Mekke'de inmiştir. 40
âyettir.
Kıyâme sûresi Mekke'de inmiş olup, iman esaslarından biri
olan "öldükten sonra dirilme ve hesap" konusunu ele alır. Ağırlıklı
olarak ve Özel bir şekilde kıyamet ve onun korkunç durumlarından, ölmek üzere
olan insanın hallerinden ve âhirette kâfirin
karşılaşacağı zorluk ve güçlüklerden bahseder. İşte bunun içindir ki bu sûreye
"Kıyamet sûresi" adı verilmiştir.
Bu mübarek sûre,
öldükten sonra dirilmenin şüphesiz bir gerçek olduğuna dâir kıyamet gününe ve nefs-i levvâmeye yemin ile
başlar. "Kıyamet gününe yemin ederim ki, kendini kınayan nefse yemin
ederim ki... İnsan, kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanar? Evet, bizim, onun parmak uçlarım bile aynen eski
haline getirmeye gücümüz yeter."
Daha sonra sûre, ayın
batırılacağı, gözlerin şaşkına döneceği, hesap ve amellerin karşılığını almak
için insanların ve bütün mahlukatın toplanacağı o korkunç günün alâmetlerinden
bir kısmım anlatır. «Gözler kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay bir araya
getirildiği zaman, işte o gün insan, "Kaçacak yer neresi?"
diyecektir. Hayır, hayır! Kaçıp sığınacak yer yoktur.»
Sûre, Rasulullah (s.a.)'m, Cebrail kendisine Kur'ânı
okuduğunda, onu zapt etmeğe verdiği önemi anlatır. Resûlullah
(s.a.), Cebrail'in kıraatini takip hususunda kendini yorar ve okuduğu âyetleri
çabucak ezberlemek için dilini onunla birlikte hareket ettirirdi. Bu sebeple
Yüce Allah ona kıraati dinlemesini, Cebrail ile birlikte dilini hareket
ettirmemesini emretti: "Onu çabucak almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz
onu toplamak ve onu okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen
onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki onu açıklamak da bize aittir.
Sûre, âhirette insanların mes'ûd ve
bedbaht olarak iki gruba ayrılacaklarını anlatır. Mutluların yüzleri parlak ve
nur saçarlar. Bunlar, Rable-rine bakarlar. Bedbahtlara
gelince, bunların yüzleri kapkaradır ve bu yüzleri zillet bürümüştür.
"Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parıl d
ayacaktır. Rablerine bakacaklardır. Yüzler de vardır ki. O gün buruşacaktır.
Kendilerinin bel kemiklerini kıran bir felâkete uğratılacaklarını
sezeceklerdir."
Daha sonra sûre, ölmek
üzere olan kişinin durumunu anlatır. Şöyleki bu anda
korkulu ve sıkıntılı durumlar meydana gelir. İnsan beklemediği, hesapta olmayan
"darlık ve sıkıntılarla karşılaşır. "Dikkak
edin! Can köprücük kemiğine dayandığında, "Tedâvî edebilecek kimdir?"
denildiğinde... O kimse bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar. Bacak bacağa
dolaşır. İşte o gün sevk edilecek yer sadece Rabbinin huzurudur. O kimse ne
tasdik etmiş ne de namaz kılmıştı. Aksine yalanlamış ve yüz çevirmişti. Sonra
da çalım sata sata yürüyerek kendi ehline
gelmişti."
Bu mübarek sûre, aklî
delillerle âhiret ve haşri isbat ederek sona erer: "İnsan, kendisinin başıboş
bırakılacağını mı sanar? O, akıtılan meninin içinden
bir mıtfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı olmuş,
derken Allah onu yaratıp şekillendirmişti. Ondan da iki cinsi, erkek ve dişiyi
yaratmıştı. Peki Allah'ın, ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?"[1]
Bismillâhirrahmânirrahîm
1. Kıyamet
gününe yemin ederim ki,
2. Kendini
kınayan nefse yemin ederim ki,...
3. İnsan,
kendisinin kemiklerini biraraya toplaya-mayacağımızı mı sanar?
4. Evet,
bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski hâline getirmeye gücümüz yeter.
5. Fakat
insan önündeki (kıyameti) yalanlamak ister.
6. "Kıyamet
günü ne zamanmış?" diye sorar.
7, 8, 9. Gelgeldim, göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneşle ay biraraya getirildiği zaman!
10. (İşte) o
gün insan, "Kaçacak yer neresi?" diyecektir.
11. Hayır,
hayır! sığınacak yer yoktur!
12. O gün
varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur.
13. O gün
insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir.
14. Hattâ
insan, kendi kendinin şahididir.
15. İsterse
özürlerini sayıp döksün.
16. (Resulüm!)
onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma.
17. Şüphesiz
onu, toplamak ve onu okutmak bize aittir.
18. O halde,
biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et.
19. Sonra
şüphen olmasın ki, onu açıklamak da bize aittir.
20, 21.
Hayır, daha doğrusu siz, geçici olan dünyayı seviyor, âhireti
bırakıyorsunuz.
22. Yüzler
vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır.
23. (Onlar)
Rablerine bakacaklardır.
24. Yüzler
de vardır ki, o gün buruşacaktır;
25. Kendilerinin,
bel kemiklerini kıran bir felâkete uğratılacağını sezeceklerdir.
26. Artık
gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır,
27. "Tedavi
edilebilecek kimdir?" denir.
28. (Can
çekişen) bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar.
29. Ve bacak
bacağa dolaşır...
30. İşte o
gün sevkedilecek yer, sadece Rabbinin huzurudur.
31. İşte o,
doğru kabul etmemiş, namaz da kılma-mıştı.
32. Aksine
yalan saymış ve yüz çevirmişti.
33. Sonra da
çalım sata sata yürüyerek kendi ehline gitmişti.
34. Yazık
sana, yazık!
35. Evet,
yazık sana yazık.
36. İnsan,
kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanar?
37. O, (döl
yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm)
değil miydi?
38. Sonra,
kan pıhtısı olmuş, derken Allah onu yaratıp şekillendirmişti.
39. Ondan da
iki cinsi, yani erkek ve dişiyi vâretmişti.
40. Peki
(bunları yapan) Allah'ın, ölüleri tekrar diriltmeye gücü yetmez mi?
Benân, kelimesinin çoğulu olup parmak uçları veya parmakların
kendileri demektir. Nâbiğa şöyle der:
Yumuşak ve kınalı
parmaklarla... Sanki onun parmakları, yumuşaklıktan,
nerdeyse düğümlenecek anem ağacıdır.[2]
Korktu, hayrete düştü,
apışıp kaldı demektir. Bunun aslı şimşeğe bakıp gözün dehşete kapılması manasindadır. Zürrumme şöyle der:
Eğer Mey[3],
yolculuk yapmakta olan Lokman Hekim'in gözüne görünse, Lokman dehşetinden
nerdeyse şaşa kalır.[4]
Vezer, sığınak, kişinin sığınacağı kale.
Nâdıra, güzel ve parlak demektir. İse yumuşaklık, derinin
güzelliği ve güzel parlaklık demektir.
Bâsira, çok buruşuk ve çatık manasınadır. Bir kimsenin yüzü
ekşi ve çatık olduğunda denir.
Fâkıra, büyük olay ve büyük musibet demektir. Musibet bel kemiğini
kırdı, mânâsına denir.
Gurur ve kibirinden salınarak yürür. [5]
1. Hesap ve
amellerin karşılığını alma günü olan Kıyamet gününe yemin ederim. [6]
2. İtaatlan terk etmesinden ve cezayı gerektiren şeyleri
yapmasından dolayı sahibini kınayan mü'min ve takva
sahibi nefse yemin ederim Tefsirciler şöyle der: Buradaki sl
yemini pekiştirmek içindir. Sözü pekiştirmek için yeminden önce nın fazla olarak gelmesi Arap dilinde meşhurdur. Sanki o
şey o kadar açık ve seçiktir ki isbatı için yemine
ihtiyaç yoktur. Yeminin cevabı mahzuf olup takdiri
şöyledir. Öldükten sonra mutlaka diriltilecek ve kesinlikle hesaba
çekileceksiniz. "İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya
toplayamayacağımızı mı sanar?"[7]
mealindeki âyet bunu gösterir.
Yüce Allah, büyüklüğü
ve korkunçluğu sebebiyle kıyamet gününe yemin etti. Ayrıca Allah'a karşı kusur
işlemesinden dolayı sahibini kınayan, itaat ve güzTel
amel işlemekle birlikte bağış dileyen ve tevbe eden
nefse yemin etti. Hasan Basrî şöyle der: Bu. mü'minin nefsidir. Çünkü mü'mini
her ne zaman görsen nefsini kınamaktadır. "Bu sözümle ne demek istedim? şu
amelimle ne yapmak istedim?" der. Kâfir ise işine devam eder, ne kendini
hesaba çeker ne de nefsini kınar![8]
3. Bu soru
kınama ve azarlama ifade eder. Yani o inkarcı, öldükten sonra dirilme ve haşrİ yalanlayan insan dağıldıktan sonra kemiklerini bir
araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Tefsirciler şöyle der: "Bu âyet Adiyy b. Rabîa hakkında
inmiştir" Bu kişi Rasulullah'a gelerek dedi ki:
"Ey Muhammedi Kıyamet gününü bana anlat ne zaman olacak ve o olay nasıl
olacak" Resulullah (s.a.v) de kıyamet gününü ona
anlattı. Bunun üzerine Adiyy: "Ey Muhammedi O
günü açıkça görsem dahi seni tasdik etmem ve sana inanmam Allah nasıl
toplar." Bunun üzerine bu âyet indi.[9] Yüce
Allah ona cevaben şöyle buyurdu: [10]
4. Evet o
kemikleri toplayacağız. Biz azaların en küçüğü, parçaların en incesi ve
birleşme hususunda en hassas olan parmak uçlarını dahi iade etmeye kadiriz.
Öyleyse büyük kemikleri nasıl toplayanlayız. Parmak uçlarında yaratılış
bakımından enteresanlık ve ince bir sanat bulunduğu için Yüce Allah onları
zikretti. Çünkü bir insanın parmak uçlarındaki ince çizgiler ve boşluklar o
şekilde yaratılmıştır ki yeryüzündeki diğer herhangi bir şahsın parmak
çizgileri bu çizgilere benzemez. Bunun içindir ki bu asırda insanın şahsiyetini
incelerken parmak basmalarına ve parmak izlerine dayanmaktadır.[11]
5. Bilakis
insan bu inkârıyla ahlâkî ve dinî herhangi bir engel olmadan kötülüklere devam
etmek şehevî arzulara ve günahlara atılmak ve hayvanı arzularına ulaşmaktan
başka arzusu olmayan hayvan gibi yaşamak istiyor. İşte bunun için kıyameti
inkar edip yalanlıyor. [12]
6. O kâfir
alay ve inkâr yollu o gün yani kıyamet günü ne zaman olacak diye sorar. Fahreddin Râzî şöyle der: Bu soru
kıyametin kopmasını uzak gören ve hata yakalamak isteyen kimsenin sorusudur.
"Bu tehdit ne zaman gelecek derler" Mealindeki âyet de bunun bir
benzeridir.[13] Bu sebeple kâfir, âhiret hayatım inkâr eder ve öldükten sonra dirilme ve haşri yalanlar. "Önündeki (kıyameti)
yalanlamak" âyetinden maksat şudur: Tabiatı şehevî arzuları
serbestçe yerine getirmeye ve zevkli şeyleri çokça yapmaya meyleder. İnsan
maddi zevklerin kedere dönüşmemesi için neredeyse Ölülerin dirilmesini haşrİ ve neşri kabul etmez. Böylece alay ve eğlence yollu
"Kıyamet günü ne zaman olacak" diyerek katî olacak bu olayı inkara
kalkışır.[14]
7.
Tehlikeler ve korkunç hallerden dolayı göz kayıp şaşa kaldığı ve yorgun
düştüğünde, [15]
8. Ayın
aydınlığı gidip karanlıklandığmda, [16]
9. Kıyamet
gününde ay ile güneş biraraya getirilip kâfirlere
azap olsunlar diye ateşe atıldıklarında...
Atâ şöyle der:
"Kıyamet gününde ay ile güneş biraraya getirilir
sonra denize atılırlar. İşte o zaman Allah'ın büyük ateşi meydana gelir.[17]
10. O gün
kâfir, "Kaçacak yer neresi? Bu büyük musibetten kaçış ve kurtuluş nereye
olacaktır?" der. O gün kaçmak olmayacağını bildiği için ümitsiz kimsenin
söylediği gibi söyler. [18]
11. Bu, onu
kaçmak istemekten sakındırmak içindir. Yani bu sözü söylemekten sakınsın.
Allah'ın azabına karşı onun ne yardımcısı vardır, ne de sığınacağı bir yeri. [19]
12. Bütün mahlukatm dönüşü sadece Allah'adır. Âlûsî
şöyle der; Kullan sadece Allah'ın huzurunda karar kılacaklardır. Ondan başka
onların ne sığınacakları yerleri vardır, ne de kurtuluş yerleri.[20] ...
Âyetlerden maksat, âhiretteki
korkunç durumları açıklamaktır. Kıyamet gününde gözler yorgun düşer, o korkunç
hallerin şiddetinden ve görecekleri olayların büyüklüğünden dolayı şaşkına
döner ve kırılırlar. İnsanın aklı gider, rüşdü yok
olur ve kurtuluş aramaya başlar. Fakat, heyhat ki hayat sona ermiş ve kıyamet
gelip çatmıştır. [21]
13. O gün
insana bütün yaptıkları, küçüğü büyüğü, iyisi ve kötüsü haber verilecektir.
Hayatında yapıp sunduğu ve ölümünden sonraya bıraktığı iyi veya kötü çığır,
güzel ya da kötü şöhretten ne varsa hepsi kendisine
bildirilecektir.[22] Hadiste şöyle buyrulmuştur:
"Kim güzel bir çığır açarsa, ona hem işlediği bu iyi işin sevabı, hem de
kendisinden sonra kıyamet gününe kadar o işi yapanların sevabı kadar sevap
vardır. Onların sevabından hiçbir şey de eksilmez. Kim de kötü bir çığır açarsa
ona, hem o kötülüğün günahı hem de kıyamet gününe kadar o kötülüğü yapanların
günahı kadar günah vardır. Onların günahından hiçbir şey de eksilmez."[23]
14. Hattâ
insan kendi aleyhine, kötü ve çirkin amellerine şahittir. Başka bir şahide
ihtiyacı yoktur. Nitekim Yüce Allah meâlen şöyle
buyurmuştur: "Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter"[24]
Kelimesindeki çok rivayet eden "çok bilen" kelimelerinde olduğu gibi
mübalağa ifade eder. İbn Abbâs
şöyle der: İnsan tek-başma kendi aleyhine şahittir.
Kulağı, gözü, ayaklan ve azaları kendi aleyhine şahidlik
eder.[25]
15. İsterse
suç ve günahlarını aklamak için her türlü mazereti getirsin ona fayda sağlamaz.
Çünkü o kendi aleyhine şahit ve kendisine karşı açık bir delildir. Fahreddin Râzî şöyle der: Yani
insan her ne kadar kendisi hakkında özür beyan etse, kendini savunsa ve her
türlü mazeret ve delili getirse de bunlar ona fayda sağlamaz. Çünkü o, cezayı
gerektiren şeyleri işlediğine dâir kendi aleyhine şahittir.[26]
Bu açıklamadan sonra
söz, Kur'ân-ı Kerime ve Cebrail'den vahyin alınması
usûlüne geldi ve Yüce Allah, Resulüne hitap ederek şöyle buyurdu: [27]
16. Kur'ân'ın senden gitmesinden korkarak onu çabucak
ezberlemek maksadıyla, vahiy Cebrail vasıtasıyla, sana verildiği esnada Kur'ânı okuyarak dilini depretme. [28]
17. Ey
Peygamber! Kur'ân'ı senin kalbinde toplamak ve onu
ezberlemeni sağlamak bize aittir. [29]
18. Cebrail
onu sana okuduğunda, onu dinlemek için, okumasını bitirinceye kadar sus. O
okurken dudaklarını depretme. [30]
19. Ey
Peygamber! Sonra mânâ ve hükümlerinden anlayamadıklarını açıklamak da bize
aittir. İbn Abbâs şöyle
der: Resûlulah (s.a.v) vahyi ezberlemek için çok
uğraşır, onun zail olup gitmesinden korktuğu için onunla dilini ve dudaklarını
depretir ve onu ezberlemek isterdi. Bunun üzerine
Yüce Allah, âyetini indirdi. Bundan sonra Cebrail geldiği zaman Resûlullah (s.a.v) susar ve dinlerdi. Cebrail gidince, Yüce
Allah'ın va'dettiği gibi, Resûlullah
(s.a.v) vahy edileni okurdu.[31] İbn Abbâs der ki: Yüce Allah
âyetiyle "sükût et ve dinle" diye emretti. âyetiyle de "onu
senin lisanınla açıklamak bize aittir" diye buyurdu.[32] İbn Kesir de şöyle der: Resûlullah
(s.a.v) Kur'ân'ı almak için acele ediyor ve onu okuma
hususunda melekle yarışıyordu. Dolayısıyla Yüce Allah, meleği dinlemesini
emretti ve Kur'ân'ı onun kalbinde toplayacağını, onu
açıklayıp izah edeceğini garanti etti. Birinci durum, Kur'ân'ı
onun kalbinde toplaması; ikinci durum, okuması; üçüncü durum ise tefsiri ve
mânâsını açıklamasıdır.[33]
Bundan sonra söz
tekrar Kıyamet gününü yalanlayanlara döndü ve Yüce Allah Mekke kâfirlerine
hitaben şöyle buyurdu: [34]
20, 21. Ey müşrikler
topluluğu! Bâtıl iddiadan sakının; iş, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza
yoktur, şeklinde iddia ettiğiniz gibi değildir. Bilakis siz geçici dünyayı
seven ve ebedî âhireti bırakan bir kavimsiniz
dolayısıyla, daha hayırlı ve devamlı
olmasına rağmen, âhiret için amel etmeyi
düşünmüyorsunuz. [35]
22. Yüce
Allah, insanların dünya ve onun geçici lezzetlerini âhiret
ve onun ebedî mutluluklarına tercih ettiklerini anlattıktan sonra kıyamet
gününde insanların itaatkârlar ve isyankârlar olmak üzere iki kısma
ayrılacaklarını anlattı. Yani kıyamet gününde mutlu kimselerin yüzü parlak,
güzel ve aydınlıktır. Bu durum erdikleri nimetlerin alâmeti ve bu nimetlerden,
tattıkları sevinçten ileri gelmektedir.
Nitekim Yüce Allah meâlen şöyle buyurmuştur:
"Onların yüzünde nimetin ve mutluluğun sevincını
görürsün.[36]
23. O yüzler
Rablerinin azametine bakar ve O'nun güzelliğine hayran olurlar. Cennet ehli
için nimetlerin en büyüğü Yüce Allah'ı görme ve perdesiz olarak O'nun mübarek
yüzüne bakmaktır. Hasan Basrî şöyle der: O yüzler
Yaratıcıya bakacaklardır. Yaratıcıya bakarken güzelleşmeleri îcâbeder.[37] Bu
hususta sahîh deliller vârîd olmuştur.[38]
24. Yüzler
de vardır ki Kıyamet gününde son derece ekşi ve buruşuktur. Bunlar, cehennemlik
bedbahtların yüzleridir. [39]
25. Kendilerine
bellerini kıracak b.üyük musibetin gelmesini
beklerler. İbn Kesîr şöyle der: Bunlar, kâfirlerin
yüzleridir ki kıyamet gününde ekşi ve buruşuk olacaklardır. Kendilerinin helak
olacaklarını kesin olarak bilirler.[40] Ve
başlarına bellerini kıracak musibetin gelmesini beklerler. [41]
26. kelimesi
dünyayı tercih etmeyi men ve ondan sakındırma ifade eder. Yani, ey müşrikler
topluluğu, bundan sakının! Önünüzdeki tehlikeler ve korkunç durumlara karşı
uyanık olun! Şüphesiz dünya geçicilik yurdudur. Ölüm kâsesinden mutlaka
yudumlamanız gerekir. Ruh, göğsün üst kısımlarına geldiği[42] ve
insan ölüme yaklaştığında... [43]
27. Aile
efradı ve yakınları, "O'nu kim tedavi edip iyileş-tirerek
bulunduğu durumdan kurtaracak? derler. Ebû Hayyân şöyle der: Yüce Allah, ruhun göğsün başlarına yani
gırtlağa geldiği zaman, âhiret merhalelerinin ilki
olan, ölümün zorluğunu anlattı. O zaman ölmek üzere olan kimsenin aile efradı.
"Bu hastayı kim tedavi edip iyileştirecek?" der.[44]
28. Ölmek
üzere olan kimse Ölüm meleklerini gördüğü için dünyadan, aile efradı ve
mallardan ayrılacağını kesin olarak anlar. [45]
29. Ölüm
sarhoşluğu ve sıkıntılarının şiddeti sebebiyle Ölmek üzere olan kimsenin
bacaklarının biri diğerine dolaşır. Hasan Basrî şöyle
der: Bunlar, ölünün kefene bürünen bacaklarıdır.[46] İbn Abbâs'tan şöyle rivayet
edilmiştir: Bundan maksat; "Dünyadan ayrılma sıkıntısı Ölümün şiddeti ve
sıkıntılarıyla birleştiğinde..." demektir. O zaman bu ifâde, o büyük ve
korkunç olayı temsilî olarak anlatır. Şöyleki o
şahısta dünya sıkıntılarının şiddeti âhiret
sıkıntılarının şiddeti ile birleşir. Nitekim savaşın şiddetlendiğini anlatmak
için müsteâr olarak denir.[47]
30. İşte o
gün kullaım sevk edilecekleri yer sadece Yüce
Allah'ın huzurudur. İtaatkârlar da isyankârlar da O'nun huzurunda toplanır.
Sonra ya cennete veya cehenneme sevkedilirler.
Hâzin şöyle der: Kulların dönüşü sadece Yüce Allah'adır. Aralarında hükmetmesi
için kıyamet gününde O'nun huzuruna sevk edilirler...[48]
Bundan sonra Yüce
Allah, inkarcı ve yalanlayıcının durumunu anlatmak üzere şöyle buyurdu: [49]
31. O, ne Kur'ân'ı tasdik etti ne de Allah için namaz kıldı. Ebû Hayyân şöyle der: Cumhur, bu
âyetin Ebû Cehil hakkında indiğini kabul eder. Ayet
"çalım satarak" bölümünde hemen hemen onu
açıkça ifade eder. Çünkü çalım satarak yürüyüş, Ebû
Cehil ve kavmi Manzum oğullarının yürüyüşüdür. Ebû
Cehil çoğu kere çalım satarak yürürdü.[50]
32. Aksine o
kâfir, Kur'ân'ı yalanladı ve imandan yüz çevirdi. [51]
33. Sonra da
çalım sata sata yürüyerek yandaşlarına gitti. Bu
tabir, kibir ve gururu ifade eder. [52]
34. Yazıklar
olsun sana ey bedbaht! Sonra sana yine yazıklar olsun! Tefsirciler şöyle der:
Bu ibare, Arap dilinde, sakındırmak, tehdit etmek ve korkutmak için mesel haline gelmiştir.
Aslında kelimesi fiilinin ism-i tafdîlidir. Bir kimseye bir şey yaklaştığında denir. Buna
göre âyetin mânâsı şöyle olur: Şer sana yaklaştı, sana isabet etmek üzeredir.
Sakın ve basma gelecek olaya dikkat et. Rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) Ebû Cehil'in
elinden tuttu, sonra ona dedi. Ebû Cehil, "Ey Muhammedi
Beni tehdit mi ediyorsun? dedi. Vallahi ne sen ne de Rabbin bana bir şey
yapamazsınız! Vallahi ben bu vâdînin en güçlüsüyüm" dedi. Sonra çok geçmeden Ebû Cehil, Bedir
savaşında en kötü bir şekilde Öldürüldü. [53]
35. Sonra
sana yine yazıklar olun! Yüce Allah daha fazla tehdit edip korkutmak için sözü
tekrarladı. Sanki o şöyle buyuruyor: Seni tekrar uyarıp korkutuyorum, inkârdan
sakın! Ve sana azap gelmeden önce kendine dikkat et...!
Yüce Allah sûrenin
başında, öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu anlattıktan sonra, sûrenin
sonunda dirilme ve haşre dâir delilleri anlatmak
üzere şöyle buyurdu: [54]
36. İnsan,
öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza olmaksızın başı boş bırakılacağını mı
sanıyor? Mes'ûliyet olmaksızın, salıverilmiş
hayvanlar gibi kalacağını mı hesap ediyor? Bu hesap ona ne yaraşır, ne de
yakışır. [55]
37. Bu soru
takrîr içindir. Yani, bu insan akıtılıp rahimlere dökülen adî bir suyun basit
bir nutfesi değil miydi? Bundan maksat insanın
durumunun değersizliğini açıklamaktır. Yüce Allah sanki şöyle buyuruyor: O
insan idrar yolundan akan bir meniden yaratılmıştır. [56]
38. Daha
sonra insan alekaya (embriyona) benzer, donuk,
katılaşmış bir kan parçası oldu. Allah, kudretiyle onu en güzel şekilde yarattı
şeklini düzgün yaptı ve onu en güzel şekilde sağlamlaştırdı. [57]
39. Yüce
Allah kudretiyle, bu insandan erkek ve dişi olarak iki sınıf yarattı.. İşte
insanın aslı ve terkibi budur. Böyle zayıf bir varlığın kibirlenip Allaha itaat etmemesi nasıl uygun olur? [58]
40. İşte bu
harikulade şeyleri yaratan ve insanı âüî bir sudan
meydana getiren hikmet sahibi yaratıcı ilâh, mahlûkât yok olduktan sonra onları
tekrar yaratmaya kadir değil midir? Evet, şüphesiz O, herşeye
kadirdir. Rivayete göre Resûlullah (s.a.v) bu âyeti
okuduğu zaman, Evet (kadirdir), Allah'ım seni noksan sıfatlardan tenzih
ederim!" derdi. [59]
1. arasında tıbâk vardır.
2. "İnsan,
kemiklerini toplayamayacağımızı mı sanıyor?" Bu, kınamak maksadıyla sorulmuş
bir istifhâm-ı in-kârîdir. "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"
sorusu da aynı şekilde istifhâm-ı inkârîdir. Çünkü
gaye kınamak ve azarlamaktır.
3.
"İnsan, kıyamet gününün ne zaman olacağını soruyor" âyetinde olayın
gerçekleşmesi uzak görülmemektedir. Zira sorudan maksat, olayı uzak görmek ve
inkâr etmektir.
4. Bazı harflerin
farklılığından dolayıkelimeleri arasında tam olmayan
cinas vardır.
5.
"Yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlayacaktır.
Onlar, Rablerine bakacaklar." âyetindeki mü'minlerin
yüzlerinin parlaklığı ile "Yüzler de vardır ki o gün buruşacaktır"
âyetindeki kâfirlerin yüzlerinin buruşukluğu arasında güzel bir mukabele vardır.
6. kelimesi
arasında cinâs-ı nakıs vardır.
7.
"Yüzler vardır ki o gün..." âyetinde mecâz-ı mürsel
vardır. Bu, zikr-i cüz, irâde-i küll
kısmından olup yüz ile insanın tümü kasd edilmiştir.
8. "Sana
yazıklar olsun yazıklar..!" âyetinde kâfiri kınamak ve yermek için III. şahıs
zamirinden II. şahıs zamirine dönüş vardır.
9. gibi âyet
sonlarında birbirine uygunluk vardır. Edebiyatta buna seci' murassa' denir. Bu,
Muhammed (s.a.v)'in mucizesi Kur'ân'ın
özelliklerindendir.
Allah'ın yardımıyle "Kıyâme
Sûresi"nin tefsiri bitti. [60]
[1] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/135-136.
[2] Kurtubî, 19/92
[3] Mey, şiirde'kullanılan bir
kadın ismidir.
[4] Bahr, 8/382
[5] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/139-140.
[6] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/140.
[7] İbn Cüzeyy.
Teshil, 4/163; Âlûsî, 29/135; Sâvî
Haşiyesi, 4/270.
[8] Hâzin, 4/182;
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/140.
[9] Fahreddin Râzî, Tefsâr-i kebîr 30/217
[10] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/140.
[11] İlmen sabittir ki parmakların derisi son derecede ince
çizgilerle kaplıdır. Bu çizgilerden bazıları kavis, bazıları düz ya da dâire bu çizgilerde hiç bir insanın diğerine
benzemesi mümkün değildir. Dolayısıyla devletler resmi olarak bu parmak
çizgilerine{izlerine)itimat etmektedir. Ve bu çizgiler baş parmak basmasıyla
insanı diğerinden ayırıcı olmuştur. Yaratıcıların en
güzeli olan Allah yücedir. Bu ilmî mucize hakkında yazdıklarımız için bak:
"Et-Tıbyân Fî Ulûmil-Kur'ân adlı kitabımız sayfa: 136.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/141.
[12] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/141.
[13] Yâsîn sûresi 36/48
[14] Fahreddin Râzî Tefsîr-i kebîr 30/218
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/141.
[15] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/141.
[16] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/141.
[17] Taberî, 19/113. Mücâhid'den rivayet edildiğine göre bundan maksat, "Ay
ile güneş dürüldüğünde" demektir. Nitekim Yüce Allah, "Güneş
durulduğu zaman"(Tekvîr sûresi 11) buyurmuştur.
Bir görüşe göre de bunlar bir araya getirilir ve batıdan doğarlar. Ancak bu
görüş nvtnın Hp.&iklir. Ciinkü söz kıvâmet hakkındadır.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/141.
[18] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/142.
[19] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/142.
[20] Alûsî, Rûhu'l-meânû 29/140.
[21] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/142.
[22] Bu, ibn Abbas
ve İbn Mes'ûd'dan
nakledilen rivayetin manasıdır. Tercih edilen görüş de budur. Bir görüşe göre
de, "Ömrünün başında yapıp sunduğu ve ömrünün sonuna ertelediği"
şeklinde tefsir edilmiştir.
[23] Müslim, tüm, 15; Zekât, 69; Nesâî,
Zekât, 64; İbn Mâce,
Mukaddime, 14. İbn Hanbel,
4/362,357, 359, 360, 361
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/142.
[24] İsrâ sûresi, 17/14
[25] Taberi, 29/115
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/142.
[26] Râzî, Tefsîr-i kebîr,
30/222.
[27] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/142-143.
[28] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/143.
[29] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/143.
[30] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/143.
[31] Buhârî, Tefsir-i sûre 75,2- Fezâüu'l-Kur'ân, 28; Bed'ül-vahy 4; Tevhîd, 43; Müslim, Salât 148 (Buhârî'dekilcr az farklıdır)
[32] Buhârî, Tefsir-i sûre 75,2; Fezâilu'l-Kur'ân, 28 Mııhrasarıı tbn Kesîr. 3/576
[33] Muhtasar-ı İbn Kesir, 3/576
[34] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/143.
[35] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/143-144.
[36] Mutaffıfîn sûresi, 83/24
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/144.
[37] Taberî, 29/120.
[38] Bu, Elıl-i sünnet mezhebinin
görüşüdür. Buhârî ve Müslim'de gelen hadisler bu
görüşü destekler: "Şu ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi açık açık göreceksiniz..." (Buhârî,
Tevhîd, 24. Müslim'in Sahîh'indc
ise şöyle bir hadis vardır: "Perde açılır. Onlara, Yüce Rablerine bakmaktan
daha sevimli bir şey verilmez. (Müslim, İman, 297) Mu'tezile,
âhirette Allah'ın görülmesini inkâr etmiş ve Sjfeb âyetini "Rablerinin sevabını beklerler"
şeklinde te'vil etmişlerdir. Bu, bâtıldır. Çünkü
"bekledi" mânâsına geien fiili mefûlünü
harf-i cersiz alır. Kâfi derecede deliller için hak: Hâzin Tefsiri, 4/186.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/144.
[39] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/144.
[40] Muhtasara tbn Kcsîr, 3/578.
[41] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/144.
[42] Fahreddin Râzî şöyle der: Bil ki, ruhun, göğüsün üst kısımlarına
gelmesi sözü, ölümün yaklaşmasından kinayedir. İbnu's-Sımme'nin şu sözünde bu mânâda kullanılmıştır:
Nice büyük musibeti
onlardan savdın. Oysa onların canları gırtlaklarına gelmişti.
[43] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/144.
[44] Taberî, 29/123.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/145.
[45] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/145.
[46] Ebû Hayyân,
el-Bahru'1-muhît, 8/390.
[47] Hâzin, 4/187.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/145.
[48] Hâzin, 4/187.
[49] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/145.
[50] Ebu Hayyan
el-Bahru’l-Muhit, 8/391
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/145.
[51] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/145.
[52] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/145.
[53] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/145-146.
[54] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/146.
[55] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/146.
[56] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/146.
[57] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/146.
[58] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/146.
[59] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/146.
[60] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/147.