TALÂK SURESİ

 

65

 

İndiği Yer :

 

Medine

 

İniş Sırası :

 

99

 

Âyet sayısı :

 

12

 

Nüzulü

 

Mushaftaki sıralamada altmış beşinci, iniş sırasına göre doksan dokuzuncu sû­redir. İnsan sûresinden sonra, Beyyine sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur.[1]

 

Adı

 

Talâk "boşama" yoluyla evliliğin sona erdirilmesini ifade eden bir terimdir. Genel konusu bu olduğu ve ilk âyetinde aynı kökten gelen fiiller kullanıldığı için sûre bu adı almıştır. [2]

 

Konusu

 

Aile kurumunun dinî, ahlâkî ve hukukî temelini oluşturan nikâh akdinin ve evlilik birliğinin keyfi biçimde sona erdirilemeyeceği temasına ağırlık verilerek böyle bir zorunlulukla karşılaşıldığında uyulması gereken başlıca hükümler işlen­mekte, bu arada iyi niyet ve hakkın kötüye kullanılmaması gibi bazı temel ilkele­rin altı çizilmekte; aile ilişkilerinin sağlıklı yürüyüp yürümemesinde çoğu zaman etkili bir role sahip bulunan harcamalar konusunda ölçülü olmanın önemine dik­kat çekilmekte; meşru, mâkul ve dengeli olmayan, sonunda Allah'ın buyruklarına isyan etmeye varan isteklerin toplumların perişan olmasına ve medeniyetlerin çök­mesine yol açabileceği îma edilmekte; her halû kârda olup biten her şeyin, evren­deki bütün varlıkları yaratan Allah'ın gücü ve bilgisi dışında kalamayacağı hatır­latılmaktadır. [3]

 

Meali

 

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Ey Peygamber! Kadınları boşayacağını/ zaman iddetlerini gözeterek boşayınız ve bekleme sürelerini iyice hesap ediniz. Rabbiniz Allah'a saygısızlıktan sakınınız. Apaçık bir haya­sızlık yapmış olmadıkça onları evlerinden çıkarmayınız, kendileri de çıkma-smJar. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'ın koyduğu şuurları aşarsa aslında kendisine yazık etmiş olur. Bilemezsin ki; belki Allah bundan sonra yeni bir durum ortaya çıkanverir, 2. Sürelerinin sonuna ulaştıklarında onları ya uygun biçimde tutunuz yahut onlardan uygun biçimde ayrılınız; içi­nizden adaletli iki kişiyi şahit tutunuz ve şahitliği Allah için özenle yerine ge­tiriniz. İşte Allah'a ve âhiret gününe inananlara öğütlenen budur. Kim Al­lah'a saygısızlıktan sakınırsa O kendisine bir çıkış yolu gösterir. 3. Ve onu hiç beklemediği yerden rızıklandırir. Kim Allah'a dayanıp güvenirse O kendisi­ne yeter. Şüphesiz Allah dilediği şeyi sonuca ulaştırır. Allah her şey için bir ölçü koymuştur. 4- Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlar île âdet görme­yenler hakkında tereddüt ederseniz onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süreleri ise doğum yapmalarıyla sona erer. Kim Allah'a saygısızlıktan sakınırsa Allah ona işinde bir kolaylık verir. 5- İşte bu, Allah'ın size indirdiği buyruğudur. Evet, kim Allah'a saygısızlıktan sakınırsa Allah onun kötülüklerini örter ve ecrini büyütür. 6- O kadınları imkânınıza göre kendi oturduğunuz yerde oturtunuz ve onları baskı altına almak için kendi­lerine zarar vermeye kalkışmayınız. Eğer gebe iseler, doğum yapıncaya ka­dar nafakalarını karşılayınız. Sizin hesabınıza (çocuğunuzu) emzirirlerse on­lara karşılığını ödeyiniz ve aranızda güzelce konuşup anlaşınız. Anlaşmakta zorlanırsanız bu durumda o erkeğin hesabına başka bir kadın emzirecektîr. 7. Varlıklı olan sahip olduğu imkânlara göre harcasın, rızkı daralmış bulu­nan da Allah'ın kendisine verdiği kadarından harcasın. Allah kimseyi kendi verdiğinden fazlasıyla yükümlü tutmaz. Allah  güçlüğün ardından bir ko­laylık sağlayacaktır, [4]

 

Tefsiri

 

1-7. Birçok âyet ve hadiste insanın, ruhen ve bedenen birbirine ihtiyaç duyan ve birbirini tamamlayan iki cins olarak yaratılmasının hikmeti ve Önemi üzerinde durulmuş, evlilik birliğinin hem kurulması hem de korunması teşvik edilmiştir. Bu arada, mutlu bir yuvanın tesis edilmesi ve evlilik düzeninin sağlıklı biçimde işle­mesi için birçok buyruk, yasak ve öğüde yer verilmiş ve bazı tedbirler alınmıştır. Fakat evliliğin sona erdirilmesi kaçınılmaz hale gelse bile -Kilise hukukunda ol­duğu gibi- ömür boyu beraberlik zorunlu kılınmamış, bu sosyal realitenin daha bü­yük yaralar açmasının önlenmesine ağırlık verilmiştir. Talâk sözlükte "serbest bı­rakmak, bir bağı çözmek" gibi mânalara gelir. Fıkıh terminofojisinde talâkın özel anlamı "boşama"dır. Ancak bu, tek taraflı irade beyanıyla yapılan boşamanın ya­nı' sıra eşlerin anlaşarak evliliğe son vermelerini ve mahkeme kararıyla boşanma­yı da kapsar bir genişlikte kullanılmıştır. Tek taraflı iradeyle boşama yetkisinin ku­ral olarak erkeğe verilmiş olması bu yetkinin münhasıran onun tarafından kullanı­lacağı anlamında dinî bîr yükümlülük hükmü değil, olayın icaplarıyla ilgili mâkul İzahları olan bir düzenlemedir. Dolayısıyla, tarafların anlaşması halinde gerek nİ-kah akdi esnasında gerekse evlilik sırasında kadın da bu konuda yetkili kılınabilir. Evlilik birliğini sarsacak durumlarla karşılaşıldığında ve evliliğe son vermek ge­rekli hale geldiğinde dikkat edilmesi ve uyulması istenen yahut tavsiye edilen hu­suslara daha önceki bazı sûrelerde geniş biçimde yer verilmişti.[5]  Bu sûrede ise ağırlıklı olarak evliliğin sona ermesinin sonuçlan üzerinde durulmaktadır; ama -aşağıda görüleceği üzere- bunlar da bir yönüyle ev­lilik birliğini olabildiğince korumaya katkı sağlayıcı önlemler niteliğindedir.

Sûreye "Ey Peygamber" şeklinde başlanmakla beraber sözün akışı ve özel­likle kullanılan fiillerin çoğul olması, burada Resûlullah'ın şahsında müminlere hitap edildiğini, evlenme ve boşamanın aynı zamanda sosyal bir konu olduğunu göstermektedir. Özel olarak Peygamber'e hitap edilmesi ise bu hükümlerin tebliğ edilmesi ve doğru uygulanmasının sağlanmasında ona verilen görevin ve genel olarak konunun önemine dikkat çekme amacıyla İzah edilebilir. [6]

Sûrenin boşamaya ilişkin bölümünün tamamına hakim olan fikri, evlilik ku­rumunun, dolayısıyla evliliğe son verilmesinin ciddiye alınması gereken bir konu olduğu, bu konuda atılacak her adımın, birden fazla kişiyi ilgilendiren belirli so­rumlulukları da beraberinde getireceği şeklinde özetlemek mümkündür. Hızlı bir okumayla ve bazı yanlış uygulamalara ait bilgilerin etkisiyle burada, boşamanın sıradan bir işlem olarak görüldüğü ve boşamayla ilgili sırf biçimsel hükümlere yer verildiği gibi bir izlenim edinenler olmuşsa da, dikkatle incelendiğinde sûrede yer alan hükümlerin -amaçları itibariyle- iki noktada odaklandığı görülür: a) Evlenme gibi evliliğin sona erdirilmesi de medenî-hukukî bir işlemdir; gelip geçici heves­lerin, salt duygusal yaklaşımların ürünü olmamalıdır. Böyle bir konuda duygula­rın tamamen devre dışı kalması elbette mümkün değildir ve olayın tabiatı gereği gelinen noktanın oluşumunda daha çok hisler etkili olmuş olabilir. Ama artık eş­ler toplum için hayati önem taşıyan evlilik dokusuna kıyarlarken, -en uygun teda­vinin bu olduğu kanaatine ulaştığından- hastanın bir organının feda edilmesine ka­rar verebilen hekim sorumluluğu içinde hem rasyonel hem de vicdanî bîr değer­lendirme yapmak durumundadırlar, b) Anılan değerlendirme sonunda bu evliliğin sürmemesi gerektiği kararının verilmesi bütün iplerin kopması anlamına gelmez ve tarafların birbirine hasım muamelesi yapmasına haklılık kazandırmaz. Tam ak­sine boşama denen medenî işlemin de bir takım icapları, taraflara yüklediği veci­beler vardır; vecibenin yerine getirilmesini beklemek de diğer tarafın hakkıdır. Bu hususlar 1-7. âyetlerde inanç ve ahlâk ilkelerine göndermeler yapılarak ilmek il­mek örülmüş, 8. âyet ve devamında ilâhî buyruklara karşı gelenlerin acı akıbetle­ri, peygamber ve kitap göndermenin amacı, bu bildirimlere uyanların kazanacak­ları ebedî mutluluk ve hiçbir şeyin Allah'ın gücü ve bilgisi dışında kalamayacağı gerçeği hatırlatılmış, böylece bu önemli konunun kuru bir hukuk ilişkileri yumağı olarak algılanmaması gerektiğine dikkat çekilmiştir.

1. âyette belirtildiği üzere, artık evliliğin devamına imkân görülmüyorsa bu bağı sona erdirme kararım uygulamanın taraflar için yeni bir süreç başlatacağı bi­linmelidir. Her şeyden önce boşama iradesinin işleme konması için belirli sürele­rin dikkate alınması gerekmektedir. ResûluHah'ın açıklamaları ve ilk dönem tatbi­katı ışığında bu âyetten çıkan pratik sonuç, yani usulüne (Sünnet'e) uygun boşa­ma şöyle olmaktadır: Boşama düşüncesi kesinlik kazanmış olsa bile bu karar ira­de açıklaması haline getirilirken, kadının temizlik döneminde bulunması ve o dö­nem içinde eşler arasında cinsel temas meydana gelmemiş olması gerekir. Bu şar­ta uygun olarak boşama iradesinin açıklanması eşler arasındaki evlilik bağını ko-paraıaz; sadece bir boşama hakkı kullanılmış olur; buna ric'î talâk (dönüş imkâ­nı veren boşama) denir. Kadın iddet süresi içinde (bir içtihada göre -boşamayı iz­leyen- üç, diğer içtihada göre yine boşamayı izleyen iki âdet dönemi sona erince­ye kadar) aynı evde oturmaya devam eder. Bu süre içinde koca evliliği sürdürmek istediğini sözle veya fiilen (kan koca hayatını yeniden başlatacak bir eylemle) açıklarsa (ric'at), yeni bir nikah akdine gerek olmaksızın evlilik ilişkisi devam eder. Böyle bir dönüş gerçekleşmeden belirtilen süre dolduğunda ise bu boşama kesinlik kazanır (bâin talâk haline gelir, buna "beynûnet-i suğrâ" denir) ve eşler ayrılırlar. Yine de bu durum, yeni bir nikahla tekrar birleşmelerine engel değildir. Yemden evlendiklerinde yine geçimsizlik olursa boşama için aynı prosedür geçer­li olur. Fakat evlilik kurumunun hafife alınmaması ve dejenere edilmemesi için bu tür aynıma ve birleşmeler belirli sayıyla sınırlandırılmıştır. Üçüncü boşama ile "büyük kesin ayrılık" (beynûnet-i kübrâ) denilen sonuç meydana gelir ve bu du­rumda eşlerin yeni bir evlilik yapmaları, daha uzun bir süreçte, gerçekleşmesi güç şartlara bağlanmıştır. [7]  Tarafların konuyu daha dikkatli ve ger­çekçi biçimde değerlendirmeleri için verilen bu imkânı kullanmak istememeleri halinde, yukarıda açıklandığı şekilde her bir boşamanın kesinlik kazanması için üçer ay beklemeden üç temizlik döneminde ayrı ayn boşama işleminin yapılma­sıyla da "büyük kesin ayrılık" meydana gelir.

Bütün bunların anlamı, boşanma düşüncesi ne kadar kesinlik kazanmış olur­sa olsun, Kur'an ve Sünnet'e uygun boşama usulüne göre (ister bir talâk hakkı, is­ter bütün haklar kullanılarak) kesin bir ayrılık -yaklaşık- üç aydan önce gerçekle­şemez; bu süre İçinde eşler aynı çatı altında bu karan gözden geçirmek ve şayet mantıklı değil de fevrî bir karar söz konusu ise onu -durum etrafa yayılmadan- dü­zeltmek imkânına sahiptirler. Nitekim âyetin sonunda şöyle buyurulmuştur: "Bile­mezsin ki; belki Allah bundan sonra yeni bir durum ortaya çıkanverir." Bu ifade­yi eşlerin özellikle kocanın evlilik bağının sona ermesiyle ortaya çıkacak sonuçla­rı ölçüp biçmeleri, mâkul ve soğukkanlt bir değerlendirme yapıp sağduyuyla hare- ket etmeleri şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi hakkın kötüye kullanılması ve sınırın aşılmasından dolayı insanların aklım başına getirecek olaylar zuhur etmesi veya Allah'a saygısızlıktan kaçınıp süreye ve sınıra riayet etmeleri sebebiyle ilâhî bir lütuf olarak onları darlıktan kurtaracak veya aralarındaki soğukluğu giderecek gelişmelerin meydana gelmesi gibi mânalarla da açıklamak mümkündür.

Yukarıdaki prosedür fiilen başlamış evlilikler için geçerlidir. Nikah akdinden sonra fakat henüz karı koca hayatı başlamadan önce boşama halinde bu şekilde id-det beklenmesi gerekmez. [8]

Hanefî mezhebine göre boşama şiddet ifade eden yahut kinayeli sözlerle ol­muşsa iddet süresi dolmadığı halde talâk hemen kesinlik kazanmakta (bâin olmak­ta), fakihlerin çoğunluğuna göre bir defada veya yukarıda belirtilen iddet süresine riayet etmeden kısa aralıklarla üç talâk hakkının kullanılmasıyla "büyük kesin ay­rılık" (beynûnet-i kübrâ) meydana gelmektedir. Söz konusu fakihler bu şekillerde yapılan boşamaları Sünnet'e aykırı ve kaçınılması gereken birer davranış olarak görmekle beraber, sonuç doğurucu (geçerli) saymışlardır. Dolayısıyla bu durum­larda boşamayla ilgili irade açıklamasını takiben eşlerin aynı çatı altında bulunma­ları ve henüz kesin ayrılık meydana gelmeden bu karan gözden geçirmeleri imkâ­nı ortadan kalkmış olmaktadır. Özellikle Hanefıler'in bâin talâk anlayışını konu­nun bu yönüyle izah etmek, yani aralarında çok şiddetli kavgalar cereyan etmiş ve aynı evde ikameti sürdürmeleri imkânsız hale gelmiş eşlerin üç ay gibi bir süreyi belirtildiği şekilde geçirmelerinin kendi halet-i ruhiyelerînin yanı sıra toplumsal telakkiler açısından taşıyacağı zorlukları da dikkate almalarına bağlamak müm­kündür. Bu içtihadın psikolojik ve sosyolojik realiteyi göz önüne almasına karşı­lık âyette öngörülen yolun tıkanmasına yol açtığı söylenebilirse de, hükmün nihaî amacını yani fevti kararlarla evlilik birliğine son verilmemelini sağlamak üzere tabiî biçimde işleyen toplumsal denetim ve destek mekanizmalarının daha etkin kılınmasıyla bu boşluğun doldurulmasına çalışılmıştır. Nitekim tarihî tecrübe, te­orik olarak incelendiğinde keyfi biçimde ve sık sık kullanılacağı izlenimi edinilen boşama yetkisinin böyle bir kullanıma fazlaca konu olmadığım göstermektedir ki, bunun Kur'an ve Sünnet terbiyesiyle yoğunılmuş toplumsal telakkiler ve gelenek­lerle yafandan ilişkili olduğu inkâr edilemez. Öte yandan -aşağıda açıklanacağı üzere- Hanefî mezhebinde bâin talâk yolunu seçmenin nafaka haklarım ihlâl etme­mesini sağlayacak bir ictihad benimsenmiştir.

Bir defada üç talâk hakkının kullanılmasının geçerli sayılmasına gelince, Hz. Ömer dönemi şartlan içinde mâkul izahı olan bu uygulamanın sabit bir dinî hü­küm gibi anlaşılması önemli problemlere yol açmış, bu sebeple birçok âlim bu hu- susta duydukları rahatsızlığı dile getirmiştir. Bu konuda dikkatten kaçırılmaması gereken bir nokta, bu tür boşamayı geçerli sayanların da bunu dinî bakımdan asla tasvip etmemiş, sadece bir yetkinin yerli yerince kullanılmasını sağlayıcı bir yap­tırım olarak görmüş olmalarıdır. Fakat Bakara sûresinde  [9]açıklandığı üzere bu yaptırımdan, anılan yetkiyi yersiz kullanan kişiden çok eş ve çocukları zarar görmüş, ayrıca dinî düşünce ve toplumsal değerler de örselenmiştir.

İlk âyetin başında "boşayacağınız zaman" anlamına gelen bir ifadenin yer al­ması, talâkın hissî ve âni olmaması, yeterince düşünüp taşındıktan sonra verilen bir kararın icrası tarzında olması gerektiğini göstermektedir. [10] Bakara 2/228 âyetinin tefsirinde açıklanan görüşlere paralel olarak buradaki "id-detlerini gözeterek" diye çevrilen ifade için, "âdet dönemlerini beklerlerken, âdet öncesinde" ve "temizlik halindeyken" şeklinde izahlar yapılmış olmakla beraber bunlar pratik sonuç itibariyle talâkın temizlik dönemi içinde olması gerektiği nok­tasında birleşir. Ayrıca Rasûlullah'ın açıklamaları doğrultusunda talâkın verildiği temizlik döneminde eşler arasında temasın da cereyan etmemiş olması gerekir. [11] "Ve bekleme süre­sini iyice hesap ediniz" mealindeki cümlenin kural olarak talâk tasarrufunda bulu­nan kocaya ve iddet bekleyecek kadına hitap ettiği kabul edilirse de, bazı âlimle­rin burada müslümanlara yani topluma yüklenmiş bir görev olduğu yorumunu yapmaları[12]  Kur'an ve Sünnet'in aile kurumuna özen göste­rilmesini toplumsal sorumluluğun bir parçası olarak bakılmasını telkin eden açık­lama ve düzenlemeleriyle paralellik taşıması açısından önemlidir.

"Onları evlerinden çıkarmayınız" mealindeki cümlede evlerin kadınlara İza­fe edilmesi, talâk öncesi paylaşılan yuvanın hâlâ kadının da yuvası olarak görül­mesi gerektiğini göstermektedir. İddet süresince kadının evinden çıkarılmaması ve çıkmaması hükmü, kocasından tamamen ayrılmadan hamile olup olmadığının açıklık kazanmasa, bu dönemde çevresi tarafından kendisine evlilik teklif edilebi­lecek bir aday olarak görülmemesi ve -henüz yeni bir evlilik yapamayacak durum­da olduğuna göre- bu dönemde himayeden ve ekonomik destekten yoksun bırakıl­maması gibi sebeplerle de açıklanmıştır. Fakat bu hükümdeki öncelikli amacın -yukarıda belirtildiği üzere- talâk işleminin hemen kesinlik kazanmaması ve eşle­rin evlilik hayatına dönüş kararını kolaylaştıracak bir ortamda bulunmalarının sağ­lanması olduğu anlaşılmaktadır. Zira diğer gerekçeler yaş, sosyal ve iktisadî şart­ların farklılığına göre bütün kadınlar için söz konusu olmayabilir. Âyetin "apaçık bir hayasızlık yapmış olmadıkça" şeklinde çevrilen kısmı, talâk verilmiş kadının ağır bir ahlâkî kusur işlemiş olması halinde eski yuvasında ikametini sürdürmesi- nİn mâkul ve doğru olmayacağını belirtmektedir. Buradaki istisna edatı önceki fi­illerden birine veya her ikisine bağlanabildiği için, "böyle bir durumda o kadınlar çıkabilirler ve  veya çıkarılabilirler" tarzında yorumlar yapılmıştır. "Apaçık haya­sızlık" ifadesi daha çok "mâsiyet" (büyük günah) olarak açıklanmakla beraber ba­zı âlimler aile fertlerine karşı ağır hakaret ve cana kast niteliğindeki eylemleri de bu kapsamda sayarken bazıları bu ifadeyi zina, hırsızlık gibi suçlarla sınırlandır­ma cihetine gitmişlerdir. Bİr anlayışa göre bu ifade, ortada bir zaruret yokken ka­dının çıkıp gitmesini anlatmaktadır. "Çıkma"nın maddî anlamda evin dışına çık­ma şeklinde açıklanması ise âyetin amacını daraltmaktadır. [13] Başka bazı delillerden ya­rarlanarak bu istisnayı âyetin başındaki "boşaymız" fiiline bağlayanlar da olmuş ve onlar bu noktadan hareketle "İffetli bir kadın boşandığı takdirde şartların onu kötü yola düşüreceği kanaatine ulaşılıyorsa bu durumda onu boşamak caiz değil­dir" gibi sonuçlara ulaşmışlardır. [14]

Bakara 2/229 ve 231 âyetlerinde boşama iddeti dolduğunda "ya iyilikle evli­lik içinde tutmak veya güzellikle serbest bırakmak" gerektiği belirtilmişti. Burada 2. âyette de "Sürelerinin sonuna ulaştıklarında onlan ya uygun biçimde tutunuz ya­hut onlardan uygun biçimde ayrılınız" buyurularak gerek evlilik birliğini sürdürme­nin gerekse evliliğe son vermenin insana yaraşan, kamu vicdanına ters düşmeyen bir nezahet içinde olması gerektiği tekrar hatırlatılmaktadır. Kur'an'ın, genellikle uyuşmazlık, kırgınlık hatta zaman zaman düşmanlık duygularının en yükseklere tır­mandığı bir an olan evliliğe son verme sırasında dahi mâkul ölçüler içinde, erdem­li ve olabildiğince özverili hareket etmeyi telkin eden bu ifadeleri, müslümanlann aile kurumuna bakışlarını ve bu çerçevedeki davranışlarını biçimlendirmede anah­tar role sahip anlatımlardır. Öte yandan bu âyetlerin üçü de evhliğe devam kararı­na öncelik verilmesi, buna teşvik mânası taşıyan bir anlatım inceliği taşımaktadır.

2. âyetteki şahit tutma buyruğunun bağlamı dikkate alınarak bunun, iddet dolduğunda ayrılma kararlılığını ifade ederken veya evliliği sürdürme kararını açıklarken yahut bunlardan hangisi seçilmiş olursa olsun yerine getirileceği yo­rumlan yapılmıştır. Hatta bir yoruma göre en başta Ulak beyanında bulunurken de şahit tutulmalıdır. Genel kanaat bu ifadenin bağlayıcılık değil tavsiye anlamı taşı­dığı yönündedir; dolayısıyla şahit tutma, söz konusu işlemin geçerlilik şartı sayıl­mamıştır. Bazı fakihler yukarıda belirtilen iki durumu birbirinden ayırt ederek şa­hit tutmanın sadece evliliğe devam kararını açıklarken zorunlu olduğu düşüncesin­dedir. Her halû kârda bütün İslâm âlimleri bu buyruğun hakların zayi olmaması ve ihtilâfları önleme gibi amaçlar taşıdığı noktasında birleşmektedir. Dolayısıyla, kendi dönemlerinin şartlan içinde Kur'an'ın öngördüğü amacm genellikle gerçek­leştiğini görmeleri onları şeklî işlemleri çoğaltma ve külfeti arttırmadan uzaklaş­maya yöneltmiş olsa da, şartların değişmesiyle, evlenmede olduğu gibi evliliğin sona ermesi sırasında da hakların güvence altına alınmasını ve daha sonra ortaya çıkabilecek çekişmelerin önlenmesini sağlayacak bir prosedür geliştirilmesi zaru­ri hale gelmiştir. Günümüz âlimleri genellikle böyle bir düzenlemeyi gerekli bul­maktadır. [15]

2. âyetin son kısmında, 3. âyette, yine 4, 5 ve 7. âyetlerin son kısımlarında, belirli bir olayla sınırlandırılmaksızın ve soyut ifadelerle, müminin hayat felsefe­sine temel teşkil etmesi gereken bazı umdelere yer verilmektedir: "Kim Allah'a saygısızlıktan sakınırsa O kendisine bir çıkış yolu gösterir. Ve onu hiç beklemedi­ği yerden nzıklandınr. Kim Allah'a dayanıp güvenirse O kendisine yeter. Şüphe­siz Allah dilediği şeyi sonuca ulaştırır. Allah her şey için bir ölçü koymuştur. Kim Allah'a saygısızlıktan sakınırsa Allah ona işinde bir kolaylık verir. Kim Allah'a saygısızlıktan sakınırsa Allah onun kötülüklerini örter ve ecrini büyütür. Allah kimseyi kendi verdiğinden fazlasıyla yükümlü tutmaz. Allah bir güçlükten sonra bir kolaylık sağlayacaktır." Öyle görünüyor ki, birer özdeyiş niteliğindeki bu İfa­deler, evlilik bağına son vermeyi ciddi biçimde düşünen, bu yönde adımlar atma noktasına gelen hatta bu karara varıp uygulamaya başlayan kişilerin ve böyle ger­gin bir sürecin söz konusu edildiği bîr bağlama yerleştirilerek, mümine bütün sı­kıntılı hayat olaylarına belirtilen örnek ışığında bakıp davranışlarına bu ilkelere göre çekidüzen vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır. Bu ifadelerle ilgili izahları şöyle özetlemek mümkündür: Bir mümin daraldığında hayırlı çıkış yolunun ne ol­duğu hususunda kendini şartlandırmamali, Allah'tan gelecek sonucun kendi hay­rına olacağına İnanmalıdır ve emin olmalıdır ki Allah'a saygısızlık etmekten sakı­nan kişiye O, her daraldığında bir çıkış yolu gösterir; bir kolaylık, bir tahammül gücü verir, kusurlarını örter ve hak ettiği mükâfatı asla esirgemez. Meselâ evlilik konusunda kişi kendini ne kadar güçlü ve akıllı görürse görsün, hakkında hayırlı olan çözüm için Allah'tan yardım dilemelidir. Aksi takdirde karşılaşacağı sonuç­lar kendi doğrularının yahut saplantılarının yanlışlığını ortaya koyarsa manevî bir yıkıma uğraması kaçınılmazdır. Ama yukarıda belirtildiği şekilde adaleti, iyiliği, erdemi ve sağduyuyu esas alıp doğruya ulaşmak için azamî çabayı gösterdikten sonra kendi saplantılarına yapışıp kalmadan hayırlı olana eriştirmesi için Allah'a yalvarırsa karşısına çıkacak sonuç ne olursa olsun bunu gönül huzuruyla kabulle­nebilir ve çekeceği sıkıntılar için O'nun tükenmez hazinesinden ecir bekleyebilir. Nitekim 3. âyetin İlk cümlesinde belirtildiği üzere, Allah Teâlâ böyle davranan ku- lunu hiç ummadığı, hesap etmediği bir zamanda, yerde ve şekilde rızıklandınr; ona maddî veya manevî rahatlama sağlar. Kişi Allah'a tevekkülün hakkını verebi-lirse yani tam bir teslimiyet içinde O'na dayanıp güvenirse, artık boşluğa düşme endişesi taşımaz. Ama kulların tercihi ne olursa olsun, hiçbir şey Allah'ın iradesi­ni sınırlandıramaz, O hükmünü yerine getirir. Unutulmamalıdır ki Allah imtihan için var ettiği dünya hayatını ve evrendeki her şeyi birtakım dengeler üzerine kur­muştur, ölçüler koymuştur; kulun bu ilâhî yasaları yok sayması ve üzerine düşeni ihmal etmesi tevekkül olarak nitelenemez. Yine de, üzerine düşeni yapma, kişinin güç yetirmeyeceği şeylerle yükümlü olduğu mânasına gelmez, herkes kendine ve­rilen imkânlar ölçüsünde sorumludur; ama mümin bir sıkıntıdan sonra bir ferahlı­ğa kavuşacağı ümidini daima korumalıdır.

İlk iki âyette boşamanın kesinlik kazanması için iddet süresinin dolması ge­reği üzerinde durulmuştu. Bu süre Bakara süresindeki bir ifade ışığında üç âdet ve­ya üç temizlik döneminin geçmiş olması şeklinde açıklanmıştır. Genel durum esas alınarak ana meselenin hükmü bu şekilde belirtildikten sonra 4. âyette, özel du­rumlarda bu süre hakkında duyulabilecek tereddüt giderilmekte ve bu durumlara ilişkin ölçüler verilmektedir. Bunlardan ikisi âdetten kesilme ve hiç âdet görmeme durumları olup bu durumda bulunanların bekleme süreleri üç ay şeklinde belirlen­miştir. Üçüncü bir durum da kadının gebe olmasıdır ki bu takdirde doğum yapma­sıyla bekleme süresi sona erecektir. Bununla birlikte normal âdet dönemimde hiç hayız görmemiş veya bir iki defa gördükten sonra görmez hale gelmiş kadının id-deti konusunda -hamilelik durumunun kesinlik kazanması açısından- değişik gö­rüşler İleri sürülmüştür. Buradaki "tereddüt ederseniz" ifadesi bazı âlimlerce "ka­dının âdetten kesilip kesilmediği veya gelen kanın mahiyeti yahut gebe olup olma­dığı hakkında tereddüdünüz varsa" mânasında anlaşılmışsa da, sözün akışı somut olaylarla ilgili bir tereddütten söz edilmediğini, bu ara cümlenin "bu konudaki hükmün ne olacağını merak ediyorsanız" gibi bir anlam taşıdığını göstermektedir. [16]  

İlk âyette iddet süresince önceki evinin, kadının öz yuvası olarak görülmesi ve onun buradan çıkarılmaması gereği İlke olarak belirtilmişti; 6 ve 7. âyetlerde bu dönemdeki müşterek hayatın hatıra getirebileceği bazı temel sorunların çözümüne ışık tutulmaktadır. Bu âyetlerden çıkan sonuçlar özetle şunlardır: Her şeyden ön­ce karşılıklı iyi niyet esası korunmalıdır. Erkeğin bu dönemdeki yükümlülüğünün bir anlamda resmiyet kazanması kadın tarafından istismar edilmemeli, işi şekilci-lige döküp -meselâ o güne kadar oturduğu evin yeterli konfora sahip olmadığı ge­rekçesiyle- erkeği zora sokacak taleplerde bulunmamalı; buna karşılık erkek de bir yandan müşterek ikameti sağlama vecibesini şeklen yerine getiriyor gibi davranıp diğer yandan kadının bir an evvel ayrılıp gitmesi için manevî baskı yöntemleri uy-gulamamalı, ayrı oturmak gerektiğinde de imkânı olduğu halde kadını münasip ol­mayan bir meskende oturmaya mecbur etmemelidir. [17] Ric'î boşamanın iddetinde erkeğin nafaka yükümlülüğü devam etmekle birlikte kadının gebe olması halinde -boşama nasıl olursa olsun- hem bu yükümlülük da­ha bir önem kazanmakta hem de süre üç ayla sınırlı olmaktan çıkmakta yani bu sü­reyi aşsa bile doğum yapıncaya kadar sürmektedir. Bâin boşamada hâmile olma­yan kadına nafaka ödenmesi konusu tartışmalı olup Hanefî mezhebine göre bu du­rumda da kadının nafaka hakkı vardır. [18] Evlilikten doğan çocuğun nafakası baba tarafından karşılanaca­ğına göre onun temel gıdası olan anne sütünün de baba tarafından temin edilmesi gerekir. Bu konuda en tabiî yol çocuğun öz annesi tarafından emzirilmesidir; bu aynı zamanda çocuğun ve annenin hakkıdır. Kadın bu annelik hakkını önceleye-rek emzirmeyi ister ve ücret olarak belli bîr miktarda diretmez, erkek de mâkul bir ücret öderse sorun olmaz. 6. âyette "Aranızda güzelce konuşup anlaşınız" buyuru-larak en iyi yolun bu olduğu belirtilmiştir. Ama kadının ücret konusunu önceleme-si, erkeğin de onun talebini karşılayamaması halinde baba başka bir süt anne bu­lacaktır. 6. âyetin son kısmı, kadının tamahkârlığı, erkeğin de cimrilik yapması se­bebiyle böyle bir çözüme mecbur kalınmasının hoş bir durum olmadığını îma eden ve bu hale düşmemelerini öğütleyen bir üslûp taşımaktadır. [19] Böyle bir durumda ebeveynin kaprislerinden dolayı çocuğun zarar gör­müş olacağı açıktır. Nitekim fakihler, çocuk başka süt annesini kabul etmediği tak­dirde emsal ücret ödenerek öz annesi tarafından emzirilmesinin zorunlu hale gele­ceğine hükmetmişlerdir. Muhammed Esed, âyetin "anlaşmakta zorlanırsanız" şek­linde çevrilen kısmını, "eğer İkiniz de (annenin çocuğu emzirme ihtimalini) zor görürseniz" şeklinde çevirmiş ve bunu "kadının sağlık nedenlerinden dolayı ya da yeniden evlenmek istemesinden ötürü" şeklinde açıklamıştır. [20]  Bu mâkul bîr izah olarak görünmekle birlikte âyetin ifade akışına uygun düştüğünü söyle­mek kolay değildir. [21]

7. âyet evlilik birliğinin sona ermesine ilişkin meselelerin düzenlendiği bîr bağlamda yer almakla beraber, doğrudan belirli bir meseleye değinmeksizin har­camalar ve insanların yükümlülükleri konusunda önemli ilke ve uyanlar İçermek­tedir. Bunlarla ilgili açıklamaları da şöyle Özetlemek mümkündür: İster zekât ve nafaka gibi dinî ve hukukî vecibeler, ister gönüllü olarak başkalarına yapılacak yardımlar isterse kişisel ihtiyaçların karşılanması için yapılacak masraflar çerçe­vesinde olsun, harcama yükümlülüğü ve eylemi kişinin sahip olduğu imkânlardan bağımsız düşünülemez. Harcamalarda bu dengenin gözetilmesi gerektiği gibi, baş­ka bazı âyetlerde belirtildiği üzere sırf imkân sahibi olmak gelişigüzel harcamanın meşruiyet gerekçesi olarak görülmemeli ve bu konuda ölçülü olunmalıdır. [22]

Öte yandan imkânların sınırlı olması hali kişiyi iyice eli sıkı davranma alış­kanlığına ve hep yokluktan şikâyet eder hale gelmeye yöneltmemeli, herkes önce sahip olduğu imkânları yerli yerince kullanmaya çalışmalıdır. Allah hiç kimseyi gücünün üstünde ve kendi verdiğinden fazlasıyla yükümlü tutmaz[23] Ama belirtilen denge ve ölçüye dikkat ederek bir yandan mevcudun şükrünü edâ etmeye çalışmak ve daraldığında sabretmek diğer yandan da ümidini hiç yitirmeden meşru yollarla daha fazlasını elde etmek için elinden gelen çabayı sarf etmek gerekir. Şu var ki "Allah bir güçlükten sonra bir kolaylık sağlayacak­tır" mealindeki cümleyi her sıkıntıya düşene ardından ferahlık verileceğine dair kesin bir vaad olarak anlamak doğru olmaz; nitekim burada "zorluk" ve "kolay­lık" anlamına gelen kelimeler nekire (belirsiz) olarak kullanılmıştır. [24]  Öyle görünüyor ki bu cümle, müminin gelecekten asla ümidi­ni kesmemesi, bütün zorluklara karşı direnebilme alışkanlığı kazanması ve bu yön­de bir psikolojisi geliştirmesi gereğini aşılamaktadır. Kuşkusuz bu ümit, İmanlı bir kişi açısından sonu belirsiz bir gönül avutma şeklinde algılanamaz; çünkü Allah'a dayanıp güvenen ve buyruklarına içtenlikle uyanlara Yüce Allah en büyük ferah­lık, ödül ve kurtuluş olan âhiret mutluluğunu vaad etmiştir; son tahlilde bu da fe­rahlığı er geç tatmak anlamına gelmektedir.

"Eğer gebe iseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını karşılayınız" ifade­siyle hamilelere daha çok ilgi ve özen gösterilmesi gereğinin altı çizilmektedir; yoksa bu, gebe olmayan ve iddet bekleyen kadının nafaka hakkı olmayacağı anla­mına gelmemektedir. Fakat -yukarıda geçtiği üzere- fakİhlerin çoğunluğu talâk tü­rüne göre bir ayınm yapıp bâin talâkta boşanmış kadının -şayet hamile değilse- na­faka hakkı değil sadece mesken hakkı bulunduğuna hükmetmişlerdir. Bâin talâkın çerçevesini genişletenler Hanefiler olduğu ve onlar hamile olmasa dahi bâin talâk­ta kadının nafaka hakkım kabul ettikleri için (beynûnet-i suğrâ denen durumda) pratik sonuç fazla değişmemektedir. Bu görüş ayrılığının asıl sonucu, üç talâk hak­kının kullanılmasıyla oluşan (beynûnet-i kübrâ denen) durumda görülmektedir. Hatta bazı fakihlere göre bu durumda mesken hakkı da bulunmamaktadır. [25]

 

M eali

 

8. Rabbinin ve elçilerinin emrine karşı direnen nice memleketi şiddetli biçimde hesaba çekip bilinmedik görülmedik azaba çarptırmışızdır. 9. Böyle­ce yaptıklarının cezasını tatmışlar ve işlerinin sonu tam bir hüsran olmuştur. 10. Allah onlar için şiddetli bir azap hazırlamıştır. Şu halde siz Allah'a karşı gelmekten sakınınız, ey iman etmiş akıl sahipleri! İşte Allah size bir uyan in­dirdi. 11. İman edip iyi işler yapanları karanlıklardan aydınlıklara çıkarsın diye size Allah'ın apaçık âyetlerini okuyan bir elçi gönderdi. Kim Allah'a iman eder erdemli davranırsa, onu içinde ebedî kalmak üzere altından ır­maklar akan cennetlere koyar. İşte böylece Allah ona gerçekten güzel bir rı-zık ihsan etmiştir. 12. Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerlerini ya­ratandır. Allah'ın gücünün her şeye yettiğini ve yine AHah'ın ilminin her şe­yi kuşattığını bilesiniz diye O'nıııı buyruğu, bunlar arasında sürekli gelip ger­çekleşir. [26]

 

Tefsiri

 

8-11. Aile ilişkilerinin düzenli, hak ve hukuka dayalı yürümesi, harcamalar­da dengenin gözetilmesi gibi iyi ve yararlı amaçlar etrafında bazı hükümleri açık­layan âyetlerden sonra burada Allah'ın ve elçilerinin buyruklarına karşı direnen, taşkınlık eden toplumlarrn acı akıbetlerine değinilmesi, toplumun çekirdeğini oluşturan aile kurumunun ve bununla yakından ilgili olan iktisadî düzenin sağlam bir yapıda olması ve sağlıklı işlemesinin, medeniyetlerin varlık ve bekaları açısın­dan ne kadar önemli olduğuna, böyle bir yapının kurulup geliştirilebilmesinin ise ancak davranışlarım Allah İnancı ve ahlâk ilkeleriyle şekillendiren ve denetleyen bireyler yetiştirilmesine bağlı bulunduğuna ilişkin bir uyan olarak değerlendirile­bilir. Nitekim İslâm bilginleri amelî ahlâkı incelerlerken, eski kültürlerin doğru bildikleri yönlerinden de istifade ederek bu çerçevedeki ilke ve kuralları fert, aile ve toplum düzeyinde ele almalarının yanında İktisadî ahlâk ve ailenin iyi yönetil­mesi üzerinde özel bir biçimde durmuşlar, hatta "tedbîr-i menzil" adını verdikleri ekonomi politik ağırlıklı bir ilmî disiplin geliştirmişler, siyaseti de genellikle bili­nen işlevlerinin yanında bütün bireylerin manevî gelişimini ve en yüksek mutlu­luktan pay almalarını sağlayan bir kurum ve siyaset bilimini öncelikle bu imkân­ları araştıran bir disiplin olarak görmüşlerdir.

8 ve 9. âyetlerde Allah'ın buyruklarına, ilâhî-tabiî yasalara uymamakta dire­nip kaosu yeğleyenlerin sonlarının hüsran olduğu belirtildikten sonra 11. âyette peygamber ve ilâhî kitap göndermenin amacının insanları karanlıklardan aydınlık­lara çıkarmak olduğu ifade edilerek, dirlik ve düzenliği sağlayabilmek ve anarşi­den kurtulabilmek için vahyin aydınlığından müstağni kalınamayacağına bir kez daha dikkat çekilmiştir.

10. âyette geçen "uyarı" diye çevirdiğimiz zikir (zikr) kelimesi, "unutmama, hatırlama, anma, öğüt" mânalarına gelir; hiç dikkatten uzak tutulmaması ve uyul­ması gereken bir öğüt olduğundan Kur'ân-ı Kerîm'i ifade etmek üzere burada ve başka bazı âyetlerde bu kelime kullanılmıştır. 11. âyetteki elçiden maksat müfes-sirlerin büyük çoğunluğuna göre Hz. Muhammed'dir; Cebrail'in (a.s.) kastedildi­ği kanaatinde olanlar da vardır. [27] Öte yandan, 10. âyetin sonundaki "zikr" kelimesinin hemen ardından "elçi" anlamın­daki "resul" kelimesine yer verilmiş olması, bunların her ikisiyle Kur'an'ın veya Hz. Muhammed'in kastedildiği yorumlan da yapılmıştır. İbn Atıyye -bu kullanı­mın îcaz üslûbu gereği böyle olduğunu belirtip- birincinin KurVı'ı ikincinin Hz. Peygamber'i ifade ettiği görüşünü tercih eder. [28]

 

12. İnsan varlığının devamını sağlayan evlilik kurumunun sağlıklı işlemesi imkânsız ve evlilik akdine son verilmesi zaruri hale geldiğinde keyfî ve hissî ha­reketlerin önüne geçilebilmesi için uyulması gereken bazı ilke ve hükümlere yer verilip Allah'ın buyruklarına karşı taşkınlık eden toplumların başına gelenlere de­ğinildikten ve vahyin gösterdiği aydınlık yola çağrı yapıldıktan sonra sûre, yeriy­le göğüyle Allah'ın İrade ve buyruklarına boyun eğen, yüklediği işlevleri en kü­çük bir sapma ve aksamaya meydan vermeden yerine getiren varlıklar âlemine, buradaki muhteşem düzene ve İnce hesaplara dikkat çekilerek; bütün bunların, in­san Allah Teâlâ'nın her şeye kadir olduğunu ve hiçbir şeyin O'nun bilgisi dışında kalamayacağını bilsin diye böyle olduğu hatırlatılarak sona ermektedir.

"Gök" anlamına gelen semâ kelimesi Kur'an'da tekil ve çoğul şekliyle yüz­lerce defa geçer; yedi yerde göğün sayısı "yedi" olarak belirtilir ve bunlardan iki­sinde yedi göğün "tabakalar halinde" olduğu İfade edilir. [29] genellikle müfessirler "üstünüzde yedi yol yarattık" mealindeki âyette de [30] yedi göğün kastedildiği kanaatindedirler. [31]

"Yer, yeryüzü, yerküre" anlamına gelen arz kelimesi de -bazı bağlamlarda "ülke, belde" gibi farklı mânalarda kullanılmış olmakla beraber- Kur'an'da yüz­lerce defa geçer; fakat bu kelimenin çoğul kullanımına rastlanmaz. Bu âyette yedi gök tabiri kullanılıp hemen ardından yeryüzünden söz edilirken "onlar gİbî, onla­rın benzerlerini, bir o kadarım" şekillerinde çevrilebilecek tamlamada geçen "misi" kelimesinin farklı mânalarda anlaşılabilmesi sebebiyle âyetin bu kısmıyla ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. Arz kelimesinin başındaki belirlilik takısının (lâm-ı ta'rîf) hangi anlamı gösterdiğine, yine bu kelimenin önündeki "mİn" edatı­nın rolü ve hangi anlam için kullanıldığına ilişkin değerlendirmeler de bu izahlar­da etkili olmaktadır. Bu konudaki yorumları şöyle özetlemek mümkündür . [32]

a) Yerin göklere benzerliği sayı yönündendİr, yani yedi gök gibi yedi yer ya­ratılmıştır. Bu yorum bazı hadislerde ve sahabî sözlerinde geçen "yedi yer" şek­lindeki kullanımlar delil gösterilerek desteklenmeye çalışılmıştır. Bu haberlerin bazılarında yedi arzın denizlerle ayrıldığı ifadesinin yer alması bazı müfessirleri uzay denizleri ve gezegenler, bazılarını da yerküredeki kara parçalan (kıtalar) an­lamını düşünmeye yöneltmiştir. Rivayet ilmi uzmanlarınca^ bu konudaki haberle­rin çoğu zayıf veya uydurma (başka kültürlerden aktarılmış) görülmekle beraber, içinde "yedi yer" tabiri geçen ve daha çok temsilî anlatımlar içeren bazı sahih ha­dislerin bulunduğu da kabul edilmektedir. Öte yandan, bu ifadeyi yedi yer mâna­sında anlayan diğer bazı müfessirler burada arzın tabakalarına işaret bulunduğu kanaatindedirler; bu yorumda ilk hatıra gelen yerkürenin dikey tabakaları olmak­la birlikte bazıları bunu eski "ekâlîm-i seb'a" ayrımına göre yedi bölge şeklinde anlamışlardır. Kur'an'da arz kelimesinin hiç çoğul olarak geçmemesi, burada da göklere benzerlikten söz edilirken yedi sayısı tasrih edilmediği gibi bu kelimenin yine tekil olarak kullanılmış olması bu şıkta belirtilen yorumlara yöneltilen eleşti­rilerin esasını oluşturur. Nitekim bazı tefsirlerde aktarılan "Kur'an'da yerin sayı­sının yedi olduğunu gösteren bundan başka âyet yoktur" tarzındaki ifade, burada böyle bir delâletin asla bulunmadığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.

b) Yerin göklere benzerliği nitelik yönündendir. Bu anlayışta olanların bir kısmına göre arz kelimesinin başındaki belirlilik takısı (lâm-ı ta'rîf) cins belirt­mektedir, yani arz türünün veya bu türden olan bir kısım cisimlerin -bazı özellik­ler bakımından- yedi göğe benzerlik, denklik yahut uyum içinde olduğunu anlatmaktadır. Diğer bir gruba göre İse bu takı belirli bir varlığı yani dünyamızı ifade etmektedir; bu durumda çıkan mâna şu olmaktadır: Dünyamızın kıtaları, tabakala­rı veya bölgeleriyle yedi semâ arasında bir nitelik benzerliği vardır, ki bu anlamıy­la âyet bizi bu konuda bilimsel araştırmalara sevk etme amacı taşımaktadır. Bu yo­rumu benimseyen bazı müfessİrler yer ile diğer gök cisimleri arasındaki küre biçi­minde olma, güneşten ışık alma gibi benzerlikler üzerinde durmuşlardır. Ayrıca bunu gök cisimleriyle arz arasındaki maddî öğelerin benzerliği şeklinde anlamak da mümkündür.

Arz kelimesinin başındaki "inin" edatının "başlangıç bildirme" mânası da esas alınabilir. ElmaMı, bu ihtimal üzerinde duran bir müfessire rastlamadığını ama dil açısından bunun doğru olabileceğinde tereddüt duymadığını belirtir. Bu yaklaşıma göre âyette "arz" kavramıyla insanın aslma işaret edilmiştir; çünkü in­san topraktan yaratılmıştır. İnsanın yedi semâya benzetilen yönü ise onun idrak ve şuurunun kaynaklan olan ve yediden aşağı olmayan bilgi imkânlarıdır ki bunlar da beş duyu, akıl ve "vahiy tecellileridir. [33]

Yedi sayısı bazen bilinen anlamında değil çokluğu belirtmek için kullanı­lır; "yedi gök" deyimi de yerle İlgili tasvir de çokluğu anlatmak için kullanılmış­tır.

Bu ifade, o dönemde evrende yedi gök ve yedi arz bulunduğu telakkisi ha­kim olduğu için böyle kullanılmış ve muhatapların zihinlerine sığdırabildikleri ev­ren tasavvuru esas alınarak, bildikleri, varlığım kabul ettikleri her şeyin, kısaca bü­tün evrenin Yüce Allah tarafından yaratıldığına dikkat çekilmek istenmiştir.

Bilimsel veriler, göklerle arz arasındaki benzerliğin, gök cisimlerini ve yer­küreyi oluşturan maddî unsurlarla ilgili olduğu yönündeki yorumu destekler nite­liktedir. Kanaatimize göre, Kur'an'ın genel üslûbu ve buradaki ifade akışı dikka­te alındığında, bu ibareyi bir bilgi problemi haline getirecek tahmin ve yorumlara kaymak yerine, âyetin asıl amacı üzerinde durmak uygun olur. Bu amacı kısaca, insanı, evrendeki bütün varlıkların Allah tarafından yaratıldığı, varlıklar âleminde olup biten hiçbir şeyin O'nun bilgisi ve kudreti dışında kalamayacağı bilinci için­de olmaya çağırma şeklinde özetlemek mümkündür. İbn Âşûr'a göre âyet yerkü­renin, Allah Teâlâ'mn azamet ve kudretini gösterme hususunda göklerden aşağı kalmayacağını Özellikle belirtme amacı taşımaktadır. [34] Bu yoru- mu şu açıdan önemli görüyoruz: Kur'an bütünü itibariyle insana verilen değerin bir ifadesi olduğu gibi yine Kur'an'da insanın değeri konusuna yapılmış özel vur­gular da bulunmaktadır. Bu değerli varlığa lütfedilen nimetler arasında en hayatî olanlarım -şu ana kadar bilinebildiği kadarıyla- sadece yerkürenin sahip olduğu ve her şeyden önce insanın varlık sahnesine çıkıp varlığını devam ettirmesine imkân veren özellikler oluşturmaktadır. Kur'an'da semâ kelimesinin çoğul kullanıldığı âyetlerde genellikle arz kelimesine de yer verilmesi ve İlâhî kudretin kanıtlarına değinilen âyetlerde arz kelimesinin oldukça önemli bir yer tutması da bu noktayı destekler niteliktedir. Bu ise nihaî tahlilde âyetin, insanın kendisine verilen değe­ri ve önemi iyi idrak etmesi, ayrıca mukayeseli yerküre ve uzay araştırmaları ya­parken bu konuda bilgileri arttıkça Allah'a şükür borcu ve kulluk vecibesinin da­ha fazla bilincine varması gerektiği şeklinde bir özendirme mesajı içerdiğini orta­ya koyar. [35]



[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/307.

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/307.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/307.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/308-309.

[5] özellikle bk. Ba­kara 2/226-232

[6] Zemahşerî, IV, 107; İbn Âşûr, XXVIII, 294

[7] bk. Bakara 2/230

[8] bk. Ahzâb 33/49

[9] bk. 2/230

[10] Zemahşerî, IV, 107

[11] bk. Buharı, "Talâk", 2; Müslim, "Talâk", 1; Tirmizî, "Talâk", 1

[12] Şevkânî, V, 277-278

[13] bk. Taberî, XXVIII, 132-134; Şevkânî, V, 278; Elmalılı, VII, 5055-5056

[14] Elmalılı, VII, 5056-5057

[15] Muhammed Ebû Zehre, el-Ahvâlü'ş-Şahsiyye, s. 392

[16] bk. Taberî, XXVIII, 140-144; İbn Atıyye, V, 325. Boşama iddeti hakkında bk. Bakara 2/228; vefat iddeti hakkında bk. Bakara 2/234; iddet hakkında geniş bilgi için bk. H. İbrahim Acar, "İddet", Dİ A, XXI, 466-471

[17] ayrıca bk. Bakara 2/231

[18] el-Mevsılî, ei-İhtiyâr, IV, 8; Ebû Zehra, a.g.e., s. 409 vd.

[19] İbn Âşûr, XXVIII, 329-330

[20] III, 1161

[21] ayrıca bk. Bakara 2/233

[22] bk. Fur-kan 25/67

[23] ayrıca bk. Ba­kara 2/286

[24] İbn Âşûr, XXVIII, 332-333

[25] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/309-318.

[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/319.

[27] bk. Zemahşerî, IV, 112; Şevkânî, V, 284

[28] V, 327

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/319-320.

[29] Mülk 67/3; Nûh 71/15

[30] Mü'mi-nûn 23/17

[31] bu kelimenin kullanımıyla il­gili açıklamalar için bk. Bakara 2/29; A'râf 7/54; Fussilet 41/11-12; Zâriyât 51/7, 47; Rahman 55/7

[32] ayrın­tı için bk. fbn Atıyye, V, 327-328; Râzî, XXX, 39-40; Elmalılı, VII, 5078-5081; Ateş, IX, 496-499

[33] VII, 5081

[34] XXVIII, 339-340

[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/320-323.