Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Kasırganın Yedi Gece, Sekiz Gündüz Devam Etmesi
Amel Defteri Sağ Eline Verilenler
Nîmet Hem Hizmet, Hem De Külfet Karşılığıdır
Amel Defteri Sol Eline Verilenler
İnsanın Görüp Tesbit Edebildiği Ve Edemediği Şeyler
Allah'ın Koyduğu Belgeleri Görebilmek
Hz. Muhammed'e (A.S.) Şâir Ve Büyücü Diyen Şaşkınlar
Kur'ân Âlemlerin Rabbından İndirilmedir
Haşa Muhammed (A.S.) Kendiliğinden Bir Şeyler Uydursaydı Neler Olurdu?
Kur'ân Muttakiler İçin Öğüttür
Kur'ân, İnkarcı Sapıklar İçin Üzüntü Ve Hasret Sebebidir
Kur'ân Hâkka'l-Yakîn Düzeyindedir
Rabbımızın İsmini Anıp Tesbîh
Etmek
Müfessirlerin hepsine
göre : Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir.
«Kıyamet» anlamına
gelen «hâkka»den birinci âyetinde söz edildiğinden, bu aynı zamanda sûrenin de
ismi olmuştur.
Âyet sayısı
: 52 "
Kelime »
: 480
Harf » :
1056
1-Gelip
gecen ümmetlerden kendilerine gönderilen
peygamberleri yalanlayıp imân etmiyenlerin
nasıl yok edildikleri misâl veriliyor.
2-Âhiret gününde ise, onlara daha elim azabın verileceği
detaylı anlatılarak yaşamakta olan inkarcı sapıklar uyarılıyor.
3-Amel
defteri sağ eline ve sol eline verilenlerin durumları tasvîr edilerek ölmeden
önce o defteri imân düzeyinde sâlih amellerle
doldurmamız isteniliyor.
4-Resûlüllah'ın (A.S.) teblîğ ettiği âyetlerin bütünüyle
ilâhî olduğu, şiir türünden uydurma sözler olmadığı açıklanıyor.
5-Kur'ân'ın, Allah'tan korkup kötülüklerden, nankörlükten
sakınanlar için yönlendirici ve aydınlatıcı bir öğüt olduğuna dikkat çekilerek
bu kitapla amel etmemizde hem dünyamız, hem de âhiretimiz
için sayısız faydaların söz konusu olduğuna işaretle düşünce ufkumuz
genişletiliyor.
1-3- Sabit
olan Hakka; nedir sabit olan Hakka? Sabit olan Hâkka'nın
ne olduğunu bilir misin?
4- Semûd ve Âd (kavimleri), inecek o müthiş felâketi yalan
saydılar.
5- Semûd'a gelince: Sınırları aşan bir haykırışla yok
edildiler.
6- Âd ise,
yıkıcı bir kasırgayla yok edildiler.
7-8-Okasırgayı onların üzerine aralıksız olarak yedi gece,
sekiz gündüz musallat edip estirdi; o kavmi, içleri kof hurma kütükleri gibi
yere serilmiş görürsün. Onlardan geriye kalan bir şey görebilir misin?
9- Fir'avn da, ondan önceki altı üstüne getirilip yok edilen
kasabalar da hep o suç ve azgınlıkla geldiler.
10-Rablarıntn peygamberlerine karşı geldiler. O edeple Rabları, onları fazla şiddetli bîr tutuşla ya kalayı verdi.
11-12-
Doğrusu biz, su iyice kabarıp taştığında size ibret ve öğüt kılmamız için ve
anlayabilen kulaklar anlasın diye sizi yüzüp giden gemide taşıdık.
«Ben, saba (doğudan
veya Kabe cihetinden esen rüzgâr) ile yardım görüp zafer elde ettim. Âd Kavmi
ise, debûr (batıdan esen rüzgâr) ile yok edildi.» [2]
«Cenâb-ı
Hakk'in Âd Kavmi üzerine açıp sevkettiği
rüzgâr ancak (büyük kasırgalardan) bir yüzük yeri kadardı. Esen kasırga bâdiye halkı üzerine uğradı da onları, davarlarını ve
mallarını yerle gök arasına kaldırarak (silip süpürdü). Âd Kavmi'nden kasaba
halkı ise, o kasırgayı ve taşıdığı şeyleri görünce: «Bu arızî bir buluttur,
yağmur verecek» dediler. Çok sürmedi ki o (bulut görünümünde olan) kasırga bâdiye (çöl) halkını ve davarlarını (ağaç yaprağı misâli
uçurup) kasaba halkı üzerine attı.»
Marife (belirli) kullanılan bu isimden maksat, Cenâb-ı Hakk'ın yanında kopacağı
zaman ve saati belli ve belirli olan kıyamet olayıdır. Taşıdığı diğer birkaç
mâna ile de kıyamet olayının ne olduğunu bize bildirmektedir. Şöyle ki:
1-Kıyamet
olayı haktır ve (ilâhî takdirde) sübut bulmuştur. Bunda hiçbir şüphe söz konusu
değildir.
2-Kıyamet
gününde bütün işler ve fiiller su yüzüne çıkar; her şey gerçek yönüyle ve
hakiki rengiyle belirginleşir. Öylece kimin ne olduğu anlaşılır. Ceza ve
mükâfatı hak edenler belli olur.
3-Kıyamet
mutlaka bütün dehşetiyje inecek; onu durduracak bir kuvvet bulunmayacaktır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın emri mutlaka
geçerlidir ve nafizdir, vakti saati
gelince gerçekleşir.
4-
İnsanların üzerine mutlaka ve mutlaka böyle bir gün gelecektir.
5-
Cennetlikler hakkettiklerini, cehennemlikler de lâyık oldukları karşılığı
göreceklerdir.
6- Kıyamet
olayı her türlü küfür, azgınlık, ahlâksızlık ve ölçüsüzlüğü alt edip sona
erdirecektir.
7- Kıyamet
günü her yanı ve yönüyje hak ve adalet günüdür. Dünyada
işlenen amellerin eksiksiz karşılık göreceği dönemdir.
Böylece açıklamasını
yaptığımız bu yedi madde, el-Hâkka'nın delâlet ettiği
mânaları yansıtmakta ve konu üzerinde daha iyi durmamıza yardımcı olmaktadır.
«Semûd
ve Âd (kavimleri), inecek o müthiş felâketi yalan saydılar..»
Başta o günkü Mekkeli
müşrikler olmak üzere, kıyamete kadar ortaya çıkacak hak ve ahlâk düşmanları;
küfür ve tuğyan bezirganları, Semûd ve Âd
kavimlerinin başına gelen o korkunç felâketle uyarılıyor. Çünkü ilâhî plân,
diğer bir anlatımla sünnetullah şaşmadan ve sapmadan
işler de hedefine doğru gider. Ona uyanlar mutlu ve bahtiyar olurlar,
uymayanlar en aoı tokatı
ondan yer vetyokluğa karışırlar. Nasıl zehir öldürür,
ateş yakar, havasızlık boğarsa, sünnetullah da öyle,
ondaki ilâhî programa göre hayatını düzenleyenler, muradı ilâhî doğrultusunda
lâyık oldukları yerlerini almış olurlar; bunun aksine bir yol izleyenler
yerlerini almadıklarından hem dünyada, hem de âhirette
huzursuzluğa ve mutsuzluğa kendilerini itmiş olurlar. İşte bu program hiç
sapmaz ve değişmez. Ancak kişiler belli bir sınıra gelmedikçe ilâhî hüküm
inmez. Bazı inkarcıların şen ve şatır bir hayat sürmesi istisna sayılmaz,
bilâkis belli sınıra henüz gelmediklerini gösterir. Çünkü Cenâb-ı
Hakk'ın âdetidir; kavim ve milletleri inkâr ve
azgınlıklarından, ahlâksızlık ve şirretliklerinden dolayı hemen yok etmez,
belli bir sınıra gelmelerini sabırla bekler.
İşte Semûd ve Âd kavimlerinin yok edilmesi böyle bir sınıra
gelmeleri sebebiyle gerçekleşmiştir. Diğer helak edilen kavimlerde öyle..
Âdı geçen kavimler
önce «kariâ»yı, yani
insanların kapısını şiddetle çalıp beraberinde büyük felâketi getirecek olan
kıyameti yalanlayıp inkâr ettiler.
Kıyamet inkâr edilince, nefsi ve aşırılıklarını durduracak, ruhu fü-yuzatla dolduracak, insanı
tatmin edip huzur ve güvene kavuşturacak, toplum ve milletleri hakka
döndürecek başka bir müeyyide kalmıyor. Böylece her türlü zulüm ve ahlâksızlığa
kapılar açılıyor.
Kur'ân'da yirmiden fazla yerde anılan Semûd
ve Âd kavimleri, tarihin birer ibret levhası olarak misâl verilmektedir.
Semûd Kavmi, daha önce belirttiğimiz gibi, Asurlar devrinde
Hicaz yakınlarında Hicr yöresinde yaşayan bir
millettir. O bölgede yapılan kazılarda birtakım kitabelere rastlanmıştır.
Âd Kavminin ise, Umman
ile Dahraman arasındaki bölgede oturdukları ImnktnHır
sanılmaktadır.
Bu iki kavim veya
milletin çok eski bir medeniyet ülkesi sayılan Asur hakimiyeunae
yaşadığını söyleyenler vardır. M.Ö. 3000 yıllarından 612 yılına kadar süren ve
bütün Mezopotamya, Elam, Suriye ve Mısır'ı içine alan Asurlu'ların
bu uzun tarihine bakınca, Semûd ve Âd kavimlerinin
M.Ö. yaşadıkları kesinlik kazanır.
«Semûd'a
gelince: Sınırlan aşan bir haykırışla yok edildiler.»
Âyette ifadesini
bulduğu gibi, Semûd Kavmi, sınırları aşan, kalpleri
yerinden oynatan müthiş bir sayha (haykırış, gürültü ve uğultu) ile yok edilmişlerdir.
Tuğyan kökünden
türetilen «tâğiye» sıfatı, küfrü, azgınlık ve
ahlâksızlıkla birleştirip her türlü ahlâk ve adalet sınırını aşan Semûd Kavminin bu fiilîne uygun bir ceza verildiğini
yansıtan bir kavramdır. Sınırı aşan o müthiş ses, gürültü, uğultu ve haykırış,
o müthiş inkâr ve azgınlığı yok etmiştir.
Âd Kavmi ise, yıkıcı,
yakıcı, önü alınmaz bir kasırgayla yok edilmiştir. Ayette «Rih-i
sarsar ve âtiye» diye bu kasırga ile ilgili iki sıfat kullanılmıştır.
Birincisi, çok şiddetli ve dondurucu bir kasırgaya; ikincisi, önüne geçilmez,
karşısında durulmaz bir şiddete; aynı zamanda büküp dolayıp kahırla atmaya
delâlet eden bir felâkete delâlet etmektedir. Nitekim Âd Kavmi de küfürde çok
ileri gidip kalp ve kafaları dondurmuştur; ahlâksızlık ise gemi
azıya alıp önüne geçilmesi
zor bir çizgiye dayanmıştı. Onların bu ameline uygun azap inmiş ve defterlerini
dürmüştür.
«O kasırgayı onların
üzerine aralık-sız olarak yedi gece, sekiz gündüz musallat edip estirdi..»
Kur'ân'da bu kasırganın özelliği belirtilirken dört ayrı
kelime, yani sıfat kullanılmıştır: Sayha, recfe, sâikatü'l-azab ve tâğiye.. [4]
Birincisi, müthiş bir
gürültü ve uğultuyu; ikincisi, şiddetli ve o nisbette
korkunç sarsıntıyı; üçüncüsü, yıldırım ve şimşek misâli azap gürültüsünü;
dördüncüsü sınırları aşan korkunç bir gürültü, haykırış ve uğultuyu yansıtır.
Böylece adı geçen kavmi yok eden kasırgayla birlikte depremin de baş gösterdiği
anlaşılıyor.
Fiziksel yapılan
gelişmiş olan Âd Kavminin çok hareketli, mücadeleci ve çalışkan oldukları
sanılmaktadır. Ne var ki, Allah'ın kahredici azabı ve hükmü inince, ne kaba
kuvvetin, ne taşlan yontup şekillendiren sanatın, ne de inşa edilen sarayın bir
yararı olur.- Her biri çürümüş kof hurma kütükleri gibi yerden yere vurulur.
Geriye ise, yıkık
evleri, taş toprak yığınları, kırık dökük sütunları, yüzükoyun devrilmiş
putları kaldı, ilâhî hüküm, azıp sapıtan bu milleti helak olma çizgisinde
yakalayıverdi. Bir hafta süreyle onlara korkunun en beteri yaşatıldıktan sonra yerlebir edilip canları cehenneme sevkedildi.
«Fir'avn
da, ondan önceki altı üstüne getirilip yok edilen kasabalar da hep suç ve
azgınlıkla geldiler..»
İlgili âyetle, inkarcı
sapıklar uyarılmakta, mü'minlere ise güven ve gönül yatışkanlığı vermek için tarihî olaylardan ibretli levhalar
sergilenmektedir.
Fir'avn da inkârda ısrar etti, zulüm ve tuğyanda bulundu.
Gönderilen peygamberleri yalanladı. Bütün uyarılara rağmen Hakk'a
sırt çevirmekte ısrarla
devam etti. Böylece kendini ve çevresini yok edilme çizgisine getirmiş oldu.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onu kahırla yakalayıverdi,
öncekilere nisbetle daha şiddetli sarstı ve Kızıldenizi ona, askerlerine mezar yaptı.
Âyette Cenâb-ı Hakk'ın bu şiddetli yakalayıverniesi «ahzen râbiye» şeklinde ifade edilmektedir. Çünkü Fir'avn sadece Allah'ı inkârla, peygamberine karşı
gelmekle yetinmemiş, ilâhlık iddiasında bulunarak İsrail oğul-ları'na ikinci veya üçüncü sınıf vatandaş muamelesi
yapmıştır. Ayrıca, bu kavim çoğalmasın diye, doğan erke'' çocuklarını öldürmüş,
kız çocuklarını diri bırakmıştı. O bu tutumuyla kendi milletini ve yetişmekte
olan nesilleri küfür, zulüm, tuğyan ve ahlâksızlık fırtınasında boğarken, Cenâb-ı Hak onun bu ameline uygun bir ceza takdir buyurdu,
hepsini denizin dalgalarına bırakarak lâyık oldukları, hak ettikleri cezayı
verdi.
Fir'avn'dan önceki kâfirler ve mü'tefikler
:
Mü'tefikat, «mü'tefikesnin çoğuludur.
Müfessirler bu kavram üzerinde farklı yorumlarda bulunmuşlardır:
a) Katac'ö'ye göre: Lût Kavmi kasdedilmiştir. Zira bu kavim köy ve kasabalarıyla birlikte
lavların ve depremin kahredici gürültüsü içinde yok edilmiş ve böylece
ülkelerinin altı üstüne getirilmiştir.
Nitekim ünlü müfessir Kâb el-Kurezî'ye göre: Başta en
büyük şehirleri Sodom olmak üzere beş kasaba
haritadan silinmiştir.
Bunlar günah, hata,
küfür ve tuğyan doğuran fiilleri yüzünden helak edildiler. Zira lutîlik (homoseksellik) son derece yaygınlaşmış, azgınlık
hat-safhaya ulaşmıştı. O bakımdan ilâhî hükmün inmesinin vakti saati gelmiş
bulunuyordu. Gönderilen iki melek, ilâhî programı aynen uyguladılar.
b) İbn Kesîr'egöre: Peygamberleri
yalanlayan birçok ümmetler demektir. Allah'ın İndirdiği hükümleri yalan
saydıkları için yok edilmişlerdir. Böylece Fir'avn'dan
önce Semûd ve Âd kavimleri özel biçimde anıldıktan
sonra önemine binaen bir de yok edilen kavimler hakkında genel bir anlatım
cihetine gidilerek belîğ bir üslûp sergilenmiştir.
«Doğrusu biz, su iyice
kabarıp taştığında
size ibret ve öğüt
kılmamız için de anlayabilen kulaklar anlasın dîye sizi yüzüp giden gemide
taşıdık.»
Cenâb-ı Hak, gelip geçen inkarcı kavim ve milletlerin hazîn
akıbetini özetle açıkladıktan sonra, Nuh (A.S.) ve ona imân edenlerin
kurtarıldığını, yaşamakta olan mü'minlere ümit ve
güven veren bir ilâhî hüküm olarak zikrediyor. t
Cenâb-ı Hak, Nuh Peygamberin azıp sapıtan kavmini yok etmeyi
dileyince, Nuh'u ve ona imân edenleri gemiye bindirerek kurtarmayı plânlamıştı.
Öyleki Mekke müşriklerini yok edecek olursa, mü'minlerin hiç şüphesi olmasın ki, kendilerini Hz. Muhammed {A.S.) ile birlikte kurtarma imkânına
erdirecektir. Bu, bir sözdür ki asla değişmez. İlgili âyetle mü'minlere bu müjde ve ümit veriliyor.
Deniz olmayan bir
bölgede geminin inşası ve Hakk'a iman edip gönül
veren mü'minlerin böyle bir gemiyle kurtarılması,
elbetteki unutulması mümkün olmayan tarihî bir misâldir ki, ondan öğüt alma
irfanına sahip olanlar ancak ibret ve öğüt alır.
Sonuç olarak şu
hakikat bir defa daha ortaya çıkıyor: Cenâb-ı Hakk'ın çizdiği plân ve hazırladığı programı değiştirmek
mümkün değildir; indirdiği hükmü geri çevirmek kimin haddine..
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyametin mutlaka kopacağı belirtildi. Yaşamakta olan inkâroı
azgınları uyarmak için o yüzden yok edilen kavim ve milletlerden kısa misâller
verildi. Allah'a dosdoğru imân edenlerin, Nuh'a (A.S.) inanan mü'minler misâli, kurtulacağı müjdelendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kıyamet olayıyla meydana gelecek tebeddülata dikkat çekiliyor. Amel defteri sağ
eline verilenler için güven ve huzur kapılarının açık tutulacağı; amel defteri
sol eline verilenlerin o günkü perişan hali tasvîr ediliyor.
13- Sûr'a
bir tek defa üfürüldüğünde
14-Yerküre
ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir tek çarpılışla paramparça edildiğinde,
15-İşte o
gün olan olur, müthiş olay meydana gelir.
16- Gök
yarılır; o gün artık o bütün güç ve ölçüsünü kaybetmiştir.
17- Melekler
de onun kenarlarındadır. O gün Rabbının Arş1 mı, bunların
üstünde sekiz tanesi taşır.
18-O gün
(hesaba) çıkarılacaksınız, sizden hiçbir şey gizli kalmaz.
19- Artık
kimin kitabı (amel defteri) sağından (veya sağ eline) verilirse, «gelin de
kitabımı okuyun!
20- Çünkü
gerçekten ben, hesabımla karşılaşacağımı kesinlikle biliyordum» der.
21- Bu kimse
hoşnut olacağı bir hayat içindedir.
22-Yüksekçe
Cennet'tedir.
23-
Meyveleri yakıncacık külfetsiz koparılmaya
elverişlidir.
24- «Geçirdiğiniz
günlerde (işlediğiniz güzel amellerinize) karşılık afiyetle, gönül rahatlığıyla
yeyiniz, içiniz!» (denilir).
25- Kitabı
sol tarafından verilene gelince : «Ah keşke kitabım solumdan verilmeseydi!
26- Ve keşke
hesabımın da ne ölçüde olacağını bilmeseydim!
27- Keşke bu
iş olup bitseydi (ölümle son bulsaydı);
28- Malım
bana bir yarar sağlamadı.
29- Güç ve
kudretim benden (ayrılıp) yok oldu» der.
30- (Sonra
şu emir verilir:) Onu yakalayın da zincire vurun.
31- Sonra
Cehennem'e itip atın.
32- Sonra boyu
yetmiş arşın bir zincire vurup yollayın.
33- Çünkü
gerçekten o, o büyük kadri yüce Allah'a inanmazdı.
34-Yoksulu
yedirmek üzere kimseyi tahrîk-teşvîk etmezdi.
35- O
sebeple bugün onun, burada candan sıcak bir dostu ve yakını yoktur.
36- Yiyecek
olarak da ancak Gıslrn (Zakkum'a benzer bir ağaç veya
kan irin karışımını andıran fena bir sıvı) vardır.
37- Onu da
ancak günahkârlar yerler.
«Arş'ı kaldıran
meleklerden bir melekle ilgili size bilgi vermem için bana izin verildi: İki
kulak yumuşağıyla boynu arasındaki mesafe yediyüz
yıldır.»[5]
«İnsanlar kıyamet
gününde üç ayrı şekilde (hesaba ve sorguya) çekilecekler. Bunlardan ikisi,
sürtüşme, tartışma ile mazeret beyân etmekle ilgilidir. Üçüncüsü ise, amel sahifelerinin uçuşup ellere inmesidir. O sahi-feleri kimi sağ eliyle, kimi de sol eliyle tutup alır.» [6]
«Herkes ancak bir cevaze (giriş izin belgesi) ile Cennet'e girebilir. O
belgede şöyle yazılıdır:) B ismi'İlah i'r-Rahman i Y-Rahîm. Bu, Allah tarafından falan oğlu
filâna verilmiş bir yazıdır. Onu, meyveleri yakı ne acık yüksek cennete
yerleştirin.»[7]
«Allah kıyamet gününde
mü'mini (kendine) yaklaştırıp ona İşlediği günahlarının
hepsini bir bir itiraf ettirir; o kadar ki, mü'min artık helak olduğunu sanır. Derken Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: «Doğrusu bu günahlarını dünyada
senden yana örtüp gizledim; bugün de onları yine senin lehine bağışlıyorum.»
Sonra da iyilikleri yazılı bulunan amel defteri sağ eline verilir. Kâfire ve
münafığa gelince : Şahitler şöyle derler: «İşte Rablarına
yalan isnad edenler bunlardır! Artık Allah'ın laneti
zâlimler üzerine olsun.» [8]
«Sûr'a bir tek defa
üfürüldüğünde; yerküre ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir tek çarpılışla
paramparça edildiğinde..»
Sûr'a birinci nefha (üfürülüş) ile kıyamet kopar da kâinatın mevcut
düzeni bozularak alt-üst olur. Nitekim on üçüncü âyeti izleyen âyetlerle bu
müthiş olayın tesirleri şöyle açıklanmaktadır:
1- Yerküre,
üzerinde taşıdığı dağlarla birlikte sarsıldıkça sarsılacak ve dağlar tuz buz
haline gelecek.
2- Fezada
yer alan her şeyin denge ve düzeni bozulacak, akıllara durgunluk verecek
çarpışmalar meydana gelecek.
3- Gökler
yarılacak ve sistemler birbirine karışacak. Böylece boşluğu kesif bir toz ve
gaz tabakası dolduracak ve bu sırada melekler inmeye başlayacak.
4- Her şey
gücünü, kudretini, sistemler çekim kuvvetini kaybedecek.
5- Parçalanıp
dağılan göklerin çevresinde sayısı belirsiz melekler bulunacak. Zira meydana
gelen her olayda meleklerin o olayla ilgili görevleri vardır ve var olmaya devam
edecek.
6-Arş-ı A'lâ'yı taşıyan meleklerin sayısı dörtten sekize
yükseltilecek.
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu âyeti açıklarken şöyle buyurmuştur
: «Arş'ı bugün için taşıyan meleklerin sayısı dörttür. Kıyamet günü olunca Cenâb-ı Hak onların yanına dört melek daha verip onları
destek-liyecek, böylece sayıları sekiz olacak.» [9]
Arş'ı taşıyacak
meleklerin sayısının sekize çıkarılması, yeni ve kalıcı bir dengenin
kurulmasına işaret olabilir. Allah daha iyisini bilir.
7-Birinci nefha ile her şey korku ve dehşetten titreyip kendini kaybeder.
Bir rivayete göre, ikinci nefhayla mevcut düzen
alt-üst olur ve üçüncü nefhayla ölüler dirilir de
hesap faslı başlar. Artık o gün hiçbir şey gizli kapalı kalmaz, her şey ortaya
dökülerek herkes ne yaptığını daha iyi anlar.
«Artık kim|n kitabı
(amel defteri) sağından
(veya sağ eline) verilirse, «gelin de kitabımı okuyun!»der.»
Sağ taraf veya sağ el,
ferahlık ve uğurun; feyiz ve bereketin; sol taraf veya sol el üzüntü ve
uğursuzluğun sembolüdür. Kıyamet gününde ise, sağ kavramı kurtuluş ve
mutluluğun; sol kavramı felâket ve bedbahtlığın delili sayılır. O bakımdan dünyada imân doğrultusunda sâlih amellerde bulunanların amel defterleri sağ ellerine;
inkâr ve nifak doğrultusunda kötülük işleyenlerin amel defteri sol ellerine
verileceği bildiriliyor.
Şüphesiz gerçek mü'minler dünyada iken kıyamet ve âhiret,
oradaki hesap, azap ve mükâfata inanırlardı. Âhiret
gününde onların amel defterleri sağ ellerine verilince, hic
şaşırmadan böyle bir günde hesaba çekileceklerini kesinlikle bildiklerini
orada bir defa daha söylecekler. Bunlar, iyilikleri,
sâlih amelleri kötülüklerinden çok fazla olan
bahtiyarlardır. O bakımdan hoşnut olacakları çok. tatlı ve kalıcı bir hayata
başlayacaklardır ki orası cennet ve cemâlü'llahtır.
«Yüksekçe
Cennet'tedir. Meyveleri yakınca-cık külfetsiz
koparılmaya elverişlidir..»
Âhiret gününde kitabı (amel defteri) sağ eline verilen mü'minler, dünya hayatlarını ilâhî nizama göre
değerlendirmelerine karşılık yüksek cennetlere lâyık görülürler. Köpürüp taşan
nimetlere mazhar olup oturdukları yerden İstedikleri
meyveden koparıp yeme bahtiyarlığına erişirler.
Cennet'e giren her mü'minin boyunun altmış zira' (yaklaşık 40 metre) olacağına
dair Resûlüllah'ın (A.S.) beyânını dikkate alırsak,
oradaki meyva ağaçlarının manzarayı kapatmayacak
ölçüde oldukları ve herkesin oturduğu veya uzandığı yerden elini uzatıp
İstediği meyveyi koparma şansına sahip olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ebedî
saadet yurdu olan Cennet, çalışma, yorulma, didinme, üzülme, yıpranma yeri
değil, dinlenme ve eğlenme, sonsuza kadar ferahlık ve huzur duyma mahallidir.
«Geçirdiğiniz günlerde
'(İşlediğiniz güzel amellerinize) karşılık afiyetle, gönül rahatlığıyla
yeyiniz, içiniz» (denilir).
Her iki hayatı,
birbirini tamamlar ve biri diğerinin hikmetini yansıtır mahiyette yaratıp
hazırlayan Cenâb-ı Hak'tır. Hayat kanunlarını iyice
bilip sünnetullah doğrultusunda ömrünü değerlendiren mü'minler, şüphesiz bu güzel düşünce ve akıllıca
amelleriyle hayli fedakârlıkta bulunmuş, külfetlere katlanmışlardır. Her
şeyden önce nefislerinin birçok isteklerini gayr-i
meşru bulduklarından dolayı onları yerine
getirmiyerek ciddi sınavlardan geçmişlerdir. İşte
çektikleri bunca külfet ve sıkıntı, katlandıkları meşakkate karşılık nimetleri
de o nisbette büyük olacaktır. Bunun açık belgelerinden
biri, Cennet'e girdiklerinde meleklerin onlara : «Geçirdiğiniz o günlere
karşılık afiyetle, gönül rahatlığıyla yeyiniz, içiniz» demeleri olacaktır.
«Kitabı sol tarafından
(veya sol eline) verilene gelince: «Ah keşke kitabım solumdan verilmeseydi ve
keşke hesabımın da ne ölçüde olacağını bilmeseydim!» der.»
Amel defterinin sol
ele verilmesi, kişinin nereye gideceğine, nasıl bir cezaya çarptırılacağına
delâlet eden en açık belgelerden biridir. O bakımdan inkarcı sapık, nifakçı,
şaşkın işinin bir anda olup bitmesini, yani ölüp belirsizliğe karışmasını
ister. Ama artık ölümsüzlük âlemine intikal edilmiş ve ikinci hayat
başlamıştır. Bu gibi temennilerin hiçbir yararı yoktur. Aynı zamanda
sığınılacak bir başka âlem de söz konusu değildir.
İlâhî adalet gereği
hüküm iner, inkarcı azgın, bozguncu münafık Ce-hennem'i boylar. Oraya mahsus zincirlerle bağlı
bulundukları halde Allah'a karşı gelmenin ne demek olduğunu anlamaya başlarlar.
Ve o günler çok yakındır. Dünya hayatı su gibi akmakta, gece-gündüz hayat
ağacını durmadan kemirip tüketmektedir.
Dünyada inkâr
düzeyinde günüfiü gün etmeye çalışan sapıklar, şüphesiz
Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları için hep kendi
çıkarlarını, şehevî duygularının tatminini düşünürler; madde, makam ve serveti
tek amaç olarak seçerlerdi. Ne yoksula merhamet elini uzatır, ne muhtaca merhamet
nazarıyla bakar, ne de bu hususta olumlu bir söz ve davranışı olurdu. Öylesinin
tek dostu ve yakını, madde idi. Tatmine çalıştığı tek varlığı, nefsi ve şehevî
duygusuydu. Âhiret gününde onun sevip taptığı madde
ve makam ateş olup kendisini yakınca, candan hiçbir dost ve yakınının olmadığını
ancak idrâk edebilir.
«Gıslîn»
onların tek içeceği olur. Bu, ya Cehennem'deki zakkum
ağacının zehirli salgısı, ya da kan ile irin
karışımına benzer tiksindirici bir sıvı olabilir.
Neden böylesine bir
cezayı haketmişlerdir? Çünkü onlar dünyada yaptıkları
haksızlık ve tecavüzlerle başkalarının malını yemek suretiyle kan ve irin
içmişlerdir. Millet ve devlet malına el uzatmak suretiyle, tüyü bitmedik
yetimlerin, beli bükük yaşlıların, kolu kanadı kırık dulların kanını
emmişlerdir. Bu konuda Yunus Emre'nin şu mısra'lacını
hatırlamamak mümkün müdür?
«Gitti beyler mürtevi; binmişler birer atı. Yediği yoksul eti, İçtiği kan
olmuştur.»
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyamet olayıyla meydana gelecek değişikliklerden bir kısmı haber verildi ve âhiret gününde amel defterleri sağ ve sol ellerine
verilenlerin o günkü durumları tasvir edilerek bu konuda yönlendirici bilgiler
sergilendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcı sapıkların Kur'ân'a karşı olumsuz tutumları
kınanıyor ve bu kitabın bütünüyle ilâhî kaynaktan süzülüp indirildiği
açıklanıyor. Sonra da bu Kitab'ın bir bakıma mihenk
taşı misâli, muttaki-ler için güzel öğüt; kâfirler
için de hasret ve üzüntü, sıkıntı ye tedirginlik olacağına dikkat çekiliyor.
38-39-
Hayır, gördüklerinize ve görmediklerinize and içerim
kî,
40- Şüphesiz
bu (söz) şerefli saygıdeğer bir elçinin sözüdür.
41- O, bir
şâirin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!.
42- O bir
kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!
43-
Âlemlerin Rabbından indirilmedir.
44- Eğer (o
elçi) bize karşı kendi kafasından birtakım sözler uydur-saydı,
45- Elbette
biz, onu sağ elimiz (kudret ve kahrımız)le yakalar,
46- Sonra da
mutlaka onun kalp damarını koparırdık.
47- Sizden
hiç biriniz de O'ndan (gelecek olan azabı), arayerde
engeller olup savamazdı.
48- Ve
şüphesiz ki bu söz (Kur'ân), muttakîler (Allah'tan
saygı ile korkup yalandan ve kötü düşünce ve davranışlardan sakınanlar) için
bir öğüttür.
49- Biz,
elbette sizden (Kur'ân'ı) yalan sayanları biliriz.
50- Şüphesiz ki O, (Kur'ân),
kâfirler üzerinde bir hasret, üzüntü ve iç sıkıntısıdır.
51-
Gerçekten o, kesinlik ifâde eden bir hakikattir.
52- Artık
sen O çok yüce ulu Rabbının ismini tesbîh et.
«Hayır,
görebildiklerinize ve göremediklerinize and içerim
ki, şüphesiz bu (söz) şerefli saygıdeğer bir elçinin sözüdür.»
Cenâb-ı Hak, kâinatta insanın görüp tesbit
edebileceği şeylerin bulunduğu gibi, tesbit edemiyeceği birçok şeylerin de mevcut olduğunu çok duyarlı
bir anlatımla açıklamaktadır. Böylece gerek duygularımızın, gerekse aklımızın
sınırlı olduğuna işaret ediliyor. Öyle değil midir? Biz daha fizik âleminin
sınır ve esrarını tamamıyla çözüp anlamış değiliz. Dünyamıza en
yakın sistem olan Güneş Ailesi'ni bile
kesinkes tesbit edip sağlam bir sonuca varamadık.
Nerede kaldı fizikötesini keşfedebilelim..
Bizim her şeyimiz
sınırlıdır. Cenâb-ı Hak ise sınırsızdır. O'nun yarattığı
şu kâinat sınırlı olmakla beraber bize göre sınırsız gibi görünmekte ve onun
azameti ve genişliği karşısında ne kadar küçük ve âciz olduğumuzu anlamaktayız.
İşte herşeyi en iyi bilen, kâinatı bütünüyle kapsayıp kuşatan
ilâhî kudretten süzülüp indirilen Kur'ân-ı Kerîm,
bize Allah ve kâinat hakkında en doyurucu bilgiyi vermekte ve hilkatimizin
hikmetini bize öğretmektedir. Bu kadar kusursuz ve bu kadar mükemmel olan bir
kitap elbette insanın kalbinin ve kafasının, düşünce ve duygusunun ürünü
olamaz. Onu ne uzman bir şâir yazabilir, ne de büyük bir ilim adamı ortaya
koyabilir.
Zira o her âyetiyle
insan kudretini aşmakta ve sınırsız üstün bir kudretin eseri olduğunu
yansıtmaktadır. Her cümlesi ilâhî kelâmın izini taşımakta, her kelimesi O'nun
erişilmezliğini ortaya koymaktadır.
O,bir şairin sözü
değildir.Ne de az inanıyorsunuz. Kur'ân-ı Kerîm'in
her âyeti birer ilâhî belgedir. O bakımdan Allah Kelâmını okurken körler ve
sağırlar gibi üzerine kapanarak değil, her âyetinin insan hayatına neler
getirdiğini düşünerek anlamaya çalışmak gerekir. Çünkü bu kitap yalnız ve
yalnız okuyup amel etmemiz ve Allah'a uzanan yolu bulmamız, ona erişmemiz için
indirilmiştir.
Kâinat her parçasıyla
ayrı bir belge ve Hakk'ın kudretini yansıtan bir
delildir. İlim, akıl ve düşünce yoluyla bilip tesbit
edebildiklerimiz olduğu gibi, tesbit edemediklerimiz
de vardır. Ama her şeyden önce en büyük belge ve en açık delil Kur'ân'dır; O da önümüzde ve elimizde duruyor. Kâinatta
yer alan sistemler ve kanunlarla Kur'ân arasında
köprü kurmadığımız sürece ilmimiz, keşif ve icatlarımız bizi Hakk'a, hakikate, doğruya, fazîlete ve tek kelimeyle
Allah'ın son mesajına götüremez. Bunun için 38 ve 39. âyetlerde «rü'yet» lafzı değil de «ibsar»
lafzı kullanılmıştır. Bu, mücerred bir rü'yet değil, akla, ilme ve geniş kültüre dayalı bir
görüşle tesbit etmedir.
O bakımdan Cenâb-ı Hak, kendi kelâmının erişilmezliğini beyân buyururken
dört ayrı cümle kullanarak düşünce ufkumuzu genişletmemizi murad
etmiştir:
1- Şüphesiz
bu söz, şerefli saygıdeğer bir elçinin (Melek Cebrail'in) sözüdür.
2- O, bir
şâirin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!
3- O bir
kâhin (gâibden haber veren)in .sözü de değildir. Ne
de az düşünüyorsunuz!
4- O,
âlemlerin Rabbından indirilmedir.
Çünkü şâir daha çok
hayalcidir, kendi duygu ve düşüncelerini şiir kalıbına döküp yansıtmaya
çalışır. Gördüğü eşya ve olaylardan esinlenerek mısra'larını düzmeye yönelir.
Kâhin ise, çoğu zaman saçmalar; verdiği haberlerin çoğunun aslı olmaz ve
ekseriya tutarsızlık içinde bocalar. Şüphesiz Hz.
Muhammed'in (A.S.) nübüvvet rütbesi ve yüksek şahsiyeti bu kayıtlardan ve
sıfatlardan azadedir.
Kur'ân'ın lâhutî cazibesi, gönülleri fetheden ilâhî nağmesi,
söz kudretindeki benzersizliği, usiûbundaki akıcılık
ve çekicilik, kelime ve cümle konumundaki çarpıcılık aklı erenleri bir anda Resûlüllah'ın (A.S.) saffına çekiyordu. Hissine mağlup olup
aklını nefsinin peşine takan şartlanmış kâfirler ise, O kadri yüce peygambere
«şâir», «büyücü», «sihirbaz» gibi çok yakışıksız sıfatlar takıyorlardı.
— Velîd b. Muğîre, «O sihirbazdır» derken,
— Ebû Cehl. «Hayır, O şâirdir» diyordu.
— Ukbe ise, «Hayır,
hayır O sadece bir büyücü ve kâhindir» iddiasını tekrarlıyordu.
Cenâb-ı Hak bütün bu yakışıksız, hissî, aynı zamanda akıl
ve vicdan dışı sözleri ve yakıştırmaları reddederek kutsal şeye and içip şöyle buyurdu : «Şüphesiz ki bu (söz) şerefli
saygıdeğer bir elçinin sözüdür. O, bir şâirin sözü değildir. Ne de az
inanıyorsunuz! O, bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!
Âlemlerin Rabbından indirilmedir.»
Az inanmak, şüphe ve
tereddütlerin aralıksız birbirini izleme ortamını doğurur veya o ortamın tâ
kendisidir. Bunun için Kureyş Kabilesi'nin ileri
gelenleri, durmadan Hz. Muhammed'in (A.S.) şâir,
sihirbaz, büyücü ve kâhin olduğunu iddia edip Onu küçük düşürmeye
çalışıyorlardı. Allah'ın varlığı ve birliği hakkında çok az ve sathi
bilgileri, kısır inançları vardı. Şüphe ve tereddütler içinde durmadan
bocalıyor ve bir sürü tutarsız sözler sar-fediyorlardı.
Az düşünmek, kişinin
meseleye tam anlamıyla nüfuz etmediğini, gerçeği araştırmaya yönetemediğini,
aklını rehber edinemediğini ve aklıyla vicdanını hissinin emrine verdiğini
gösterir. Adı geçen müşriklerin o günkü ruhsal durumları böyle idi. Bugün de az
inananların, kısır düşünenlerin durumları onlara benzerlik arzetmektedir.
Özellikle şartlanmış ve beyni yıkanmış maddecilerin çoğu günümüzde devamlı
şüphe ve tereddüt çalkantısı içinde bocalamakta; hem kendilerini, hem de
gençleri amaçsız, kararsız ve tedirgin etmektedirler. Bunun için âyette Cenâb-ı Hak, muhatab düzeyinde
olan herkese hitap ederek, az imân ve kısır düşünceyle yola çıkı-lamıyacağını bildirmektedir.
«Alemlerin Rabbından
indirilmedir.»
Kur'ân'ın tamamını vahiy yoluyla alıp insanlara, özellikle
inananlara teblîğ eden Hz. Muhammed'in (A.S.) bir
şâir veya bir kâhin, ya da büyücü sihirbaz olmadığı
belirtildikten sonra, Kur'ân'ın âlemlerin Rabbından indirildiği açıklanıyor. Şöyle ki: Bu bapta
ilâhî beyânı isbatlayan altı açık belge bulunuyor:
1-Arapların
o çağda edebiyat alanında zirveye ulaştığı bir sırada, hiçbir edip ve uzman
şâir, Kur'ân'ın bir sûresine veya âyetine nazire getirememiş
ve hepsi de ister, istemez ilâhî belâğatin yüceliği
ve erişilmezliği karşısında ya baş eğmiş, ya da beşerin bu kudrette söz söyleyemiyeaeğini
itiraf etmiştir. Ünlü şâir ve edip Devsli Tufayl bunun örneklerinden biridir.
2- Sonra, Hz. Muhammed
(A.S.) önceleri okur-yazar değildi.
3- Kur'ân'da hâkim olan ilâhî üslûp, şiir ölçü ve
kalıplarından çok ayrı ve kendine has bir düzenlemededir. Arap tarihinde bu
şekilde ifade tarzını kullanabilen olmamıştır.
4-Taşıdığı
îlmî, ahlâkî, hukukî esas ve prensipler tazeliğini korumakta ve her bakımdan
çağların ve medeniyetlerin önünde yürümektedir.
5-Astronomi,
biyoloji, anatomi, fizik, coğrafya ve benzen ilmî konularda ortaya koyduğu
temel bilgiler, doğruyu bulup tesbit eden ilmî araştırmaya
ters düşmemekte ve ilmî araştırmalar ilerledikçe Kur'ân'ın
getirdiği ana fikirlerin, temel bilgilerin doğruluğu bir defa daha
anlaşılmaktadır.
6-En
kuvvetli kalemin ürünü olan çok çekici bir eser, bir, iki en çok üç defa
okununca tazeliğini ve çekiciliğini kaybeder. Zaman aşımıyla raflarda
tozlanmaya mahkûm olur. Kur'ân-ı Kerim' ise, onbeş asırdan beridir
hep tazeliğini
muhafaza etmekte, okundukça çekiciliği artmakta, cilâsı daha da parlak duruma
gelmektedir. Aynı zamanda her çağa ve meselelerine ışık tutmakta, çare
getirmekte; incelendikçe yeni ufuklar açmakta ve ruhlara serinlik vermektedir.
Çünkü O, bütünüyle
âlemleri/ı Rabbından indirilmedir; sadece O'nun
eseridir ve kusursuzdur. Onda kusur görenlerin kendi akıl, bilgi ve sezgilerinde
kusur vardır.
«Eğer (o elçi) bize
karşı kendi kafasından birtakım sözler uydursaydı, elbette biz, onu sağ elimiz
(kudret ve kohrımız)le
yakalar; sonra da mutlaka onun kalp damarını koparırdık.»
Hz. Muhammed (A.S.), hâşâ Allah'a iftirada bulunup kendi
uydurduğu sözleri O'na isnad etmiş olsaydı neler
olurdu? Bunun cevabını yine Kur'ân vermektedir:
Önce en ünlü ve
önlerine geçilmez şâir ve ediplerin karşısında hezimete uğrar; çok geçmeden bir sürü saçmalıklarla ortaya çıkan bir maceracı
olduğu anlaşılır ve sabun köpüğü gibi söner; uydurduğu din, doğduğu yerde
ölmeye mahkûm olurdu.
Sonra da Cenâb-ı Hak, Onun kalp damarını koparırdı da kısa zamanda
Onu rezîl ve rüsvay ederdi.
Bu anlatımdan
çıkarılan en sağlıklı sonuç şudur: Hz. Muhammed
(A.S.) Efendimiz'e indirilen vahiy olduğu gibi
korunmuş ve teblîğ edilmiştir. Hz. Muhammed (A.S.)
Allah Kelâmına ne bir şey ilâve etmiş, ne de bir şey nok-sanlaştırmıştır.
Zira hiçbir peygamberin böyle bir yetkisi yoktur. Bilfarz diyelim ki O, inen Kur'ân âyetlerini kendi nefsanî
arzusu doğrultusunda ba-zan değiştiriyor, bazan ilâvede bulunuyor, bazan da
ondan bir şeyler gizliyordu. Bu durumda Cenâb-ı Hak
Onu peygamberler defterinden siler ve zelîl-ü hakir kılardı.
Yalancı sahtekârların
peygamberlik iddiasına gelince: Cenâb-ı Hak onları bu
şeni ve çok çirkin günahlarından ve küfürlerinden dolayı hemen kahretmiyor;
helak olma çizgisine gelmedikleri sürece onlara da mühlet veriyor O halde
burada hâkim olan mesele, Hz. Muhammed'in (A.S.) vahyesadık kalma hususunda çok hassas olduğuna işaretle
beraber, Ondan sonra Allah Kelâmı'yla meşgul olan ilim adamlarının bu konuda
çok dikkatli olmalarını sağlamaktır. Allah daha iyisini bilir.
Hayatı boyunca yalan
söylemeyen, kimseye iftira atmayan; kalp kırıp gönül yıkmayan O büyük
peygamber, mümkünmüdür ki Allah'ın sözlerini
değiştirsin veya onda bir fazlalık ve noksanlık meydana getirsin..
Böylece Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın kendi
katından indirildiğini kesin şekilde beyân ederken, hiçbir kelime ve
cümlesinin Hz. Muhammed'e {A.S.) ait olmadığını
vurgulamaktadır.
«Ve şüphesiz ki bu söz
{Kur'ân), muttakiler (Allah'tan saygı >k korkup
yalandan ve kötü düşünce ve davranışlardan sakınanlar) iyin oir öğüttür.»
Muttakilerin kimler
olduğunu ve bu Kavramın tanımını Bakara Sûre-si'nin
baş kısmında belirtmiş bulunuyoruz. Özetliyecek
olursak, şöyle mad-deleştirebiliriz:
a) Allah'a ve âhiret
gününe dosdoğru imân edip
Hz.
Muhammed'e (A.S.) uyanlar,
b) Tahkiki imân doğrultusunda farz ve vâcib olan ibâdetleri gönül rahatlığıyla yerine getirerek
haram ve şüpheli şeylerden sakınanlar,
c) Allah'tan ve ahiretteki
hesaptan korkup günlük hayatını ona göre düzenliyerek
örnek insan olmaya çalışanlar..
İşte Kur'ân-ı Kerîm, küfür ve nifak tezgâhında şekillenip
şartlanmışlara deail, bu düzeyde olan mü'minlere en güzel ve en yönlendirici ve iç di-s.. .ini
sağlayıcı öğüttür.
İlgili 48. âyetle bu
inceliğe temas ediliyor ve sonra da kimlerin yalancı olduğunu Cenâb-ı Hakk'ın çok iyi bildiğine
49. âyetle parmak basılıyor.
«Şüphesiz ki O, (Kur'ân),
kâfirler üzerinde bir hasret, üzüntü ve iç sıkıntısıdır.»
Burada kâfirlerin iki
ayrı hasret ateşiyle yanacaklarına işaret ediliyor:
a) Onlar Kur'ân'ın ve Hz. Muhammed'in (A.S.) kısa bir süre içinde veya yılların
getireceği yenilikler karşısında iflas edeceğini düşünüyorlardı. Bunu
göremeyince için için üzülüp tedirgin oldular; hasret
ateşiyle yanıp tutuktular ve her geçen gün bu iki kutsal kaynağın saadet
burcunda yükseldiğine şahit olunca, büsbütün kahroldular.
b) Kıyamet
gününde ise, Kur'an'â ve Hz.
Muhammed'e (A.S.). uyup dünya hayatını
doğruluk ve fazilet çizgisinde yürütenlerin yüce şerefli makamlara
yükseltildiklerini görünce derin bir hasret, nedamet ve pişmanlık duyup dünyada
iken bütün imkân ve fırsatlara rağmen bu iki ilâhî kıymete uymadıklarına yüzbin defa pişman olup üzülecekler ve bu hasret, üzüntü
duymanın hiçbir yararı olmadığını anlayacaklar..
«Gerçekten o, kesinlik
ifade eden bir hakikattir.»
«Hak» kavramı üzerinde
Bakara, Ât-i İmrân, Nisa, Mâide,
En'âm ve onları izleyen sûrelerde yeterince durmuş ve
gereken açıklamayı yapmış bulunuyoruz. Burada o anlattıklarımızı şöyle özetliyebiliriz:
a) Kur'ân insan sözü
değil, her kelimesiyle Allah Kelâmı'dır. O bakımdan içinde bâtıl, anlamsız,
amaçsız, hikmetsiz bir soz yoktur. Her yanıyla hak ve
gerçektir.
b) İnsan ruhunun ebediyet özlemiyle dopdolu olduğunu
belirtirken ona bu hususta en doyurucu bilgiyi verir ve yatışkanlık
sağlamasına yönelir. Bu hususta da ancak hakkı yansıtır ve doğru olanı
gösterir; ruhun bu özlemiyle uyum sağlar.
c) Kur'ân ile
kâinattaki câri kanunlar; kurulu düzenler, sağlam denge ve plânlar tıpatıp
paralellik arzeder ve böylece Kur'ân
insana kâinat kitabını en doğru ve en çarpıcı hüviyetiyle öğretir.
O bakımdan «hakka'l-yakîn» her türlü şüpheden
uzak, akl-i selimle bağdaşan gerçeği bulan ilimle
uyum sağlayan, ilim ve fikir adamına malzeme verip ışık tutan ve her bakımdan
kesin bilgi ve hüküm içeren bir kitap demektir.
«Yakîn»in
üç derecesi vardır ki, ikisi Tekasür Sûresi'nde, biri
de tefsirini yaptığımız bu sûrede yer almaktadır.. O bakımdan geniş bilgi için
Tekâsür Sûresi'nin tefsîrine bakılması tavsiye
olunur. Bununla beraber o üç mananın özetini vermemizde yarar vardır:
1- İlme'l-yakîn..
İlim yoluyla gerçeği
bulup kesin bilgi edinmek ve inanmak..
2-Ayne'l-yakîn..
Meydana gelen olayı,
tarif edilen şeyi gözle görüp anlamak ve inanmak suretiyle kesin bilgi
edinmek..
3- Hakka'l-yakîn..
Cenâb-ı Hakk'ın tecellisine mazhar olup eşyanın hakikatına
vakıf olmak suretiyle kesinkes bilgi edinmek. Bu daha çok âhiret
âleminde gerçekleşir. Dünyada ise, Kur'ân'ı akıl ve
imân düzeyinde ilim ve irfan gözüyle inceleyip Onun ilâhî olduğunu İdrâk etmek,
tam bir gönül yatışkanlığma kavuşmak ve böylece Cenâb-ı Hakk'ın kalbimizde o
irfanı doğurup kalp gözümüzü, yani basiretimizi açmasıyla Kur'ân'ın
hakikatına ermekle gerçekleşir ki bu, daha çok
velayet derecesinde olup Allah dostluğunu kazanan mürşid
âlimlerin kalbinde tezahür eder,
«Artık sen O çok yüce
ulu Rabbının ismini tesbih
et.»
Bütün bu gerçekleri
öğrenmemiz, kalp ve kafamıza sığdırmamız şüphesiz ki Cenâb-ı
Hakk'ın bize olan lûtuflarından
biridir. Hakkı hak olarak bilip uymamız, bâtılı bâtıl bilip terketmemiz
ibâdettir, fazilettir ve inayettir.
Kur'ân'ın hak olduğunu imân, akıl ve ilim denilen üçlü âmille tesbit edip öğrenince şüphe bulutları dağılırda hidâyet
güneşi kalp ve kafayı aydınlatır. Bu durumda O çok yüce, O yegâne terbiyeci ve
kemâle erdirici Rabbımızın İsmini anıp tesbîh ve tenzihte bulunmamız vacip olur. Onun için sûrenin
sonunda, başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak
üzere ümmetinden Kur'ân okuyup ona gönül verenlerin Hakk'ı tenzih ve tesbîh etmeleri
emredilmek-tedir. Emir ise, karine olmadığı zaman vücubu ifade eder.
Böylece el-Hâkka
Sûresine kıyametin kopmasının hak olduğu belirtilerek başlandı ve Cenâb-ı Hakk'ın yüce ismini anıp tesbîh ve tenzihte bulunmamız emredilerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Rabbımıza hamd-u senalar; O'na ibâdet, tesbîh
ve ta'zîmde bulunmamızı bize öğreten Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-ü
selâmlar olsun..
[1] Tefsiru Garâibn-Kur'ân/Nizamuddin Nisabûrl : 29/25
[2] Buharî/istisJta:
26, meğâzî: 29, bed'-i halk
: 5, enbiyâ: 1- Müslim/is tiska: 17- Ahmed 1/223, 228, 324, 341, 355,
[3] îbn Ebî
Hatim : îbn Ömer (R.A.)dan - tbn
Kesir : 4/412
[4] Geniş bilgi için bak: A'raf
Sûresi: 78, Hûd Sûresi: 67, Pussüet
Sûresi 17. âyetlerin tefsiri
[5] Ebû Dâvud/sünnet: 18- Ahmed:
2/26-6/117
[6] Tirmizî/kıyâmet: 4- îbn Mâce/zühd:
33- Ahmed: 4/414
[7] Taberânî: Selman (R.A.)den
[8] Taberânî - Beyhafci: îsnad-i sahihle îbn Ömer (R.A.)dan
[9] Sa'lebi - Mâverdî: Ebü Hüreyre
(R.A.)den