bazı sembol ve heykeller icad eden
Yunanlılar gibi toplumlardan farklı olarak, Arapların ibadet ve inançlarında
daha aşağı seviyede bulunduğu iddiası çürütülmüş olmaktadır. Zira islam öncesi Araplar açıkça görüldüğü gibi türden bir
eğilim içerisindeydi.
Öte yandan Allah'a
çocuklar nispet etmek inancının Hrisliyanhk'lan
sızmış olması uzak bir ihtimal değildir. Ne var ki, bu inanç Araplar arasında
başka bir biçimde gelişme kaydetmiş, Melek, Mesih'in yerine konulmuş, Allah'ın
oğlu, Allah'ın kızı yapılmış, teke karşılık olarak bu nesil çoğaltılmıştır.
Araplar, kendilerinin
doğru inançta olduklarını kabul etmişler; zira meleklerin Allah'ın evladı
oluşunu benzetme yönünden mantığa daha uygun bulmuşlardır. Çünkü, melekler
görülmeyen, maddi olmayan ve Allah ile ilişki halinde bulunan varlıklardır. Bu
benzeyiş Arapların hayalinde, meleklerin Allah'tan meydana geldiği ve O'nun çocukları
oldukları inancının yerleşmesini sağlamıştır. Onlar, Mesih'in bir insan olarak
yaşayan, yürüyen işkence gören ve ölen maddi (somut) bir insan olmasından
dolayı (Allah'a) benzemenin koyboldıığu varsayımı
ile Mesih'i Allah'ın oğlu yapan Hristiyanlık
akidesindeki mantığa göre kendi mantıklarının daha doğru olduğunu öne
sürüyorlardı. Nitekim (Arapların) bu iddia ve alaylarını anlatan Zuhruf süresindeki ayetler buna işaret etmektedir:
"Meryemoğlu (İsa) bir misal o/arak anlatılınca hemen kavmin,
ondan ötürü vav:;</-rayı hastılar: Bizim
tanrılarımız mı hayırlı, yoksa O mu? dediler. Bunu sadece tartışma için sana
misal verdiler. Doğrusu onlar, kavgacı bir toplumdur. O (İsa), sadece kendisine
nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarina örnek kıldığımız
bir kuldur". (Zuhruf 43/57-59)
"Lfu" kelimesini açıklarken, müfessirlerin bu kelime
hakkında Allah lafzının nıücn-nesi olduğunu
söylediklerini belirtmiştik. Ancak bilindiği kadarıyla eski Irak bölgesi pullan
arasında ismi "el-Lât" olan bir put vardı
ve (Tarihçi) Heredot, Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden bin yıl önce Lât'ın,
Arap mâbudlanndan olduğunu yazmıştır. Bi'setten önce üçyüz ile sekizyiiz yıl arasındaki bir zaman diliminde yazılan Nabaî. Lihyan ve Semud yazıtlarında "el-Lât",
"el-Let" biçiminde yazılmıştır. Lâl'ın eski
bir Arap putu ve Allah kelimesinin fasih Arapça'da ondan geliştiği görüşünün
daha doğru olduğu hatıra geliyor. Öte yandan müfessirlerin, bu kelimenin Allah
lafzının müennesi olduğunu söylemeleri ise cahiliye
dönemine ait herhangi bir kanıta dayanmayan yakıştırmadan ibarettir. Allah
lafzının "velihc", "elihe" ve "lahe"den
türediği söylenmişse de, daha önce de belirttiğimiz gibi bu lât
kelimesi ad ve tapınılan bir mabut olarak ya Arap yarımadasıtıdan Irak'a gitmiş, ya
da aynı şekilde Irak'tan Arap yarımadasına intikal etmiştir.
Keza, Menât kelimesini anlatırken, müfcssirlerİn
bu kelimenin "nev" kökünden liirc-diğİni ifade ettiklerini
belirtmiştik. Bu durum Araplar arasında put ve tanrıların fazla oluş nedenini
açığa kavuşturmaktadır. Zira onlar her istek için Yunanlılar'ın
yaptığı gibi özel bîr tanrıya yöneliyorlardi.
Bu şekildeki yorumu
destekleyen birçok rivayet bulunmakladır. Zira (bu dönemde) önünde kurbanların
kesildiği bazı putlar vardı. Zemahşeri'nin zikrettiği
bir rivayete göre bu Menât'a ait bir durumdu ve
Kurban kanlarının akması fiilinden ötürü ona "Mcnât"
adı verilmiştir. Diğer bir putun huzurunda fal okları ile istihare yapılır, bir
başkası ise ziyaret/tavaf edilir veya bunlar arasında sa'y
yapılırdı. Bu yaklaşım medenî sayılan bazı çevrelerde bu güne kadar etkileri
devam eden beşeri inançlara ait eğilimlerdendir. Oysa bu toplumların dinlerinde
esasen yüce bir tek Tanrı inancı vardı. İş o noktaya vardı ki, bırakalım diğer
Asya ve Afrika dinlerine mensup olanları, bazı Müslüman, Hristiyan
ve Yahudiler, bu semavi tek tanrıcı dinleri tebliğ eden şahısların
inançlarından sapmak pahasına, her bir talep-arzu için, kendileri veya
kabirleri ile tevessül ettikleri evliya ve kutsal şahıslar türetmişlerdir.
Buradaki ayetler,
müzekkerleri hariç tutup müennesleri ait kılmalarından Ötürü Arapları kınamış
ve onların bu inançlarını yermiş, onların tartışma ve sözlerine alay tarzında
yer verilmiştir. Araplar erkek çocukların doğumunu bir imtiyaz ve üstünlük alameti
kabul ederek kız çocuklarının doğumundan şiddetle nefret ediyorlardı. Sanki
onlara şöyle denilmek istenilmiştir: "Sizler erkekleri tercih edip,
kızları Allah'a nispet ederek, dalalet ve rezalete düşüyorsunuz. Çünkü, eğer
Allah'ın çocuğu olması gerekiyor ise(sizin kabullerinize göre) mâkul olan; onun
üstün cinsiyetten erkek çocuk edinmesi-dir."
Zümer süresindeki ayetlerde bu açıkça ifade edilmiştir:
"Eğer Allah çocuk
edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini seçerdi. O yücedir. O tekve kahredici Allah'tır." (Zümer
39/4)
"Tuttular,
O'na kullarından bir parça tasarladılar. Gerçekten insan, apaçık bir nankördür.
Yoksa (Allah) yarattıklarından kızları kendisine aldı da oğullar için sizi mi
yeğledi. Onlardan birine Rahman'a benzer olarak anlattığı (kız çocuğu)
müjdeleme, yüzü kapkara kesilir, Öfkeden yutkunup durur"[42]. (Zuhruf 43115-17) [43]
31- Göklerde
ve yerde bulunan herşey Allah'ındır ki, kötülük
edenleri, yaptıklarıyla cezalandırsın, güzel davrananları da güzellikle
mükafatlandırsın.
32- Onlar
ki, günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı hatalar [44]
hariç. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir. O sizi daha iyi bilir. Gerek arzdan
inşa ettiği, gerek annelerinizin karınlarında bulunduğunuz zaman [45]
biçim verdiği sırada.. Artık kendinizi övüp yüceltmeyin [46].
Çünkü O, korunanı daha iyi bilir.
Bu ayetlerde, Allah'ın
bilgi ve hikmetinin kuşatıcılığı, insanların durumlarını ihata etmesi, onların
iyi ve yaptıklarının karşılığını verme kudretinde olduğu vurgulanmış, büyük
günah ve çirkin işler (fevâhiş)dcn
uzak duran iyi davranış sahipleri övülmüş, bazı küçük hatalarının bağışlanması
ümidi verilmiştir. Zira Allah mağfireti geniş olandır.
Bu
ayetler ile öncekiler arasında görülür bir ilişki vardır. Önceki ayetlerde cahiliye Araplannın inançları .
onların zan ve hevâya tâbi olup, hak üzere olmakla
böbürlenmeleri kınanmış, buradaki ayetlerde ise izah, açıklama ve uyarı
yapılmıştır. [47]
İlk ayette, Allah'ın
insanları iyi ve kötü davranışlarına göre hesaba çekip onlara hak-ettiklerini
vereceğine ilişkin önceki ayetlerdeki açıklamalar pekiştirilmiştir ki bu, insanın
kendi inlini yapabilme yeteneğine sahip ve bu yaptığından da sorumlu olduğunu
vurgulamakladır.
Şüphe yok ki, tekrar
edilen bu açıklama ve vurguların, nefis/kişinin eğitimi ve herhangi bir fiili
işlemeye yönelmeden önce insanı düşünmeye sevketmesi
açısından büyük bir yararı vardır.
İkinci ayel, olaylara ve hadiselerin tabiatına uygun biçimde
önemli bir Kur'anî ilkeyi ihtiva etmektedir. Faydalı
gördüklerine yönelmek ve zararlı gördüklerinden uzaklaşmak temayülü laşıdiklarından Ötürü, insanların hataya düşmek, günah
işlemek ve sapmaktan masum olmaları imkansızdır. Ne var ki, günah, hala ve
sapmalardan açıkça büyük günah ve çirkinlikler (çerçevesinde Allah'ın hukukuna
ters olan ve insanlara hüyük zararı dokunan fiiller)
genel bir biçimde üstü kapalı olarak bırakılıp aynı kategoride tutulmamıştır.
Bu fiillerden bazıları, iyi niyetlen veya gaflet eseri olarak, herhangi bir
zarar vermek, günah işlemek, (Allah'ın emrine) aykırı davranmak kaslı
taşımayan bir kusurdan kaynaklanmış olabileceği gibi, fiillerin zararı sımriı ve değersiz de olabilir. Günahkâr nefsin potansiyel
olarak kalıp, pratiğe geçirilmeyen arzulan da aynıdır. (Ama) durum ne olursa
olsun insanların kesinlikle büyük günah ve çirkinlikler (fcvâhiş)den
uzak durması gerekir ve bu fiilleri işlemeleri konusunda mazur görülemezler.
Ancak bahsi geçen küçük hata, (günahın içine düşmeden) vazgeçilen teşebbüsler,
ve pratiğe geçirilmeyen duygulara gelince (Lcmem), bu
fiilleri işleyen kişiden iyi niyet, unutma, yanlışa düşme ve zorunluluk gibi
faktörlerden zararı büyük olmayıp fiilleri işleyen kişi büyük günahlardan
kaçınan mü'min bir kişi olursa, Allah bunlara geniş
af ve mağfireti ile muamele edecektir.
Böbürlenmek, boş
iddialardan ve haksız yere kendini akiama/lezkiyeden uzak durmanın belirtildiği bu aynı ayette,
nefsin eğitimi, bu nefsin sahibini, haddini bihneye
ve Allah'a hiçbir şeyin gizli kalmayacağını bilmeye yöneltmek yönünden önemli
bir açıklama yer almakladır. Bu bilgi, o kişiyi kibir ve gururdan alıkoyup,
iki yüzlülük ve sapmaktan uzaklaştırır.
Bizim
esas aldığımız mushaf 32. ayetin Medine dönemine ait
olduğunu söylese de, bu ayet öncesi ve sonrası ile nazım ve mevzu yönünden
kuvvetli bir biçimde bağlantılıdır. Bu husus (bahis konusu) rivayete ihtiyatla
yaklaşmaya sevkelmektedir. [48]
33- Gördün
mü şu adamı ki arkasını dündü?
34- Azıcık
verdi gerisini elinde sıkı tuttu?[49]
35- Gaybın bilgisi onun yanında da O mu görüyor?
36- Yoksa kendisine haber mi verilmedi? Musa'nın
sabitelerinde bulunan,
37- Ve çok
vefalı İbrahim'in...
38- Ki hiçbir günahkar, başkasının yükünü[50]
yüklenmez [51]
39- insana çalışmasından başka birşey yoktur.
40- Ve
çalışması yakında görülecektir.
41- Sonra da
tastamam karşılığı verilecektir.
42- Ve
sonunda senin Rabbine varılacaktır.
43- Güldüren
de O'dur, ağlatan da O'dur.
44- öldüren
de O'dur yaşatan da O'dur.
45- O
yarattı iki çifti, erkeği, dişiyi,
46- Atıldığı
zaman'[52] nutfeden.
47- Şüphesiz
tekrar yaratmak[53] da O'nun işidir.
48- Zengin
eden O'dur bol verip memnun eden O,
49-Şîrâ'nın [54] Rabbi O'dur.
50- O helak
etti; önce Ad'ı,
51- Semud'u komadı,
52- Önceden
de Nuh kavmini... Çünkü onlar daha zalim
[55] ve
azgın idiler.
53- Altı
üstüne getirilen kentleri [56]devirip
yıktı.[57]
54-Onların
üstüne neler çöktü neler [58]
55- O halde
Rabbinin hangi nimetinden [59]
kuşku duyuyorsun?[60]
Lügat ve beyan
yönünden ayetlerin anlamlan herhangi bir tefsire ihtiyaç göstermeyecek biçimde
açıkür. Bu ayetlerin çoğu gayb
âlemi etindeymiş gibi gelecekten emin olarak davetten yüz çeviren, az bir
miktar hariç malından intak etmeyip cimri davranan ve fakir olduğunu gösteren
kişinin kınanması biçiminde gelmiştir. İlk üç ayelte
bu hususa değinilmiş, bunları takip eden ayetlerde, insanları mutlaka Allah'a
dönecekleri, herhangi birinin başkasının yükünü çekmeden, işledikleri iyi ve
kötü nülerinin karşılığım bulacakları konusunda, başlangıçtan itibaren kulsal
kitapların anlattığı prensipler vurgulanmış, Allah'ın evrendeki kanun (sünnet)
ve nimetlerine dikkat çekilmiş, O'nun kudret ve tasarrufunun kapsayıcıhğına delil getirmek için, tuğyan içerisinde
olanlar ve Ad. Se-mud, Lût kavmi gibi geçmiş toplumla'in
cezalandırilışı, insanların ellerinde bulunan mal ve
mülkün ancak Allah'ın imkan v rmesİ ve nimetinden
olduğu haiıılalılmıştır.
Görüldüğü gibi
buradaki ayetler öncekilerden kopuk değildir. Özellikle de (daha önce geçen)
iki ayet ile direkt ilişkisi vardır. Bu iki ayette Allah'ı zikirden yüz
çevirenlere aldırış etmeme emri güzel fiil işleyenlere ise övgü ve müjdeleme
vardır. Bu sonraki ayetler ise, yüz çeviren, cimri kişiyi kınamakta, sonra
başka hususlara geçmektedir.
Ayetlerin el-Vclid b. el-Muğİre hakkında nazil
olduğu rivayef edilmiştir. Bu adamın kalbi yumuşamış
ve Peygamber (s)'e tabi olmuş, (neticede) bazıları onu ayıplayınca "Ben
ahirdin azabından korktum" demiş, (müşriklerden birisi) bana malının bir
kısmım ver ben senin bu azabını yüklenirim" deyince, bu adama bir miktar
mal vermiş sonra bırakmış, kesmiştir[61].
Ayetlerin,
Hz. Osman'ın süt kardeşi Abdullah b. Sa'd b. Ebi Sarh
hakkında nazil olduğunu söyleyen başka bir rivayet daha vardır. Bu adam Hz. Osman'ı Allah ve davet yolunda çok intakta
bulunduğundan ötürü, sahip olduğu bütün malı ve mülkünün yok olması ile
korkutmuş, ona, "Benim bazı günah ve halalarım var ve ben yaptığım işlerde
Allah'ın rızasını istiyor ve O'nun affını umuyorum" deyince, "bana
yükü ile beraber deveni ver, senin günahlarını yükleneyim"[62]
demiştir. Kim olduğunu bir tarafa bırakırsak buradaki ayetlerin herhangi bir
kişiden dolayı nazil olduğu İhtimali vardır. Ayetlerin öncekilerle kuvvetli
biçimde irtibatlı oluşu, bu kişi ve bunun gibi olanların genel olarak saldırgan
bir tutum sergiledikleri görüşünü doğrulamaktadır. Kuran birçok pasaj ve konu
içerisinde bu tarzı takip etmiştir. [63]
40-42. ayetler ve
önceki sûrelerdeki bazı ayetlerin ortaya koyduğu bir Kur'an
ilkesini kesin bir şekilde vurgulamaktadır. Bu ilke. insanın fiili işleme,
seçme ve çalışma/ çaba saffetine yeteneğine sahip olması, kendi eylem ve
seçiminden sorumlu oluşu, hayır ve şerr, fayda ve
zarar, hidayet ve dalâletten neyi tercih etti ise ona uygun olarak karşılığını
görmesidir. Burada insanın yapmış olduğu işler ve bunun .sonuçlan konusunda o-nun iradesinin kuvvetlendirilmesi sözkonusudur.
Ayetlerde, bu iradenin kuvvetlendirilmesi hususunda hayati önemi haiz büyük
bir uyarı vardır. Ayetler insanın ceza ve rnükâ-fatlandırılmasında sırf kendi çaba ve gayretinin tesiri
bulunabileceğini anlatmakladır. O derecede ki bu etki, Allah'ın salih kullarına vaadetiiği dünya
ve ahirel mutluluğuna nail olabilmek için, iyi
davranışlar/pratikler dışında başka birşeye dayanıp
güvenmenin fay-dasizlığmı kişinin benliğine
yerleştirmektedir.
Bazı müfessirler bu
ayetin tefsirinde, konuyu değiştirerek, işi. ölünün kendisine bağışlanan ibadet
ve sadakalardan yararlanıp yararlanamayacağı tartışmasına götürmüşler ve ölünün
bu tür şeylerden yararlanabileceğini ispatlamakla ilgili birçok hadis ve görüşe
yer vermişlerdir. Biz ayetlerdeki söz akışının, ayetlerin içerik ve
anlamlarının bu tartışmaya imkan vereceği görüşünde değiliz. Çünkü ayetler, (Kur'an) dinleyenini (okuyanı) iman ve amel-i salibe
yöneltme, günah ve sapıklığın neticelerinden sakındırmayı konu edinmiştir.
38. ayette geçen
''Hiçbir kimsenin başkasının yükünü üstlenmemesi"' İslami
çağrının getirdiği hak ve adalet ilkelerine uyan bir başka mühim Kur'an İlkesidir: Kişinin, davranışından sadece kendisinin
sorumlu olduğu bu sorumluluğu başkasına yükleycmeyecc-ğini ifade etmekledir. Burada kapsamlı bir telkin vardır.
Nasıl ki Allah başka birinden sâdır olan davranışın sorumluluğunu bir başkasına
yükletmiyor ise, herhangi bir kimseye bir işin sorumluluğunun onu işleyenin
dışında birine yüklemesi de uygun değildir. Tabi bu tespit, o kişinin sozkonusu fiille açık veya kapalı olarak bir ilişkisi
olmadığı takdirde geçerlidir.
Bu ayet Kur'an'da birçok defa tekrar edilmiştir[64]' ki,
buradaki bu prensibin öneminin vurgulandığını göstermektedir.
Ayetlerde, Nuh, Ad, Semud ve müfessirlerin çoğunluğunun Lui
kavmine ait yurilar olarak tefsir ettikleri 'tffiütefike" anlatılmıştır. Ad ve Semud
kavimleri Fecr sûresinde (de) zikredilmişin".
Ancak Nuh kavmi ve "mütefike" ifk kez burada geçmiştir. Ayetlerin bunlardan kısaca
(teferruata dalmadan) bahsetmesi, Kur'an'ı
dinleyenlerin (ilk neslin) hikayelerini ve Allah'ın onlara gönderdiği azabı
bildiklerini ispatlamaktadır. Öte yandan bu kıssalar Tevrat'ın Tekvin bölümünde
de anlatılmıştır. Arapların bu kavimlere ait haberleri aralarındaki yahudi ve hriştiyanlardan
öğrenmiş olmaları gerekir.
Bu kavimlerin
hikayeleri hakkında Fecr sûresinin tefsirinde
açıklamalarda bulunmuştuk. Burada tekrar etme zarureti yoktur.
Ayetlerin
üslubundan anlaşılıyor ki, onun kavminin zikredilmesi ile hatırlatma ve uyarma
hedeflenmiştir. Bu durum daha önce de açıkladığımız üzere. Kur'an'in
kıssala-nnıdaki genel
hedefe uymaktadır. Bu konuda gerekli gördüğümüz açıklamaları Ala süresindeki
"İbrahim ve Musa'nın sahifeleri" ayetinin
tefsirinde yaptık. Tekrar bunlara dönmek gerekmemektedir. [65]
56- Bu da ilk uyarıcılar gibi bir uyanadır.
57- Oyaklaşıcı [66]
yaklaştı[67].
58- O'nu
Allah'tan başka açacak kimse yoktur.
59- Şimdi
siz bu söze (Kur'an'a) mı hayret ediyorsunuz.
60- Ve
gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz.
61- Ve siz
başkaldırıyorsunuz[68].
62- Haydi Allah'a secde edin ve kulluk edin.
Buradaki (56-62)
ayetlerde, Peygamber (s)'in tebliğ ettiği Kur'ani
uyarının önceki peygamberlere Allah'ın gönderdiği ilk uyanlardan olduğu
vurgulanmış, Allah'tan başka hiçbir kimsenin kurtulamayacağı kıyamet gününün
gelmesinin yaklaştığı ve Onun davetine uyulması dile getirilmiş, Allah'ın
uyarıcısı/neziri ve Kur'an'ına
kibir, alay ve yüzçevirmek ile karşılık vermeleri
sebebiyle kafirler kınanmıştır.
Oysa onların öncelikle
korkmaları ve uyarıldıkları şeyin korkusundan ağlamaları gerekirdi. Ayetler Kur'an'ı dinleyenlere (okuyanlara), Allah'a secde ve ibadet
etmelerini emretmekle sona ermiştir. Sanki onlara, (bu şekilde davranmanın)
yapılması gerekir birşey olduğunu söylemektedir.
Son ayet, daha Önceki
ayetlerde kendilerine yöneltilen hitaba devam olarak kafirlere yöneltilmiş
olabileceği gibi kafirlerin tavırlarına ve onların yaptığı boş hareket ve alaylara
aldırış etmeme, Allah'a ibadete yönelme ve ona yaklaşmaya teşvik olarak mü'mirilere de yöneltilmiş olabilir.
Buradaki ilk ayet daha
önceki ayetlerin peşinden gelen hususi bir ayettir. Zira Hz.
Muhammed'in peygamber olarak gönderilme olayı garipsenecek ve tuhaf
karşılanacak şekilde sonradan çıkmış br olay
değildir. Kur'an da Allah'ın vahyetüği
ilk kitap değildir. O ve diğeri ilk zamanlardan biri, insanların uyarılması
hususlarındaki Sünnciullaha göre ortaya çıkmıştır.
Nitekim Peygamber ve Kur'an, hedef ve muhteva
yönünden Allah'ın (daha önce) gönderdiği peygamberler ve onlara indirdiği
kitaplarla tam bir uyum içerisindedir ki, bu husus Kur'an'da
birçok kez tekrar edilmiştir. Öyle görünüyor ki, bir taraftan olumsuz tavırları
yüzünden kafirlerin kınanması bir laraftan da Hz. Pcygam-ber'in
çağrısı ile daha önceki peygamberlerim çağrısının kaynak ve esasının tek oluşunun
vurgulanması hedeflenmiştir. Kur'an 'ı dinleyenlerin
ve kafirlerin daha önceki peygamberin risaîetinc ait
haberleri bilmelerinden dolayı bu şekilde onlara delil getirilmiştir.
İkinci
ayetin zahirinde her ne kadar kıyamet gününün yaklaştığı mânası görünüyorsa da,
ayetin içeriği, onun içerisinde korkutma ve kesinlik bulunan genel bir tarzda
bugünü kıyamet ile uyarmak amacını taşıdığını göstermektedir. Şu itibarla ki,
gelmesi ve görünmesi mutlaka kesin gerekli şey, kuşku duyulmayacak şekilde,
olmuş ve onlara yaklaşlı-rılmıştir.
Sanki dinleyenlere ve özellikle inkarcılara kesin bir imkansız olduğu veya gerçek
olmadığını ya da uzak ihtimal olarak gördükleri şeyin
şüphe edilemez bir gerçek hadise olduğu Allah'a sığınmak ve Peygambcr'in davetini kabul etmekten başka hiçbir şeyin
onları bu hadiseden koruyamayacağı, kesin bir uyarı üslûbu ile hatırlatılmak
istenmiştir ki, burada yönellici telkin vardır. [69]
[1] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/227.
[2] Hevâ Düştü, kaydı demektir.
[3] cn-Necm
Burada "necni" kelimesiyle neyin
kastedildiği konusunda farklı görüşler vardır. Bize göre en doğrusu "izâ lıevâ" (kaydığında)
ifadesinin de İşareti iie "gökten inen
yıldız" mânâsıdır.
[4] Şâhibukum (Arkadaşınız),
Peygamber (s) kastedilmiştir.
[5] Dalle Saptı, kaydı veya
sürçtü demektir!
[6] Gâvâ Cahil o!du veya karıştırdı yahut haktan saptı demektir,
[7] el-hevâ Hakka istinad etmeyen, hususi, hissi ve bencilce bir kasıttan
kaynaklanan görüş.
[8] Vahyim yuht
"Vahiy" kelimesi "İha"
kelimesinden gelmektedir. Bu kelimenin kökünde, sürat, işaret, ilham, korku
salmak gibi mânalar bulunmaktadır. Kur'an'da bu
anlamlarda kullanıldığı yerler de vardır. Allah'ın evrendeki varlık ve
yaratıklara bahşettiği kanunlar mânasında da kullanılmıştır. Ayrıca Allah'ın
emirlerini peygamberlerine iletmek üzere melekleri göndermesi veya O'nun
dilediği hususları peygamberlerine bildirmesi yahut onların kalplerine ilkâ etmesi anlamında da varid
olmuştur. Buradaki vahiy kelimesi ile son iki anlamı taşımaktadır.
[9] Allemehû Bu liildeki zamir (özne) mülessirlerin
cumhurunun kabul ettiği görüşe göre, Allah'ın Peygamber (s)'e gönderdiği
meleğe aittir ki p da Cebrail'dir.
[10] Zu-mirra
Kuvvet sahibi, muhkem ve mükemmel akıl sahibi demektir. Tercihe şayan görüşe
göre kelimenin anlamı budur. Cumhurun kabul ettisi
görüşe eörc, bu kelime Allah'ın melesinin bir
vasfıdır.
[11] Istevâ Yükseldi, veya yüksek
ve yüce makamda doğruldu demektir. Zamir (öznellik) yine meleğe aittir.
[12] et-Ufuku'l-A'îâ Gökyüzü demektir.
[13] Sümme elenâ
fetcdcllâ Taherİ cümicclc takdim ve tehir olduğunu söylemiştir. Buna göre
ayet (tedellû siimnıc denâ: şarklı sonra yaklaştı) yüksck(mevki)den
indi sonra yaklaştı, anlamındadır. Takdim ve iehİr
(görüşü) doğru olmasa bile aynı mâna mevcuttur.
Sümme elenâ fetcdcllâ
Taherİ cümicclc takdim ve
tehir olduğunu söylemiştir. Buna göre ayet (tedellû siimnıc denâ: şarklı sonra yaklaştı)
yüksck(mevki)den indi sonra yaklaştı, anlamındadır.
Takdim ve iehİr (görüşü) doğru olmasa bile aynı mâna
mevcuttur.
[14] Kaabc kavseyn
Mesafenin çok yakın ve kısalığı anlamına gelmektedir. Peygamber (s) ile melek
arasında İki kaş arasındaki katlar bir mesafe kalmıştı demektir.
[15] ahdîhî ma
evhâ Burada kul ile Peygamber (s) kastedilmiştir,
"evhâ" (vahyetti)
filmdeki zamir (öznelik), cumhurun görüşüne göre Melek Cebrail'e aittir.
[16] el-Fııâd İnsandaki hıfzedici
güç (hafıza) ve müdrikedir.
[17] Tumârıinehû O'nunla mücadele ediyorsunuz (anlamındadır).
[18] Bkz. Ayetlerin tefsir
hakkında Taberi, İbn Kesir,
Begavi, Nişaburi
Tefsirleri.
[19] Aîlah'ın Peygamberleriyle
bağlantı kurmasına ilişkin üç şekil vardır: Bunlar, onların kalplerine atıian ve ilham edilen direkt vahiy, veya onların
işittikleri bir ses, yahut Allah'ın onlara gönderdiği elçi melektir.
[20] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/230-231.
[21] Ayetlerin tefsiri hk. bkz. Tabresi, Nişaburi
ve Hazin Tetsirferİ.
[22] kinci ayettte ifade
edildiğine göre, Peygamber (s) ve mü'minler bir içtihadda bulunarak durumu İbrahim (a)'in yaptığı ile kıyas
ettiler. Allah da bu konudaki farkı açıkladı ve doğruya yöneltti.
[23] Burada başka örnekler de var ki yeri geldiğinde
bunlara dikkat çekeceğiz.
[24] Bu konuda başka örnekler de vardır ki, bunlara yeri
geldiğinde dikkat çekeceğiz.
[25] Bkz. "Kıır'anu'l-Mecid", s. 23-27;
248-251. (Ekin Yayınlan, İstanbul 1997) Derveze
Türkçe'ye de çevrilen "Kur'anu'l-Mecid" adlı kitabında yukarıda verdiğimiz sayfalarda
bu konuyu işlemekte, Rasulullah (s)'a ilham da geîse bunun Kur'an vahyiyle
tasdik edilmedikçe bağlayıcı olamayacağı örneklerle belirtilmektedir. (Yayıncı)
[26] Bkz, ei-
Kur'anu'l Mecid Kitabımız,
s. 288-394.
[27] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/159.
[28] Raâhıt Onu gördü. Müfessirleıin çoğunluğunun görüşüne eöre
filin gizli öznesi (fail) Peygamber,
meful'ü gösteren zamir (tümleç) İ.se Cebrail (a)'dir.
[29] Sidretü'l-Müntehâ Yürüyüş
veya turun sona erdiği yerdeki sidre (Arabistan
kirazı) ağacı demektir.
[30] Cennetü'l-Me'vâ Bazı müfcssirler burası
hakkında, arşın sağında bulunan, şehitlerin ruhlarının döndüğü öze! bir cennet
(bahçe) olduğunu söylemişlerdir. (Bkz. Keşşaf ve Taberi tefsirleri) "Me'vâ"
kelimesi, çoğul cennât kelimesine muzaf İleyh (isim tamlamasında
tamlayan) olmuş ve genel olarak kurtuluşa eren ve hüsrana uğrayanların
varacakları yer anlamında varid olmuştur. İbn Kcsir'in dediğine göre "Cennetü'I-Me'va" ve "Cenn'a-lüî Me'va"
içerisinde oturmak için bazı ev ve meskenlerin bunun yanında ağaç ve suların
bulunduğu yerdir.
[31] Zağa Saptı, sürçtü, görmesi gereken şeyi görmedi
demektir.
[32] Tciğâ Sınır ve amaç/hedefi çiğncdi/lecavüz etti demektir.
[33] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/234.
[34] Necm ve İsra
sûrelerinin tefsirleri hk. bkz.
Taberi, İbn Kesir. Nisaburi Begavi. Tabresi, Hazin. İbn Kesir belki
de bu rivayet, söz ve hadisleri en fazla cem'edendir.
[35] Isra sûresinin ilk ayet
yorumuna bakınız.
[36] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/159.
[37] Lâf, Uzzâ ve Mertât Bunlar cahiliye
dönemindeki meşhur Arap putları veya mabutlarıdır, Müfessirlerin söylediğine
göre "'Lât", ''Allah" (lafzının)
müennesidir. Mcnât ise 'nev'
kelimesinden mcf'alc (kalıbında) türemiştir*.
Ayetlere geçtiğimizde bunların teferruatını açıklayacağız.
[38] Dıyzî Zalim, demektir.
[39] Sultân Delil, destek demektir.
[40] Nev': Yağmur, rüzgar. Menat: Yağmur dilenen put. (Çevirenin notu).
[41] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/238-239.
[42] Bu konu hk. bkz. Taberi, Nişaburi.
Begavi, İbn Kesir, Tabresi, Hazin Tefsirleri, Asrun
Nebi kitabımız, 4. Bölüm, Araplar'dadini hayat.
[43] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/239-242.
[44] Lcmem Küçük hatalar veya bir
günahı lam yapmak üzereyken terketmek ya da pratikte işlememekle beraber niyet edip günahı
işlemekle zihni meşgul etmek.
[45] Ecinne "Cenîn"
kelimesinin çoğulu olup, ana karnındaki çocuk (embriyo) anlamındadır.
[46] Fe iâ
tuzekkû enfusekum
Böbürlenmeyin, kendinizin tamamen temiz, saf ve hatasız olduğunuzu iddia
etmeyin, demektir.
[47] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/243-244.
[48] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/244.
[49] Ekdâ Cimri oldu.
[50] Tezini Taşır anlamındadır.
[51] Vizr Yüklemektir. Ayet,
"bir kimsenin başkasının günahının sorumluluğunu taşımayacağı" mânâsındadır.
[52] Tiinmâ Meni olarak indi
(aktı), mânâsındadır.
[53] Aknâ Farklı görüşlere göre,
insanların mal-mülk sahibi olmaları için imkan sağladı, veya razı oluncaya dek
onları zengin elti demektir.
[54] el-Şi'râ Araplar tarafından
bilinen meşhur yıldızlardan biridir.
[55] Azlem Zalim kelimesi ve
türevleri Kur'an'da çeşitli mânalarda geçmiştir.
Adaletin zıddı olan zulüm, hak yolundan sapmak, bir kişiye karşı suç işlemek,
kendine ve herhangi birisine zarar vermek, düşmanlık, suç işlemek, eksiltmek
ve (başkasını hakkını) kısmak, bu mânalardandır. Buradaki anlamı suç işlemek ve
zulmetmek seya sapmaktır.
[56] cI-Mu'tefike
Mütcssirlerin çoğunun belirttiğine göre bunlar, Lût kavmi ve onların yurtlarıdır.
[57] Ehvâ Diğer bazı ayetlerde de
geçtiği üzere oraları yıktı, allını üstüne getirdi
demektir.
[58] Fe ğaşşâha
mâ gaşşâ Onların üstünü
nasıl bir azap örtlü, nasıl bir azap (öyle bir azap
örttü ki) demektir.
[59] el-AIâu Ayetler veya nimetleTnıânâsındadir.
[60] Tetcmârâ Şüphe ediyor ve
yalanlıyorsunuz demektir.
[61] Taberi ve Begavi Tefsirleri.
[62] Zemahşeıi, Keşşaf Tefsiri.
[63] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/247.
[64] En'âm sûresi, 164, isrâ 15, Fatır 18, Zümer 7
[65] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/248-249.
[66] El AzifeYakınlık anlamını
içermesi itibariyle kıyamet günü demektir.
[67] Ezifet Yaklaştı, demektir.
[68] Sâmidûn Kibirlenen,
böbürlenenler veya yüz çevirenler anlamındadır.
[69] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 1/249-250.