MÜLK SURESİ 2

Surenin İsmi: 2

Önceki Sureyle İlişkisi: 2

Surenin Muhtevası: 2

Surenin Fazileti: 3

İlâhi Kudretin Bazı Delilleri: 3

İ'rab: 3

Belagat: 3

Kelime ve İbareler: 3

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 5

İsyankâr Kâfirlerin Azabı: 6

İ'rab: 6

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Ayetler Arası İlişki: 7

Açıklaması: 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 8

Müminlere Vaadedilen Mağfiret Ve Kafirlerin Bir Defa Daha Tehdit Edilmeleri: 8

Belagat: 8

Kelime ve İbareler: 8

Nüzul Sebebi: 9

Ayetler Arası İlişki: 9

Açıklaması: 9

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 10

Çeşitli Tehdit Türleri Ve Geçmiş Ümmetlerin Halinden İbret Almak: 10

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Ayetler Arası İlişki: 11

Açıklaması: 11

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 12

Putlara Tapmalarından Ötürü Müşriklerin Azarlanması, Yüce Allah'ın Kudreti Ve Ölümden Sonra Diriliş Bilgisinin O'na Ait Oluşu: 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler. 13

Ayetler Arası İlişki: 14

Açıklaması: 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 15

Mekke Kafirlerinin Peygamber'e (S.A.) Ve Müminlere Helak Olsunlar Diye Beddua Etmeleri: 16

Kelime ve İbareler: 16

Nüzul Sebebi: 16

Ayetler Arası İlişki: 16

Açıklaması: 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 17


MÜLK SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sureye "Mülk" suresi denilmesinin sebebi, göklerin ve yerin mülkü yalnız kendi elinde bulunan, mutlak egemenlik sahibi ve kâinatta dilediği gi­bi tasarruf yetkisine sahip olan, hayat veren, öldüren, aziz eden, zelil kılan, zengin edip fakirleştiren, veren ve alıkoyan Yüce Allah'ın kendi zatını kutsa­masını ve tazim etmesini ifade eden buyruklarla başlamasından dolayıdır.

Sure aynı zamanda Vâkiye yani koruyucu ile Munciye yani kurtarıcı diye de adlandırılır. Çünkü bu sure kabir azabından korur ve kurtarır. İleri­de açıklayacağımız gibi, o kendi sahibine (bilip gereklerini yerine getirene) şefaat eder. İbni Abbas bu sureye Mücadile yani mücadele eden adını da ve­rirdi. Çünkü bu sure kabirde kendisini okuyan adına bir mücadele verir. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin kendisinden önceki surelerle iki yönden ilişkisi vardır:

1- Genel yönüyle ilişkisi: Bu sure genel muhtevasıyla kendisinden ön­ceki sureyi pekiştirmekte, onun ele aldığı konuları daha da vurgulamakta­dır. Bundan önceki sure Yüce Allah'ın kudretinin, egemenliğinin boyutları­nı açıklamakta, peygamberin hanımlarından zayıf olan ikisinin ona karşı birbirlerini desteklemeleri durumunda rasulü Muhammed'e hangi boyut­larda yardımcı olacağını açıklamaktadır. Bu sure ise genel olarak göklerin, yerin ve onlarda bulunanların hepsinin mülk ve tasarrufunun Allah'ın elinde olduğunu ve onun herşeye güç yetirdiğini anlatmaktadır.

2-  Özel olarak: Şanı Yüce Allah Tahrim suresinin sonlarında kâfirlere Nuh ve Lût'un (a.s.) hanımlarında müşahhaslaşan eşsiz iki örnek vermek­tedir. Müminlere de Firavun'un mümin hanımı ile bakire ve iffetini koru­yan Meryem'i örnek vermektedir. Bu sure ise Yüce Allah'ın ilminin, tedbir ve idaresinin kuşatıcılığını, yarattıklarında dilediği hayret verici ve görül­medik şeyleri ortaya koyabileceğini göstermektedir. Nuh ve Lût'un hanım­larının kâfir olmaları onların şerefli iki peygamber ile bir bağının olmasına engel olmadığı gibi, Firavun'un hanımının imanı da onun zorba, inatçı, az­gın Firavun ile ilişkisinden zarar görmemiştir. Aynı şekilde Meryem'in İsa (a.s)'a alışılmadık bir şekilde hamile kalması da onun imanını hiçbir şekil­de sarsmamıştır.[2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Mülk suresi de Mekke'de inen diğer sureler gibi akidenin temel esas­larına önem vermektedir. Bu cümleden olarak Allah'ın varlığını, azameti­ni, herşeye kadir olduğunu ispatlamakta, onun vahdaniyetinin delillerini ortaya koymakta, öldükten sonra diriliş, mahşer ve hesaba dair haberler vermektedir.

Sure Yüce Allah'ın şanını yüceltip, büyüklüğünü ortaya koymakla onun tek başına mutlak malik ve saltanat sahibi olduğunu, kâinatın üze­rinde biricik egemen olduğunu, hayat vermek ve öldürmekle varlık alemin­de tasarrufa sahip olduğunu belirterek söze başlamaktadır (1-2. ayetler).

Daha sonra aziz ve celil olan Allah'ın varlığına yedi göğü yaratmış ol­masını, onları gezegenlerle, ışık saçan yıldızlarla süslemiş olmasını, şey­tanları taşlamak için o yıldızları musahhar kılmasını ve kudret ve ilminin buna benzer tecellilerini delil göstererek bu hususları daha da pekiştir­mektedir (3-5. ayetler). Bütün bunlar da kainatın düzeninin herhangi bir tutarsızlığı ve değişmesi sözkonusu olmayan sağlam bir düzen olduğunun delıllerindendir.

Yüce Allah'ın kudretinin tecellilerinden birisi de cehennem azabını kâfirlere hazırlamış olması, müminlere de mağfiret ve pek büyük mükâfatı müjdelemesidir. Böyle bir anlatım tarzı Kur'an-ı Kerim'in korkutmayı ve teşviki bir arada sunma yöntemine uygun olarak ifade edilmektedir (6-12. ayetler).

Yüce Allah'ın ilim, kudret ve nimetlerinin tecellileri arasında onun gizli açık herşeyi bilmesi, insanı yaratıp rızıklandırması, yeryüzünü üze­rinde rahat bir şekilde korumaya elverişli kılıp, onun çeşitli parçalarının yerin dibine geçmekten koruması, göğü insanları yakıp mahvedecek taşlar indirmeye karşı korumasıdır. Nitekim peygamberlerini yalanlayan geçmiş ümmetler böyle mahvedilmişti. Kuşların ve benzerlerinin yere düşmekten korunması da, Allah insanları azaplandırmak isteyecek olursa, kendisin­den başkasının onlara yardımcı olmasını isteyerek meydan okuması da bu tecellilerdendir (13-20. ayetler).

Arkasından surenin sonlarında ölümden sonra diriliş ispatlanmakta ve bunun bilgisinin yalnızca Allah'a ait olduğu belirtilmekte, Rasulullah'm (s.a.) davetini yalanlayanlar uyarıp korkutulmakta, azaba uğratılmaktan sakındırılmakta, Yüce Allah'a tevekkül etmenin gereği vurgulanmakta, ne­hirlerdeki ve kaynaklardaki suların yerin dibine geçirilmesi tehdidi yapıl­maktadır. Bu durumda ise hiçbir kimse bu suların yerini tutacak imkanı­nın olmayacağı da vurgulanmaktadır (25-30. ayetler).

Özetle: Sure Yüce Allah'ın varlığını ve birliğini, onun ilim ve kudreti­nin tecellilerini açıklayarak ispatlamakta, kıyametin dehşetli halleri belirtilerek uyarmakta, Allah'ın kulları üzerindeki nimetleri hatırlatılarak rız­kın yeryüzündeki çalışma ile ilişkili olduğu belirtilmekte, bundan sonra ise Yüce Allah'a tevekkül etmenin gereği belirtilmektedir. [3]

 

Surenin Fazileti:

 

Bu surenin faziletine dair pek çok hadis vardır. Bunlardan birisi İmam Ahmed ile dört Sünen sahibinin kaydedip, Tirmizi'nin hasen bir ha­dis olarak değerlendirdiği Ebu Hureyre (r.a.)'den gelen Rasulullah (s.a.ân şöyle buyurduğunu belirten hadistir: "Kur'an-ı Kerimde otuz ayetlik bir sure vardır. Bu sure sahibine şefaat etti ve (Allah) o kimseye mağfiret bu­yurdu. Bu: "Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir" diye başlayan suredir."

Bir diğer hadis Tirmizi'nin İbni Abbas'tan rivayetle kaydettiği Mülk suresine Vakiye (koruyucu) ve Münciye (kurtarıcı) adlarının verileceği ile ilgili hadistir. Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "O engelleyicidir, o koruyucu­dur, o kişiyi kabir azabından korur." [4]

 

İlâhi Kudretin Bazı Delilleri:

 

1- Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir ve O, herşeye kadirdir.

2- O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır. O Aziz'dir, Gafur'dur.

3-  O tabaka tabaka yedi gök yara­tandır. Rahman'ın yaratışında hiç­bir düzensizlik göremezsin. Haydi gözü(nü) çevir de bak! Bir çatlak görecek misin?

4- Sonra gözü(nü) tekrar tekrar çe­vir ve bak. Göz hor ve hakir, yorul­muş olarak yine sana dönecektir.

5-And olsun biz dünya semasını kandillerle süsledik. Onları şeytan­lara atış taneleri yaptık. Ayrıca on­lara sa'îr (cehennem) azabını hazır­ladık.

 

İ'rab:

 

"Tekrar tekrar" anlamındaki buyruktan maksat çokluktur. Buna delil de Yüce Allah'ın: "Göz hor ve hakir, yorulmuş olarak yine sana dönecektir." bu­yurmuş olmasıdır. Gözün hor ve hakir olarak dönmesi ise sadece iki defa bakmakla mümkün olmaz. Bu, ancak pek çok defalar bakmakla ortaya çıkar. [5]

 

Belagat:

 

"Mülk elinde bulunan" buyruğu temsilî bir istiaredir, yahut "el" lafzın­da bir mecaz vardır. Bu durumda "mülk" gerçek anlamıyla kullanılmış olur.

"Denemek üzere" buyruğu ise temsilî bir istiaredir. Yüce Allah'ın kulla­rına davranışı denemeye benzetilmektedir.

"Ölüm ve hayat" lafızları arasında tezat vardır.

"Mülk elinde bulunan" buyruğundaki ism-i mevsul tazim ifade etmek için kullanılmıştır. Mutlak egemenlik ve tasarruf yalnız kendisinin olan, demektir.

"Haydi gözü(nü) çevir de bak", "sonra gözü(nü) tekrar tekrar çevir ve bak" buyruğunda daha çok hatırlatmak ve uyarmak maksadıyla cümle tek­rar edilerek itnab denilen sanat yapılmıştır.

"Kadîr, hasîr, sa'îr" lafızlarında murassa' seci' vardır. "Gafur, fütur" la­fızlarında da böyledir. [6]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Tebareke: Şanı ne yüce" zatıyla dışındaki herbir varlıktan büyük ve yüce, hayrı ve nimeti pek çok olan demek olup bereketten gelmektedir. Be­reket gelişmek, maddi ve manevi artış anlamındadır.

"Mülk elinde bulunan" tek başına, mutlak malik ve egemenliğin mut­lak sahibi demektir. "Elinde" lafzında geçen "el" (ayetteki ifadesiyle yed)e Allah'ın muradı üzere geldiği şekilde iman ederiz. Burada kuvvetli görülen anlamı, Yüce Allah'ın kudretini, egemenliğini, tasarrufunun mülkünde gerçekleşmesini kastetmektir.

"Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını" Allah'a daha ihlâsla ve daha itaatkâr olarak amel edeceğini, "ölümü ve hayatı yaratan" onu yara­tan, yahut ezelden beri takdir eden demektir. "Ölüm" bilinen hayatın yok­luğu "hayat" ise kendisi vasıtasıyla his olunan ve canlılığı ortaya koyandır.

"denemek üzere" hayat alanında sizi denemek için yahutta amellerinizi denemek maksadıyla size muamele etmek için. "O azizdir." Hiçbir şeyin ye­nik düşüremediği ve kötülük işleyeni, kötülük yapanları cezalandırmakta kimse tarafından aciz bırakılamayan demektir. "Gafur dur." tevbe etmeleri halinde kullarına çokça mağfirette bulunan, günahlarını örten demektir.

"O tabaka tabaka" biri diğerinin üstünde ondan bir parça imiş yahutta biri diğerinin üzerinde bir kubbe imiş gibi mutabık olarak, uyumlu olarak "yedi gök yaratandır."

"Rahmanın yaratışında hiçbir düzensizlik" ayrılık, çelişki ve ilişkisiz­lik "göremezsin."

"Haydi gözünü çevir" semaya döndür, "bir çatlak (fütur)" çatlak ve ya­rık demektir, "fatr'in çoğuludur "görecek misin?"

"Sonra tekrar tekrar" arkası arkasına defalarca veya biri diğeri arka­sından (birçok defa); bundan maksat (bakışı) çokça tekrarlamaktır. "Göz hor ve hakir" göklerin yaratılışında herhangi bir kusur ya da tutarsızlık görmekten yana küçülmüş ve alçalmış "yorulmuş olarak" bitkin, yorgun ar­gın, çokça bakmakla birlikte istediğini elde edememiş demektir. "Yine sana dönecektir."

"Dünya semasını" göklerin yere en yakın olanı; "kandillerle" aydınla­tan yıldızlar ve gezegenler demek olup (mesabih) "misbah: kandü"in çoğu­ludur, "süsledik."

Onları şeytanlara" cinlerin ve insanların şeytanlarına "atış taneleri" alevli ateşlerin üzerlerine düşmeleri suretiyle atış yapan taneler demektir. "yaptık."

"Ayrıca onlara sa'îr azabı" alev alev yanan ateş azabı "hazırladık." [7]

 

Açıklaması:

 

"Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir ve o herşeye kadirdir." Yüce Allah öğretmek ve irşad etmek amacıyla yüce zatının şanını dile getir­mekte, bütün yaratılmışlarda dilediği şekilde biricik tasarruf sahibi olduğu­nu, herşeye tam bir kudretle güç yetirdiğini ve hiçbir şeyin onu aciz bırak­madığını belirtmekte, mülkünde dilediği gibi tasarruf ettiğini anlatmakta­dır. O aziz kılar, zelil eder, yüceltir, alçaltır, nimet verir, intikam alır, verir, vermez, kimse O'nun hükmüne karşı çıkamaz. Hikmeti, adaleti ve mutlak egemenliği dolayısıyla yaptıklarından dolayı kimse O'nu sorgulayamaz.

"Tebareke: Ne yücedir" lafzı, O ne yüce ve ne azametlidir, demektir. Kemâlin en ileri derecesini, yüceltmenin ve kutsamanın en ileri noktasını ifade eder. Bundan dolayı Yüce Allah'tan başkası hakkında kullanılması caiz değildir.

Ayet üç hususa delildir: Şanı Yüce Allah kendi dışındaki bütün varlık­lardan yüce ve büyüktür. Göklerde ve yerde, dünyada ve ahirette mutlak malik ve tasarruf sahibi olan O'dur. Tam kudret ve herşeyin üzerinde mut­lak egemenlik yalnız O'nundur.

Yüce Allah'ın kudret ve ilminin tecellilerinden bazıları şunlardır:

1- "O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölü­mü ve hayatı yaratandır. O Azizdir, Gafur'dur." Yani ölümü ve hayatı ezel­den beri var eden ve takdir eden O'dur. Mükellef olmanın anlamını idrak etmeleri ve gereğini yerine getirmeleri için insanlara aklı O vermiştir. Böy­lelikle O onlara karşı amellerini sınayan bir kimsenin tutumu ile davrana­cak ve bundan dolayı amellerinin karşılığını verecektir ve böylelikle arala­rında Yüce Allah'a kimin daha itaatkâr, daha ihlaslı, hangilerinin amelinin daha hayırlı olduğunu onlara göstermiş olacaktır. O güçlü, mutlak galip, kimse tarafından yenik düşürülemeyen ve kimsenin aciz bırakamayacağı, kahredici gücün sahibidir. Bununla birlikte kendisine isyan edip, muhale­fette bulunduktan sonra günahlarından tevbe edip kendisine yönelen kim­seleri de mağfiret edendir, günahlarını örtendir. Şanı Yüce Allah aziz ve kahredici güce sahip olmakla birlikte mağfiret buyurandır, rahmet edendir, affedip bağışlayandır. Bir başka ayet-i kerimedeki şu buyruğunda dile geti­rildiği gibi: "Kullarıma haber ver ki: Ben, gerçekten ben, gafur ve rahimim ve hiç şüphesiz benim azabım da elbette can yakacak bir azaptır." (Hicr, 15/49-50)

Ayet, ölümün var olması istenen bir durum olduğunun delilidir. Çün­kü ölüm de mahlûktur. Ölüm ruhun beden ile ilişkisinin kesilmesi ve be­denden ayrılmasıdır. Hayat ise ruhun beden ile ilişkili olması ve onunla bağlantılı bulunması halidir. Hayatın var edilmesi demek, ruhun canlı var­lıklarda yaratılması demektir. İnsanın yaratılması da bu kabildendir. İbti-lâ (denemek)in aslî maksadı ise iyilikte bulunanların ne kadar mükemmel iyilik yaptıklarının ortaya çıkartılmasıdır.

İbni Ebi Hatim, Katade'den rivayetle Yüce Allah'ın: "Ölümü ve hayatı yaratandır." buyruğu hakkında dedi ki: Rasulullah (s.a.) şöyle derdi: "Şüp­hesiz Allah, Adem oğullarını ölüm ile zelil kılmıştır. Dünyayı hayat yurdu, sonra da ölüm yurdu kılmıştır. Ahireti ise önce amellerin karşılıklarının gö­rüleceği yer, sonra da ebedi kalıcılık yurdu olarak takdir buyurmuştur."

Ayette hayattan önce ölümün sözkonusu edilmesi, amelde bulunmaya iten en güçlü etken oluşundan dolayıdır.

2- "O tabaka tabaka yedi gök yaratandır. Rahman'in yaratışında hiç­bir düzensizlik göremezsin. Haydi gözü(nü) çevir ve bak. Bir çatlak görecek misin?" Yani biri diğerinin üstünde uyumlu bir şekilde var olan yedi göğü yoktan var eden O'dur. İsra hadisiyle başka hadislerde de belirtildiği üzere biri diğerinden ayrıdır. Bunları birbirine çekim kanunu bağlamaktadır. Rahman olan Allah'ın yarattıkları üzerinde dikkatle düşünen kişi, sen ora­da herhangi bir çelişki, bir ayrılık, bir uyumsuzluk görebiliyor musun? Se­maya tekrar tekrar bak ve düşün. Orada herhangi bir yarık ya da çatlak görebilir misin? İşte bu, göklerin yaratılışlarının pek muazzam olduğunu ve onlarda herhangi bir kusur bulunmadığını, onları yaratanın mükemmel bir kudret, kapsamlı, son derece sağlam ve herşeyi sağlam yapan, bütün incelikleri kuşatan bir ilim sahibi olduğunu göstermektedir. Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Allah Odur ki gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yük­seltmiştir. Sonra Arş üzerinde istiva etmiştir. Güneşe de, aya da emrine bo­yun eğdirmiştir. Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gider." (Ra'd, 13/2)

Semâ (gök); hakikatini Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir madde­dir. Eski ölçümlerle yerden beş yüz yıllık bir uzaklıktadır. Şu anda ise uzay yolculukları programlarının da gösterdiği gibi bu uzaklık millerle ifade edilmektedir. Semadan kastın, gezegenlerin yörüngeleri olduğu da söylen­miştir. Astronomi bilginlerinin görüşüne göre yörünge gezegenin dolaştığı boşluktur. Bizler gezegenlerin farklı boyutlarda ve değişik uzaklıklarda ol­duklarını bildiğimize göre yedi göğün boyutları hakkında da bir tasavvura sahip olabiliriz. Güneş sistemi ile diğer yıldız sistemleri "kâinat" diye bili­nen şeyi oluşturur. Güneş sistemi tabiri astronomide güneş ile gezegenler ve bunların uyduları hakkında kullanılır. Bunlar da güneşe olan uzaklıkla­rına göre şöylece sıralanır: Utarit (Merkür), Zühre (Venüs), Dünya, Merih (Mars), Müşteri (Jüpiter), Zuhal (Satürn), Uranüs, Neptün ve Plüton

Yıldız kümeleri ise bazen birkaç günde bir renk değiştiren oldukça uzak güneşlerdir.

"Sonra gözü(nü) tekrar tekrar çevir ve bak. Göz hor ve hakir yorulmuş olarak yine sana dönecektir." Yani arka arkaya, defalarca bak ve incele. Ne kadar çok bakarsan bak, her seferinde göz göklerin yaratılışında herhangi bir tutarsızlık ya da kusur görmekten yana zelil ve küçülmüş olarak sana geri dönecektir. Çokça inceleyip gözetlemekten ve tekrar tekrar bakmaktan dolayı da bitkin düşecektir. Bir başka anlatımla ayetin anlamı şudur: Sen ey muhatap insan, istediğin kadar defalarca bak. Yine de herhangi bir tu­tarsızlık ya da kusur göremeyip, alçalmış olarak gözünü geri çevireceksin.

"Tekrar tekrar (ayetteki lafzî manasıyla: iki defa)" buyruğundan kasıt, bir tutarsızlık olduğunu tespit etmek amacıyla defalarca bakmaktır.

3- "And olsun biz dünya semasını kandillerle süsledik. Onları şeytan­lara atış taneleri yaptık. Ayrıca onlara sa 'îr azabını hazırladık." Yani and olsun biz insanlara en yakın olan göğü sabit yıldızlarla ve hareket eden ge­zegenlerle süsledik. Böylelikle bu göğün hilkati çok daha güzel, şekli daha alımlı olmuştur. Yıldızlardan kandiller diye söz edilmesi, kandillerin ay­dınlık saçması gibi yıldızların da etrafı aydınlatmalarıdır. Bu yıldızların bir kısmından bazı alevler yahutta bunların yakınlarından şeytanların kendileriyle taşlandığı atış taneleri de takdir buyurulmuştur. Dünyada ateş aleviyle yakılmalarından sonra ahirette şeytanlara alev alev yanan ateş azabı da hazırlanmıştır. Buna sebep ise onların fesatları ve bozguncu­luklarıdır.

Dünya semasının süsü olmanın dışında, şeytanlara atış taneleri kılın­maları yıldızların bir diğer faydasıdır. Nitekim Yüce Allah (yıldızların fay­daları hakkında) şöyle buyurmaktadır: "Ve nice alâmetler de (yarattı). On­lar yıldızlarla da yollarını bulurlar." (Nahl, 16/16)

Katade dedi ki: Allah yıldızları üç maksatla yaratmıştır. Gök için bir ziynettirler. Şeytanlar için atış taneleridir. Kara ve denizde de onlarla yol bulmak için alâmetlerdir. Yıldızlar hakkında kim başka bir açıklama geti­rirse kendi görüşüne dayanarak bir şeyler söylemiş ve hakkında bilgisi ol­mayan şeyler için de kendisini zorlamış olur.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarında geçmektedir: "Muhakkak biz dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle (yani) yıldızlarla süsledik ve itaatten çıkan her şeytandan koruduk. Onlar mele-i a 'layı dinle­yemezler ve her taraftan sürülüp atılırlar; kovularak; onlar için sürekli bir azap da vardır. Meğerki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun. Hemen ar­kasından parlak, belirli bir alev ona yetişir." (Saffat, 37/6-10) [8]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkartılabilir:

1-  Şanı Yüce Allah zatıyla kendi dışındaki her bir varlıktan daha bü­yüktür. O dünyada da, ahirette de göklerin ve yerin mutlak maliki, nimet vermek, intikam almak gibi herbir şeye güç yetirendir.

2- Ölümü ve hayatı -kullara sınayanın davranışı ile davranmak üzere-yaratan Odur. Bu yolla Yüce Allah hangilerinin Allah'a daha çok itaat etti­ğini, hangilerinin daha ihlâslı olduğunu delillendirmek istemiştir. Kendisi­ne isyan edenlerden intikam almaya gücü yeten, tevbe edenlerin de günah­larını bağışlayan Odur.

İbni Ömer dedi ki: Peygamber (s.a.) "Bütün mülk elinde bulunanın şa­nı ne yücedir!" buyruğunu "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere" buyruğuna kadar okudu ve: Allah'ın haramlarından daha çok çekinen ve Allah'a itaate daha çabuk koşan, diye açıkladı.

İbtilâ (deneme) ise, Yüce Allah'ın kendisine itaat ya da isyan edeni or­taya çıkartmak üzere sınaması ve denemesi demektir.

3- Biri diğerinin üstünde uyumlu bir şekilde yedi göğü yaratan da Odur. Onların yaratılışlarında herhangi bir eğrilik, çatlak, çelişki, aykırı­lık görülemez. Aksine bunlar dosdoğru ve mutedildir. Kendilerini yarata­nın varlığına delildirler. Onlarda kusur ya da tutarsızlık yoktur.

4- İnsan pek çok defa göklere bakacak olsa dahi orada hiçbir kusur gö­remez. Aksine oraya bakmaktan ötürü hayretlere düşer, herhangi bir ku­sur bulamadığından ötürü küçülmüş, son derece yorgun argın bir şekilde geri döner.

5- Yüce Allah insanlara en yakın olan dünya semasını aydınlatmak maksadıyla kandilleri andıran yıldızlarla süslemiştir. Bu yıldızlardan bir­takım alevler, azgın şeytanlar üzerine düşer. Allah şeytanlar için küfürleri, sapıklıkları ve bozgunculukları sebebiyle en ağır yakıcı azabı hazırlamıştır.

Ayetlerin tümü Yüce Allah'ın kudret ve ilminin kemâl derecesinde ol­duğunun delilidir. [9]

 

İsyankâr Kâfirlerin Azabı:

 

6-  Rablerini inkâr edenlere de ce­hennem azabı vardır. O ne kötü bir dönüş yeridir!

7-  Oraya atıldıklarında o kaynayıp coşarken onun korkunç sesini işi­tirler.

8- Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur. İçine her bir grup atıldı­ğında bekçileri onlara: "Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi?" diye sorarlar.

9-  Onlar: "Evet, gerçekten bize bir uyarıp korkutucu geldi; fakat biz yalanladık ve: Allah hiçbir şey in-dirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz dedik." diye ce­vap verirler.

10- Yine derler ki: 'Eğer biz dinlesey­dik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında olmazdık."

11-  Böylelikle günahlarını itiraf edecekler. Allah'ın rahmeti cehen­nemliklerden uzak olsun.

 

İ'rab:

 

"Günahlarını itiraf edecekler" buyruğunda "günah"tan kasıt, onların işledikleri günahlardır. Bu lafzın teklik olarak kullanılmasının iki sebebi vardır:

1- Bu lafız çokluğa izafe edilmiştir. Çokluğa izafe, izafe olunanın da çokluk olduğu anlamını verir. Tıpkı ikiye yapılan izafenin, izafe olunanın da iki olduğunu anlatması gibi.

2- "Günah (anlamındaki zenb)" mastardır. Mastar olan lafız ise hem teklik, hem de çokluk için kullanılabilir. [10]

 

Belagat:

 

"Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi?" sorusu azaplarını daha çok arttırmak için azarlamak amacıyla yöneltilen inkâri bir istifhamdır.

"Rablerini inkâr edenlere de cehennem azabı vardır" buyruğu karşılı­ğında daha sonra "muhakkak ki Rablerinden gıyaben korkanlar için... bü­yük bir ecir vardır" buyruğu zikredilmiştir.

"Onun korkunç sesini işitirler" buyruğunda istiare vardır. Onun ileri derecedeki alevi ve çıkardığı sesler hayvan sesine benzetilmiştir.

"Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur" buyruğu da bir istiaredir. Cehennemin şiddetli kaynaması ve alevi düşmanına karşı ileri derecede kin ve öfkesi olan ve düşmanına ileri derecede zarar vermek isteyen bir insana benzetilmektedir. Burada kendisine benzetilen zikredilmeyerek onun bir özelliği olan ileri derecedeki öfke sözkonusu edilip işarette bulunulmuştur.

"Cehennemlikler arasında olmazdık" buyruğu ile "Allah'ın rahmeti ce­hennemliklerden uzak olsun" buyruklarında daha ileri derecede dikkat çe­kilsin diye cümle tekrar edilip söz uzatılarak itnab yapılmıştır. [11]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O kaynayıp coşarken" tencere gibi kaynayıp coşarken "onun korkunç sesini işitirler." eşşeğin sesini andıran oldukça şiddetli ve hoşa gitmeyen bir ses. Çünkü şehîk, yüksek sesle anırmadan önce alman nefesin adıdır. Bu­rada öfkeli birisinin nefes alışma benzetilmiştir.

"Öfkesinden" kâfirlere olan aşırı derecedeki kızgınlığından demek olup, onlar cehennemin içine atıldıklarında ileri derecedeki yanmasının temsilî bir ifadesidir.

"Bekçileri onlara sorarlar." Bu sorudan kasıt, azarlamak olacaktır. Bek­çiler (hazene) ise yardımcılar demek olup bu da Malik ve yardımcılarıdır.

"Size uyarıcı... gelmedi mi" sizi Allah'ın azabı ile uyarıp ondan korku­tacak bir peygamber gelmedi mi? Sorudan kasıt onları azarlamaktır.

"Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz." Doğruluktan, haktan uzak bir yanlışlık içerisindesiniz. Bu sözü ya melekler, kâfirlere yalanladıklarını itiraf edecekleri vakit söyleyeceklerdir yahutta kâfirlerin uyarıcı peygam­berlere söyledikleri sözlerin bir kısmıdır.

"Eğer biz" anlamak maksadıyla "dinleseydik ve" düşünmek maksadıy­la aklımızı kullanmış olsaydık "cehennemlikler arasında olmazdık." Onlar arasında yerimizi almazdık.

"Böylelikle günahlarını itiraf edecekler" itirafın fayda vermeyeceği bir zamanda günahlarını kabul edeceklerdir. İtiraf, bilerek yapılan bir ikrar ve kabuldür.

"Allah'ın rahmeti... uzak olsun" yani Allah onları rahmetinden uzak­laştırdıkça uzaklaştırmış olacaktır. [12]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah şeytanları dünyada yıldızlardan atılan alevlerle yakma aza­bından sonra, ahirette hazırlamış olduğu alevli ateş azabını açıklayıp genel bir tehditte bulunmakta ve bu azabın aynı şekilde Rabbini inkâr eden her-bir kâfir için hazırlanmış olduğunu açıklamakta, daha sonra da cehennemin niteliklerini ve dehşet verici çetin hallerini söz konusu etmektedir. [13]

 

Açıklaması:

 

"Rablerini inkâr edenlere de cehennem azabı vardır. O ne kötü bir dö­nüş yeridir!" Yani Rablerini inkâr eden, onun peygamberlerini yalanlayan, cinlere ve insanlara cehennem ateşi azabını hazırladık. Onların dönecekle­ri ve varacakları yer olan cehennem ne kötü bir dönüş yeridir.

Daha sonra Yüce Allah ateşin dört niteliğini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

1, 2- "Oraya atıldıklarında o kaynayıp coşarken onun korkunç sesini işitirler." Yani pek büyük bir ateşe odunun atıldığı gibi kâfirler de cehen­nem ateşine atıldığında eşşeklerin anırması gibi yahutta aşın öfkelenmiş birisinin çıkardığı ses gibi alışılmadık bir ses duyacaklar. Bu arada da on­lar ateşin içindeyken tencerenin kaynaması gibi cehennem ateşi de kayna­yıp coşacaktır.

3- "Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur." Kâfirlere aşın öfkesin­den ve kızgınlığından ötürü neredeyse paramparça olup dağılacak.

4- "İçine herbir grup atıldığında bekçileri onlara: Size uyarıcı bir pey­gamber gelmedi mi diye sorarlar?" Yani cehenneme bir kâfir topluluğu atı­lacağı her seferinde cehennemin zebanileri ve yardımcıları onlara azarlayı-cı bir üslûpla şöyle soracaklardır: Dünyada iken sizlere bu günü hatırlatıp, uyaracak, bununla korkutup sakındıracak bir peygamber gelmemiş miydi?

Kâfirler onlara iki türlü cevap vereceklerdir:

1-"Onlar: Evet, gerçekten bize bir uyarıp korkutucu geldi, fakat biz ya­lanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz, dedik diye cevap verirler." Yani kâfirler şu sözleriyle cevap vere­ceklerdir: Evet, bizlere Rabbimiz Allah tarafından bir rasul geldi, bizi uya­rıp korkuttu, fakat biz o uyarıcıyı yalanladık ve ona: Allah senin üzerine bize tebliğ etmen için bir şey indirmemiştir. Gayba ve ahiret ile ilgili hu­suslara dair Allah'ın bize emrettiğini söylediğin şer'î hükümler adına sana herhangi bir şey vahyetmiş değildir.

Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarında geçmektedir: "Nihayet onlar oraya geleceklerinde kapılan açılacak ve bekçileri onlara şöyle diyecek: 'Size aranızdan Rabbinizin ayetlerini üzerinize okuyan ve bu gününüze kavuşmakla sizi korkutan peygamberler gelmedi mi?' Onlar:

'Evet' diyecekler. 'Fakat azap sözü kâfirler aleyhine hak olmuştur." (Zümer, 39/71)

İşte bu Yüce Allah'ın kulları hakkında adaletle hükmedeceğinin ve karşı delil ortaya konulup peygamber gönderilmedikçe kimseyi azaplandır-mayacağının delilidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz bir rasul göndermedikçe de azap ediciler değiliz." (İsra, 17/5)

2- Yine derler ki: Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında olmazdık. Yani bizler kendimizi kınıyor ve yaptık­larımıza pişman oluyoruz. Eğer bizler Allah'ın indirdiği hakkı anlayan ve hidayet bulmak isteyen bir şekilde dinlemiş yahutta doğruyu yanlıştan ayırdedebilen, düşünen, yararlanan ve hidayet bulmak amacı ile aklını kullanan kimseler olarak onları düşünmüş olsaydık, elbette cehennemlik­ler arasında olmazdık. Allah'ı inkâr etmez ve sapmazdık. Fakat bizler pey­gamberlerin getirdiklerini anlayacak bir kavrayışa da, onlara uymaya biz­leri iletecek, peygamberi dinlemeye yönelmemizi sağlayacak bir akla da sa­hip değildik. Burada dinlemenin akledip anlamadan önce sözkonusu edil­mesinin sebebi, bir şeye çağırılan bir kimsenin önce çağırıcının çağrısını duymasından, sonra da onun üzerinde düşünmesinden dolayıdır.

"Böylelikle günahlarını itiraf edecekler. Allah'ın rahmeti cehennemlik­lerden uzak olsun." Yani cehennem ateşi azabını hak etmelerine sebep teşkil eden günahlarını itiraf ve kabul edeceklerdir. Bu da küfür ve peygamberleri yalanlamaktır. Bu sebeple onlar Allah'ın rahmetinden uzak tutulacaklardır. İşte böylelikle önce suçları, sonra da cezaları açıklanmış olmaktadır.

İmam Ahmed, Ebû'l-Bahteri et-Taî'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Bana Rasulullah'tan (s.a.) işiten birinin belirttiğine göre o şöyle demiş­tir: "Kendi nefislerinden kendilerine karşı reddedemeyecekleri gerekçeler açıklanmadıkça insanlar helak edilmeyeceklerdir." Bir başka hadiste de şöyle buyurmuştur: "Kendisinin cennetten çok cehenneme lâyık olduğunu bilip kabul etmedikçe hiç kimse ateşe girmez." [14]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Ayetlerden aşağıdaki sonuçlar çıkmaktadır:

1- Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr eden, peygamberlerini yalanla­yan kâfirler için ahirette cehennem azabı vardır. Orası çok kötü bir dönüş ve varış yeridir. Ayetin zahiri büyük günah üzerinde ısrar eden fasık bir kimsenin, cehennemde ebediyyen kalmayacağını kesin olarak ortaya koy­maktadır.

2- Cehennem ateşinin dehşetli ve korkunç dört niteliği vardır: Onun alışılmadık korkunç ve dehşetli sesi işitilir, kâfirler içinde olduğu halde tencerenin kaynaması gibi kaynayıp coşar. Allah'ın düşmanlarına karşıaşın öfkesinden dolayı neredeyse parçalanacak kadar kızması; cehenneme bir topluluk atılacağı her seferinde zebanilerin o kimseleri azarlaması ve cehennem bekçileri olan Malik ve yardımcıları olan diğer zebanilerin azap­larını daha da arttırmak maksadıyla azarlayıcı bir üslûpla onlara dünyada iken sakmasmız diye, bu günü size hatırlatarak uyarıp tehdit eden korku­tucu bir peygamber gelmedi mi? diye soracak olmaları.

İbni Abbas dedi ki: Kâfirler kendisine atıldığında cehennemin çıkara­cağı korkunç ses, tıpkı katırın arpa dolayısıyla çıkardığı sesi andıracaktır. Arkasından öyle bir haykıracaktır ki korkmadık kimse kalmayacaktır.

3- Kâfirler kendilerini uyaran ve korkutan bir rasulün kendilerine gel­diğini ve onu yalanladıklarını, ona sizler, ey peygamberler, ancak doğrudan ve haktan uzaksınız, dediklerini itiraf edeceklerdir.

4- Kâfirler peygamberleri yalanladıklarını itiraf ettikten sonra ateşte iken cahilliklerini de itiraf edecekler ve şöyle diyeceklerdir: Eğer bizler peygamberlerin getirdikleri üzerinde anlayarak, dikkatle düşünerek, akle-derek kavramak isteğiyle durup öylece kulak vermiş olsaydık, cehennem­likler arasında olmazdık.

İbni Abbas bu ayeti şöyle açıklar: "Eğer bizler hidayete kulak versey­dik yahut akletseydik ya da bizler anlayıp düşünen kimseler gibi dinleyip kulak verseydik yahut doğruyu yanlıştan ayırdedip üzerinde düşünen kim­seler gibi akledip kavramış olsaydık (cehennemlikler arasında olmazdık.)"

Bu ayetler kâfire akıl namına bir şey verilmediğinin delilidir.

Ebû Said Hudri'den, Rasulullah (s.a.)'in şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Günahkâr kimseler kıyamet gününde pişman olacaklardır. Onlar "Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler ara­sında olmazdık." diyeceklerdir. Yüce Allah da: "Böylelikle günahlarını" ya­ni rasulleri yalanladıklarını "itiraf edecekler" diye buyurmaktadır.

5- O vakit kâfirlere: "Allah'ın rahmetinden uzak olun" denilecektir. İs­ter günahlarını itiraf etsinler, ister inkâr etsinler farketmez. Çünkü bunun onlara faydası olmayacaktır.

6- "Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık..." ayetini delil göstererek din öğretilmedikçe tamam olmaz denilmiştir. Çünkü dinlemek mürşidin irşadda bulunmasını, hidayete çağıranın hidayete iletmesini ge­rektirir. Yine bunu işitmenin görmekten daha faziletli olduğuna da delil göstermişlerdir. Çünkü ayet-i kerime işitmenin cehennemden kurtulmakta ve cennete ulaşmakta bir katkısı bulunduğunun delilidir. O halde işitmek kurtuluşun kaynağıdır, görmek ise böyle değildir. Bu ise işitmenin görmek­ten daha faziletli olmasını gerektirir. [15]

 

Müminlere Vaadedilen Mağfiret Ve Kafirlerin Bir Defa Daha Tehdit Edilmeleri:

 

12- Muhakkak ki Rablerinden gıya­ben korkanlar için, işte onlar için birmaeRret ve büyük bir ecir vardır.

13- Sözünüzü ister gizli, ister açık söyleyin. Çünkü o göğüslerin özünü aJbO^U^\^^l,     en iyi bilendir.

 14~Yaratan bilmez mi hiç? °latif"tir, herşeyden haberdardır.

 15- O yeri size itaatkâr ve yumuşak  kılandır. O halde omuzlarında yü­rüyün, onun rızkından yiyin ve dö­nüş yalnız onadır.

 

Belagat:

 

"İster gizli, ister açık söyleyin" ayetlerinde tezat vardır.

"Kebir ile habir" lafızlarında ve "sudur" ile "nufur" lafızları arasında da seci' vardır. [16]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rablerinden gıyaben korkanlar" henüz görmedikleri ve kendileri için gayb olan Rablerinin azabından korkanlar, yahut kendilerini kimsenin gör­mediği halde korkanlar ve gizli ve açık her halde ona itaat edenler, demektir.

"Onlar için" günahlarına "bir mağfiret ve büyük bir ecir" pek büyük bir sevap olan cennet "vardır." Bütün dünya lezzetleri onun önünde pek kü­çüktür.

"Göğüslerin özü'nden kasıt kalplerde ya da nefislerde gizli saklı bulu­nan şeyler demektir.

"Yaratan bilmez mi hiç?" Herşeyi hikmetine uygun olarak var eden, gizli ve açığı bilmez mi hiç?

"Latif işlerin inceliklerini ve bilenlerin idrak edemedikleri gizliliklerini bilen; "habir (haberdar)" eşyanın iç durumlarını da, dış hallerini de bilen.

"O yeri size itaatkâr" sizin orada (yerde) yürümenizi ve ondan yarar­lanmanızı kolaylaştıracak şekilde size boyun eğdiren, kolay yararlanılır "ve yumuşak kılandır."

"Omuzlarında" yanları, bacakları ve yollarında "yürüyün." demektir. Menkibin (omuz) çoğuludur. Bu da asıl anlamı itibariyle pazu ile kürek ke­miğinin birleştiği yerdir.

"Dönüş (nuşûr)" kabirlerden çıkış, ölümden sonraki hayat, amellerinin karşılıklarının verilmesi için diriltilmekten sonra dönüş Allah'a olacaktır. [17]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Sözünüzü ister gizli, ister açık söyleyin." ayetinin (13. ayet) nüzul se­bebiyle ilgili olarak İbni Abbas dedi ki: Bu, müşrikler hakkında inmiştir. Onlar Rasulullah (s.a.) hakkında ileri geri konuşurlardı. Cebrail (a.s) ona hakkında neler söylediklerini ve ona dil uzattıklarını, birbirlerine: Muham-med'in ilâhı duymasın diye gizlice konuşun, dediklerini bildirdi. [18]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Kâfirlerin cehennem azabı ile tehdit edilişinden sonra Yüce Allah bu­na karşılık müminlere mağfireti ve pek büyük bir mükâfatı vaadettiğini bildirdi. Daha sonra tekrar kâfirleri ve genel olarak bütün insanları, onun gizli ve açık hallerinde yaptıkları herşeyi çok iyi bildiğini belirterek tehdit etmekte ve buna dair de yaratanın ve yeryüzünü insanların emrine vere­nin kendisi olduğunu, oradaki hayırlardan ekin, mahsul, maden gibi gizli açık zenginlik kaynaklarından yararlanmalarına kendisinin izin vermiş ol­duğunu delil olarak göstermektedir. [19]

 

Açıklaması:

 

"Muhakkak ki Rablerinden gıyaben korkanlar için; işte onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır." Yani Rablerini görmedikleri halde Rable-rinin azabından korkan ve azabından korkarak ona iman eden, gizli ve açık bütün hallerde Allah'tan korkup Yüce Allah'ın dışında kendilerini kimsenin görmediği hallerde bile masiyetlerden uzak durup itaatleri de ye­rine getirerek Rablerine saygı ile boyun eğenler için pek büyük bir mağfi­ret vardır. Bununla Yüce Allah günahlarını bağışlar. Onlar için uçsuz bu­caksız mükâfat olan cennet de vardır.

Buhari ile Müslim'de şu hadis yer almaktadır: "Kendi gölgesinden baş­ka hiçbir gölgenin olmadığı bir günde Yüce Allah'ın Arş'ınm gölgesinde ba­rındıracağı yedi kişi vardır... Bunlardan birisi de makam ve mevki sahibi güzel bir kadının kendisini davet ettiği halde, ben Allah 'tan korkarım diyen bir adam ile sağının ne verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli saklı bir şe­kilde sadaka veren bir adam."

Daha sonra Yüce Allah kalpleri de, gizlilikleri de bildiğine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: "Sözünüzü ister gizli, ister açık söyleyin. Çün­kü o göğüslerin özünü en iyi bilendir." Yani sözünüzü gizli ya da açıkça söy­lemeniz birdir. Allah onu çok iyi bilendir. O kalplerden geçeni, kalplerin gizleyip sakladıklarını dahi bilir. Yani o durum ne olursa olsun Allah sözle­rinizi ve davranışlarınızı bilir. Buna göre açıktan Allah'a isyanı gerektire­cek işleri yapmaktan kaçındığınız gibi gizlice yapmaktan da kaçınınız. Çünkü Allah'ın davranışımızı bilmesi açısından bunun bir farkı yoktur. Gizliyi açıktan önce söz konusu etmesinin sebebi de adeten onun öncelikli olmasından dolayıdır. Herbir iş öncelikle nefiste var olur, sonra açıkça işle­nir. Diğer taraftan bunun bilinmeyeceği sanılabileceğinden gizli saklı gü­nahlardan da sakındırılmak istenmiştir. Yüce Allah'ın: "Çünkü o göğüsle­rin özünü en iyi bilendir" buyruğu, bundan önceki ifadelerin bir gerekçesi gibidir.

Ayet bütün insanlara, bütün amelleri ile ilgili bir hitaptır. Onların Ra-sulullah (s.a.) hakkında gizlice söyledikleri sözleri de kapsar. İbn Abbas de­di ki: (Müşrikler) Rasulullah (s.a.)'ın aleyhinde ileri geri konuşuyor, Cebra­il de ona söylediklerini haber veriyordu. Bunun üzerine biri diğerine: Mu-hammed'in ilâhı duymasın diye sözlerinizi gizli söyleyin, dediler. İşte Yüce Allah bu sebeple bu ayeti indirdi.

Daha sonra Yüce Allah bilgisinin genişliğine delil getirerek şöyle bu­yurmaktadır: "Yaratan bilmez mi hiç? O latiftir, her şeyden haberdardır." İnsanı yaratan ve onu var eden hiç gizlilikleri ve kalplerin sakladıklarını bilmez mi? Eliyle insanı yaratan bizzat O'dur. Sanat eserini en iyi bilen el-betteki onun sanatkârıdır. Yüce Allah bütün işlerin inceliklerini, kalplerde bulunanı çok iyi bildiği gibi, kalplerin gizleyip sakladıklarından da haber­dardır. Bunların hiçbirisi ona gizli değildir. Gizli olanı yaratan, gizliyi bil­mez mi, demektir.

Şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Allah yarattığını bilmez mi? İbni Kesir dedi ki: Birinci anlam, (yani, yaratıcı bilmez mi anlamı), Yüce Al­lah'ın: "O latiftir, her şeyden haberdardır." buyruğu dolayısıyla daha uy­gundur. Gerçekte ise her iki anlamın da ihtimal dahilinde olduğudur. Bu­rada "men: ...an' yaratıcıyı işaret etmiş de olabilir. Bu durumda anlam: Ya­ratan yarattığını bilmez mi demek olur. Bunun yaratılmışa ad olması da mümkündür. Bu durumda: Allah yarattığını bilmez mi demek olur. Yarata­nın yarattığını ve yaratacağını en iyi bilmesi ise kaçınılmaz bir şeydir.

Daha sonra Yüce Allah kudretine dair delili ortaya koymakta ve nime­tinin eksiksizliğine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: "O, yeri size itaat­kâr ve yumuşak kılandır. O halde omuzlarında yürüyün ve onun rızkından yiyin ve dönüş yalnız onadır." Yani yeri sizin emrinize veren ve size itaat­kâr kılan üzerinde yerleşmenize elverişli ve yumuşak kılan odur. Bu haliy­le yer sallanmıyor, çalkalanmıyor. Bu da orada yerleştirdiği dağlar sebebiyledir. Orada sizin için kaynaklar fışkırtmış, yollar açmış, yararlanabilece­ğiniz imkânlar hazırlamış, ekini yeşertmiş, meyveler çıkartmıştır. Siz de onun dört bir yanında, çeşitli bölgelerinde, yerlerinde nerede isterseniz orada kazanç, ticaret ve rızık aramak maksadıyla gezin dolaşın. Bununla birlikte çalışıp çabalamakta Allah'ın kolaylaştırmasına ihtiyaç duyulma­ması mümkün değildir. Bu bakımdan Yüce Allah: "Ve onun rızkından ye-yin." diye buyurmuştur. Yerde sizin için yarattığı ve size verdiği kendisin­den yararlanma imkânını bağışladığı rızkından ve yerin çeşitli mahsulleri­ni elde etme gücünü vererek kazandığınız rızkından yeyin. Şunu da bilin ki, sonunda sizler ona döneceksiniz. Kabirlerinizden kaldırılıp, O'nun hu­zuruna götürüleceksiniz başkasına değil. Kıyamet gününde dönüş yalnız ona olacaktır. Bu sebeple gizli ve açık hallerinizde küfür ve masiyetlerden sakınınız.

Ayet Yüce Allah'ın kudretine ve onun kullarına nimetlerinin çokluğu­na, ayrıca çalışıp çabalamanın, sebeplere sarılmanın Yüce Allah'a tevekkü­le aykırı olmadığına, ticaret ve kazanmanın teşvik edilmiş bir şey olduğu­na da delildir. İmam Ahmed, Tirmizi, Nesai ve İbni Mace'nin rivayetine gö­re Ömer b. Hattab (r.a.) Rasulullah'ı (s.a.) şöyle buyururken dinlemiştir: "Şayet sizler Yüce Allah'a hakkıyla tevekkül edecek olursanız sabah aç, ak­şam kursakları dolmuş olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rı-zıklandırırdı." Allah Rasulü kuşların Yüce Allah'a tevekkül ettiklerini be­lirtmekle birlikte rızıklarmı aramak için sabah gidip, akşam döndüklerini ve bu işin kendileri tarafından yapıldığını belirtmektedir. Ancak herşeyi müsahhar kılan, yönlendiren ve sebepleri yaratan O'dur.

Hakim Tirmizi'de, Muaviye b. Kurra'dan şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Ömer b. Hattab (r.a.) bir topluluğun yanından geçti. Onlara: Siz neci­siniz, diye sordu, onlar: Bizler tevekkül edenleriz, dedi. O: Hayır, sizler ha­zır yiyicilersiniz, dedi. Gerçekte tevekkül eden yerin içine tohumunu atan ve ondan sonra aziz ve celil olan Allah'a tevekkül edendir.

Buna göre bu ayet ile bundan önceki ayetten maksat şu olmaktadır: Kâfirler Yüce Allah'ın gizli hallerini de, açıkladıklarını da bildikleri belirti­lerek tehdit edilmektedir. Onlara yerin hayır ve bereketlerini kolaylıkla el­de etme imkânını vermekle lütufta bulunan ve bu nimetleri ihsan eden Odur. O halde Onun cezasından sakının. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibi­dir: Ey kâfirler, benim gizlediğiniz ve açıkladığınız hallerinizi bildiğimi bi­lin. Bu sebeple benden korkun, azabımdan sakının. Ben sizleri emrinize boyun eğdirdiğim bu yerde iskân ettim ve burasını faydanız ve rızkınız için bir sebep kıldım. Ben dileyecek olursam sizi yerin dibine geçirir ve oraya gökten türlü mihnet ve sıkıntılar indiririm. [20]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Bu ayetler aşağıdaki hususlara delil gösterilebilir:

1- Allah'tan haşyet (saygıyla korkmak), onun azap ve cezasından korkmak, şeytana karşı direnmek her insanın bir görevidir. Allah'tan ve Onun kendileri tarafından görülmeyen azabı olan kıyamet günü azabın­dan korkup gizli ve açık hallerinde Allah tarafından görüldüklerini bilenle­rin günahını Allah bağışlayacaktır ve onlar için pek büyük bir mükâfat olan cennet vardır.

2- Yüce Allah için bir fark olmaksızın gizliyi ve açığı, kalplerde geçeni, orada saklı olanı, kalplerde bulunan hayrı ve şerri bilir. Buna göre müşrik­lerin Muhammed (s.a.) ile ilgili gizlice söyledikleri sözler ile açıkça söyle­dikleri sözler tam anlamıyla Yüce Allah tarafından bilinen şeylerdir. Aynı şekilde insanların İslâm, Kuran, İslâm peygamberi ve müslümanlar için her çağda hazırladıkları tuzakları da -devlet ve ferd olarak- Allah bilir. Al­lah hile ve tuzak hazırlayanları, kötülük yapmak isteyenleri ve sapıtanları cezalandırır.

3- Yüce Allah'ın gizli açık herşeyi bildiğinin delili insanı, onun fiilleri­ni ve sözlerini yaratanın O olduğudur. Bir şeyi yaratan hiç şüphesiz yarat­tığını çok iyi bilir.

4- Yeryüzü ve orada bulunan her türlü hayırlar, menfaatler ve hazine­ler insanın emrine verilmiştir ve bu Allah'ın insana olan nimeti ve lütfu-dur. Yeryüzü deney alanıdır. İnsanın yaşayışının gözetlendiği yerdir. Orayı insanın emrine veren, orada kullarına nzık elde etme yollarını kolaylaştı­ran Allah, aynı şekilde üzerinde bulunanlarla birlikte yerin dibine geçir­meye de kadirdir. Kabirlerden diriltilişten sonra hesap ve amellerin karşı­lıklarının görülmesi için ona dönülecektir. O halde insanlara düşen yeryü­zünü hayırlı işler için kullanmak, serden, münkerlerden, küfürden ve ma-siyetlerden uzak durmaktır. [21]

 

Çeşitli Tehdit Türleri Ve Geçmiş Ümmetlerin Halinden İbret Almak:

 

16- Göktekinin sizi yere geçirmesin­den emin mi oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta ol­duğunu göreceksiniz.

17- Yahut göktekinin üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden ernn m oldunuz? Hem benim korkutmamın nasıl olduğunu bile-

18- Andolsun ki onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Benim azabım nasıl oldu?

19-  Üstlerinde sıra sıra dizilip, ka­natlarını açıp kapayan kuşları gör­mediler mi? Onları Rahman'dan başkası tutmuyor. Muhakkak ki O herşeyi çok iyi görendir.

 

Belagat:

 

"Sıra sıra dizilip" ile "açıp kapayan" lafızları arasında tezat vardır.

"Nezir, mekir, basir" lafızlarında ayet sonları gözönünde bulundurula­rak murassa' seci' vardır. [22]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Göktekinin" maksat Yüce Allah'tır. Çünkü Arapların iddiasına göre o göklerdedir, "sizi yere geçirmesi" sizi yerin dibine geçirmesi ve orada kay­bolmanızı sağlaması "nden emin mi oldunuz?" Yüce Allah'ın: "Biz onu da, evini de yere geçirdik." (Kasas, 28/81) buyruğunda da bu anlamdadır.

"O zaman onun durmadan çalkalanmakta" yani sarsılmakta, hareket edip durmakta "olduğunu göreceksiniz."

"Yahut göktekinin taş yağdıran bir rüzgar" üzerinize ufak taşlar atıp sizi onunla helak edecek şiddetli bir rüzgar "göndermesinden emin mi oldu­nuz. Hem benim korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz" azap ile kor­kutmamın hak olduğunu azabı göreceğiniz vakit bileceksiniz.

"Üstlerinde" havada "sıra sıra dizilip" yani uçtukları vakit havada

"kanatlarını açıp kapayan kuşları" yani kimi zaman açan, kimi zaman ka­payan kuşları "görmediler mi? Onları rahmandan başkası tutmuyor." Onla­rı ancak rahmeti herşeyi kuşatan Allah kanatlarını açıp kapadıkları vakit tutup düşmelerini önlüyor.

"Muhakkak ki O herşeyi çok iyi görendir." Hayret verici şeyleri nasıl yarattığını ve bunları nasıl çekip çevirdiğini O bilir. Yani onlar havada uçan kuşların uçmasını, niçin bizim onları geçmiş ümmetleri azaplandırdı-ğımız gibi azaplandırabileceğimize ve buna kadir olduğumuza delil olarak görmüyorlar? [23]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Kâfirlerin korkutulmaları için Yüce Allah'ın ilminin ve kudretinin de­lilleri açıklandıktan sonra yine tehdit etmek maksadıyla Yüce Allah birta­kım delilleri zikretmektedir. Bunlar yeryüzünde bulunanların dünyada ye­rin dibine geçirilmelerinin yahut üzerlerine herşeyi tahrip eden, taş yağdı­ran şiddetli kasırgaların gönderilmesinin imkân dahilinde olduğu gerçekle­ridir. Bununla birlikte Ad, Semud, Nuh kavmi, Firavun ve askerleri gibi geçmiş ümmetlerin helak edildiği ve kuşların gök boşluğunda uçabilecek güçte yaratılmış oldukları da hatırlatılmaktadır.[24]

 

Açıklaması:

 

"Göktekilerin sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu göreceksiniz." Allah yeryüzüne sizin için boyun eğdirmişken Karun'u yerin dibine geçirdiği gibi, Allah'ın sizi de yerin dibine geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman yerin sizi sarstığını ve siz üzerinde olduğunuz halde çalkalanmakta olduğunu göreceksiniz.

Bu sorudan maksat, tehdit ve Yüce Allah'ın kendisini inkâr eden ve Ona başka bir ilâhı ortak koşan kimseleri azaplandırmaya kadir olduğunu haber vermektir. İbni Abbas kendisine karşı geldiğiniz takdirde gökte bu­lunandan yana emin mi oldunuz, diye açıklamıştır.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "De ki: O size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye kadir olan­dır." (Enam, 6/65)

Fakat Yüce Allah'ın yarattıklarına lütuf ve merhameti dolayısıyla O affeder, bağışlar. Azaplandırmakta acele etmez, erteler. Nitekim şöyle bu­yurmaktadır: "Eğer Allah kazandıkları sebebiyle insanları sorgulayacak ol­saydı, onun (yeryüzünün) sırtında dolaşanların hiçbirini bırakmazdı. Fa­kat o bunları belirlenmiş bir vakte kadar geri bırakıyor. Belirlenmiş olan o vakitleri gelince muhakkak Allah kullarını en iyi görendir." (Fatır, 35/45)

Daha sonra Yüce Allah bir başka tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır: "Yahut göktekinin üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz? Hem benim korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz." Yani yoksa siz -iddia ettiğiniz üzere- semada bulunan Rabbinizin egemen­lik ve melekûtu ve kahrı ile üzerinize semadan taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin misiniz? Nitekim o böyle bir azabı Lût kavmine ve Mekke'de Fil ashabına göndermişti. İşte o vakit azabı göreceğinizde benim azabımı yalanlayıp, emirlerime muhalif hareket eden kimseleri ne şekilde uyarıp, ne şekilde cezalandırdığımı bileceksiniz. Fakat o vakit bu bilmeni­zin size faydası olmayacaktır.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Peki kara tara­fından sizi yere geçirmesinden yahut üzerinize çakıl taşları yağdıran bir ka­sırga göndermesinden emin mi oldunuz? Sonra kendinize hiçbir vekil de bulamazsınız." (İsra, 17/68)

Daha sonra Yüce Allah örneklendirme ve delil getirme yoluyla kâfirle­ri korkutmayı pekiştirmek üzere önceki ümmetlerin azaba uğratılmalarını hatırlatmaktadır. Verdiği örnek şudur: "Andolsun ki onlardan öncekiler de yalanlamışlardır. Benim azabım nasıl oldu?" Yani sizden önceki kâfirler ve peygamberleri yalanlayanlar küfürleri sebebi ile bu tür cezaların benzerini gördüler. Ad, Semud ve diğer ümmetlerin kâfirleri gibi. Kötü azap onları kuşattı. Şimdi benim onların başına getirdiğim şiddetli azap ile onlara kar­şı tepkimin nasıl olduğuna bir bakınız.

Delil getirmeye gelince, Yüce Allah kudretinin kemâline dair birkaç delili söz konusu etmektedir. Bunlar yüce Rabbimizin kâfirlere her türlü azabı yapmaya kadir olduğunu ortaya koyar.

Birinci delil şudur: "Üstlerinde sıra sıra dizilip, kanatlarını açıp kapa­yan kuşları görmediler mi? Onları Rahmandan başkası tutmuyor. Muhak­kak ki o herşeyi çok iyi görendir." Yani hava boşluğunda üzerlerindeki kuş­lara bakmazlar mı? Bu kuşlar kimi zaman kanatlarını açmakta, kimi za­man da kanatlarını kapamaktadır. Kanatlarını açarken de kaparken de uç­tukları vakitte kuşları havada herşeye gücü yeten ve rahman olan o mut­lak ilâhtan başkası tutmuyor. Bunu da havayı rahmet ve lütfuyla onlara müsahhar kılması suretiyle gerçekleştiriyor. Şüphesiz ki O yarattıkların­dan her birine neyin elverişli olduğunu çok iyi bilen, çok iyi görendir. Kü­çük olsun, büyük olsun hiçbir şey O'na gizli kalmaz.

Bu ayetin bir benzeri de şu buyruktur: "Gök boşluğunda müsahhar kı­lınmış olan kuşları görmüyorlar mı? Onları (havada) Allah'tan başkası tut­muyor. Şüphe yok ki bunda iman edecek bir topluluk için bir ibret vardır." (Nahl, 16/79)

İlim adanılan dedi ki: Ayet-i kerimede kulun kendi ihtiyarı ile yaptığı fi­illerin Allah tarafından yaratılmış olduğuna delil vardır. Çünkü kuşların havada tutulmaları onların kendi ihtiyarlanyla (istek ve iradeleriyle) yaptıkla­rı bir fiildir ve Yüce Allah bu fiili kendi zatına izafe etmiş bulunmaktadır. [25]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkartılabilir:

1- Yüce Allah kâfirleri ve zalimleri küfürlerine bir ceza olmak üzere yerin dibine geçirmeye kadirdir. Nitekim daha önce Karun'u da evini de ye­rin dibine geçirmişti. İşte o vakit yer onları içine alır, yutar ve bunun için gider ve gelir.

Yüce Allah'ın: "Göktekinin... emin mi oldunuz" buyruğunda Yüce Al­lah'ın özellikle "gök"il söz konusu etmesi semada kudreti geçenin kendisi­nin olduğuna, yeryüzünde tazim ettikleri büyük tanıdıkları kimseler olma­dığına dikkat çekmek içindir. Şunu bilmek gerekir ki; Yüce Allah hem se­mada ilâhtır, hem de yerde ilâhtır. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: "O gök­te de ilâh olandır, yerde de ilâhtır." (Zuhruf, 43/84)

Müşebbihe Yüce Allah'ın: "Göktekinin sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz" buyruğunu delil göstererek Allah'ın belli bir mekânda olduğunu söylemişlerdir. Razi de onlara şu şekilde cevap vermiştir: Bu ayet-i kerime­nin zahiri üzere kabul edilmesi müslümanların ittifakı ile imkânsız bir şeydir. Çünkü onun semada olması, semanın bütün yönlerden onu kuşat­mış olmasını gerektirir. Bu durumda o semadan daha küçük demektir. Halbuki sema Arş'tan çok küçüktür. O halde Yüce Allah'ın Arş'tan da kü­çük bir şey olması gerekir. Bu da bütün müslümanların ittifakıyla imkan­sızdır. Çünkü Arş semada ve arzda bulunan bütün yaratıkların en büyüğü­dür. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir? De ki: Allah'ındır." (En'am, 6/12) Dolayısıyla ayetin za­hiri bırakılarak tevil cihetine gidilmelidir. Onu tevilin çeşitli şekilleri ol­makla birlikte en uygun olanı, ayetin şu şekilde takdir edilmesidir: Salta­natı, mülkü, kudreti semada olandan emin mi oldunuz? Burada semanın zikredilmesinden maksat da Yüce Allah'ın egemenliğinin ve kudretinin ta­zim edilmesidir. Nitekim O: "Göklerde de, yerde de Allah sadece O'dur." (En'am, 6/3) diye buyurmaktadır. Aynı şey iki ayrı yerde aynı anda da bu-lunmaz.[26]

2- Yeri kullarının emrine verme nimeti Allah'tandır. Aynı zamanda onu üzerinde yaşanmaya elverişli kılmıştır. Yüce Allah bununla onlara lü-tufta bulunmuş, yeryüzünün, birçok yerinde, çeşitli bölgelerinde, tepelerin­de, dağlarında rızık aramak, ticaret ve kazanç amacıyla gezmeyi onlara mubah kılmış, kendilerine helâl kıldığı şeylerden yemelerine izin vermiştir ve sonunda onlar Allah'a döneceklerdir. Gökleri, aralarında bir tutarsızlık

olmayacak şekilde yaratan, yeri kulların enirine boyun eğdiren elbetteki onları tekrar diriltmeye ve kabirlerinden hayat verip çıkartmaya da kadir­dir.

3- Şüphesiz Allah gökten taşlar göndermek suretiyle kâfirleri de azap-landırmaya kadirdir. Nitekim Lût kavmine ve Fil ashabına da böyle bir azap göndermiştir. Azabın gerçekleşeceği zaman Yüce Allah'ın azap ile kor­kutup uyarmasının nasıl bir hak olduğunu bileceklerdir.

4- Yüce Allah kendilerinden öncekileri örnek vererek kâfirleri tekrar tekrar korkutmuştur. Onlar küfürleri sebebiyle buna benzer cezalara tanık olmuşlardır. Sözü edilen bu geçmiş ümmetlerin kâfirlerine Nuh kavmi, Ad ve Semud kavmi, Lût kavmi, Medyen ashabı, Res ashabı ve Firavun kavmi birer örnektir.

5- Yüce Allah'ın kudretini ortaya koyan belgelerden birisi de yeri insa­nın emrine verdiği gibi havayı da kuşların emrine vermiş olmasıdır. Hava­da uçan kuşları tutan da Allah'tan başkası değildir. O herşeyi bilendir, her-şeyi görendir. Yarattıklarından her bir şeye neyin uygun olduğunu da çok iyi bilir ve görür. [27]

 

Putlara Tapmalarından Ötürü Müşriklerin Azarlanması, Yüce Allah'ın Kudreti Ve Ölümden Sonra Diriliş Bilgisinin O'na Ait Oluşu:

 

20- Rahman'a karşı sizlere yardım edecek de kimmiş? Şu sizin ordu­nuz mu? Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler.

21" Eger ° nzkmı kesiverirse size rızık verebilecek kim? Hayır, onlar az-

 gmhkediPiııatlakaÇmaktadırlar-

22- Acaba durmadan yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi daha çok hi- dayettedir; yoksa dosdoğru bir yol  üzere dimdik yürüyen kimse mi?

23- De ki: 'Sizi yaratan, size işitme,  gözler ve kalpler veren O'dur. Ne  kadar az şükredersinizr'

24- "De ki:"°sizi y vara tıp yayandır. Yalnız O'nun huzuruna toplamp' götürülecek8in-" 

25- "Eğer doğru söyleyenler iseniz bu vadiniz ne zaman gerçekleşe-

26- "De ki: "Ona  büsi»ancak a1lah'ın yanındadır. Ben ancak apa- çık bir korkutucuyum."

27- Artık onu yakınlaşmış gördükle­rinde o kâfirlerin hoşlanmadıkları yüzlerinden belli olur ve: 'İşte bu sizin acele gelmesini istediğinizdir." denilir.

 

Belagat:

 

"...yardım edecek kimmiş?" sorusu, kimse yardım edemez anlamında inkârî bir istifhamdır.

"Acaba durmadan yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi daha çok hida­yettedir, yoksa dosdoğru bir yol üzere dimdik yürüyen kimse mi?" buyruğu temsilî bir istiaredir. Mümin dosdoğru yol üzerinde ve dimdik yürüyen kimseye benzetilirken kâfir de cehenneme giden yolda sürekli yüz üstü ka­paklanarak yürüyen kimseye benzetilmiştir.

"Gurur, nufur" lafızlarında ayet sonları bakımından murassa' bir seci' vardır. [28]

 

Kelime ve İbareler

 

"Rahmana karşı" onun azabını sizden önleyecek "sizlere yardım ede­cek" azabını savacak "de kimmiş1? Sizin şu ordunuz mu?" Size yardım ede­cekler bunlar mı? "Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler." Azap kendi­lerine gelmeyecek diye şeytan onları aldatmıştır. Anlatılmak istenen onla­rın bir dayanaklarının olmadığıdır.

"Eğer O rızkını kesiverirse size rızık verebilecek kim?" Yağmuru ve di­ğer geçim sebeplerini keserek rızkını vermezse Allah'tan başka sizi kim rı-zıklandırabilir? Sizi ondan başka rızıklandıracak kimse yok demektir.

"Hayır, onlar azgınlık edip inatla kaçmaktadırlar." Büyüklenip, inatla-şarak hakkı kabul etmiyorlar, ondan yüz çevirip uzaklaşmakta ve bu tu­tumlarını sürdürüp gitmektedirler.

"Yoksa dosdoğru bir yol üzerinde" yani hem bölümleri, hem de istika­meti dosdoğru bir yol üzerinde dimdik yürüyen kimse... Maksat dinine bağ­lı mümin ile müşrik kâfire birer örnek vermektir.

"... ve kalpler" düşünesiniz, ibret alasınız diye kalpler ve akıllar "veren O'dur."

"Ne kadar az şükredersiniz!" Organlarınızı yaratılış sebebine uygun olarak kullanmamak suretiyle ne kadar az şükredersiniz!

"Sizi yaratıp yayandır." çoğalıp duran ve etrafa yayılanlar olarak yara­tan "O'nun huzuruna" hesap ve amellerinizin karşılığının görülmesi için "toplanıp götürüleceksiniz."

"Eğer" ey peygamber ve ona iman edenler "doğru söyleyenler iseniz bu vaadiniz" ölümden sonra diriliş yahutta yerin dibine geçirilmek ve taş yağ­dıran fırtına ile azap "ne zaman gerçekleşecek?"

"Ona" vaktine ve geliş zamanına "dair bilgi ancak Allah'ın yanında­dır." Başkası onu bilemez. "Ben apaçık bir korkutucuyum" uyarıp, korkut­ması apaçık olan bir rasulüm.

"Artık onu" tehdit edilen azabı "yakınlaşmış" kendilerine yaklaşmış "gördüklerinde o kâfirlerin hoşlanmadıkları yüzlerinden belli olur." Yüzleri simsiyah kesilir ve azabı gördüklerinden ötürü keder ve üzüntü kaplar.

"Ve" cehennem bekçileri tarafından kendilerine "işte bu" azap "sizin" alay ederek ve kabul etmeyerek "acele gelmesini istediğinizdir, denilir." Bu ayetler gelecekte meydana gelecek bir olayı anlatmaktadır. Gerçekleşeceğinin kesin olduğunu göstermek üzere dili geçmiş zaman (mazi) ifadesi kullanılmıştır. [29]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah kudretinin kemâline dair birinci delil olmak üzere kuşların uçma imkanına sahip olarak yaratılmasını söz konusu ettikten sonra müş­rikleri putlara tapınmalarından ötürü azarlamakta, onların bu husustaki inanışlarından iki temel noktayı reddetmektedir. Bunlar, yardımcılarının güçlü olduğu ile putların hayır sağlayabilecekleri kanaatidir. Daha sonra Yüce Allah kudretinin kemâline iki delil daha zikretmektedir. Bunlar da insanların ve duyularının yaratılması ile yarattığı varlıkların çoğalmaları, varlıklarının devam etmesi, yeryüzünde dağılmaları, sonra da onları kendi huzurunda hasredip toplayacak olmasıdır.

Daha sonra kâfirlerin Muhammed (s.a.)'e söyledikleri iki husus söz ko­nusu edilmektedir. Onlar bu sözleri Rabbi kendisine onları Allah'ın azabı ile korkutmasını emretmesi üzerine söylemişlerdir. Onların söyledikleri iki hususa gelince; bunlar azabın zamanının tayin edilmesini istemek ile ona ve müminlere helak olsunlar diye beddua etmekti. Bu sonuncusu ise bun­dan sonraki fıkranın konusunu teşkil etmektedir.

Buna göre bu üç delil Yüce Allah'ın kudretinin kemâlinin delilleri ola­rak ortaya çıkmaktadır. Bu üç delilin ilki hayvanlardan kuşların durumu, ikincisi insanın nitelikleri olan işitmek, görmek ve akıl ile insanın yaratıl-mışlığı, bundan sonra ise insanların çoğalmasının temin edilmesi, insan türünün korunması, yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağılması ve kıyamet gününde haşredilmesidir. [30]

 

Açıklaması:

 

Yüce Allah kendisiyle birlikte başka varlıklara tapanların, bu varlık­ların kendilerine yardımcı olacağını, kendilerine rızık vereceğini zanneden müşriklerin bu kanaatlerini reddetmekte, onların bu inançlarını kabul et­meyip umduklarının asla gerçekleşmeyeceğini haber vererek şöyle buyur­maktadır:

1- "Rahman'a karşı sizlere yardım edecek de kimmiş? Şu sizin ordunuz mu? Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler." Yardım edecek bu ordu kimmiş, yahut size bir azap getirmeyi murad ettiği vakit Allah'ın azabına karşı sizi koruyacak, size yardımcı olacak kimdir? Gerçek şu ki Allah'ın dı­şında sizin bir yardımcınız, bir koruyucunuz yoktur. O'ndan başka kimse size yardım edemez. Bu sebeple kâfirler şeytan tarafından pek büyük bir aldanış içerisine düşürülmüşlerdir. Azap kendilerini gelip bulmayacak diye aldatılmışlardır.

"Rahman a karşı" ifadesi insanların küfür ve zulümlerine karşı yeryü­zünde varlıklarını devam ettirmelerinin rahmeti herşeyi kuşatan rahman olan (Allah)'m rahmetiyle olduğuna bir işarettir. Ayet-i kerime iman etmek istemeyen, yanlış kanaat ve inançları ile yardımcılarının gücüne güvenen kâfirlerin kanaatlerini reddetmekte, onların Allah'ın dışında bir yardımcı­larının olmadığını onlara haber vermektedir.

Daha sonra Yüce Allah, onların Allah'tan başka rızık veren bir kimse­nin varlığına, putların sahip oldukları bütün hayırların kaynağı ve başları­na gelecek hertürlü musibeti onların önleyeceğine dair iddialarını reddede­rek şöyle buyurmaktadır:

2- "Eğer o rızkını kesiverirse size rızık verebilecek kimdir? Hayır, onlar azgınlık edip inatla kaçmaktadırlar." Yani Allah size rızkını vermeyip ke­serse onun dışında, yağmur ve başka yollarla sizi rızıklandıracak kimdir? Rızık veren ve rızkı engelleyen, rızık verip, yardım eden Allah'tan başkası değildir. Hiçbir ortağı olmaksızın bunu yapan sadece O'dur, demektir. On­lar da bunu bilmektedirler. Bununla beraber başkasına ibadet ediyorlar. Bu sebeple Yüce Allah onları: "Hayır, onlar azgınlık edip inatla kaçmakta­dırlar." diye nitelendirmektedir. Yani onlar hakka karşı büyüklenmelerini, inatlarını, ondan kaçış ve nefretlerini sürdürüp gitmektedirler. Azgınlık, if­tira ve sapıklıktan ibaret yollarını izlemeye devam etmekte, ibret alma­makta, düşünmemektedirler.

Böylelikle iki ayet, Allah'ın azabına karşı kimsenin yardım edemeye­ceğini, yaratıklarına rızık vermeyecek olursa Allah'tan başka rızık verecek kimse olmadığını göstermektedir.

Daha sonra Yüce Allah, mümin ile kâfire ya da tevhide iman eden ve şirk koşana örnek vererek şöyle buyurmaktadır: "Acaba durmadan yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi daha çok hidayettedir. Yoksa dosdoğru bir yol üzere dimdik yürüyen kimse mi ?" Mümin ile kâfirin durumunu hiç düşün­dünüz mü? Kâfirin hali yüzüstü kapaklanarak düşen, yani her zaman tö­kezleyerek yürüyen, dimdik duramayan bir kimseye benzer. Bu nereye gi­deceğini, nasıl gideceğini bilemez. Aksine böyle birisi şaşkın ve yolunu şa­şırmış birisidir.

Bu mu yoksa dimdik, dosdoğru yolda giderken önünü gören, yolu eğri büğrü olmayıp, dümdüz olan, kendisi de istikamet üzere olup yolu doğru olan, dünyada da ahirette de bu halde olan kimsenin durumuna benzeyen mümin kimse mi hidayettedir? Böyle birisi dünyada Allah'ın gösterdiği yol­da yürüdüğü için hidayet üzere yürür, basiret sahibidir. Ahirette de cenne­te götürecek dosdoğru bir yol üzere haşredilecektir. Bu, hakikati kastedilen bir soru değildir. Bundan maksat şudur: Böyle bir soruyu işiten herkes, dosdoğru bir yolda dimdik yürüyen kimsenin daha doğru yolda olacağı şek­linde cevap verecektir.

Daha sonra Yüce Allah kudretinin kemâlini ortaya koyan ikinci delili söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "De ki: Sizi yaratan, size işitme, görme ve kalpler veren O'dur. Ne kadar az şükredersiniz." Yani ey peygam­ber! Şu müşriklere de ki: Anılmaya değer bir şey değilken sizleri ilkin ya­ratıp var eden, size öğütleri duymanız için kulaklar, Allah'ın harikulade yaratıklarını görebilmeniz için gözler, Allah'ın yarattıkları üzerinde dik­katle düşünüp eşyanın hakikatini idrak etmeniz için akıllar veren kimdir? Fakat Yüce Allah'ın sizlere nimet olarak bağışlamış olduğu bu güçlerinizi O'na itaat ve O'nun emirlerini yerine getirmek, yasaklarını terketmek ve yaratıldıkları hayırlı maksatlar için ne kadar da az kullanıyorsunuz! Bu maksat ise bütün bu güçler için gerçek manada O'na şükretmektir. Yoksa dil ile şükretmeyi tekrarlarken isyan etmeye devam etmek değildir. Çünkü Yüce Allah'ın nimetine şükretmek, o nimetin razı olacağı alanda kullanıl­ması ile olur. Eğer bu güçler Allah'ın rızasını elde etmek uğrunda kullanıl­mayacak olursa, sizler kesinlikle onun nimetine şükretmiş olmazsınız. Yü­ce Allah'ın: "Ne kadar az şükredersiniz." buyruğu bu pek büyük güçleri on­lara onun verdiğine fakat kendilerinin bu güçleri yaratılış maksatları dı­şında kullandıklarından ötürü değerlerini bilmediklerine bir işarettir.

Özellikle bu organların söz konusu edilmelerinin sebebi, ilmin ve anla­manın araçları oluşlarından dolayıdır.

Daha sonra Yüce Allah kudretinin mükemmelliğinin üçüncü delilini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"De ki: O sizi yeryüzüne dağıtıp yayandır. Yalnız O'nun huzuruna top­lanıp götürüleceksiniz." Yani onlara şunu da söyle: Sizi yaratan, sizi yeryü­zünün çeşitli yerlerine dağıtan, dillerinizin çeşitliliğine, renk ve şekillerini­zin ayrılığına rağmen sizi etrafa yayan O'dur. Bu şekildeki dağılmadan sonra O'nun huzuruna toplanacaksınız. Sizi dağıttığı gibi, sizi toplayacak olan, ilkin yarattığı gibi hesap ve amellerinizin karşılığının verilmesi için sizi tekrar yaratacak olan da O'dur.

Yüce Allah Muhammed (s.a.)'e kâfirleri Allah'ın azabı ile korkutmayı emrettikten sonra, kâfirlerin alay ve reddetmek maksadıyla ölümden son­ra diriliş vaktinin belirlenmesine dair istek ve sözlerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Eğer doğru söyleyenler iseniz bu vaadiniz ne zaman gerçekleşecek derler." Müşrikler Muhammed (s.a.)'e ve müminlere onları küçümseyerek ve onlarla alay edercesine derler ki: Bizi kendisiyle tehdit ettiğin kıyamet, mahşer, ahiretteki azap ve cehennem ateşi ile dünyada ye­rin dibine geçirilmek veya taş yağdıran fırtınalarla azaba uğratılmak ne zaman gerçekleşecektir? Ey Muhammed ve ey ona iman edenler, eğer bu söylediklerinizde doğru iseniz bize bunları haber veriniz yahut bunu açık­layınız.

Yüce Allah onlara şöylece cevap vermektedir:"De ki: Ona dair bilgi ancak Allah 'in yanındadır. Ben ancak apaçık bir korkutucuyum." Yani ey peygamber, onlara şunu söyle: Bunun bilgisi ancak Allah'ın yanındadır. Kıyametin ve azabın muayyen olarak zamanını Yüce Allah'tan başka kimse bilemez. Fakat O bana size bu azabın geleceğini ve kesinlikle gerçekleşeceğini bildirmemi emretti. Bu bakımdan O'ndan sakı­nınız. Ben sizin için sadece bir uyarıcıyım. Ben sizleri küfrünüzün akıbeti­ni hatırlatarak uyarıyor ve korkutuyorum. Benim görevim tebliğden iba­rettir ve size karşı olan bu görevimi de yerine getirmiş bulunuyorum.

Daha sonra Yüce Allah, azabı görmeleri halinde bu kâfirlerin durumu­nu anlatarak şöyle buyurmaktadır:

"Artık onu yakınlaşmış gördüklerinde o kâfirlerin hoşlanmadıkları yüzlerinden belli olur ve "İşte bu sizin acele gelmesini istediğinizdir." deni­lir." Yani kâfirler kendisiyle tehdit olundukları azabın dünyada pek yakın olduğunu, kıyametin de koptuğunu görüp işin artık pek yakında gerçekle­şeceğini göreceklerinden -çünkü ne kadar uzun süre geçse bile gelecek olan her bir şey yakındır- yüzleri simsiyah kesilir, keder yüzlerini örter. Zillet ve hakirlik onları kaplar. Azap melekleri, cehennem zebanileri onları azarla­mak maksadıyla onlara şöyle der: Dünyada iken alay maksadı ile istediği­niz ve Allah'ın Rasulüne: "Eğer doğru söyleyenlerden isen o halde bizi ken­disiyle tehdit etmekte olduğun şeyi (azabı) getir." (Ahkaf, 46/22) diyerek acele gelmesini istediğiniz işte budur.

Ayetin bir benzeri de şu buyruklardır: "Halbuki Allah'tan ummadıkla­rı şey kendilerine görünür. Kazandıkları amellerin fenalıkları kendilerine görünecek ve alaya aldıkları şey onları çepeçevre sarıp kuşatacaktır." (Zü-mer, 39/47-48) [31]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetler aşağıdaki hususlara delil gösterilir:

1- Gerçekte ve vakıada mümin için de kâfir için de Allah'tan başka yardımcı ve rızık verici yoktur. Fakat kâfirler şeytanlar tarafından bir al­danışa sürüklenirler. Onları azap ve hesap yoktur, diye aldatırlar. Azgın­lıklarında, sapıklıklarında, haktan nefret edip kaçışlarında sürekli olmala­rını ve bunu böylece sürdürüp gitmelerini sağlamaya çalışırlar.

2- Sapıklık ve şaşkınlığı ile kâfir, önüne bakmayan, sağını solunu gö­remeyen başaşağı düşmüş birisine benzer. Böylesinin yere düşmeyeceğin­den, yüzüstü yıkılmayacağından emin olunamaz. Hidayet ve basireti itiba­riyle mümin ise dimdik yürüyen, sağlıklı, önünü gören ve kendisini doğru­ya ulaştıracak dosdoğru yol üzerinde yürüyen bir adama benzer. Şüphesiz ki ikincisi birincisinden daha çok hidayet üzeredir, doğru yolda gider.

3- Yüce Allah'ın kudretinin mükemmelliğinin üç delili söz konusudur:

Havada kuşlara uçma imkanının verilmesi, insanın yaratılması ve ona işit­me, görme, kalp ya da akıl gücünün verilmesi, insanların yeryüzünde dağı­nık bir şekilde yaratılmakla birlikte kıyamet gününde herkesin amelinin karşılığının verilmesi için hasredilecek olmaları. Çünkü ilkin yaratmaya kadir olan tekrar yaratmaya daha da kadirdir.

4- İnsanların çoğunluğu duyu organlarını yaratılış maksatları doğrul­tusunda kullanmak suretiyle şükredenler ve Yüce Allah'ın vahdaniyetini kabul edenler değildir.

5- Kâfirler Allah'ın azabı ile korkutulduktan sonra, alay ve inkâr yollu kendilerine vaadolunan bu azabın vaktinin tayin edilmesini isterler.

6- Onların sorularına ve acele etmelerine de şöyle cevap verilir: Kıya­metin ne zaman kopacağına dair bilgi yalnızca Allah'ın yanındadır. Onu O'ndan başkası bilemez. Allah Rasulü'nün görevi ise apaçık bir tebliğ, uyarmak ve açık bir şekilde azapla korkutmaktan ibarettir. [32]

 

Mekke Kafirlerinin Peygamber'e (S.A.) Ve Müminlere Helak Olsunlar Diye Beddua Etmeleri:

 

28- De ki: "Bana haber verin. Eğer Allah beni ve benimle beraber olanlan helak etse veya bize rahmet buyursa, ya kâfirleri acıklı azaptankim kurtarır?'

29- De ki: "O rahmandır, biz Ona iman etmişizdir ve yalnız O'na te-fit* vekkül ettik. Artık kimin apaçık biraPıkhk iÇinde olduğunu pek ya- kında bileceksiniz."

30- De ki: "Bana haber verin. Eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse size kim akar bir su getirebilir?"

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bana haber verin. Eğer Allah beni ve benimle beraber olanları" mü­minleri "helak etse" öldürse "veya" ecellerimizi erteleyerek "bize rahmet bu-yursa, ya kâfirleri acıklı azaptan kim kurtarır?' Azaptan onları kimse kur­taramaz.

"Eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse" yani kova ve benzeri araçlar­la ulaşılamayacak şekilde yerin içine gömülüp kaybolsa... "akar" bol mik­tarda akan ve kolaylıkla elde edilen "size kim bir su getirebiliri" Anlatılmak isten bunu ancak Allah'ın geri getirebileceğidir. O halde onun sizi tekrar diriltileceğim nasıl inkâr edebilirsiniz?

Bu sureyi okuyan bir kimsenin (son kelime olan) "main: kaynayan, akar fışkıran bir su" lafzından sonra -hadis-i şerifte varid olduğu üzere-: "Alemlerin rabbi Allah!" demesi müstehabtır. [33]

 

Nüzul Sebebi:

 

Rivayete göre Mekke kâfirleri Rasulullah'a (s.a.) ve müminlere helak olsunlar diye beddua ederlerdi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. [34]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

 Yüce Allah'ın kâfirleri azabıyla tehdid etmesinden sonra onlar hakkında naklettiği ikinci durumları budur. Onlar önce hasrın, ölümden sonra di­rilişin ve azabın vaktinin kendilerine belirlenerek bildirilmesini istediler. Daha sonra da Rasulullah'a (s.a.) ve müminlere helak olup gitsinler diye beddua ettiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yoksa onlar: O bir şairdir, biz onun zamanın ızdırap veren musibetine uğramasını (ölmesi­ni) bekliyoruz mu diyorlar?" (Tur, 52/30); "Daha doğrusu siz Rasulün ve müminlerin ebediyyen ailelerine dönmeyeceklerini sandınız." (Feth, 48/12) [35]

 

Açıklaması:

 

Şanı Yüce Allah, Peygamber (s.a.)'in ve müminlerin helak olmaları için beddua etmelerine iki bakımdan cevap vermektedir:

a) "De ki: Bana haber verin. Eğer Allah beni ve benimle beraber olanla­rı helak etse veya bize rahmet buyursa, ya kâfirleri acıklı azaptan kim kur­tarır?" Yani ey Muhammed, Allah'a ortak koşan ve onun nimetlerini inkâr eden şu kimselere de ki: Allah beni ve benimle beraber diğer müminleri he­lak etse yahutta ecelimizi erteleyerek rahmet buyursa bunun size sağlaya­cağı fayda nedir ya da siz bunun sonucunda rahat edebilecek misiniz? Biz bu şekilde helak olsak dahi hiç kimse kâfirleri Allah'ın azabından kurtara­mayacaktır. Allah kâfirlerin temenni ettikleri ya da bekledikleri gibi ister Rasulünü ve onunla birlikte müminleri helak etsin, ister onlara mühlet versin değişen hiçbir şey olmaz.

Ayetten maksat, kâfirleri uyararak tevbe ile iman ederek tevhidi, pey­gamberliği ve ölümden sonra dirilişi kabul edip Yüce Allah'a dönmek sure­tiyle kendilerini kurtarmaya çalışmalarını teşvik etmek, Peygamber (s.a.) ile müminler için azap ve intikamın gelmesini arzulamalarının kendilerine fayda sağlamayacağı hususunda onları uyarmaktır. Bu hallerini sürdüre­cek olurlarsa Allah'ın kendilerini gelip bulacak olan acıklı azabından ve in­tikamından kurtulmaları söz konusu değildir.

b)  "De ki: O Rahmandır. Biz O'na iman etmişizdir ve yalnız O'na te­vekkül ettik. Artık kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu pek yakında bileceksiniz." Yani onlara de ki: O bizim bir ve tek olarak kendisine inandı­ğımız rahman olan Allah'tır. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayız. Bütün işleri­mizde başkasına değil, yalnızca ona tevekkül ettik. Tevekkül işleri aziz ve celil olan Allah'a havale etmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "O halde yalnız O'na ibadet et ve ona güvenip dayan." (Hud, 11/123) Bundan dolayı: "Artık kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu pek yakın­da bileceksiniz." diye buyurmaktadır. Yani kim apaçık bir hata içerisinde­dir. Biz mi, siz mi? Dünya ve ahirette güzel akıbet kimin olacaktır? Pek ya­kında anlayacaksınız.

Bu ifadelerle kâfirlerin kişilere ve mallara güvenip bel bağladıklarına da bir işaret vardır. Durumları bu olduğuna göre, Allah onların müminlere yönelik beddualarını nasıl kabul eder?

Daha sonra Yüce Allah başkasına değil, yalnızca kendisine tevekkül etmenin gereğine dair delili söz konusu etmekte ve yarattıklarına rahmeti­ni açıkça dile getirerek şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Bana haber verin. Eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse size kim akan bir su getirebilir?" Yani ey Muhammed, onlara şöyle de: Allah'ın pınarlarda, kuyularda, ırmaklarda yarattığı ve sizin pek çok faydalar elde ettiğiniz suyunuz kova vb. araçlarla kendisine ulaşılamayacak kadar yerin dibine çekilip kaybolacak olursa, kesintisiz akıp coşan suyu size kim geti­recektir? Yani size bunu Allah'tan başka kimse getiremez. Bu da yağmur­larla, karlarla ve ırmaklarla olmaktadır. Sizin için az çok insanların ihti­yaçlarını karşılamak üzere yerden suları fışkırtıp, çeşitli bölgelerde onları akar sular halinde dağıtmış olması, Onun lütuf ve keremindendir.

Ayetlerden maksat Yüce Allah'ın bazı nimetlerini kabul ve itiraf etme­lerini sağlamaktır. Böylelikle onların küfürlerinin ne kadar çirkin olduğu­nu onlara göstermek istemektedir. Bu soruya kaçınılmaz olarak: Allah diye cevap vereceklerine göre; o vakit onlara şöyle denilir: Peki hiçbir şeye asla güç yetiremeyen varlıkları ne diye kullukta O'na ortak koşuyorsunuz?

Ayet-i kerime aynı zamanda her bir ihtiyaç halinde Yüce Allah'a güve­nip dayanmak gerektiğine delil olmakla birlikte, bir başka açıdan Onun kudret ve vahdaniyetinin kemâlinin de açık bir delili ve aklî birtakım ba­şarıların Yüce Allah'ın yardımı olmadıkça gerçekleşmeyeceğine de bir işa­ret taşımaktadır. Bu ayetin bir benzeri de şu buyruklardadır: "İçtiğiniz su­dan bana haber verin. Onu bulutlardan siz mi indirdiniz yoksa indirenler bizler miyiz?" (Vakıa, 68-69) [36]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Kâfirlerin Peygamber (s.a.) ile müminlere beddua etmelerinin hiç­bir faydası yoktur. Çünkü onların duaları kabul olunmaz. Ayrıca müminler ölecek yahut onlara rahmet olunarak Allah onları ecellerinin son vadesine kadar erteleyecek olsa, ya kâfirleri acıklı azaptan kim kurtarabilir? Dolayı­sıyla iman edenlerin kötülüklerle karşılaşmasını bekleyip gözetlemeye ge­rek olmadığı gibi kıyametin erken kopmasını istemenin de faydası yoktur. Kendilerini azaptan kurtarmak için yapmaları gereken tek şey tevhide, nübüvvete ve ölümden sonra dirilişe iman edip, bunları kabul ettiklerini ilân etmekten ibarettir.

2- Gerekli yollara başvurmaktan, insan için mümkün olan araçları kullandıktan sonra bütün ihtiyaçlarda yalnızca Yüce Allah'a tevekkül etmek, sadece O'na güvenip dayanmak gerekir. Müminlerin işi Yüce Allah'a tevekkül etmektir. Kâfirler ise kendi adamlarına, güçlerine, mallarına gü­venirler.

3- Rızıklarla, yağmurlarla, kaynak sularla yarattıklarını, ihtiyaçlarını gözetmeye kadir olan Yüce Allah'tır. Allah'tan başka kimse bunları yapa­maz. O rahmetiyle, lütfuyla, insanıyla, keremiyle kullarının ihtiyaçlarını karşılar. Kâfir olsalar, inkâr etseler bile bu böyledir. [37]

 



[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/7.

[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/7.

[3] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/8-9.

[4] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/9.

[5] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/10.

[6] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/10-11.

[7] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/11-12.

[8] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/12-14.

[9] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/15.

[10] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/16.

[11] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/16-17.

[12] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/17.

[13] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/18.

[14] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/18-19.

[15] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/19-20.

[16] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/21.

[17] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/21-22.

[18] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/22.

[19] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/22.

[20] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/22-24.

[21] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/25.

[22] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/26.

[23] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/26-27.

[24] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/27.

[25] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/27-29.

[26] Razi, XXX/70.

[27] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/29-30.

[28] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/31-32.

[29] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/32-33.

[30] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/33.

[31] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/33-36.

[32] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/36-37.

[33] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/38.

[34] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/38.

[35] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/38-39.

[36] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/39-40.

[37] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/40-41.