Ölümden Sonra Dirilişin Tekrar Yaratılışın İspatı Ve Bunun Alâmetleri: |
Peygamber (S.A.Vin Kur'an'ı Ezberleme Tutkusu Ve İnsanların Ahiretteki Durumları: |
Yüce Allah'ın kıyameti tazim etmek, onun gerçekleşeceğini tespit edip
inkâr edenlere cevap vermek üzere kıyamete yemin ile başlamasından ötürü bu
sureye Kıyame suresi adı verilmiştir.
[1]
Bu sure kendisinden önceki sure ile ahirete dair açıklamalar ihtiva etmesi
sebebiyle ilişkilidir. Bundan önceki surede Yüce Allah öğüt almamanın asıl
sebebinin ölümden sonra dirilişi inkâr etmek olduğunu açıklayarak: "Asla!
Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar." (Müddessir, 74/53) diye
buyurmaktadır. Arkasından bu surede ölümden sonra dirilişin delilini söz konusu
ederek kıyamet gününü, niteliklerini, dehşetli durum ve hallerini ele
almaktadır. Daha sonra bundan önceki hususları söz konusu etmektedir. Bu da
ruhun bedenden çıkmasıdır. Arkasından bundan önce meydana gelen yaratılmanın
başlangıcını ele almaktadır. Böylelikle bu surede fiilen gerçekleşecek durumun
aksine bu üç hâl söz konusu edilmiş olmaktadır.[2]
Bu sure diğer Mekke'de inen sureler gibi din ve imanın esaslarından
birisini itina ile ele almaktadır. Bu da ölümden sonra diriliş ve amellerin
karşılığının görüleceğinin ispatı ile bundan önce ortaya çıkan ölümün belirtileri
ile yaratılışın başlangıcının söz konusu edilmesidir.
Sure kıyamet gününe ve kendisini kınayan nefse aynı anda yemin ederek başlamaktadır.
Bu da ölümden sonra dirilişi ve tekrar yaratılışı ispatlamakta; bedenlerin
dirilişini inkâr edenlere de bir cevap teşkil etmektedir. "Hayır, kıyamet
gününe yemin ederim." (1-6. ayetler).
Daha sonra Yüce Allah bugünün bazı alâmetlerini söz konusu etmekte ve
bunun gerçekleşmesinin kesin olduğunu bildirmektedir. O günün gerçekleşmesi
hiçbir şüphesi olmayan bir hakikattir: "Göz kamaştığı, ay tutulduğu...
zaman..." (7-15. ayetler).
Daha sonra Yüce Allah peygamberinden vahiy esnasında Kur'an ayetlerini
ezberleme çabasına girmemesini istemekte ve onu Kur'an'ı kalbinde tespit edip
yerleştirmeye, anlamasını ve kapsamlı ve eksiksiz bir şekilde açıklamasını
sağlamaya bizzat kefil olduğunu belirterek rahatlatmaktadır: "Onu
(hıfzetmeyi) çabuklaştırmak için dilini onunla kıpırdatma..." (16-19.
ayetler).
Bundan sonra dünya sevgisi ve dünyanın ahirete tercihi eleştirilmektedir.
İnsanların ahirette iki kısım olacağı bildirilmektedir: Bahtiyar kimseler ve
bedbaht kimseler. Birincilerinin yüzleri iman nurları ile parıldayacak, onlar
herhangi bir sınırlandırma, keyfiyyet veya daraltma söz konusu olmaksızın
Rablerine bakmak nimetini tadacaklar. Diğerlerinin ise yüzleri asık, simsiyah
ve kapkaranlık kesilecektir. Onlar da başlarına inecek pek büyük musibeti bekleyip
duracaklardır: "Hayır, hayır. Siz çabucak geçeni (dünyayı)
seversiniz..." (20-25. ayetler).
Daha sonra ölüm halindeki ve ölüm sırasındaki şiddetli halleri, dehşetli
durumları, sıkıntıları ve ölümün sebep olduğu darlıkları söz konusu etmektedir:
"Vazgeçin bu işten... (Çünkü can) köprücük kemiğine gelip dayandığında..."
(26-35. ayetler).
Sure haşre ve yeniden dirilişe dair maddi bir delili söz konusu ederek
sona ermektedir ki; bu da ilk yaratma ile tekrar yaratmanın ilk yaratmadan
kolay olduğudur: "Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?"
(36-40. ayetler).[3]
1- Hayır... Kıyamet gününe yemin ederim!
2- Yine hayır, kendini kınayan nefse yemin ederim!
3- İnsan, biz onun kemiklerini asla toplayıp, biraraya getirmeyeceğimizi
mi zanneder?
4- Evet, biz parmak uçlarını bile toplayıp düzenlemeye kadiriz.
5- Fakat insan önündekini (kıyameti) yalanlamak ister.
6- "Kıyamet de ne zamanmış?" diye sorar.
7, 8, 9- Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay biraraya getirildiği
za-man(dır).
11- Hayır; o gün sığınacak yer yoktur.
12- O gün varıp durulacak yer Rab-binin huzurudur.
13- O günde insana önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler
haber verilir.
14- Doğrusu şu ki; insan kendisine karşı bir şahittir.
15- Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile.
"İnsan, biz onun kemiklerini asla toplayıp biraraya
getirmeyeceğimizi mi zanneder" buyruğu azarlamak amacı ile bir inkârî
istifham (soru)dır.
"Kıyamet de ne zamanmış diye sorar." Bu da bir işin uzak
görüldüğünü ve inkâr edildiğini anlatmak amacıyla sorulmuş bir sorudur.
"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay biraraya getirildiği
zaman(dır). O günde insan: Kaçış nereye der." (7-10. ayetler)
buyruklarında murassa' seci' diye adlandırılan ayetin son harfleri arasında bir
uyum vardır.
"Önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler" lafızlar
arasında tezat vardır.
[4]
"Hayır... yemin ederim" buyruğu yemin ederim, demektir.
"Hayır" (anlamındaki: lâ) her iki ayette de zaiddir. Araplar bazan
bunu anlamı pekiştirmek için eklerler. Bu da hakkında yemin edilen husus
nefyedilen bir husus olduğu takdirde böyle olur. İşte bu sebeple yeminden önce
nefyin tekidi için "lâ: hayır"ın getirilmesi uygun düşmüştür. Hakkında
yemin olunan husus ise, ölümden sonra tekrar dirilişin ispatı ve bedenlerin
tekrar diriltilmeyeceğim kabul eden inatçı cahilleri reddetmektir. Bazılarının
görüşüne göre "lâ: hayır" daha önce geçmiş bir sözü reddetmek ve ona
cevap içindir. Araplar ölümden sonra dirilişi inkâr ettiklerinden onlara:
Hayır, durum dediğiniz gibi değildir. Ben ölümden sonra dirilişin hiçbir
şüphesi bulunmayan bir hak olduğuna yemin ederim, demektir.
Buyruk, lâm'dan sonra elif koymaksızın "le uksimu: şüphesiz yemin
ederim ki" diye de okunmuştur. Yeminin cevabı da hazfedilmiştir. Andol-sun
ki diriltileceksiniz, demektir. Buna da daha sonra gelen: "İnsan... mi
zanneder" buyruğu delil teşkil etmektedir.
"Kendini kınayan nefse (nefsi levvâmeye)yemin ederim." Bu
itaat ve iyilikte her ne kadar gayret gösterse dahi kendisini kınayan nefistir.
Bu yeminden maksat, kıyamet gününün azametine dikkat çekmek ve daha üstün bir
mertebeye yükselmek isteyen nefsin önemine işaret etmektir.
"İnsan biz onun kemiklerini... mi zanneder?" İnsandan kasıt
insan türüdür. Fiilin insanlara isnad edilmesi bazılarının bu zannı
beslemesinden ötürüdür ya da maksat buyruğun nüzulüne sebep olan kimsedir.
"Onun kemiklerini" darmadağınık iken diriltmek ve hesaba
çekmek için "biraraya getirmeyeceğimizi mi zanneder?"
"Evet" onları bir araya getireceğiz. Bununla birlikte
"biz parmak uçlarını bile toplayıp düzenlemeye kadiriz." Onların
kemiklerini eski haline döndürmeye ve küçüklüklerine ve inceliklerine rağmen
bunu başarmaya elbet kadiriz. Ya büyük kemikleri nasıl getiremeyeceğiz?
"Fakat insan önündekini yalanlamak ister." Gelecekte de
günahkârlığını sürdürmek ister.
"...Ne zamanmış?" Bu da alay ve yalanlamak kastıyla sorulmuş
bir sorudur. "Göz kamaştığı" daha önce yalanladığı şeylerin
gerçekleştiğini göreceğinde dehşete kapılıp, şaşırdığı zaman.
"Ay tutulduğu" kararıp ışığı gittiği zaman.
"O gün sığınacak" korunmak amacıyla sığınılacak "bir yer
yoktur. O gün varıp durulacak yer" yani yaratılmışların karar kılıp hesaba
çekilecekleri ve amellerinin karşılıklarını görecekleri yer "Rabbinin
huzurudur."
"Önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler haber
verilir." Önden işleyip gönderdiği amelleri ve işlemedikleri, yapmadığı
amelleri ona bildirilir. Yani amelleri başından sonuna kadar ona haber
verilir.
"İnsan kendisine karşı bir şahittir." Yaptığı işleri dile
getiren tanık bir belgedir. O halde amellerinin karşılığının verilmesi de
kaçınılmazdır.
"Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile." İsterse mazeret
olarak göstermesi mümkün olan her bir şeyi ortaya koysun.
[5]
"İnsan biz onun kemiklerini..." ayetlerinin (3 ve 4. ayetler)
nüzul sebebiyle ilgili olarak rivayet edildiğine göre Adiy b. Rabia,
Rasulullah (s.a.)'a dedi ki: Ey Muhammed, bana kıyamet gününün ne zaman
olacağını anlat. Rasulullah (s.a.) ona sorusunun cevabını verdi. Bu sefer Adiy
dedi ki: Bunları ben bugün dahi görecek olsam seni tasdik etmeyeceğim ve ona
iman etmeyeceğim. Allah çürüdükten sonra bu kemikleri mi toplayıp bir araya
getirecek? Bunun üzerine bu buyruklar nazil oldu.
Bir diğer açıklamaya göre bu ayetler Ebu Cehil hakkında inmiştir. O
şöyle derdi: Muhammed (s.a.) Allah'ın bu kemikleri çürüyüp dağılmalarından
sonra bir araya getireceğini ve tekrar onları yeni bir yaratık olarak var
edeceğini mi iddia ediyor?[6]
"Hayır, kıyamet gününe yemin ederim. Yine hayır, kendini kınayan
nefse yemin ederim." Yani kıyamet gününe de, kusurları dolayısıyla
kendisini kınayan nefse de yemin ederim ki... Elbette öldükten sonra
diriltileceksiniz. Buyrukta yeminin cevabı zikredilmemiştir. Çünkü ondan sonra
gelen buyruklar zaten bunu göstermektedir. O da: "İnsan biz onun
kemiklerini asla toplayıp bir araya getirmeyeceğimizi mi zanneder?"
buyruğudur. Kınayıcı nefs (nefs-i levvâme) müminin nefsidir. O geçenler için
üzülür ve kendisini kınar. Kötülüğü niçin işledi diye, hayrı da niçin daha çok
işlemediğinden dolayı kendisini kınar.
Bir şeye yemin onun azametini bildirmek ve şanının büyüklüğüne dikkat
çekmek içindir. Yarattıklarından dilediğine yemin etmek de Yüce Allah'ın bir
hakkıdır. Kıyamet gününün gerçekleşeceğine dair kıyamet gününe yemin etmek
ise, onun gerçekleşeceğini ortaya koymak ve daha da vurgulamak içindir. Çünkü
olmayan bir şeye yemin etmenin anlamı aklen kavranılamaz. Kınayan nefse de
bununla birlikte yemin edilmesi, kıyametten maksadın nefsin hallerini, onun
mutluluk ve bedbahtlıktaki farklı mertebelerinin ortaya çıkarılacağına dikkat
çekmek içindir.
[7]
Sahih olan Yüce Allah'ın her ikisine bir arada yemin ettiğidir. Nitekim
Katade -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de böyle demiştir.
[8]
Yani Yüce Allah kemikleri biraraya getirecek, sonra her insanı hesaba çekmek
ve amellerinin karşılığını vermek için diriltecektir.
Hasan-ı Basri dedi ki: Allah'a yemin ederim ki; biz müminin nefsini
kınamaktan başka bir halde görmüyoruz. Ben o sözü söylemekle ne yapmak
istedim? O yemeği yemekle ne yapmak istedim? Kendi kendime tasarladıklarımla
neyi istedim (diye kendisini kınar.) Günahkâr ise adım adım ilerler, fakat
kendisini kınamaz. Yine Hasan-ı Basri der ki: Kıyamet gününde gerek sema
ehlinden, gerek yer ehlinden olup da nefsini kınamayacak hiç kimse yoktur.
Said b. Cubeyr dedi ki: İbni Abbas'a Yüce Allah'ın: "Hayır,
kıyamet gününe yemin ederim" buyruğu hakkında soru sordum. O Rabbin
yarattıklarından dilediği şeye yemin eder, dedi.
Ferrâ dedi ki: İster iyilik yapsın, ister kötülük yapsın kendisini kınamayacak
hiçbir nefis yoktur. İyilik yapan kendisini keşke daha çok iyilik yapsaydı diye
kınar, kötülük işleyen de keşke yaptığı kötülüklerden vaz-geçseydi, diye
kendisini kınar.
Özetle, buyruğun zahirinden anlaşılma ihtimali daha yüksek olan İbn
Kesir'in dediği gibi şudur: Nefs-i levvâme (kınayıcı nefs); hayır sebebiyle de
şer sebebiyle de kendisini kınayan ve geçmişten dolayı pişmanlık duyan
nefistir.
"İnsan biz onun kemiklerini asla toplayıp bir araya
getirmeyeceğimizi mi zanneder? Evet, biz parmak uçlarını bile toplayıp
düzenlemeye kadiriz." Yani herhangi bir kimse kemiklerini darmadağınken
toplayıp, biraraya getirmeye, onları yepyeni bir varlık olarak tekrar
yaratmaya güç yetiremeye-ceğimizi mi zanneder? Böyle bir zan batıldır. Şüphesiz
biz onları toplayıp bir araya getireceğiz. Evet, diriliş halinde en çok
dağılmış, en küçük parçalara bölünmüş, parmak uçları kemikleri ile onların
eklemlerini dahi tekrar yeniden düzeltmeye, bir araya getirmeye gücümüz yeter.
Yüce Allah'ın: "Kadiriz" buyruğu onun kudretini tekid etmek
içindir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Parmak uçlarını bile toplayıp
düzenlemeye" buyruğu ile dikkat çektiği mükemmel kudret olmaksızın
kemiklerin bir araya getirilip toplanmasına imkân yoktur. Zira pek küçük ve
ufak olmalarına rağmen parmak uçlarını ve eklemlerini biraraya getirmeye güç
yetiren, büyük kemikleri de biraraya getirmeye daha bir muktedir olmalıdır.
Özellikle parmak uçlarının zikredilmesi ise hilkati en son tamamlanan bölümün
onlar olmasıdır. Bunun da söz konusu edilmesi artık parmağın tamam ve eksiksiz
olduğunu gösterir. Parmağın tamam ve eksiksiz olması da diğer organların tamam
ve eksiksiz olduğunun delilidir.
"Toplayıp düzenleme: Tesviye "nin şu anlama geldiği de
söylenmiştir: Devenin ayağı, eşşeğin toynağı gibi yakalamaya güç yetiremeyecek
şekilde tek bir bütün haline getirmektir. Anlatılmak istenen de onun kemikleri
ve eklemleri ilk haline de getirmeye, bunun aksini de yapmaya kadir olduğudur.
"Fakat insan önündekini yalanlamak ister." Bu daha önce
vurgulanan hususun bırakılıp başka bir konuya geçilmesi anlamındadır. O da
şudur: İnsan aslında gelecek günlerinde de günahkârlıklarını sürdürmek ister. O
önden günah işleyip tevbeyi ertelemeye çalışır. Said b. Cübeyr dedi ki: Önce
günah işler, tevbeyi de ölüm kendisine en kötü halinde gelip onu yakalayıncaya
kadar erteleyip durur.
Özetle, ölümden sonra dirilişi inkâr etmek iki hususta şüphe etmenin
bir sonucudur. Birincisi insanın darmadağın olup çürüdükten sonra parçalarının
biraraya gelmesini uzak bir ihtimal olarak görmesidir. İkincisi ise hevasma
uyup, ölümden sonra tekrar yaratılmayı inkâr edip günahkârlığa eğilimi
dolayısıyla o alanda kendisini salıvermesinden kaynaklanır.
İşte Yüce Allah birinci şüpheye: "İnsan biz onun kemiklerini... mi
zanneder." buyruğu ile cevap vermekte, ikinci şüpheyi ortaya koyan
kimselerin bu şüphesini de şu sözleriyle reddetmektedir: Aksine insan önünde
(gelecekte) karşılaşacağı ölümden sonra dirilişi ve hesabı yalanlamak ister.
Bundan maksadı ise dünyevi lezzetlerinin eksilmemesini istemesidir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet de ne zamanmış diye sorar.
" Yani o günün gerçekleşeceğini uzak görerek, alay ederek ve inada bindirerek
soru sorar: Kıyamet günü ne zamandır? Ölümden sonra dirilişe inanmayan bir
kimse en büyük günahları işler ve yaptığına hiç aldırmadan zevk aldığı şeyleri
talan edercesine tüketmekte elini çabuk tutar.
Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Eğer
doğru söyleyenler iseniz bu vaadiniz ne zaman gerçekleşecek, derler."
(Mülk, 67/25); "Tehdit olunduğunuz o şey uzaktan da uzaktır. O ancak bu
dünya hayatımızdır. Ölürüz, diriliriz, yoksa biz tekrar diriltilecek
değiliz." (Mu'mi-nun, 23/36-37)
Daha sonra Yüce Allah kıyametin üç alâmetini söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay biraraya getirildiği
zaman o günde insan: Kaçış nereye der." Yani göz dirilişin ve kıyamet
gününün oldukça çetin dehşetli hallerinden dolayı şaşırıp dehşete düşüp ayın
da bütün ışığı tamamen giderildiği, güneşin de, ayın da ışığı hep birlikte
büsbütün yok olduğu ve artık ardı arkasına gelecek gece ve gündüzün olmayacağı,
yani kâinatın bütün belirgin özelliklerinin kaybolacağı bir zamanda, işte o
vakit Ademoğlu kıyamet gününde bu dehşetli halleri göreceğinde şöyle
diyecektir: Sığınacak ya da korunmak için gidilecek bir yer var mıdır? Allah'tan,
onun hesaba çekmesinden ve vereceği azaptan nereye kaçılabilir?
"İnsan'dan maksat insan türüdür. O da Ademoğlu olup mümini de kâfiri
de kapsar. Çünkü o günde görülecek dehşetler bu sözleri söyletecektir.
Kastedilenin mümin değil, özellikle kâfir olduğu da söylenmiştir. Çünkü mümin
Rabbinin verdiği müjdelere güven besler.
Yüce Allah onlara bu dünyada o gün gelmeden önce şu buyruklanyla cevap
vermektedir: "Hayır, o gün sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer
Rabbinin huzurudur." Sizlerin kendinizi koruyabileceğiniz bir yeriniz olmayacaktır.
Orada o gün sizi Allah'tan koruyacak ne bir dağ, ne bir kale, ne de bir sığınak
vardır. O gün ancak Rabbine dönülecek, O'nun huzuruna varılacaktır; ya cennete
veya ateşe gidilecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki son gidiş Rabbine olacaktır." (Necm, 53/42) İşte orada
kullar sürekli olarak yerlerini bulacaklardır. Yüce Allah'ın: "Rabbinin
huzuru" buyruğunda bir muzafin varlığını kabul etmek gerekir. Rabbinin
hükmüne ya da cennete yahut cehenneme varılacaktır, demektir.
Daha sonra Yüce Allah karşılaşılacak akıbetin türü ile dünyadaki amel
arasındaki ilişkiye dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: "O günde insana
önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler haber verilir." Yani kıyamet
gününde amellerin sunulması ve hesaba çekilmek esnasında insana hayır ya da şer
türünden olsun önden gönderdiği, eskisiyle yenisiyle, ilkiyle sonuncusuyla,
küçüğüyle büyüğüyle bütün amelleri bildirilecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onlar işlediklerini de hazır bulacaklardır. Rabbin
kimseye zulmetmez." (Kehf, 18/49)
Daha sonra Yüce Allah insanın kendi amellerini bileceğini açıklayarak
şöyle buyurmaktadır:
"Doğrusu şu ki; insan kendisine karşı bir şahittir. Bütün
mazeretlerini ortaya koysa bile." Yani doğrusu insan kendi kendisine bir
şahittir. Neler yaptığını bilir. Kendi yaptıklarına bizzat kendisi apaçık bir
delildir. İsterse mazeret ileri sürsün ve inkâr etsin. Nitekim Yüce Allah bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Oku kitabını! Bugün kendine karşı iyi
hesaplayın olarak kendin yetersin." (İsra, 17/14) Ayet insanın amellerini
haber vermek yerine ondan daha çok bilinen ve daha açık bir mertebeden
bahsetmektedir.
İbni Abbas ve başkaları dedi ki: Maksat bnun işitmesi, görmesi, elleri,
ayakları ve diğer organlarıdır.
Vahidi ve Zemahşeri'nin görüşüne göre "mazeretler" lafzı
"mazeret"in çoğuludur. "Mazeretlerini ortaya koysa bile."
buyruğundan maksat da: O gün batıl şeyler ileri sürerek mazeret beyan etse
(özür dilese) dahi, ondan kabul edilmez. Kendi nefsi adına tartışsa dahi o
kendisini çok iyi görendir diye de açıklanmıştır. "Mazeretlerini"
lafzının delillerini demek olduğu da söylenmiştir. Bu da Mücahid'in görüşüdür.
İbni Kesir der ki: Sahih olan Mücahid'in ve onun görüşünde olanların
kanaatidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bundan sonra:
Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık demelerinden başka bir
mazeretleri (ileri sürecekleri bir delilleri) olmayacak." (En'am, 6/23);
"Allah onların hepsini diriltilecek-leri günde size yemin ettikleri gibi
O'na da yemin edecekler ve kendilerinin gerçekten bir şey üzere olduklarını
sanacaklar. Haberiniz olsun ki gerçekten onlar yalancıların ta
kendileridir." (Mücadele, 58/18)[9]
Ayetlerden aşağıdaki hususlar
anlaşılmaktadır:
1- Yüce Allah kıyamet gününün
şanının azametine dikkat çekmek için bu güne yemin etmektedir. Aynı şekilde O,
her zaman için daha çok hayır ve itaat işlemeye göz diken ve kötülükleri ve
masiyetleri de azaltmaya çalışan mümin kimsenin nefsine de -onun durumuna ve
ihlâsına dikkat çekmek için- yemin etmektedir. Kıyamet ile kendisini kınayan
nefis (nefs-i lev-vâme) arasındaki ilişkiye gelince; kıyametin
gerçekleştirilmesinden maksat, nefs-i levvâmenin mutluluk ya da bedbahtlık
durumlarını ortaya çıkarmaktır. Muhakkiklere göre bu gibi şeylere yemin
aslında onların Rabbi-ne ve yaratıcılarına yemindir. Kıyamet gününün
gerçekleşeceğine, kıyametin Rabbi adına yemin ederim, denilmiş gibidir.
2- Hakkında yemin olunan
ölümden sonra dirilişin şüphesiz olarak ve kesinlikle gerçekleşeceğidir. Zeccac
dedi ki: Yüce Allah kıyamet gününe ve kendisini kınayan nefse kemikleri yeniden
diriltmek üzere bir araya getireceğine dair yemin etmekte ve bu yeminini
küçüklüklerine rağmen parmak eklemlerini de tekrar var edip onları dümdüz bir
şekilde bir araya getirmeye kadir olduğunu belirterek daha da pekiştirmektedir.[10]
3- İleride karşı karşıya kalacağı ölümden sonra dirilişi ve hesaba çekilmeyi yalanlayan kâfir, küfrü gereği en büyük günahları işler, masiyetleri yapar ve bunların sonuçlarını, tehlikelerini hesaba katmaz, bunlardan dolayı ortaya çıkacak sorumlulukları ve işlerin akıbetlerini değerlendiremez.
4- Kıyamet gününde kainatın
belirgin özellikleri değişecek ve kıyamet için belirli alâmetler ortaya
çıkacaktır. Gözün şaşırması, dehşetli hallerden dehşete düşmesi, bir daha
gelmemek üzere ayın ışığının gitmesi, ayın da güneşin de birlikte çekip
gitmeleri. Yani Yüce Allah'ın her ikisinin de ışığı-
5-
Kıyametin alâmetleri ortaya çıkacağında insan
şaşıracak ve kaçacak yer neresi, nereye kaçıp kurtulabilirim, diyecektir.
Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisi, Allah'tan utanarak,
Allah'tan kaçış nereye diyecektir. İkincisi cehennemden sakınmak üzere,
cehennemden kurtulmak için kaçış nereye diyecektir.
6- Allah'tan kaçış olmadığı gibi cehennemden korunmak için bir sığınak, azaptan kurtulmak için bir kale de olmayacaktır. Sonunda Allah'ın hükmüne gidilecek, Ona dönülecektir. Her insan da ya cennete, ya da cehenneme gidecektir.
7- Ademoğluna kıyamet gününde
amellerinin tartılması esnasında ister iyi, ister günahkâr birisi olsun, daha
önce işledikleri kötü ya da salih amelleri yahut geriye bıraktığı kötü amel ya
da kendisinden sonra amel edilen salih bir iş yahut amelinin ilki ve sonu ya da
önceden işlediği masi-yet ve geriye bıraktığı, ertelediği itaatleri hep haber
verilecektir. Bu haber verme kıyamette amellerin tartılacağı vakit olacaktır,
ölüm esnasında değil. Çünkü İbni Mace'nin, Sime/ı'indeki rivayete göre Ebu
Hureyre dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Ölümünden sonra mümine
amelinden ve hasenatından ulaşan şeyler arasında öğrettiği ve etrafa yaydığı
bir ilim, geriye bıraktığı salih bir evlât yahut miras bıraktığı bir mushaf,
bina ettiği bir mescid, yolcular için yaptığı bir ev, akıttığı bir ırmak,
sağlığında ve hayatında iken malından çıkardığı sadaka (bütün bunlar)
ölümünden sonra ona erişir."
Hafız Ebu Nuaym da bunu Enes b. Malikten şu lafızla rivayet etmektedir:
"Yedi şey vardır ki onların ecirleri o kabrinde olduğu halde ölümünden
sonra kula akıp gider: Bir ilim öğreten, bir ırmak akıtan, bir kuyu kazan, bir
hurma ağacı diken, bir mescid bina eden, bir mushaf miras bırakan ya da
ölümünden sonra kendisi için mağfiret dileyecek bir evlât bırakan."
Müslim'in Sahih'inde de şu rivayet yer almaktadır: "Kim İslâm'da güzel bir
sünnet (izlenecek yol) açarsa onun da ecri ondan sonra onunla amel edenlerin de
ecri ona verilir ve onlardan hiçbirisinin ecrinden bir şey eksiltilmez. Kim de
İslâm'da kötü bir yol açarsa onun da günahı ondan sonra onunla amel edenlerin
de günahı üzerinedir. Onların günahlarından da bir şey eksiltilmez."
8- İnsan kendisine karşı en
iyi şahittir. O yaptığı işlerine dair apaçık bir delil ve belgedir. İsterse
inkâr etsin ve mazeret beyan etsin. Ben hiçbir şey yapmadım, desin. Kendi
nefsinden, organlarından ona karşı şahitlik edecekler vardır. Mazeret açıklasa
ve kendisini tartışarak savunsa dahi, onun ileri sürdüğü mazeretleri
yalanlayacak, aleyhine şahitlik edecek vardır.
9-
Kadı İbnü'l-Arabi Yüce
Allah'ın: "Doğrusu şu ki insan kendisine karşı bir şahittir."
buyruğundan altı sonuç çıkartmaktadır ki, bunları özetle şöylece
sıralayabiliriz:[11]
a) Bu buyrukta kişinin kendi aleyhine ikrarının kabul edileceğine delil vardır. Çünkü bu onun tarafından yapılan bir şehadettir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "O gün onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları herşeyi söyleyerek aleyhlerine şehadet edeceklerdir." (Nur, 24/24)
b) Ancak mükellef (yani âkil
ve baliğ) olan kimselerin ikrarı sahihtir. Mükellefin de "hacr"
altında (tasarrufları sınırlandırılmış) olmaması şarttır. Çünkü eğer kişinin
kendi lehine ise hacr onun söylediği sözü hükümsüz kılar. Şayet hasta gibi
başkasının hakkı ile ilgili bir ikrarda bulunmuşsa bu ikrarın kimi geçersiz,
kimi caizdir. Fıkıh kitaplarında belirtildiği gibi.
c) Yüce Allah'ın: "Bütün
mazeretlerini ortaya koysa bile." buyruğu şu demektir: Özür beyan edecek
olsa dahi kabul edilmez. İlim adamları Yüce Allah'ın halis hakkı olan hadlere
dair ikrardan geri dönmenin caiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Malikilerce meşhur olan görüşe göre dört mezhep imamı ikrardan
sonra geri dönmesi kabul edilir ve had düşer. Sahih olan da hadis imamlarının
rivayet ettikleri hadis gereğince budur. Bu rivayeti kaydedenler arasında
Buhari ve Müslim de vardır. Buna göre Peygamber (s.a.) zina ettiğini ikrar ve
itiraf eden kimseyi dört defa geri çevirmiş, her seferinde ondan yüz çevirerek
ikrarını kabul etmemiştir. Ancak kendi aleyhine dört defa şahitlik edince
Peygamber (s.a.) onu çağırarak: "Sende bir delilik var mı?" diye
sormuş, adam: Hayır, diye cevap vermiştir. Ona: "Muhsan oldun mu?"
diye sorunca, o da: Evet, diye cevap vermiştir. Ebu Davud ve başkalarının
rivayetlerine göre Maiz kaçıp kurtulmak isteyince peşine takıldılar, o da
ashabına: "Ne diye onu bırakmadınız? Belki tevbe eder, Allah da tevbesini
kabul ederdi." diye buyurdu.
Malikten de şöyle dediği rivayet edilmiştir: İkrarda bulunan bir kimse herhangi bir şüphe dolayısıyla ikrarından dönecek olursa mazereti kabul edilmez. Bu da: "İkrar eden kimsenin mazereti olmaz." hadisi gereğince böyledir.[12]
d) Sa'lebi dedi ki: Yüce
Allah'ın: "Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile." buyruğu şu
demektir: O kıyamet gününde mazeret belirtip şirk koştuğunu inkâr edecek
olursa, zalimlere bu mazeretleri fayda vermeyecek, ağzına mühür vurulacak ve
organları onun aleyhine şahitlik edeceklerdir. Ayrıca kendisine: "Kendine
karşı iyi hesaplayıcı olarak kendin yetersin." (İsra, 17/14) denilecektir.
e)
Ayet kendi kendisine sahip
hür kişi hakkındadır. Köleye gelince, şayet öldürme ve daha aşağı bir cezayı
gerektiren bir ikrarda bulunacak olursa bu ceza ona uygulanır. Muhammed b.
Hasen ise şöyle demektedir: Onun bu ikrarı kabul edilmez. Çünkü onun bedeni
üzerinde efendisinin hakkı vardır. İkrarda bulunması ise efendisinin bedeni
üzerindeki haklarını boşa çıkartır. Birinci görüşün delili Buhari, Müslim,
Tirmizi ve Nesai'nin, Uba-de b. Samit'ten rivayet ettikleri Peygamber (s.a.)'in
şu buyruğudur: "Kim bu pisliklerden birisini işleyecek olursa, Allah 'm
onu gizlemesiyle o da kendisini gizlesin. Kim bize yaptığını gösterecek olursa
biz de ona haddi uygularız. "
f) Denildiğine göre Yüce
Allah'ın: "Doğrusu şu ki; insan kendisine karşı bir şahittir."
buyruğu üzerinde amellerini gören ve sayıp tesbit edenler vardır. Bunlar da
Kiramen Kâtibin'dir, demektir. Ancak tercih edilen görüş daha önce kaydedilen
anlamdır.
[13]
16- Onu (hıfzetmeyi) çabuklaştırmak
için dilini onunla kıpırdatma.
17- Çünkü onu (kalbinde) toplamak ve onu okutmak bize düşer.
18- O halde biz onu (Cebrail aracılığı ile) okuduğumuz zaman sen onun
okumasına uy.
19- Sonra onu açıklamak da hiç
şüphesiz bize aittir.
20- Hayır, (ey insanlar) hayır, siz çabucak geçeni (dünyayı)
seversiniz.
21- Ve ahireti bırakırsınız.
22- O günde yüzler var ki
apaydın- hktır.
23- Rablerine bakıcıdırlar.
24- Ve o günde asık nice
suratlar vardır.
25- Kendilerine bel kemiklerini kıran çok belâlı işler yapılacağını
anlarlar.
"O günde yüzler var ki apaydınlıktır, Rablerine
bakıcıdırlar." İbnü'l-Enbari -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dedi
ki: Bu ayet-i kerimede rü'yetin (kıyamette Yüce Allah'ın müminler tarafından
görüleceğinin) isba-tına delil vardır. Çünkü bakmak yüz ile birlikte söz konusu
edilip, fiilin geçişinin harfi cer ile yapılması bunun gözle bakmak anlamına
geldiğinin delilidir. Dolayısıyla bir kimseyi bekleyecek olursak harf-i cersiz
olarak: "Nazartu reculen: Bir adamı bekledim." denilir. Ancak onu
görmek halinde: "Nazartu ileyhi: Ona (gözümle) baktım." denilir.
[14]
"O günde yüzler var ki apaydınlıktır... Rablerine bakıcıdırlar...
Ve o günde asık nice suratlar vardır..." buyruklarında müminlerin
yüzlerinin parlaklığı ile günahkârların yüzlerinin aşıklığı arasında mukabele
(karşıtlık) vardır.
"O günde yüzler var ki" buyruğunda Zemahşeri'nin görüşüne
göre mürsel mecaz vardır. Çünkü cüz kullanılırken bütün kastedilmiştir. O burada
yüz, vücudun tümünü anlatmaktadır, demektedir. Beyzavi de şöyle demektedir:
Yüzün bedenin tümü diye açıklanması buyruğun zahirine uymamaktadır. Çünkü
beden anlamında kullanılacak olursa "ilâ" harfi ile fiilin geçişi
yapılmaz. Bundan dolayı Neysaburi, Garâibu'l-Kur'an, (XXVIII, 110)'da şunları
söylemektedir. Daha uygunu "yüzler" ile gözlerin kastedil-mesidir.
Böylelikle bütün, cüz hakkında kullanılmış demektir. Aksi (Zemahşeri'nin
dediği gibi) değildir.
[15]
"Onu (hıfz etmeyi) çabuklaştırmak için" belleyemez yahut
unutursun korkusuyla çabucak öğrenmek maksadıyla "dilini onunla
kıpırdatma" ey Muhammedi Cebrail vahyi bitirmeden önce Kur'an okuyarak
dilini kıpırdatma!
"Çünkü onu" kalbinde "toplamak ve onu okutmak"
dilinde onu okumayı sağlamlaştırmak "bize düşer. O halde biz onu"
Cebrail aracılığıyla sana "okuduğumuz zaman sen onun okumasına uy."
Onun okumasını dinle." Çünkü Peygamber (s.a.) önce dinler, sonra Cebrail
ona okuturdu. Kur'an okumasını iyice belleyinceye kadar da tekrarlardı.
"Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir."
anlamlarından anlaşılması güç olanları açıklamak, ondaki helal ve haramı beyan
etmek bize aittir. Bu, beyanın hitab vaktinden sonraya bırakılmasının caiz
oluşuna delildir.
"Hayır" buyruğu insanın çabucak geçen dünyaya aldanışı
terketmesi için bir hitabtır. "Siz çabucak geçeni" dünya ve
dünyadakileri "seversiniz."
"Ve ahireti bırakırsınız." Ahiret için amel edip,
hazırlanmayı terkeder-siniz. Bu da Ademoğullannın karakter olarak aceleci
olduğuna bir işarettir.
"O günde" kıyamet gününde "yüzler var ki
apaydınlıktır." Güzeldir, parlaktır, göreceği nimetler dolayısıyla parıl
parıldır.
"Rablerine bakıcıdırlar." Doğrudan gözleriyle göreceklerdir,
herhangi bir perde olmaksızın Rablerine bakacaklardır. Mücahid dedi ki:
Rabbinden gelecek sevabı bekleyeceklerdir.
[16]
"Onu (ezberlemeyi) çabuklaştırmak için dilini onunla
kıpırdatma!" ayetinin (16. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Buhari, Müslim
ve Ahmed, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah
(s.a.)'a vahiy indirildi mi o da onu ezberlemek maksadıyla okuyarak dilini
kıpırdatırdı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Onu (hıfzetmeyi) çabuklaştırmak
için dilini onunla kıpırdatma" ayetini indirdi.
[17]
Şanı Yüce Allah kıyameti, ölümden sonra dirilişi ayetlerinden ve mucizelerinden
yüz çevirerek inkâr eden ve yaptıklarına aldırmadan arzu ve isteklerinin
peşinden giderek işi gücü günahkârlık olan kimseleri söz konusu ettikten
sonra, ayetlerini öğrenmeye, ezberlemeye, kavramaya, onlar üzerinde düşünmeye
ve onları kabul ederler ümidiyle inkâr edenlere anlatmaya gayret eden
kimselerin durumunu dile getirmektedir. Böylelikle Yüce Allah'ın ayetlerini
öğrenmeye gayret gösteren kimse ile onlardan yüz çeviren kimselerin durumları
arasındaki fark ortaya çıksın. İşte bundan önceki ayetler Allah'ın
ayetlerinden yüz çevirenlerin durumunu söz konusu ederken, bu ayetler de
bunları ezberlemeye gayret göstermeyi ihtiva etmektedir. Zaten eşya zıtlarıyla
ayırdedilir.[18]
Daha sonra Yüce Allah öldükten sonra dirilişi inkâr sebebini söz konusu
etmektedir. Bu ise insanın çabucak geçen dünyayı sevmesi, ahireti
terketmesidir. Böyle yapanları da azarlamaktadır. Daha sonra Yüce Allah insanların
ahirette iki kısma ayrılacaklarını açıklamaktadır: Yüce Allah'ın nimetlerinden
faydalanan ve Onu görmek nimetine mazhar olan mümin kesim ile başlarına gelecek
azabın ve pek büyük musibetlerin inmesini gözetleyen müşrikler kesimi.
[19]
Yüce Allah, Peygamberine (s.a.) Cebrail'den vahyi nasıl alıp öğreneceğini
şöylece öğretmektedir: "Onu (ezberlemeyi) çabuklaştırmak için dilini
onunla kıpırdatma. Çünkü onu (kalbinde) toplamak ve onu okutmak bize düşer. O
halde biz onu (Cebrail aracılığı ile) okuduğumuz zaman sen onu okumasına uy.
Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir." Rasulullah (s.a.)
kendisine vahyolunan Kur'an'a aşırı tutkunluğundan ötürü onu belleyip
öğrenmekte acele eder ve melek ile Kuran okurken adeta yarışırdı. Üzerine Kuran
indiğinde dudaklarını, dilini -Cebrail vahyi okumayı bitirmeden önce
kıpırdatırdı. Buna sebep Kur'an'ı ezberlemek için duyduğu aşırı isteği idi.
İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Yani sana vahiy bildirildiğinde onu unutursun korkusuyla çabucak öğrenmek
için dilini Kuran ile hareket ettirme, kıpırdatma. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur'an'ı okumayı acele
etme ve: Rabbim, ilmimi arttır de." (Taha, 20/114)
Kur'an'ı ondan hiçbir şey kaybetmeyeceğin bir şekilde kalbinde toplamak
ve en doğru şekilde onu okumanı sağlamak bizim işimizdir.
O halde Cebrail aracılığıyla sana Kur'an'ın okunmasını bitirdiğimiz
takdirde sen de onu dinle ve ona kulak ver. Sonra da seni okuttuğu gibi onu oku ve kalbinde iyice yerleşsin diye onu
tekrarla.
Onu ezberleyip okuduktan sonra biz o Kur'an'daki helâl ile haramı,
senin için anlaşılması zor olanı açıklayacağız, dilediğimiz ve teşri ettiğimiz
şekilde manasını sana ilham edeceğiz.
Böylelikle ayetler üç durumu kapsamaktadır: Kur'an'ı kalbinde tespit
edip ezberlemesini sağlamak ilk ve ikinci ayette, onu indirildiği gibi başkasına
ulaştırılmasını kolaylaştırmak ve onun okunması üçüncü ayette, gerekli şekilde
tefsir edilip açıklanması, anlamındaki kapalılıkların giderilmesi de dördüncü
ayette söz konusu edilmektedir.
Daha sonra açıklamalar az önce söz konusu edilen ölümden sonra dirilişi
inkâr eden insanın durumunu ele almakta, ölümden sonra dirilişi inkârı
sebebiyle bu gibi kimseleri azarlamaktadır. Yüce Allah inkâr sebebini
açıklayarak buyuruyor ki: "Hayır, hayır siz çabucak geçeni seversiniz ve
ahireti bırakırsınız." Ey müşrikler! Ölümden sonra dirilişi inkâr mahiyetinde
söylediğiniz sözleri bırakmanızı, onlardan vazgeçmenizi istiyorum. Çünkü bu
sözleriniz sizleri kıyamet gününü yalanlamaya, Yüce Allah'ın Rasulüne indirdiği
hak vahye Kur'an-ı azimu'ş-şana muhalefet etmeye itmektedir. Sizin çabucak
geçen dünya yurduna önem verip, onu sevmeniz, ahiretle uğraşmayıp ahiret için
amel etmeyi terketmeye itmektedir.
"Kellâ: Hayır" lafzı diğer müfessirlere göre
"gerçekten" anlamındadır. Yani sizler gerçekten dünyayı seviyor,
ahireti de bırakıyorsunuz. Yani onlar dünyayı seviyor ve dünya için
çalışıyorlar, buna karşılık ahireti terkediyor, ondan yüz çeviriyorlar.
Zemahşeri dedi ki: "Kellâ: Hayır", lafzı Rasulullah (s.a.)'m
acelecilik alışkanlığından vazgeçmesini isteyen ve onun bunu yapmaması
gerektiğini belirtip, temkinli ve ağır hareket etmeye teşvik eden bir ifadedir.
Arkasından "Hayır, siz çabucak geçeni seversiniz" buyurarak bu
hususu daha da ileriye götürmektedir. Sanki şöyle buyurmuş gibidir: Hayır, ey
Ademoğulla-rı sizler acelecilikten yaratıldığınız için ve mayanızda acelecilik
olduğundan ötürü herşeyde acele ediyorsunuz. Dolayısıyla da acil olanı
(dünyayı) seviyorsunuz, ahireti de bırakıyorsunuz.[20]
Daha sonra Yüce Allah ahirette müminlerle kâfirlerin durumunu
açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır,
Rablerine bakıcıdırlar ve o günde asık nice suratlar vardır. Kendilerine bel
kemiklerini kıran çok belâlı işler yapılacağını anlarlar." Yani cennette
müminlerin yüzü güzel, parlak, sevinçli ve aydınlık olacaktır. Gözleriyle
Rablerini göreceklerdir. Cehennemde günahkârların yüzleri ise kederli, asık ve
gerilmiş olacaktır. Bel kemiklerini kıracak pek büyük bir musibetin başlarına
ineceğinden kesinlikle emin olacaklardır. Ezherî "nazar: bakma'yı beklemek, diye açıklayan Mücahid hakkında:
Mücahid (bu açıklamasında) hata etmiştir, demektedir. Çünkü beklemek (intizar)
anlamında: şuna nazar etti, denilmez. Çünkü bir kimsenin: Filana nazar ettim,
demesi ancak gözle görmesi anlamındadır. Beklemeyi (intizar) kastedecek
olurlarsa Araplar: Nazartuhu: Onu bekledim, derler. Bu alanda Arap şiirleri ve
kullanımları gerçekten pek çoktur.
Zemahşeri Yüce Allah'ın: "Rablerine bakıcıdırlar." buyruğu
hakkında şunları söylemektedir: Özel olarak Rablerine bakacaklardır, başkasına
bakmayacaklardır. Bu da mefulün öne geçirilmesinin verdiği bir anlamdır. Bu
özellik (ihtisas)a delalet eden bir anlamdır. Daha sonra ayetin ummak ve (ummak
anlamıyla) beklemek anlamını ifade ettiğini tercih etmektedir.[21]
Zemahşeri'nin bu açıklaması onun ayetin zahiri Yüce Allah'ın görülmesine
delâlet etmez; diyen Mutezile'ye müntesip olmasından dolayıdır. Çünkü
"ilâ: e,a" harfi ile birlikte kullanılan nazar görünenin adı
değildir, aksine görmekten önceki hali anlatır. Bu da kişinin gözünü görülen
varlığın tarafına onu görmek amacıyla çevirmesidir. Dolayısıyla gözün bakması
görmenin bir önceki halidir. Onlar ayrıca Yüce Allah'ın:
"Bakıcıdırlar" buyruğunu bu kesimin Yüce Allah'ın mükâfatını
bekleyeceği anlamında tevil etmişlerdir.
Razi buna şöyle cevap vermektedir: Bizler bakmanın gözü çevirmekten
ibaret olduğunu kabul ediyoruz, Fakat şunu diyoruz: Bunu hakikat anlamına
yorumlamaya imkân olmadığından ötürü onu bunun sonucu olan ru'yete (görmeye)
yorumlamak gerekmektedir. Bu da sebebin sonuç için isim olarak kullanılması
kabilindendir. Ayrıca bunu görmeye yorumlamak beklemeye yorumlamaktan daha uygundur.
Çünkü gözü (görülmek istenen varlığa) çevirmek görmenin bir sebebi gibidir.
Oysa bununla beklemek arasında da bir ilişki yoktur. O halde bunu görmeye
yorumlamak, beklemeye yorumlamaktan daha uygundur.
Daha sonra onların "nazar bakmak" lafzının "intizar:
beklemek" anlamında Kur'an-ı Kerim'de çokça kullanıldığı şeklindeki
sözlerine cevap vermektedir. Durum dedikleri gibi olmakla birlikte bu hiçbir
zaman "ilâ" eda-tıyla birlikte kullanılmamıştır. Şu ayetlerde olduğu
gibi: "Bizi bekleyin (un-zurûnâ) de nurunuzla aydınlanalım." (Hadid,
57/13); "Onlar zamanı gelince bildirdiklerinin gerçekleşmesinden
başkasını mı bekliyorlar? (yenzurû-ne)" (A'raf, 7/53); "Onlar
Allah'ın... kendilerine gelivermesinden başkasını mı bekliyorlar?
(yenzurûne)" (Bakara, 2/210) Eğer bizler "ila: e,a" edatı ile
geçişli olarak kullanılan "nazar" fiilinin dilde intizar (beklemek)
anlamında kullanıldığını kabul etsek dahi bu ayeti ona göre yorumlamaya
imkân yoktur. Çünkü kesin olarak
gerçekleşeceği inancı ile birlikte intizar (beklemedin tadı zaten dünyada
gerçekleşmiş idi. Ahirette bundan daha ileri bir şey gerçekleşmeli ki, ahireti
teşvik sadedinde o şeyin söz konusu edilmesi güzel olsun.[22]
Nisaburi dedi ki: Onların sözlerinin özeti şudur: Şayet nazar, görmek
anlamında ise zaten kastedilen budur. Eğer görünen tarafına gözü çevirmek
anlamında ise bu anlamıyla Yüce Allah için muhal (imkânsızdır); çünkü o cihet
ve mekândan münezzehtir. O halde bunun sonucu olan rû'yet (görmek)e göre
yorumlamak icab eder, bu ise çok meşhur bir mecazî anlatım şeklidir.[23]
Mütevatir hadisler, ayetin Yüce Allah'ın görüleceğine dair delâlet ettiği
şeklindeki cumhurun anladığı manayı desteklemektedir. Müminlerin ahiret
yurdunda Yüce Allah'ı görecekleri hadis imamlarınca mütevatir yollardan ve
sahih hadislerle sabittir. Bunları reddetmek veya bu anlama gelmeyeceklerini
söylemek imkânsızdır. Nitekim İbni Kesir de böyle dedikten sonra bu husustaki
hadisleri kaydetmekte ve şunları söylemektedir: Bu, Yüce Allah'a hamdolsun ki
ashabın, tabiînin ve bu ümmetin selefinin üzerinde icma ettiği bir husustur.
Aynı zamanda bu İslamın önder alimlerinin ve ümmetin hidayet rehberlerinin
üzerinde ittifak ettikleri bir husustur.[24]
Şevkanî de tefsiri Fethu'l-Kadir'de: "Rablerine
bakıcıdırlar." ayetini şu sözleriyle tefsir ettikten sonra aynı şeyleri
söylemektedir: Yaratıcılarına, işlerinin malikine bakıcıdırlar. Yani Ona
bakacaklardır. Sahih hadisler bu şekilde mütevatir olarak gelmiştir. Buna göre
kullar kıyamet gününde ondördündeki aya baktıkları gibi Rablerine bakacaklardır.
Buhari Sahih'inde: "Şüphesiz sizler Rabbinizi çıplak gözle
göreceksiniz." buyruğunu rivayet ettiği gibi Buhari ve Müslim
Sa/ıiMerinde Ebu Sa-id Hudri ile Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Bazıları: Ey Allah'ın Rasulü, kıyamet gününde Rabbimizi görecek
miyiz? diye sordu. O şöyle buyurdu: Sizler onları perdeleyen bir bulut yokken
güneşi ve ayı görmekte bir sıkıntı ile karşılaşıyor musunuz1? Onlar: Hayır,
dediler. Peygamber: Şüphesiz sizler de Rabbinizi böylece göreceksiniz, diye buyurdu.
Yine Buhari ve Müslim'de Cerir'den şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasulullah (s.a.) ondördündeki aya baktı ve şöyle buyurdu: "Sizler bu ayı
gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz. Bu sebeple eğer güneş doğmadan önce bir
vakit namazı vaktinde eda etmeye, batışından önce de bir vakit namazı vaktinde
eda etmeye gücünüz yetecek olursa onu yapınız."
Yine Buhari ve Müslim'de Ebu Musa'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "İki cennet, oradaki katlar ve içindekilerle
altındandır. İki cennet oradaki katlar ve içindekilerle birlikte gümüştendir.
Cennettekiler ile aziz ve celil olan Allah'a bakmaları arasında tek engel,
sadece Adn cennetinde yüzü üzerindeki kibriya perdesi olacaktır."
Müslim'in, Suhayb'dan rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Cennetlikler cennete gireceklerinde Yüce Allah: Size daha fazla vermemi
istediğiniz bir şey var mıdır1? diye buyuracak, onlar: Bizim yüzlerimizi
ağartmadın mı? Bizi cennete koyup, cehennem ateşinden korumadın mı? derler."
(Peygamber) buyurdu ki: "Bu sefer hicab açılır. Onlara Rableri-ne
bakmaktan daha çok sevecekleri bir şey verilmiş olmayacaktır. İşte "fazlası"
denilen budur. Sonra da şu ayeti okudu: "İhsanda bulunanlara daha güzeli
ve daha fazlası vardır." (Yunus, 10/26).
Alûsi dedi ki: Tartışmayı kesecek ve ne istediğini bilmeyenleri uyaracak
olan İmam Ahmed, Tirmizi, Darakutni, îbni Cerir, İbnu'l-Münzir, Ta-berani,
Beyhaki, Abd b. Humeyd, İbni Ebi Şeybe ve başkalarının İbni Ömer (r.a)'den
rivayet ettikleri şu hadistir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cennet ehli
arasında en aşağı mertebede bulunan kimsenin bahçelerine, eşlerine, içinde
bulunduğu nimetlere, hizmetçilerine ve tahtlarına bakıldığı zaman bin yıllık
uzaklıkta oldukları görülür. Allah nezdinde en değerli olanları ise Yüce Allah
'in yüzüne sabah ve akşam bakar. Daha sonra Rasulullah (s.a.): "O günde
yüzler var ki apaydınlıktır. Rablerine bakıcıdırlar." buyruğunu okudu.
İşte bu onun (salât ve selam ona) tarafından yapılmış bir tefsirdir. Bilindiği
gibi o öncekilerin de, sonrakilerin de en bilgilisidir. Özellikle de kendisine
indirilen alemlerin Rabbinin sözü ile ilgili olursa[25]
Yüce Allah'ın bu buyruğunun bir benzeri de şu ayeti kerimelerde geçmektedir:
"O günde apaydınlık yüzler vardır. Gülmektedir, sevinmektedir. Yine o
günde yüzlerini toz toprak kaplamış yüzler de vardır. Bunları da karanlık ve
siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar kâfirlerin ve facirlerin ta kendileridir."
(Abese, 80/38-42)[26]
Ayetler aşağıdaki hususlara delil teşkil etmektedir:
1- Yüce Allah peygamberine
Kur'an'ı ebediyyen muhafaza etmek için üç hususta teminat vermektedir: Kur'an'ı
Peygamber (s.a.)'ın kalbinde toplamak (hıfz etmesini sağlamak), onu hidayet
etmek, o kitaptaki hadleri, helâl ve haramı, vaadleri, tehdidi, anlaşılması zor
olan noktaları açıklamak için tefsir etmek.
2-
Acele etmek din işlerinde
dahi olsa mutlak olarak verilmiş bir sözdür.
3-
Müşriklerin ölümden sonra
dirilişi, hesaba çekilmeyi, amellerin karşılıklarının verilmesini inkâr etmelerine
sebep dünya vurgunu ve bu dünyadaki çabucak geçen hayatı tercih etmeleri,
ahiret için hazırlanmayı, orası için amel etmeyi terketmeleridir. O halde
mümine düşen Allah'tan başkasını bırakıp sadece Allah'a kaçıp sığınmak ve bütün
işlerinde yalnız Onun yardımını istemektir. Allah'tan başkasına sığınan kâfirin
aksini işlemelidir. Çünkü: "Kaçış nereye?" diye buyurulmuştur.
4- Ahirette müminler Yüce
Allah'ı göreceklerdir. Günahkârlar ise bundan mahrum edileceklerdir. İbn Ömer
diyordu ki: Cennet ehli arasından Allah nezdinde en değerli olanları yüzüne
sabah ve akşam bakacak olanlar mıdır? Daha sonra şu: "O günde yüzler var
ki apaydınlıktır. Rablerine bakıcıdırlar. " ayetini okudu. Müslim'in
naklettiği Suheyb yoluyla gelen hadiste -daha önce de belirtildiği gibi- Yüce
Allah'ın görülmesi şu buyrukta söz konusu edilen fazlalıktır: "İhsanda
bulunanlara daha güzeli ve daha fazlası da vardır." (Yunus, 10/26).
5-
Kıyamet gününde kâfir ve
günahkârların yüzleri asık, karanlık ve gergin olacaktır. Kendilerine pek ağır
bir azabın verileceğini ve pek büyük bir musibetin kendilerini gelip bulacağını
kesinlikle anlayacaklardır.
[27]
26- Vazgeçin bu işten! (Çünkü can) köprücük kemiğine gelip dayandığında;
27- "Var mı bir tedavi edecek?" denildiğinde;
28- Artık bunun gerçekten bir ayrı-
24- lış olduğunu
29-Bacaklar birbirine dolaşacak.
30- İşte o günde sürünüp götürülmek yalnız Rabbininhuzuruna olacak.
32- Fakat yalanlamış ve yüz
çevirmişti.
33- Sonra da gerine gerine taraftarlarının yanına gitmişti.
34- Sana lâyıktır (o azap)! Evet sana lâyıktır.
35- Sonra yine sana lâyıktır. Tekrar tekrar sana lâyıktır.
36- Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?
37- O dökülen meniden bir damla değil miydi?
38- Sonra o bir sülük gibi yapışan kan pıhtısı olmuş, sonra (Allah onu)
yaratmış, düzenlemiştir.
39- Ondan erkek ve dişi iki sınıf yaratmıştır.
40- Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?
"Köprücük kemiğine gelip dayandığında..." buyruğu, ölümün
oldukça yaklaştığından kinayedir.
"Tasdik etmemiş" ve "yalanlamış" buyrukları
arasında tezat vardır. "Bacaklar birbirine dolaşacak" buyruğu
zorluktan kinayedir.
"Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?" buyruğu
azarlamak maksadıyla inkâri bir istifham (soru)dır.
"Sana lâyıktır, evet sana lâyıktır" buyruğunda yapılan işin
çirkinliğini anlatmak ve kötülüğünü ifade etmek üzere gaibten muhataba bir
geçiş (iltifat) vardır.
[28]
"Çünkü köprücük kemiğine" boğazdan omuza sağdan sola uzanan
kemiklerdir. Maksat ruhun göğsün üst bölgelerine ulaşmasıdır
"dayandığında;"
"Var mı tedavi edecek? denildiğinde;" Onun etrafında
bulunanlar hastanın tedavi edildiği gibi şifa bulsun diye onu tedavi edip
kurtaracak kimse yok mu, derler. Maksat o takdirde şifa verecek bir doktorun
olup olmadığını soruşturmaktır.
"Artık bunun gerçekten bir ayrılış" dünyadan ayrılık yani
ölüm halinde olan kişi başına gelen bu halin dünyadan ve dünyadaki
sevdiklerinden ayrılış "olduğunu anlayacaktır."
"Bacaklar birbirine dolaşacak." Yani ölüm halinde bacakların
biri diğerine dolaşacak, onları hareket ettiremeyecektir.
"Sürülüp, götürülmek yalnız Rabbinin huzuruna" Yüce Allah'ın
huzuruna ve onun hükmüne gitmek için "olacaktır." Yani ruh gelip,
boğaza dayandığında artık Rabbinin hükmüne götürülür.
"O" insan "tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış."
tasdik edilmesi gerekeni doğrulamamış ya da zekâtını vermemek suretiyle
malının sadakasını vermemiş, üzerinde farz olan namazı eda etmemişti.
"Fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." Kur'an'ı yalanlamış,
itaatten yüz çevirmişti.
"Sonra da gerine gerine" kendisini beğenerek, böbürlenerek,
yürüyüşünde çalım satarak "taraftarlarının yanına gitmişti."
"Sana lâyıktır, evet sana lâyıktır." Yani vay haline! Bu
ifade bir (bed)duadır. Asıl anlamı, Allah seni hoşuna gitmeyen şeylerle
karşılaştırsın ya da helak olmak senin için daha iyidir, şeklindedir.
"Sana" anlamındaki lafzın başındaki lâm ise ya fazladan gelmiştir
yahut beyan maksadı ile gelmiştir. "Sana lâyıktır." başkasından çok
sana lâyıktır demektir.
"Sonra yine sana lâyıktır, tekrar tekrar sana lâyıktır."
buyruğu da bir tekiddir. Yani böyle bir şeyin senin aleyhine ard arda defalarca
tekrarlanması sana daha lâyıktır. Bu durumda birinci cümle hoşuna gitmeyen
şeyin ona oldukça yakınlaşması için bir beddua, ikincisi ise başkasından daha
çok hoşuna gitmeyecek şeylere yakın olması için bir diğer bedduadır.
"Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Ona dinî
sorumluluklar yükletilmeyip, amellerinin karşılığının verilmeyeceğini, hesaba
çekilmeyeceğini ve ona hiç ilişilmeksizin başıboş bırakılacağını mı sanır? Bu
buyruk, onun mahşeri inkâr ettiğini tekrar tekrar ifade etmeyi ihtiva eder.
Çünkü mükellefiyetin karşılığı bazan ancak ahirette görülebilir. İşte bu
ölümden sonra dirilişin ispatına bir delildir. Çünkü itaat eden ile isyan eden
eşit olmasın, diye amellerin karşılığının verilmesi kaçınılmaz bir şeydir.
"Dökülen" rahme akıtılan "meniden bir damla" pek az
bir su "değil miydi?"
"Sonra o" meni "sülük gibi yapışan kan pıhtısı olmuş sonra
onu yaratmış, düzenlemiştir." Yüce Allah ondan çeşitli şeylerden mürekkep
bir beşer var etmiştir. O beşeri onu belli ölçülerde muntazam, organları yerli
yerinde, bağımsız bir kişi olarak düzenlemiştir.
"Ondan" yani bir kan parçası olan, sonra bir et parçasına
dönüşen o meniden "erkek ve dişi iki sınıf beşerden iki tür
"yaratmıştır." Bazan iki türü de verir, bazan sadece birisini verir.
Bu da ilk yaratmayı tekrar yaratıp yeniden diriltmeye dair getirilmiş bir
başka delildir.
"Bunları" bu hususları "yapanın ölüleri diriltmeye gücü
yetmez mi?" Peygamber (s.a.) bu ayetten sonra: Elbette, diye buyurmuştur.
[29]
"Sana lâyıktır, evet sana lâyıktır.." ayetlerinin (34-35.
ayetler) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir ve İbni Merdüvey, İbni Abbas'tan
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Onun üzerinde ondokuz (melek)
vardır." (Müddessir, 74/30) buyruğu nazil olunca Ebu Cehil, Kureyşlilere
dedi ki: Hay anaları tarafından kaybedilesiceler! İbni Ebi Kebşe (Muhammed
(s.a.)'i kastederek) size cehennem bekçilerinin ondokuz olduğunu bildiriyor.
Sizler ise kalabalık ve kahraman kimselersiniz. Sizden her on kişi cehennem
bekçilerinden bir adamı yakalamaktan aciz midir? Bunun üzerine Yüce Allah
Rasulüne, Ebu Cehil'e gidip "Sana lâyıktır, evet sana lâyıktır, sonra
yine sana lâyıktır, tekrar tekrar sana lâyıktır" demesini emir buyurdu.
Nesai'nin rivayetine göre Said b. Cubeyr Yüce Allah'ın: "Sana
lâyıktır, evet sana lâyıktır." buyruğu hakkında: Bu Rasulullah (s.a.)'ın
kendiliğinden söylediği bir söz müdür? Yoksa Rabbi mi ona bu sözü söylemesini
emir buyurmuştur, diye sorunca, İbni Abbas: Hayır, bu Allah Rasulünün
kendiliğinden söylediği bir sözdür. Sonra Yüce Allah bunu (Kitab'ında)
indirmiştir.
[30]
Şanı Yüce Allah büyük kıyamet demek olan ahiretin hallerini, azametini
beyan edip ahiretteki dehşetli halleri, bahtiyarların ve bedbahtların
durumlarını açıkladıktan sonra, dünyanın bir sonunun kaçınılmaz olduğunu,
küçük kıyamet olan ölümün acılarını yudumlamakla sona ermenin kesin olduğunu
açıklamaktadır. Çünkü ölüm ahiret konaklarının ilkidir. Kâfir eğer kıyamete
inanmasa bile ölümden, ölümün acılarını yudumlayıp ağır musibetlerine
katlanmaktan kendisini kurtarması imkânsızdır.
Daha sonra Yüce Allah ölümden sonra dirilişi ispatlayan iki hususu
delil göstermektedir:
a)
Adalet amellerin
karşılıklarının verilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Böylelikle itaatkâr ile
isyankâr birbirine eşit olmaz. Bu da ancak ahi-rette gerçekleşecektir.
b) Şanı Yüce Allah mahlûkatı
ilk olarak yaratmaya kadir olduğu gibi, tekrar yaratmaya, ölümden sonra
diriltmeye de kadirdir. Hatta insanların kıyas ve ölçülerine göre tekrar
yaratması O'nun için daha kolaydır.
[31]
"Vazgeçin bu işten! (Çünkü can) köprücük kemiğine gelip dayandığında;
var mı bir tedavi edecek denildiğinde artık bunun gerçekten bir ayrılık
olduğunu anlayacak" buyruğundaki "Kellâ: vazgeçin bu işten"
lafzı eğer vazgeçirmek anlamını ihtiva ediyorsa, buyrukların anlamı şöyle olur:
Ey Ademoğlu! Sana haber verilen şeyleri senin yalanladığın görülmektedir.
Halbuki bu artık senin için gözle görülür bir hal almıştır... Eğer "gerçekten"
anlamında kullanılmışsa maksat şu olur: Gerçek şu ki senin ruhun bedeninden
ayrılıp, köprücük kemiklerine dayandığında... Buradaki "tera-ki: köprücük
kemikleri" "terkuve"nin çoğuludur. Bunlar da boğazdan omuzlara
varan kemiklerdir. "Ulaştığında" lafzında ki zamir halin ya da
söylenen sözün karinesinin delaleti dolayısıyla cana aittir. Yüce Allah'ın:
"Hele (o can) bir boğaza gelince..." (Vakıa, 56/83) buyruğunda olduğu
gibi.
Daha kuvvetli görülen, birinci anlamın kastedildiğidir. Zeccac dedi ki:
"Kellâ" dünyanın ahirete tercih edilmesinden vazgeçmenin gereğini
anlatmaktadır. Şöyle denilmiş gibidir: Sizler ahirette bahtiyarların
mutluluklarının, bedbahtların da bedbahtlıklarının niteliğini, bunun dünya ile
kıyaslanamayacak bir halde olduğunu bildiğinize göre; artık dünyayı ahirete
tercih etmekten vazgeçiniz. Gelecekte sizi bekleyen ve dünyanın sizin için sonu
demek olan ölüme ve çabucak geçen dünyadan ebedilik yurduna geçeceğinize
gerektiği gibi dikkat ediniz.
Buna göre buyruğun genel anlamı şöyle olur: Dünyayı ahirete tercih
etmekten vazgeçiniz. Ruhun ya da canın göğsün üst taraflarına geleceği vakti
hatırlayarak uyanınız. -Bu ölüm halinden, dehşetlerinden ve, ölümün kendisinden
kinayeli bir anlatımdır.- O sırada can çekişen kimsenin yanında bulunanlar
bunu tedavi edecek, iyileştirecek kimse yok mu, şifa verecek bir doktor yok mu?
der. Fakat bunların Allah'ın hükmüne karşı hiçbir faydası olmayacaktır. Canı
köprücük kemiğine ulaşan kimse de, artık bunun dünyadan, aile halkından maldan
ve çocuklardan ayrılış anı olduğuna kesinlikle inanır.
Burada kesin inanmak (yakîn)den "zan" diye söz edilmesi
şundan dolayıdır: Ruh bedende kaldıkça sahibi dünya hayatında da kalmayı ümit
eder. Ölümün kesin bir iş olduğunu kabul etmez. Aksine ağırlıklı olarak hayatta
kalacağını ümit eder. Razi'nin açıklaması böyledir.
Ayet aynı zamanda ruhun bizatihi var olduğuna ve bedenin ölümünden
sonra da kalıcı olan bir cevher (öz) olduğuna delildir. Çünkü şanı Yüce Allah,
ölüme ayrılık adını vermektedir. Bu da ruhun kalıcı olduğunun delilidir. Çünkü
ayrılmak ve kavuşmak bir niteliktir. Nitelik de nitelenin var olmasını
gerektirir.[32]
"Bacaklar birbirine dolaşacak." Yani ölüm hali gelip onu bulacağı
zaman bacaklarının biri diğerine dolaşacak, onları hareket ettiremeyecek,
ayakları ölmüş, bacakları kurumuş, onu taşıyamaz hale gelmiş olacak. Halbuki
onlar üzerinde gider gelirdi. Etrafında da aynı anda iki olay birlikte cereyan
etmektedir. İnsanlar onun bedeninin teçhizi için uğraşırlarken, melekler de
onun ruhunu teçhiz ederler.
Bunun oldukça ağır ve zorlu halden kinaye olması da mümkündür. Yüce
Allah'ın: "Baldırın açılacağı o günde." (Kalem, 68/42) buyruğunda olduğu
gibi. Dünyadan ayrılıp, eşten, çocuktan, makam ve mevkiden, düşmanların
sevinmesi, dostların üzülmesi ve benzeri halleri terketmek, ahi-retin çeşitli
durumlarına ve dehşetli hallerine yönelmek, birbirine eklenip bitiştiğinde...
demektir.
"İşte o günde sürünüp götürülmek yalnız Rabbinin huzuruna
olacak." Yani ruhlar bedenlerden alındıktan sonra yaratıcılarının huzuruna
götürülecek. Dönüş Rabbinin hükmüne olacaktır. Ondan sonra da ya cennete veya
cehenneme gidilecektir. Buna göre: "Rabbinin huzuru" özel olarak
O'nun hükmü demek olur. "Sürülüp götürülmek" buyruğu da kendisi için
sürülüp götürülecek olan Onun hükmüdür, demek olur. Sürülüp götürülmenin
sadece Allah'a olduğu, başkasına olmadığı da söylenmiştir. Bu durumda sürüp
götüren, onu cennete veya cehenneme götürür.
Daha sonra dinin inanç esasları, fer'î hükümleri ve dünya ile alâkalı
hususlarda ne şekilde amellerde bulunduğunu açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"O tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış, fakat yalanlamış ve yüz
çevirmişti. Sonra da gerine gerine taraftarlarının yanına gitmişti." O,
Mu-hammed (s.a.)'in risaletini de, Kur'an'ı da tasdik etmemişti. Rabbi için kılması
farz olarak istenen namazı kılmamıştı. Aksine Allah'ın Rasulünü, getirdiklerini
yalanlamış, itaatten imandan yüz çevirmişti. Üstelik o azgın, şımarık, yürüyüşünde
bu haliyle böbürlenerek, büyüklük taslayarak yürüyüp gitti. Ne gayreti, ne de
bir ameli bulunmayan o kişi tembel tembel geri döndü. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ailelerine döndükleri vakitte (yaptıklarından) zevk
duyarak dönerlerdi." (Mutaffifin, 83/31)
Bu kişi akideyi ya da dinin esaslarını tasdik etmeyerek dini yalanladığı
gibi namaz kılmayıp, aksine yüz çevirip dönerek dinin fer'î hükümlerini de
ihmal etti. Bununla birlikte taraftarlarının yanına gerine gerine, böbürlenerek,
kibirli yürüyerek dönmek suretiyle de dünyanın tabiatına ve dünyevi yaşayışa
da kötülük etti.
Ayet-i kerime kâfirin imanı terketmesi sebebiyle yerilmeyi ve cezalandırılmayı
hakettiği gibi, namazı terketmek sebebiyle de bunları hakedece-ğine bir
delildir.
Daha sonra Yüce Allah bu tür bir kâfiri tehdit edip ona şöylece beddua
etmektedir: "Sana lâyıktır (o azap); evet sana lâyıktır. Sonra yine sana
lâyıktır. Tekrar tekrar sana lâyıktır." Yazıklar olsun sana, yazıklar
olsun! Bu beddua senin aleyhine defalarca tekrarlanıp durur. Yani yazık sana,
Allah seni helak etsin. Bu beddua kesintisiz olarak senin hakkında devam edip
tekrarlansın. Çünkü sen buna lâyıksın.
Bu, yürüyüşünde böbürlenerek, bununla da onun böyle bir yürüyüşü hak
ettiğini anlatmak isteyen Yüce Allah'ı inkâr eden kâfirlere, Allah'ın kesin ve
ağır bir tehdididir. Çünkü o kendisini yoktan var edeni inkâr etmiştir. Buna
benzer bir kimseye bir şekilde alay etmek ve tehdit etmek maksadıyla söylenecek
olan Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu türdendir:
"Tat bakalım! Çünkü sen güçlü ve değerli imişsin." (Duhan,
44/49); "Az bir süre yiyin, faydalanın. Çünkü siz günahkârlarsınız."
(Mürselat, 77/46); "Artık siz ondan başka dilediğiniz şeye ibadet
edin." (Zümer, 39/15) Yine Yüce Allah'ın: "Dilediğiniziyapın."
(Fussilet, 41/40) buyrukları da böyledir.
Katade, Kelbî ve Mukatil dedi ki: Rasulullah (s.a.) Ebu Cehil'in
elinden tutup, ona: "Sana lâyıktır (o azap); evet sana lâyıktır. Sonra
yine sana lâyıktır, tekrar tekrar sana lâyıktır" diyerek onu tehdit etti.
Ebu Cehil kendisine: Sen beni neyle tehdit ediyorsun? Sen de, Rabbin de bana
hiçbir şey yapamazsınız. Çünkü ben bu vadinin en güçlü olanıyım deyip, çekip
gitti. Bunun üzerine Yüce Allah Rasulullah (s.a.)'m ona söylediği gibi bu
ayeti indirdi. Bedir günü de yüksekçe bir yerden kavmine bakıp dedi ki: Artık
bu günden sonra Allah'a ibadet olunmayacaktır. O esnada en kötü bir şekilde
öldürüldü.
Daha sonra Yüce Allah surenin baş tarafında zikredilen: "İnsan,
biz onun kemiklerini asla toplayıp bir araya getirmeyeceğimizi mi
zanneder?" (3. ayet) buyruğunu daha da pekiştirmek için ölümden sonra
dirilişin gerçekliğine dair iki delil ortaya koymaktadır:
1- "Yoksa insan başıboş
bırakılacağını mı sanır?" İnsan dünyada başıboş bırakılarak ona emir ve
yasak verilmeyeceğini, ona bir takım yükümlülükler konulmayacağını, ameli
dolayısıyla ahirette hesaba çekilip cezalandırılmayacağını mı zanneder? Böyle
bir zan adalete ve hikmete aykırıdır. O halde mümin ile kâfirin, itaatkâr ile
isyankârın eşit olmaması için amellerin karşılığının verilmesi kaçınılmaz bir
şeydir. İlâhi hikmet ise bu karşılıkların ahiret alemine bırakılıp, dünyada
alelacele verilmemesini gerektirmiştir. Böylelikle iman edip halini düzeltmek
için yaşanan ömür esnasında gerekli ve uygun fırsatın ele geçmesi istenmiştir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak kıyamet saati
gelecektir. Her nefis yaptığının karşılığını görsün diye vaktini gizli
tutarım." (Taha, 20/15) Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"İman edip, salih amel işleyenleri, yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi
kılarız? Yahut takva sahihlerini günahkârlar gibi mi kılarız?" (Sad,
38/28).
Bu ayetin bir benzeri de şu buyruktur: "Acaba siz bizim sizi
boşuna yarattığımızı ve sizin bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mi
zannettiniz?" (Mu'minun, 23/115).
2- "O dökülen meniden bir
damla değil miydi? Sonra o bir sülük gibi yapışan kan pıhtısı olmuş, sonra
(Allah onu) yaratmış, düzenlemiştir. Ondan erkek ve dişi iki sınıf
yaratmıştır. Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?" Bu insan
rahime dökülen bir meni damlacağından ibaret değil miydi? Bundan sonra o
yapışkan bir kan parçacığı, daha sonra bir çiğnemlik et oldu. Sonra ona şekil
verildi, ona ruh üflendi. Böylelikle organları sağlam ve yerli yerinde, Yüce
Allah'ın izin ve takdiriyle erkek ya da dişi olarak bir başka yaratık oluverdi.
Bu harikulade varlığı yaratan ve buna güç yetiren, ölümden sonra diriltmekle
bedenleri yeni bir hilkat ile -dünyada olduğu gibi- tekrar yaratmaya kadir
değil midir? Elbette kadirdir. Çünkü onun için yeniden yaratmak ilk yaratmaktan
daha kolaydır.
"Yaratmıştır" buyruğu yani onu şekli belirlenmiş bir çiğnem
et kılarak ölçülü bir şekilde var etmiştir. "Düzenlemiştir" buyruğu
da organlarını düzenli ve mutedil bir şekilde var etmiş, onun varlığını tamamlayarak
ona ruh üflemiştir. Meniden onu şekillendirdikten sonra insanın iki türü olan
erkeği ve dişiyi yaratmıştır, demektir.
Bu birinci yaratma ikinci ve tekrar yaratmaya bir delildir. İlkin
yaratan kim ise, ikinci olarak yaratacak olan da O'dur. Her ikisi de O'nun için
eşittir.
İbni Ebi Hatim ve başkalarının rivayetine göre Peygamber (s.a.) bu ayeti okuduğunda: "Seni tenzih ederim Allah'ım, elbette (kadirsin)." derdi. Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Merduye sahih olduğunu belirterek Hakim dediler ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse an-dolsun incire ve zeytine." (Tin, 95/1) buyruğunu okuyup, sonuna gelince de: "Allah hakimlerin hakimi değil mi?" (Tin, 95/8) buyruğunu okursa: "Evet (öyledir) ve ben buna şahitlik edenlerdenim." desin. Kim de: "Hayır kıyamet gününe yemin ederim." (1. ayet) suresini okuyup sonunda: "Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?" (40. ayet) buyruğuna kadar gelirse: "Elbette" desin. Kim de Mürselat suresini okuyarak: "Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar." (Mürselat, 77/50) buyruğuna ulaşırsa o vakit: "Allah'a iman ettik." desin. [33]
Ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Yüce Allah bütün insanlara
ölümün gelmesi halindeki çok ağır ve zor durumu hatırlatmaktadır. Ölüm halinde
insan aynı anda iki durumla karşı karşıya kalır. İnsanlar onun cesedinin
techiziyle uğraşırken, melekler de onun ruhunu teçhiz etmektedir. Yine üzüntü
verici iki hal ile karşı karşıya kalır: Melekleri göreceği vakit dünyadan, eş
ve çocuklardan ayrılmak, dünyanın ağır hallerinin ahiretin ilk halinin
ağırlığı ile bitişik olması. Yüce Allah'ın rahmetiyle esirgedikleri dışında
zorluk, zorlukla bitişiktir. Yani ölümün ağır ve şiddetli hali ahireti görenin
dehşetli ve şiddetli haline kesintisiz olarak bitişmiş olacaktır.
2- Kıyamet gününde herkes
yaratıcının huzuruna sürülecek, dönülecek ve varılacak yer Allah'ın hükmü
olacaktır. Arkasından ya cennete veya cehenneme gidilecektir.
3- Kâfir akidesinin, amelinin,
ahlâkının bozukluğu ve kötülüğü dolayısıyla azap edilmeye, helak edilmeye daha
bir lâyıktır. Çünkü o, Allah'ın Rasulü Muhammed (s.a.)'i ve Kur'an'ı tasdik
etmediği gibi Allah'ın ona emrettiği farz namazı da kılmadı. Büyüklenerek,
böbürlenerek mal ve evlât ile başkalarına karşı öğünüp, bedeni ya da mevkiinden
kaynaklanan gücüne aldanıp, kendisini güçlü zannederek insanlığından
çıkmıştır. Bundan dolayı Yüce Allah'ın: "Sana lâyıktır (o azap); evet sana
lâyıktır. Sonra yine sana lâyıktır, tekrar tekrar sana lâyıktır." buyruğunda
tehdit arkasına tehdit tekrarlanmaktadır. Bu dört şeye karşılık dört şeyi
söyleyerek tehdit etmektir. Yani dört türlü azap, dört hale karşıdır. İmanın,
namazın terkedil-mesi, Yüce Allah'ın Rasulünün ve Kur'an'ın yalanlanması ve
böbürlenmek.
4-
Yüce Allah surenin
sonlarında başta: "İnsan biz onun kemiklerini asla toplayıp bir araya
getirmeyeceğimizi mi zanneder?" buyruğunda söz konusu ettiği hususu tekrar
etmektedir. Bunu ise haşri, ölümden sonra dirilişi ve kıyameti şu iki delille
ispatlamak için zikretmektedir.
a)
Hayatın düzenli olması,
nefsin güzelleşmesi, kötülüklerin bertaraf edilmesi için bir takım
mükellefiyetlerin olması kaçınılmazdır. Kerim ve rahim olan için teklif, ancak
bir mükâfat yurdu, ölümden sonra diriliş ve kıyamet varsa yakışır.
b)
Birinci yaratmak, tekrar
yaratmaya delil gösterilmiştir. İlk olarak yaratmaya, insanı var etmeye gücü
yeten bir kimse onu tekrar hayata döndürmeye elbette daha da güç yetiricidir.
[34]
[1] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/237.
[2] Suyuti, Tenasuku'd-Dürer fi
Tenâsubi's-Suvar, s. 90.
Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale
Yayınları: 15/237.
[3] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/237-238.
[4] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/239-240.
[5] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir,
Risale Yayınları: 15/240-241.
[6] Bahrul-Muhit, VIII/384-385;
Kurtubi, XTX/63.
Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale
Yayınları: 15/241.
[7] Garâibu'l-Kur'an,
XXVIII/105.
[8] İbni Kesir, IV/447.
[9] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/241-245.
[10] Yüce Allah surenin sonunda:
"Sonra yaratmış, düenlemiştir." (38. ayet) diye buyurmaktadır. Yani
o değişik hususlardan meydana gelmiş bir insan var ederek, onu bağımsız bir
kişi olarak düzenlemiştir.
nı giderdikten sonra tutulmasından sonra ayın
ışığı olmayacağı gibi, güneşin de ışığı olmayacaktır.
[11] Ahkâmu'l-Kur'an,
1/1878-1882.
[12] Bidayetü'l-Müctehid, 11/430;
ed-Desuki, IV/318.
[13] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/245-248.
[14] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/249.
[15] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/249-250.
[16] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/250.
[17] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/2550.
[18] Bahru'l-Muhit, VIII1388.
[19] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/251.
[20] Zemahşeri, III/293-294.
[21] Zemahşeri, III/294.
[22] Razi, XXX/226-229.
[23] Garâibu'l-Kur'an,
XXVIII/111.
[24] İbni Kesir, IV/450.
[25] Alûsi, XXIX/144.
[26] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/251-255.
[27] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/255-256.
[28] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/257-258.
[29] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/258-259.
[30] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/259.
[31] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/259-260.
[32] Razî, XXX/231.
[33] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/260-264.
[34] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/264.