EL-HÂKKA  SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

Meali: 2

İlgili Hadîsler. 2

El-Hâkka. 2

İnkarcılara Uyarı 3

Tarihî Yönü. 3

Cezanın Cinsi Ve Özelliği 3

Kasırganın Yedi Gece, Sekiz Gündüz Devam Etmesi 3

Fir'avn Ve Ondan Öncekiler. 4

Hakk'a Gönül Veren Mü'mînler. 4

Âyetler Arasında Bağlantı 5

Meali: 5

İlgili Hadîsler. 5

Birinci Nefha Ve  Tesirleri 6

Amel Defteri Sağ Eline Verilenler. 6

Cennetin Bazı Özellikleri 6

Nîmet Hem Hizmet, Hem De Külfet Karşılığıdır. 6

Amel Defteri Sol Eline Verilenler. 7

Âyetler Arasında Bağlantı 7

Meali: 7

İnsanın Görüp Tesbit Edebildiği Ve Edemediği Şeyler. 7

Allah'ın Koyduğu Belgeleri Görebilmek. 8

Hz. Muhammed'e (A.S.) Şâir Ve Büyücü Diyen Şaşkınlar. 8

Kur'ân Âlemlerin Rabbından İndirilmedir. 9

Haşa Muhammed (A.S.) Kendiliğinden Bir Şeyler Uydursaydı Neler Olurdu?  9

Kur'ân Muttakiler İçin Öğüttür. 9

Kur'ân, İnkarcı Sapıklar İçin Üzüntü Ve Hasret Sebebidir. 10

Kur'ân Hâkka'l-Yakîn Düzeyindedir. 10

Rabbımızın  İsmini Anıp Tesbîh Etmek. 10


EL-HÂKKA  SÛRESİ

 

Müfessirlerin hepsine göre : Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir.

«Kıyamet» anlamına gelen «hâkka»den birinci âyetinde söz edildiğin­den, bu aynı zamanda sûrenin de ismi olmuştur.

Âyet   sayısı     :       52 "

Kelime     »        :     480

Harf         »        :    1056       

[1]

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1-Gelip gecen ümmetlerden kendilerine gönderilen  peygamberleri yalanlayıp imân etmiyenlerin nasıl yok edildikleri misâl veriliyor.

2-Âhiret gününde ise, onlara daha elim azabın verileceği detaylı an­latılarak yaşamakta olan inkarcı sapıklar uyarılıyor.

3-Amel defteri sağ eline ve sol eline verilenlerin durumları tasvîr edilerek ölmeden önce o defteri imân düzeyinde sâlih amellerle doldurma­mız isteniliyor.

4-Resûlüllah'ın (A.S.) teblîğ ettiği âyetlerin bütünüyle ilâhî olduğu, şiir türünden uydurma sözler olmadığı açıklanıyor.

5-Kur'ân'ın, Allah'tan korkup kötülüklerden, nankörlükten sakınan­lar için yönlendirici ve aydınlatıcı bir öğüt olduğuna dikkat çekilerek bu kitapla amel etmemizde hem dünyamız, hem de âhiretimiz için sayısız fay­daların söz konusu olduğuna işaretle düşünce ufkumuz genişletiliyor.

 

Meali:

 

1-3- Sabit olan Hakka; nedir sabit olan Hakka? Sabit olan Hâkka'nın ne olduğunu bilir misin?

4- Semûd ve Âd (kavimleri), inecek o müthiş felâketi yalan saydılar.

5- Semûd'a gelince: Sınırları aşan bir haykırışla yok edildiler.

6- Âd ise, yıkıcı bir kasırgayla yok edildiler.

7-8-Okasırgayı onların üzerine aralıksız olarak yedi gece, sekiz gündüz musallat edip estirdi; o kavmi, içleri kof hurma kütükleri gibi yere serilmiş görürsün. Onlardan geriye kalan bir şey görebilir misin?

9- Fir'avn da, ondan önceki altı üstüne getirilip yok edilen kasabalar da hep o suç ve azgınlıkla geldiler.

10-Rablarıntn peygamberlerine karşı geldiler. O edeple Rabları, on­ları fazla şiddetli bîr tutuşla ya kalayı verdi.

11-12- Doğrusu biz, su iyice kabarıp taştığında size ibret ve öğüt kıl­mamız için ve anlayabilen kulaklar anlasın diye sizi yüzüp giden gemide taşıdık.

 

İlgili Hadîsler

 

«Ben, saba (doğudan veya Kabe cihetinden esen rüzgâr) ile yardım görüp zafer elde ettim. Âd Kavmi ise, debûr (batıdan esen rüzgâr) ile yok edildi.» [2]

«CenâbHakk'in Âd Kavmi üzerine açıp sevkettiği rüzgâr ancak (bü­yük kasırgalardan) bir yüzük yeri kadardı. Esen kasırga bâdiye halkı üze­rine uğradı da onları, davarlarını ve mallarını yerle gök arasına kaldırarak (silip süpürdü). Âd Kavmi'nden kasaba halkı ise, o kasırgayı ve taşıdığı şeyleri görünce: «Bu arızî bir buluttur, yağmur verecek» dediler. Çok sür­medi ki o (bulut görünümünde olan) kasırga bâdiye (çöl) halkını ve da­varlarını (ağaç yaprağı misâli uçurup) kasaba halkı üzerine attı.»

[3]

El-Hâkka

 

Marife (belirli) kullanılan bu isimden maksat, CenâbHakk'ın yanın­da kopacağı zaman ve saati belli ve belirli olan kıyamet olayıdır. Taşıdığı diğer birkaç mâna ile de kıyamet olayının ne olduğunu bize bildirmekte­dir. Şöyle ki:

1-Kıyamet olayı haktır ve (ilâhî takdirde) sübut bulmuştur. Bunda hiçbir şüphe söz konusu değildir.

2-Kıyamet gününde bütün işler ve fiiller su yüzüne çıkar; her şey gerçek yönüyle ve hakiki rengiyle belirginleşir. Öylece kimin ne olduğu anlaşılır. Ceza ve mükâfatı hak edenler belli olur.

3-Kıyamet mutlaka bütün dehşetiyje inecek; onu durduracak   bir kuvvet bulunmayacaktır. Zira CenâbHakk'ın emri mutlaka geçerlidir ve nafizdir, vakti saati gelince gerçekleşir.

4- İnsanların üzerine mutlaka ve mutlaka böyle bir gün gelecektir.

5- Cennetlikler hakkettiklerini, cehennemlikler de lâyık oldukları kar­şılığı göreceklerdir.

6- Kıyamet olayı her türlü küfür, azgınlık, ahlâksızlık ve ölçüsüzlü­ğü alt edip sona erdirecektir.

7- Kıyamet günü her yanı ve yönüyje hak ve adalet günüdür. Dünya­da işlenen amellerin eksiksiz karşılık göreceği dönemdir.

Böylece açıklamasını yaptığımız bu yedi madde, el-Hâkka'nın delâlet ettiği mânaları yansıtmakta ve konu üzerinde daha iyi durmamıza yardım­cı olmaktadır.

 

İnkarcılara Uyarı

 

«Semûd ve Âd (kavimleri), inecek o müthiş felâketi yalan saydılar..»

Başta o günkü Mekkeli müşrikler olmak üzere, kıyamete kadar ortaya çıkacak hak ve ahlâk düşmanları; küfür ve tuğyan bezirganları, Semûd ve Âd kavimlerinin başına gelen o korkunç felâketle uyarılıyor. Çünkü ilâhî plân, diğer bir anlatımla sünnetullah şaşmadan ve sapmadan işler de he­define doğru gider. Ona uyanlar mutlu ve bahtiyar olurlar, uymayanlar en aoı tokatı ondan yer vetyokluğa karışırlar. Nasıl zehir öldürür, ateş yakar, havasızlık boğarsa, sünnetullah da öyle, ondaki ilâhî programa göre haya­tını düzenleyenler, muradı ilâhî doğrultusunda lâyık oldukları yerlerini al­mış olurlar; bunun aksine bir yol izleyenler yerlerini almadıklarından hem dünyada, hem de âhirette huzursuzluğa ve mutsuzluğa kendilerini itmiş olurlar. İşte bu program hiç sapmaz ve değişmez. Ancak kişiler belli bir sınıra gelmedikçe ilâhî hüküm inmez. Bazı inkarcıların şen ve şatır bir ha­yat sürmesi istisna sayılmaz, bilâkis belli sınıra henüz gelmediklerini gös­terir. Çünkü CenâbHakk'ın âdetidir; kavim ve milletleri inkâr ve azgınlık­larından, ahlâksızlık ve şirretliklerinden dolayı hemen yok etmez, belli bir sınıra gelmelerini sabırla bekler.

İşte Semûd ve Âd kavimlerinin yok edilmesi böyle bir sınıra gelme­leri sebebiyle gerçekleşmiştir. Diğer helak edilen kavimlerde öyle..

Âdı geçen kavimler önce «kariâ», yani insanların kapısını şiddetle çalıp beraberinde büyük felâketi getirecek olan kıyameti yalanlayıp inkâr ettiler. Kıyamet inkâr edilince, nefsi ve aşırılıklarını durduracak, ruhu -yuzatla dolduracak, insanı tatmin edip huzur ve güvene kavuşturacak, top­lum ve milletleri hakka döndürecek başka bir müeyyide kalmıyor. Böylece her türlü zulüm ve ahlâksızlığa kapılar açılıyor.

 

Tarihî Yönü

 

Kur'ân'da yirmiden fazla yerde anılan Semûd ve Âd kavimleri, tarihin birer ibret levhası olarak misâl verilmektedir.

Semûd Kavmi, daha önce belirttiğimiz gibi, Asurlar devrinde Hicaz ya­kınlarında Hicr yöresinde yaşayan bir millettir. O bölgede yapılan kazılarda birtakım kitabelere rastlanmıştır.

Âd Kavminin ise, Umman ile Dahraman arasındaki bölgede oturdukları ImnktnHır

sanılmaktadır.

Bu iki kavim veya milletin çok eski bir medeniyet ülkesi sayılan Asur hakimiyeunae yaşadığını söyleyenler vardır. M.Ö. 3000 yıllarından 612 yı­lına kadar süren ve bütün Mezopotamya, Elam, Suriye ve Mısır'ı içine alan Asurlu'ların bu uzun tarihine bakınca, Semûd ve Âd kavimlerinin M.Ö. ya­şadıkları kesinlik kazanır.

 

Cezanın Cinsi Ve Özelliği

 

«Semûd'a gelince: Sınırlan aşan bir haykı­rışla yok edildiler.»

Âyette ifadesini bulduğu gibi, Semûd Kavmi, sınırları aşan, kalpleri yerinden oynatan müthiş bir sayha (haykırış, gürültü ve uğultu) ile yok edil­mişlerdir.

Tuğyan kökünden türetilen «tâğiye» sıfatı, küfrü, azgınlık ve ahlâksız­lıkla birleştirip her türlü ahlâk ve adalet sınırını aşan Semûd Kavminin bu fiilîne uygun bir ceza verildiğini yansıtan bir kavramdır. Sınırı aşan o müt­hiş ses, gürültü, uğultu ve haykırış, o müthiş inkâr ve azgınlığı yok etmiştir.

Âd Kavmi ise, yıkıcı, yakıcı, önü alınmaz bir kasırgayla yok edilmiştir. Ayette «Rih-i sarsar ve âtiye» diye bu kasırga ile ilgili iki sıfat kullanılmış­tır. Birincisi, çok şiddetli ve dondurucu bir kasırgaya; ikincisi, önüne geçil­mez, karşısında durulmaz bir şiddete; aynı zamanda büküp dolayıp kahırla atmaya delâlet eden bir felâkete delâlet etmektedir. Nitekim Âd Kavmi de küfürde çok ileri gidip kalp ve kafaları dondurmuştur; ahlâksızlık ise gemi azıya alıp önüne geçilmesi zor bir çizgiye dayanmıştı. Onların bu ameline uygun azap inmiş ve defterlerini dürmüştür.

 

Kasırganın Yedi Gece, Sekiz Gündüz Devam Etmesi

 

«O kasırgayı onların üzerine aralık-sız olarak yedi gece, sekiz gündüz musallat edip estirdi..»

Kur'ân'da bu kasırganın özelliği belirtilirken dört ayrı kelime, yani sı­fat kullanılmıştır: Sayha, recfe, sâikatü'l-azab ve tâğiye.. [4]

Birincisi, müthiş bir gürültü ve uğultuyu; ikincisi, şiddetli ve o nisbette korkunç sarsıntıyı; üçüncüsü, yıldırım ve şimşek misâli azap gürültüsünü; dördüncüsü sınırları aşan korkunç bir gürültü, haykırış ve uğultuyu yansıtır. Böylece adı geçen kavmi yok eden kasırgayla birlikte depremin de baş gös­terdiği anlaşılıyor.

Fiziksel yapılan gelişmiş olan Âd Kavminin çok hareketli, mücadeleci ve çalışkan oldukları sanılmaktadır. Ne var ki, Allah'ın kahredici azabı ve hükmü inince, ne kaba kuvvetin, ne taşlan yontup şekillendiren sanatın, ne de inşa edilen sarayın bir yararı olur.- Her biri çürümüş kof hurma kü­tükleri gibi yerden yere vurulur.

Geriye ise, yıkık evleri, taş toprak yığınları, kırık dökük sütunları, yü­zükoyun devrilmiş putları kaldı, ilâhî hüküm, azıp sapıtan bu milleti helak olma çizgisinde yakalayıverdi. Bir hafta süreyle onlara korkunun en beteri yaşatıldıktan sonra yerlebir edilip canları cehenneme sevkedildi.

 

Fir'avn Ve Ondan Öncekiler

 

«Fir'avn da, ondan önceki altı üs­tüne getirilip yok edilen kasabalar da hep suç ve azgınlıkla geldiler..»

İlgili âyetle, inkarcı sapıklar uyarılmakta, mü'minlere ise güven ve gö­nül yatışkanlığı vermek için tarihî olaylardan ibretli levhalar sergilenmek­tedir.

Fir'avn da inkârda ısrar etti, zulüm ve tuğyanda bulundu. Gönderilen peygamberleri yalanladı. Bütün uyarılara rağmen Hakk'a sırt çevirmekte ısrarla devam etti. Böylece kendini ve çevresini yok edilme çizgisine getir­miş oldu. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak onu kahırla yakalayıverdi, öncekilere nisbetle daha şiddetli sarstı ve Kızıldenizi ona, askerlerine mezar yaptı.

Âyette CenâbHakk'ın bu şiddetli yakalayıverniesi «ahzen râbiye» şeklinde ifade edilmektedir. Çünkü Fir'avn sadece Allah'ı inkârla, peygam­berine karşı gelmekle yetinmemiş, ilâhlık iddiasında bulunarak İsrail oğul-ları'na ikinci veya üçüncü sınıf vatandaş muamelesi yapmıştır. Ayrıca, bu kavim çoğalmasın diye, doğan erke'' çocuklarını öldürmüş, kız çocuklarını diri bırakmıştı. O bu tutumuyla kendi milletini ve yetişmekte olan nesilleri küfür, zulüm, tuğyan ve ahlâksızlık fırtınasında boğarken, Cenâb-ı Hak onun bu ameline uygun bir ceza takdir buyurdu, hepsini denizin dalgalarına bırakarak lâyık oldukları, hak ettikleri cezayı verdi.

Fir'avn'dan önceki kâfirler ve mü'tefikler :

Mü'tefikat, «mü'tefikesnin çoğuludur. Müfessirler bu kavram üzerinde farklı yorumlarda bulunmuşlardır:

a) Katac'ö'ye göre: Lût Kavmi kasdedilmiştir. Zira bu kavim köy ve kasabalarıyla birlikte lavların ve depremin kahredici gürültüsü içinde yok edilmiş ve böylece ülkelerinin altı üstüne getirilmiştir.

Nitekim ünlü müfessir Kâb el-Kurezî'ye göre: Başta en büyük şehir­leri Sodom olmak üzere beş kasaba haritadan silinmiştir.

Bunlar günah, hata, küfür ve tuğyan doğuran fiilleri yüzünden helak edildiler. Zira lutîlik (homoseksellik) son derece yaygınlaşmış, azgınlık hat-safhaya ulaşmıştı. O bakımdan ilâhî hükmün inmesinin vakti saati gelmiş bulunuyordu. Gönderilen iki melek, ilâhî programı aynen uyguladılar.

b) İbn Kesîr'egöre: Peygamberleri yalanlayan birçok ümmetler de­mektir. Allah'ın İndirdiği hükümleri yalan saydıkları için yok edilmişlerdir. Böylece Fir'avn'dan önce Semûd ve Âd kavimleri özel biçimde anıldık­tan sonra önemine binaen bir de yok edilen kavimler hakkında genel bir anlatım cihetine gidilerek belîğ bir üslûp sergilenmiştir.

 

Hakk'a Gönül Veren Mü'mînler

 

«Doğrusu biz, su iyice kabarıp taştığında

size ibret ve öğüt kılmamız için de anlayabilen kulaklar anlasın dîye sizi yüzüp giden gemide taşıdık.»

Cenâb-ı Hak, gelip geçen inkarcı kavim ve milletlerin hazîn akıbetini özetle açıkladıktan sonra, Nuh (A.S.) ve ona imân edenlerin kurtarıldığı­nı, yaşamakta olan mü'minlere ümit ve güven veren bir ilâhî hüküm olarak zikrediyor.                                     t

Cenâb-ı Hak, Nuh Peygamberin azıp sapıtan kavmini yok etmeyi di­leyince, Nuh'u ve ona imân edenleri gemiye bindirerek kurtarmayı plân­lamıştı. Öyleki Mekke müşriklerini yok edecek olursa, mü'minlerin hiç şüp­hesi olmasın ki, kendilerini Hz. Muhammed {A.S.) ile birlikte kurtarma im­kânına erdirecektir. Bu, bir sözdür ki asla değişmez. İlgili âyetle mü'min­lere bu müjde ve ümit veriliyor.

Deniz olmayan bir bölgede geminin inşası ve Hakk'a iman edip gönül veren mü'minlerin böyle bir gemiyle kurtarılması, elbetteki unutulması müm­kün olmayan tarihî bir misâldir ki, ondan öğüt alma irfanına sahip olanlar ancak ibret ve öğüt alır.

Sonuç olarak şu hakikat bir defa daha ortaya çıkıyor: CenâbHakk'ın çizdiği plân ve hazırladığı programı değiştirmek mümkün değildir; indirdiği hükmü geri çevirmek kimin haddine..

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kıyametin mutlaka kopacağı belirtildi. Yaşamak­ta olan inkâroı azgınları uyarmak için o yüzden yok edilen kavim ve mil­letlerden kısa misâller verildi. Allah'a dosdoğru imân edenlerin, Nuh'a (A.S.) inanan mü'minler misâli, kurtulacağı müjdelendi.

Aşağıdaki âyetlerle, kıyamet olayıyla meydana gelecek tebeddülata dikkat çekiliyor. Amel defteri sağ eline verilenler için güven ve huzur kapı­larının açık tutulacağı; amel defteri sol eline verilenlerin o günkü perişan hali tasvîr ediliyor.

 

Meali:

 

13- Sûr'a bir tek defa üfürüldüğünde

14-Yerküre ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir tek çarpılışla param­parça edildiğinde,

15-İşte o gün olan olur, müthiş olay meydana gelir.

16- Gök yarılır; o gün artık o bütün güç ve ölçüsünü kaybetmiştir.

17- Melekler de onun kenarlarındadır. O gün Rabbının Arş1 mı, bun­ların üstünde sekiz tanesi taşır.

18-O gün (hesaba) çıkarılacaksınız, sizden hiçbir şey gizli kalmaz.

19- Artık kimin kitabı (amel defteri) sağından (veya sağ eline) veri­lirse, «gelin de kitabımı okuyun!

20- Çünkü gerçekten ben, hesabımla karşılaşacağımı kesinlikle bi­liyordum» der.

21- Bu kimse hoşnut olacağı bir hayat içindedir.

22-Yüksekçe Cennet'tedir.

23- Meyveleri yakıncacık külfetsiz koparılmaya elverişlidir.

24- «Geçirdiğiniz günlerde (işlediğiniz   güzel   amellerinize)   karşılık afiyetle, gönül rahatlığıyla yeyiniz, içiniz!» (denilir).

25- Kitabı sol tarafından verilene gelince : «Ah keşke kitabım solum­dan verilmeseydi!

26- Ve keşke hesabımın da ne ölçüde olacağını bilmeseydim!

27- Keşke bu iş olup bitseydi (ölümle son bulsaydı);

28- Malım bana bir yarar sağlamadı.

29- Güç ve kudretim benden (ayrılıp) yok oldu» der.

30- (Sonra şu emir verilir:) Onu yakalayın da zincire vurun.

31- Sonra Cehennem'e itip atın.

32- Sonra boyu yetmiş arşın bir zincire vurup yollayın.

33- Çünkü gerçekten o, o büyük kadri yüce Allah'a inanmazdı.

34-Yoksulu yedirmek üzere kimseyi tahrîk-teşvîk etmezdi.

35- O sebeple bugün onun, burada candan sıcak bir dostu ve yakını yoktur.

36- Yiyecek olarak da ancak Gıslrn (Zakkum'a benzer bir ağaç veya kan irin karışımını andıran fena bir sıvı) vardır.

37- Onu da ancak günahkârlar yerler.

 

İlgili Hadîsler

 

«Arş'ı kaldıran meleklerden bir melekle ilgili size bilgi vermem için ba­na izin verildi: İki kulak yumuşağıyla boynu arasındaki mesafe yediyüz yıldır.»[5]

«İnsanlar kıyamet gününde üç ayrı şekilde (hesaba ve sorguya) çeki­lecekler. Bunlardan ikisi, sürtüşme, tartışma ile mazeret beyân etmekle il­gilidir. Üçüncüsü ise, amel sahifelerinin uçuşup ellere inmesidir. O sahi-feleri kimi sağ eliyle, kimi de sol eliyle tutup alır.» [6]

«Herkes ancak bir cevaze (giriş izin belgesi) ile Cennet'e girebilir. O belgede şöyle yazılıdır:) B ismi'İlah i'r-Rahman i Y-Rahîm. Bu, Allah tarafın­dan falan oğlu filâna verilmiş bir yazıdır. Onu, meyveleri yakı ne acık yük­sek cennete yerleştirin.»[7]

«Allah kıyamet gününde mü'mini (kendine) yaklaştırıp ona İşlediği gü­nahlarının hepsini bir bir itiraf ettirir; o kadar ki, mü'min artık helak oldu­ğunu sanır. Derken Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: «Doğrusu bu günahlarını dünyada senden yana örtüp gizledim; bugün de onları yine senin lehine bağışlıyorum.» Sonra da iyilikleri yazılı bulunan amel defteri sağ eline ve­rilir. Kâfire ve münafığa gelince : Şahitler şöyle derler: «İşte Rablarına ya­lan isnad edenler bunlardır! Artık Allah'ın laneti zâlimler üzerine olsun.» [8]

 

Birinci Nefha Ve  Tesirleri

 

«Sûr'a bir tek defa üfürüldüğünde; yerküre ve dağlar yerlerinden kaldırılıp bir tek çarpılışla paramparça edildiğinde..»

Sûr'a birinci nefha (üfürülüş) ile kıyamet kopar da kâinatın mevcut düzeni bozularak alt-üst olur. Nitekim on üçüncü âyeti izleyen âyetlerle bu müthiş olayın tesirleri şöyle açıklanmaktadır:

1- Yerküre, üzerinde taşıdığı dağlarla birlikte sarsıldıkça sarsılacak ve dağlar tuz buz haline gelecek.

2- Fezada yer alan her şeyin denge ve düzeni bozulacak, akıllara durgunluk verecek çarpışmalar meydana gelecek.

3- Gökler yarılacak ve sistemler birbirine karışacak. Böylece boşlu­ğu kesif bir toz ve gaz tabakası dolduracak ve bu sırada melekler inmeye başlayacak.

4- Her şey gücünü, kudretini, sistemler çekim kuvvetini kaybedecek.

5- Parçalanıp dağılan göklerin çevresinde sayısı belirsiz melekler bu­lunacak. Zira meydana gelen her olayda meleklerin o olayla ilgili görevleri vardır ve var olmaya devam edecek.

6-Arş-ı A'lâ'yı taşıyan meleklerin sayısı dörtten sekize yükseltilecek.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu âyeti açıklarken şöyle buyur­muştur : «Arş'ı bugün için taşıyan meleklerin sayısı dörttür. Kıyamet günü olunca Cenâb-ı Hak onların yanına dört melek daha verip onları destek-liyecek, böylece sayıları sekiz olacak.» [9]

Arş'ı taşıyacak meleklerin sayısının sekize çıkarılması, yeni ve kalıcı bir dengenin kurulmasına işaret olabilir. Allah daha iyisini bilir.

7-Birinci nefha ile her şey korku ve dehşetten titreyip kendini kay­beder. Bir rivayete göre, ikinci nefhayla mevcut düzen alt-üst olur ve üçün­cü nefhayla ölüler dirilir de hesap faslı başlar. Artık o gün hiçbir şey gizli kapalı kalmaz, her şey ortaya dökülerek herkes ne yaptığını daha iyi anlar.

 

Amel Defteri Sağ Eline Verilenler

 

«Artık kim|n kitabı (amel defteri) sağından (veya sağ eline) verilirse, «gelin de kitabımı okuyun!»der.»

Sağ taraf veya sağ el, ferahlık ve uğurun; feyiz ve bereketin; sol taraf veya sol el üzüntü ve uğursuzluğun sembolüdür. Kıyamet gününde ise, sağ kavramı kurtuluş ve mutluluğun; sol kavramı felâket ve bedbahtlığın delili sayılır. O bakımdan dünyada imân doğrultusunda sâlih amellerde bu­lunanların amel defterleri sağ ellerine; inkâr ve nifak doğrultusunda kötü­lük işleyenlerin amel defteri sol ellerine verileceği bildiriliyor.

Şüphesiz gerçek mü'minler dünyada iken kıyamet ve âhiret, oradaki hesap, azap ve mükâfata inanırlardı. Âhiret gününde onların amel defter­leri sağ ellerine verilince, hic şaşırmadan böyle bir günde hesaba çekile­ceklerini kesinlikle bildiklerini orada bir defa daha söylecekler. Bunlar, iyi­likleri, sâlih amelleri kötülüklerinden çok fazla olan bahtiyarlardır. O ba­kımdan hoşnut olacakları çok. tatlı ve kalıcı bir hayata başlayacaklardır ki orası cennet ve cemâlü'llahtır.

 

Cennetin Bazı Özellikleri

 

«Yüksekçe Cennet'tedir. Meyveleri yakınca-cık külfetsiz koparılmaya elverişlidir..»

Âhiret gününde kitabı (amel defteri) sağ eline verilen mü'minler, dün­ya hayatlarını ilâhî nizama göre değerlendirmelerine karşılık yüksek cen­netlere lâyık görülürler. Köpürüp taşan nimetlere mazhar olup oturdukları yerden İstedikleri meyveden koparıp yeme bahtiyarlığına erişirler.

Cennet'e giren her mü'minin boyunun altmış zira' (yaklaşık 40 metre) olacağına dair Resûlüllah'ın (A.S.) beyânını dikkate alırsak, oradaki meyva ağaçlarının manzarayı kapatmayacak ölçüde oldukları ve herkesin oturdu­ğu veya uzandığı yerden elini uzatıp İstediği meyveyi koparma şansına sa­hip olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ebedî saadet yurdu olan Cennet, çalış­ma, yorulma, didinme, üzülme, yıpranma yeri değil, dinlenme ve eğlenme, sonsuza kadar ferahlık ve huzur duyma mahallidir.

 

Nîmet Hem Hizmet, Hem De Külfet Karşılığıdır

 

«Geçirdiğiniz günlerde '(İşlediğiniz güzel amellerinize) karşılık afiyetle, gönül rahatlığıyla yeyiniz, içiniz» (denilir).

Her iki hayatı, birbirini tamamlar ve biri diğerinin hikmetini yansıtır mahiyette yaratıp hazırlayan Cenâb-ı Hak'tır. Hayat kanunlarını iyice bilip sünnetullah doğrultusunda ömrünü değerlendiren mü'minler, şüphesiz bu güzel düşünce ve akıllıca amelleriyle hayli fedakârlıkta bulunmuş, külfet­lere katlanmışlardır. Her şeyden önce nefislerinin birçok isteklerini gayr-i meşru bulduklarından dolayı onları yerine getirmiyerek ciddi sınavlardan geçmişlerdir. İşte çektikleri bunca külfet ve sıkıntı, katlandıkları meşakka­te karşılık nimetleri de o nisbette büyük olacaktır. Bunun açık belgelerin­den biri, Cennet'e girdiklerinde meleklerin onlara : «Geçirdiğiniz o günlere karşılık afiyetle, gönül rahatlığıyla yeyiniz, içiniz» demeleri olacaktır.

 

Amel Defteri Sol Eline Verilenler

 

«Kitabı sol tarafından (veya sol eline) verilene gelince: «Ah keşke kitabım solumdan verilmeseydi ve keşke hesabımın da ne ölçüde olacağını bilmeseydim!» der.»

Amel defterinin sol ele verilmesi, kişinin nereye gideceğine, nasıl bir cezaya çarptırılacağına delâlet eden en açık belgelerden biridir. O bakım­dan inkarcı sapık, nifakçı, şaşkın işinin bir anda olup bitmesini, yani ölüp belirsizliğe karışmasını ister. Ama artık ölümsüzlük âlemine intikal edilmiş ve ikinci hayat başlamıştır. Bu gibi temennilerin hiçbir yararı yoktur. Ay­nı zamanda sığınılacak bir başka âlem de söz konusu değildir.

İlâhî adalet gereği hüküm iner, inkarcı azgın, bozguncu münafık Ce-hennem'i boylar. Oraya mahsus zincirlerle bağlı bulundukları halde Allah'a karşı gelmenin ne demek olduğunu anlamaya başlarlar. Ve o günler çok yakındır. Dünya hayatı su gibi akmakta, gece-gündüz hayat ağacını dur­madan kemirip tüketmektedir.

Dünyada inkâr düzeyinde günüfiü gün etmeye çalışan sapıklar, şüp­hesiz Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları için hep kendi çıkarlarını, şe­hevî duygularının tatminini düşünürler; madde, makam ve serveti tek amaç olarak seçerlerdi. Ne yoksula merhamet elini uzatır, ne muhtaca merha­met nazarıyla bakar, ne de bu hususta olumlu bir söz ve davranışı olurdu. Öylesinin tek dostu ve yakını, madde idi. Tatmine çalıştığı tek varlığı, nef­si ve şehevî duygusuydu. Âhiret gününde onun sevip taptığı madde ve ma­kam ateş olup kendisini yakınca, candan hiçbir dost ve yakınının olmadı­ğını ancak idrâk edebilir.

«Gıslîn» onların tek içeceği olur. Bu, ya Cehennem'deki zakkum ağa­cının zehirli salgısı, ya da kan ile irin karışımına benzer tiksindirici bir sıvı olabilir.

Neden böylesine bir cezayı haketmişlerdir? Çünkü onlar dünyada yap­tıkları haksızlık ve tecavüzlerle başkalarının malını yemek suretiyle kan ve irin içmişlerdir. Millet ve devlet malına el uzatmak suretiyle, tüyü bitmedik yetimlerin, beli bükük yaşlıların, kolu kanadı kırık dulların kanını emmişlerdir. Bu konuda Yunus Emre'nin şu mısra'lacını hatırlamamak mümkün müdür?

«Gitti beyler mürtevi; binmişler birer atı. Yediği yoksul eti, İçtiği kan olmuştur.»

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kıyamet olayıyla meydana gelecek değişiklikler­den bir kısmı haber verildi ve âhiret gününde amel defterleri sağ ve sol el­lerine verilenlerin o günkü durumları tasvir edilerek bu konuda yönlendirici bilgiler sergilendi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcı sapıkların Kur'ân'a karşı olumsuz tutum­ları kınanıyor ve bu kitabın bütünüyle ilâhî kaynaktan süzülüp indirildiği açıklanıyor. Sonra da bu Kitab'ın bir bakıma mihenk taşı misâli, muttaki-ler için güzel öğüt; kâfirler için de hasret ve üzüntü, sıkıntı ye tedirginlik olacağına dikkat çekiliyor.

 

Meali:

 

38-39- Hayır, gördüklerinize ve görmediklerinize and içerim kî,

40- Şüphesiz bu (söz) şerefli saygıdeğer bir elçinin sözüdür.

41- O, bir şâirin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!.

42- O bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!

43- Âlemlerin Rabbından indirilmedir.

44- Eğer (o elçi) bize karşı kendi kafasından birtakım sözler uydur-saydı,

45- Elbette biz, onu sağ elimiz (kudret ve kahrımız)le yakalar,

46- Sonra da mutlaka onun kalp damarını koparırdık.

47- Sizden hiç biriniz de O'ndan (gelecek olan azabı), arayerde en­geller olup savamazdı.

48- Ve şüphesiz ki bu söz (Kur'ân), muttakîler (Allah'tan saygı ile korkup yalandan ve kötü düşünce ve davranışlardan sakınanlar) için bir öğüttür.

49- Biz, elbette sizden (Kur'ân'ı) yalan sayanları biliriz.

50-  Şüphesiz ki O, (Kur'ân), kâfirler üzerinde bir hasret, üzüntü ve iç sıkıntısıdır.

51- Gerçekten o, kesinlik ifâde eden bir hakikattir.

52- Artık sen O çok yüce ulu Rabbının ismini tesbîh et.

 

İnsanın Görüp Tesbit Edebildiği Ve Edemediği Şeyler

 

«Hayır, görebildiklerinize ve göreme­diklerinize and içerim ki, şüphesiz bu (söz) şerefli saygıdeğer bir elçinin sözüdür.»

Cenâb-ı Hak, kâinatta insanın görüp tesbit edebileceği şeylerin bulun­duğu gibi, tesbit edemiyeceği birçok şeylerin de mevcut olduğunu çok du­yarlı bir anlatımla açıklamaktadır. Böylece gerek duygularımızın, gerekse aklımızın sınırlı olduğuna işaret ediliyor. Öyle değil midir? Biz daha fizik âleminin sınır ve esrarını tamamıyla çözüp anlamış değiliz. Dünyamıza en yakın sistem olan Güneş Ailesi'ni bile kesinkes tesbit edip sağlam bir so­nuca varamadık. Nerede kaldı fizikötesini keşfedebilelim..

Bizim her şeyimiz sınırlıdır. Cenâb-ı Hak ise sınırsızdır. O'nun yarat­tığı şu kâinat sınırlı olmakla beraber bize göre sınırsız gibi görünmekte ve onun azameti ve genişliği karşısında ne kadar küçük ve âciz olduğumuzu anlamaktayız.

İşte herşeyi en iyi bilen, kâinatı bütünüyle kapsayıp kuşatan ilâhî kud­retten süzülüp indirilen Kur'ân-ı Kerîm, bize Allah ve kâinat hakkında en doyurucu bilgiyi vermekte ve hilkatimizin hikmetini bize öğretmektedir. Bu kadar kusursuz ve bu kadar mükemmel olan bir kitap elbette insanın kal­binin ve kafasının, düşünce ve duygusunun ürünü olamaz. Onu ne uzman bir şâir yazabilir, ne de büyük bir ilim adamı ortaya koyabilir.

Zira o her âyetiyle insan kudretini aşmakta ve sınırsız üstün bir kud­retin eseri olduğunu yansıtmaktadır. Her cümlesi ilâhî kelâmın izini taşı­makta, her kelimesi O'nun erişilmezliğini ortaya koymaktadır.

 

Allah'ın Koyduğu Belgeleri Görebilmek

 

O,bir şairin sözü değildir.Ne de az inanıyorsunuz. Kur'ân-ı Kerîm'in her âyeti birer ilâhî belgedir. O bakımdan Allah Kelâ­mını okurken körler ve sağırlar gibi üzerine kapanarak değil, her âyetinin insan hayatına neler getirdiğini düşünerek anlamaya çalışmak gerekir. Çünkü bu kitap yalnız ve yalnız okuyup amel etmemiz ve Allah'a uzanan yolu bulmamız, ona erişmemiz için indirilmiştir.

Kâinat her parçasıyla ayrı bir belge ve Hakk'ın kudretini yansıtan bir delildir. İlim, akıl ve düşünce yoluyla bilip tesbit edebildiklerimiz olduğu gibi, tesbit edemediklerimiz de vardır. Ama her şeyden önce en büyük bel­ge ve en açık delil Kur'ân'dır; O da önümüzde ve elimizde duruyor. Kâinat­ta yer alan sistemler ve kanunlarla Kur'ân arasında köprü kurmadığımız sürece ilmimiz, keşif ve icatlarımız bizi Hakk'a, hakikate, doğruya, fazîlete ve tek kelimeyle Allah'ın son mesajına götüremez. Bunun için 38 ve 39. âyetlerde «rü'yet» lafzı değil de «ibsar» lafzı kullanılmıştır. Bu, mücerred bir rü'yet değil, akla, ilme ve geniş kültüre dayalı bir görüşle tesbit etme­dir.

O bakımdan Cenâb-ı Hak, kendi kelâmının erişilmezliğini beyân buyu­rurken dört ayrı cümle kullanarak düşünce ufkumuzu genişletmemizi murad etmiştir:

1- Şüphesiz bu söz, şerefli saygıdeğer bir elçinin (Melek Cebrail'in) sözüdür.

2- O, bir şâirin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!

3- O bir kâhin (gâibden haber veren)in .sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!

4- O, âlemlerin Rabbından indirilmedir.

Çünkü şâir daha çok hayalcidir, kendi duygu ve düşüncelerini şiir ka­lıbına döküp yansıtmaya çalışır. Gördüğü eşya ve olaylardan esinlenerek mısra'larını düzmeye yönelir. Kâhin ise, çoğu zaman saçmalar; verdiği ha­berlerin çoğunun aslı olmaz ve ekseriya tutarsızlık içinde bocalar. Şüphe­siz Hz. Muhammed'in (A.S.) nübüvvet rütbesi ve yüksek şahsiyeti bu ka­yıtlardan ve sıfatlardan azadedir.

 

Hz. Muhammed'e (A.S.) Şâir Ve Büyücü Diyen Şaşkınlar

 

Kur'ân'ın lâhutî cazibesi, gönülleri fetheden ilâhî nağmesi, söz kud­retindeki benzersizliği, usiûbundaki akıcılık ve çekicilik, kelime ve cümle konumundaki çarpıcılık aklı erenleri bir anda Resûlüllah'ın (A.S.) saffına çekiyordu. Hissine mağlup olup aklını nefsinin peşine takan şartlanmış kâfirler ise, O kadri yüce peygambere «şâir», «büyücü», «sihirbaz» gibi çok yakışıksız sıfatlar takıyorlardı.

  Velîd b. Muğîre, «O sihirbazdır» derken,

  Ebû Cehl. «Hayır, O şâirdir» diyordu.

  Ukbe ise, «Hayır, hayır O sadece bir büyücü ve kâhindir» iddiasını tekrarlıyordu.

Cenâb-ı Hak bütün bu yakışıksız, hissî, aynı zamanda akıl ve vicdan dışı sözleri ve yakıştırmaları reddederek kutsal şeye and içip şöyle bu­yurdu : «Şüphesiz ki bu (söz) şerefli saygıdeğer bir elçinin sözüdür. O, bir şâirin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! O, bir kâhinin sözü de de­ğildir. Ne de az düşünüyorsunuz! Âlemlerin Rabbından indirilmedir.»

Az inanmak, şüphe ve tereddütlerin aralıksız birbirini izleme ortamını doğurur veya o ortamın tâ kendisidir. Bunun için Kureyş Kabilesi'nin ileri gelenleri, durmadan Hz. Muhammed'in (A.S.) şâir, sihirbaz, büyücü ve kâ­hin olduğunu iddia edip Onu küçük düşürmeye çalışıyorlardı. Allah'ın var­lığı ve birliği hakkında çok az ve sathi bilgileri, kısır inançları vardı. Şüp­he ve tereddütler içinde durmadan bocalıyor ve bir sürü tutarsız sözler sar-fediyorlardı.

Az düşünmek, kişinin meseleye tam anlamıyla nüfuz etmediğini, ger­çeği araştırmaya yönetemediğini, aklını rehber edinemediğini ve aklıyla vicdanını hissinin emrine verdiğini gösterir. Adı geçen müşriklerin o günkü ruhsal durumları böyle idi. Bugün de az inananların, kısır düşünenlerin du­rumları onlara benzerlik arzetmektedir. Özellikle şartlanmış ve beyni yı­kanmış maddecilerin çoğu günümüzde devamlı şüphe ve tereddüt çalkan­tısı içinde bocalamakta; hem kendilerini, hem de gençleri amaçsız, karar­sız ve tedirgin etmektedirler. Bunun için âyette Cenâb-ı Hak, muhatab dü­zeyinde olan herkese hitap ederek, az imân ve kısır düşünceyle yola çıkı-lamıyacağını bildirmektedir.

 

Kur'ân Âlemlerin Rabbından İndirilmedir

 

  «Alemlerin Rabbından indirilmedir.»

Kur'ân'ın tamamını vahiy yoluyla alıp insanlara, özellikle inananlara teblîğ eden Hz. Muhammed'in (A.S.) bir şâir veya bir kâhin, ya da büyücü sihirbaz olmadığı belirtildikten sonra, Kur'ân'ın âlemlerin Rabbından indi­rildiği açıklanıyor. Şöyle ki: Bu bapta ilâhî beyânı isbatlayan altı açık bel­ge bulunuyor:

1-Arapların o çağda edebiyat alanında zirveye ulaştığı bir sırada, hiçbir edip ve uzman şâir, Kur'ân'ın bir sûresine veya âyetine nazire geti­rememiş ve hepsi de ister, istemez ilâhî belâğatin yüceliği ve erişilmezliği karşısında ya baş eğmiş, ya da beşerin bu kudrette söz söyleyemiyeaeğini itiraf etmiştir. Ünlü şâir ve edip Devsli Tufayl bunun örneklerinden biridir.

2-  Sonra, Hz. Muhammed (A.S.) önceleri okur-yazar değildi.

3- Kur'ân'da hâkim olan ilâhî üslûp, şiir ölçü ve kalıplarından çok ay­rı ve kendine has bir düzenlemededir. Arap tarihinde bu şekilde ifade tar­zını kullanabilen olmamıştır.

4-Taşıdığı îlmî, ahlâkî, hukukî esas ve prensipler tazeliğini korumak­ta ve her bakımdan çağların ve medeniyetlerin önünde yürümektedir.

5-Astronomi, biyoloji, anatomi, fizik, coğrafya ve benzen ilmî ko­nularda ortaya koyduğu temel bilgiler, doğruyu bulup tesbit eden ilmî araş­tırmaya ters düşmemekte ve ilmî araştırmalar ilerledikçe Kur'ân'ın getir­diği ana fikirlerin, temel bilgilerin doğruluğu bir defa daha anlaşılmaktadır.

6-En kuvvetli kalemin ürünü olan çok çekici bir eser, bir, iki en çok üç defa okununca tazeliğini ve çekiciliğini kaybeder. Zaman aşımıyla raf­larda tozlanmaya mahkûm olur. Kur'ân-ı Kerim' ise, onbeş asırdan beridir

hep tazeliğini muhafaza etmekte, okundukça çekiciliği artmakta, cilâsı da­ha da parlak duruma gelmektedir. Aynı zamanda her çağa ve meselelerine ışık tutmakta, çare getirmekte; incelendikçe yeni ufuklar açmakta ve ruh­lara serinlik vermektedir.

Çünkü O, bütünüyle âlemleri/ı Rabbından indirilmedir; sadece O'nun eseridir ve kusursuzdur. Onda kusur görenlerin kendi akıl, bilgi ve sezgi­lerinde kusur vardır.

 

Haşa Muhammed (A.S.) Kendiliğinden Bir Şeyler Uydursaydı Neler Olurdu?

 

«Eğer (o elçi) bi­ze karşı kendi kafasından birtakım sözler uydursaydı, elbette biz, onu sağ elimiz (kudret ve kohrımız)le yakalar; sonra da mutlaka onun kalp dama­rını koparırdık.»

Hz. Muhammed (A.S.), hâşâ Allah'a iftirada bulunup kendi uydurduğu sözleri O'na isnad etmiş olsaydı neler olurdu? Bunun cevabını yine Kur'ân vermektedir:

Önce en ünlü ve önlerine geçilmez şâir ve ediplerin karşısında hezi­mete uğrar; çok geçmeden bir sürü saçmalıklarla ortaya çıkan bir mace­racı olduğu anlaşılır ve sabun köpüğü gibi söner; uydurduğu din, doğduğu yerde ölmeye mahkûm olurdu.

Sonra da Cenâb-ı Hak, Onun kalp damarını koparırdı da kısa zaman­da Onu rezîl ve rüsvay ederdi.

Bu anlatımdan çıkarılan en sağlıklı sonuç şudur: Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'e indirilen vahiy olduğu gibi korunmuş ve teblîğ edilmiştir. Hz. Muhammed (A.S.) Allah Kelâmına ne bir şey ilâve etmiş, ne de bir şey nok-sanlaştırmıştır. Zira hiçbir peygamberin böyle bir yetkisi yoktur. Bilfarz di­yelim ki O, inen Kur'ân âyetlerini kendi nefsanî arzusu doğrultusunda ba-zan değiştiriyor, bazan ilâvede bulunuyor, bazan da ondan bir şeyler gizli­yordu. Bu durumda Cenâb-ı Hak Onu peygamberler defterinden siler ve zelîl-ü hakir kılardı.

Yalancı sahtekârların peygamberlik iddiasına gelince: Cenâb-ı Hak onları bu şeni ve çok çirkin günahlarından ve küfürlerinden dolayı hemen kahretmiyor; helak olma çizgisine gelmedikleri sürece onlara da mühlet ve­riyor O halde burada hâkim olan mesele, Hz. Muhammed'in (A.S.) vahyesadık kalma hususunda çok hassas olduğuna işaretle beraber, Ondan son­ra Allah Kelâmı'yla meşgul olan ilim adamlarının bu konuda çok dikkatli olmalarını sağlamaktır. Allah daha iyisini bilir.

Hayatı boyunca yalan söylemeyen, kimseye iftira atmayan; kalp kırıp gönül yıkmayan O büyük peygamber, mümkünmüdür ki Allah'ın sözlerini değiştirsin veya onda bir fazlalık ve noksanlık meydana getirsin..

Böylece Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın kendi katından indirildiğini kesin şekil­de beyân ederken, hiçbir kelime ve cümlesinin Hz. Muhammed'e {A.S.) ait olmadığını vurgulamaktadır.

 

Kur'ân Muttakiler İçin Öğüttür

 

«Ve şüphesiz ki bu söz {Kur'ân), muttakiler (Al­lah'tan saygı >k korkup yalandan ve kötü düşünce ve davranışlardan sa­kınanlar) iyin oir öğüttür.»

Muttakilerin kimler olduğunu ve bu Kavramın tanımını Bakara Sûre-si'nin baş kısmında belirtmiş bulunuyoruz. Özetliyecek olursak, şöyle mad-deleştirebiliriz:

a)  Allah'a ve âhiret gününe dosdoğru   imân   edip   Hz.  Muhammed'e (A.S.) uyanlar,

b)  Tahkiki imân doğrultusunda farz ve vâcib olan ibâdetleri gönül ra­hatlığıyla yerine getirerek haram ve şüpheli şeylerden sakınanlar,

c)  Allah'tan ve ahiretteki hesaptan korkup günlük hayatını ona göre düzenliyerek örnek insan olmaya çalışanlar..

İşte Kur'ân-ı Kerîm, küfür ve nifak tezgâhında şekillenip şartlanmış­lara deail, bu düzeyde olan mü'minlere en güzel ve en yönlendirici ve iç di-s.. .ini sağlayıcı öğüttür.

İlgili 48. âyetle bu inceliğe temas ediliyor ve sonra da kimlerin yalancı olduğunu CenâbHakk'ın çok iyi bildiğine 49. âyetle parmak basılıyor.

 

Kur'ân, İnkarcı Sapıklar İçin Üzüntü Ve Hasret Sebebidir

 

  «Şüphesiz ki O, (Kur'ân), kâfirler üzerinde bir hasret, üzüntü ve iç sıkıntısıdır.»

Burada kâfirlerin iki ayrı hasret ateşiyle yanacaklarına işaret ediliyor:

a)  Onlar Kur'ân'ın ve Hz. Muhammed'in (A.S.) kısa bir süre içinde ve­ya yılların getireceği yenilikler karşısında iflas edeceğini düşünüyorlardı. Bunu göremeyince için için üzülüp tedirgin oldular; hasret ateşiyle yanıp tutuktular ve her geçen gün bu iki kutsal kaynağın saadet burcunda yük­seldiğine şahit olunca, büsbütün kahroldular.

b)  Kıyamet  gününde ise, Kur'an'â ve Hz. Muhammed'e  (A.S.). uyup dünya hayatını doğruluk ve fazilet çizgisinde yürütenlerin yüce şerefli ma­kamlara yükseltildiklerini görünce derin bir hasret, nedamet ve pişmanlık duyup dünyada iken bütün imkân ve fırsatlara rağmen bu iki ilâhî kıyme­te uymadıklarına yüzbin defa pişman olup üzülecekler ve bu hasret, üzün­tü duymanın hiçbir yararı olmadığını anlayacaklar..

Kur'ân Hâkka'l-Yakîn Düzeyindedir

 

«Gerçekten o, kesinlik ifade eden bir hakikattir.»

«Hak» kavramı üzerinde Bakara, Ât-i İmrân, Nisa, Mâide, En'âm ve onları izleyen sûrelerde yeterince durmuş ve gereken açıklamayı yapmış bulunuyoruz. Burada o anlattıklarımızı şöyle özetliyebiliriz:

a)  Kur'ân insan sözü değil, her kelimesiyle Allah Kelâmı'dır. O bakım­dan içinde bâtıl, anlamsız, amaçsız, hikmetsiz bir soz yoktur. Her yanıyla hak ve gerçektir.

b)  İnsan ruhunun ebediyet özlemiyle dopdolu olduğunu belirtirken ona bu hususta en doyurucu bilgiyi verir ve yatışkanlık sağlamasına yönelir. Bu hususta da ancak hakkı yansıtır ve doğru olanı gösterir; ruhun bu özle­miyle uyum sağlar.

c)  Kur'ân ile kâinattaki câri kanunlar; kurulu düzenler, sağlam den­ge ve plânlar tıpatıp paralellik arzeder ve böylece Kur'ân insana kâinat kitabını en doğru ve en çarpıcı hüviyetiyle öğretir.

O bakımdan «hakka'l-yakîn» her türlü şüpheden uzak, akl-i selimle bağdaşan gerçeği bulan ilimle uyum sağlayan, ilim ve fikir adamına mal­zeme verip ışık tutan ve her bakımdan kesin bilgi ve hüküm içeren bir ki­tap demektir.

«Yakîn»in üç derecesi vardır ki, ikisi Tekasür Sûresi'nde, biri de tef­sirini yaptığımız bu sûrede yer almaktadır.. O bakımdan geniş bilgi için Tekâsür Sûresi'nin tefsîrine bakılması tavsiye olunur. Bununla beraber o üç mananın özetini vermemizde yarar vardır:

1- İlme'l-yakîn..

İlim yoluyla gerçeği bulup kesin bilgi edinmek ve inanmak..

2-Ayne'l-yakîn..

Meydana gelen olayı, tarif edilen şeyi gözle görüp anlamak ve inan­mak suretiyle kesin bilgi edinmek..

3- Hakka'l-yakîn..

CenâbHakk'ın tecellisine mazhar olup eşyanın hakikatına vakıf ol­mak suretiyle kesinkes bilgi edinmek. Bu daha çok âhiret âleminde ger­çekleşir. Dünyada ise, Kur'ân'ı akıl ve imân düzeyinde ilim ve irfan gözüyle inceleyip Onun ilâhî olduğunu İdrâk etmek, tam bir gönül yatışkanlığma kavuşmak ve böylece CenâbHakk'ın kalbimizde o irfanı doğurup kalp gö­zümüzü, yani basiretimizi açmasıyla Kur'ân'ın hakikatına ermekle gerçek­leşir ki bu, daha çok velayet derecesinde olup Allah dostluğunu kazanan mürşid âlimlerin kalbinde tezahür eder,

 

Rabbımızın  İsmini Anıp Tesbîh Etmek

 

«Artık sen O çok yüce ulu Rabbının ismini tesbih et.»

Bütün bu gerçekleri öğrenmemiz, kalp ve kafamıza sığdırmamız şüp­hesiz ki CenâbHakk'ın bize olan lûtuflarından biridir. Hakkı hak olarak bilip uymamız, bâtılı bâtıl bilip terketmemiz ibâdettir, fazilettir ve inayettir.

Kur'ân'ın hak olduğunu imân, akıl ve ilim denilen üçlü âmille tesbit edip öğrenince şüphe bulutları dağılırda hidâyet güneşi kalp ve kafayı aydınlatır. Bu durumda O çok yüce, O yegâne terbiyeci ve kemâle erdirici Rabbımızın İsmini anıp tesbîh ve tenzihte bulunmamız vacip olur. Onun için sûrenin so­nunda, başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere ümmetinden Kur'ân okuyup ona gönül verenlerin Hakk'ı tenzih ve tesbîh etmeleri emredilmek-tedir. Emir ise, karine olmadığı zaman vücubu ifade eder.

Böylece el-Hâkka Sûresine kıyametin kopmasının hak olduğu belirti­lerek başlandı ve CenâbHakk'ın yüce ismini anıp tesbîh ve tenzihte bu­lunmamız emredilerek sûre noktalandı.

Bu sûrenin de tefsirini bize müyesser kılan Rabbımıza hamd-u sena­lar; O'na ibâdet, tesbîh ve ta'zîmde bulunmamızı bize öğreten Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-ü selâmlar olsun..

 



[1] Tefsiru  Garâibn-Kur'ân/Nizamuddin  Nisabûrl :   29/25

[2] Buharî/istisJta: 26, meğâzî: 29, bed'-i halk : 5, enbiyâ: 1- Müslim/is tiska: 17- Ahmed 1/223, 228, 324, 341, 355,

[3] îbn Ebî Hatim : îbn Ömer (R.A.)dan - tbn Kesir : 4/412

[4] Geniş bilgi için bak: A'raf Sûresi: 78, Hûd Sûresi: 67, Pussüet Sûresi 17. âyetlerin tefsiri

[5] Ebû Dâvud/sünnet:  18- Ahmed: 2/26-6/117

[6] Tirmizî/kıyâmet: 4- îbn Mâce/zühd: 33- Ahmed: 4/414

[7] Taberânî: Selman (R.A.)den

[8] Taberânî - Beyhafci: îsnad-i sahihle îbn Ömer (R.A.)dan

[9] Sa'lebi - Mâverdî: Ebü Hüreyre (R.A.)den