- 69 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 69., Nüzûl sıralamasına göre 78., Mufassal sûreler
kısmının altıncı grubunun ilk sûresi olan Hâkka sûresi Mekke’de nâzil olmuştur.
Âyetlerinin sayısı 52’dir.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm
olan Allah’ın adıyla”
Adını
ilk âyetinde geçen “Hâkka” kelimesinden almış, Mekke döneminin ilk yıllarında
nâzil olmuş 52 âyetlik bir sûreyle beraberiz. Aklımızı, fikrimizi, gözümüzü kulağımızı
ve tüm benliğimizi bu sûreye yoğunlaştırıp onun bize sunacağı bilgilerle
bilgilenmeye, şereflerle şereflenmeye çalışacağız inşallah.
Hâkka;
hak, hukuk, hesap, kitap her şeyin ortaya çıkacağı, gerçekleşeceği gün, yâni
kıyamet günü anlamına gelen bu kelime da-ha ziyade önceden haber verilen bir sıkıntının,
bir musibetin başa gel-mesiyle ilgili olarak kullanılır. Rabbimizin biz
kullarına karşı sonsuz rahmet ve şefkatinin gereği olarak bu kitabında olmadan
önce haber verdiği haşir, mizan, mahşer, hesap, kitap, ceza, mükâfat, cennet,
ce-hennem gibi haberlerin tümünün gerçekleşip her şeyin yerli yerine
oturtulacağı için kıyamet gününe bu isim verilmiştir.
Ayrıca
bu hâkka kelimesi, peygamberlere inanmayanların yaptıklarının karşılığını
bulacakları anlamına da kullanılır. Nitekim Hâkka’nın ne demek olduğunu
bilebilir misin? İfadesinden sonra onun ta-nımlanması sadedinde hemen Semûd ve
Âd kavimlerinin helâkinin gündeme getirilmesi bu ifadenin bu anlama da
geldiğini göstermektedir.
Sûrenin
muhtevasından anlaşılıyor ki, Mekke müşriklerinin peygamber efendimize karşı
isnat ettikleri şair, sihirbaz gibi yaftaları r
Ahmed
b. Hanbel efendimizin rivâyetine göre Hz. Ömer efendimiz şöyle diyor. Ben
Müslüman olmadan önce Hz. Peygamberle tartışmak üzere evimden çıktım. Mescid-i
Haram’a vardığımda baktım ki Resûl-i Ekrem benden önce gelmiş. Arkasında
durdum, o Hâkka sûresini okumaya başladı. Kur’an’ın üslubuna hayran kalmıştım.
Kendi kendime Kureyş’in dediği gibi bu bir şairdir diye düşündüm. Tam bu sırada
Resûlullah; “O bir şair sözü değildir” (âyet 4) âyetini okudu. Bu sefer içimden
öyleyse sihirbazdır dedim. Hemen “O bir sihirbaz sözü değildir” (âyet 42)
âyetini, ardından da sonuna kadar bu sûreyi okudu. İşte o günden itibaren İslâm
sevgisi benim içime girmeye başladı. (Müsned, 1, 17-18)
İbn
Kesîr de bu hadiseye dayanarak Hz. Ömer efendimizin Müslüman olmasını sûrenin
nüzul sebepleri arasında gösterir.
Bundan
önceki Kâlem sûresinde hatırlayacaksınız, peygamber efendimizin bir mecnun
olmadığı, onun vahiy yoluyla tebliğ ettiği bilgilerin Allah’tan gelme bir hak
ve gerçek olduğu, onun için bu Allah elçi-sinin her şeyden çok ciddi alınması
gerektiği konusunda uyarılar yapılıyor, sonra da kıyamet gününe dikkat
çekiliyordu. Bu sûrede de orada dikkat çekilen haberlerin ne olduğu, nasıl
gerçekleşeceği konusunda ayrıntılı açıklamalar yapılmaktadır.
Özellikle
peygamberlerini ve onların Allah’tan getirdikleri haberlerini reddeden Semûd ve
Âd kavimlerinin helâk edilip yeryüzünden silinip gidişine dair bilgiler verilmektedir.
Böylece Resûl-i Ekrem Efendimize ve onun Allah’tan getirdiği mesaja karşı aynen
onların tavrını takınan Mekke müşrikleri on-ların âkıbetleriyle uyarılmaktadır.
Hâkka
sûresini iki bölüm olarak ele alıp inceleyebiliriz. Birinci bölümde (âyet 1-37)
Semûd, Âd, Firavun ve Lût kavimlerinin peygam-ber efendimize ve onun getirdiği
Hâkka’ya karşı gelip Allah’ın vahyini yalan saymaları sebebiyle helâki hak
ettikleri haberi verilir. Ama asıl büyük cezanın âhiretteki azap olduğu
vurgulanır. Arşını sekiz meleğin taşıdığı Allah’ın huzurunda herkesin hesaba
çekileceği o günde insanoğlunun nasıl âciz, zavallı ve yardımcısız kalacağı
gözler önüne serilir.
Yine bu
dünyada Allah vahyine göre bir hayat yaşayarak orada kolayca hesabını
verenlerin cennete uçacakları, orada mutlu bir hayatla karşı karşıya
gelecekleri, ama buna karşılık kitap ve peygamberi reddeden, kitap ve peygamberden
habersiz bir hayat yaşayan kimselerin de zincirlere vurularak cehenneme akıp
dolacakları, orada hiçbir dostluğun bulunmadığı, kimsenin kimseden yardım da
göremeyecekleri anlatılır.
İkinci
bölüm (âyet 38-52) Kur’an’a karşı yapılan iftiralara cevap mahiyetindedir.
Görülen ve görülmeyen, bilinen ve bilinmeyen ilâhi kuvvetlere yeminle başlayan
bu bölümde Kurân’ın sıradan bir söz ol-madığı, ona onu tanımadan, onun üzerinde
derin derin kafa yorup dü-şünmeden “bu bir şair sözü” veya “sihirbaz sözü”
deyip geçmenin ne kadar büyük bir vebali gerektirdiği ortaya konulmaktadır.
Kur’an’ın Al-lah tarafından gönderilmiş çok şerefli bir elçinin (Cebrâil’in)
sözü olduğu, âlemlerin Rabbinden gelmiş bir vahiy olduğu bildirilerek peygamberin
asla böyle bir sözü uydurmasının mümkün olmadığı vurgulanmaktadır.
Yine
bu Ku’an’ın temiz kalplilere, fıtratı bozulmamışlara bir öğüt, bir program, bir
yol haritası, kâfirlere ise yürek sızlatıcı bir hasret kaynağı olduğu haberi
verilmektedir. Bu özetten sonra inşallah sûrenin âyetlerini tanımaya
başlayalım.
1-2. Gerçekleşecek olan! Nedir o gerçekleşecek olan gün?
3. Gerçekleşecek olanın ne olduğunu sana ne bildirir? 4. Semûd ve Âd milletleri
tepelerine inecek bu gerçeği yalanladılar. 5. Bu yüzden Semûd milleti zorlu bir
sarsıntı ile yok edildi. 6. Âd milleti de bu yüzden önünde durulmaz, dondurucu
bir rüzgarla yok edildi. 7. Allah onların kökünü kesmek üzere, üzerlerine o
rüzgarı yedi gece, sekiz gün estirdi. Halkın, kökünden çıkarılmış hurma
kütükleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün. 8. Onlardan arda kalmış bir şey görür
müsün? 9. Firavun, ondan öncekiler ve alt üst olmuş kasabalarda oturanlar da
suç işlemişlerdi. 10. Rab-binin peygamberine baş kaldırmışlardı. Bunun üzerine
Rabbleri onları şiddeti arttıkça artan bir şekilde yakaladı. 11-12. Ey insanlar!
Su taştığı vakit, size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar anlasın diye
süzülen gemide, sizi Biz taşımışızdır. 13-15. Sur’a bir üfürüş üfürüldüğü, yer
ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak
olur, kıyâmet kopar. 16. Gök yarılır; o gün düzeni bozulur. 17. Melekler onun
çevresindedirler; o gün Rabbinin arşını onlardan başka sekiz tanesi yüklenir.
18. Ey insanlar! O gün siz huzura alınırsınız, hiçbir şeyiniz gizli kalmaz. 19-20.
Kitabı sağından verilen “Alın, kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplaşma ile
karşılaşacağımı umuyordum” der. 21-23. Artık o, meyveleri sarkmış, yüksek bir
bahçede, hoş bir yaşayış içindedir. 24. Onlara şöyle denir: “Geçmiş günlerde,
peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yiyiniz-içiniz.” 25-29. Fakat kitabı
kendisine solundan verilen kimse: “Kitabım keşke bana verilmeseydi. Keşke
hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana
fayda vermedi, gücüm de kalmadı” der. 25-29. Fakat kitabı kendisine solundan
verilen kimse: “Kitabım keşke bana verilmeseydi. Keşke hesabımın ne olduğunu
bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş olsaydı; malım bana fayda vermedi, gücüm de
kalmadı” der. 30. İlgililere şöyle buyurulur: “Onu alın, bağlayın.” 31. “Sonra
cehenneme yaslayın.” 32. “Sonra onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun.” 33. “Çünkü,
o, yüce Allah’a inanmazdı.” 34. “Yoksulun yiyeceği ile ilgi-lenmezdi.” 35. “Bu
sebeple burada bugün onun bir acıyanı yoktur.” 36-37. “Günahkarların yiyeceği
olan kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur.” 38-40. Görebildikleriniz ve
göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an şerefli bir elçinin getirdiği
sözdür. 41. O, şair sözü değildir; ne az inanıyorsunuz! 42. Kahin sözü de
değildir; ne az düşünüyorsunuz! 43. Kur’an, âlemlerin Rabbinden indirilmedir.
44-46. Eğer Muhammed, Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu
kuvvetle yakalar, sonra onun şah damarını koparırdık. 47. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.
48. Doğrusu Kur’an Allah’a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür. 49.
İçinizde yalanlayanlar bulun-duğunu şüphesiz bilmekteyiz. 50. Doğrusu Kur’an,
inkarcılar için bir üzüntüdür. 51. O, şüphesiz kesin gerçektir. 52. Öyleyse ey
insan! Çok büyük olan Rabbinin adını tes-bih et!”
Evet, Mekke’de
gelen sûrelerden birisiyle daha karşı karşıyayız. Bilebildiğimiz kadarıyla bu
sûre, Hz. Ömer efendimizin müslüman olduğu döneme rastlayan günlerde, yani
Rasulullah’ın bi'setinin 4. veya 5. yıllarında nâzil olmuştur.
Kıyâmeti
konu edinen, insanları kıyâmetle, kıyâmetin dehşetiyle uyaran, onları iyi
ameller yapmaya teşvik eden, sonunda çözümün Kur’an olduğunu ısrarla, tekrar
tekrar tekitle anlatan 52 âyetlik bir sû-re… Bu sûrede Mekkî sûrelerde gördüğümüz
Allah’a teslim konusu daha bir şedit ifadelerle anlatılmıştır. Tarihten dem
vurulmuş, geçmiş kavimlerin helâkleri anlatılmış, ama bize örnek olsun diye o kavimler
içinde imanları sebebiyle kurtulanlar da gündeme getirilmiştir. En sonunda,
hesap-kitapla bizi karşı karşıya getirmiş bir sûredir.
1-3.
“Gerçekleşecek olan! Nedir o gerçekleşecek o-lan gün? Gerçekleşecek olanın ne
olduğunu sana ne bildirir?”
Hâkka, kıyâmetin ismidir. Karia, Sâhha, Tâmme gibi Kur’an’da
kıyâmeti anlatan, kıyâmeti çağrıştıran bir kelimedir.
“Hâkka” Mutlaka gerçekleşecek olan
veya içinde bir takım ha-diselerin mutlaka gerçekleşeceği yahut amellerin
cezalarının mutlaka tahakkuk edeceği gün demektir. Abdullah b. Abbas efendimiz diyor
ki: “El-Hâkka kıyametin isimlerinden biridir. Allah, kıyamet gününün dehşetini
bu şekilde beyan etmiş ve kullarını bundan sakındırmıştır.” Katade diyor ki:
“Kıyamete el-Hâkka, denmesinin sebebi, o günün, her amel işleyenin amelini
ortaya çıkarmasındandır. Her bir doğruluk ve eğriliğe, iyilik ve kötülüğe ceza
ve mükâfatın hak olduğu, başka bir deyişle her çalışana çalışmasının karşılığının
verilmesinin hak olduğu vakit demektir ki, bu da kıyamettir.
Bu tekrar, kıyametin, mahlukatın bilgisi dışında olduğunu
açıklamak suretiyle, onun korkunçluk ve dehşetini pekiştirmek içindir. Yani
onun büyüklük ve korkunçluğunun sınırına hiç kimsenin, hemen hemen ne aklı
erer, ne de böyle bir şeyi düşünebilir. Veya bu, Arapların üslubu ile
söylenmiştir. Çünkü onlar, karşılarındakini bir şeye teşvik etmek
istediklerinde soru kipini kullanır ve “Bilmiyor musun ne oldu?” derler. Bu
âyet de bu kabilden olup durumun korkunçluğunu ve büyüklüğünü artırmaktadır.
Sanki yüce Allah şöyle buyurmuştur: Bu korkunç bir şey ve ürpertici önemli bir
olaydır.
Sûrenin
böyle başlaması aslında çok garip bir başlangıç. İnsan sözüyle hiç ilgisi
olmayan bir başlangıç. Bakın Allah bir Hâkka dedi, sonra nedir bu Hâkka? dedi,
sonra da dedi ki, ne bileceksin sen? Nerden anlayacaksın sen bunu? Öyleyse
dinle bak sana bunu ben anlatayım, demektir bunun manası. Ama yine bakıyoruz ki
bu sorunun sonunda Rabbimiz Hâkka’yı anlatacak diye beklerken, tarihe dönüverdi.
4. “Semûd
ve Âd milletleri tepelerine inecek bu gerçeği yalanladılar.”
Bakıyoruz orda da bir çapraşıklık
var. Halbuki Kur’an’da Se-mûd ve Âd kavmi anlatılırken, her bir Âd ve Semûd
anlatımında önce Âd kavmi sonra Semûd kavmi anlatılırken, burada Semûd öne, Âd
da sonraya alınıverdi.
Öyleyse
bundan şunu anlıyoruz ki, burada anlatılan Semûd ve Âd değildir. Hedef Âd’ı,
Semûd’u anlatmak, onları tanıtmak değildir. Mesele kıyâmeti anlatmaktır. Hedef
kıyâmeti ve kıyâmetin dehşetini ortaya koymaktır. Konu bu olunca da bakın buna
uygun olarak bir terslik gündeme getirilivermiş. Semûd kavmi öne, Âd da ondan
sonraya alınıvermiş. Sanki böylece diyor ki Rabbimiz: “Ey kullarım! Bakın onlar
nasıl tersyüz edilmişlerse, nasıl alabora olup mahvolmuşlarsa, Rabblerini yalanladıkları,
Rabblerinin hayat programını, Rabblerinin kitabını, Rabblerinin yasalarını yalanladıkları,
yok farz ettikleri için na-sıl helâk edilmişlerse, isterseniz siz de
yalanlayın. İsterseniz siz de dalga geçin. Eğer öyle yaparsanız bilesiniz ki,
sizin sonunuz da onlarınkinden farklı olmayacaktır. Sizler de onların âkıbetine
maruz kalacak, sizler de altüst olacak, tersyüz olacak, alabora olacaksınız.”
Allah “La
yüs’elü anma yef’al”dir. Yani Rabbimiz yaptığından sorumlu değildir.
Yaptıklarından dolayı hiç kimse tarafından hesaba çekilmeyecek olandır. Kimseye
karşı sorumlu değildir Rabbi-miz. Kimseye hesap vermek zorunda değildir.
Dilediği gibi hareket e-der, nasıl isterse öyle yapar. İşte burada da söze öyle
başlıyor.
Biz
insanlar böyle konuşmayız. Rabbimizin hitap tarzı bizim konuşma stilimize
benzemiyor. Rabbimizin hitap tarzı tamamen farklıdır. Bakın Rabbimiz soruyu peygamberine
soruyor: “Hâkka, Hâkka nedir bilir misin sen?” Tabii bu soru önceki sûrelerde
de belirttiğimiz gibi, cevap isteyen bir soru değildir. Soruyu soran kim?
Allah. Yani bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan Allah. Peki sorulan
kim? Kur’an’ın beyanıyla cahilin cahili bir insan. Yani Allah bilgisi olmadan
hiçbir şey bilmeyen, bilmesi mümkün olmayan bir insan. Anlıyoruz ki bu soru,
cevap bekleyen bir soru değildir. Allah, vahyini dilediği gibi gönderendir ve
vahyini nasıl göndereceği konusunu, sözlerine nasıl başlayacağı konusunu hiç
kimseye sormayandır. Aslında bizim söz dizimimize, söz dizaynımıza uymayan bir
ifade. Meselâ “soba. Nedir soba? Bildiniz mi sobanın ne olduğunu?” dedikten
sonra: “İşte kimileri soğukta donduktan sonra sobanın kıymetini anlarlar” filan
gibi bir cümle kurulmaz. Biz böyle bir cümle kurmayız, meramımızı böyle an-latmayız.
Öyleyse bu
vahyin bir parçasıdır. Bunu insan sözü gibi anlamamalıyız. Allah sözüne böyle
başlamıştır diyor ve iman ederek teslim oluyoruz. Sanki daha sûresinin başında
Rabbimiz kendi sözüne, vahyine dikkat çekerek bize şunu öğütlüyor: “Kullarım!
Dikkat edin, bu Kur’an Benim sözümdür! Sakın ha benim sözlerimi kendi
sözlerinize benzetmeyin! Sakın ha içinizden birisinin sözünü dinleyip te kulak
ardı ettiğiniz veya çöpe attığınız gibi, Benim sözlerimi de kulak ardı etmeye
kalkmayın! Sakın dinleyip dinleyip de kenara almayın! Bunu Ben söylüyorum! Şu
anda Ben konuşuyorum! Benim sözüm olarak dinleyin ve hayatınızı böylece düzenleyin!”
Çünkü bundan sonra ortaya konacak
konu, yeryüzünde en büyük konulardan biridir. Yeryüzünde en büyük hakikat, en
büyük olay olan, gerçekleşmesi kesin olan tek olay, tek gerçek, tek bilgidir.
Tüm insanları en çok ilgilendirmesi gereken bir olaydır. Herkesin her şeyi
bırakıp, durup düşünmesi gereken bir gerçektir. Kıyâmet gerçeği, ölüm ötesi
hayat ve hesap-kitap gerçeği. Cennet ve cehennem gerçeği… Yeryüzünde bundan
daha büyük, bundan daha önemli bir olay olamaz. İşte öneminden dolayı,
insanları uyanıklılığa dâvet eden bir hitap tarzıyla Rabbimizin sözlerine
başladığını anlıyoruz.
“Hâkka,
nedir Hâkka? Hâkka’nın ne demek olduğunu bilir misin sen? Hâkka’nın ne demek
olduğunu nereden bileceksin sen! Hâk-ka’nın ne olduğunu sana ne bildirdi? Kim
bildirdi Hâkka’yı sana? O müthiş hadise, o muazzam gerçek nedir, bilir misin?
Yani onun dehşetini, azametini sana ne anlatır? Hangi olay anlatır? Hangi örnek
an-latır? Kim anlatabilir? Bunu sen kendi dirâyetinle anlayabilir misin? Kafanı
çalıştırsan, aklını yoklasan, binlerce yıl düşünsen, binlerce in-sanı yardımına
çağırsan, yerin dibine insen, gökyüzüne çıksan Hâkka’nın ne demek olduğunu
anlayabilir misin? Kimden bilgi alabileceksin? Kim anlatabilecek bunu sana? Sen
nasıl düşünürsen düşün, na-sıl takdir edersen et, senin takdirinden çok daha
büyüktür bu olay. Ey peygamberim, sen bunu nereden bileceksin? Bunu sana Benden
başka anlatabilecek birileri var mı? Dinle öyleyse, onu sana Ben anlatayım,”
demektir bunun manası. Kur’an’da bu kalıbın bu anlama geldiğini biliyoruz.
Ne demek Hâkka? Hâkka, hak olan,
hakikat olan, mutlak olan, kesinlikle gerçekleşecek olan tek bilgi, tek olay,
tek konu demektir ki, bu kıyâmettir. Elmalılı merhum, Hâkka konusunda 12 kadar
madde saymış. Hak, Hâkka, Hakikat, mutlaka gerçekleşecek olan kıyâmettir. İş
büyük çünkü, çok ciddi bir konu. Onun içindir ki böyle bir soruyla anlatıyor
Allah. Ne demektir Hâkka? O müthiş hadise, o muazzam gerçek nedir? Yani onun
dehşetini, azametini sana ne anlatır, kim an-latabilir?
Bir de
Kur’an-ı Kerîm’de “Vema yüdrîke” kalıbının bundan sonra geleceklerin
bilinmezliğini, bilinemeyeceğini, ama “Vema ed-rake” kalıbının da bilinirliliğini,
dinle bak sana bunu anlatacağım ka-lıbı olduğunu biliyoruz. Öyleyse bu kalıpla
söylenen Hâkka’nın burada anlatılacağını anlıyoruz.
Lâkin Allah,
bizim beklediğimiz tarzda anlatmaz dini. Bakıyoruz Hâkka anlatılacakken,
Hâkka’nın anlatımını beklerken birdenbire söz Semûd ve Âd'a döndürülüveriyor.
4. “Semûd
ve Âd milletleri tepelerine inecek bu gerçeği yalanladılar.”
Kaaria da
kıyâmetin isimlerinden birisidir. Her şeyin başına çarpan, herkesin
beyinlerinde patlayan, insanları sarsan, dehşete dü-şüren o büyük hadise. İşte
Âd ve Semûd bunu yalanlayıverdiler.
Yani Ben
size Hâkka’yı anlatacaktım ama, işin başında size bir uyarıda bulunayım. Aman
bu gerçeği yalan saymaya kalkmayın! Aman sizler de Hâkka’yı, Kaaria’yı yalan
saymaya kalkmayın. Aman Âd ve Semûd gibi sizler de, “yok böyle bir şey! Nerden
çıktı bu iş? Öl-dükten sonra nereden dirilecekmişiz? Bunun aslı astarı yoktur!”
demeye kalkışmayın! Ölüm ötesi hesabını-kitabını yalanlayarak, olmaz böyle şey
filan demeye getirmeyin! Bak Âd kavmi, Semûd toplumu sizden daha güçlüydü.
Kıyâmeti yalan saydılar. “Öldükten sonra dirilmek yoktur, hesap-kitap yoktur”
diyerek hayatlarını bu inanca bina ettiler. Dünyayı kıbleleştirdiler, hiç
ölmeyecekmiş gibi bir hayatın peşine düştüler. Dünyaya kazık çakma sevdasına
kapıldılar. Dünyayı cennetleştirme cinnetine kapıldılar. Ya da cennetliklerini
dünyada ara-ma sevdasına kapıldılar da Ben onları yerin dibine geçiriverdim.
İşte ey kullarım, dikkat edin.
Ben sizlere bunu işte bunun için anlatıyorum. Ben size bu konuda, bu helâk konusunda
peşin bir kanaat, peşin bir bilgi veriyorum. Bu konuda kesin bir kanaate vararak,
hata etmeyesiniz diye önceden sizi uyarıyorum. Önceden size bilgi
ulaştırıyorum. Sizden öncekilerin, atalarınızın düştükleri yanlışı, onların yanılgı
noktalarını, sapak noktalarını anlatıyorum ki, sizler de onların yanlışlarına
düşmeyesiniz. Bu size bir uyarı değil mi yani? Ne oluyor size? Ne yapmaya
çalışıyorsunuz? Gelin akıllarınızı başlarınıza alın da sizler de onlar gibi
kezzebe yapmayın! Gelin onlar gibi sizler de Hâkka’yı yalanlamayın! Yalan
saymayın kıyâmeti! Yalan saymayın ölüm ötesi hayatın hesabını! Onların
durumlarını görün de kendinize gelin!” buyurmaktadır Rabbimiz.
Semûd ve Âd
kavmi Kaaria’yı yalan saydılar, dalga geçtiler, yok farz ettiler.
Semûd
kavmi, Salih’in (a.s) kavmidir. Kur’an’ın değişik yerlerinde anlatıldığına göre
bu toplum hayra engel olan bir kavimdi. Hayır düşmanı bir toplumdu. Hayra tahammül
edemeyen bir kavim... Allah’ın âyetine dayanamayan, hazmedemeyen bir kavim.
Salih’e (a.s) mûcize olarak gönderilen ve kendileri için varlığı hayır olan, Allah’ın
deve âyetine dayanamayan bir toplum. Allah âyeti olan, kendileri için hayır ve
bereket olan devenin varlığına tahammül edemediler de bacaklarından kesiverdiler
onu. Tıpkı Rasulullah Efendimizin mûcizesi olan Kur’an’a tahammül edemeyen,
Allah âyetlerinin varlığına dayanamayan, hayırdan, hayırlıdan, bereketten
nefret eden günümüz kâfirler gibi. Bugünün kâfirleri de kendileri için hayır
olan Allah’ın kitabı Kur’an’ı bacaklarından kesme adına dil değişikliği, alfabe
değişikliği yaparak Kur’an’ı susturabileceklerini zannettiler. Allah’ın âyetini
yeryüzünden silebileceklerini zannettiler. Tıpkı dün Allah’ın devesini bacaklarından
biçerek yeryüzünde Allah’a kulluğu bitirebileceklerini zan-nedenler gibi…
Semûd’un
bir özelliği daha vardı, o da tüm hayırları, tüm menfaatleri reddetmek. Meselâ
adama diyorsunuz ki, “ya şu ekmek temiz, al götür ye bunu!” Hayır, adam illa da
pislik yiyecek. Hayırlıyı reddetmek, temizden nefret edip pisi sevmek gerçekten
garip bir özelliktir. Bakın daha önce Fecr sûresinde de anlatılmıştı. Semûd
kavmine bir deve gönderdi Allah. Mûcize bir deve. Hiçbir zararı yoktu bu devenin.
Tek suçu süt vermekti. Süt vererek tüm kavmi doyuracak bir deveydi. Üstelik
bakmayacaklar, beslemeyecekler, doyurmayacaklardı onu. Ama alçaklar bu hayra
tahammül edemediler de, deveyi katlettiler. Şimdi varlığı hayır olan, tüm suçu
süt verip dünyayı beslemek olan Müslümanları katletme adına tüm dünya
kâfirlerinin soyunduğu gibi. Şu anda tüm dünya kâfirleri, yeryüzü
Müslümanlarını yok etmek için plan-program yapıyor. Yeryüzünde bir tek müslüman
kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecektir, diyorlar. Peki ne suçu var Müslümanların?
Ne yapmış Müslümanlar? Niye bu kadar gazaplanıyor bu kâfirler?
Başka değil, Müslümanların şu
anda bir tek suçları var, o da süt vermek. Tıpkı Salih’in (a.s) devesi gibi süt
verip insanlığı doyurmanın ötesinde başka bir suçları yoktur Müslümanların. Tek
suçları bu. Üretmek, ekmek, dikmek ve ürettikleriyle tüm dünyayı doyurmak. Ama
bakıyoruz tıpkı Allah’ın kendilerine süt verip beslemesi için gönderdiği deveye,
yani Allah’ın böyle bir âyetinin varlığına dayanamayıp da: “Olmaz! Bu deve
varlığıyla bize hep Allah’ı hatırlatıyor. Sürekli bizi Allah’la yüz yüze
getiriyor. Halbuki biz O’nu unutarak rahat bir hayat yaşamak istiyoruz” diyerek
Allah’ın bir âyetini yok etmek üzere bu de-veyi öldürdükleri gibi, şu anda da
varlıkları bize Allah’ı hatırlatıyor, varlıkları bizim küfrümüzü açığa çıkarıyor
diyerek yerli ve yabancı tüm kâfirler müminleri yok etmeye çalışıyorlar. Güya
yeryüzünde Allah’ı hatırlatan, âhireti hatırlatan ve böylece iştahlarını
kaçıran Müslümanları yok ettikleri zaman rahat bir hayat yaşama imkânı bulacaklar.
Al-lah’ı da, dinini de, âhireti de diskalifiye ederek, unutarak istedikleri gi-bi
sorumsuzca bir hayat yaşayabilecekler.
Salih’in
(a.s) kavmi olan Semûd kavmi hayırdan, hayırlıdan hoşlanmayan bir toplumdu.
Allah’ı hatırlamaya, Allah’ın âyetleriyle yüz yüze gelmeye tahammül edemeyen
bir toplumdu. Halbuki bunlar ken-dilerinden önceki toplumların yok edilişlerini
görmüşlerdi. Nuh kavminin suyla, Âd kavminin de dondurucu bir fırtınayla helâk
edildiklerini görmüşlerdi. Dedelerinin başına gelenleri biliyorlardı. Gördükleri,
bildikleri bu tecrübelerinden dolayı bunların Allah’a daha bir dikkatli davranmaları
gerekiyordu. Dedelerinin başına gelenlere bakıp ders çıkar-maları ve onların düştükleri
yanlışlara düşmemek için akıllarını başlarına almaları gerekiyordu. Daha iyi
müslümanlar, daha iyi kullar olmaları gerekiyordu.
Ama hainler gereken dersi
çıkaramadılar. Dedelerinin başına gelenleri Allah’ın istediği gibi
yorumlayamadılar. Yanlış yaptılar, Allah ve elçisiyle savaşa tutuştular. Rabblerine
ve elçisine kafa tuttular. Al-lah’la çatışma içine girdiler de helâk yasasının
mahkumu oldular. Biz onlar gibi yapmayalım, onlar gibi yaşamayalım. Rabbimize
O’nun is-tediği gibi kullar, elçisine O’nun istediği gibi tabi olanlar olalım,
demediler de, şöyle bozuk bir ders çıkardılar:
“Atalarımız hata yaptılar.
Dedelerimiz evlerini, yerlerini, yurtlarını düzlükte kurdular. Şehirlerini,
yerleşim birimlerini ovalarda kurdular. Tabi sonuçta da Allah’la verdikleri
savaşımlarında mağlup oldular. Bir sel felâketi, bir rüzgar afeti, bir deprem hadisesi
karşısında hemen etkilenip işleri bitiverdi. Bizler atalarımızın bu
yanlışlarından ders çıkarmalı ve onların düştüğüne düşmemeliyiz. Bizler öncekilerin
âkıbetine uğramamak için evlerimizi, şehirlerimizi, medeniyetimizi düzlük
arazilerde kurmamalıyız. Allah’la savaşımızda zaaflara düşmemeliyiz” diyerek
yüksek kayaları, kayalıkları yontarak yüksek yüksek barınaklar yaptılar.
Evlerini şehirlerini yüksek kayalıkların arasında yontarak oluşturdular. Sudan
etkilenmeyelim, rüzgardan korunalım diye böyle yaptılar. Böylece güya
kendilerini garantiye aldıklarını zannediyorlardı. Artık Allah’la tutuştukları
savaşta, peygambere karşı gerçekleştirdikleri mücadelede Âd kavmini yakalayan
rüzgar onları yakalayamayacak, Nuh toplumunu helâk eden su onlara bir şey
yapamayacaktı. Onun için kendilerinden önce helâk edilen toplumların yolundan
gitmekten korkmuyorlardı. Ama Allah bir taağıye ile ya da Kur’an’ın başka
yerlerinde anlatıldığı gibi bir sesle, bir sayhayla onları yok ediverdi.
5. “Bu
yüzden Semûd milleti zorlu bir sarsıntı ile yok edildi.”
Rivâyetlere
göre bu deveyi öldürmelerinden sonra Rabbimiz onlara üç gün müddet tanıdı. “Üç
gün kendi memleketinizde faydalanın,” dedi. “Hadi üç gün daha yaşayın,” dedi.
Yine rivâyetlere göre bu üç günün birinci gününde yüzleri sarardı, ikinci gün
yüzleri kızardı, üçüncü gün de yüzleri kapkara kesildi. Daha sonra da bir
taağıyeyle helâk edildiler.
Semûd kavmi
taağıye ile helâk oluverdi. Yani tuğyan eden, haddi aşan o vakıa ile helâk
oldular, ya da tuğyan eden bir kişiyle, o ileriye atılan en şâkîleriyle, en
azgınları sebebiyle helâk edildiler. Aslında deveyi boğazlayanlar birkaç
kişiydi, ya da onların da içinden bir tanesi bu işi gerçekleştirmişti ama
dikkat ederseniz Rabbimiz bu işi toplumun tümüne yüklüyor, tüm toplumu suçlu
kabul ediyor. Neden? Çünkü devenin öldürülme konusunda ötekiler de ona yardımcı
oldular. Veya ötekiler de onun bu eylemine ses çıkarmadılar, engel olmadılar,
karşı koymaya çalışmadılar. İçlerinden bir şâkînin Allah’ın âyetini
kaldırmasına göz yumdular. İşte onların bu tavrı o şâkîye en büyük destekti ve
Rabbimiz bu konuda onların tümünü bu suça ortak kabul ediyor. O deveyi hep
beraber boğazladılar, Allah’ın âyetini hep beraber ortadan kaldırdılar, diyor. Yani
bir toplum içinden bir şaki çıkıp Al-lah’ın sistemini kaldırırsa toplumun diğer
üyeleri onu bu işten engellemeye çalışmazsa tüm toplum suçludur, diyor
Rabbimiz. Toplum içinde şirke, toplum içinde ahlâksızlığa, toplum içinde İslam
dışı uygulamalara ses çıkarmayan herkes ondan sorumludur.
Veya
başlarına gelen bir sayhayla, bir racfeyle helâk oluverdiler. Allah bir sarstı
ki, yerlerini, yurtlarını, o kıyâmet kopsa da yıkılmaz zannettikleri binalarını
yerle bir ediverdi. Bitiverdi işleri... Onları bir racfe yakalayıverdi de dizlerinin
üzerinde çöküverdiler. Oldukları yerde diz çöküverdiler. Güvendikleri evleri,
villaları, saltanatları, medeniyetleri bir anda çöküverdi. Güçleri, kuvvetleri,
teknolojileri bir sayha ile bir anda çöküverdi. Bir sâika, bir yıldırım, bir
titreşim, ya da geberin diye bir ses geliverdi de ne evleri, ne köşkleri, ne
medeniyetleri, ne güçleri, kuvvetleri kendilerini helâkten kurtaramadı.
Diz çöktüler. Keşke alçaklar daha
önce diz çökselerdi. Keşke daha önceden secdeye kapansalardı. Keşke daha
önceden Rabbleri-nin emirlerine boyun büküp O’nun istediği hayatı yaşamaya
yönelselerdi. Onlar böyle tav’an diz çökmeye yanaşmayınca, Rabbimiz zorla diz
çöktürüverdi onlara. Semûd kavminin önce anlatılmasını şöyle de anlayabiliriz.
Bu kavim güç ve kuvvet sembolü bir kavimdi. Dünyada ebedî kalacağını zanneden
bir kavimdi. Onların işini bitirdiğini önce anlatıyor Allah. Sonra da dönüyor,
Âd kavmini anlatıyor.
6. “Ad
milleti de bu yüzden önünde durulmaz, dondurucu bir rüzgarla yok edildi.”
Âd kavmi de
tıpkı Semûd gibi dünyada cennet istiyordu. İrem bağlarının dünyada misli,
benzeri yok kabul edip şımarıyorlardı. Dünyada ebedî kalacaklarmış gibi bir
hayat programları vardı. Ölüm ötesi hayatı reddediyor, Allah’la, Allah’ın
elçisiyle, Allah’ın yasalarıyla savaşa tutuşuyorlardı. Güçlerine, kuvvetlerine,
medeniyetlerine güvenerek Allah’tan gelen hayat programını reddederek keyiflerince
bir hayat ya-şamaya yönelmiş bir toplumdu.
Allah’ın
kendilerine gönderdiği Hud (a.s), “yapmayın! Etmeyin!” Vazgeçin bu
anlayışlarınızdan! Vazgeçin bu programlarınızdan! Kafa tutmayın Rabbinize!
Tapınmayın bu dünyaya! Tapınmayın zevklerinize! Reddetmeyin kıyâmeti! Kul olun
Allah’a! Dinleyin Rabbinizi! Ben O’nun size elçisiyim! Benim de, sizin de Rabbimiz
olan Allah sizden istediği kulluğu benim şahsımda örneklemiştir! Bana bakın,
beni izleyin ve Rabbinizin istediği kulluğu benden öğrenin! Rabbinize ve bana
düşman kesilmeyin! Keyfiniz istikametinde bir hayata yönelmeyin! Allah’ı ve
beni diskalifiye ederek bir hayat yaşamayın! Gelin beni dinleyin! Gelin fırsatlarınızı
kaçırmayın! Değilse, şu bozuk düzen hayatınızı sürdürmeden yana olursanız
kesinlikle bilesiniz ki Allah sizi helâk edecek! Sizler de tıpkı öncekiler gibi
Allah’ın helâk yasasının mahkumu olacaksınız! Gelin akıllarınızı başlarınıza
alın!” diyerek çırpındı, çabaladı ama olmadı. Toplum kendi hayırları, kendi
menfaatleri istikâmetinde bir karar vermek yerine, tıpkı kendilerinden öncekilerin
yaptıkları gibi Allah ve elçisiyle savaşımlarını hızlandırdılar. Allah ve elçisine
karşı düşmanlıklarını daha da artırdılar.
Allah’ın emriyle peygamber onlara
bir bulutla helâk olacaklarını haber verdi. “Bir bulutla Rabbim sizin defterinizi
dürecek” buyurdu. Nihayet süre dolunca da karşıdan tehdit edildikleri bulut göründü,
yavaş yavaş yaklaştı. Hâlâ akıllarını başlarına almayan toplum, uzaktan bulutun
geldiğini görünce şöyle demeye başladı: “Hayır hayır! Bu bulut bizim için vaadedilen
azabı getiren bulut olamaz! Bu bulut olsa olsa bize yağmur getiren bir
buluttur! O başka değil, bize rahmet getiriyor! Bereket getiriyor.” Bu sözleri
söyleyerek peygamberle dalga geçmişler. Ama bekledikleri şeyi getirmedi o
bulut. Onları yerin dibine batırıcı şeyler getirdi.
7. “Allah
onların kökünü kesmek üzere, üzerlerine o rüzgarı yedi gece, sekiz gün estirdi.
Halkın, kökünden çıkarılmış hurma kütükleri gibi yere yıkıldıklarını görürsün.”
Onlara öyle
bir kasırga gönderdi ki Allah, yakıp kavurucu çok sıcak bir rüzgar, yahut
dondurucu soğuklukta bir fırtına veya kulakları bile sağır edecek, kulakları
bile patlatacak şiddette müthiş ses çıkaran bir rüzgar gönderdi de, dünyada
rezillik azabını tattırıverdi onlara.
Abdullah b. Abbas ve Ali (r.a.) diyor ki: “Hiçbir
damla su inmez ki o, meleğin elinde bulunan ölçü ile inmiş olmasın. Ancak Nuh
tufanı olduğu gün suya, meleğin kontrolü dışında inme izni verilmiştir. Bu sebeple
sular taşıp dağları aşmıştır. İşte Allah Teâlâ’nın “Gerçek şu ki su kabarınca,
sizleri gemide biz taşıdık.” (Hâkka:11) âyeti bunu ifade etmektedir. Yine
hiçbir rüzgar esmez ki meleğin elinde bulunan ölçü ile esmiş bulunmasın. Ancak
Âd kavminin helak olma gününde rüzgara, meleğin kontrolü dışında esme izni
verildi. Ve rüzgar, haddi aşan bir şekilde esti. İşte Allah Teâlâ’nın “Âd’a
gelince; onlar da uğultulu ve azgın bir fırtına ile yok edildiler.”
(Hâkka:6) âyeti de bunu ifade etmektedir. Yani rüzgar, kendisini idare eden
meleğe isyan etmiştir. Abdullah b. Abbas diyor ki: “Âd kavmi, helak eden, soğuk,
merhametsiz, uğursuz ve hiç kesilmeden esen bir rüzgarla helak edilmiştir.”
Rasu-lullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bana Sabâ rüzgarı ile yardım edildi. Âd
kavmi ise Debûr ile helak edildi.” (Buhâri, İstiska: 26;
Bedu’l-halk: 5; Müslim, İstiska: 17)
Rabbimiz
onların üzerlerine sarsar denen şiddetli, çok soğuk bir fırtına, yahut taş yağdıran,
azgın, atiye bir fırtına gönderdi de, taş taş üstünde kalmadı. Her şeyi büküp
büküp atıverdi. Allah o kahredici, helâk edici, mahvedici rüzgarı bu kavmin
üzerine yedi gün, sekiz gece mûsâllat kıldı da, o rüzgar onların üzerinde
sürekli esip durdu. Yani salladı durdu orayı. Her şeyi birbirine vurdu, her
şeyi birbirine kattı, hepsi mahvoldular, hepsi tuş oldular. Öyle ki, sanki
orada insan yaşamamıştı. Sanki içi boş hurma kütükleri, hurma kovanları gibi yirmi
otuz metre boyundaki insanlar yerlere yıkılıvermişlerdi. Güçleri, kuvvetleri,
kolları, pazıları, imkânları, fırsatları, malları, mülkleri, medeniyetleri,
evleri, köşkleri hiçbir işe yaramamıştı.
Allah onlara
böyle “Sarsar” denen, şiddetli, azgın, atiye bir fır-tına gönderdi de, taş taş
üstünde kalmadı, her şeyi büküp büküp atıverdi. Âd kavmini de böyle helâk etti
Allah. Hatta başka bir sûrede:
“Rabbinin katından, işaretli olarak”
(Hud 83)
buyrulur.
Yani sanki belliydi taşların nereye gidip, kimin beynini dağıtacağı. Yani
taşlar şanlı, nişanlı, adı belli, nereye gideceğini, ki-me vuracağını
biliyordu. Ebrehe’nin helâkini gerçekleştiren taşlar da öyle idi. Uzaktan
kumandalı, yahut güdümlü füzeler gibi.
Burada durup
düşünelim ve çevremize bakalım. Bu özellikleriyle bize tanıtılan Âd kavmi, Semûd
kavmi bugün de var. Allah korusun belki o kavmin üyeleri de biziz. Eğer böyle
bir toplum içinde, toplumu düzeltme adına biraz gayret edersek, biraz
çabalarsak belki kurtuluşumuz mümkün olacaktır. Tıpkı Âd'ın, Semûd’un, Lût kavminin,
Nuh kavminin içinde kurtulan müslümanlar gibi biz de belki kurtulmaya hak
kazanırız. Ama elbette o toplumlarda peygamber safında yer alanlar, tercihini,
seçimini peygamberden yana kullananlar, peygamberin gemisine binenler, peygamber
rolünü oynayanlar gibi olmamız şartıyla. Yani eğer bugün bizler de tıpkı o gün,
o peygamberler ve o peygamberlere inananlar nasıl davranmışlarsa öylece bir tavır,
öylece bir teslimiyet ortaya koyabilirsek, inşallah batan bir toplum içinde
bizler de kurtulanlardan olabileceğiz demektir, Allah yardımcımız olsun.
Bakın Allah
ne buyuruyor:
8.
“Onlardan arda kalmış bir şey görür müsün?”
Bir
bakıverin diyor Allah: Arta kalan bir bâkiye var mı onlardan? Hani boyları
posları vardı? Hani güçleri, medeniyetleri vardı? Hani cennetleri, bağları,
bahçeleri vardı? Hani evleri, sarayları vardı? Hani apartmanları, köşkleri
vardı? Söyleyin, arta kalan neleri var? Hiç bir şeyleri yok, değil mi? Sanki
orada daha önce hiç insan yaşamamış.
Öyleyse
yazmak lâzım masaların, koltukların üstüne: “Senden önce burada başkaları
oturuyordu.” Yazmak lâzım arabaların üstüne: Senden önce buna bir başkası
biniyordu. Senden önce bu evde başkaları oturuyordu. Senden önce bu tarlaya dün
bir başkası tohum atı-yordu. Senden önce bu para dün bir başkasının cebindeydi,
öyleyse unutma ki bütün bu sahip oldukların yarın sende de kalmayacak. Bugün
senden öncekilerden sana intikal ettiği gibi, yarın da senden bir başkalarına
intikal edecektir.
Azabın
gerçekleştiği o bölgeye şu anda bile kimse giremiyor, kimse inemiyormuş. Sonra:
9. “Firavun,
ondan öncekiler ve alt üst olmuş kasabalarda oturanlar da suç işlemişlerdi.”
Daha
kimlere ne yapmış Rabbimiz? Firavun, ondan evvelkiler veya onun önünde gidenler…
İkisi de anlaşılabilecektir. Yani Firavu-n’un öncülüğünü, Firavun’un aveneliğini
yapanlar, onun despotizmine zemin hazırlayanlar, ona destek olanlar, ona asa
olanlar. Bir de @«U¬S«#ÌYW²7! denilen kavim. Bu mü’tefikât’a Lût kavmi
diyenler olduğu gibi, Karun diyenler de vardır. “Yere batanlar” anlamına da gelir
diyenler var. Hangisi olursa olsun, işte Firavun ve benzerleri hepsi hâtıe ile,
hata ile, yanlış ile gelmişler, yanlış hareket etmişler, hata işlemişler,
cinâyet işlemişler, kötülük yapmışlar. Hepsi de Allah’la, Allah’ın âyetleriyle,
Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşmuş, Allah’tan gelen hayat programını reddetmişler.
10.
“Rabbinin peygamberine baş kaldırmışlardı. Bunun üzerine Rabbleri onları
şiddeti arttıkça artan bir şekilde yakaladı.”
Bir de
onlar Rabblerinin elçisine isyan ettiler. Allah’ın kendilerine kulluk örneği
olarak gönderdiği peygamberin örnekliliğini reddettiler, dinlemediler.
Peygamberi vasıtasıyla Allah’ın onların hayatlarına müdahalesine izin
vermediler. Allah’ı ve elçisini hayatlarına karıştırmadılar. Hayatlarında
Allah’a ve elçisine söz hakkı tanımadılar. Allah’a ve peygambere isyanı
kendilerine din edindiler. Ya da peygamberin kendilerine gösterdiği yol dışında
kendilerine yol edindiler.
Rabbimiz
diyor ki, “onlar peygambere isyan ettiler.” Peki acaba peygambere isyanı nasıl
anlayacağız? Arkadaşlar Peygambere isyan demek, onunla kavga etmek demek
değildir. Peygambere karşı bağırıp çağırmak değildir sadece ona isyan.
Peygambere isyan demek, peygambere aykırı hararet etmek, tersine hareket etmek
demektir. Yani peygamber hayatına, peygamber örnekliğine, peygamber mesajına
karşı ilgisiz kalmak, peygamberle ve peygamberin getirdikleriyle ilgilenmemek,
peygamberin hayat programına rağmen kendisine hayat programı çizmek demektir.
Yani peygamber ne derse desin, ne getirirse getirsin fark etmez yine kendi
bildiğince bir hayat yaşamaya yönelmek demektir. İşte peygambere isyanın manası
budur.
Onlar peygambere isyan ettiler,
kafa tuttular, Peygambere de-ğer vermediler. Peygamberi kulluk örneği kabul
etmediler. Onun gibi olmaya, onun gibi yaşamaya, onun gibi inanmaya, onun gibi
Allah’a teslim olmaya yanaşmadılar. Hayat programlarını peygambere sormadılar.
Peygamberi kullukta örnek almadılar, peygambere rağmen, peygamberin kendilerine
getirdiği hayat programına rağmen kendilerine hayat programı çizdiler de:
Allah da
onları gittikçe artan bir tutuşla tutuverdi. Yani kahir bir kabzayla, şedit bir
kapışla onları yakalayıverdi. Kaçmaları ne mümkün ki kaçsınlar?
Peki buraya
kadar Âd’ın, Semûd’un, Firavunların ve benzerlerinin başlarına gelenleri
anlatmakla Allah ne dedi bize? Buraya kadar anlatılanlarla Allah bize şunları
söyledi: “Ey kullarım! Sizler sizden öncekilerin başlarına gelenleri görmediniz
mi? Benimle savaşa tutuşan, Bana ve elçilerime kafa tutan, Bana kulluğa ve
Benim istediğim hayatı yaşamaya yanaşmayan öncekilerin başına gelenleri sizler
görmediniz mi? Ne yaptılar onlar? Nasıl bir hayat yaşadılar ve sonuçları ne
oldu? Ne oluyor size? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Bütün bunları ben size ne için
anlatıyorum? Sizler ne yapmaya çalışıyorsunuz? Niye ibret almıyorsunuz bu hadiselerden?
Size olan rahmetim gereği bu kadar ibret levhasıyla sizi uyardığım halde niye
hâlâ aynı yanlışlarınıza devam ediyorsunuz? Neyinize güveniyorsunuz?
Yoksa sizler de, “onlar
güçsüzlerdi, onlar dağınık toplumlardı, Allah onlarla baş edebilmiştir. Ama şu
anda düzenli ordularımız var, yeraltı-yerüstü filolarımız, tanklarımız,
zırhlarımız var. Bizler şimdi Bir-leşmiş Milletleri oluşturduk. Nato’yu kurduk.
Artık Allah bizimle başe-demez” diyerek kendinizde güç, kuvvet görüyorsunuz da,
ondan mı Rabbinizle, Rabbinizin yasalarıyla savaşa kalkışıyorsunuz? Kendinizi
bir şey zannederek mi Rabbinizin yasaları yerine kendi yasalarınızı hakim
kılmaya çalışıyorsunuz? Gerek bu âyetlerin geldiği dönemin kâfirlerine, gerekse
asrımız kâfirlerine Rabbimiz böyle sesleniyor.
“Ey
insanlar! Unutmayın ki tarih boyunca helâke uğrayan toplumlar teknolojik
yönden, ekonomik yönden zayıf oldukları için helâke uğramış değillerdir. Helâk
sebebi bu değildir. Aksine helâk sebebi in-sanların Benim tarafımdan
kendilerine verilen dünya güçlerine dayanarak, Benim tarafımdan kendilerine
lütfedilen imkânlarına, saltanatlarına güvenerek kendilerini Benden ve Benim dinimden
müstağni sa-yarak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşamalarıdır.
Beni, peygamberimi, kitabımı yok farz ederek hayat programlarını kendileri
yapmaya kalkışmalarıdır. Bana ve dinime rağmen bu dünyada dilediklerini yapabilecekleri
zannına kapılıp, kendilerini bir şey zannedip, gururlanıp, gerçek güç kaynağına
kafa tutmalarıdır. İşte helâk sebebi budur.”
Şimdi de öyle diyor değil mi bu
müstekbirler? “Artık insan çağ atlamıştır. Artık önceki dönemler kapanmış,
insan rüştünü ispat etmiştir. Artık insan kendi kendine yeterli olduğu, kendi
kendine ayakta durabileceği, kendi sistemini kendisi yapabileceği bir bilince
ulaşmıştır. Artık insanın Allah’a da, Allah’ın kitabına da, Allah’ın elçisine
de, Allah’ın hayat programına da ihtiyacı kalmamıştır,” diyorlar. Allah bilgisi
olmadan kendi bilimlerimizle de biz hayatımızı yaşayabiliriz, di-yorlar. Allah
bilgisi, vahiy yerine putlaştırdıkları bilimi ikâme edebileceklerini iddia
ediyorlar. Göreceğiz bakalım ne yapabilecekler? Bugüne kadar yapabildikleri hiçbir
şey yok. Bundan sonra ne yapabileceklerini göreceğiz.
Peki
tarihte herkes mi yalan saydı bu Hâkka’yı? Herkes mi ya-lanladı bu Karia’yı?
Hayır. Herkes böyle yapmadı. Bakın bir örnek su-nayım burada size, diyerek
Rabbimiz tarihî bir örnek verecek:
11-12. “Ey
İnsanlar! Su taştığı vakit, size bir ibret olmak üzere, anlayışlı kulaklar
anlasın diye süzülen gemide, sizi Biz taşımışızdır.”
“Sular tâğutlaşınca,
azgınlaşınca, haddi aşınca, her tarafa do-lunca, Biz sizleri câriye de taşıdık.
Hamelnaküm fil câriye. Biz sizi bir câriyede taşıdık.” Câriye gemidir, onu
Nebe’ sûresini tanımaya çalışır-ken söyledim. İşte Nuh (a.s) döneminde tüm
yeryüzü kâfirleri helâk edilirken, o gemide taşınanlar inananlardı. Neden? Tüm
yeryüzü kâfirleri helâk edilirken bu gemide kurtardıklarını neden kurtardı
Allah? Niye anlatıyor bunu Rabbimiz bize? Bunu şunun için anlatıyor: Yani eğer
sizler de tâğutlaşan, azgınlaşan, Allah’la savaşa tutuşan, Allah’ın hayat
programını reddeden bu toplumda dalgalar halinde sizi yok etmeye yönelen
toplumun küfründen, inkarından, ilhadından kurtulmak istiyorsanız, bu küfür
dalgalarının boğucu etkisi altında boğulmamak istiyorsanız, o zaman sizler de
gemiye binenlerden olmak zorundasınız. Sizler de peygamber safında yer almak zorundasınız.
Allah düşmanlarından ayrılmak zorundasınız. Allah’a Allah’ın istediği biçimde
kulluk yapanlardan olmak zorundasınız demek için, bizi intibaha, uyanıklığa
dâvet etmek için anlatıyor Rabbimiz. Bakın diyor ki:
“Size bir tezkira, bir öğüt olsun, size
bir nasihat olsun diye an-latıyoruz bunları. Yani Biz burada size önceki toplumlardan
kimilerinin helâk olmasına karşın kimilerinin de kurtulduklarını haber veriyoruz
ki, bundan siz öğüt alasınız, ibret alasınız, aklınızda kalsın. Yani aklınıza
çakılsın kalsın, zihninize kazınsın kalsın, hafızanızdan, belleğinizden hiç
çıkmasın diye anlatıyoruz, bir de:
Bir de belleyecek, öğrenecek kulaklara
bellek olsun, kulaklara küpe olsun, kulaklara çakılı kalsın, kulaklara kazınıp
dursun, kulaklarınızda çınlayıp dursun diye biz bunları size anlatıyoruz,”
diyor Rab-bimiz. Meselâ elektriğin tehlikeli olduğunu elektriği anladığımızdan
bu yana farkındayız ve hiç unutmuyoruz değil mi? Hele hele eğer gözümüzün
önünde birilerinin elektrikle oynarken bir gaflet, bir dikkatsizlik sonucu
yanıp kömür olduğunu görmüşsek hiç unutmayız bunu değil mi? Bizim için bir
ibret, bir ders, bir tezkira olmuştur artık o. İşte tez-kira budur. İşte
İslâm’ın bizden istediği tezkira budur. Yani öğrenmişsek, tehlike boyutunu
aşacak hiçbir harekette bulunmayacağız demektir. O kadar dikkat edeceğiz ki, bu
örneğin dışına çıkmadan kendimize program çizeceğiz.
Evet,
bu olayı anlatmamızın gayesi insanlar için bir hatırlatma ve hakka kulak verip
geçmiş olaylardan öğüt-ibret alanlar onu bellesin ve gereği ne ise onu yapsın,
kaybetmeyip ilerisi için yararlansın diyedir. Katade’ye göre vâiye; “Allah’ın
emrini anlayan ve onun kitabından işittiğinden faydalanandır.” Rabbimiz bu
milletlerin kıssalarını ve başlarına gelen azabı anlatarak Rasulullah’a
(s.a.v.) isyan hususunda bu ümmeti onlara uymaktan men etmektir. Onun içindir
ki yüce Allah a-yeti “Belleyici kulaklar onu bellesin.” sözüyle sona
erdirdi.
Hâkka’yı,
kıyâmeti anlatacaktı Rabbimiz. Ama bakın buraya kadar tarihten Hâkka’ya karşı
müspet ve menfî tavır takınanlardan ör-nekler sunarak bu işi kabule bizi hazırladıktan
sonra Rabbimiz artık şimdi kıyâmeti, Hâkka’yı anlatmaya başlayacak. Bizim için
o kadar merhametli ki Rabbimiz, o kadar cennetimizi istiyor ki, öncekiler gibi
peşin bir fikirle onu reddetmememiz için önce örneklerle uyarıyor, sonra da
anlatacağını anlatıyor. Şimdi kıyâmetten söz edecek. Ama bildiğimiz söz
dizimine uygun bir biçimde akademik bir makale türünde bir anlatım olmayacak
bu. Allah’a yakışan biçimde kullarının tümünün anlayabileceği biçimde bir
anlatım. Yani sadece elit tabakanın değil, herkesin anlayabileceği bir üslûpla
Allah kıyâmeti anlatmaya başlıyor:
13-15. “Sur’a
bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine
çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyâmet kopar.”
Sûr’a bir
üflenecek ki, farklı bir üfleme, bilinmeyen bir üfleme. Sûr’u da bilmiyoruz,
Sûr’a üfleyeni de bilmiyoruz, üfleneni de bilmi-yoruz. Ama bilmesek de, anlamasak
da Rabbimiz haber verdiği için haber verildiği şekliyle aynen iman ediyoruz.
Öyle bir üflenecek ki Sû-r’a. Ne olacakmış o zaman?
Dağlar ve
yeryüzü kaldırılıp sanki birbirine öyle çarpılacak ki, öyle birbirine vurulacak
ki. Üstünde yaşadığınız yeryüzü ve dağlar bir-birine vurularak dehşetle öyle
bir sarsılacak ki. Yeryüzü sallanıp çalkalandığı zaman. Hani çuvalın içine bir
şeyler korsunuz da yerleşsin diye şöyle bir çalkalarsınız ya, işte arzda dağlar
da böyle bir çalkalanmayla çalkalandığı zaman. Arzın ve dağların sallanmasıyla
beraber kıyâmet gerçeğiyle karşı karşıya geldiğiniz zaman. Ondan habersiz,
ondan gafil bir hayatın içine gömülmüş bir durumdayken ansızın o sarsıntı beyinlerinizde
patladığı zaman.
Bir gün
gelip şu üstünde yaşadığınız arz ve dağlar çok şedit bir sarsıntıyla
sarsılacak. Şu anda sizi üzerinde barındıran şu yeryüzü bir gün gelecek Rabbini
dinleyecek ve bu uysallığını terk edecek. Bir gün gelecek arzınız da, ayınız
da, güneşiniz de, yıldızlarınız da, semânız da, malınız-mülkünüz de, gücünüz,
saltanatınız da, paranız, servetiniz de her şeyinizle birlikte yok olacaksınız!
Yeryüzünün sallanmasıyla başlayan bir süreç sonrası bir gün gelecek hesap
vermek üzere Allah’ın huzuruna gideceksiniz! Bir gün gelecek bu hayatınız son
bulacak.
“İşte o gün
olacak olacaktır. O gün gerçekleşecek olan gerçekleşecektir.” Zaten ilk başta Allah’ın
dediği buydu. Rabbimizin sûrenin ilk başındaki uyarısı buydu. Ne demişti
Rabbimiz sûrenin başında? “Hâkka, nedir o Hâkka? O Hâkka’nın ne demek olduğunu
sen nereden bileceksin? Dinle, onu sana ben anlatayım” demişti. “Kıyâmet
kopacak!” demişti ve iş buraya kadar uzadı. Biraz önce belirttiğim gibi bizi
ruhen bu işi kabule hazırladı Rabbimiz. Yani önümüze farklı bilgiler koydu
Allah, sonra da dedi ki: “Sûr’a bir üflenecek ki, dağlar, taşlar, arz birbirine
öyle bir vurulacak ki, artık reddettiğiniz, gelmez dediğiniz, olmaz dediğiniz,
inkar ettiğiniz, beklediğiniz, hele bir gelsin bakalım dedikleriniz o günde olacak
ki, işte o gün olacak olacaktır.”
Öyleyse
bizler de hem kendimizi, hem de çevremizdekileri bu âyetlerin haber verdiği
kıyâmetle, kıyâmetin hesabı-kitabıyla uyarmak zorundayız. Bakın Rahmân olan
Rabbimiz merhameti gereği yarın olacakları bugünden haber veriyor. Bize acıdığı
için ısrarla bizi uyarıyor. Öyleyse bizler de bu âyetlerle hem kendimizi, hem
de başkalarını uyaralım. “Ey insanlar! Ey akrabalar! Ey arkadaşlar! Yapmayın! Etme-yin!
Ey insanlar! Gelin Hâkka’ya kulak verin! Gelin Hâkka’yla ilgilenin! Gelin
kıyâmeti hesaba katın! Gelin Allah’ın dediği gibi yaşayın! Gelin kendi
kendinizi cehenneme atacak bir hayatın adamı olmayın!” diye insanları uyaralım.
Bir atom
bombası, bir hidrojen reaktörü, bir tank, bir füze karşısında birçok devletler
savaştan el-etek çekip teslim sancağını çekerken, aynı insanları âhiretle
uyardığımız zaman bir tek günahı bile terk etmediklerini görüyoruz. Belki de
biz uyarıyı güzel yapmıyoruz da ondandır. Belki de Hâkka’yı güzel bir biçimde
anlatamadık bu insanlara. Çünkü Hâkka’yı tanımayanların, kıyâmeti
tanımayanların onu tanıtmaları mümkün değildir. Öyleyse önce biz kendimiz
tanıyalım bu âyetleri. Biz kendimiz inanalım, biz kendimiz uyarılalım bu
âyetlerle, ondan sonra da insanları uyaralım inşallah.
İnsanın
aklını başından alacak, yüreğini hoplatacak, dağları, taşları her şeyi tuz-buz
edecek o sarsıntıyla yeryüzü sallandığı zaman. Bilelim ki o kıyâmet saati ona
hazırlıksız olan kimselere ansızın gelecektir. Zira kendileri kıyâmetin
geleceğinden gafil bir şekilde dünyaya dalmış, onu hatırlarından çıkarmış ve
böylece lüzumsuz şeylerin peşine takılmış insanlar için elbette kıyâmet ansızın
gelecektir. Kıyâmete inanmayan ve onun hazırlığı içinde Allah için bir hayat
yaşamayan insanlar, onun kopmasına yakın bir dönemde alâmetler belirdiği zaman
bile uyanmayacaklar, o zaman bile oyun ve oynaşlarını sürdüreceklerdir. Onun
için şuurları yerinde değilken, haberleri yokken kıyâmet gelip onların
tepelerinde patlayacaktır. Artık ondan sonra pişman olma ve geriye dönme imkânı
da kalmayacaktır.
Peki neler
olacakmış o gün? Bakın o gün olacaklardan birkaç görüntü, olacaklardan bazıları
şöylece gündeme getiriliyor. Semânın değişik bir boyut kazandığı, kazanacağı,
arşın değişik bir biçim aldığı, alacağı anlatılıyor:
16-18. “Gök
yarılır; o gün düzeni bozulur. Melekler
onun çevresindedirler; o gün Rabbinin arşını onlardan başka sekiz tanesi
yüklenir. Ey insanlar! O gün siz huzura alınırsınız, hiçbir şeyiniz gizli kalmaz.”
O gün sema
paramparça olmuş, çatlamış, yarılmıştır. Ortadan mı bölünmüş, kenardan mı
dağılmış, yoksa âşığın bağrı gibi mi yarılmış? Yoksa susuz kalan toprağın
yarılması gibi mi? Bilmiyoruz ama inanıyoruz ki o gün semâ paramparça parçalanacak.
Ama artık semâ Vahiye olacak, yani değişmiş olacak, pörsümüş, eskimiş,
sarsılmış, kapılar oluşmuş ve melekler bu kapılardan inmeye başlamış olacak.
Hesap-kitap dönemi, ellerinde insanların amel defterleri olduğu halde bu
kapılardan Allah’ın melekleri inmeye başlayacaktır.
Biz buna, konum değişmiş olacak
diyoruz. Sanki bugün dünya, kâinat imtihan konumunda. Yarın imtihan dönemi
bitecek. Karne dönemi, imtihan sonuçlarının ilân dönemine geçilecek. İmtihan
kartları mı, amel defterleri mi? Ama en iyisi Kur’an’ın deyimi ile söylersek
kitaplarımız gelecek, kitaplarımızla karşı karşıya geleceğiz.
Melekler de onun etrafı üzerinde
toplanmışlardır. Yani semânın şakkında, parçasında, ötesinde, berisinde, arşı
taşıyanların altında. İşte böylece o gün meleklerin de yerlerini alacakları
anlatılıyor. Veya bir başka sûreden anladığımız kadarıyla melekler de amel defterlerini
taşıyarak yerlerini alacaklar. Daha?
O gün Allah’ın arşını onların üstünde sekiz melek taşıyacak,
ya da kendi üstlerinde sekiz grup melek taşıyacak. Abdullah b. Abbas ve
Dahhak’a göre bundan maksat sekiz sıra melektir. Bunların sayılarını Allah
bilir. İbn-i Zeyd diyor ki: “Burada zikredilenler, Arş’ı taşıya-cak kadar güçlü
kuvvetli olan sekiz tane melektir. Arş’ı yüklenen meleklerin halen dört olduğu,
ahirette ise sekiz olacağı, Rasûlullah’tan rivayet edilmiştir. Rasulullah
(s.a.v.), Arş’ı yüklenen meleklerin büyüklüğünü beyan ederek şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın meleklerinden, Ar-ş’ı yüklenen melekler hakkında size konuşmam
için bana izin verildi. Şüphesiz ki onlardan birinin kulağının yumuşağı ile
omuzu arasındaki mesafe yedi yüz yıllık mesafe kadardır.” (Ebu Davud, Sünne: 18; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/92-94)
Bu semâniye sekiz melektir. Çünkü Rasulullah,
“bugün dörttür de, kıyâmet günü sekiz olacaklardır,” diyor. Bilmiyoruz dört
melek ne taşır? Bu arş hani şu bildiğimiz Kürsi’nin üstündeki arş mıdır, yoksa
hesap-kitap döneminde Allah’ın kurulmasını emrettiği, emredeceği bir arş mıdır,
bilmiyoruz. Ya ne anlatır bunlar bize öyleyse? Bunlar bize şunu anlatır: Yarın
gök yarılacak, arz birbirine vurulacak, dağlar delik deşik edilecek. Yani
öyleyse nedir anlatılan?
Burada
anlayabildiğimiz o ki, güç anlatılıyor, güçlü anlatılıyor. Mutlak güç ve kudret
sahibi anlatılıyor. Teslim olmamız, önünde saygıyla eğilmemiz, kendisine kul
olmamız, arzularını mutlak yerine getirip iradelerimizi kendisine teslim
etmemiz gereken Allah anlatılıyor. Yani Allah’a teslimiyet anlatılıyor. İşte
kendisine teslim olmanız gereken, yasalarını uygulamanız, kendisine kulluk
yapmanız, çektiği yere gitmeniz gereken Allah böyle güçlü, böyle kuvvetli bir
Allah’tır, deniliyor.
Meselâ adam
öyle Amerika âşığı, öyle Japonya hayranı ki, Amerika’ya ya da Japonya’ya gidiyor,
gezip geliyor oraları ve dönüşte öve öve bitiremiyor. Aslında orada yapılan
şeylerin ne olduğunu belki tam anlamıyla bilmiyor. Ama öyle köle ki adam, efendilerinin
hayatında gördüğü şeylere bayılıyor. Baygın baygın anlatmaya başlıyor. “Efendim
işte adamlar öyle müthiş şeyler icat etmişler ki! Öyle müthiş şeyler bulmuşlar
ki! Ne o? Ya işte bir şey var adamın elinde, cebinde, yazıyor, çiziyor,
siliyor, topluyor, çıkarıyor! Müthiş bir şey!” İşte şu bi-zim onlardan belki
birkaç ay geç tanıdığımız, tanıştığımız hesap makinesi. Onu anlatmaya çalışıyor
adam sitayişle. Ne olacak? Adam ka-fayla da yapıyor ya hesabı. Hz. Adem’den
beri hesap yapılıyor dünyada. Bu alet çıkmadan önce hesapsız mıydı insanlar?
Şöyle bastın mı yapıyor, böyle bastın mı siliyor, çarpıyor, ediyor.
İyi tamam anladık kolaylık
sağlıyor, zaman tasarrufu sağlıyor da, o zaman şunu sormamız gerekecek: Bu tür
aletlerle hayatımız kolaylaşacak, zamanımız artacak da peki bu arta kalan
zamanı nerede kullanacağız? Bu aletlerle tasarruf ettiğimiz zaman içinde ne yapacağız
biz? Bu zamanı nerede kullanacağız? Yani bir müslüman dis-koya gitmeyeceğine
göre, genelevde onu tüketmeyeceğine göre, kal-dırımlar seni beklemediğine göre,
televizyon yular vurmadığına göre, ya da kulluğa harcamayacağına göre
kazandığın zamanı ne yapacak-sın ki? Öyle değil mi yani? Hani bir Çin atasözü
vardır. Çinlinin birisine demişler ki, “yakında öyle ulaşım vasıtaları çıkacak
ki, bir günde alınan mesafeleri üç dakikada alacağız.” Çinli düşünmüş ve
sormuş: “İyi de o zaman arta kalan zamanı neyle dolduracağız?” Bu teknolojik
aletlerle zamandan sağladığımız tasarrufları nerelerde kullanacağız? Eğer TV
karşısında kullanacaksak, eğer gıybet peşinde, kaldırım çiğnemede, çeyiz
peşinde, kulluk dışında kullanacaksak, eminim ki bu zamanı o teknolojik
şeylerin yokluğuyla yapacağımız işlerde kullanmamız daha hayırlı olacaktır.
Adam diyor
ki, “ya bildiğiniz gibi filan değil! Amerika’da her şey çok farklı! Her şeyleri
mükemmel! İşte kitapları şöyle, eğitimleri böyle, çarşıları, pazarları, askeriyeleri
böyle, eğitimleri, hukukları, yasaları, yolları, parkları, plajları,
sinemaları, operaları, şöyle.” O kadar büyütmüş ki gözünde. Öve öve bitiremiyor
adam. Peki arkasında ne var bu cümlelerin? Ne demeye getiriyor adam bunları? Ne
diyecek sonunda? Sonunda şunu diyecektir adam: “Arkadaş, işte Amerika kendisine
kulluk edilmeye lâyık bir ülkedir. Lafı dinlemeye, örnek alınmaya lâyık bir
ülkedir. Orası ne yapıyorsa alınır. Onlar ne derse yapılır. Yani gerçekten aklı
eriyor adamların. Kafası çalışıyor. Efendi bir ülkedir, lider bir ülkedir
Amerika. Bilimsel çalışmaları düzgün, filmsel uğraşları düz-gün, çocuğa
bakışları, eğitim anlayışları, hukukları, sosyal ve siyasal yapılanmaları,
köpek sevgileri, arabaya meftun oluşları düzgün, düzgün, düzgün…” Tüm bu sözlerin
sonunda ne diyor adamlar? Ne isti-yorlar? “Arkadaş, işte bu ülkeye kul olunur.
Bu ülkeye uyulur. Bu ülke-ye teslim olunur. Bu ülkenin kanunları alınır. Bu
ülkenin hukuku kapışılır. Bu ülkeye kölelik yapılır.” İşte dertleri budur adamaların.
Sonunda bunu söyleyebilmek için diyorlar bu kadar sözü.
İşte Allah-u
Zü’l-Celâl de sanki bizim idrakimizle kavrayabileceğimizin ötesinde bir şeyler
anlatıyor bazen. Bizim aklımızın almayacağı, duyularımızla algılayamayacağımız
şeylerden söz ediyor Rabbi-miz. Meselâ cennet tarif ediyor, cennetteki
ırmaklardan, hûrilerden, gılmanlardan söz ediyor. Kıyâmet tarif ediyor, kıyâmet
esnasında akılların almayacağı hadiselerden söz ediyor. Hiç aklımızın almayacağı
arştan, kürsîden, semavattan söz ediyor. Bütün bunlar ne anlatır bize? Bütün
bunlar bize Rabbimizin büyüklüğünü, Rabbimizin gücünü, kudretini anlatır. İşte
Rabbiniz bu kadar azamet ve kudret sahibidir. İşte siz böyle bir Allah’ın
kullarısınız. İşte siz böyle bir Allah’a teslimsiniz. İşte siz böyle kulluğa lâyık
bir Allah’a kulluk yapmaktasınız. İşte böyle bir Allah’a teslim olunur. İşte
böyle bir Allah’a kulluk edilir. İşte böyle bir Allah’ın yasaları uygulanır.
İşte böyle bir Allah’ın çektiği yere gidilir. İşte böyle bir Allah’ın hukuku
uygulanır. İşte böyle bir Allah’ın hatırı her şeyden üstün tutulur.
Rabbimin
kendi gücünü, rubûbiyetini, ulûhiyetini ortaya koyduğu tüm bu âyetleri
karşısında ben sadece küçüldükçe küçülür, ezildikçe ezilir, acizliğimi,
basitliğimi anlar, basitliğimi kavrar ve yüce otorite karşısında boyun bükerim,
ama o en güçlüyle beraber olmanın, en güçlünün safında olmanın, en güçlüye kul-köle
olmanın şuurunu ve zevkini yaşarım. Hani birisi öyle diyordu: Nasıl ki çocuk
yeni doğduğunda, âciz bir bebekken, aczinin tam farkında olduğu bir dönemde
baba, ana ve çevresindekiler tarafından el üstünde tutulur değil mi? Ama biraz
büyüyüp de: Ben de yiyebilirim! Ben de yürüyebilirim! Ben de koşabilirim! Ben
de oturabilirim! Ben de yapabilirim! Ben de kazanabilirim! Ben de karnımı
doyurabilirim demeye başladıkça, kendisinde bir varlık hissetmeye başladıkça burnu
şeyden kurtulmuyor değil mi?
İşte Allah karşısında insanoğlu
da böyledir. Allah karşısında küçüklüğünün, basitliğinin, farkında olursa, Allah
karşısında acziyeti-nin şuurunda olursa, “ya Rabbi ben güçsüzüm, güçlü sensin!
Allah’ım ben kusurluyum, mükemmel sensin! Allah’ım ben fakirim, zengin sen-sin!
Ya Rabbi ben kulum, sahibim sensin! Ya Rabbi ben muhtacım, doyuran sensin! Ya
Rabbi ben muhtacım, varlığım sendendir! Elim, ayağım, malım-mülküm, hayatım,
mematım sendendir!” derse, Allah karşısında aciz bir bebek teslimiyetinde
bulunursa, Allah onu el üstünde tutacak, her şeyden koruyup kollayacaktır. Ama
insan Allah karşısında kendisini bir şey zannederek, Allah karşısında kendisinde
güç kuvvet görerek: “Ben de yapabilirim! Ben de tutabilirim! Ben de kanun
yapabilirim! Hayatımı ben de düzenleyebilirim! Çocuğumu ben de eğitebilirim!
Kendimi ben de koruyabilirim! Hayatımı ben de düzenleyebilirim!” demeye
kalkarsa işte onun da burnu bir şeylerden kurtulmayacaktır elbette.
Ya o “alttaki meleklerin üstünde arşı
taşıyan özel melekler var” demektir bunun manası veya “başları üzerinde arşı
taşıyan melekler var”, veya “ayakları üstünde arşı taşıyan melekler var” demektir.
Arşı taşıyan sekiz melekten söz ediliyor ama sekiz melek mi, sekiz grup melek
mi, sekiz cins melek mi, bunu bilmiyoruz. Ama Rabbimiz böyle buyurduğu için
aynen iman ediyoruz. Kur’an’ın başka yerlerinden öğreniyoruz ki, bunlara
hamele-i arş deniyor. Arşın hâmili, arşın taşıyıcısı melekler.
O gün insanlar Allah’a arz olunur.
İnsanlar Allah’a arz olunurlar veya o gün insanların amelleri Allah’a arz olunur,
ya da insanlara amelleri arz olunur. Bütün insanlara bütün yaptıkları arz olunur
da hiç kimseye hiçbir şey gizli kalmaz. Yaptığı tüm amellerini karşısında bu-lur
insanlar. Yani dünyada, yaşadıkları hayatta neler yapmışlar, neler etmişlerse
hepsine muttali olurlar. Allah’ın affettikleri de mi arz olunur? Hani Allah
dünyada kimi günahları affetmiştir, kimi
günahlarımızı defterden silivermiştir. Anlayabildiğimiz kadarıyla onlar değil
burada arz olunanlar.
Evet,
ey insanlar, kıyamet gününde sizler, yaptıklarınızın karşılığını almak için
melikler meliki Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. Tüm sırlarınız ortaya
çıkmıştır. O’ndan gizli değildir. İlmiyle sizi kuşatmıştır. Şüphesiz Allah,
gizli açık her şeyi bilen ve herkese yaptıklarının karşılığını zerre miktarı
haksızlık etmeden verecek olandır. Ama genel bir kaide vardır ya:
“Kim
zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu
görür.”
(Zilzal 7)
Kim zerre
kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.
Zerre kadar küçük de olsa, az da olsa Allah kimsenin amellerinden gafil değildir.
Allah yapılan amellerin tü-münden haberdardır. Zerre kadar da olsa kimsenin
amelini Allah zayi etmeyecektir. Çünkü o gün adalet günüdür. Adaletin ve hakkın
ikame edildiği gündür. O gün hiç kimseye haksızlık yoktur. Yani o gün hiç
kimseye, hiçbir varlığa en küçük bir adaletsizlik ve zulüm yapılmayacaktır.
O mânâda
bütün yaptığımız, ettiğimiz şeylerin tamamı defterde karşımıza gelecek,
diyoruz. İşte o gün defterlerin arz olunmasına, kitapların açılmasına göre
insanlar iki grup olacaklar.
Olanlar, yani kitabını sağından, sağ
tarafından alacak olanlar. Kitaplarına sağları indirilecek olanlar.
Olanlar. Yani kitapları sollarından
tutuşturulacak, kitapları sollarından indirilecek olanlar.
Tabi
İnşikak’ta:
“Ama amel
defteri kendisine arkasından verilen kimse”
(İnşikak 10)
diye
anlatılıyordu ki, bu ikincinin içindedir.
Kitabını arkasından alanlar,
kitabı arkasından tutuşturulanlar. Yani dünyada ben kitabımı arkamdan almak
istiyorum diye bir hayat yaşayıp sonunda kitabı arkasından verilenler var ya. Burada
“kitabı sol taraflarından verilenler” denirken, İnşikak’tan okuduğumuz bu â-yette
de “arkasından verilenler” deniyor. Aslında bu ikisi birdir. Yani kitabını
solundan alanlarla arkalarından alanlar birdir. Anlayabildiğimiz kadarıyla
kitapları sollarından verilenler bundan memnun olmayıp, onu sollarından almamak
için ellerini arkalarına atacaklar da bu defa zorla arkalarından verilecek.
Çünkü biliyorlar ki sollarından verildi mi işleri bitiktir. Onun için sollarından
almak istemeyecekler de zorla arkalarından kitapları tutuşturulacak. Ne korkunç
bir manzara değil mi?
Amel
defterinin sağdan ya da soldan verilmesinin anlamı şudur: Aslında bunu dünyada
belirleyen biziz. Yani dünyada yaptıklarımızla, yaşadığımız hayatla bunu biz kendimiz
belirliyoruz. Ben kitabımı yarın sağımdan almak istiyorum diyerek bir hayat
yaşayan kişi kitabını sağından alacak, ben de solumdan almak istiyorum diyerek
bir hayat yaşayan kimse de solundan alacaktır. Ya da kitabını sağından alacak
ameller işleyen kişi sağından alacak, solundan alacak biçimde amel işleyenler
de solundan alacaklar. Çünkü sağdan ya da soldan verilecek bu kitabı dolduran
biz kendimiziz. Biz yanımızdaki bizim kitabımızın yazıcısı, amellerimizin
tespit edicisi olan meleklere akşama kadar yazdırıyoruz. Bir amel işliyoruz ve
eğer bu amel sağdaki meleğin yazması gereken cinsten bir amelse hemen ona dönüp
diyoruz ki: “Haydi bak, sana lâyık bir amel işliyorum! Bunu sen yaz!” Sonra bir
amel daha işliyoruz ve bu defa da soldakine diyoruz ki: “Bu da sana lâyık bir
amel! Haydi sen de şunu yaz!” diyoruz. Akşama kadar bir ona dönüyoruz, bir buna
dönüyoruz. “Sen bunu bunu yaz! Sen de şunu şunu yaz!” diye bir ona bir buna,
bazen ikisine birden, bazen ayrı ayrı amellerimizi yazdırıyoruz. Bir ömür boyu,
gecesiyle-gündüzüyle sürekli meleklere amellerimizi yazdırıyoruz.
İşte bu
yazdırdığımız ameller insan ölünce bir çizgi ile kapatılacak, sonra geriye bir
bakılacak. Adam eğer arkada bir şeyler bırakmışsa, meselâ salih bir evlat bırakmışsa,
gerçekten faydalı bir ilim bırakmışsa, hayırlı bir çığır açmış veya şer bir
çığır açmışsa onlarınki kapatılmayacak. Ne zamana kadar? O çığırlar kapatılana
kadar. O salih evlat ölene kadar. Ya da salih amelleri bitene kadar. O ilim unutulana
kadar onların defterleri devam edecek. Yani onların defterlerine iyi ya da kötü
ameller gelmeye devam edecektir. Bunlar istisnâî bir durum. En’âm sûresinde
şöyle buyrulur:
“Bizim elçilerimiz asla kusur etmezler.
Hangi konuda? Ne sizi belâlardan koruma konusunda, ne sizin amellerinizi tespit
etme, ne sizi kontrol etme, ne de sizin ölüm zamanınızı unutup ihmal etme konusunda
zerre kadar kusur etmezler. Rabbiniz onlara ne emretmişse, nasıl emretmişse
aynen onu uygularlar. Ne kendileri geç kalırlar, ne de ölen kişiyi geç bırakırlar”
diyordu ya, işte burada da anlatıldığına göre kişi ölünce melekler kapanış
çizgisini çekecekler, kapanış bilançosunu hazırlayacaklar, kâr-zarar hesabını
yapacaklar, raporları sunacaklar.
İşte bu ilk
belirlemelere göre bakılacak. Eğer kişi bu ilk belirlemelere göre cennetlikse,
cennetlik gibi görünüyorsa, cennete gitme özelliği taşıyorsa, onun defteri sağından
verilecek. Veya bu ilk belirlemelere göre adam cehennemlik gibi görünüyorsa
onunki de solundan verilecek. Ama tabi bu ilk belirlemelere göreki durumdur.
Daha henüz arkasında bıraktıkları gelmedi. Henüz onlar belli değildir. Melekler
bilmez onu. Daha hesap-kitap tamam olmadı yani. İlk belirleme bu. Ona göre de
solundan veya sağından verilecek.
Bu defterin
sağdan, ya da soldan verilmesi, ya da alınması in-sanın kendi elindedir. Çünkü
defterimizi yazan biziz. Yani yazan meleklerdir ama yazdıran biziz. Öyle değil
mi? Meselâ daktiloyla bir sayfa yazı yazsanız, sonra da “bu yazıyı kim yazdı?”
diye sorsalar. “Bunu daktilo yazdı” der misiniz? Veya “bunu kalem yazdı” der
misiniz? “Bunu ben yazdım” dersiniz, değil mi? Kalem yazdı ama siz yazdınız.
Daktilonun tuşlarına siz bastınız, daktilo da yazdı. Ama bunu siz yazdınız.
İşte bizim amellerimizin tespiti konusunda melekler tıpkı bir daktilo, ya da
bir kalem gibidirler. Biz yazıyoruz, ama melekler yazıyorlar. Melekler yazıyorlar
amellerimizi ama biz yazıyoruz, biz yazdırıyoruz. Melekler tıpkı elimizdeki kalem
gibi, ya da daktilonun tuşları gibidir. Bir amel işliyoruz, o ameli işleyen
biziz ve meleklere diyoruz ki yazın bunu, onlar da yazıyorlar. İşte dünyada
yarın defterini sağından almak üzere ameller işleyenler, hayatlarını buna göre
yaşayanlar, defterlerini sağından alacak biçimde amellerle dolduranlar, yarın
defterlerini sağından alacaklar. Ama defterlerini sollarından veya arkalarından
almak isteyenler, hayatlarını buna göre yaşayanlar, defterleri sollarından
verilecek ameller işleyenler de sollarından alacaklar. İşte kitabını sağından
ve solundan almayı böyle anlıyoruz.
Yani kişinin bunu niye bana
sağdan verdiniz veya niye soldan verdiniz? diye itiraz etmeye hakkı olmayacak.
Çünkü öyle istiyor. Kendisi yazdırdı bunları. Bunu belirleyen insanın bizzat
kendisidir. Sağındaki meleklere: “Yaz! Yaz! Yaz!” diyen, “şimdi sen yaz! Şimdi
de sen yaz!” diyerek onların yazabilecekleri amelleri işleyen kendisidir.
Hani
Nasrettin Hocanın şöyle bir hikayesi vardır. Hoca bir gün merkebiyle birlikte
bir yolculuğa çıkar. Yolda giderken, merkebin âdetidir yoldaki pislikleri koklamaya
başlar. Hoca da onun kokladıklarını torbaya toplar. O koklar hoca toplar, o
koklar hoca toplar ve nihâyet hoca torbayı doldurur. Sonra varacakları yere
varınca torbayı merkebin boynuna takar ve der ki: “Al! Bunu yemek zorundasın!
Çünkü sen kokladın, ben topladım! Sen kokladın ben topladım!” İşte bizim amellerimiz,
bizim defterlerimiz de aynen böyledir. Biz kokladık, melekler topladı. Biz
işledik o amelleri melekler de yazdı. Yarın bize de denecek ki, “al bakalım, bu
defter senindir, sen yaptın biz de topladık, sen kokladın biz de topladık, sen
yaptın biz de yazdık. Şimdi bunu kabullenmek zorundasın.”
İşte bu ilk
belirleme. Meselâ bir imtihan yapıldı ve imtihanın sonunda kazananların
listesini pencereye, kaybedenlerin listesini de duvara astılar. Adam eğer
imtihanı kaybetmişse penceredeki listede kıyâmete kadar kendi ismini arasa
bulamayacaktır değil mi? Niye? Çünkü imtihanı kazanarak kendi ismini oraya
yazdırmadı ki! Yani ken-di yaptığı şey sebebiyle yazıldı oraya ya da buraya.
İşte aynen bunun gibi, ben defterimi solumdan alacağım diye bir hayat yaşayan
kişi ke-sinlikle yaptıklarından ötürü defterini sağından alamayacaktır.
Allah
adildir, hatta Rabbimiz hesabı bizim lehimize düşünerek yapar. Yani hiç eksiler
artıyı götürmediği gibi, artılar eksiyi götürür bir mizanı vardır Rabbimizin.
Yani bir tek artı yaptın mı katsayı farklıdır niyetine göre. Bazen 100, bazen
700, bazen 7000, bazen 30000, onu ancak Allah bilecektir. Ama kötülüğün
katsayısı birdir. Kötülüğü bazen 1 ile çarpar, bazen 0 ile çarpar, bazen de yok
farz ediverir onu Rabbimiz. Allah katında iyilik ve kötülüğün katsayısı farklıdır.
Rabbi-miz ne kadar da merhametlidir bizim için değil mi? Hatta bakın bir a-dam
bir günah işlemeye niyet edip azmetse, ama sonra da Allah korkusundan, âhiret
endişesinden dolayı onu yapmaktan vazgeçse, onun karşılığında bir sevap
verilecektir. Eğer ihmalinden dolayı veya vakit imkân bulamadığı için bu
kötülüğü yapmaktan vazgeçse, ona herhangi bir günah da yazılmayacaktır.
İşte biz
kitabını sağından solundan alanları böyle anlıyoruz.
Sanki
milyarlarca insan sıraya girmiş milyarlarca melek te sıraya dizilmiş, işte
hesabı önce görülenler cennete önce gidecek, sonraya kalanlar da, hesabı
gecikenler de en sonra gelecekler demenin anlamı yoktur. Halbuki Allah serîu’l
h
19-20.
“Kitabı sağından verilen “Alın, kitabımı oku- yun, doğrusu bir hesaplaşma ile
karşılaşacağımı umuyordum” der.”
Kitabını
sağından alanlar, kitabı sağından verilenler, yani kitabına sağından erişenler,
kitabını sağdan elde edenler diyecekler ki: “Hey! Bakın! Okuyun kitabımı! Alın
bakın benim kitabıma!” Gerçekten müthiş bir sevinç, müthiş bir coşma. Sınıftan
geçme değil bu. Okulu bitirme, mahkemeden berat, hapishaneden kurtulma, polisi
atlatma, maliyeciyi diskalifiye, ölümden, müebbet hapisten kurtulma değildir
bu. Cehennemden kurtuluş ve cenneti kaybetmekten kurtuluş sevincidir bu. Adam
bağıracak sevinçle, coşkuyla: “Hey! Bakın! Bakın benim kitabıma! Okuyun! İşte
benim kitabım!” Sevinç gösterileri arasında iftiharla herkese gösterecek kitabını.
“Kitabımı alın okuyun” mealindeki söz,
onun son derece se-vinçli olduğunu gösterir. Çünkü amel defteri sağından
verilince, ken-disinin kurtuluşa erenlerden ve nimete nail olanlardan olduğunu
anlar da bunu başkalarına göstermek ister ki onun elde ettiği bu nimete başkaları
da sevinsinler.
Diyecek ki,
“ben zaten hesaba çekileceğimi zannediyordum. Dünyadayken ben bunun zannı içindeydim.”
Şüphe anlamına bir zan değildir bu. Bu tür zan, Kur’an’da var. Meselâ bakın
Rabbimiz Bakara sûresinde gerçek mü’minleri anlatırken onların vasıflarından
birisini şöyle ortaya koyuyor:
“Onlar öyle
kimselerdir ki, her an Rabblerine kavuşacaklarını ve ona döneceklerini
bilirler.”
(Bakara 46)
Onlar her
an Allah’la karşı karşıya gelivereceğine inanan mü’-minlerdir. Hani bir şehre
gidersiniz de orada çok sevdiğiniz bir arkadaşınız olur. Günün birinde o şehre
gittiğiniz zaman her köşeyi dönüşünüzde onunla karşılaşıverecek gibi olursunuz
değil mi? Ha şu köşeyi dönerken, ha bu sokaktan geçerken karşınıza ha çıktı, ha
çıkacak gibi beklersiniz değil mi onu? İşte burada anlatılan mü'minler de
Allah’la ha karşılaştılar, ha karşılaşıverecekler. Allah’la her an karşı
karşıya gelivereceklerine inanan insanlardır bunlar.
Demek ki
buradaki zan, iman manasına gelen bir zandır. Halbuki Türkçe’deki zan bundan biraz
farklıdır. Hani zannederim şöyle, zannederim böyle şeklindeki ihtimal zannı
değildir bu. Yani kişinin kesin olduğuna inandığı bir şey. Meselâ kapıdan
çıkarken zannederim babamla karşılaşacağım! gibi bir zan düşünün. İşte Allah’la
karşı karşıya gelivereceği zannı taşıyan insan. Allah’la ha karşılaştım! Ha
karşılaşacağım! Zannı içinde, ümidi içinde bulunan insan. Nasıl yani? Adam
kapıdan çıkarken Allah’la karşı karşıya gelivereceği zannında. Müşteriyle
beraber olunca, kadın elini uzatınca, ya da yemek yerken, ya da yatarken, ya da
kalkarken, yerken, içerken, yani hayatının her bir biriminde, zaman ve mekan
diliminin her kesiştiği noktada, her hâ-lükârda Allah’la karşı karşıya
gelivereceği zannında, imanında ve şu-urunda yaşayan insanlar.
İşte
Bakara’nın anlattığına göre bunlara, böyle yaşayan insanlara namaz kolay
gelirmiş. Peki ne anlıyoruz bundan? Yani ne demektir bu? Anlayabildiğimiz
kadarıyla bu ölüm demektir. Yani bu insanlar şöyle yaşarlarmış: “Ha şimdi
ölüyorum! Ha biraz sonra ölüyorum! Ha şu köşeyi dönerken! Ha bu lokmayı
yutarken! Ha bu sözü bitirmeden öleceğim!” zannıyla yaşamaktır bu. Kesin bilgi
değildir bu. Hem kesin, hem de öyle değil, bir zandır yani.
Yani gerçek
mü'minler Allah’la karşı karşıya gelivereceklerini zannedenler. Ne zaman
öleceğini bilmez ki adam! Ha şimdi! Ha biraz sonra! Ha şu köşeyi dönerken! Ha
öbüründe! Ne zaman öleceğini bilmediği, bilemediği için bunu hep canlı ve
hatırda tutma anlatılıyor. Yani mü'minler cennete bir karış yakın yaşarlarken
kâfirler de cehenneme bir karış uzakta yaşarlar. Yani ölüm geliverdi mi, işte
cennet ve işte cehennem.
Bakın
buradaki zan da işte bu manada bir zandır. Buradaki zan da, iman manasına
kullanılmış. Kıyâmet günü hesap kitap dönemi kitabını eline alan mü'min aynen
böyle diyecektir:
“Ben zaten
böyle bir hesap ve kitapla karşı karşıya geleceğimi zannediyordum!”
diyecek. “Yani kesinlikle
böyle bir günle karşı karşıya geleceğimi biliyordum! Ben bugünün bilinci içinde
yaşıyordum! Bugün ha geldi, ha gelecek bunun bekleyişi ve şuuru içindeydim!
Bunun zannı içindeydim! Ben hesaba çekileceğimin şuurundayım! Ben bunu bek-liyordum!
Ben bunu kabulleniyordum! Ben buna inanıyordum! Ya da ben dünyada o hesap üzere
yaşıyordum! Onunla hayatımı programlı-yordum! Ben hesaba çekileceğim, diye
yaşıyordum! Hangi konuda? Her konuda.” Yâni mü’min Rabbi hakkında güzel zanda bulunmuş ve güzel amel
işlemiştir. Münâfık ise Rabbi hakkında kötü zanda bulunmuş ve kötü amel işlemiştir.
Ve mü’minin Kur’an’da geçen zannı kesin bilgi, kâfirin zannı ise şüphe
manasındadır. İşte bakın diyor ki mü’-minler; "Biz
dünyada iken ahiretten gafil olarak değil, aksine bir gün Allah'ın huzurunda
hesap vereceğiz bilinci ile yaşadık.”
21-23.
“Artık o, meyveleri sarkmış, yüksek bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir.”
Artık o
razı olacağı bir hayata gitmiştir. Artık o razı olacağı bir hayatın
içindedir.
Cennette hoşnutluk içindedir o
mü’minler. Razı olacakları bir cennet hayatı içinde Rabblerinin ağırlamasıyla
ağırlanacaklardır. Onlar için orada razı olacakları, hoşnut olacakları büyük
bir ağırlanma vardır. Orada Allah’ın sonsuz lütfuna ve ebedî ağırlamasına
gidiyor o mü’minler. Orada mahrumiyet yoktur. Orada hastalık, dert, sıkıntı
yoktur. Orada hoşlanılmayan hiçbir şey yoktur. Orada rıza, hoşnutluk ve
mutluluk vardır. Orada Allah’ın nîmetlerinin insanın yüzüne, içine, kalbine,
benliğine sinmesi vardır. Yani orada Allah’ın nîmetlerinin eseri insanın
yüzünde, gözünde ve tüm benliğinde hissedilecektir. Sevinciniz yüzünüzde, gözünüzde,
halinizde ve tavırlarınızda etrafa taşacaktır. Yani onları görenler her
taraflarından bu nîmetlerin sevincinin aktığını hissedecek. Cennette Rabbinizin
sizi hoşnut emek için hazırladığı nîmetlerin eseri her halinizden görünür biçimde
sevindirileceksiniz. Süslenip ziynetlendirilecek, ikram olunacaksınız. Cennet
sizinle özdeş olacak. İçinize, dışınıza sinecek ve tüm zerrelerinizde etkisini
gösterecektir. Allah’ın rahmeti sizi çepeçevre kuşatacak ve Allah’ın nîmetleriyle
iç içe olduğunuzu her an hissedeceksiniz de bütün bunların Rabbinizden geldiği
şuuru içinde Rabbinize karşı sürekli bir hay-ranlık ve şükran duygusu içinde olacaksınız.
Mü’minler
orada razı olacakları bir hayatı yaşayacaklar. Orada onlar için canlarının
çektiği, gözlerinin zevk alıp lezzet duyduğu şeyler vardır. Cennette insanın
zevkine keder verecek, gözünü ve bediî zevkini yok edecek hiçbir şey yoktur.
Cennet nîmetleri içinde insanın burun kıvırma, iştahsızlık veya beğenmeme gibi
herhangi bir şey yoktur. Beğenerek arzu içinde onlardan istifade edeceğiz. Hani
damak zevki mi başka zevkler mi her şey var orada. Ama tabii fıtraten kötü olan
şeyler de istenmeyecektir.
İşte
cennetteki razı olacağımız, hoşnut olacağımız bütün bu nîmetler içinde biz
sevdiğimiz Rabbimizin rızasını, Rabbimizin hoşnutluğunu birlikte
yudumlayacağız. Hem nîmetin kendi güzelliği hem de onu bize sunan Rabbimizin
güzelliği, O’nun bizden bizim de O’ndan razı oluş güzelliğimiz o nîmetlere
kendilerine can atma özelliği kazandıracaktır. Çünkü dünyadayken zaten
mü’minler Allah’tan razı olmuşlardı. Allah’tan ve Allah’tan gelenlerden razı
olmuşlardı. Din adına en güzelini, hayat adına en güzelini, hayat programı ve
sistem adına en güzelini, hukuk, eğitim, kanun, kazanç, eşya, ev tefrişi adına
en güzelini Allah’ınki bilmişler, Allah’ınkinden hoşlanıp razı olmuşlardı. Hayatlarını
hep Allah’a sorarak yaşamışlardı. Allah’ın razı olmadığı, Allah-tan izin almadıkları
şeylerden nefret etmişler, uzak durmuşlardı. Hayat programlarını insanlardan
veya toplumdan almaya, Avrupa’dan, Amerika’dan, İsviçre’den, Fransa’dan almaya
kalkışmamışlardı. Sadece Allah’ınkilerden razı olmuşlar, kulluklarını sadece
Allah’a yapmaya çalışmışlardı. Onlar böylece Allah’tan razı olunca, Allah da onlardan
razı olmuştu. İşte Allah, razı olduğu kullarına razı olacakları bir hayatı
sunuyor.
Yüksek, yüce, ulvî cennetlerdedir o.
Yüksek cennettedirler on-lar. Dereceleri yüksek, ya da kadr-u kıymetleri yüksek
cennettedirler onlar. Bu yükseklikle mekan yüksekliği kastedileceği gibi, derece,
şan, şöhret, mertebe, makam, mevki yüksekliği de kastedilmiş olabilir. Ahkâf
sûresinde bu husus şöyle anlatılır:
“İşlediklerinden ötürü herkesin bir derecesi
vardır. Herkese işlediklerinin karşılığı ödenir. Kendilerine haksızlık yapılmaz.”
(Ahkâf 19)
Ne iyilerin iyilikleri, ne de
kötülerin kötülükleri asla karşılıksız kalmayacaktır. Dünya hayatında
yaptıklarından, işlediklerinden ötürü herkesin amellerine karşılık dereceleri
vardır. Cennette cennetlikler içinde, cehennemde cehennemlikler içinde
dereceler vardır. Cennetin de, cehennemin de dereceleri vardır. Cennetin ve
cennetliklerin dereceleri kademe kademe yukarı doğru yükselirken, cehennemin ve
cehennemliklerin dereceleri de aşağıya doğru derecelenmektedir. Dereceler,
ameller karşılığıdır. Cennetliklerinki mükâfat ve nîmetlerin ar-tırılması
türünde bir derecelendirilme iken, kâfirlerinki de azabın artması türünde bir
derecelendirilmedir.
“Kutûf” Koparılmış
ve toplanmış meyve manasına gelen kıtf kelimesinin çoğuludur. Veya kutûf,
katf’ın çoğuludur. Katf, üzüm salkımı gibi koparılıp toplanan meyve demektir.
Rivayete göre kul, ayak-ta veya oturarak veya yatarak o meyveleri ağzıyla
ağacından alır. Hattâ kişi yattığı yerden bile o meyveleri koparabilecektir.
O cennetin devşirilmeye
hazır meyveleri vardır. Meyveleri hemen devşirilmeye hazırdır. Yani yenileceği
şeyler daha çiçekte değil, çağlada değil, ya da solgun değil, çürük değil. Hani
birisine diyorsu-nuz ki: “Yarın sizin bahçeye kiraz yemeye geliyoruz!” Adam
diyor ki: “Olmaz! Şu anda kirazlar daha olmadı! On gün sonra gelin! Kirazlar
olgunlaşınca gelin!” Ohoo! On gün bekleyeceğiz. Veya “üzümler şimdi koruk, bir
ay sonra gelin” der, değil mi adam? Bir ay bekleyeceğiz, çok uzun iş. Halbuki
cennettekiler öyle değil. Kiraz mı istedin? Hemen. Ayva mı istedin? Hemen.
Cafcaf, cifane, cürsüm mü istedin? Hemen hazır. Ne istersen hemen. Hiç bekleme
yoktur. Tabi hep bildiğimiz şeyler değildir orada bize ikram edilecek olanlar.
Hiç bilmediğimiz, görmediğimiz, tatmadığımız şeyler de ikram edilecektir orada
ve şöyle denilecek:
24. “Onlara
şöyle denir: “Geçmiş günlerde, peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle
yiyiniz içiniz.”
İşte bu
cennet sizin dünyada yapmış olduğunuz amellerinize karşılık, geçmiş
günlerinizde işlediğiniz güzel amellerinize karşılık size sunulmuş bir
cennettir, nîmettir, yiyin afiyetle. Görüyor musunuz Rabbimizin rahmetini? Ne
kadar hoş bir münasebet, ne kadar hoş bir mukabele değil mi? Allah da buyurur
ki: “Ey kullarım! Siz kazandınız bu cenneti! Siz amel işlediniz! Siz çalışıp
çırpındınız! Siz kendiniz dünyada işlediğiniz amellere karşılık kazandınız bu
Cenneti!” Yani kullarının başına kakmıyor Rabbimiz. “Haydi haydi hiçbir şey
yapmadınız! Yatıp yatıp geldiniz de bu Cenneti size Ben veriyorum!” demiyor da,
“siz çalışıp çabaladınız da karşılığında bu Cenneti elde ettiniz!” diyor.
Kur’an’ın pek çok yerinde Rabbimizin bu ifadesini görüyoruz. İşte işlediğiniz
amellere karşılık elde ettiğiniz Cennet, işte amellerinizle kazandığınız Cennet
gibi ifadeleri çokça görüyoruz Kur’an’da. Böylece Rabbimiz bize değer veriyor,
bizi onore ediyor ve bize rahmetiyle muamele ediyor.
“İslâf” karşılığı veresiye olarak
önceden sunup takdim etmektir. Onun için dinen de selef, başka bir deyişle
selem ismi verilen muameleye denir ki, "para peşin, mal veresiye"
olmak üzere yapılan bir alışveriş, daha doğrusu veriş alıştır. Mal bilinir,
müşteri de sağlam olursa, bu durumda parayı peşin veren tüccar için bunda
kazanç daha çok olur. Burada "peşin verdikleriniz" buyurulmakla hem
bu mânâya, hem "Ve Allah'a güzel borç verenler" (Hadîd:18)
mânâsına, hem de büyüğe bir şey takdim etme ve ona hizmet etmedeki büyük istifadeye
işaret buyurulmuştur. Bunlar ise darlık zamanında yapılamaz. Çünkü darda
bulunan kimsenin veresiye veya hediye verecek hali o-lamayacağı gibi, bunu
yapmaya zaman da yoktur. Onun için buyuru-luyor ki geçmiş günlerde, yahut
bugünkü derdin bulunmadığı, durumun uygun, başların sağ ve esenlikte olduğu boş
ve uygun günlerde - ki bu günler, dünyada ölümden veya hastalık ve bela
gelmeden önceki fır-sat günleridir. Bunun da en güzeli gençlik çağıdır- o gün
yüce Allah'ın şöyle buyuracağı rivayet olunmuştur: "Ey dostlarım!
Dünyada size ben çoğu zaman bakardım, benim yolumda dudaklarınız susuzluktan
kurumuş, gözleriniz içine çökmüş, karınlarınız kasıklarınıza geçmiş. Bugün
artık yiyin için, o geçmiş günlerde takdim edip sunduklarınıza karşılık"[1]
İşte bunlar o Hâkka'dan, o dehşetli günden böyle murada ererek kurtulacaklardır.”
O halde
bütün bu âyetler karşısında şunu hiç bir zaman unutmayacağız ki cennete
amellerle girilecektir. Cennet amellerle kazanılacaktır. Amele dönüştürülmemiş
mücerret bir iman, cenneti kazanmaya yetmeyecektir. Ama şunu da ifade edelim
ki, sadece amelle de cennete girilmez. Amelle beraber Rabbimizin rahmeti de
olmalıdır. Rabbimizin rahmeti de O’nun bizden istediği salih amellere koşmamız
ve o amelleri işlerken de O’nun rızasına uygun niyet taşımamızla, ya-ni Allah
için muttakî olmakla, tüm hayatı Allah için yaşamakla mümkün olacaktır.
Rabbimizin razı olacağı bir hayatı yaşamakla mümkün olacaktır. Çünkü Rabbimiz
kitabının her bir bölümünde bizden bunu istemektedir. Kitabının her bir bölümünde
sürekli Rabbimiz “Bana kul olun” diyor. “Benim istediğim şekilde yaşayın, Beni
razı edin” diyor. “Benim size gönderdiğim, Benim razı olduğum hayat programını
yaşayın” diyor. Allah’a, Allah’ın istediği biçimde kulluk yapmadan Allah’ın
bizim adımıza gönderdiği hayat programını uygulamadan, o programdan razı
olmadan, hayatı Allah adına yaşayan muttakî kullar olmadan Allah’ın rahmetine
ermek mümkün değildir. Allah’ın rahmetine lâyık olmadan da cennete ulaşmak mümkün
değildir.
Orada razı
olunacak bir hayat, hoşnut olunacak bir hayat vardır. Burada üzerinde durulması
gerek bir konu var. Toplumsal bir belâ, belây-ı âmm. Allah korusun da
müslümanında da, müslüman geçineninde de, hacısında da, hocasında da, erkeğinde
de, kadınında da, belki biraz daha fazla, materyalistinde de, ateş perestinde
de var olan bir tip belâ bu. Ne o? İstikbal endişesi, yarın endişesi. “Evladımın
istikbali, karımın, kendimin istikbali” diyor adam. “Ya ölürüm, ya ölemem! Ne
olur ne olmaz! Önümüzdeki günlerin ne getireceği hiç belli olmaz! Keşke bir
emekli olsaydım! Keşke geleceğimi garanti altına alabilmek için filan yere,
falan bankaya yatırsaydım! Keşke filan yere bağlasaydım! Oğlum olsaydı, yanında
ölseydim! Kızım olsaydı yanında kalsaydım!” Hepsinin boş ve hikaye olduğunu
âyet çok güzel anlatıyor.
Öyleyse
doğumdan ölüme razı olacak bir hayat programınız olmalı, Rabbimizi razı edecek,
Rabbimizden ve Rabbimizin programından razı olacak bir hayatımız olmalıdır.
İşte en büyük derdimiz bu olmalıdır. Rabbimizden hep bunu istemeliyiz. Ama
maalesef Müslümanların bugün en büyük derdi bu değil. “Ne yapsak ta istikbali garantilesek?
Acaba kızıma piyano dersleri mi aldırsam? Acaba oğluma bilg
Meselâ
Almanya’da bunun çok güzel örnekleri vardır. Adam 28 senedir orada, oğlu da
orada, kızı da orada. Niye gitmiş adam o kâfir diyarlarına? İstikbal
endişesiyle gitmiş. Hem kendisinin hem de çoluk-çocuğunun istikbalini kurtarmak
için gitmiş. Ama ne yazık ki hem kendi istikbalini, hem de çoluk-çocuğunun
istikbalini öldürmüş. Pek çoğu oğlundan, kızından ümidini kesmiş. Oğlu da kızı
da bir Hris-tiyandan farksız hale gelmiş. Ahlâk, namus, din, iffet yok,
tamamiyle ne müslüman ne de Hıristiyan. Ne camiye yaramış, ne de kiliseye.
Böyle cami ile kilise arasında ne yapacağını bilmeyen zavallılar. Güya adam
bunların istikbali için gitmişti oralara. Sırf o Almanya’da olduğu için çoluk-çocuğu
mahvolmuş.
Ya şu anda
bizler de öyle değil miyiz? Adam akşama kadar mı, sabaha kadar mı, öyle bir
çalışma programı içinde ki, güya çoluk-çocuğunun istikbalini düşünerek yapıyor
bunu, ama para kazanacağım, dükkanı ihmal etmeyeceğim diye aynı çocuğu
yalnızlığa bırakıyor, başına gelemiyor, onunla ilgilenemiyor. Niye? Çocuğundan
dolayı çalıştığını iddia ediyor adam. Bir taraftan çoluk-çocuğunun istikbalini
kurtarmak için çalışırken, öbür taraftan onların dinî hayatıyla, eğitimiyle
ilgilenemediği, onları Kur’an ve Sünnetle tanıştıracak zaman bulamadığı için,
ihmali yüzünden onları helâk ettiğinin, öldürdüğünün farkında değil.
Burada çocuk
terbiyesi ile alakalı bir hadis söyleyeyim. Tirmizî Cabir Bin Semure’den çocuk
terbiyesi konusunda Resûlullah Efendimizden şunu nakleder:
“Allah’a yemin ederim ki, bir
adamın çocuğunu terbiye etmesi, kendisi için kilolarca, tonlarca tasadduk et-mesinden
daha hayırlıdır.”
Bizlerse
işin tam tersini uyguluyorduk. Gerçi niçin yaptığımızı bilmeden bir hayat
sürdüğümüz bir gerçek. Yâni biz neden böyle yaşıyoruz, kim dedi de böyle
yapıyoruz, bunu hiç düşünmüyoruz. İnsanlara bakın, çocuklarını daha iyi
eğitmek, onların istikballerini düşünmek, bu dünyada rahat etsinler, cennet
yataklarda yatsınlar diye tüm hayatlarını dükkana, paraya, pula, işe vakfetmek
pahasına neler kaybettiklerini, neler ihmal ettiklerini bir düşünün. Sabah olmadan
işe gi-denler, akşam olunca evlerine dönemeyenler, dönseler de dükkanın
tezgahın işiyle dönmeye, o kafayla, o problemlerle dönmeye çalışanlar, dönünce
koltuklarının altında bir paketle eve gelmeyi babalık sayanlar, ya da ütüsünden
kahvaltısına, toz toprak alımı temizliğinden çamaşır bulaşık yıkamalarına kadar
çocuklarına hizmet adına sadece bu görevleri bilen anneler babalar bir kere
daha düşünsünler.
Eğer
çocuklarının iyi bir terbiye alması, ahlâklarının Kur’an ve sünnet olması
konusunda ciddi bir eylem adamı olurlarsa bilsinler ki bu onlar için tonlarca
tasaddukta bulunmaktan daha hayırlı olacaktır. Daha çok kazanmak, biraz daha
kazanıp fazlaca tasaddukta sadaka vererek hayırda bulunmak isteyenler bir daha
dinlesinler. Bir müslü-manın duasının konusunu söylediler. Adam sürekli şöyle
dua ediyormuş: “Ya Rabbi, beni daha çok zekat veren eyle” şeklindeymiş. Duydunuz
mu böyle bir duayı? Yâni Allah’a dua ediyor, ben daha çok ze-kat vereyim ya
Rabbi diye. Böylece Allah ona çok kırklar verecek, o bir tanesini zekat verecek.
Güya
Allah’tan çok mal istemiyor. 39 u nasıl olsa bana kalacak diye kırkta bir zekat
hesabıyla çok çok zekat vermeyi tahayyül ediyor. Heyhat, hani zekatın dışında
bir infak imkânı da olacaktı. Kırk tane kazanınca bunun bir yarısı, hattâ bazen
tamamı verilmesi gereken ortamlar yaşanacaktı. Öyle değil bey efendinin tavrı.
Ya Rabbi bana çok zekat verme imkânı ver diyor. Oysa böyle çok zekat verme hırsına
kapılan nicelerinin çocuklarını ihmal ettikleri bir gerçektir. Ya Kur’an öğrenmeye
ya da hadis öğretmeye, ya Kur’an öğretmeye ya da hadis öğretmeye gidip
geldiğimiz bir ortamda kuru yemişçilik yapan bir arkadaşın dükkanına
uğramıştım. Allah rahmet etsin vefat etti. Dedim ki hayrola, gecenin bu
saatinde niye halâ buradasın? Dedi ki, biraz daha kazanıp az daha fazla
tasaddukta bulunsak iyi olmaz mı yani? İyi ama aynı hırs, aynı istek, aynı
heyecanla biraz daha iyi Kur’-an sünnet öğrensek amel etsek, müslümanlara
duyursak diye biraz daha Kur’an’a, biraz daha iyi müslüman olsak diye sünnete zaman
ayırsak daha iyi olmaz mı? Yâni bunun yanında o da olsa ne haber dedim.
Söyleyin,
tamam daha çok malı olanlar daha çok tasaddukta bulunsunlar güzel, ama daha çok
malım olsun hırsıyla çabalayan insanların daha çok Kur’an bilgim, daha çok
hadis bilgim, daha çok imanım, daha çok amelim, daha çok İslâm’ım, daha çok
ihsanım olsun da ben daha iyi bir müslüman olayım, Allah’ı daha çok razı ederek
cennette daha çok makamlar ve imkânlar elde edeyim dese ya müslümanlar. Allah’a
yemin ederim ki bir adamın çocuğunu terbiye etmesi…….”
Ne
yapsın adam, kahrolası hanede çoluk çocuk derdi var. Ek-mek parası derdi var.
Bu ekmek nasıl böyle kocaman bir ekmek miş ki bir türlü anlayamadım. İçine
neler neler doldurdular da insanlar hâ-lâ dolmadı mübareğin içi. Tabi tek
katıkla mı? Hattâ o ekmekler bazen katıksız yense daha sağlıklı bir hayat
kaynağı olacak iken, insanlar onun içine her bir çeşidi doldurdular da
doymuyorlar, doyamıyor-lar. İyi de peki ya bu sokağa salıverilen çocukların
eğitimi ne olacak? Onlar yarın bize dert olmayacaklar mı? Onların terbiyesi
konusunda birbirimizi ne zaman uyaracağız? Hâlâ daha çok kazanmak, hâlâ daha
çok tasaddukta bulunmak öyle mi?
Demek ki
sadece dünyada razı olmak değildir mesele. Öbür tarafta da razı olacağımız bir
hayatı yaşamak zorundayız. Değilse Al-lah korusun:
25-29.
“Fakat kitabı kendisine solundan verilen kimse: “Kitabım keşke bana
verilmeseydi, keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim; bu iş keşke son bulmuş
ol-saydı, malım bana fayda vermedi, gücüm de kalmadı” der.”
Amel
defterini solundan alanlar, kitabı solundan tutuşturulanlar var ya, korkunç bir
yıkılış içinde olacaklar. Çünkü artık kitap da ortaya konulmuştur. Dünya hayatındaki
dosyaları, sicilleri ortaya konunca, tıraşları gözlerinin önüne inince
mücrimler alelacele kitaplarına şöyle bir göz atarlar. Kitaplarının
içindekilerden, hesaplarının zorluğundan dolayı korkularından tir tir titremeye
başlarlar. Çünkü o zalimler Rab-blerini tanımamışlar, Rabblerinin hayat programıyla
ilgilenmemişler, hatta kendilerini Rabb bilmişler ve şimdi inkar ettikleri o
Rabb onları bu tavırlarıyla, bu amelleriyle hesaba çekecek.
“Vah bize!
Eyvah bize! Eyvah bana! Yazıklar olsun bana! Keşke bu kitabım bana
verilmeseydi! Keşke hesabıma muttali olmasaydım! Keşke bu kitabımla benim
aramda yıllarca mesafe olsaydı da onları görmemiş olsaydım! Bu kitap nasıl bir
kitapmış ki, ne büyük gü-nahlarımı koymuş ne küçüklerini, hepsini sayıp tespit
etmiş! Ne gizlide işlediklerimi koymuş, ne açıkta işlediklerimi koymuş, hepsini
yazmış! Halbuki ben şunları şunları hiç kimsenin göremeyeceği ıssız bir ormanda
işlemiştim! Şunları şunları önemsiz zannetmiştim! Ne büyük koymuş, ne küçük
koymuş, ne gizli demiş, ne aşikâr demiş hepsini tespit etmiş” derler. Halbuki
dünya hayatında zalimlerin haberleri yoktu hiçbir şeyden. Haram-helâl
aramamışlardı hayatlarında. Zulmetmişler, haksızlık etmişler, inkar etmişler,
duymazdan gelmişler, müs-tekbirce davranmışlardı. Ne yapmışlarsa tüm amellerini
karşılarında buluyorlar. Amellerinden dolayı değerlendirilecekler şimdi.
Hani
dünyadayken bu zalimler amellerimizden dolayı bizi değerlendirmeye
çalışmıyorlar mıydı? Dosyalıyorlardı ya mü'minleri. Şimdi de onların dosyaları
alabildiğine kabarıktır. Zulmettikleri insan sayısınca dosyaları kabarık olacak.
Kimileri bir milyona zulmetmişse bir milyonluk bir dosya, beş milyona
zulmedenlerin dosyaları beş milyonluk, tüm yeryüzü insanlığına zulmedenlerin
dosyaları da o kadar kabarık. Dünyada Müslümanları dosyalamaya çalışan, Müslümanlara
dosyalar hazırlayanlara orada dosyalar hazırlanmıştır. Dosyalar birer birer
açılacaktır. Zulmettikleri insanların dosyaları, haklarını yedikleri insanların
dosyaları, bombaladıkları insanların, aç bıraktıkları, sömürdükleri insanların
dosyaları birer birer açılmaya başlamıştır. İşte bu dosyalar açıldıkça alçaklar
kahrolacaklar ve diyecekler ki, “keşke bu dosyalara muttali olmasaydık.”
“Keşke
bu iş son bulmuş olsaydı. Çünkü malım-mülküm de bana fayda vermedi. Gücüm-kuvvetim
de kalmadı.” Mülküm, salta-natım,
gücüm, kudretim, soyum ve makamım, bunarın hepsi benden alındı. Şimdi yanımda
ne ordu var, ne de emirlerimi yerine getiren memurlarım. Elimde beni savunmaya
yarayacak hiçbir delilim, hüccetim kalmadı. Şimdi ne yardımcım var, ne güven
verenim; ne dostum var, ne destekleyenim.
“Keşke bu
bir son olsaydı. Keşke ölümümüz bir son olsaydı, keşke unutulup gitseydik de
dirilip bu hesap-kitapla karşı karşıya gel-meseydik. Ya da keşke şu anda bir
ölümle karşılaşsaydık ta bu hesabın sonundan kurtulsaydık” diyecekler. Ah! Ölüm
nerdesin? Ne olur gel de bizi bu durumdan kurtar, diyecekler. Ölümü
çağıracaklar, ölüme dâvetiye çıkaracaklar, ölümü temenni edecekler ama ölemeyecekler.
Ölümün acısını her yandan hissedecekler ama ölemeyecekler. Hep ölümü yaşayacaklar
ama bir türlü ölmeyecekler.
Evet, aslında böyle bir bedbahta
göre ölümden daha kötü bir şey olmadığı halde onu temenni eder. Çünkü o bu
durumu, tatmış olduğu ölümden daha kötü ve acı görür. Böyle bir insan için dünyada
en sevmediği şey ölüm olduğu halde ahirette ölüp bir daha dirilmemeyi
isteyecektir. Fakat bu da mümkün olamayacaktır.”
Dikkat
ediyor musunuz, zalimler ölüm istiyorlar. İstedikleri şey yok olmak, helâk olup
gitmek. Kendilerini bir an olsun içine gömüldükleri bu dayanılmaz azaptan, bu perişanlıktan
kurtaracak bir ölüm istiyorlar. Ölümle bu durumdan kurtulmak istiyorlar. Kendilerine
Kur’-an’ın başka yerlerinde anlatıldığına göre denilecek ki: “Hayır hayır! Siz
böyle kalacaksınız! Siz cehennemde kalacaksınız! Siz azabın için-de
unutulacaksınız! Ölümle kurtuluş yok! Sizin için ölmek yoktur artık! Ölümü
temenni ettiren bir azabın içinde ebediyen kalacak ve unutulacaksınız! Sizin
için sizi bu azaptan kurtaracak ölüm yoktur. Sonsuza dek ölümü temenni
ettirecek bu azabın içinde kalacaksınız. Çünkü sizler dünyadayken bunu
istediniz! Biz kitabımızı solumuzdan alacağız, biz cehenneme gitmek istiyoruz,
biz cehennem istiyoruz diye bir hayat yaşadınız. Halbuki dünyada size hak
gelmişti. Size Allah’ın âyetleri gelmişti. Allah sizi bundan haberdar etmişti.
Size Allah’ın elçileri, Allah’ın uyarıları gelmişti. Size kitap gelmişti, peygamberler
gelmişti. Siz haktan haberdar edilmiştiniz, ama siz bu hakkı sevmiyordunuz. Siz
Allah’tan gelen Hakka burun kıvırıyor, İslam’ı beğenmiyordunuz. Siz Allah’ın
istediği hayatı değil keyfinize göre bir hayat yaşamayı yeğliyordunuz.
30-33.
“İlgililere şöyle buyurulur: “Onu alın, bağlayın. Sonra cehenneme yaslayın.
Sonra onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun
Çünkü o, yüce Allah’a inan-mazdı.”
Suçlu onunla, hareket edemeyecek şekilde sarılır. Abdullah
b. Amr b. el-Ass, bu zincirin uzunluğu hakkında Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: “Rasûlullah (s.a.v.) kafa tası gibi bir şe-ye işaret ederek
şöyle buyurdu: “Şayet bunun gibi bir parça, beş yüz yıllık mesafede bulunan
gök yüzünden yere gönderilecek olsa gece olmadan buraya ulaşır. Fakat bu (cehenneme
asılan) zincirin başından aşağıya doğru atılacak olsa onun dibine varmadan
önce gündüz, kırk yıl aşağıya doğru inmeye devam eder.” (Tirmizi, Cehennem: 6; Ahmed b.
Hanbel, Müsned: 2/197)
Çünkü o, azîm
olan Allah’a inanmıyordu. Allah’a, Allah’ın istediği biçimde iman etmiyordu. Bilelim
ki Allah’a iman, Allah’ın istediği biçimde bir imandır. Allah’a iman, Allah
Kur’an’da kendini nasıl tarif ettiyse öylece bir imandır. Allah kitabında kendisini
hangi sıfatlarla muttasıf olarak tanıtmışsa, o sıfatların sahibi, hangi
sıfatlardan münezzeh olarak anlatmışsa o sıfatlardan münezzeh olarak imandır.
Kur’an’da kendisini bize tanıtan Allah, dünya işini bilmeyen, dünya işine
karışmayan, hukuku bilmeyen, eğitimden anlamayan, ekonomiden habersiz olan,
kullarının siyasal yapılanmalarını, hayat programlarını bilmeyen, dünyayı
yaratıp kendi köşesine çekilen ve “ne haliniz varsa görün, nasıl bilirseniz
öylece yaşayın” diyen bir Allah değildir.
Veya hayatın bazı bölümlerine
karışan ama öteki bölümlerinde yetkilerini birilerine devreden bir Allah
değildir. İbadet konularında kendini söz sahibi ilân edip muamelat konularında,
hayatın öteki alanlarında başka tanrıların egemenliğini yasallaştıran bir Allah
değildir. Yeryüzünde kullarının hukukunu bilmeyip, hukukla ilgilenmeyip bu
yetkiyi bir kısım hukuk tanrılarına devreden, ekonominin prensiplerinden
anlamayan ve ekonomiyi bir kısım yeryüzü ekonomi tanrılarına devreden bir Allah
değildir. Yeryüzünün idaresini bilmeyen ve kullarının hayat programlarını,
sosyal ve ekonomik yasalarını belirleme konusunda bir kısım siyasal yeryüzü
tanrılarına yetki veren bir Allah değildir. Hayatımızın bazı bölümlerinde
başkalarına da kulluk etmemize, başkalarının yasalarını da uygulamamıza ses çıkarmayan
uyuşuk bir Allah değildir. Hatta kullarının kendisinden başkalarını dinlemeleri,
kendisinden başkalarına itaat etmeleri konusunda onları soğanın dişisinden bile
kıskanan bir Allah vardır Kur’an’da. İşte böyle bir Allah’a inanacağız ki
mü’min olacağız. İşte o, böyle bir Allah’a da inanmamıştı.
34. “Yoksulun yiyeceği ile ilgilenmezdi.”
Fakirin
yemeğini ona yedirmezdi o. Miskinin
bizzat kendisine ait olanı kendisine vermeye teşvik etmezdi. Yani o
yemek zaten o miskinin hakkı iken, onun kendi hakkını ona vermezdi. Onun hakkını
ona yedirmezdi. Halbuki o yedireceği yemek onun kendisinin değil, bizzat o
miskinindi. Ona yemeğini yedirecek ve yedirirken de: “Al kardeşim! Bu benim
değil senindir! Ben şu anda sana benim olan, bana ait olan bir şeyi değil,
senin kendinin olan bir şeyi veriyorum. Bu senin hakkındır. Bu benim malımın
içinde sana verilmek üzere Allah’ın hakkıdır. Allah bunu sana verilmek üzere
vermiştir. Al hakkını da, beni bu sorumluluktan kurtar” demek zorundaydı. Ama
öyle yapmadı. Ne kendisi o miskinlerin hakkını onlara verdi, ne de başkalarını
bu konuda teşvik etti. Tabi kendi elinde olanları Allah’ın fakir kullarına yedirmeye
yanaşmayan birisinin başkalarını bu konuda teşvik etmesi de düşünülemeyecektir.
Böyle Allah’a inanmayanlar yoksulların, fakirlerin doyurulması konusunu başkalarına
da hatırlatarak hayırlı bir işe sebep olamazlar. Yani Allah’a inanmayan
birisinin, Allah’la arası iyi olmayan, Allah’la iyi bir ilişki içinde olmayan
birisinin kullarla iyi ilişkiler içinde olması zaten mümkün değildir. Allah’a
iman etmeyerek O’nun hakkına riâyet etmeyen birisi elbette kulların hukukuna da
riâyet etmeyecektir.
Dikkat ederseniz Rabbimiz; “yedirmiyordu” yerine “teşvik
etmi-ordu” buyurdu ki, teşvik etmeyenin durumu böyle olunca, iyilik etmeyen ve
sadaka vermeyenin durumunun ne olacağına dikkat çeksin.
35. “Bu
sebeple burada bugün onun bir acıyanı yoktur.”
O gün orada onun için bir hamim
de yoktur. Yani o gün ona açılacak sıcak bir kucak yoktur. Kimse ona sıcak bir
kucak açamayacak, onunla ilgilenen, halini-hatırını soran kimsesi olmayacaktır.
“Yahu ne âlemdesin? Başında bir sıkıntı mı var? Bir derdin mi var? Sana karşı
yapabileceğimiz bir şey var mı?” diye ona sıcak bir kucak açacak kimsesi yoktur
onun. Ne sözü dinlenecek, ne konuşmasına izin verilecek, ne de sözü dinlenecek
bir şefaatçisi olacak onun. Tüm dostları, tüm arkadaşları kendi dertlerine
düşmüşler, kimse onun halini, hatırını soramayacaktır.
Bugün onların artık
konuşmayacakları, konuşamayacakları bir gündür. Kendilerine izin verilmez ki
konuşup özür beyan etsinler. Ağızlarını açmalarına müsaade edilmez ki artık
dünyada işledikleri suçlar konusunda özür dileyebilsinler. Peki hiç mi konuşamayacaklar?
Hiçbir şey söyleyemeyecekler mi? O anlamda mı bu ifade? Anlıyoruz ki yani böyle
ciddiye alınacak, değerlendirilecek bir konuşmadan yana olunmayacak onlar için.
İtiraz edemeyecekler, özür beyan edemeyecekler.
36-37.
“Günahkarların yiyeceği olan kanlı irinden başka bir yiyeceği de yoktur.”
Günahkarların yiyeceği kanla
karışık irindir.
38-40
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki Kur’an şerefli
bir elçinin getirdiği söz-dür.”
Kerîm olan
bir elçinin sözüdür bu Kur’an. Sizin için hayat programı olan bu kitap, kerîm
olan Allah’ın sözüdür. Gördüğünüz, görmediğiniz, bildiğiniz bilmediğiniz şeyler
üzerine yemin olsun ki bu kitap vahiy yoluyla, Cebrâil aracılığıyla size
indirilmiş Allah kelâmıdır. Rab-bimiz yeminlerle, te’kitlerle bu kitabın
kendisinden olduğunu anlatıyor. “İnne” bir tekit, “lâm” da ikinci tekittir.
Yemin üstüne yeminle, te’kid üs-tüne te’kidle diyor ki Rabbimiz: “Bu kitap
gökyüzünün emini vasıtasıyla yeryüzünün eminine Benim tarafımdan indirilmiş bir
kitaptır.”
41-43. “O,
şair sözü değildir; ne az inanıyorsunuz! Kahin sözü de değildir; ne az
düşünüyorsunuz! Kur’an, âlemlerin Rabbinden indirilmedir.”
“Bu kitap bir şair sözü, bir
kâhin sözü değildir. Ne kadar da az inanıyorsunuz? Ne kadar da az düşünüyorsunuz?”
diyor Rabbimiz. Mekke müşrikleri kendilerine böyle reddedilemeyecek bir
berraklıkta Allah’ın kitabı gelince, “bu bir şair sözüdür, bu bir insan
sözüdür, bu bir kâhin sözüdür, sihirdir, büyüdür” dediler. “Biz bunu inkâr
ediyoruz” dediler. Aslında inkâr edecekler de hainler, ama böyle inkârlarına
bir haklılık kazandırabilmek için bu bir şair sözü, bir insan sözü olduğu için
inkâr ediyoruz diyorlar. Halbuki daha önce ve o anda çevrelerinde yığınlarla
şair, yığınlarla kâhin ve sihirbaz görüyorlardı. Şimdiye kadar acaba hangi
şair, hangi kâhin, hangi sihirbaz o elçinin söylediklerini söyleyebilmişti?
Hangi sihirbaz o peygamberin meydana getirdiği te-siri meydana getirmişti?
Hangi insan bunun bir benzerini söyleyebilmişti? Hangi sihirbazın sihri gönüllerde
bu kadar yer etmişti? Hangi sihirbaz toplumda böylesine bir inkılâbı
gerçekleştirebilmişti? Aslında onlar da biliyorlar ki bu bir sihir değil ama
reddedişlerini haklı çıkarabilmek için öyle diyorlardı.
Kur’an’ın
değişik yerlerinde Rabbimizin tüm insanlığı bu kitabın bir benzerini meydana
getirmeye dâvet ettiğini görüyoruz. “Eğer ciddiyseniz, Allah’ın berisinde,
Allah’tan başka ne kadar şâhidiniz, ne kadar şühedanız, ne kadar yardımcınız
varsa, yani inandığı dâvâya canını verecek kadar bağlı ne kadar şehidiniz,
şâhidiniz varsa onların hepsini de toplayın! Allah’tan başka güvendiğiniz ne
kadar yardımcınız, ne kadar putlarınız, ne kadar edipleriniz, şairleriniz,
bilginleriniz, filozoflarınız, müdürleriniz, genel müdürleriniz varsa, veya
size baş olacak, ayak olabilecek ne kadar yardımcınız, yardakçınız varsa hepsini
çağırın da haydi örnek bir sûre getirin bakalım.”
“Bu kitap
bir şair sözüdür, bir kahin sözüdür diyorsanız veya bu kitabı Peygamber
uyduruyor diyorsanız, bir insanın kendi başına, kendiliğinden yapabildiği bir
şeyi diğer insanlardan, milyarlarca insan içinden herhalde bunu yapabilen bir
insan daha çıkacaktır elbette. Öyleyse haydi bakalım birilerini çağırın da
bunun bir benzerini getirin!” diyor Rabbimiz. Tarih içinde buna teşebbüs
edenler olmuş, ama bugüne kadar kimse muvaffak olamamıştır.
O halde ey
insanlar! Böyle kerîm olan bir meleğin peygambere getirdiği vahiyden nasıl
şüphelenebilirsiniz? Nasıl oluyor da az evvelki badirelerden sizi atlatacak,
sizi cehennemden kurtarıp, umduğunuz cennete ulaştıracak olan bu kitaba karşı
böyle kayıtsız kalırsınız? Çünkü bu kitap âlemlerin Rabbi olan Allah’tan
indirilmiştir.
44-47.
“Eğer Muhammed, Bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle
yakalar, sonra onun şah damarını koparırdık.
Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.”
“Eğer
Muhammed bize karşı bir yalan uydursaydı, bizim kendisine indirdiğimiz bu
Kur’an’a kendisinden bazı sözler katsaydı, böyle bir yamukluğun içine girseydi,
o zaman biz onu kuvvetle yakalar, onun şah damarını koparırdık” buyuruyor
Rabbimiz. Kur’an’ın başka yerlerinde de görüyoruz ki, bu konuda peygamber bile
olsa gözünün yaşına bakılmaz. Kur’an’ın başka bir yerinde de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Eğer sen böyle bir şey yapmış olsaydın senin dilini koparır, şah damarını
keserdik.” Allah’ın yeryüzünde en sevgili kulu peygamber bile olsa bunu yapan,
gözünün yaşına bakılmaz.
“Yoksa
onlar, o müşrikler peygamberin yalan uydurduğunu mu iddia ediyorlar? Yoksa
kendi uydurduğu bu sözleri Allah’a izafe ederek O’na karşı yalan uydurdu mu
diyorlar? Yani onlar Allah hiçbir şey indirmemiştir, Allah zaten bir şey
indirmez, Allah hayata karışmaz, Allah bizim hayatımıza karışmaz, bize vahiy
gönderip bizden bir şeyler istemez. Allah bu dünyayı yaratmış, bizleri yaratmış
ve sonra da bizi kendi halimize bırakmıştır. Bildiğiniz gibi keyfinize göre
yaşayın” demiştir. Hal böyleyken, Allah bize bir şey indirmemişken, “ey Muhammed!
Bunu sen kendin uyduruyor ve utanmadan bir de bunları bana Allah vahyediyor
diyerek, kendi yalanlarını Allah’a izafe etmeye kalkarak, Allah’a iftira
ediyorsun mu diyor bu adamlar? Seni yalancılıkla ve Allah’a iftira etmekle mi
suçluyorlar?”
“Peygamberim! Eğer gerçekten bu
kâfirlerin iddia ettikleri gibi sen böyle bir konuda Allah’a yalan iftirada bulunmuş
olsaydın mutlaka senin o kalbini mühürler, dilini koparır, beynini damgalar ve
bu Kur’-an’ı sana unuttururduk. Onu senin kalbinden söküp alırdık. Senin va-hiy
kaynağını kesip kuruturduk.” Tehdidi görüyor musunuz? Peki kime yapılıyordu bu
tehdit? Allah’ın yeryüzünde en çok sevdiği kuluna ve peygamberine değil mi?
Öyleyse Allah’a yalan uyduranların vay haline! Allah demediği halde Allah böyle
diyor demek sûretiyle, ya da dediklerini demedi biçiminde gizlemek sûretiyle
Allah’a yalan iftirada bulunanların vay haline!
Eğer peygamber böyle bir şeye teşebbüs
etseydi sizden hiçbiriniz de onu koruyamazdı. Hiçbiriniz onu Allah’ın
cezasından koruyup kurtaramazdınız. Bakın Ahkâf sûresinde de bizzat peygamberin
dilinden konunun şöyle ortaya konulduğunu görüyoruz:
“Onu
Muhammed uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer onu ben uydurdumsa, beni Allah’a
karşı hiçbir şekilde savunmazsınız.”
(Ahkâf 8)
Bakın
Rabbimiz peygamberine diyor ki: “Peygamberim sen onlara de ki: Eğer sizin iddia
ettiğiniz gibi bunu ben kendimden uydur-muş ve Allah’a izafe etmiş olsaydım,
Rabbime yalan iftirada bulunmuş olsaydım, Allah bunun cezasını bana dünyada
hemen verirdi ve sizler de asla Rabbimin bana vereceği o cezanın önüne geçemezdiniz.
Rabbimin cezasından hiçbiriniz beni kurtaramazdınız. Öyleyse ben bunu bile
bile, Rabbimin gücünü, kudretini tanıdığım halde nasıl olur da böyle bir şeyi
yapabilirim? Üstelik bu Kur’an’ın benim sözüm olmadığını, olamayacağını sizler
pek âlâ bilmektesiniz.” Bu kitap:
48-49.
“Doğrusu Kur’an Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür. İçinizde
yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.”
Bu kitabın tezkira oluşu sûrenin
önceki âyetlerinde de geçmişti. “Onu muttakîler, kitapla yol bulmak isteyen, yollarını
kitaba sorarak yürümek, hayatlarını Allah’ın kitabında tarif buyurduğu gibi
yaşamak isteyenler için bir harita, bir pusula, bir kılavuz, bir mihmandar
kıldık,” diyor Rabbimiz. Ama buna rağmen içinizde onu yalanlayan, onu yok farz
eden, haritayı eline almadan, pusulaya müracaat etmeden, yol bilene sormadan,
mihmandarın elinden tutmadan yol bulmaya çalışanların da varlığını bilmekteyiz,
diyor Allah.
50.
“Doğrusu Kur’an, inkarcılar için bir üzüntüdür.”
Bu kitaba inanmayanlar,
bu kitabı yalanlayanlar, bu kitaba ge-reken değeri vermeyenler, bu kitabı yok
farz ederek bir hayat yaşayanlar, hayat programlarını bu kitaba sormayanlar
için yarın çok büyük bir hasret, çok büyük bir üzüntü kaynağı olacaktır bu kitap.
Bu kitaptan habersiz bir hayat yaşadıkları için dünyalarını da, âhiretlerini de
mahvedenler, hayatlarını, düşüncelerini kitapsızlığa bina edenler, bu kitapla
tanışmadıkları için âhiretteki hesap-kitaptan habersiz olanlar, Allah’la karşı
karşıya gelmeyi ummayanlar, Allah’a kavuşup O’nun sorgulamasıyla karşı karşıya
geleceklerine inanmayanlar, dünya hayatına razı olanlar, dünyayı tatminkar
bulanlar, dünyanın ötesindeki bir hayatın varlığına inanmayıp özlemini duymayanlar,
varsa da yoksa da yaşadığımız şu hayat vardır, burada kâm almaya bakalım
diyenler, yaşadıkları hayatlarında âhiret inancının kokusu bile olmayanlar işte
hüsrana mahkum olanlar bunlardır. İşte eli boşa çıkanlar, kaybedenler
bunlardır. Hasret çekenler bunlardır. “Eyvah! Vah! Tuh! Yazıklar olsun bize!
Yuh olsun bize! Vah orada yaptıklarımıza! Yazıklar olsun bizim anlayışlarımıza!
Yazıklar olsun bizim hesabımıza! Eyvah yaptıklarımıza! Eyvah yapmamamız
gerekirken yaptıklarımıza! Eyvah yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza!” diyerek
dövünecek, kaybettikleri fırsatlarından ötürü hasret çekecekler.
Dünya ile
aldanmışlardır bunlar. Onu kendilerinin sandılar, aldandılar. Onu ebedî
zannettiler, aldandılar. Sanki dünyayı hiç bitmeyecek, tükenmeyecek zannettiler,
aldandılar. Dünyanın içindekilere meylederek aldandılar. Dünyanın konumu onları
aldattı. Kuralları gereği bu dünyada Allah dokunmuyordu onlara. Dünyada imtihan
ge-reği içki içene de, namaz kılana da, zina edene de Allah dokunmuyor-du.
Kendisine kendisinin istediği gibi iman edip yaşayanlara da, dünyanın
yönetimine Allah’ı karıştırmayanlara da dokunmuyordu. Kitaba iman edene de, onu
yalanlayana da, Allah’a kulluk yapana da, âdetlerin, çevrenin, modanın, şeytanın,
tâğutların, nefislerinin kulu-kölesi olanlara da dokunmuyordu. İşte bu durum
onların aldanmalarına sebep oluyordu. Diyorlardı ki: “Bizler şu anda Allah’la
çatışma içinde bir hayat yaşıyoruz. Her gün O’nu da, dinini de, elçilerini de
inkâr ettiğimiz, O’na isyanlarımızı sürdürdüğümüz halde bizden intikam alan
filan yoktur. Hani gök kubbeyi başımızın üstüne yıkan filan yoktur. Ve-ya
havamızı, suyumuzu, güneşimizi, oksijenimizi filan kesen yoktur. Öyleyse bu
peygamberin ve onun yolunun yolcusu olan Müslümanların dediklerinin tamamı
boştur. Allah filan yoktur. Bu dünyada yaptıklarımızdan dolayı kendisine hesap
ödeyeceğimiz bir makam da yoktur. Eğer öyle olmasaydı, şu ana kadar bizim
cezalandırılmamız gerekecekti” diyorlar.
İmtihan gereği işledikleri
günahlar yüzünden dünyada Allah’ı atlattıklarını zannediyorlardı. Ama orada
eyvah diyecekler. “Keşke ya-lanlamasaydım Allah’ın kitabını! Keşke yok farz
etmeseydim Allah’ın hayat programını! Keşke kitaba uygun yaşasaydım! Keşke
yaşamasaydım böyle kitapsız bir hayatı. Niye ben böyle şuursuzca bir hayat yaşamışım?
Kitap varken, ona ulaşma imkânım varken, Resul varken, örnek varken niye ben
başka başka hayat yaşamışım!” diyecek ve hasretlerin en büyüğünü duyacaklar.
51-52. “O,
şüphesiz kesin gerçektir. Öyleyse ey insan!
Çok büyük olan Rabbinin adını tesbih et!”
Muhakkak ki bu kitap çok kesin
bir gerçektir. Öyleyse ey insan, azîm olan Rabbinin adını tesbih et. Azîm olan
Rabbini yücelt! En yüce olarak O’nu an! Rabbinin ismini ta’zim et! Azîm olan
Rabbinin ismini tesbih et, yücelt! Büyükle! Azîm olan Rabbini tam ve mükemmel
kabul et! O’nun kendi sıfatlarıyla kabul et! Yani Allah kitabında kendini nasıl
anlattıysa, hangi isimlerle müsemma, hangi sıfatlarla muttasıf olarak
bildirdiyse o şekilde kabullenip inan! Allah’a ait olan bu sıfatları Allah’tan
başkalarına vermeyerek Rabbini tesbih et!
İşte Allah’ı böylece kabullenmek
tesbihtir. “Ya Rabbi, seni sıfatların konusunda tam ve mükemmel kabul ediyoruz.
Sana ait olan sıfatları asla başkalarına vermeyiz. Senin sıfatlarını parçalamayız.
Senin sıfatlarından bazılarını senden başkalarına dağıtarak sana şirk koşmayız.
Ya Rabbi, üstünlük sendedir. Güç-kuvvet sendedir. Ceberut, azamet sendedir.
Kulluk, itaat, ibadet sanadır. Senden başkalarını dinlemeyiz. Senden
başkalarına ibadet ve itaat etmeyiz” demektir tesbih.