Yirmisekiz ayet olup,
Mekkî'dir.[1]
"Gerçekten, Biz,
Nuh'u kavmine gönderdik. "Kendilerine elem verici bir azab gelmezden
evvel, kavmini uyar" diye. Dedi ki: Ey kavmim, muhakkak ki ben, sizi,
apaçık uyaran bir peygamberim. Allah'a kulluk edin, O'ndan
korkun, bana da itaat
edin diye. Ta ki, (Allah), sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın, sizi,
mukadder bir müddete kadar bekletsin. Şüphe yok ki Allah'ın (tayin ettiği)
müddet gelince, o, geri bırakılmaz. Eğer bilseydiniz" (Nûh, 1-4).
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Gerçekten Biz, Nuh'u kavmine gönderdik. "... kavmini korkut..."
diye" ayetinde yer alan jiîî üî fiili ile ilgili olarak şu iki izah
yapılabilir:
1) Bunun
aslı, 'dir. Dolayısıyla bu demektir ki, burada hazf ve îsâl yapılmıştır. Buna
göre mana,"Biz Nuh'a, "inzar et.." demek suretiyle, onu,
peygamber olarak gönderdik..." şeklinde olur ki, bu da, "Biz o Nuh'u,
ona inzar etmesini emrederek, peygamber olarak gönderdik" demektir.
2) Zeccâc, buradaki 'in müfessire olduğunu ve kelamın takdirinin de,
"Biz, Nuh'u, kavmine, peygamber olarak gönderdik. Yani, "Ey NÛh,
kavmini inzar et..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Ibn Mesud da, bu
ifadenin başında fiilinin mukadder
olduğunu belirterek, başına d* getirmeksizin, şeklinde okumuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kendilerine elem verici bir azab gelmezden evvel..."
buyurmuştur. Mukâtil, buradaki etim azab ile, Allah'ın, Nûh (a.s)'un kavminin
Tufan ile boğulmasını kasdettiğini söylemiştir.
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Nûh (a.s)'a bunu emredince, o da bu emre uyarak " Deki ki, Ey kavmim,
muhakkak ki ben, sizi, apaçık korkutan bir peygamberim..." demiştir. Daha
sonra da, sözüne devamla, "Allah'a kulluk edin, O'ndan korkun, bana da
itaat edin... Ta ki, (Allah), sizin günahlarınızdan birhsmını bağışlasın, sizi
mukadder bir müddete kadar bekletsin. Şüphe yok ki Allah'ın (tayin ettiği)
müddet gelince, o, geri bırakılmaz... Eğer bilseydiniz.." demiştir. Bu
ifadedeki hakkında da, biraz Önce izahta bulunduğumuz fiili için yapılan iki
izah geçerlidir.[2]
Daha sonra Nuh (a.s)
kavmine üç şeyi emretmiştir: Allah'a ibadet etmelerini, O'ndan korkmalarını ve
O'na itaat etmelerini. Dolayısıyla, ibadet emri, kalbî ve uzvî tüm vacib ve
mendub olan amellerin hepsini içine alır. Takva emri de, haramlardan ve
mekruhlardan sakınmayı içine alır."ve bana itaat edin..." cümlesi de,
Cenâb-ı Hakk'a itaati ve emrediten-nehyedilen ne varsa her şeyi içine alır. Bu
üçüncü şık, her ne kadar Allah'a ibadet etme ve O'ndan korkma emrini içinde
mütalaa edilebilse bile, ancak ne var ki, Cenâb-ı Hak bu emri iyice tekid etmek
için, onu, müstakil olarak zikretmiştir.
Allah Teâlâ, Nûh
(a.s)'un kavmini bu üç şeyle mükellef tutunca, bu üç şeye mukabil onlara iki
şeyi vadetmiştir:
a) Ahireî zararlarını
onlardan kaldırması ki bu,
"Ta ki, (Allah) sizin günahlarınızdan bir kısmını
bağışlasın..." buyruğundan anlaşılmaktadır.
b)
İmkan nisbetinde, onlardan dünyevi zararları
gidermesi. Bu da, onların Ömürlerini, mümkün olan en uzun bir biçimde uzatmak
suretiyle yapılan bir va'ddir.[3]
Burada şöyle birkaç
soru sorulabilir:[4]
Birinci Soru:Cenâb-ı
Hakk'ın, ifâdesindeki 'in yer almasının faydası nedir? Buna birkaç yönden cevap
verilebilir:
a) Buradaki
j* zâid olup, ayetin takdiri,
şeklindedir.
b)
"Günahların bağışlanması" onunla muaheze olunmama anlamına gelir.
Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, demiş olsaydı, bunun manası, "O sizi,
günahlarınızın tümünden muaheze etmez.." şeklinde olurdu. "Günahların
tümü ile muaheze etmeme" işi ise, bu bütünün içinde yer alan herhangi bir
günah yüzünden muaheze etmemeyi gerektirmez. Dolayısıyla da Cenâb-ı Hak,
"Ben seni günahların tümü ile muaheze etmeyeceğim. Ne var ki seni, sadece
şu bir günah ile muaheze edebilirim..." diyebilir. Ama, Cenâb-ı Hak,
buyurunca, bunun
anlamı, "Cenâb-ı
Hâk, günahlarınızın tamamını bağışlar..." şeklinde olmuş otur. Ki, bu da,
günahların tümüyle muaheze edilmemeyi gerektirdiği gibi, o bütünü teşkil eden
tek başına herhangi bir günah ile de muaheze edilmemeyi gerektirir.
c) Cenâb-ı
Hakk'ın, ifâdesindeki farzedelim ki, ba'ziyyet edatıdır; ne var ki, iman eden
herkes için bu bağışlanma haktır. Çünkü, imandan dolayı, daha evvel yapmış
olduğu günahların bağışlanmış olması gerekir. Ama, imanından sonrakilere
gelince, bu sebeple o, bağışlanmış olmaz.. Dolayısıyla, bu manaya göre buradaki
'in, ba'ziyyet min'i olması gerektiği sabit olmuş olur.[5]
İkinci Soru: Eceli
tehir etmenin imkansız olduğunu haber verdiği halde, daha nasıl, "Sizi,
mukadder bir müddete kadar bekletsin..." buyurmuştur? Bu, bir
çelişkidir.
Cevap: Allah
Teâlâ, mesela, Nûh (a.s)'un kavminin, iman etmeleri halinde, onları bin yıl
yaşatacağına; küfürleri üzere kalmaları halinde ise, dokuzyüzüncü senenin
başında helak edeceğine dair hükmetmiştir. İşte bundan dolayı onlara,
"İman edin ki, O da sizi, muayyen bir zamana, yani Kendisinin tayin ettiği
ve ömrünüz hususunda en uzun süre kıldığı o vakte ertelesin ki, bu vakit de,
bin yılın tamamlanmasıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu uzun sürenin bitmesi
halinde, onların mutlaka öleceklerini haber vermiştir.[6]
Üçüncü
Soru: Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bilseydiniz.." demesinin hikmeti
nedir?
Cevap: Bu
ifadenin gayesi, dünyayı sevmekten, onun için helak olmaktan ve onu sevmek
sebebiyle dinden yüz çevirmeden alıkoymak, men etmektir. Bu da, onların dünyayı
sevme ve onun peşinde koşmaya dalışlarının ölüm hususunda bile şüphe edecek bir
dereceye vardığına delalet etmektedir
"Dedi ki:
"Ya Rabbi, ben kavmimi gece-gündüz davet ettim, fakat benim davetim
kaçmadan başka hiç bir şeyi artırmadı" (Nûh, 5-6).[7]
Bil ki bu, bütün
hadiselerin, Allah'ın kaza ve kaderi ile meydana geldiğine delalet eden
ayetlerden biridir. Bu böyledir. Çünkü biz, aynı mecliste, aynı ifadelerle o
peygamberin davetini duyan iki insan görüyoruz. Böylece bu konuşulanlar bu İki
kişiden birisinin hidayete, hakka yönelmeye, iman arzusuna; ikinci kişinin de
isyanının,
kibrinin ve nefretinin
had noktaya varıp dayanmasına sebep oluyor. Birisi, "bu nefret ve arzu
kişinin iradesiyle meydana gelmiştir" diyemez. Çünkü bu, elle
tutulur-gözle görülür bir konuda işi yokuşa sürmedir. Zira nefret eden,
kalbini, o nefrete; rağbet eden de kalbini o rağbete mecburmuş gibi hisseder.
Bu nefret tahakkuk edince, akabinde isyanın, hakdan ve hakikatten yüz
çevirmenin tahakkuk etmesi gerekir. Eğer arzu ve istek meydana gelmiş olsaydı, bunun
peşinden de inkiyâd ve taatın meydana gelmesi gerekir. Böylece bu daveti
dinlemenin, iki kişiden birisi taat ve inkiyadtnı gerektiren arzuya; ikincisini
de, isyan ve direnişini gerektiren nefrete götürmesinin, ancak Allah'ın kaza ve
kaderiyle olduğunu anlamış bulunuyoruz.
Buna göre eğer,
"Farzet ki bu nefret ve arzunun meydana gelmesi kişinin irade ve
ihtiyarıyla olmamıştır. Fakat nefret anında isyanın meydana gelmesi, kulun
ihtiyarıyla olur. Çünkü kul bu nefretine rağmen, yine inkiyad ve itaat içinde bulunabilir"
denilirse, biz deriz ki: Nefretin meydana gelmesi eğer, rağbet ve arzu
sebeplerinden herhangibiriyle çelişmez, hatta rağbet kokusundan bile uzak
olursa, o fiilin meydana gelmesi imkansız olur. Bu böyledir. Çünkü nefret ve
arzu meydana geldiğinde, fiil meydana gelmiş olmaz. Binaenaleyh nefret meydana
geldiğinde, o işin yapılmaması arzusuna bir engel eklenirse, fiilin meydana
gelmesi haydi haydi imkansız olur. Böylece bu ayetin, Allah'ın kaza ve kaderine
delalet eden en kuvvetli delillerden olduğu anlaşılır.[8]
"Gerçekten ben,
Senin onları affetmen için onlan ne zaman davet ettiysem, parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, elbiselerine sanndıiar, ayak direttiler ve alabildiğine
büyüklük tasladılar" (Nuh, 7).
Bil ki Nûh (a.s), Cenâb-ı
Hakk'ın onları bağışlaması için kavmini, Allah'a ibadete, O'ndan korkmaya ve
O'na itaata çağırmıştı. Çünkü esas maksad, bağışlanmalarının gerçekleşmesidir.
Taata gelince, bu, sayesinde bağışlanmanın gerçekleşmesine ulaşılsın diye,
emrolunmuştur. İşte bundan ötürü, Hak Teâlâ, Nûh (a.s)'un kavmine ibadet
etmelerini emredince, "Günahlarınızı bağışlasın..." buyurmuştur.
Dolayısıyla bu davetin esas gayesi, mağfiretin gerçekleşmesi olunca, hiç
şüphesiz Hz. Nûh (a.s) da, "Gerçekten ben, Senin onlan affetmen için
onları ne zaman davet ettiysem..." demiştir.
Bil ki Nûh (a.s),
kavmini davet edince, onlar ona, şu şekilde muamelede bulunmuşlardır:
1)
"Parmaklarını kulaklarına tıkadılar" yani' 'Onlar, hüccet ve
delilleri duymamak için, "taklid"de, parmaklarını kulaklarına
tıkayacak noktaya vardılar.
2)
"Elbiselerine sarındılar" yani,
"onun yüzünü görmemek için, elbiselerini başlarına geçirdiler. Bu,
"Onlar onun sözünü duymamak istemedikleri gibi, yüzünü de görmek
istemediler" demektir. Yahutta bu, onların, Nuh (a.s)'un sözünü hiç
dinlemediklerini anlatmaktadır. Çünkü onlar, kulaklarını tıkayıp, bunun
yanısıra da elbiselerini başlarına geçirince, duymama işi daha sağlam olmuş
olur.
3)
"Ayak dirediler" yani, onlar ya, kendi yollarında ısrar edip
durdular, yahut da, gerçek daveti duyup dinlememe hususunda ısrar edip
durdular.
4)
"Alabildiğine büyüklük tasladılar" yani, onlar bu hususta had noktaya
ulaştılar.[9]
"Sonra ben onları
en yüksek sesimle davet ettim. Hem sonra onları hem açıkça davet ettim, hem
onlara gizli gizli söyledim" (Nuh, 6-9).
Bil ki bu ayetler, Hz.
Nûh (a.s)'un davetinin üç merhalede gerçekleştiğine delalet eder. Binâenaleyh o
bu işe önce gizli gizli nasihatlarla başlamış; ama kavmi ona, biraz önce
saydığımız dört tavırla karşılık vermiş. Derken işi açığa vurmuş. Bu da tesir
etmeyince, bu iki usulü birlikte uygulamaya başlamış.
Ayetin başındaki
kelimesi, bu merhalelerin, zaman ve tesir bakımından birbirlerinden sonra,
peşpeşe olduklarına delalet eder. Çünkü "açık davet", "gizli
davef'ten daha ileridir. İki çeşidi birlikte yapmak da, "açık davef'ten
daha tesirlidir.
Buna göre eğer,
"cihâren" kelimesi niçin mansubtur?" denilirse, deriz ki: Bu
hususta şu izahlar yapılabilir:
a) Bu
kelime, ayetteki, kelimesinin mef'ûl-ü muttaki olarak mansubtur. Çünkü
"davefin iki çeşidinden biri, cihâren (açıkça) yapılandır. Dolayısıyla bu
kelime, oturma çeşitlerinden biri olduğu için, "kurfusfl"
kelimesinin, "ku'ûd" fiili ile mansub olması gibi, mansub olmuştur.
b) fiili
ile, (açıkça davet ettim) manası
kastedilmiştir. (Dolayısıyla onun mef'ûlü mutlakıdır).
c) Bu kelime, "Açık davet" takdirinde
olmak üzere, mahzûf "duâ" masdarının, sıfatıdır, yani "o daveti
açıkça yaparak" () demektir.
d) Bu
kelime, "hat" yerinde kullanılmış bir masdardır, yani
"mucahfren" açıkça davet eden olarak) manasınadır.[10]
"Artık dedim ki:
Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok affedicidir" (Nuh, 10).
Mukatil şöyle der:
"Nûh (a.s)'un kavmi, onu uzun süre yalanlayınca, Allah Teâlâ, kırk yıl süresince
yağmurlarını kesti ve hanımlarını zürriyetsiz bıraktı. Bunun üzerine onlar, bu
konuda Hz. Nûh (a.s)'a müracaat ettiler de o da, "Şirkinizden Ötürü
Rabbinizden af dilemenizi isteyin ki, size nimetlerinin kapılarını açsın"
demiştir."
Bil ki Cenâb-ı Hakk'a
ibadet ve itaatla meşgul olmak, hayır kapılarının açılışının sebebi olur. Bunun
delilleri şunlardır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın hıristiyan kafirler hakkında da, "Onlar o çok esirgeyici (Allah'a)
bir evlad iddia ettiler diye, "Bu
(sözden) dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp
çökecek" (Meryem, 90-91) buyurmuş olduğu gibi, küfür (inkâr) alemin harab
olmasına sebeptir. Dolayısıyla küfür, alemin harab oluşuna sebep olunca, imanın
da alemin mamur olmasına sebep olması gerekir.
2) Bu
husustaki ayetler de buna delildir. Bunlardan biri bu ayettir. Bir diğeri de,
"Eğer o belde halkı iman edip, Allah'dan korksaîardı, onlara göğün
(bereket) kapılarını açardık" (A-rat, 96»; "Eğer onlar, Tevrat ve
înci! ile tam manasıyla amel edip, Rablerinden kendilerine indirilen (emirleri)
hakkıyla yerine getirmiş olsalardı, üstlerindeki (gökten) ve altlarındaki
(yerden), (bol bol) yerlerdi"(M&ioe. ee); "Eğer onlar o yol
üzerinde dosdoğru gitselerdi, elbet onlara bol su içirirdik" (Cin, 16);
"Kim Allah'dan itükâ ederse, (Allah) ona bir çıkış (yolu) nasib eder ve
hiç hesab etmediği bir taraftan nzık(lar) verir" (Talak, 2-3) ve
"Ailene namazı emret ve kendin de ona sebat ile devam et. Biz senden bir
nzık istemiyoruz. Seni Biz rızıklandımız"(Taha, 132) ayetleridir.
3) Allah
Teâlâ, "Cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye
yarattım" (Zariyat, 56) buyurmuştur.
Binâenaleyh ins ve cin, esas maksadı yapmaya çalıştıklarında, bunun
peşinden, dünyada muhtaç oldukları şeyler gerçekleşir.
4) Hz. Ömer
(r.a), yağmur duasına çıkmıştı. Sadece istiğfarda bulundu, başkaca bir dua
yapmadı. Ona, "Seni, yağmur duasında bulunur görmüyoruz?"
denildiğinde, "Ben, göğün "mecâdîhi" ile yağmur istedim"
dedi. "Mlcdah", üç belli yıldız demek olup, bunların doğuşu nadir
olur. Hz. Ömer (r.a), istiğfarı, şaşmayan sadık doğuş zamanlarına benzetmiştir.
Bekr b. Abdullah'ın da şöyle dediği rivayet edilmiştir: "İnsanların en
günahkar olanları, az istiğfarda bulunanlardır. En çok istiğfar edenleri de en
az günahkar olanlarıdır."
Yine Hasan
el-Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Birisi, ona, kıtlıktan serzenişte
bulunmuş, o da, "Allah'a istiğfar et" demişti. Bir diğer insan,
fakirliğinden;
bir başkası
zürriyetinin azlığından, bir başkası, arazisinin verimsizliğinden şikayet
etmiş. Hasan el-Basrî hepsine de, istiğfarda bulunmalarını söylemiştir. Bunun
üzerine oradakilerden biri ona, "Sana değişik dertlerini arzeden bir takım
kimseler geldi. Sen ise hepsine, istiğfarda bulunmalarını söyledin?"
deyince, o, bu ayeti okudu.[11]
Bu ayetle ilgili şöyle
bir kaç soru sorulur:
Birinci Soru:
Hz. Nûh (a.s), kafirlere, bu ayetten önce, İbadet, Allah'dan korkma ve taatı
emretmiştir. Bundan sonra, onlara istiğfarda bulunmalarını emretmesinin ne
faydası var?[12]
Cevap: O,
kavmine, ibadeti emredince, onlar ona, "Eğer üzerinde olduğumuz o eski
dinimiz hak idiyse, niçin bize onu terketmeyi emrediyorsunuz? Yok eğer batıl
idiyse, artık Allah, biz Kendisine (bunca) isyan ettikten sonra, bizi nastl kabul
eder?" dediler de, Nûh (a.s) da, "Siz, hernekadar O'na isyan
ettiyseniz de, gelin o günahlarınıza istiğfar ediniz. Çünkü O, gaffar (çok
yarlıgayan – bağışlayan)dır" dedi."[13]
İkinci Soru:
Cenâb-ı Hak niçin, buyurmuş da,dememiştir? Biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, bu
ifadesiyle, Kendisinin, Kendisinden mağfiret talebinde bulunan herkes hakkında
çok affedici olduğunu belirtmek istemiştir. Buna göre O, adeta, "Benim
bağışlayıcı oluşumun şu anda meydana geldiğini sanmayınız. Ben, hep
böyleyim" demek istemiştir. Buna göre bu, "Af, O'nun, adeta sanatı ve
mesleğidir" anlamındadır.[14]
"(O sayede) O,
üstünüze bol yağmur salıversin... Sizin mallarınızı, evlatlarınızı da
çoğaltsın, size bağlar bostanlar versin. Size, ırmaklar akıtsın" (Nûh,
11-12).
Bil ki, mahlukat,
dünyevî güzel şeyleri sevme duygusu üzerine yaratılmıştır. İşte Dundan dolayı
Cenâb-ı Hak, "Seveceğiniz diğer (nimetler) de... Allah'dan nusret ve yakın
fetih... "(Saf,13) buyurmuştur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak onlara,
burada, Allah'a iman etmelerinin ahirette bol mükafaatı, dünyada da bolluğu ve
zenginliği birlikte sağlayacağını bildirmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın dünya
menfaatlerine dair Nûh (a.s)'un kavmine bu ayette va'dettiği şeyler beştir:
Bunlardan:
Birincisi,
"(O sayede) O, üstünüze bol yağmur
salıversin..." ayetinin
ifade ettiği husustur.
Bu ayette yer alan İÜLfi lafzının ne manaya geldiği hususunda, şu izahlar
yapılabilir:
1) Yağmur
semadan bulutlara iner.
2)
"Semâ" lafzıyla, bulut manası kastedilmiştir.
3) Semâ ile,
bizzat yağmurun kendisi kastedilmiş olup, bu, şairin şu ifadesinde de böyledir:
"Yağmur bir
kavmin arazisine yağdığında (ve bu sayede otiar bittiğinde), onlar alabildiğine
kızsa!ar bile, Biz orayı otlatırız.."
bol yağmur,
demektir. Bu kalıp, müzekker ve müennesin kendisinde eşit olduğu bir kalıptır.
Nitekim Arapçalar da "Çok kokulu
kadın çok kokulu erek" derler. de böyledir. (Yani müzekker ve müennes
eşittir..).
İkincisi,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Mallarınızı da çoğaltsın..." ayetinin ifade ettiği
husus. Bu ifade tek bir çeşit malı anlatmayıp, tam aksine bütün mal çeşitlerini
içine alan bir ifadedir.
Üçüncüsü de,
"oğullarınızı da..." ayetinin ifade ettiği husus. Bunun da, fıtratın
kendisine meylettiği şeyler cinsinden olduğunda şüphe yoktur.
Dördüncüsü,
Cenâb-ı Hakk'ın,"size bağlar bostanlar versin..." ayetinin ifade
ettiği husus.
Beşincisi,
"size ırmaklar akıtsın..." ayetinin ifade ettiği husus...[15]
"Ne oluyor size
ki, Allah'a büyüklüğü yakıştırmıyorsunuz" (Nûh, 13).
Bu ifadeyle ilgili
olarak şu iki açıklama yapılabilir:
1) Burada
reca" maddesi, korkmak anlamına gelir. Nitekim Hüzelî de, "Arının
soktuğu kimse artık onun sokmasından korkmaz" demiştir.
El-vakâr, azamet;
tevkîr ise, tazîm anlamlarına gelir. Cenâb-ı Hakk'ın, 'Ve O'nu tazîm
etmeniz..."(Fetih,9) ayeti de bu anlamdadır Buna göre mana, "Size ne
oluyor da, Allah'ın o azametinden korkup çekinmiyorsunuz?" şeklindedir.
Bence bu görüş, doğru değildir. Çünkü, meşhur ve aşikâr olan dilde, "recâ"
maddesi,
korkunun zıddıdır.
Şimdi kalkar da biz, "Recâ, Arapça'da "korkmak" anlamında
konulmuştur" dersek, bu, ahâd ite sabit olan rivayeti, mütevatir olarak
nakledilen rivayete tercih etme olmuş olur ki, bu, Kur'ân'ı zedelemeye yol
açar. Çünkü, hiçbir lafız yoktur ki, bu yolla, onun menfisini nisbet, müsbetini
de menfi yapmak mümkün
olmasın...
2) Keşşaf
sahibinin ileri sürdüğü görüş olup, buna göre mana, "Size ne oluyor da,
Allah için bir tazîm ve vakar düşünmüyorsunuz?" şeklinde olur ki, bu da,
"Size ne oluyor da, sizler; Allah'ın sizi tazîm edeceği bir halin içine
girmeyi düşünmüyorsunuz?" demek olur. Bu durumda kelimesi, saygıda
bulunmanın beyân edilmesi olur; eğer bu kelime sonraya kalsaydı, o zaman
ise, kelimesine taalluk ederdi.[16]
"Halbuki O sizi,
gerçekten türlü türlü tavırlar ve hallerle yaratmıştır" (Nuh, 14).
Bu ifade, cümle olarak
"hal"dir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hal bu iken ve bu da
O'na iman etmeyi gerektirirken, size ne oluyor da Allah'a iman etmiyorsunuz.
Çünkü O, sizi önce toprak, sonra "nutfe", sonra "alaka",
sonra "mudga", sonra kemik ve et olarak yaratmış, daha sonra da size
bir başka hilkat verdik" demektir.
Buna göre burada şöyle
bir üçüncü bir izah vardır: O topluluk Hz. Nûh (a.s)'u hafife almada cok ileri
gidiyorlardı. Böylece Allah Teâlâ, onlara, ona saygı göstermeyi ve hafife
almamayı emretti. Dolayısıyla onlara sanki, "Sizler, Nuh'a saygı gösterip,
onu hafife almadığınızda, bu saygı, Allah için olmuş olur. öyle ise size ne
oluyor da bir "vakar" ummuyorsunuz ve bu vakarı, Allah için, O'nun
emri İçin ve O'na taat için yapmıyorsunuz. Çünkü insanın Allah için yaptığı
herşeyden mutlaka bir hayır umması gerekir."
Bu hususta bir
dördüncü izah da şöyledir: Sebat demek olan vakar, birşey sabit olup, karar
kıldığında söylenen fiilindendir. Buna göre Cenâb-ı hak sanki, "Size ne
oluyor?" demiş. Cümle burada bitmiş. Daha sonra da istifham-ı inkârı
üslubuyla, yani, "Allah için bir sebat ve beka ummuyorsunuz. Çünkü siz
eğer O'nun sebat ve bekasını umsaydınız, mutlaka O'ndan korkar ve peygamberleri
ile emirlerini hafife almaya yertenmezdiniz" demektir. O halde ayetteki,
"ummuyorsunuz" ifadesi ile, "inanmıyorsunuz" manası
kastedilmiştir. Çünkü birseyi uman, ona inanmış demektir.[17]
Bil ki Allah Teâlâ bu
ayette, Kendisine ta'zîmi emredince, birliğine çeşitli delillerle istidlalde
bulunmuştur:[18]
Birinci Delil:
"O sizi, gerçekten türlü türlü tavırlar ve hallerle yaratmıştır"
ayetinin ifade ettiği husustur. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Leys,
"tavra" kelimesinin, "tareten" (bazan) manasına geldiğini
söylemiştir. Buna göre ayet, "Biraz önce de bahsettiğimiz gibi, insanın
nutfe, alaka... oluşunda olduğu gibi, halden hale geçişi ile, yani merhale
merhale yarattı" demektir.
b) lbnu'l-Enbari
ise, "Tavr, "hal" demektir. Buna göre mana, "O sizi,
biribirinize benzemeyen farklı farklı sınıflar olarak yarattı"
şeklindedir.
Cenâb-ı Hak birliğine
dair olan bu enfüsî delili zikredince, peşisıra, Kur'ân'ın tamamında
alışılagelen üslubu üzere, birliğine dair âfâkî deliller de getirmiştir.[19]
İkinci Delil:
Bu, şu ayetin ifade ettiği husustur.
"Görmediniz
mi ki Allah, yedi göğü birbiriyle ahenkli olarak nasıl yaratmış. Onların içinde
ayrı bir nur yapmış, güneşi de bir kandil olarak asmıştır" (Nûh, 15-16).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
ayette olduğu gibi, bazan önce enfüsî delilleri zikrederek işe başlamış,
peşisıra da âfâkî delilleri zikretmiştir. Zira insanın nefsi (kendisi),
şeylerin en yakınıdır. Böylece Allah, ise en yakınla başlamış olur. Bazan da
işe, âfâkî (dış dünya) delilleri ile başlamış, daha sonra da enfüsî (insanın
kendisi ve iç dünyasındaki) delilleri getirmiştir. Bu da, ya âfâkî delillerin
daha net ve daha büyük olması, dolayısıyla işe bunlarla başlanmış olmasından
ötürü, yahut da enfüsî delillerin ortada mevcut olmasından, haklarında düşünmek
için akla fazla ihtiyaç olmamasından, hakkında düşünmek için akla muhtaç olunan
şeylerin, âfâkî deliller oluşundan ötürüdür. Çünkü âfâkî delillerde benzerlik
daha fazladır. Bu sebeple de işe bundan başlanmıştır.[20]
Burada şöyle birkaç
soru sorulabilir:[21]
Birinci Soru:
Hak Teâlâ'nın, "Yedi göğü birbiriyle ahenkli olarak..." ifadesi,
göklerin üst üste olmasını gerektirir. Bu da aralarında hiçbir boşluğun bulunmamasını
gerektirir. O halde, melekler göklerde nasıl iskân
Cevap:
Melekler, ruhî (maddî olmayan) varlıklardır. Göklerin tabaka-tabaka
olmalarından maksad, onların birbiriyle temas etmeleri değil, birbiri hizasında
olmaları demektir.[22]
İkinci Soru:
Cenâb-ı Hak, Ay, göğün hepsinde yer almayıp, aksine en yakın gökte yer aldığı
halde daha nasıl, "Onların içinde ayı bir nur yapmıştır" buyurmuştur
(ne dersiniz)?
Cevap: Bu,
tıpkı, "padişah Irak'ta" denilip de, onun zatının, Irak'ın bütün her
köşesinde bulunduğunun değil, bir beldede, bir köşede bulunduğunun kastedilmesi
gibidir. İşte burada da böyledir.[23]
Üçüncü Soru: "Sirâc"
(lamba)nın ışığı, arızîdir (sonradan olmadır). Ayın ışığı da arızîdir, üstelik değişkendir.
Şu halde ayı, lambaya benzetmek, güneşi lambaya benzetmekten daha uygun olurdu
(ne dersiniz)?
Cevap: Gece,
yeryüzünü karanlığın kaplamasından ibarettir. Güneş, yeryüzünün karanlıklarının
izalesine sebep olunca, lambaya (slrâc)'a benzemiştir. Hem sonra, lambanın bir
ışığı vardır. Işık ise, nurdan daha kuvvetlidir. Dolayısıyla ışığı en az ifade
eden şey aya; en kuvvetliyi ifade eden şey de güneşe sıfat olarak verilmiştir.
Hak
Teâlâ'nın, "O
(Allah), güneşi bir ışık, ayıda bir nur olarak yaratandır" (yunus, 5)
ayeti de böyledir.[24]
Üçüncü Delil:
Bu, Hak Teâlâ'nın şu ayetiyle beyan edilen delildir:
"Allah sizi
yerden bitki gibi yetirip bitirdi. Sonra sizi yine onun içine döndürecek ve
sizi yeni bir çıkarışla çıkaracak" (Nûh, 17-18).
Bil ki Allah Teâlâ
burada enfüsî delillere yer vermiştir ki bu, "O sizi, gerçekten türlü
türlü tavırlar ve hallerle yaratmıştır" (Nuh, 14) ayetinin bir tefsiri
gibidir. Çünkü Allah Teâlâ, onları yerden yaratıp, sonra oraya döndüreceğini,
sonra oradan yeniden çıkaracağını beyan buyurmuştur.
Ayetteki, "Sizi
yerden bitki gibi yetirip bitirdi" ifadesiyle ilgili iki mesele var.[25]
Bu ayet hakkında şu
iki İzah yapılabilir:
a) Bunun
manası, "Sizin atalarınızı yerden bitki gibi yetiştirip bitirdi"
şeklinde olup, tıpkı, "Allah katında îsâ'nm
misali (durumu), aynen
Adem'in misali (durumu) gibidt. Ki Allah Adem'i topraktan yarattı" (Al-i
imran, 59) ayeti gibidir.
b) Bu,
"Allah Teâlfi hepinizi, yerden bitki gibi bitirdi" demektir. Çünkü
Hak Teâlâ bizi nutfeden yaratmıştır. Nutfe (meni) de, yerde biten bitkilerden
elde edilen gıdalardan meydana gelir.[26]
Hak Teâlâ'nın,
"nebâten" yerine "Inbâten" demesi beklenirdi. Fakat O,
böyle dememiş aksine demiştir ki bunun takdiri "Allah sizi bitirdi, siz de
bitiverdiniz" şeklindedir.
Burada şöyle bir
incelik var: Allah Teâlâ eğer, demiş olsaydı, mana, "Sizi enteresan bir
şekilde yetirip-bitirdi" şeklinde olurdu. Ama buyurunca, mana, "O
sizi yetirip-bitirdi de, siz de böylece enteresan bir bitki olarak
bittiniz" şeklinde olur. Bu ikincisi daha uygundur. Çünkü
"inbât" (bitirmek) Allah'ın sıfat ve fiilidir. Allah'ın sıfatları ise
tarafımızdan görülmez. Dolayısıyla da bu bitirişin, Allah Teâlâ'nın haber
vermesi olmasaydı, kâmil ve enteresan bir bitiş olduğunu bilemezdik. Halbuki
burası, Allah'ın kudretinin mükemmelliğinin delillerinin getirildiği bir
makamdır. Dolayısıyla bunun "semiyyât" (naklî deliller) ile isbatı
mümkün olmaz. Ama Hak Teâlâ, "O sizi yetirip bitirdi, siz de mükemmel ve
enteresan bir bitişle bittiniz" manasında, buyurunca, bu, bitkiyi
enteresan ve mükemmel olmakla tavsif etme olur. Bitkinin böyle olması ise elle
tutulur-gozle görülür bir şeydir. Dolayısıyla da Allah'ın kudretinin
mükemmelliğine, bununla istidlal yapılabilir. Binâenaleyh ayetteki ifade şekli
buna daha uyundur. Dolayısıyla işte şimdi, bu incelikten ötürü, hakiki manadan
mecazi manaya geçildiği ortaya çıkmış olur.
Hak Teâlâ'nın
"Sonra sizi yine onun içine döndürecek" ifadesi, Kur'ân'da
alışılagelen "Allah sizi ilkin yaratmaya kadir olunca, yeniden diriltmeye
de kadir olur" prensibine bir İşarettir.
Hak Teâlâ'nın,
"Sizi yeni bir çıkarışla çıkaracak" ifadesini, mefûl-u mutlakla
te'kîd etmiş, dolayısıyla da sanki, "Allah sizi, hiç şüphe yok ki
kesinlikle yeniden çıkaracak" demek istemiştir.[27]
Dördüncü Delil:
Bu, Hak Teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği delildir:
"Allah onun geniş
yollarında gezip dolaşasmız diye, yeri sizin için bir döşek yapmıştır"
(Nûh, 19-20).
" Fi'câc"
geniş yollar demek olup, müfredi fecc kelimesidir. Bu kelime daha önce izah
edilmişti.[28]
Bil ki Nûh (a.s),
kavmini Allah'ın dinine davet edip, dikkatlerini bu açık delillere çekince,
onların çeşitli çirkin fiil ve sözlerini nakletmiştir.
Birincisi ve ikincisi,
şu ayette ifade edilen hususlardır:[29]
"Nûh dedi ki:
"Ya Rabbi, gerçekten onlar bana isyan ettiler ve mallan ile evlatları,
ancak hüsranlarını artıran kimselere uydular" (Nuh, 21).
Bu böyledir. Çünkü
Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başında, "Allah'a ibadet edin, O'ndan korkun ve
O'na itaat edin" buyurmuştu. Buna göre sanki, "Ben onlara, "Bana
itaat edin..." dedim, ama onlar Bana isyan ettiler" demek istemiştir.
İkincisi, çirkin
fiilleri ise, "Mallan üe evlattan, ancak hüsranlarını artıran kimselere
uydular" ifadesiyle anlatılmaktadır. Bu ifadeyle ilgili iki mesele var:[30]
Cenâb-ı Hak,
birinci ifadede, onların
Kendisine âsî olduklarını
belirtmiş, burada ise, o isyanlarına, başka bir isyan da kattıklarını
belirtmiştir. O isyan da, onların, kendilerini inkara davet eden başkanlarına
itaat etmeleridir.
Ayetteki bu ifade,
"Mallar ve evlatlar hernekadar dünyada faydalı olan şeyler türünden
gözüküyor iseler de, ahirette zarara ve iflasa sebep olabilecekleri" için,
adeta, sırf zarar kabul edilmişlerdir. Gerçekte de durum böyledir. Çünkü ahiret
yanında, dünya yok gibidir. Binâenaleyh dünyevî menfaatler, ahirette iflasa
sebep olunca, anında öldüren zehirli bir lokma tatlı gibi olmuş olurlar.
"Allah kafirlere
nimet vermez" diyenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Çünkü Allah'ın kafirlere verdiği bunca nimetler, birtakım istidraçlar ve
ebedî azaba götüren sebepler olunca, sanki bir hiç gibi olurlar. İşte bu espiri
ile, Nuh (a.s) bu ayette, "Mallan ile evladan, ancak hüsranlarını artıran
kimselere uydular" demiştir.[31]
Vâv'ın dammesi
ile, şeklinde de kıraat vardır. Bil ki,
"vüld" de, veled (çocuk) manasınadır. Bunun, "veled"
kelimesinin çoğulu olması da mümkündür ve bu o zaman tıpkı "fülk"
(felekler) kelimesi gibi olmuş olur. "Vüld'ün hem müfred, hem de çoğul
kabul edilmesi mümkündür.[32]
"Bunlar da büyük
büyük hileler yaptılar. (Halk tabakasına), "Sakın taptıklarınızı
bırakmayın. Hele, Vedd'en, Suvâ'dan, Yeğûs'dan, Ye'uk'dan ve Nesr'den sakın
vazgeçmeyin ha!" dediler. Hakikaten onlar, birçoklarını baştan çıkardılar.
Sen, o zalimlerin şaşkınlığından başka şeylerini artırma" (Nuh, 22-24).
Bu ayetle ilgili şöyle
iki mesele vardır:[33]
Ayetteki kelimesi,
(Nûh. 21) ayetine matuftur. Çünkü, kendilerine tabi olunanlar, işte bu tuzak
kuran hilekâr kimseler olup, kendilerine tabi olanlara, "... sakın
vazgeçmeyin!.." diyenlerdir. Zamirin çoğul getirilmesi ise, den dolayıdır;
çünkü in manası çoğuldur.[34]
Hem şeddeli, hem de
şeddesiz olarak ve şeklinde okunmuştur ki, bu kalıplar, sigasının mübalağa siga- tandır. O halde
buradaki sıralama, önce ortada şeddesiz
olan sonra da şeddeli olan şeklinde olup, bunun bir benzeri de, ve ve
ifadeleridir.[35]
"En büyük
tuzak" o reislerin, kendilerine
tabi olanlara, "sakın vedd'i...
bırakmayın..." demeleridir.
Binâenaleyh bu demektir ki onlar, halkı, tevhidden alıkoyup şirki
emretmişlerdir. Tevhid, en büyük dereceyi haiz olunca, hiç şüphesiz bundan men
etmek de en büyük günah olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu eylemi
"büyük” olarak nitelemiştir.
Kelâm ilminin, diğer
ilimlerden üstün olduğunu söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle
demişlerdir: "Şirki emretmek (tavsiye etmek), en büyük çirkinliktir;
rezilliktir. Binâenaleyh, tevhidi ve reşâdı (doğruyu) emretmenin de, hayırda ve
dinde en büyük makamı haiz olması gerekir."[36]
Allah Teâlâ bu fiili;
iki sebepten dolayı "tuzak" diye nitelemiştir:
1)
Uluhiyyetin onlara nisbet edilmesinde, halkın o putlara ibadete devam etmesini
gerektiren en büyük tuzak bulunmaktadır. Bu sebeple, onlar halka adeta şöyle
demişlerdir: "Bu putlar, sizin ilahlarınızdır; bunlar atalarınızın da ilahları
idiler!.. Şayet siz, Nuh'un sözünü kabul edecek olursanız, hem kendinizin
cahil, sapık, kafir, hem de atalarınızın böyle olduğunu kabul etmiş olursunuz.
İnsanın, hem kendinin hem de bütün geçmişinin aleyhine olmak üzere, bir takım
kusurları, noksanlıkları ve cehaleti kabul etmesi çok zor bir şey olunca,
onları dinden çevirmek amacıyla işte bu hususlara, "ilahlarınızı..."
ifadesiyle işaret edilmiştir. İşte bu söz, böyle çok net olarak gözükmeyen
gizli bir tuzağı ihtiva ettiği için, Allah Teâlâ onların bu sözlerine
"tuzak.." adını vermiştir.
2) Allah
Teâlâ, o tâbi olunanların malları ve evlatları olduğunu belirtmiştir. Şimdi
belki de bu reisler kendilerine tâbi olanlara şöyle demişlerdir: "Sizin
ilahlarınız, Nûh'unkinden daha hayırlıdır. Zira, sizin ilahlarınız size mal ve
çocuk veriyor; Nuh'un ilâhı ise, ona hiçbir şey vermiyor. Çünkü o,
fakirdir." İşte bu tuzaklarla reisler halkı, Nuh'a itaat etmekten
alıkoymuşlardır. Ki bu tıpkı, Firavunun tuzağının aynısıdır. Çünkü o da,
"Mısır'ın hükümranlığı benim değil m/?"(Zuhruf,51); "Yoksa ben
ondan hayırlı değil miyim? O ki hakirdir, meramını bile nerdeyse
açıklayamıyor..."(Zuhruf, 52.53) demiş idi.[37]
Ebû Zeyd el-Belhi,
"er-Reddu ala abectotl'l-esnâm" adlı eserinde şunu zikreder: "O
anda yontularak elde edilen bu kütüklerin, göklerin, arzın, bitkilerin ve
canlıların Halikı olmadığını bilmek, bedihi bir bilgidir. Zarurî bilgiler
hususunda ise, insanlar arasında ihtilafın bulunması caiz değildir."
Putperestlik, bu ayetin delaletiyle, Hz. Nûh (a.s), peygamber olarak
gönderilmezden önce de mevcut olan bir din idi. Halbuki bu din, bu zamana kadar
da devam edegelmiştir. Mamur beldelerde oturanların ekserisi de, bu din
üzeredirler. Binâenaleyh, bu dini, yanlışlığı, fesadı ve bozukluğu aklın
bedahetiyle an lası lam ayacak bir manaya hamletmek gerekir. Aksi halde bu din,
şu kadar zamandan beri, alemin ekserisinde devam etmemeliydi. Binâenaleyh, bu
durumda bu görüşü benimseyenlerin mutlaka bir takım te'villeri (izahları)
bulunmasıdır.
1) Ebü Ma'şer
Cafer ibn Muhammed el-Münecclm şöyle der: "Bu söz, "Allah cisimdir ve
bir mekandadır" diyenlerin görüşünden kaynaklanmıştır. Zira onlar,
"Allah nurdur ve nurların en büyüğüdür. Bu nurun mekanı olan Arş'ın
etrafında dolaşan o melekler de, o en büyük nura nisbetle küçük nurlardır"
diyorlardı. Şimdi bu görüşe inananlar, kendi inandıkları ilahlarının şeklinde,
en büyük bir put ihdas etmişler, dolayısıyla da, mukarreb meleklerin şeklinde,
büyüklük-küçüklük, değer-değersizlik açısından farklı olan putlar edinmişler;
kendilerinin o ilaha ve meleklere ibadet ettikleri inancıyla, bu putlara
tapmaya başlamışlardır. Binâenaleyh bu demektir ki, putperestlik dini,
"tecsîm" inancından kaynaklanmıştır."
2) Bir grup
Sâbiî, en büyük ilahın, râbit ve gezegen yıldızları yarattığına ve süflî alemin
idaresini, bunlara havale ettiğine inanırlar. O halde beşer, bu yıldızların
kulu; bu yıldızlar da, en büyük ilahın kullarıdır. Bu sebeple beşerin, bu
yıldızlara tapması gerekir. 8u yıldızlar bazan doğup bazan da battıkları için,
onlar, yıldızların şekillerinde bir takım putlar edindiler. Aslında amaçlan
yıldızlara tapmak olduğu halde, bu putlara tapmaya başladılar.
3) Eski
zamanlardaki topluluklar, alemdeki mutluluk ve mutsuzlukları yıldızlara nisbet
etme hususunda, yıldızlara bakarak hüküm çıkaranların yolunda olan müneccim
kimselerdi. Binâenaleyh, mesela bir felekde, enteresan bir tılsıma elverişli
enteresan bir şekil, tesadüfen meydana geldiğinde, onlar bu tılsımı
Öğreniyorlar ve bu tılsımdan enteresan haller ve büyük neticeler elde
ediyorlardı. Ve onlar, bu tılsımların kaynağına saygı duyuyor, ikram ediyor ve
ona ibadetle meşgul oluyorlardı. Böylece de, her tılsım, hususi bir yıldız ve
hususi bir burca uygun şekil üzere öğreniyorlar, uyguluyorlardı. İşte bu
sebeple, Vedd'in, erkek suretinde; Suvâ'ın, kadın; Yeğûs'un, aslan; Ye'ûk'un,
at; Nesrin de kerkenez kuşu suretinde olduğu söylenmiştir.
4) Bazı
salih kimseler gelip geçmiş idi.. Zamanla putperestler bunların şekilleri üzere
bir takım heykeller ediniyor ve onlara tazimde bulunmaya başlıyorlardı. Ki,
onların maksatları, yaşamış olan o kimseleri tazim etmek idi. Böylece onlar,
Allah katında kendilerine şefaatçi olurlar düşüncesiyle bunu yapıyorlardı. Ki,
Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan naklen, "Biz onlara ancak, onlar bizi Allah'a iyice
yaklaştırsınlar diye tapıyoruz..." (zomer. s> buyurduğu ayetinden
kastedilen husustur.
5) Bazan
büyük bir kral. bazan da büyük bir şahsiyyet ölür.. Böylece de onlar, bunların
şekil ve suretlerinde heykeller yapmışlar ve onlara bakıp durmaya, hizmet etmeye
başlamışlardır. Şimdi, kendilerinden sonra gelenler, atalarının, bizzat bunlara
taptığını sanmışlar, böylece de atalarını taklit amacıyla onlara ibadet etmeye
başlamışlardır.
Belki de, bu beş
isim, yani Vedd, Suvac, Yeğûs, Ye'ûk ve Nesr isimleri, ademoğullanndan beş
şahsın ismidir. Bunlar ölünce, İblis, bunlardan sonrakilere, "Ah keski,
bunların heykellerini yapsanız da, onlara bakıverseniz, hizmet etseniz.."
dedi. Onlar da, yaptılar. Bunlar ölünce de, bunlardan sonra gelenlere, İblis, "Onlar
onlara tapıyorlardı" demiş.." böylece bunlarda putlara tapmaya
başlamışlardı. İşte bu sebeple Hz. Peygamber, kendisinden rivayet olunduğu
üzere, "Ben sizi, kabirleri ziyaret etmekten men etmiştim. Ama, dikkat!
Şimdi onları ziyaret edin; çünkü, onları ziyarette bir öğüt ve nasihat
bulunmaktadır"[38]
demiş, böylece, önce kabir ziyaretini yasaklamış, daha sonra da buna müsaade
etmiştir.
6) Allah'ın
bir cisim olduğunu ve hululün caiz olduğunu söyleyenler. Allah Teâlâ'nın bir
inancın veya bir putun şahsına hulul edip gideceğini imkansız görmezler.
Binâenaleyh, şimdi bunlar bir büyü olmak üzere elde edilen o puttan enteresan
bir halin sudur ettiğini gördüklerinde, gönüllerine, ilahın o puta hulul ettiği
fikri gelmiştir. Binâenaleyh, işte bundan dolayı, Rafızî'lerin öncülerinden bir
grup, Hz. Ali (r.a)'nin, Hayber'in kapısını kökünden söküp atınca ve bu da
alışılmış bir şey olmayınca, ilahın, onun bedenine hulul ettiğini ve ilahın o
olduğunu söylemişlerdir.
7) Belki de
onlar, bu putları, bir mihrab (kıble) gibi kabul etmişlerdir. Onların
maksatları ise, Allah'a ibadet etmek idi.
Bu konuda
söylenilenlerin tamamı bundan ibaret olup, bunların bir kısmı, aklî delillerle,
bâtıl olan şeylerdir. Çünkü, Allah Teâlâ'nın cisim olmadığı kesin ve sabit
olunca, ilah şeklinde put edinme de batıl olur ve hulul ettiği görüşü de
çürümüş olur. Allah Teâlâ'nın, bütün makdûrât'a kadir bir zat olduğu sabit
olunca, araya vasıtalar koyma, tılsımlara itibar etme... görüşü de batıl olmuş
olur. Şeriat, put edinmeyi men etmek için gelince, o putların mihrab ve
şefaatçiler olarak benimsenmiş olduğu görüşü de batıl olur.[39]
Bu beş put, onların
putlarının en büyüğü idi. Sonra bunlar, Nûh Kavmi'nden Araplara geçti de,
böylece Kedd, Kelb'in; Suva', Hamedân; Yeğûs, Müzhac'ın; Ye'uk, Muradın; Nesr
de, Himyer'in putu oldu.. İşte bu sebeple Araplar, Abd-i Vedd: Vedd'in kulu, ve
Abd-i Yeğûs" diye adlandırıldı. Kitaplarda denilenler bunlar; ama bu
hususta bir problem bulunmaktadır. Dünya, Tufan zamanında harab olmuş idi. Daha
nasıl o putlar geriye kalmış ve daha nasıl Araplara intikal etmiştir?.. NÛh
(a.s)'un, bunların gemiye aldığı ve orada tuttuğu da söylenemez. Çünkü, Nûh
(a.s), bunları reddetmek ve kırmak için gelmiş idi. Daha nasıl, onları koruma
hususunda, ondan bir işgüzarlık olarak bunları gemisine aldığı söylenebilir?!..
Yedinci Mesele: Vav'ın
fethası ve dammesi ile şeklinde okunmuştur. Leys, Vav'ın fethastyla olan
Vedd'in Nûh (a.s)'un kavmine ait bir put olduğunu; vav'ın dammesiyle Vudd'un
ise, Kureyş'in bir putu olduğunu ve Amr (İbn Luhayy)'in de, İbn Abd-i Vüdd
adını aldığını söylemiştir. Ben derim ki, Leys'in görüşüne göre, burada vâv'ın
dammesiyle Vudd şeklinde okunmaması gerekir. Çünkü bu ayetler, Kureyş'in
halleri hususunda değil, Nuh (a.s)'un kıssası hakkındadır. A'meş de,
kelimeleri munsanf yaparak ve şeklinde okumuştur, ama bu da müşkil bir
okuyuştur. Çünkü bu iki kelime, ister Arapça olsun, İsterse yabancı kabul
edilsinler, bunlar da, gayr-i munsanf olmanın sebepleri vardır. Bunlarda, ya
marifelik ve fiil vezninde olma, yahut da marifelik ve Arapça olmamadır. Belki
de A'meş, bu iki kelimenin kardeşlerini, yani ve kelimelerini munsanf olarak
bulduğu için, munsanf yapmıştır.
Bil ki, Nuh (a.s), o
reislerin, kendilerine tabi olanlara, "Sakın, putlarınızı
terketmeyin" dediğini nakledince,
"Hakikaten onlar, birçoklarını baştan çıkardılar" buyurmuştur
ki, bu hususta da iki izah yapılabilir:
1) Bu,
"O reisler, bu putperestliği tavsiye edenlerden önce, pekçok kimseyi
saptırmışlardı. Ve bu, onların, İlk defa saptırmaları değildir" demektir.
2) Buradaki
fiilindeki vâv zamirinin, putlara raci olması. Böyle olması halinde ayetin bu
ifadesi, "Şüphesiz ki onlar pekçok kimseyi saptırdılar... "(ibrahim,
36) ayeti gibi olmuş olur. Cenâb-ı Hak, bu görüşe göre, burada bahsedilen
putları, tıpkı insan gibi addetmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak bir ifadesinde böyle
addederek, "Yoksa onların, kendileriyle yürüyecekleri ayakları mı
var?" (A'raf, 195) buyurmuştur.
Ayetteki, "Sen, o
zalimlerin şaşkınlığından başka şeylerini artırma" ifadesine gelince, bu
hususta şöyle İki soru sorulabilir:[40]
Birinci Soru: ümlesinin
ayetteki yeri ve konumu nedir?
Cevap: Nûh
(a.s) sanki, onların kötü fillerini ve kötü sözlerini dile getirmede sözü
uzatınca, kalbi onlara karşı kin ve öfke ile doldu da, sözünü, onlara beddua
etmek suretiyle bitirdi..[41]
İkinci Soru:
Hz. Nûh (a.s), onları sapıklıktan alıkoymak için gönderilmiştir. Peki, daha
nasıl, Allah'ın onların sapıklıklarını artırması hususunda Allah'a dua etmesi
ona yakışır?
Cevap: Buna
şu iki bakımdan cevap verebiliriz:
â) Belki de,
ayetteki "dalalet" ifadesiyle, dinî konudaki dalâlet değil, onların
dünyaları ve yaptıkları hile ve tuzakların revaç bulmaması kastedilmiştir.
b) Buradaki
"dalalet" sözüyle, ilahî azab kastedilmiştir. Burcun dettli ise,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Günahkarlar bir sapıklık (azab) ve çûgın ateş
içindedirler" (Kamar, 47) ayetidir.[42]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Nûh (a.s)'un sözünü nakledince,
"Bunlar,
günahlarından dolayı suda boğuldular. Ardından da, bir ateşe atıldılar. O
vakit, kendilerine Allah'dan başka yardımcı da bulamadılar" (Nuh, 25)
buyurmuştur. Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[43]
Bu ayetin
başındaki tıpkı (Nisa, 155) ve (Al-i Imran, 159) ayetlerindeki ü gibi,
zaididir Buna göre mana, "Günahları yüzünden, günahları sebebiyle..."
şeklinde olur. İbn Mesûd da, şeklinde okumuş, böylece ö ifâdesini sona
almıştır. Buna göre zâid olmaz. Çünkü kendisinden sonra gelen İfadeyle birlikte,
masdarı takrir etmek için olur.
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın, ifâdesi, onların, boğulmalarının esasen Tutan sebebiyle değil de,
kendi hataları yüzünden olduğunu beyan etmek içindir. Müneccimlerden, "Bu,
o vakitte devr-i a'zamın yansmm geçmiş olması sebebiyle olmuştur"
kabilinden sözler söyleyenler, ayetin sarih manasını tekzib ettiklerinden böyle
söyleyenlerin tekfir edilmesi gerekir.[44]
Hemze ile hemzeyi yâ'ya çevirip, ya’yı da yaya idğam
etmek suretiyle ve cim anlamı murad edilerek, müfret olarak şeklinde de okunmuştur. Burada geçen bu
kelime, yani "hata" maddesiyle, küfür manası kastedilmiş olabilir.
Bil ki, her ikisi de kelimesinin
çoğuludur. Ancak ne var ki, birincisi "cem-l mükesser". ikincisi de,
"cem-i sâlim'dir. Bu konuyla ilgili sözümüz, Bakara 58 ayetiyle, Araf 161 ayetinin tefsirinde geçmiştir.[45]
Alimlerimiz, kabir
azabının mevcudiyeti konusunda, Cenâb-ı Hakk'ın, "...
boğuldular. Ardından da, bir ateşe addılar" ifadesine tutunmuşlar ve şu
İki izahı yapmışlardır:
a) ifadesinin
başındaki fa, ateşe sokulma işinin, boğulmanın hemen peşinden olduğuna delâlet
etmektedir. Dolayısıyla, ayetin bu
ifadesini, ahiret azabı manasına almak mümkün değildir. Aksi halde,
fâ'nın delaleti yok olmuş olur.
b) Allah
Teâlâ, geçmişi ifade eden bir siga (mazî ile)
buyurmuştur ki bu, sokulma işinin bilfiil gerçekleşmiş olması halinde
doğru olan bir ifadedir. Mukâtll ve Kelbl ise, bunun manasının, "Onlar,
ahirette, azaba sokulacaklar..." şeklinde olduğunu; ne var ki, doğru
olduğundan ve ilgili tehdit gerçek olduğundan muzarî yerine mazı fiil
kullanılmış olup, bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, (A'raf, 50) (Araf,44) ayetleri gibidir. Bil ki, bunların
söylemiş olduğu şey, bir delil olmaksızın, zahirî manayı terketmektir.[46]
Buna göre ayet,
"Biz ayetin zahirî manasını, delilden dolayı almadık. Bu delil de şudur:
Mesela bir kimse suda boğulduğunda, biz onu orada gözümüzle görüyoruz. Peki
daha nasıl, onların o anda cehenneme atıldıkları söylenebilir?" denilirse,
buna şu şekilde cevap verilebilir: Bu problem, insan denen mefhûmun görünen
hey'etin tümünden ibaret olduğuna inanıldığı için ortaya çıkmıştır. Halbuki bu
yanlıştır, zira bir insanın, ta ömrünün başından itibaren mevcut olan bir zat
olduğunu beyan etmiştik. Ne var ki, insanın, ömrünün başında bedeni küçüktür.
Onun cüzleri sürekli olarak dağılıp gitmektedir. Geriye kalanın, değişenden
başka olduğu ise malumdur. O halde insan, Ömrünün ta başından, ölünceye kadar
baki kalan şeyden (öz) ibarettir. O halde, peki daha niçin, "Bu cüsse, her
ne kadar suda kaldıysa da, ancak o muayyen insanın kendisinden ibaret olduğu
insandan ayrılmış olan o temel parçalarını azaba ve ateşe sokmuş olması niçin
söylenemesin?
Daha sonra Cenâb-ı
Hak,"O vakti, kendilerine Allah'tan başka yardımcı da bulamadılar"
buyurmuştur ki, bu, onların, o putlara ibadete devam edişlerinin, o putların,
kendilerinden bela ve musibetleri def etmeleri ve faydalı şeyleri de onlara
celbetmeleri için olduğunu bir çıtlatma (tariz). Binâenaleyh, onlara, Allah'ın
azabı gelince, o putlardan fayda göremediler ve o putlar, Allah'ın azabını
onlardan savuşturamadı. Bu yönüyle bu ayet, tıpkı, "Yoksa onların, bizden
başka, kendilerinden azabı savuşturacak ilahları mı var?!" (Enbiya, 43)
ayeti gibidir. Bil ki, bu ayet, Allah'tan başka bir şeye güvenip dayanan herkesin
aleyhine olan bir delildir.[47]
"Nüh, "Ya
Rabbi, yeryüzünde, kafirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma.."
demişti.." (Nuh, 26).
Müberred, ifadesi, ancak genel bir olumsuzluğun
kastedildiği yerlerde kullanılır" demiştir. Nitekim Arapça'da, "Evde,
hiç kimse yoktur!" denilir. Bu kelime, müsbet hükümde kullanılmaz.
Dilciler bu kelimenin, kalıbında olup, kökündendir. Aslı ise, dur. Bu demektir ki, vftv yâ'ya çevrilmiş;
"yâ" da "yâ'ya idğam edilmiştir. Ferrâ, Zeccâc ve İbn Kuteybe
de, Arapça'da, "Evde konaklayan kimse yoktur" anlamında, denildiğini
söylemişlerdir.[48]
"Çünkü eğer sen,
onları, bırakırsan, kullarım yoldan çıkarırlar. Kötüden, öz kafirden başka da
evlat doğurmazlar" (Nuh, 27).
Buna göre şayet,
"Peki Nuh (a.s), bunun böyle olacağını nasıl bilmiş?" denilirse biz
deriz, hem nastan, hem de muhakemeden bunu çıkarmıştır. Nassa gelince, bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Senin kavminden ancak, (daha önce) iman etmiş olanlar
inanacak..." (Hud, 36) ayetidir. İstikra ise şudur: Nuh (a.s), onların
içinde 950 yıl yaşamış. Böylece, onların karakterlerini tanımış ve onları
denemiştir. Mesela onlardan birisi, çocuğunun elinden tutarak, onu Nûh (a.s)'un
yanına götürüyor ve "Şu adamdan sakın, çünkü bu kezzâbtır, yalancıdır.
Benim babam da bana bu tavsiyeyi yapmıştı.." diyordu. Böylece, büyüğü
ölüyor, küçüğü de aynı düşüncede olarak büyüyordu...
Ayetteki "Fadr, öz kafirden başka da evlat
doğurmazlar..." ifadesiyle ilgili şu iki izah yapılabilir:
1) "Bunlar,
senin, ilm-i ezelinde de böyledirler."
2) "Bunlar,
böyle olacaklar..."[49]
Bil ki, Nûh (a.s),
kavmine beddua edince şöyle demiştir:[50]
"Ya Rabbi, beni,
anamı, babamı, iman etmiş olarak evime giren kimseleri, erkek mü'minleri ve
kadın mü'minleri sen bağışla. Zalimlerin, helakinden başka bir şeyini de artırma" (Nûh, 28).
"Beni
bağışla..", yani, "Beni terk-i evla yapmamdan ötürü beni
bağışla..." demektir. Şu da denebilir: Hz. Nûh (a.s), kavmine beddua
ederken, onlara, onlardan ötürü gördüğü eziyetler sebebiyle beddua etmiştir.
Binâenaleyh, onlara beddua etme, adeta, intikam duygusuyla yapılmış da, bundan
dolayı da mağfiret talebinde bulunmuştur. Çünkü, intikam duygusuyla yapılan
bedduada, nefsi tatmin vardır.
"Anam.
babam...", yani, babası Lamek İbn Metûşlah; annesi Şemhâ bfnt-i Enûs... Ki
bunlar, mü'mindiler. Atâ şöyle der: "Hz. Nûh (a.s) ile Adem (a.s)
arasındaki peygamberlerin hiç birinin babası kafir değildir. Hz. Nûh (a.s) ile
Hz. Adem (a.s) arasında on ced, dede vardır." Hasan İbn AH, Sâm ve Hamı
kastederek, ayeti, "iki oğlumu..." şeklinde okumuştur.
Daha sonra,
"erkek mü'minleri ve kadın mü'minleri..." buyurulmuştur. Hz. Nûh
(a.s), ilk defa kendisine, sonra kendisine en yakın olanlara dua etmiştir.
Zira, kendisine en yakın olanlar, onun duasına daha layıktırlar. Daha sonra da
bu duasını, bütün mü'min erkek ve kadınlara teşmil etmiştir. Derken, sözünü,
yeniden kafirlere beddua ederek bitirmiş ve "Zalimlerin, helakinden başka
bir şeyini de arttırma" demiştir. Yani, "Helaki, unufak olmayı... artır.."
demektir. Çünkü, helak edilen her şey kırılıp dökülmüştür. (Araf, 139) (isrâ,
7) ayetleri de bu manadadır.[51]
Derken, Allah Teâlâ,
Hz. Nûh (a.s)'un duasına icabet etti de, onların tümünü birden helak etti. Buna
göre şayet, "Bu kavim boğulurken, çocukların günahı nedir?" diye
sorulursa, buna birkaç yönden cevap verebiliriz:
1) Allah
Teâiâ, Tûfan'dan 40 veya 90 yit öncesinden, erkeklerin zürriyetini kuruttu,
kadınların ise rahimlerini kısırlaştırdı. Dolayısıyla da bu demektir ki, onlar
boğulurken, beraberlerinde çocuk bulunmuyordu. Bunun delili, bu suredeki, (Nuh,
10-12) ayetleridir. Bu, "mefhûm" gereği.onlann İstiğfarda
bulunmadıklarında, Cenâb-ı Hakk'ın, onların oğullarını çoğaltmayacağına delâlet
eder.
2) Hasan
el-Basrî, Allah, çocukların suçsuz olduğunu biliyordu. Dolayısıyla da onları,
azab etmeksizin helak etti" demiştir.
3) O çocuklar o kavimler ile birlikte bir ceza olsun diye boğulmam ıslardır. Aksine bu boğuluş, başka çocukların boğulma ve yanma ile ölmeleri gibidir. Dolayısıyla bu, çocuklarının da boğulduğunu gözleriyle gördükleri için, ana-babalarının azablarının artmasına sebep olmuştur. En iyisini Allah bilir. Hamd, âlemlerin Rabbine, salât-ü selâm da, efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, O'nun âline ve ashabına olsun (Amin).[52]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/141.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/143-144.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/144.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/144.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/144-145.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/145.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/145.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/145-146.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/146-147.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/147.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/148-149.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/149.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/149.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/149.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/149-150.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/150-151.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/151.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/152.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/152.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/152.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/152.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/152-153.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/153.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/153.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/153.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/154.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/154.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/154-155.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/155.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/155.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/155.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/155-156.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/156.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/156.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/156.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/156.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/156-157.
[38] Müslim, Cevaiz, 106 (2/672).
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/157-159.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/159.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/160.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/160.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/160.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/160.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/161.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/161.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/161-162.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/162.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/162-163.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/163.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/163.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/163-164.