Bu sureye
"Mülk" suresi denilmesinin sebebi, göklerin ve yerin mülkü yalnız
kendi elinde bulunan, mutlak egemenlik sahibi ve kâinatta dilediği gibi
tasarruf yetkisine sahip olan, hayat veren, öldüren, aziz eden, zelil kılan,
zengin edip fakirleştiren, veren ve alıkoyan Yüce Allah'ın kendi zatını kutsamasını
ve tazim etmesini ifade eden buyruklarla başlamasından dolayıdır.
Sure aynı zamanda
Vâkiye yani koruyucu ile Munciye yani kurtarıcı diye de adlandırılır. Çünkü bu
sure kabir azabından korur ve kurtarır. İleride açıklayacağımız gibi, o kendi
sahibine (bilip gereklerini yerine getirene) şefaat eder. İbni Abbas bu sureye
Mücadile yani mücadele eden adını da verirdi. Çünkü bu sure kabirde kendisini
okuyan adına bir mücadele verir.
[1]
Bu surenin kendisinden
önceki surelerle iki yönden ilişkisi vardır:
1- Genel yönüyle ilişkisi: Bu sure genel muhtevasıyla kendisinden önceki sureyi
pekiştirmekte, onun ele aldığı konuları daha da vurgulamaktadır. Bundan önceki
sure Yüce Allah'ın kudretinin, egemenliğinin boyutlarını açıklamakta,
peygamberin hanımlarından zayıf olan ikisinin ona karşı birbirlerini
desteklemeleri durumunda rasulü Muhammed'e hangi boyutlarda yardımcı olacağını
açıklamaktadır. Bu sure ise genel olarak göklerin, yerin ve onlarda
bulunanların hepsinin mülk ve tasarrufunun Allah'ın elinde olduğunu ve onun
herşeye güç yetirdiğini anlatmaktadır.
2- Özel olarak: Şanı Yüce Allah Tahrim suresinin sonlarında kâfirlere
Nuh ve Lût'un (a.s.) hanımlarında müşahhaslaşan eşsiz iki örnek vermektedir.
Müminlere de Firavun'un mümin hanımı ile bakire ve iffetini koruyan Meryem'i
örnek vermektedir. Bu sure ise Yüce Allah'ın ilminin, tedbir ve idaresinin
kuşatıcılığını, yarattıklarında dilediği hayret verici ve görülmedik şeyleri
ortaya koyabileceğini göstermektedir. Nuh ve Lût'un hanımlarının kâfir
olmaları onların şerefli iki peygamber ile bir bağının olmasına engel olmadığı
gibi, Firavun'un hanımının imanı da onun zorba, inatçı, azgın Firavun ile
ilişkisinden zarar görmemiştir. Aynı şekilde Meryem'in İsa (a.s)'a alışılmadık
bir şekilde hamile kalması da onun imanını hiçbir şekilde sarsmamıştır.[2]
Mülk suresi de Mekke'de
inen diğer sureler gibi akidenin temel esaslarına önem vermektedir. Bu
cümleden olarak Allah'ın varlığını, azametini, herşeye kadir olduğunu
ispatlamakta, onun vahdaniyetinin delillerini ortaya koymakta, öldükten sonra
diriliş, mahşer ve hesaba dair haberler vermektedir.
Sure Yüce Allah'ın
şanını yüceltip, büyüklüğünü ortaya koymakla onun tek başına mutlak malik ve
saltanat sahibi olduğunu, kâinatın üzerinde biricik egemen olduğunu, hayat
vermek ve öldürmekle varlık aleminde tasarrufa sahip olduğunu belirterek söze
başlamaktadır (1-2. ayetler).
Daha sonra aziz ve
celil olan Allah'ın varlığına yedi göğü yaratmış olmasını, onları
gezegenlerle, ışık saçan yıldızlarla süslemiş olmasını, şeytanları taşlamak
için o yıldızları musahhar kılmasını ve kudret ve ilminin buna benzer
tecellilerini delil göstererek bu hususları daha da pekiştirmektedir (3-5.
ayetler). Bütün bunlar da kainatın düzeninin herhangi bir tutarsızlığı ve
değişmesi sözkonusu olmayan sağlam bir düzen olduğunun delıllerindendir.
Yüce Allah'ın
kudretinin tecellilerinden birisi de cehennem azabını kâfirlere hazırlamış
olması, müminlere de mağfiret ve pek büyük mükâfatı müjdelemesidir. Böyle bir
anlatım tarzı Kur'an-ı Kerim'in korkutmayı ve teşviki bir arada sunma yöntemine
uygun olarak ifade edilmektedir (6-12. ayetler).
Yüce Allah'ın ilim,
kudret ve nimetlerinin tecellileri arasında onun gizli açık herşeyi bilmesi,
insanı yaratıp rızıklandırması, yeryüzünü üzerinde rahat bir şekilde korumaya
elverişli kılıp, onun çeşitli parçalarının yerin dibine geçmekten koruması,
göğü insanları yakıp mahvedecek taşlar indirmeye karşı korumasıdır. Nitekim
peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetler böyle mahvedilmişti. Kuşların ve
benzerlerinin yere düşmekten korunması da, Allah insanları azaplandırmak isteyecek
olursa, kendisinden başkasının onlara yardımcı olmasını isteyerek meydan
okuması da bu tecellilerdendir (13-20. ayetler).
Arkasından surenin
sonlarında ölümden sonra diriliş ispatlanmakta ve bunun bilgisinin yalnızca
Allah'a ait olduğu belirtilmekte, Rasulullah'm (s.a.) davetini yalanlayanlar
uyarıp korkutulmakta, azaba uğratılmaktan sakındırılmakta, Yüce Allah'a
tevekkül etmenin gereği vurgulanmakta, nehirlerdeki ve kaynaklardaki suların
yerin dibine geçirilmesi tehdidi yapılmaktadır. Bu durumda ise hiçbir kimse bu
suların yerini tutacak imkanının olmayacağı da vurgulanmaktadır (25-30.
ayetler).
Özetle: Sure Yüce
Allah'ın varlığını ve birliğini, onun ilim ve kudretinin tecellilerini
açıklayarak ispatlamakta, kıyametin dehşetli halleri belirtilerek uyarmakta,
Allah'ın kulları üzerindeki nimetleri hatırlatılarak rızkın yeryüzündeki
çalışma ile ilişkili olduğu belirtilmekte, bundan sonra ise Yüce Allah'a
tevekkül etmenin gereği belirtilmektedir.
[3]
Bu surenin faziletine
dair pek çok hadis vardır. Bunlardan birisi İmam Ahmed ile dört Sünen sahibinin
kaydedip, Tirmizi'nin hasen bir hadis olarak değerlendirdiği Ebu Hureyre
(r.a.)'den gelen Rasulullah (s.a.ân şöyle buyurduğunu belirten hadistir:
"Kur'an-ı Kerimde otuz ayetlik bir sure vardır. Bu sure sahibine şefaat
etti ve (Allah) o kimseye mağfiret buyurdu. Bu: "Bütün mülk elinde
bulunanın şanı ne yücedir" diye başlayan suredir."
Bir diğer hadis
Tirmizi'nin İbni Abbas'tan rivayetle kaydettiği Mülk suresine Vakiye (koruyucu)
ve Münciye (kurtarıcı) adlarının verileceği ile ilgili hadistir. Rasulullah
(s.a.) buyurdu ki: "O engelleyicidir, o koruyucudur, o kişiyi kabir
azabından korur."
[4]
1- Bütün mülk elinde
bulunanın şanı ne yücedir ve O, herşeye kadirdir.
2- O hanginizin daha
güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır. O Aziz'dir,
Gafur'dur.
3- O tabaka tabaka yedi gök yaratandır.
Rahman'ın yaratışında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi gözü(nü) çevir de
bak! Bir çatlak görecek misin?
4- Sonra gözü(nü)
tekrar tekrar çevir ve bak. Göz hor ve hakir, yorulmuş olarak yine sana
dönecektir.
5-And olsun biz dünya
semasını kandillerle süsledik. Onları şeytanlara atış taneleri yaptık. Ayrıca
onlara sa'îr (cehennem) azabını hazırladık.
"Tekrar
tekrar" anlamındaki buyruktan maksat çokluktur. Buna delil de Yüce
Allah'ın: "Göz hor ve hakir, yorulmuş olarak yine sana dönecektir."
buyurmuş olmasıdır. Gözün hor ve hakir olarak dönmesi ise sadece iki defa
bakmakla mümkün olmaz. Bu, ancak pek çok defalar bakmakla ortaya çıkar.
[5]
"Mülk elinde
bulunan" buyruğu temsilî bir istiaredir, yahut "el" lafzında
bir mecaz vardır. Bu durumda "mülk" gerçek anlamıyla kullanılmış
olur.
"Denemek
üzere" buyruğu ise temsilî bir istiaredir. Yüce Allah'ın kullarına
davranışı denemeye benzetilmektedir.
"Ölüm ve
hayat" lafızları arasında tezat vardır.
"Mülk elinde
bulunan" buyruğundaki ism-i mevsul tazim ifade etmek için kullanılmıştır.
Mutlak egemenlik ve tasarruf yalnız kendisinin olan, demektir.
"Haydi gözü(nü)
çevir de bak", "sonra gözü(nü) tekrar tekrar çevir ve bak"
buyruğunda daha çok hatırlatmak ve uyarmak maksadıyla cümle tekrar edilerek
itnab denilen sanat yapılmıştır.
"Kadîr, hasîr,
sa'îr" lafızlarında murassa' seci' vardır. "Gafur, fütur" lafızlarında
da böyledir.
[6]
"Tebareke: Şanı
ne yüce" zatıyla dışındaki herbir varlıktan büyük ve yüce, hayrı ve nimeti
pek çok olan demek olup bereketten gelmektedir. Bereket gelişmek, maddi ve
manevi artış anlamındadır.
"Mülk elinde
bulunan" tek başına, mutlak malik ve egemenliğin mutlak sahibi demektir.
"Elinde" lafzında geçen "el" (ayetteki ifadesiyle yed)e
Allah'ın muradı üzere geldiği şekilde iman ederiz. Burada kuvvetli görülen
anlamı, Yüce Allah'ın kudretini, egemenliğini, tasarrufunun mülkünde
gerçekleşmesini kastetmektir.
"Hanginizin daha
güzel amelde bulunacağını" Allah'a daha ihlâsla ve daha itaatkâr olarak
amel edeceğini, "ölümü ve hayatı yaratan" onu yaratan, yahut ezelden
beri takdir eden demektir. "Ölüm" bilinen hayatın yokluğu
"hayat" ise kendisi vasıtasıyla his olunan ve canlılığı ortaya
koyandır.
"denemek
üzere" hayat alanında sizi denemek için yahutta amellerinizi denemek
maksadıyla size muamele etmek için. "O azizdir." Hiçbir şeyin yenik
düşüremediği ve kötülük işleyeni, kötülük yapanları cezalandırmakta kimse
tarafından aciz bırakılamayan demektir. "Gafur dur." tevbe etmeleri
halinde kullarına çokça mağfirette bulunan, günahlarını örten demektir.
"O tabaka
tabaka" biri diğerinin üstünde ondan bir parça imiş yahutta biri diğerinin
üzerinde bir kubbe imiş gibi mutabık olarak, uyumlu olarak "yedi gök
yaratandır."
"Rahmanın
yaratışında hiçbir düzensizlik" ayrılık, çelişki ve ilişkisizlik
"göremezsin."
"Haydi gözünü
çevir" semaya döndür, "bir çatlak (fütur)" çatlak ve yarık
demektir, "fatr'in çoğuludur "görecek misin?"
"Sonra tekrar
tekrar" arkası arkasına defalarca veya biri diğeri arkasından (birçok
defa); bundan maksat (bakışı) çokça tekrarlamaktır. "Göz hor ve
hakir" göklerin yaratılışında herhangi bir kusur ya da tutarsızlık
görmekten yana küçülmüş ve alçalmış "yorulmuş olarak" bitkin, yorgun
argın, çokça bakmakla birlikte istediğini elde edememiş demektir. "Yine
sana dönecektir."
"Dünya
semasını" göklerin yere en yakın olanı; "kandillerle" aydınlatan
yıldızlar ve gezegenler demek olup (mesabih) "misbah: kandü"in çoğuludur,
"süsledik."
Onları
şeytanlara" cinlerin ve insanların şeytanlarına "atış taneleri"
alevli ateşlerin üzerlerine düşmeleri suretiyle atış yapan taneler demektir.
"yaptık."
"Ayrıca onlara
sa'îr azabı" alev alev yanan ateş azabı "hazırladık."
[7]
"Bütün mülk
elinde bulunanın şanı ne yücedir ve o herşeye kadirdir." Yüce Allah
öğretmek ve irşad etmek amacıyla yüce zatının şanını dile getirmekte, bütün
yaratılmışlarda dilediği şekilde biricik tasarruf sahibi olduğunu, herşeye tam
bir kudretle güç yetirdiğini ve hiçbir şeyin onu aciz bırakmadığını
belirtmekte, mülkünde dilediği gibi tasarruf ettiğini anlatmaktadır. O aziz
kılar, zelil eder, yüceltir, alçaltır, nimet verir, intikam alır, verir,
vermez, kimse O'nun hükmüne karşı çıkamaz. Hikmeti, adaleti ve mutlak
egemenliği dolayısıyla yaptıklarından dolayı kimse O'nu sorgulayamaz.
"Tebareke: Ne yücedir" lafzı, O ne
yüce ve ne azametlidir, demektir. Kemâlin en ileri derecesini, yüceltmenin ve
kutsamanın en ileri noktasını ifade eder. Bundan dolayı Yüce Allah'tan başkası
hakkında kullanılması caiz değildir.
Ayet üç hususa
delildir: Şanı Yüce Allah kendi dışındaki bütün varlıklardan yüce ve büyüktür.
Göklerde ve yerde, dünyada ve ahirette mutlak malik ve tasarruf sahibi olan
O'dur. Tam kudret ve herşeyin üzerinde mutlak egemenlik yalnız O'nundur.
Yüce Allah'ın kudret
ve ilminin tecellilerinden bazıları şunlardır:
1- "O
hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı
yaratandır. O Azizdir, Gafur'dur." Yani ölümü ve hayatı ezelden beri var
eden ve takdir eden O'dur. Mükellef olmanın anlamını idrak etmeleri ve gereğini
yerine getirmeleri için insanlara aklı O vermiştir. Böylelikle O onlara karşı
amellerini sınayan bir kimsenin tutumu ile davranacak ve bundan dolayı
amellerinin karşılığını verecektir ve böylelikle aralarında Yüce Allah'a kimin
daha itaatkâr, daha ihlaslı, hangilerinin amelinin daha hayırlı olduğunu onlara
göstermiş olacaktır. O güçlü, mutlak galip, kimse tarafından yenik
düşürülemeyen ve kimsenin aciz bırakamayacağı, kahredici gücün sahibidir.
Bununla birlikte kendisine isyan edip, muhalefette bulunduktan sonra
günahlarından tevbe edip kendisine yönelen kimseleri de mağfiret edendir, günahlarını
örtendir. Şanı Yüce Allah aziz ve kahredici güce sahip olmakla birlikte
mağfiret buyurandır, rahmet edendir, affedip bağışlayandır. Bir başka ayet-i
kerimedeki şu buyruğunda dile getirildiği gibi: "Kullarıma haber ver ki:
Ben, gerçekten ben, gafur ve rahimim ve hiç şüphesiz benim azabım da elbette
can yakacak bir azaptır." (Hicr, 15/49-50)
Ayet, ölümün var
olması istenen bir durum olduğunun delilidir. Çünkü ölüm de mahlûktur. Ölüm
ruhun beden ile ilişkisinin kesilmesi ve bedenden ayrılmasıdır. Hayat ise
ruhun beden ile ilişkili olması ve onunla bağlantılı bulunması halidir. Hayatın
var edilmesi demek, ruhun canlı varlıklarda yaratılması demektir. İnsanın
yaratılması da bu kabildendir. İbti-lâ (denemek)in aslî maksadı ise iyilikte
bulunanların ne kadar mükemmel iyilik yaptıklarının ortaya çıkartılmasıdır.
İbni Ebi Hatim,
Katade'den rivayetle Yüce Allah'ın: "Ölümü ve hayatı yaratandır."
buyruğu hakkında dedi ki: Rasulullah (s.a.) şöyle derdi: "Şüphesiz Allah,
Adem oğullarını ölüm ile zelil kılmıştır. Dünyayı hayat yurdu, sonra da ölüm
yurdu kılmıştır. Ahireti ise önce amellerin karşılıklarının görüleceği yer,
sonra da ebedi kalıcılık yurdu olarak takdir buyurmuştur."
Ayette hayattan önce
ölümün sözkonusu edilmesi, amelde bulunmaya iten en güçlü etken oluşundan
dolayıdır.
2- "O
tabaka tabaka yedi gök yaratandır. Rahman'in yaratışında hiçbir düzensizlik
göremezsin. Haydi gözü(nü) çevir ve bak. Bir çatlak görecek misin?" Yani
biri diğerinin üstünde uyumlu bir şekilde var olan yedi göğü yoktan var eden
O'dur. İsra hadisiyle başka hadislerde de belirtildiği üzere biri diğerinden
ayrıdır. Bunları birbirine çekim kanunu bağlamaktadır. Rahman olan Allah'ın
yarattıkları üzerinde dikkatle düşünen kişi, sen orada herhangi bir çelişki,
bir ayrılık, bir uyumsuzluk görebiliyor musun? Semaya tekrar tekrar bak ve
düşün. Orada herhangi bir yarık ya da çatlak görebilir misin? İşte bu, göklerin
yaratılışlarının pek muazzam olduğunu ve onlarda herhangi bir kusur
bulunmadığını, onları yaratanın mükemmel bir kudret, kapsamlı, son derece
sağlam ve herşeyi sağlam yapan, bütün incelikleri kuşatan bir ilim sahibi
olduğunu göstermektedir. Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Allah Odur ki
gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yükseltmiştir. Sonra Arş üzerinde istiva
etmiştir. Güneşe de, aya da emrine boyun eğdirmiştir. Herbiri belirli bir
süreye kadar akıp gider." (Ra'd, 13/2)
Semâ (gök); hakikatini
Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir maddedir. Eski ölçümlerle yerden beş
yüz yıllık bir uzaklıktadır. Şu anda ise uzay yolculukları programlarının da
gösterdiği gibi bu uzaklık millerle ifade edilmektedir. Semadan kastın,
gezegenlerin yörüngeleri olduğu da söylenmiştir. Astronomi bilginlerinin
görüşüne göre yörünge gezegenin dolaştığı boşluktur. Bizler gezegenlerin farklı
boyutlarda ve değişik uzaklıklarda olduklarını bildiğimize göre yedi göğün
boyutları hakkında da bir tasavvura sahip olabiliriz. Güneş sistemi ile diğer
yıldız sistemleri "kâinat" diye bilinen şeyi oluşturur. Güneş
sistemi tabiri astronomide güneş ile gezegenler ve bunların uyduları hakkında
kullanılır. Bunlar da güneşe olan uzaklıklarına göre şöylece sıralanır: Utarit
(Merkür), Zühre (Venüs), Dünya, Merih (Mars), Müşteri (Jüpiter), Zuhal
(Satürn), Uranüs, Neptün ve Plüton
Yıldız kümeleri ise
bazen birkaç günde bir renk değiştiren oldukça uzak güneşlerdir.
"Sonra gözü(nü)
tekrar tekrar çevir ve bak. Göz hor ve hakir yorulmuş olarak yine sana
dönecektir." Yani arka arkaya, defalarca bak ve incele. Ne kadar çok
bakarsan bak, her seferinde göz göklerin yaratılışında herhangi bir tutarsızlık
ya da kusur görmekten yana zelil ve küçülmüş olarak sana geri dönecektir. Çokça
inceleyip gözetlemekten ve tekrar tekrar bakmaktan dolayı da bitkin düşecektir.
Bir başka anlatımla ayetin anlamı şudur: Sen ey muhatap insan, istediğin kadar
defalarca bak. Yine de herhangi bir tutarsızlık ya da kusur göremeyip,
alçalmış olarak gözünü geri çevireceksin.
"Tekrar tekrar
(ayetteki lafzî manasıyla: iki defa)" buyruğundan kasıt, bir tutarsızlık
olduğunu tespit etmek amacıyla defalarca bakmaktır.
3- "And
olsun biz dünya semasını kandillerle süsledik. Onları şeytanlara atış taneleri
yaptık. Ayrıca onlara sa 'îr azabını hazırladık." Yani and olsun biz
insanlara en yakın olan göğü sabit yıldızlarla ve hareket eden gezegenlerle
süsledik. Böylelikle bu göğün hilkati çok daha güzel, şekli daha alımlı
olmuştur. Yıldızlardan kandiller diye söz edilmesi, kandillerin aydınlık
saçması gibi yıldızların da etrafı aydınlatmalarıdır. Bu yıldızların bir
kısmından bazı alevler yahutta bunların yakınlarından şeytanların kendileriyle
taşlandığı atış taneleri de takdir buyurulmuştur. Dünyada ateş aleviyle
yakılmalarından sonra ahirette şeytanlara alev alev yanan ateş azabı da
hazırlanmıştır. Buna sebep ise onların fesatları ve bozgunculuklarıdır.
Dünya semasının süsü
olmanın dışında, şeytanlara atış taneleri kılınmaları yıldızların bir diğer
faydasıdır. Nitekim Yüce Allah (yıldızların faydaları hakkında) şöyle
buyurmaktadır: "Ve nice alâmetler de (yarattı). Onlar yıldızlarla da
yollarını bulurlar." (Nahl, 16/16)
Katade dedi ki: Allah
yıldızları üç maksatla yaratmıştır. Gök için bir ziynettirler. Şeytanlar için
atış taneleridir. Kara ve denizde de onlarla yol bulmak için alâmetlerdir.
Yıldızlar hakkında kim başka bir açıklama getirirse kendi görüşüne dayanarak
bir şeyler söylemiş ve hakkında bilgisi olmayan şeyler için de kendisini
zorlamış olur.
Bu ayetin bir benzeri
de Yüce Allah'ın şu buyruklarında geçmektedir: "Muhakkak biz dünyaya en
yakın gökyüzünü bir süsle (yani) yıldızlarla süsledik ve itaatten çıkan her
şeytandan koruduk. Onlar mele-i a 'layı dinleyemezler ve her taraftan sürülüp
atılırlar; kovularak; onlar için sürekli bir azap da vardır. Meğerki hızlıca
hırsızlayıp bir şey kapan olsun. Hemen arkasından parlak, belirli bir alev ona
yetişir." (Saffat, 37/6-10)
[8]
Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler
çıkartılabilir:
1-
Şanı Yüce Allah zatıyla kendi dışındaki her
bir varlıktan daha büyüktür. O dünyada da, ahirette de göklerin ve yerin
mutlak maliki, nimet vermek, intikam almak gibi herbir şeye güç yetirendir.
2- Ölümü ve
hayatı -kullara sınayanın davranışı ile davranmak üzere-yaratan Odur. Bu yolla
Yüce Allah hangilerinin Allah'a daha çok itaat ettiğini, hangilerinin daha
ihlâslı olduğunu delillendirmek istemiştir. Kendisine isyan edenlerden intikam
almaya gücü yeten, tevbe edenlerin de günahlarını bağışlayan Odur.
İbni Ömer dedi ki:
Peygamber (s.a.) "Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir!"
buyruğunu "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere"
buyruğuna kadar okudu ve: Allah'ın haramlarından daha çok çekinen ve Allah'a
itaate daha çabuk koşan, diye açıkladı.
İbtilâ (deneme) ise,
Yüce Allah'ın kendisine itaat ya da isyan edeni ortaya çıkartmak üzere
sınaması ve denemesi demektir.
3- Biri diğerinin
üstünde uyumlu bir şekilde yedi göğü yaratan da Odur. Onların yaratılışlarında
herhangi bir eğrilik, çatlak, çelişki, aykırılık görülemez. Aksine bunlar
dosdoğru ve mutedildir. Kendilerini yaratanın varlığına delildirler. Onlarda
kusur ya da tutarsızlık yoktur.
4- İnsan pek
çok defa göklere bakacak olsa dahi orada hiçbir kusur göremez. Aksine oraya
bakmaktan ötürü hayretlere düşer, herhangi bir kusur bulamadığından ötürü
küçülmüş, son derece yorgun argın bir şekilde geri döner.
5- Yüce
Allah insanlara en yakın olan dünya semasını aydınlatmak maksadıyla kandilleri
andıran yıldızlarla süslemiştir. Bu yıldızlardan birtakım alevler, azgın
şeytanlar üzerine düşer. Allah şeytanlar için küfürleri, sapıklıkları ve
bozgunculukları sebebiyle en ağır yakıcı azabı hazırlamıştır.
Ayetlerin tümü Yüce
Allah'ın kudret ve ilminin kemâl derecesinde olduğunun delilidir.
[9]
6- Rablerini inkâr edenlere de cehennem azabı
vardır. O ne kötü bir dönüş yeridir!
7- Oraya atıldıklarında o kaynayıp coşarken onun
korkunç sesini işitirler.
8- Öfkesinden
neredeyse çatlayacak gibi olur. İçine her bir grup atıldığında bekçileri
onlara: "Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi?" diye sorarlar.
9- Onlar: "Evet, gerçekten bize bir uyarıp
korkutucu geldi; fakat biz yalanladık ve: Allah hiçbir şey in-dirmemiştir. Siz
ancak büyük bir sapıklık içindesiniz dedik." diye cevap verirler.
10- Yine derler ki:
'Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında
olmazdık."
11- Böylelikle günahlarını itiraf edecekler.
Allah'ın rahmeti cehennemliklerden uzak olsun.
"Günahlarını
itiraf edecekler" buyruğunda "günah"tan kasıt, onların
işledikleri günahlardır. Bu lafzın teklik olarak kullanılmasının iki sebebi
vardır:
1- Bu lafız
çokluğa izafe edilmiştir. Çokluğa izafe, izafe olunanın da çokluk olduğu
anlamını verir. Tıpkı ikiye yapılan izafenin, izafe olunanın da iki olduğunu
anlatması gibi.
2-
"Günah (anlamındaki zenb)" mastardır. Mastar olan lafız ise hem
teklik, hem de çokluk için kullanılabilir.
[10]
"Size uyarıcı bir
peygamber gelmedi mi?" sorusu azaplarını daha çok arttırmak için azarlamak
amacıyla yöneltilen inkâri bir istifhamdır.
"Rablerini inkâr
edenlere de cehennem azabı vardır" buyruğu karşılığında daha sonra
"muhakkak ki Rablerinden gıyaben korkanlar için... büyük bir ecir
vardır" buyruğu zikredilmiştir.
"Onun korkunç
sesini işitirler" buyruğunda istiare vardır. Onun ileri derecedeki alevi
ve çıkardığı sesler hayvan sesine benzetilmiştir.
"Öfkesinden
neredeyse çatlayacak gibi olur" buyruğu da bir istiaredir. Cehennemin
şiddetli kaynaması ve alevi düşmanına karşı ileri derecede kin ve öfkesi olan
ve düşmanına ileri derecede zarar vermek isteyen bir insana benzetilmektedir.
Burada kendisine benzetilen zikredilmeyerek onun bir özelliği olan ileri
derecedeki öfke sözkonusu edilip işarette bulunulmuştur.
"Cehennemlikler
arasında olmazdık" buyruğu ile "Allah'ın rahmeti cehennemliklerden
uzak olsun" buyruklarında daha ileri derecede dikkat çekilsin diye cümle
tekrar edilip söz uzatılarak itnab yapılmıştır.
[11]
"O kaynayıp
coşarken" tencere gibi kaynayıp coşarken "onun korkunç sesini
işitirler." eşşeğin sesini andıran oldukça şiddetli ve hoşa gitmeyen bir
ses. Çünkü şehîk, yüksek sesle anırmadan önce alman nefesin adıdır. Burada
öfkeli birisinin nefes alışma benzetilmiştir.
"Öfkesinden"
kâfirlere olan aşırı derecedeki kızgınlığından demek olup, onlar cehennemin
içine atıldıklarında ileri derecedeki yanmasının temsilî bir ifadesidir.
"Bekçileri onlara
sorarlar." Bu sorudan kasıt, azarlamak olacaktır. Bekçiler (hazene) ise
yardımcılar demek olup bu da Malik ve yardımcılarıdır.
"Size uyarıcı...
gelmedi mi" sizi Allah'ın azabı ile uyarıp ondan korkutacak bir peygamber
gelmedi mi? Sorudan kasıt onları azarlamaktır.
"Siz ancak büyük
bir sapıklık içindesiniz." Doğruluktan, haktan uzak bir yanlışlık
içerisindesiniz. Bu sözü ya melekler, kâfirlere yalanladıklarını itiraf
edecekleri vakit söyleyeceklerdir yahutta kâfirlerin uyarıcı peygamberlere
söyledikleri sözlerin bir kısmıdır.
"Eğer biz"
anlamak maksadıyla "dinleseydik ve" düşünmek maksadıyla aklımızı
kullanmış olsaydık "cehennemlikler arasında olmazdık." Onlar arasında
yerimizi almazdık.
"Böylelikle
günahlarını itiraf edecekler" itirafın fayda vermeyeceği bir zamanda
günahlarını kabul edeceklerdir. İtiraf, bilerek yapılan bir ikrar ve kabuldür.
"Allah'ın
rahmeti... uzak olsun" yani Allah onları rahmetinden uzaklaştırdıkça
uzaklaştırmış olacaktır.
[12]
Yüce Allah şeytanları
dünyada yıldızlardan atılan alevlerle yakma azabından sonra, ahirette
hazırlamış olduğu alevli ateş azabını açıklayıp genel bir tehditte bulunmakta
ve bu azabın aynı şekilde Rabbini inkâr eden her-bir kâfir için hazırlanmış
olduğunu açıklamakta, daha sonra da cehennemin niteliklerini ve dehşet verici
çetin hallerini söz konusu etmektedir.
[13]
"Rablerini inkâr
edenlere de cehennem azabı vardır. O ne kötü bir dönüş yeridir!" Yani
Rablerini inkâr eden, onun peygamberlerini yalanlayan, cinlere ve insanlara cehennem
ateşi azabını hazırladık. Onların dönecekleri ve varacakları yer olan cehennem
ne kötü bir dönüş yeridir.
Daha sonra Yüce Allah
ateşin dört niteliğini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
1, 2-
"Oraya atıldıklarında o kaynayıp coşarken onun korkunç sesini
işitirler." Yani pek büyük bir ateşe odunun atıldığı gibi kâfirler de
cehennem ateşine atıldığında eşşeklerin anırması gibi yahutta aşın öfkelenmiş
birisinin çıkardığı ses gibi alışılmadık bir ses duyacaklar. Bu arada da onlar
ateşin içindeyken tencerenin kaynaması gibi cehennem ateşi de kaynayıp
coşacaktır.
3-
"Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur." Kâfirlere aşın öfkesinden
ve kızgınlığından ötürü neredeyse paramparça olup dağılacak.
4-
"İçine herbir grup atıldığında bekçileri onlara: Size uyarıcı bir peygamber
gelmedi mi diye sorarlar?" Yani cehenneme bir kâfir topluluğu atılacağı
her seferinde cehennemin zebanileri ve yardımcıları onlara azarlayı-cı bir
üslûpla şöyle soracaklardır: Dünyada iken sizlere bu günü hatırlatıp, uyaracak,
bununla korkutup sakındıracak bir peygamber gelmemiş miydi?
Kâfirler onlara iki
türlü cevap vereceklerdir:
1-"Onlar:
Evet, gerçekten bize bir uyarıp korkutucu geldi, fakat biz yalanladık ve Allah
hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz, dedik diye
cevap verirler." Yani kâfirler şu sözleriyle cevap vereceklerdir: Evet,
bizlere Rabbimiz Allah tarafından bir rasul geldi, bizi uyarıp korkuttu, fakat
biz o uyarıcıyı yalanladık ve ona: Allah senin üzerine bize tebliğ etmen için
bir şey indirmemiştir. Gayba ve ahiret ile ilgili hususlara dair Allah'ın bize
emrettiğini söylediğin şer'î hükümler adına sana herhangi bir şey vahyetmiş
değildir.
Bunun bir benzeri de
Yüce Allah'ın şu buyruklarında geçmektedir: "Nihayet onlar oraya
geleceklerinde kapılan açılacak ve bekçileri onlara şöyle diyecek: 'Size
aranızdan Rabbinizin ayetlerini üzerinize okuyan ve bu gününüze kavuşmakla sizi
korkutan peygamberler gelmedi mi?' Onlar:
'Evet' diyecekler.
'Fakat azap sözü kâfirler aleyhine hak olmuştur." (Zümer, 39/71)
İşte bu Yüce Allah'ın
kulları hakkında adaletle hükmedeceğinin ve karşı delil ortaya konulup
peygamber gönderilmedikçe kimseyi azaplandır-mayacağının delilidir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz bir rasul göndermedikçe de azap ediciler
değiliz." (İsra, 17/5)
2- Yine
derler ki: Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler
arasında olmazdık. Yani bizler kendimizi kınıyor ve yaptıklarımıza pişman
oluyoruz. Eğer bizler Allah'ın indirdiği hakkı anlayan ve hidayet bulmak
isteyen bir şekilde dinlemiş yahutta doğruyu yanlıştan ayırdedebilen, düşünen,
yararlanan ve hidayet bulmak amacı ile aklını kullanan kimseler olarak onları
düşünmüş olsaydık, elbette cehennemlikler arasında olmazdık. Allah'ı inkâr
etmez ve sapmazdık. Fakat bizler peygamberlerin getirdiklerini anlayacak bir
kavrayışa da, onlara uymaya bizleri iletecek, peygamberi dinlemeye yönelmemizi
sağlayacak bir akla da sahip değildik. Burada dinlemenin akledip anlamadan
önce sözkonusu edilmesinin sebebi, bir şeye çağırılan bir kimsenin önce
çağırıcının çağrısını duymasından, sonra da onun üzerinde düşünmesinden
dolayıdır.
"Böylelikle
günahlarını itiraf edecekler. Allah'ın rahmeti cehennemliklerden uzak
olsun." Yani cehennem ateşi azabını hak etmelerine sebep teşkil eden
günahlarını itiraf ve kabul edeceklerdir. Bu da küfür ve peygamberleri
yalanlamaktır. Bu sebeple onlar Allah'ın rahmetinden uzak tutulacaklardır. İşte
böylelikle önce suçları, sonra da cezaları açıklanmış olmaktadır.
İmam Ahmed,
Ebû'l-Bahteri et-Taî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bana
Rasulullah'tan (s.a.) işiten birinin belirttiğine göre o şöyle demiştir:
"Kendi nefislerinden kendilerine karşı reddedemeyecekleri gerekçeler
açıklanmadıkça insanlar helak edilmeyeceklerdir." Bir başka hadiste de
şöyle buyurmuştur: "Kendisinin cennetten çok cehenneme lâyık olduğunu
bilip kabul etmedikçe hiç kimse ateşe girmez."
[14]
Ayetlerden aşağıdaki sonuçlar çıkmaktadır:
1- Allah'ın
varlığını ve birliğini inkâr eden, peygamberlerini yalanlayan kâfirler için
ahirette cehennem azabı vardır. Orası çok kötü bir dönüş ve varış yeridir.
Ayetin zahiri büyük günah üzerinde ısrar eden fasık bir kimsenin, cehennemde
ebediyyen kalmayacağını kesin olarak ortaya koymaktadır.
2- Cehennem
ateşinin dehşetli ve korkunç dört niteliği vardır: Onun alışılmadık korkunç ve
dehşetli sesi işitilir, kâfirler içinde olduğu halde tencerenin kaynaması gibi
kaynayıp coşar. Allah'ın düşmanlarına karşıaşın öfkesinden dolayı neredeyse
parçalanacak kadar kızması; cehenneme bir topluluk atılacağı her seferinde
zebanilerin o kimseleri azarlaması ve cehennem bekçileri olan Malik ve
yardımcıları olan diğer zebanilerin azaplarını daha da arttırmak maksadıyla
azarlayıcı bir üslûpla onlara dünyada iken sakmasmız diye, bu günü size
hatırlatarak uyarıp tehdit eden korkutucu bir peygamber gelmedi mi? diye
soracak olmaları.
İbni Abbas dedi ki:
Kâfirler kendisine atıldığında cehennemin çıkaracağı korkunç ses, tıpkı
katırın arpa dolayısıyla çıkardığı sesi andıracaktır. Arkasından öyle bir
haykıracaktır ki korkmadık kimse kalmayacaktır.
3- Kâfirler
kendilerini uyaran ve korkutan bir rasulün kendilerine geldiğini ve onu
yalanladıklarını, ona sizler, ey peygamberler, ancak doğrudan ve haktan
uzaksınız, dediklerini itiraf edeceklerdir.
4- Kâfirler
peygamberleri yalanladıklarını itiraf ettikten sonra ateşte iken cahilliklerini
de itiraf edecekler ve şöyle diyeceklerdir: Eğer bizler peygamberlerin
getirdikleri üzerinde anlayarak, dikkatle düşünerek, akle-derek kavramak
isteğiyle durup öylece kulak vermiş olsaydık, cehennemlikler arasında
olmazdık.
İbni Abbas bu ayeti
şöyle açıklar: "Eğer bizler hidayete kulak verseydik yahut akletseydik ya
da bizler anlayıp düşünen kimseler gibi dinleyip kulak verseydik yahut doğruyu
yanlıştan ayırdedip üzerinde düşünen kimseler gibi akledip kavramış olsaydık
(cehennemlikler arasında olmazdık.)"
Bu ayetler kâfire akıl
namına bir şey verilmediğinin delilidir.
Ebû Said Hudri'den,
Rasulullah (s.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Günahkâr kimseler
kıyamet gününde pişman olacaklardır. Onlar "Eğer biz dinleseydik ve
aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında olmazdık."
diyeceklerdir. Yüce Allah da: "Böylelikle günahlarını" yani
rasulleri yalanladıklarını "itiraf edecekler" diye buyurmaktadır.
5- O vakit
kâfirlere: "Allah'ın rahmetinden uzak olun" denilecektir. İster
günahlarını itiraf etsinler, ister inkâr etsinler farketmez. Çünkü bunun onlara
faydası olmayacaktır.
6-
"Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık..." ayetini
delil göstererek din öğretilmedikçe tamam olmaz denilmiştir. Çünkü dinlemek
mürşidin irşadda bulunmasını, hidayete çağıranın hidayete iletmesini gerektirir.
Yine bunu işitmenin görmekten daha faziletli olduğuna da delil göstermişlerdir.
Çünkü ayet-i kerime işitmenin cehennemden kurtulmakta ve cennete ulaşmakta bir
katkısı bulunduğunun delilidir. O halde işitmek kurtuluşun kaynağıdır, görmek
ise böyle değildir. Bu ise işitmenin görmekten daha faziletli olmasını
gerektirir.
[15]
12- Muhakkak ki
Rablerinden gıyaben korkanlar için, işte onlar için birmaeRret ve büyük bir
ecir vardır.
13- Sözünüzü ister
gizli, ister açık söyleyin. Çünkü o göğüslerin özünü aJbO^U^\^^l, en
iyi bilendir.
14~Yaratan bilmez mi hiç? °latif"tir,
herşeyden haberdardır.
15- O yeri size itaatkâr ve yumuşak kılandır. O halde omuzlarında yürüyün, onun
rızkından yiyin ve dönüş yalnız onadır.
"İster gizli,
ister açık söyleyin" ayetlerinde tezat vardır.
"Kebir ile
habir" lafızlarında ve "sudur" ile "nufur" lafızları
arasında da seci' vardır.
[16]
"Rablerinden
gıyaben korkanlar" henüz görmedikleri ve kendileri için gayb olan
Rablerinin azabından korkanlar, yahut kendilerini kimsenin görmediği halde
korkanlar ve gizli ve açık her halde ona itaat edenler, demektir.
"Onlar için"
günahlarına "bir mağfiret ve büyük bir ecir" pek büyük bir sevap olan
cennet "vardır." Bütün dünya lezzetleri onun önünde pek küçüktür.
"Göğüslerin
özü'nden kasıt kalplerde ya da nefislerde gizli saklı bulunan şeyler demektir.
"Yaratan bilmez
mi hiç?" Herşeyi hikmetine uygun olarak var eden, gizli ve açığı bilmez mi
hiç?
"Latif işlerin
inceliklerini ve bilenlerin idrak edemedikleri gizliliklerini bilen;
"habir (haberdar)" eşyanın iç durumlarını da, dış hallerini de bilen.
"O yeri size
itaatkâr" sizin orada (yerde) yürümenizi ve ondan yararlanmanızı
kolaylaştıracak şekilde size boyun eğdiren, kolay yararlanılır "ve yumuşak
kılandır."
"Omuzlarında"
yanları, bacakları ve yollarında "yürüyün." demektir. Menkibin (omuz)
çoğuludur. Bu da asıl anlamı itibariyle pazu ile kürek kemiğinin birleştiği
yerdir.
"Dönüş
(nuşûr)" kabirlerden çıkış, ölümden sonraki hayat, amellerinin
karşılıklarının verilmesi için diriltilmekten sonra dönüş Allah'a olacaktır.
[17]
"Sözünüzü ister
gizli, ister açık söyleyin." ayetinin (13. ayet) nüzul sebebiyle ilgili
olarak İbni Abbas dedi ki: Bu, müşrikler hakkında inmiştir. Onlar Rasulullah
(s.a.) hakkında ileri geri konuşurlardı. Cebrail (a.s) ona hakkında neler
söylediklerini ve ona dil uzattıklarını, birbirlerine: Muham-med'in ilâhı
duymasın diye gizlice konuşun, dediklerini bildirdi.
[18]
Kâfirlerin cehennem
azabı ile tehdit edilişinden sonra Yüce Allah buna karşılık müminlere
mağfireti ve pek büyük bir mükâfatı vaadettiğini bildirdi. Daha sonra tekrar
kâfirleri ve genel olarak bütün insanları, onun gizli ve açık hallerinde
yaptıkları herşeyi çok iyi bildiğini belirterek tehdit etmekte ve buna dair de
yaratanın ve yeryüzünü insanların emrine verenin kendisi olduğunu, oradaki
hayırlardan ekin, mahsul, maden gibi gizli açık zenginlik kaynaklarından
yararlanmalarına kendisinin izin vermiş olduğunu delil olarak göstermektedir.
[19]
"Muhakkak ki
Rablerinden gıyaben korkanlar için; işte onlar için bir mağfiret ve büyük bir
ecir vardır." Yani Rablerini görmedikleri halde Rable-rinin azabından
korkan ve azabından korkarak ona iman eden, gizli ve açık bütün hallerde
Allah'tan korkup Yüce Allah'ın dışında kendilerini kimsenin görmediği hallerde
bile masiyetlerden uzak durup itaatleri de yerine getirerek Rablerine saygı
ile boyun eğenler için pek büyük bir mağfiret vardır. Bununla Yüce Allah
günahlarını bağışlar. Onlar için uçsuz bucaksız mükâfat olan cennet de vardır.
Buhari ile Müslim'de
şu hadis yer almaktadır: "Kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin
olmadığı bir günde Yüce Allah'ın Arş'ınm gölgesinde barındıracağı yedi kişi
vardır... Bunlardan birisi de makam ve mevki sahibi güzel bir kadının kendisini
davet ettiği halde, ben Allah 'tan korkarım diyen bir adam ile sağının ne
verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli saklı bir şekilde sadaka veren bir
adam."
Daha sonra Yüce Allah
kalpleri de, gizlilikleri de bildiğine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır:
"Sözünüzü ister gizli, ister açık söyleyin. Çünkü o göğüslerin özünü en
iyi bilendir." Yani sözünüzü gizli ya da açıkça söylemeniz birdir. Allah
onu çok iyi bilendir. O kalplerden geçeni, kalplerin gizleyip sakladıklarını
dahi bilir. Yani o durum ne olursa olsun Allah sözlerinizi ve davranışlarınızı
bilir. Buna göre açıktan Allah'a isyanı gerektirecek işleri yapmaktan
kaçındığınız gibi gizlice yapmaktan da kaçınınız. Çünkü Allah'ın davranışımızı
bilmesi açısından bunun bir farkı yoktur. Gizliyi açıktan önce söz konusu
etmesinin sebebi de adeten onun öncelikli olmasından dolayıdır. Herbir iş
öncelikle nefiste var olur, sonra açıkça işlenir. Diğer taraftan bunun
bilinmeyeceği sanılabileceğinden gizli saklı günahlardan da sakındırılmak
istenmiştir. Yüce Allah'ın: "Çünkü o göğüslerin özünü en iyi
bilendir" buyruğu, bundan önceki ifadelerin bir gerekçesi gibidir.
Ayet bütün insanlara,
bütün amelleri ile ilgili bir hitaptır. Onların Ra-sulullah (s.a.) hakkında
gizlice söyledikleri sözleri de kapsar. İbn Abbas dedi ki: (Müşrikler)
Rasulullah (s.a.)'ın aleyhinde ileri geri konuşuyor, Cebrail de ona
söylediklerini haber veriyordu. Bunun üzerine biri diğerine: Mu-hammed'in ilâhı
duymasın diye sözlerinizi gizli söyleyin, dediler. İşte Yüce Allah bu sebeple
bu ayeti indirdi.
Daha sonra Yüce Allah
bilgisinin genişliğine delil getirerek şöyle buyurmaktadır: "Yaratan
bilmez mi hiç? O latiftir, her şeyden haberdardır." İnsanı yaratan ve onu
var eden hiç gizlilikleri ve kalplerin sakladıklarını bilmez mi? Eliyle insanı
yaratan bizzat O'dur. Sanat eserini en iyi bilen el-betteki onun sanatkârıdır.
Yüce Allah bütün işlerin inceliklerini, kalplerde bulunanı çok iyi bildiği
gibi, kalplerin gizleyip sakladıklarından da haberdardır. Bunların hiçbirisi
ona gizli değildir. Gizli olanı yaratan, gizliyi bilmez mi, demektir.
Şu anlamda olduğu da
söylenmiştir: Allah yarattığını bilmez mi? İbni Kesir dedi ki: Birinci anlam,
(yani, yaratıcı bilmez mi anlamı), Yüce Allah'ın: "O latiftir, her şeyden
haberdardır." buyruğu dolayısıyla daha uygundur. Gerçekte ise her iki
anlamın da ihtimal dahilinde olduğudur. Burada "men: ...an' yaratıcıyı
işaret etmiş de olabilir. Bu durumda anlam: Yaratan yarattığını bilmez mi
demek olur. Bunun yaratılmışa ad olması da mümkündür. Bu durumda: Allah
yarattığını bilmez mi demek olur. Yaratanın yarattığını ve yaratacağını en iyi
bilmesi ise kaçınılmaz bir şeydir.
Daha sonra Yüce Allah
kudretine dair delili ortaya koymakta ve nimetinin eksiksizliğine dikkat
çekerek şöyle buyurmaktadır: "O, yeri size itaatkâr ve yumuşak kılandır.
O halde omuzlarında yürüyün ve onun rızkından yiyin ve dönüş yalnız
onadır." Yani yeri sizin emrinize veren ve size itaatkâr kılan üzerinde
yerleşmenize elverişli ve yumuşak kılan odur. Bu haliyle yer sallanmıyor,
çalkalanmıyor. Bu da orada yerleştirdiği dağlar sebebiyledir. Orada sizin için
kaynaklar fışkırtmış, yollar açmış, yararlanabileceğiniz imkânlar hazırlamış,
ekini yeşertmiş, meyveler çıkartmıştır. Siz de onun dört bir yanında, çeşitli
bölgelerinde, yerlerinde nerede isterseniz orada kazanç, ticaret ve rızık
aramak maksadıyla gezin dolaşın. Bununla birlikte çalışıp çabalamakta Allah'ın
kolaylaştırmasına ihtiyaç duyulmaması mümkün değildir. Bu bakımdan Yüce Allah:
"Ve onun rızkından ye-yin." diye buyurmuştur. Yerde sizin için
yarattığı ve size verdiği kendisinden yararlanma imkânını bağışladığı
rızkından ve yerin çeşitli mahsullerini elde etme gücünü vererek kazandığınız
rızkından yeyin. Şunu da bilin ki, sonunda sizler ona döneceksiniz.
Kabirlerinizden kaldırılıp, O'nun huzuruna götürüleceksiniz başkasına değil. Kıyamet
gününde dönüş yalnız ona olacaktır. Bu sebeple gizli ve açık hallerinizde küfür
ve masiyetlerden sakınınız.
Ayet Yüce Allah'ın
kudretine ve onun kullarına nimetlerinin çokluğuna, ayrıca çalışıp
çabalamanın, sebeplere sarılmanın Yüce Allah'a tevekküle aykırı olmadığına,
ticaret ve kazanmanın teşvik edilmiş bir şey olduğuna da delildir. İmam Ahmed,
Tirmizi, Nesai ve İbni Mace'nin rivayetine göre Ömer b. Hattab (r.a.)
Rasulullah'ı (s.a.) şöyle buyururken dinlemiştir: "Şayet sizler Yüce
Allah'a hakkıyla tevekkül edecek olursanız sabah aç, akşam kursakları dolmuş
olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rı-zıklandırırdı." Allah
Rasulü kuşların Yüce Allah'a tevekkül ettiklerini belirtmekle birlikte
rızıklarmı aramak için sabah gidip, akşam döndüklerini ve bu işin kendileri
tarafından yapıldığını belirtmektedir. Ancak herşeyi müsahhar kılan,
yönlendiren ve sebepleri yaratan O'dur.
Hakim Tirmizi'de,
Muaviye b. Kurra'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ömer b. Hattab (r.a.)
bir topluluğun yanından geçti. Onlara: Siz necisiniz, diye sordu, onlar:
Bizler tevekkül edenleriz, dedi. O: Hayır, sizler hazır yiyicilersiniz, dedi.
Gerçekte tevekkül eden yerin içine tohumunu atan ve ondan sonra aziz ve celil
olan Allah'a tevekkül edendir.
Buna göre bu ayet ile
bundan önceki ayetten maksat şu olmaktadır: Kâfirler Yüce Allah'ın gizli
hallerini de, açıkladıklarını da bildikleri belirtilerek tehdit edilmektedir.
Onlara yerin hayır ve bereketlerini kolaylıkla elde etme imkânını vermekle
lütufta bulunan ve bu nimetleri ihsan eden Odur. O halde Onun cezasından
sakının. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Ey kâfirler, benim gizlediğiniz ve
açıkladığınız hallerinizi bildiğimi bilin. Bu sebeple benden korkun, azabımdan
sakının. Ben sizleri emrinize boyun eğdirdiğim bu yerde iskân ettim ve burasını
faydanız ve rızkınız için bir sebep kıldım. Ben dileyecek olursam sizi yerin
dibine geçirir ve oraya gökten türlü mihnet ve sıkıntılar indiririm.
[20]
Bu ayetler aşağıdaki hususlara delil
gösterilebilir:
1- Allah'tan
haşyet (saygıyla korkmak), onun azap ve cezasından korkmak, şeytana karşı
direnmek her insanın bir görevidir. Allah'tan ve Onun kendileri tarafından
görülmeyen azabı olan kıyamet günü azabından korkup gizli ve açık hallerinde
Allah tarafından görüldüklerini bilenlerin günahını Allah bağışlayacaktır ve
onlar için pek büyük bir mükâfat olan cennet vardır.
2- Yüce
Allah için bir fark olmaksızın gizliyi ve açığı, kalplerde geçeni, orada saklı
olanı, kalplerde bulunan hayrı ve şerri bilir. Buna göre müşriklerin Muhammed
(s.a.) ile ilgili gizlice söyledikleri sözler ile açıkça söyledikleri sözler
tam anlamıyla Yüce Allah tarafından bilinen şeylerdir. Aynı şekilde insanların
İslâm, Kuran, İslâm peygamberi ve müslümanlar için her çağda hazırladıkları
tuzakları da -devlet ve ferd olarak- Allah bilir. Allah hile ve tuzak
hazırlayanları, kötülük yapmak isteyenleri ve sapıtanları cezalandırır.
3- Yüce
Allah'ın gizli açık herşeyi bildiğinin delili insanı, onun fiillerini ve sözlerini
yaratanın O olduğudur. Bir şeyi yaratan hiç şüphesiz yarattığını çok iyi
bilir.
4- Yeryüzü
ve orada bulunan her türlü hayırlar, menfaatler ve hazineler insanın emrine
verilmiştir ve bu Allah'ın insana olan nimeti ve lütfu-dur. Yeryüzü deney
alanıdır. İnsanın yaşayışının gözetlendiği yerdir. Orayı insanın emrine veren,
orada kullarına nzık elde etme yollarını kolaylaştıran Allah, aynı şekilde
üzerinde bulunanlarla birlikte yerin dibine geçirmeye de kadirdir. Kabirlerden
diriltilişten sonra hesap ve amellerin karşılıklarının görülmesi için ona
dönülecektir. O halde insanlara düşen yeryüzünü hayırlı işler için kullanmak,
serden, münkerlerden, küfürden ve ma-siyetlerden uzak durmaktır.
[21]
16- Göktekinin sizi
yere geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu
göreceksiniz.
17- Yahut göktekinin
üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden ernn m oldunuz? Hem benim korkutmamın
nasıl olduğunu bile-
18- Andolsun ki
onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Benim azabım nasıl oldu?
19- Üstlerinde sıra sıra dizilip, kanatlarını
açıp kapayan kuşları görmediler mi? Onları Rahman'dan başkası tutmuyor.
Muhakkak ki O herşeyi çok iyi görendir.
"Sıra sıra
dizilip" ile "açıp kapayan" lafızları arasında tezat vardır.
"Nezir, mekir,
basir" lafızlarında ayet sonları gözönünde bulundurularak murassa' seci'
vardır.
[22]
"Göktekinin"
maksat Yüce Allah'tır. Çünkü Arapların iddiasına göre o göklerdedir, "sizi
yere geçirmesi" sizi yerin dibine geçirmesi ve orada kaybolmanızı
sağlaması "nden emin mi oldunuz?" Yüce Allah'ın: "Biz onu da,
evini de yere geçirdik." (Kasas, 28/81) buyruğunda da bu anlamdadır.
"O zaman onun
durmadan çalkalanmakta" yani sarsılmakta, hareket edip durmakta
"olduğunu göreceksiniz."
"Yahut göktekinin
taş yağdıran bir rüzgar" üzerinize ufak taşlar atıp sizi onunla helak
edecek şiddetli bir rüzgar "göndermesinden emin mi oldunuz. Hem benim
korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz" azap ile korkutmamın hak
olduğunu azabı göreceğiniz vakit bileceksiniz.
"Üstlerinde"
havada "sıra sıra dizilip" yani uçtukları vakit havada
"kanatlarını açıp
kapayan kuşları" yani kimi zaman açan, kimi zaman kapayan kuşları
"görmediler mi? Onları rahmandan başkası tutmuyor." Onları ancak
rahmeti herşeyi kuşatan Allah kanatlarını açıp kapadıkları vakit tutup
düşmelerini önlüyor.
"Muhakkak ki O
herşeyi çok iyi görendir." Hayret verici şeyleri nasıl yarattığını ve
bunları nasıl çekip çevirdiğini O bilir. Yani onlar havada uçan kuşların
uçmasını, niçin bizim onları geçmiş ümmetleri azaplandırdı-ğımız gibi
azaplandırabileceğimize ve buna kadir olduğumuza delil olarak görmüyorlar?
[23]
Kâfirlerin
korkutulmaları için Yüce Allah'ın ilminin ve kudretinin delilleri
açıklandıktan sonra yine tehdit etmek maksadıyla Yüce Allah birtakım delilleri
zikretmektedir. Bunlar yeryüzünde bulunanların dünyada yerin dibine
geçirilmelerinin yahut üzerlerine herşeyi tahrip eden, taş yağdıran şiddetli
kasırgaların gönderilmesinin imkân dahilinde olduğu gerçekleridir. Bununla
birlikte Ad, Semud, Nuh kavmi, Firavun ve askerleri gibi geçmiş ümmetlerin
helak edildiği ve kuşların gök boşluğunda uçabilecek güçte yaratılmış oldukları
da hatırlatılmaktadır.[24]
"Göktekilerin
sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta
olduğunu göreceksiniz." Allah yeryüzüne sizin için boyun eğdirmişken
Karun'u yerin dibine geçirdiği gibi, Allah'ın sizi de yerin dibine
geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman yerin sizi sarstığını ve siz üzerinde
olduğunuz halde çalkalanmakta olduğunu göreceksiniz.
Bu sorudan maksat,
tehdit ve Yüce Allah'ın kendisini inkâr eden ve Ona başka bir ilâhı ortak koşan
kimseleri azaplandırmaya kadir olduğunu haber vermektir. İbni Abbas kendisine
karşı geldiğiniz takdirde gökte bulunandan yana emin mi oldunuz, diye
açıklamıştır.
Bu ayetin bir benzeri
de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: O size üstünüzden yahut
ayaklarınızın altından bir azap göndermeye kadir olandır." (Enam, 6/65)
Fakat Yüce Allah'ın
yarattıklarına lütuf ve merhameti dolayısıyla O affeder, bağışlar.
Azaplandırmakta acele etmez, erteler. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Eğer
Allah kazandıkları sebebiyle insanları sorgulayacak olsaydı, onun (yeryüzünün)
sırtında dolaşanların hiçbirini bırakmazdı. Fakat o bunları belirlenmiş bir
vakte kadar geri bırakıyor. Belirlenmiş olan o vakitleri gelince muhakkak Allah
kullarını en iyi görendir." (Fatır, 35/45)
Daha sonra Yüce Allah
bir başka tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır: "Yahut göktekinin
üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz? Hem benim
korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz." Yani yoksa siz -iddia ettiğiniz
üzere- semada bulunan Rabbinizin egemenlik ve melekûtu ve kahrı ile üzerinize
semadan taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin misiniz? Nitekim o böyle
bir azabı Lût kavmine ve Mekke'de Fil ashabına göndermişti. İşte o vakit azabı
göreceğinizde benim azabımı yalanlayıp, emirlerime muhalif hareket eden
kimseleri ne şekilde uyarıp, ne şekilde cezalandırdığımı bileceksiniz. Fakat o
vakit bu bilmenizin size faydası olmayacaktır.
Bu ayetin bir benzeri
de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Peki kara tarafından sizi yere
geçirmesinden yahut üzerinize çakıl taşları yağdıran bir kasırga
göndermesinden emin mi oldunuz? Sonra kendinize hiçbir vekil de
bulamazsınız." (İsra, 17/68)
Daha sonra Yüce Allah
örneklendirme ve delil getirme yoluyla kâfirleri korkutmayı pekiştirmek üzere
önceki ümmetlerin azaba uğratılmalarını hatırlatmaktadır. Verdiği örnek şudur:
"Andolsun ki onlardan öncekiler de yalanlamışlardır. Benim azabım nasıl
oldu?" Yani sizden önceki kâfirler ve peygamberleri yalanlayanlar
küfürleri sebebi ile bu tür cezaların benzerini gördüler. Ad, Semud ve diğer
ümmetlerin kâfirleri gibi. Kötü azap onları kuşattı. Şimdi benim onların başına
getirdiğim şiddetli azap ile onlara karşı tepkimin nasıl olduğuna bir bakınız.
Delil getirmeye
gelince, Yüce Allah kudretinin kemâline dair birkaç delili söz konusu
etmektedir. Bunlar yüce Rabbimizin kâfirlere her türlü azabı yapmaya kadir
olduğunu ortaya koyar.
Birinci delil şudur:
"Üstlerinde sıra sıra dizilip, kanatlarını açıp kapayan kuşları
görmediler mi? Onları Rahmandan başkası tutmuyor. Muhakkak ki o herşeyi çok
iyi görendir." Yani hava boşluğunda üzerlerindeki kuşlara bakmazlar mı?
Bu kuşlar kimi zaman kanatlarını açmakta, kimi zaman da kanatlarını
kapamaktadır. Kanatlarını açarken de kaparken de uçtukları vakitte kuşları
havada herşeye gücü yeten ve rahman olan o mutlak ilâhtan başkası tutmuyor.
Bunu da havayı rahmet ve lütfuyla onlara müsahhar kılması suretiyle
gerçekleştiriyor. Şüphesiz ki O yarattıklarından her birine neyin elverişli
olduğunu çok iyi bilen, çok iyi görendir. Küçük olsun, büyük olsun hiçbir şey
O'na gizli kalmaz.
Bu ayetin bir benzeri
de şu buyruktur: "Gök boşluğunda müsahhar kılınmış olan kuşları
görmüyorlar mı? Onları (havada) Allah'tan başkası tutmuyor. Şüphe yok ki bunda
iman edecek bir topluluk için bir ibret vardır." (Nahl, 16/79)
İlim adanılan dedi ki:
Ayet-i kerimede kulun kendi ihtiyarı ile yaptığı fiillerin Allah tarafından
yaratılmış olduğuna delil vardır. Çünkü kuşların havada tutulmaları onların
kendi ihtiyarlanyla (istek ve iradeleriyle) yaptıkları bir fiildir ve Yüce
Allah bu fiili kendi zatına izafe etmiş bulunmaktadır.
[25]
Ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkartılabilir:
1- Yüce
Allah kâfirleri ve zalimleri küfürlerine bir ceza olmak üzere yerin dibine
geçirmeye kadirdir. Nitekim daha önce Karun'u da evini de yerin dibine
geçirmişti. İşte o vakit yer onları içine alır, yutar ve bunun için gider ve
gelir.
Yüce Allah'ın:
"Göktekinin... emin mi oldunuz" buyruğunda Yüce Allah'ın özellikle
"gök"il söz konusu etmesi semada kudreti geçenin kendisinin
olduğuna, yeryüzünde tazim ettikleri büyük tanıdıkları kimseler olmadığına
dikkat çekmek içindir. Şunu bilmek gerekir ki; Yüce Allah hem semada ilâhtır,
hem de yerde ilâhtır. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: "O gökte de ilâh
olandır, yerde de ilâhtır." (Zuhruf, 43/84)
Müşebbihe Yüce
Allah'ın: "Göktekinin sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz"
buyruğunu delil göstererek Allah'ın belli bir mekânda olduğunu söylemişlerdir.
Razi de onlara şu şekilde cevap vermiştir: Bu ayet-i kerimenin zahiri üzere
kabul edilmesi müslümanların ittifakı ile imkânsız bir şeydir. Çünkü onun
semada olması, semanın bütün yönlerden onu kuşatmış olmasını gerektirir. Bu
durumda o semadan daha küçük demektir. Halbuki sema Arş'tan çok küçüktür. O
halde Yüce Allah'ın Arş'tan da küçük bir şey olması gerekir. Bu da bütün
müslümanların ittifakıyla imkansızdır. Çünkü Arş semada ve arzda bulunan bütün
yaratıkların en büyüğüdür. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki:
Göklerde ve yerde olanlar kimindir? De ki: Allah'ındır." (En'am, 6/12)
Dolayısıyla ayetin zahiri bırakılarak tevil cihetine gidilmelidir. Onu tevilin
çeşitli şekilleri olmakla birlikte en uygun olanı, ayetin şu şekilde takdir
edilmesidir: Saltanatı, mülkü, kudreti semada olandan emin mi oldunuz? Burada
semanın zikredilmesinden maksat da Yüce Allah'ın egemenliğinin ve kudretinin tazim
edilmesidir. Nitekim O: "Göklerde de, yerde de Allah sadece O'dur."
(En'am, 6/3) diye buyurmaktadır. Aynı şey iki ayrı yerde aynı anda da bu-lunmaz.[26]
2- Yeri
kullarının emrine verme nimeti Allah'tandır. Aynı zamanda onu üzerinde
yaşanmaya elverişli kılmıştır. Yüce Allah bununla onlara lü-tufta bulunmuş,
yeryüzünün, birçok yerinde, çeşitli bölgelerinde, tepelerinde, dağlarında
rızık aramak, ticaret ve kazanç amacıyla gezmeyi onlara mubah kılmış, kendilerine
helâl kıldığı şeylerden yemelerine izin vermiştir ve sonunda onlar Allah'a
döneceklerdir. Gökleri, aralarında bir tutarsızlık
olmayacak şekilde
yaratan, yeri kulların enirine boyun eğdiren elbetteki onları tekrar diriltmeye
ve kabirlerinden hayat verip çıkartmaya da kadirdir.
3- Şüphesiz
Allah gökten taşlar göndermek suretiyle kâfirleri de azap-landırmaya kadirdir.
Nitekim Lût kavmine ve Fil ashabına da böyle bir azap göndermiştir. Azabın
gerçekleşeceği zaman Yüce Allah'ın azap ile korkutup uyarmasının nasıl bir hak
olduğunu bileceklerdir.
4- Yüce
Allah kendilerinden öncekileri örnek vererek kâfirleri tekrar tekrar
korkutmuştur. Onlar küfürleri sebebiyle buna benzer cezalara tanık olmuşlardır.
Sözü edilen bu geçmiş ümmetlerin kâfirlerine Nuh kavmi, Ad ve Semud kavmi, Lût
kavmi, Medyen ashabı, Res ashabı ve Firavun kavmi birer örnektir.
5- Yüce
Allah'ın kudretini ortaya koyan belgelerden birisi de yeri insanın emrine
verdiği gibi havayı da kuşların emrine vermiş olmasıdır. Havada uçan kuşları
tutan da Allah'tan başkası değildir. O herşeyi bilendir, her-şeyi görendir.
Yarattıklarından her bir şeye neyin uygun olduğunu da çok iyi bilir ve görür.
[27]
20- Rahman'a karşı
sizlere yardım edecek de kimmiş? Şu sizin ordunuz mu? Kâfirler ancak bir
aldanış içerisindedirler.
21" Eger ° nzkmı
kesiverirse size rızık verebilecek kim? Hayır, onlar az-
gmhkediPiııatlakaÇmaktadırlar-
22- Acaba durmadan
yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi daha çok hi- dayettedir; yoksa dosdoğru bir
yol üzere dimdik yürüyen kimse mi?
23- De ki: 'Sizi
yaratan, size işitme, gözler ve kalpler
veren O'dur. Ne kadar az şükredersinizr'
24- "De
ki:"°sizi y vara tıp yayandır. Yalnız O'nun huzuruna toplamp'
götürülecek8in-"
25- "Eğer doğru
söyleyenler iseniz bu vadiniz ne zaman gerçekleşe-
26- "De ki:
"Ona büsi»ancak a1lah'ın
yanındadır. Ben ancak apa- çık bir korkutucuyum."
27- Artık onu
yakınlaşmış gördüklerinde o kâfirlerin hoşlanmadıkları yüzlerinden belli olur
ve: 'İşte bu sizin acele gelmesini istediğinizdir." denilir.
"...yardım edecek
kimmiş?" sorusu, kimse yardım edemez anlamında inkârî bir istifhamdır.
"Acaba durmadan
yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi daha çok hidayettedir, yoksa dosdoğru bir yol
üzere dimdik yürüyen kimse mi?" buyruğu temsilî bir istiaredir. Mümin
dosdoğru yol üzerinde ve dimdik yürüyen kimseye benzetilirken kâfir de
cehenneme giden yolda sürekli yüz üstü kapaklanarak yürüyen kimseye
benzetilmiştir.
"Gurur,
nufur" lafızlarında ayet sonları bakımından murassa' bir seci' vardır.
[28]
"Rahmana
karşı" onun azabını sizden önleyecek "sizlere yardım edecek"
azabını savacak "de kimmiş1? Sizin şu ordunuz mu?" Size yardım edecekler
bunlar mı? "Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler." Azap kendilerine
gelmeyecek diye şeytan onları aldatmıştır. Anlatılmak istenen onların bir
dayanaklarının olmadığıdır.
"Eğer O rızkını
kesiverirse size rızık verebilecek kim?" Yağmuru ve diğer geçim
sebeplerini keserek rızkını vermezse Allah'tan başka sizi kim
rı-zıklandırabilir? Sizi ondan başka rızıklandıracak kimse yok demektir.
"Hayır, onlar
azgınlık edip inatla kaçmaktadırlar." Büyüklenip, inatla-şarak hakkı kabul
etmiyorlar, ondan yüz çevirip uzaklaşmakta ve bu tutumlarını sürdürüp
gitmektedirler.
"Yoksa dosdoğru
bir yol üzerinde" yani hem bölümleri, hem de istikameti dosdoğru bir yol
üzerinde dimdik yürüyen kimse... Maksat dinine bağlı mümin ile müşrik kâfire
birer örnek vermektir.
"... ve
kalpler" düşünesiniz, ibret alasınız diye kalpler ve akıllar "veren
O'dur."
"Ne kadar az
şükredersiniz!" Organlarınızı yaratılış sebebine uygun olarak kullanmamak
suretiyle ne kadar az şükredersiniz!
"Sizi yaratıp
yayandır." çoğalıp duran ve etrafa yayılanlar olarak yaratan "O'nun
huzuruna" hesap ve amellerinizin karşılığının görülmesi için
"toplanıp götürüleceksiniz."
"Eğer" ey
peygamber ve ona iman edenler "doğru söyleyenler iseniz bu vaadiniz"
ölümden sonra diriliş yahutta yerin dibine geçirilmek ve taş yağdıran fırtına
ile azap "ne zaman gerçekleşecek?"
"Ona"
vaktine ve geliş zamanına "dair bilgi ancak Allah'ın yanındadır."
Başkası onu bilemez. "Ben apaçık bir korkutucuyum" uyarıp, korkutması
apaçık olan bir rasulüm.
"Artık onu"
tehdit edilen azabı "yakınlaşmış" kendilerine yaklaşmış
"gördüklerinde o kâfirlerin hoşlanmadıkları yüzlerinden belli olur."
Yüzleri simsiyah kesilir ve azabı gördüklerinden ötürü keder ve üzüntü kaplar.
"Ve"
cehennem bekçileri tarafından kendilerine "işte bu" azap
"sizin" alay ederek ve kabul etmeyerek "acele gelmesini
istediğinizdir, denilir." Bu ayetler gelecekte meydana gelecek bir olayı
anlatmaktadır. Gerçekleşeceğinin kesin olduğunu göstermek üzere dili geçmiş
zaman (mazi) ifadesi kullanılmıştır.
[29]
Yüce Allah kudretinin
kemâline dair birinci delil olmak üzere kuşların uçma imkanına sahip olarak
yaratılmasını söz konusu ettikten sonra müşrikleri putlara tapınmalarından
ötürü azarlamakta, onların bu husustaki inanışlarından iki temel noktayı
reddetmektedir. Bunlar, yardımcılarının güçlü olduğu ile putların hayır
sağlayabilecekleri kanaatidir. Daha sonra Yüce Allah kudretinin kemâline iki
delil daha zikretmektedir. Bunlar da insanların ve duyularının yaratılması ile
yarattığı varlıkların çoğalmaları, varlıklarının devam etmesi, yeryüzünde
dağılmaları, sonra da onları kendi huzurunda hasredip toplayacak olmasıdır.
Daha sonra kâfirlerin
Muhammed (s.a.)'e söyledikleri iki husus söz konusu edilmektedir. Onlar bu
sözleri Rabbi kendisine onları Allah'ın azabı ile korkutmasını emretmesi
üzerine söylemişlerdir. Onların söyledikleri iki hususa gelince; bunlar azabın
zamanının tayin edilmesini istemek ile ona ve müminlere helak olsunlar diye
beddua etmekti. Bu sonuncusu ise bundan sonraki fıkranın konusunu teşkil
etmektedir.
Buna göre bu üç delil
Yüce Allah'ın kudretinin kemâlinin delilleri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu üç
delilin ilki hayvanlardan kuşların durumu, ikincisi insanın nitelikleri olan
işitmek, görmek ve akıl ile insanın yaratıl-mışlığı, bundan sonra ise
insanların çoğalmasının temin edilmesi, insan türünün korunması, yeryüzünün
çeşitli bölgelerine dağılması ve kıyamet gününde haşredilmesidir.
[30]
Yüce Allah kendisiyle
birlikte başka varlıklara tapanların, bu varlıkların kendilerine yardımcı
olacağını, kendilerine rızık vereceğini zanneden müşriklerin bu kanaatlerini
reddetmekte, onların bu inançlarını kabul etmeyip umduklarının asla
gerçekleşmeyeceğini haber vererek şöyle buyurmaktadır:
1-
"Rahman'a karşı sizlere yardım edecek de kimmiş? Şu sizin ordunuz mu?
Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler." Yardım edecek bu ordu
kimmiş, yahut size bir azap getirmeyi murad ettiği vakit Allah'ın azabına karşı
sizi koruyacak, size yardımcı olacak kimdir? Gerçek şu ki Allah'ın dışında
sizin bir yardımcınız, bir koruyucunuz yoktur. O'ndan başka kimse size yardım
edemez. Bu sebeple kâfirler şeytan tarafından pek büyük bir aldanış içerisine
düşürülmüşlerdir. Azap kendilerini gelip bulmayacak diye aldatılmışlardır.
"Rahman a
karşı" ifadesi insanların küfür ve zulümlerine karşı yeryüzünde
varlıklarını devam ettirmelerinin rahmeti herşeyi kuşatan rahman olan (Allah)'m
rahmetiyle olduğuna bir işarettir. Ayet-i kerime iman etmek istemeyen, yanlış
kanaat ve inançları ile yardımcılarının gücüne güvenen kâfirlerin kanaatlerini
reddetmekte, onların Allah'ın dışında bir yardımcılarının olmadığını onlara
haber vermektedir.
Daha sonra Yüce Allah,
onların Allah'tan başka rızık veren bir kimsenin varlığına, putların sahip
oldukları bütün hayırların kaynağı ve başlarına gelecek hertürlü musibeti
onların önleyeceğine dair iddialarını reddederek şöyle buyurmaktadır:
2-
"Eğer o rızkını kesiverirse size rızık verebilecek kimdir? Hayır, onlar
azgınlık edip inatla kaçmaktadırlar." Yani Allah size rızkını vermeyip keserse
onun dışında, yağmur ve başka yollarla sizi rızıklandıracak kimdir? Rızık veren
ve rızkı engelleyen, rızık verip, yardım eden Allah'tan başkası değildir.
Hiçbir ortağı olmaksızın bunu yapan sadece O'dur, demektir. Onlar da bunu bilmektedirler.
Bununla beraber başkasına ibadet ediyorlar. Bu sebeple Yüce Allah onları:
"Hayır, onlar azgınlık edip inatla kaçmaktadırlar." diye
nitelendirmektedir. Yani onlar hakka karşı büyüklenmelerini, inatlarını, ondan
kaçış ve nefretlerini sürdürüp gitmektedirler. Azgınlık, iftira ve sapıklıktan
ibaret yollarını izlemeye devam etmekte, ibret almamakta, düşünmemektedirler.
Böylelikle iki ayet,
Allah'ın azabına karşı kimsenin yardım edemeyeceğini, yaratıklarına rızık
vermeyecek olursa Allah'tan başka rızık verecek kimse olmadığını
göstermektedir.
Daha sonra Yüce Allah,
mümin ile kâfire ya da tevhide iman eden ve şirk koşana örnek vererek şöyle
buyurmaktadır: "Acaba durmadan yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi daha çok
hidayettedir. Yoksa dosdoğru bir yol üzere dimdik yürüyen kimse mi ?"
Mümin ile kâfirin durumunu hiç düşündünüz mü? Kâfirin hali yüzüstü
kapaklanarak düşen, yani her zaman tökezleyerek yürüyen, dimdik duramayan bir
kimseye benzer. Bu nereye gideceğini, nasıl gideceğini bilemez. Aksine böyle
birisi şaşkın ve yolunu şaşırmış birisidir.
Bu mu yoksa dimdik,
dosdoğru yolda giderken önünü gören, yolu eğri büğrü olmayıp, dümdüz olan,
kendisi de istikamet üzere olup yolu doğru olan, dünyada da ahirette de bu
halde olan kimsenin durumuna benzeyen mümin kimse mi hidayettedir? Böyle birisi
dünyada Allah'ın gösterdiği yolda yürüdüğü için hidayet üzere yürür, basiret
sahibidir. Ahirette de cennete götürecek dosdoğru bir yol üzere
haşredilecektir. Bu, hakikati kastedilen bir soru değildir. Bundan maksat
şudur: Böyle bir soruyu işiten herkes, dosdoğru bir yolda dimdik yürüyen
kimsenin daha doğru yolda olacağı şeklinde cevap verecektir.
Daha sonra Yüce Allah
kudretinin kemâlini ortaya koyan ikinci delili söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır: "De ki: Sizi yaratan, size işitme, görme ve kalpler veren
O'dur. Ne kadar az şükredersiniz." Yani ey peygamber! Şu müşriklere de
ki: Anılmaya değer bir şey değilken sizleri ilkin yaratıp var eden, size
öğütleri duymanız için kulaklar, Allah'ın harikulade yaratıklarını görebilmeniz
için gözler, Allah'ın yarattıkları üzerinde dikkatle düşünüp eşyanın
hakikatini idrak etmeniz için akıllar veren kimdir? Fakat Yüce Allah'ın sizlere
nimet olarak bağışlamış olduğu bu güçlerinizi O'na itaat ve O'nun emirlerini
yerine getirmek, yasaklarını terketmek ve yaratıldıkları hayırlı maksatlar için
ne kadar da az kullanıyorsunuz! Bu maksat ise bütün bu güçler için gerçek
manada O'na şükretmektir. Yoksa dil ile şükretmeyi tekrarlarken isyan etmeye
devam etmek değildir. Çünkü Yüce Allah'ın nimetine şükretmek, o nimetin razı
olacağı alanda kullanılması ile olur. Eğer bu güçler Allah'ın rızasını elde
etmek uğrunda kullanılmayacak olursa, sizler kesinlikle onun nimetine
şükretmiş olmazsınız. Yüce Allah'ın: "Ne kadar az şükredersiniz." buyruğu
bu pek büyük güçleri onlara onun verdiğine fakat kendilerinin bu güçleri
yaratılış maksatları dışında kullandıklarından ötürü değerlerini
bilmediklerine bir işarettir.
Özellikle bu
organların söz konusu edilmelerinin sebebi, ilmin ve anlamanın araçları
oluşlarından dolayıdır.
Daha sonra Yüce Allah
kudretinin mükemmelliğinin üçüncü delilini söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
"De ki: O sizi
yeryüzüne dağıtıp yayandır. Yalnız O'nun huzuruna toplanıp
götürüleceksiniz." Yani onlara şunu da söyle: Sizi yaratan, sizi yeryüzünün
çeşitli yerlerine dağıtan, dillerinizin çeşitliliğine, renk ve şekillerinizin
ayrılığına rağmen sizi etrafa yayan O'dur. Bu şekildeki dağılmadan sonra O'nun
huzuruna toplanacaksınız. Sizi dağıttığı gibi, sizi toplayacak olan, ilkin
yarattığı gibi hesap ve amellerinizin karşılığının verilmesi için sizi tekrar
yaratacak olan da O'dur.
Yüce Allah Muhammed
(s.a.)'e kâfirleri Allah'ın azabı ile korkutmayı emrettikten sonra, kâfirlerin
alay ve reddetmek maksadıyla ölümden sonra diriliş vaktinin belirlenmesine
dair istek ve sözlerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Eğer doğru
söyleyenler iseniz bu vaadiniz ne zaman gerçekleşecek derler." Müşrikler
Muhammed (s.a.)'e ve müminlere onları küçümseyerek ve onlarla alay edercesine derler
ki: Bizi kendisiyle tehdit ettiğin kıyamet, mahşer, ahiretteki azap ve cehennem
ateşi ile dünyada yerin dibine geçirilmek veya taş yağdıran fırtınalarla azaba
uğratılmak ne zaman gerçekleşecektir? Ey Muhammed ve ey ona iman edenler, eğer
bu söylediklerinizde doğru iseniz bize bunları haber veriniz yahut bunu açıklayınız.
Yüce Allah onlara
şöylece cevap vermektedir:"De ki: Ona dair bilgi ancak Allah 'in
yanındadır. Ben ancak apaçık bir korkutucuyum." Yani ey peygamber, onlara
şunu söyle: Bunun bilgisi ancak Allah'ın yanındadır. Kıyametin ve azabın
muayyen olarak zamanını Yüce Allah'tan başka kimse bilemez. Fakat O bana size
bu azabın geleceğini ve kesinlikle gerçekleşeceğini bildirmemi emretti. Bu
bakımdan O'ndan sakınınız. Ben sizin için sadece bir uyarıcıyım. Ben sizleri
küfrünüzün akıbetini hatırlatarak uyarıyor ve korkutuyorum. Benim görevim
tebliğden ibarettir ve size karşı olan bu görevimi de yerine getirmiş
bulunuyorum.
Daha sonra Yüce Allah,
azabı görmeleri halinde bu kâfirlerin durumunu anlatarak şöyle buyurmaktadır:
"Artık onu
yakınlaşmış gördüklerinde o kâfirlerin hoşlanmadıkları yüzlerinden belli olur
ve "İşte bu sizin acele gelmesini istediğinizdir." denilir."
Yani kâfirler kendisiyle tehdit olundukları azabın dünyada pek yakın olduğunu,
kıyametin de koptuğunu görüp işin artık pek yakında gerçekleşeceğini
göreceklerinden -çünkü ne kadar uzun süre geçse bile gelecek olan her bir şey
yakındır- yüzleri simsiyah kesilir, keder yüzlerini örter. Zillet ve hakirlik
onları kaplar. Azap melekleri, cehennem zebanileri onları azarlamak maksadıyla
onlara şöyle der: Dünyada iken alay maksadı ile istediğiniz ve Allah'ın
Rasulüne: "Eğer doğru söyleyenlerden isen o halde bizi kendisiyle tehdit
etmekte olduğun şeyi (azabı) getir." (Ahkaf, 46/22) diyerek acele
gelmesini istediğiniz işte budur.
Ayetin bir benzeri de
şu buyruklardır: "Halbuki Allah'tan ummadıkları şey kendilerine görünür.
Kazandıkları amellerin fenalıkları kendilerine görünecek ve alaya aldıkları şey
onları çepeçevre sarıp kuşatacaktır." (Zü-mer, 39/47-48)
[31]
Ayetler aşağıdaki
hususlara delil gösterilir:
1- Gerçekte
ve vakıada mümin için de kâfir için de Allah'tan başka yardımcı ve rızık verici
yoktur. Fakat kâfirler şeytanlar tarafından bir aldanışa sürüklenirler. Onları
azap ve hesap yoktur, diye aldatırlar. Azgınlıklarında, sapıklıklarında,
haktan nefret edip kaçışlarında sürekli olmalarını ve bunu böylece sürdürüp
gitmelerini sağlamaya çalışırlar.
2- Sapıklık
ve şaşkınlığı ile kâfir, önüne bakmayan, sağını solunu göremeyen başaşağı
düşmüş birisine benzer. Böylesinin yere düşmeyeceğinden, yüzüstü
yıkılmayacağından emin olunamaz. Hidayet ve basireti itibariyle mümin ise
dimdik yürüyen, sağlıklı, önünü gören ve kendisini doğruya ulaştıracak dosdoğru
yol üzerinde yürüyen bir adama benzer. Şüphesiz ki ikincisi birincisinden daha
çok hidayet üzeredir, doğru yolda gider.
3- Yüce
Allah'ın kudretinin mükemmelliğinin üç delili söz konusudur:
Havada kuşlara uçma
imkanının verilmesi, insanın yaratılması ve ona işitme, görme, kalp ya da akıl
gücünün verilmesi, insanların yeryüzünde dağınık bir şekilde yaratılmakla
birlikte kıyamet gününde herkesin amelinin karşılığının verilmesi için
hasredilecek olmaları. Çünkü ilkin yaratmaya kadir olan tekrar yaratmaya daha
da kadirdir.
4-
İnsanların çoğunluğu duyu organlarını yaratılış maksatları doğrultusunda
kullanmak suretiyle şükredenler ve Yüce Allah'ın vahdaniyetini kabul edenler
değildir.
5- Kâfirler
Allah'ın azabı ile korkutulduktan sonra, alay ve inkâr yollu kendilerine
vaadolunan bu azabın vaktinin tayin edilmesini isterler.
6- Onların
sorularına ve acele etmelerine de şöyle cevap verilir: Kıyametin ne zaman
kopacağına dair bilgi yalnızca Allah'ın yanındadır. Onu O'ndan başkası bilemez.
Allah Rasulü'nün görevi ise apaçık bir tebliğ, uyarmak ve açık bir şekilde
azapla korkutmaktan ibarettir.
[32]
28- De ki: "Bana
haber verin. Eğer Allah beni ve benimle beraber olanlan helak etse veya bize
rahmet buyursa, ya kâfirleri acıklı azaptankim kurtarır?'
29- De ki: "O
rahmandır, biz Ona iman etmişizdir ve yalnız O'na te-fit* vekkül ettik. Artık
kimin apaçık biraPıkhk iÇinde olduğunu pek ya- kında bileceksiniz."
30- De ki: "Bana
haber verin. Eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse size kim akar bir su
getirebilir?"
"Bana haber
verin. Eğer Allah beni ve benimle beraber olanları" müminleri "helak
etse" öldürse "veya" ecellerimizi erteleyerek "bize rahmet
bu-yursa, ya kâfirleri acıklı azaptan kim kurtarır?' Azaptan onları kimse kurtaramaz.
"Eğer suyunuz
yerin dibine geçiriliverse" yani kova ve benzeri araçlarla ulaşılamayacak
şekilde yerin içine gömülüp kaybolsa... "akar" bol miktarda akan ve
kolaylıkla elde edilen "size kim bir su getirebiliri" Anlatılmak
isten bunu ancak Allah'ın geri getirebileceğidir. O halde onun sizi tekrar
diriltileceğim nasıl inkâr edebilirsiniz?
Bu sureyi okuyan bir
kimsenin (son kelime olan) "main: kaynayan, akar fışkıran bir su"
lafzından sonra -hadis-i şerifte varid olduğu üzere-: "Alemlerin rabbi
Allah!" demesi müstehabtır.
[33]
Rivayete göre Mekke
kâfirleri Rasulullah'a (s.a.) ve müminlere helak olsunlar diye beddua
ederlerdi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
[34]
Yüce Allah'ın kâfirleri azabıyla tehdid
etmesinden sonra onlar hakkında naklettiği ikinci durumları budur. Onlar önce
hasrın, ölümden sonra dirilişin ve azabın vaktinin kendilerine belirlenerek
bildirilmesini istediler. Daha sonra da Rasulullah'a (s.a.) ve müminlere helak
olup gitsinler diye beddua ettiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa onlar: O bir şairdir, biz onun zamanın ızdırap veren musibetine
uğramasını (ölmesini) bekliyoruz mu diyorlar?" (Tur, 52/30); "Daha
doğrusu siz Rasulün ve müminlerin ebediyyen ailelerine dönmeyeceklerini
sandınız." (Feth, 48/12)
[35]
Şanı Yüce Allah,
Peygamber (s.a.)'in ve müminlerin helak olmaları için beddua etmelerine iki
bakımdan cevap vermektedir:
a) "De
ki: Bana haber verin. Eğer Allah beni ve benimle beraber olanları helak etse
veya bize rahmet buyursa, ya kâfirleri acıklı azaptan kim kurtarır?" Yani
ey Muhammed, Allah'a ortak koşan ve onun nimetlerini inkâr eden şu kimselere de
ki: Allah beni ve benimle beraber diğer müminleri helak etse yahutta ecelimizi
erteleyerek rahmet buyursa bunun size sağlayacağı fayda nedir ya da siz bunun
sonucunda rahat edebilecek misiniz? Biz bu şekilde helak olsak dahi hiç kimse
kâfirleri Allah'ın azabından kurtaramayacaktır. Allah kâfirlerin temenni
ettikleri ya da bekledikleri gibi ister Rasulünü ve onunla birlikte müminleri
helak etsin, ister onlara mühlet versin değişen hiçbir şey olmaz.
Ayetten maksat,
kâfirleri uyararak tevbe ile iman ederek tevhidi, peygamberliği ve ölümden
sonra dirilişi kabul edip Yüce Allah'a dönmek suretiyle kendilerini kurtarmaya
çalışmalarını teşvik etmek, Peygamber (s.a.) ile müminler için azap ve
intikamın gelmesini arzulamalarının kendilerine fayda sağlamayacağı hususunda
onları uyarmaktır. Bu hallerini sürdürecek olurlarsa Allah'ın kendilerini
gelip bulacak olan acıklı azabından ve intikamından kurtulmaları söz konusu
değildir.
b)
"De ki: O Rahmandır. Biz O'na iman
etmişizdir ve yalnız O'na tevekkül ettik. Artık kimin apaçık bir sapıklık
içinde olduğunu pek yakında bileceksiniz." Yani onlara de ki: O bizim bir
ve tek olarak kendisine inandığımız rahman olan Allah'tır. Ona hiçbir şeyi
ortak koşmayız. Bütün işlerimizde başkasına değil, yalnızca ona tevekkül
ettik. Tevekkül işleri aziz ve celil olan Allah'a havale etmektir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "O halde yalnız O'na ibadet et ve ona güvenip
dayan." (Hud, 11/123) Bundan dolayı: "Artık kimin apaçık bir sapıklık
içinde olduğunu pek yakında bileceksiniz." diye buyurmaktadır. Yani kim
apaçık bir hata içerisindedir. Biz mi, siz mi? Dünya ve ahirette güzel akıbet
kimin olacaktır? Pek yakında anlayacaksınız.
Bu ifadelerle
kâfirlerin kişilere ve mallara güvenip bel bağladıklarına da bir işaret vardır.
Durumları bu olduğuna göre, Allah onların müminlere yönelik beddualarını nasıl
kabul eder?
Daha sonra Yüce Allah
başkasına değil, yalnızca kendisine tevekkül etmenin gereğine dair delili söz
konusu etmekte ve yarattıklarına rahmetini açıkça dile getirerek şöyle
buyurmaktadır:
"De ki: Bana
haber verin. Eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse size kim akan bir su
getirebilir?" Yani ey Muhammed, onlara şöyle de: Allah'ın pınarlarda,
kuyularda, ırmaklarda yarattığı ve sizin pek çok faydalar elde ettiğiniz
suyunuz kova vb. araçlarla kendisine ulaşılamayacak kadar yerin dibine çekilip
kaybolacak olursa, kesintisiz akıp coşan suyu size kim getirecektir? Yani size
bunu Allah'tan başka kimse getiremez. Bu da yağmurlarla, karlarla ve
ırmaklarla olmaktadır. Sizin için az çok insanların ihtiyaçlarını karşılamak
üzere yerden suları fışkırtıp, çeşitli bölgelerde onları akar sular halinde
dağıtmış olması, Onun lütuf ve keremindendir.
Ayetlerden maksat Yüce
Allah'ın bazı nimetlerini kabul ve itiraf etmelerini sağlamaktır. Böylelikle
onların küfürlerinin ne kadar çirkin olduğunu onlara göstermek istemektedir.
Bu soruya kaçınılmaz olarak: Allah diye cevap vereceklerine göre; o vakit
onlara şöyle denilir: Peki hiçbir şeye asla güç yetiremeyen varlıkları ne diye
kullukta O'na ortak koşuyorsunuz?
Ayet-i kerime aynı zamanda
her bir ihtiyaç halinde Yüce Allah'a güvenip dayanmak gerektiğine delil
olmakla birlikte, bir başka açıdan Onun kudret ve vahdaniyetinin kemâlinin de
açık bir delili ve aklî birtakım başarıların Yüce Allah'ın yardımı olmadıkça
gerçekleşmeyeceğine de bir işaret taşımaktadır. Bu ayetin bir benzeri de şu
buyruklardadır: "İçtiğiniz sudan bana haber verin. Onu bulutlardan siz mi
indirdiniz yoksa indirenler bizler miyiz?" (Vakıa, 68-69)
[36]
Ayetler aşağıdaki
hususları göstermektedir:
1- Kâfirlerin
Peygamber (s.a.) ile müminlere beddua etmelerinin hiçbir faydası yoktur. Çünkü
onların duaları kabul olunmaz. Ayrıca müminler ölecek yahut onlara rahmet
olunarak Allah onları ecellerinin son vadesine kadar erteleyecek olsa, ya
kâfirleri acıklı azaptan kim kurtarabilir? Dolayısıyla iman edenlerin
kötülüklerle karşılaşmasını bekleyip gözetlemeye gerek olmadığı gibi kıyametin
erken kopmasını istemenin de faydası yoktur. Kendilerini azaptan kurtarmak için
yapmaları gereken tek şey tevhide, nübüvvete ve ölümden sonra dirilişe iman
edip, bunları kabul ettiklerini ilân etmekten ibarettir.
2- Gerekli
yollara başvurmaktan, insan için mümkün olan araçları kullandıktan sonra bütün
ihtiyaçlarda yalnızca Yüce Allah'a tevekkül etmek, sadece O'na güvenip dayanmak
gerekir. Müminlerin işi Yüce Allah'a tevekkül etmektir. Kâfirler ise kendi
adamlarına, güçlerine, mallarına güvenirler.
3-
Rızıklarla, yağmurlarla, kaynak sularla yarattıklarını, ihtiyaçlarını gözetmeye
kadir olan Yüce Allah'tır. Allah'tan başka kimse bunları yapamaz. O
rahmetiyle, lütfuyla, insanıyla, keremiyle kullarının ihtiyaçlarını karşılar.
Kâfir olsalar, inkâr etseler bile bu böyledir.
[37]
[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/7.
[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/7.
[3] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/8-9.
[4] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/9.
[5] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/10.
[6] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/10-11.
[7] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/11-12.
[8] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/12-14.
[9] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/15.
[10] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/16.
[11] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/16-17.
[12] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/17.
[13] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/18.
[14] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/18-19.
[15] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/19-20.
[16] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/21.
[17] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/21-22.
[18] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/22.
[19] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/22.
[20] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/22-24.
[21] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/25.
[22] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/26.
[23] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/26-27.
[24] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/27.
[25] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/27-29.
[26] Razi, XXX/70.
[27] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/29-30.
[28] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/31-32.
[29] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/32-33.
[30] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/33.
[31] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/33-36.
[32] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/36-37.
[33] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/38.
[34] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/38.
[35] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/38-39.
[36] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/39-40.
[37] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/40-41.