KIYAME SURESİ 2

Surenin İsmi: 2

Önceki Sureyle İlişkisi: 2

Surenin Muhtevası: 2

Ölümden Sonra Dirilişin Tekrar Yaratılışın İspatı Ve Bunun Alâmetleri: 2

Belagat: 3

Kelime ve İbareler: 3

Nüzul Sebebi: 3

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 5

Peygamber (S.A.Vin Kur'an'ı Ezberleme Tutkusu Ve İnsanların Ahiretteki Durumları: 7

İ'rab: 7

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Nüzul Sebebi: 8

Ayetler Arası İlişki: 8

Açıklaması: 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 10

Dünya Hayatında Kâfirin Kusurları Ve Ölümden Sonra Diriliş: 11

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Nüzul Sebebi: 12

Ayetler Arası İlişki: 12

Açıklaması: 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 14


KIYAME SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Yüce Allah'ın kıyameti tazim etmek, onun gerçekleşeceğini tespit edip inkâr edenlere cevap vermek üzere kıyamete yemin ile başlamasından ötü­rü bu sureye Kıyame suresi adı verilmiştir. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu sure kendisinden önceki sure ile ahirete dair açıklamalar ihtiva et­mesi sebebiyle ilişkilidir. Bundan önceki surede Yüce Allah öğüt almama­nın asıl sebebinin ölümden sonra dirilişi inkâr etmek olduğunu açıklaya­rak: "Asla! Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar." (Müddessir, 74/53) diye buyurmaktadır. Arkasından bu surede ölümden sonra dirilişin delilini söz konusu ederek kıyamet gününü, niteliklerini, dehşetli durum ve hallerini ele almaktadır. Daha sonra bundan önceki hususları söz konusu etmekte­dir. Bu da ruhun bedenden çıkmasıdır. Arkasından bundan önce meydana gelen yaratılmanın başlangıcını ele almaktadır. Böylelikle bu surede fiilen gerçekleşecek durumun aksine bu üç hâl söz konusu edilmiş olmaktadır.[2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Bu sure diğer Mekke'de inen sureler gibi din ve imanın esaslarından birisini itina ile ele almaktadır. Bu da ölümden sonra diriliş ve amellerin karşılığının görüleceğinin ispatı ile bundan önce ortaya çıkan ölümün be­lirtileri ile yaratılışın başlangıcının söz konusu edilmesidir.

Sure kıyamet gününe ve kendisini kınayan nefse aynı anda yemin ederek başlamaktadır. Bu da ölümden sonra dirilişi ve tekrar yaratılışı is­patlamakta; bedenlerin dirilişini inkâr edenlere de bir cevap teşkil etmek­tedir. "Hayır, kıyamet gününe yemin ederim." (1-6. ayetler).

Daha sonra Yüce Allah bugünün bazı alâmetlerini söz konusu etmekte ve bunun gerçekleşmesinin kesin olduğunu bildirmektedir. O günün ger­çekleşmesi hiçbir şüphesi olmayan bir hakikattir: "Göz kamaştığı, ay tutul­duğu... zaman..." (7-15. ayetler).

Daha sonra Yüce Allah peygamberinden vahiy esnasında Kur'an ayetlerini ezberleme çabasına girmemesini istemekte ve onu Kur'an'ı kalbinde tespit edip yerleştirmeye, anlamasını ve kapsamlı ve eksiksiz bir şekilde açıklamasını sağlamaya bizzat kefil olduğunu belirterek rahatlatmaktadır: "Onu (hıfzetmeyi) çabuklaştırmak için dilini onunla kıpırdatma..." (16-19. ayetler).

Bundan sonra dünya sevgisi ve dünyanın ahirete tercihi eleştirilmek­tedir. İnsanların ahirette iki kısım olacağı bildirilmektedir: Bahtiyar kim­seler ve bedbaht kimseler. Birincilerinin yüzleri iman nurları ile parıldayacak, onlar herhangi bir sınırlandırma, keyfiyyet veya daraltma söz konusu olmaksızın Rablerine bakmak nimetini tadacaklar. Diğerlerinin ise yüzleri asık, simsiyah ve kapkaranlık kesilecektir. Onlar da başlarına inecek pek büyük musibeti bekleyip duracaklardır: "Hayır, hayır. Siz çabucak geçeni (dünyayı) seversiniz..." (20-25. ayetler).

Daha sonra ölüm halindeki ve ölüm sırasındaki şiddetli halleri, deh­şetli durumları, sıkıntıları ve ölümün sebep olduğu darlıkları söz konusu etmektedir: "Vazgeçin bu işten... (Çünkü can) köprücük kemiğine gelip da­yandığında..." (26-35. ayetler).

Sure haşre ve yeniden dirilişe dair maddi bir delili söz konusu ederek sona ermektedir ki; bu da ilk yaratma ile tekrar yaratmanın ilk yaratma­dan kolay olduğudur: "Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?" (36-40. ayetler).[3]

 

Ölümden Sonra Dirilişin Tekrar Yaratılışın İspatı Ve Bunun Alâmetleri:

 

1- Hayır... Kıyamet gününe yemin ederim!

2- Yine hayır, kendini kınayan nefse yemin ederim!

3- İnsan, biz onun kemiklerini asla toplayıp, biraraya getirmeyeceğimi­zi mi zanneder?

4- Evet, biz parmak uçlarını bile top­layıp düzenlemeye kadiriz.

5- Fakat insan önündekini (kıyame­ti) yalanlamak ister.

6- "Kıyamet de ne zamanmış?" diye sorar.

7, 8, 9- Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay biraraya getirildiği za-man(dır).

11- Hayır; o gün sığınacak yer yoktur.

12- O gün varıp durulacak yer Rab-binin huzurudur.

13- O günde insana önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler ha­ber verilir.

14- Doğrusu şu ki; insan kendisine karşı bir şahittir.

15- Bütün mazeretlerini ortaya koy­sa bile.

 

Belagat:

 

"İnsan, biz onun kemiklerini asla toplayıp biraraya getirmeyeceğimizi mi zanneder" buyruğu azarlamak amacı ile bir inkârî istifham (soru)dır.

"Kıyamet de ne zamanmış diye sorar." Bu da bir işin uzak görüldüğünü ve inkâr edildiğini anlatmak amacıyla sorulmuş bir sorudur.

"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay biraraya getirildiği zaman(dır). O günde insan: Kaçış nereye der." (7-10. ayetler) buyruklarında murassa' seci' diye adlandırılan ayetin son harfleri arasında bir uyum vardır.

"Önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler" lafızlar arasında te­zat vardır. [4]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hayır... yemin ederim" buyruğu yemin ederim, demektir. "Hayır" (an­lamındaki: lâ) her iki ayette de zaiddir. Araplar bazan bunu anlamı pekiş­tirmek için eklerler. Bu da hakkında yemin edilen husus nefyedilen bir hu­sus olduğu takdirde böyle olur. İşte bu sebeple yeminden önce nefyin tekidi için "lâ: hayır"ın getirilmesi uygun düşmüştür. Hakkında yemin olunan hu­sus ise, ölümden sonra tekrar dirilişin ispatı ve bedenlerin tekrar diriltil­meyeceğim kabul eden inatçı cahilleri reddetmektir. Bazılarının görüşüne göre "lâ: hayır" daha önce geçmiş bir sözü reddetmek ve ona cevap içindir. Araplar ölümden sonra dirilişi inkâr ettiklerinden onlara: Hayır, durum dediğiniz gibi değildir. Ben ölümden sonra dirilişin hiçbir şüphesi bulun­mayan bir hak olduğuna yemin ederim, demektir.

Buyruk, lâm'dan sonra elif koymaksızın "le uksimu: şüphesiz yemin ederim ki" diye de okunmuştur. Yeminin cevabı da hazfedilmiştir. Andol-sun ki diriltileceksiniz, demektir. Buna da daha sonra gelen: "İnsan... mi zanneder" buyruğu delil teşkil etmektedir.

"Kendini kınayan nefse (nefsi levvâmeye)yemin ederim." Bu itaat ve iyilikte her ne kadar gayret gösterse dahi kendisini kınayan nefistir. Bu ye­minden maksat, kıyamet gününün azametine dikkat çekmek ve daha üs­tün bir mertebeye yükselmek isteyen nefsin önemine işaret etmektir.

"İnsan biz onun kemiklerini... mi zanneder?" İnsandan kasıt insan tü­rüdür. Fiilin insanlara isnad edilmesi bazılarının bu zannı beslemesinden ötürüdür ya da maksat buyruğun nüzulüne sebep olan kimsedir.

"Onun kemiklerini" darmadağınık iken diriltmek ve hesaba çekmek için "biraraya getirmeyeceğimizi mi zanneder?"

"Evet" onları bir araya getireceğiz. Bununla birlikte "biz parmak uçla­rını bile toplayıp düzenlemeye kadiriz." Onların kemiklerini eski haline döndürmeye ve küçüklüklerine ve inceliklerine rağmen bunu başarmaya elbet kadiriz. Ya büyük kemikleri nasıl getiremeyeceğiz?

"Fakat insan önündekini yalanlamak ister." Gelecekte de günahkârlı­ğını sürdürmek ister.

"...Ne zamanmış?" Bu da alay ve yalanlamak kastıyla sorulmuş bir so­rudur. "Göz kamaştığı" daha önce yalanladığı şeylerin gerçekleştiğini göre­ceğinde dehşete kapılıp, şaşırdığı zaman.

"Ay tutulduğu" kararıp ışığı gittiği zaman.

"O gün sığınacak" korunmak amacıyla sığınılacak "bir yer yoktur. O gün varıp durulacak yer" yani yaratılmışların karar kılıp hesaba çekilecek­leri ve amellerinin karşılıklarını görecekleri yer "Rabbinin huzurudur."

"Önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler haber verilir." Önden işleyip gönderdiği amelleri ve işlemedikleri, yapmadığı amelleri ona bildiri­lir. Yani amelleri başından sonuna kadar ona haber verilir.

"İnsan kendisine karşı bir şahittir." Yaptığı işleri dile getiren tanık bir belgedir. O halde amellerinin karşılığının verilmesi de kaçınılmazdır.

"Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile." İsterse mazeret olarak göster­mesi mümkün olan her bir şeyi ortaya koysun. [5]

 

Nüzul Sebebi:

 

"İnsan biz onun kemiklerini..." ayetlerinin (3 ve 4. ayetler) nüzul sebe­biyle ilgili olarak rivayet edildiğine göre Adiy b. Rabia, Rasulullah (s.a.)'a dedi ki: Ey Muhammed, bana kıyamet gününün ne zaman olacağını anlat. Rasulullah (s.a.) ona sorusunun cevabını verdi. Bu sefer Adiy dedi ki: Bun­ları ben bugün dahi görecek olsam seni tasdik etmeyeceğim ve ona iman etmeyeceğim. Allah çürüdükten sonra bu kemikleri mi toplayıp bir araya getirecek? Bunun üzerine bu buyruklar nazil oldu.

Bir diğer açıklamaya göre bu ayetler Ebu Cehil hakkında inmiştir. O şöyle derdi: Muhammed (s.a.) Allah'ın bu kemikleri çürüyüp dağılmaların­dan sonra bir araya getireceğini ve tekrar onları yeni bir yaratık olarak var edeceğini mi iddia ediyor?[6]

 

Açıklaması:

 

"Hayır, kıyamet gününe yemin ederim. Yine hayır, kendini kınayan nef­se yemin ederim." Yani kıyamet gününe de, kusurları dolayısıyla kendisini kınayan nefse de yemin ederim ki... Elbette öldükten sonra diriltileceksi­niz. Buyrukta yeminin cevabı zikredilmemiştir. Çünkü ondan sonra gelen buyruklar zaten bunu göstermektedir. O da: "İnsan biz onun kemiklerini asla toplayıp bir araya getirmeyeceğimizi mi zanneder?" buyruğudur. Kınayıcı nefs (nefs-i levvâme) müminin nefsidir. O geçenler için üzülür ve ken­disini kınar. Kötülüğü niçin işledi diye, hayrı da niçin daha çok işlemedi­ğinden dolayı kendisini kınar.

Bir şeye yemin onun azametini bildirmek ve şanının büyüklüğüne dik­kat çekmek içindir. Yarattıklarından dilediğine yemin etmek de Yüce Al­lah'ın bir hakkıdır. Kıyamet gününün gerçekleşeceğine dair kıyamet günü­ne yemin etmek ise, onun gerçekleşeceğini ortaya koymak ve daha da vurgulamak içindir. Çünkü olmayan bir şeye yemin etmenin anlamı aklen kavranılamaz. Kınayan nefse de bununla birlikte yemin edilmesi, kıyamet­ten maksadın nefsin hallerini, onun mutluluk ve bedbahtlıktaki farklı mer­tebelerinin ortaya çıkarılacağına dikkat çekmek içindir. [7]

Sahih olan Yüce Allah'ın her ikisine bir arada yemin ettiğidir. Nitekim Katade -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de böyle demiştir. [8] Yani Yüce Al­lah kemikleri biraraya getirecek, sonra her insanı hesaba çekmek ve amel­lerinin karşılığını vermek için diriltecektir.

Hasan-ı Basri dedi ki: Allah'a yemin ederim ki; biz müminin nefsini kınamaktan başka bir halde görmüyoruz. Ben o sözü söylemekle ne yap­mak istedim? O yemeği yemekle ne yapmak istedim? Kendi kendime tasar­ladıklarımla neyi istedim (diye kendisini kınar.) Günahkâr ise adım adım ilerler, fakat kendisini kınamaz. Yine Hasan-ı Basri der ki: Kıyamet gü­nünde gerek sema ehlinden, gerek yer ehlinden olup da nefsini kınamaya­cak hiç kimse yoktur.

Said b. Cubeyr dedi ki: İbni Abbas'a Yüce Allah'ın: "Hayır, kıyamet gününe yemin ederim" buyruğu hakkında soru sordum. O Rabbin yarattık­larından dilediği şeye yemin eder, dedi.

Ferrâ dedi ki: İster iyilik yapsın, ister kötülük yapsın kendisini kına­mayacak hiçbir nefis yoktur. İyilik yapan kendisini keşke daha çok iyilik yapsaydı diye kınar, kötülük işleyen de keşke yaptığı kötülüklerden vaz-geçseydi, diye kendisini kınar.

Özetle, buyruğun zahirinden anlaşılma ihtimali daha yüksek olan İbn Kesir'in dediği gibi şudur: Nefs-i levvâme (kınayıcı nefs); hayır sebebiyle de şer sebebiyle de kendisini kınayan ve geçmişten dolayı pişmanlık duyan nefistir.

"İnsan biz onun kemiklerini asla toplayıp bir araya getirmeyeceğimizi mi zanneder? Evet, biz parmak uçlarını bile toplayıp düzenlemeye kadiriz." Yani herhangi bir kimse kemiklerini darmadağınken toplayıp, biraraya ge­tirmeye, onları yepyeni bir varlık olarak tekrar yaratmaya güç yetiremeye-ceğimizi mi zanneder? Böyle bir zan batıldır. Şüphesiz biz onları toplayıp bir araya getireceğiz. Evet, diriliş halinde en çok dağılmış, en küçük parça­lara bölünmüş, parmak uçları kemikleri ile onların eklemlerini dahi tekrar yeniden düzeltmeye, bir araya getirmeye gücümüz yeter.

Yüce Allah'ın: "Kadiriz" buyruğu onun kudretini tekid etmek içindir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Parmak uçlarını bile toplayıp düzenlemeye" buyruğu ile dikkat çektiği mükemmel kudret olmaksızın kemiklerin bir araya geti­rilip toplanmasına imkân yoktur. Zira pek küçük ve ufak olmalarına rağmen parmak uçlarını ve eklemlerini biraraya getirmeye güç yetiren, büyük kemikleri de biraraya getirmeye daha bir muktedir olmalıdır. Özellikle parmak uçlarının zikredilmesi ise hilkati en son tamamlanan bölümün on­lar olmasıdır. Bunun da söz konusu edilmesi artık parmağın tamam ve ek­siksiz olduğunu gösterir. Parmağın tamam ve eksiksiz olması da diğer or­ganların tamam ve eksiksiz olduğunun delilidir.

"Toplayıp düzenleme: Tesviye "nin şu anlama geldiği de söylenmiştir: De­venin ayağı, eşşeğin toynağı gibi yakalamaya güç yetiremeyecek şekilde tek bir bütün haline getirmektir. Anlatılmak istenen de onun kemikleri ve ek­lemleri ilk haline de getirmeye, bunun aksini de yapmaya kadir olduğudur.

"Fakat insan önündekini yalanlamak ister." Bu daha önce vurgulanan hususun bırakılıp başka bir konuya geçilmesi anlamındadır. O da şudur: İnsan aslında gelecek günlerinde de günahkârlıklarını sürdürmek ister. O önden günah işleyip tevbeyi ertelemeye çalışır. Said b. Cübeyr dedi ki: Ön­ce günah işler, tevbeyi de ölüm kendisine en kötü halinde gelip onu yakala­yıncaya kadar erteleyip durur.

Özetle, ölümden sonra dirilişi inkâr etmek iki hususta şüphe etmenin bir sonucudur. Birincisi insanın darmadağın olup çürüdükten sonra parça­larının biraraya gelmesini uzak bir ihtimal olarak görmesidir. İkincisi ise hevasma uyup, ölümden sonra tekrar yaratılmayı inkâr edip günahkârlığa eğilimi dolayısıyla o alanda kendisini salıvermesinden kaynaklanır.

İşte Yüce Allah birinci şüpheye: "İnsan biz onun kemiklerini... mi zan­neder." buyruğu ile cevap vermekte, ikinci şüpheyi ortaya koyan kimselerin bu şüphesini de şu sözleriyle reddetmektedir: Aksine insan önünde (gele­cekte) karşılaşacağı ölümden sonra dirilişi ve hesabı yalanlamak ister. Bundan maksadı ise dünyevi lezzetlerinin eksilmemesini istemesidir. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet de ne zamanmış diye so­rar. " Yani o günün gerçekleşeceğini uzak görerek, alay ederek ve inada bin­direrek soru sorar: Kıyamet günü ne zamandır? Ölümden sonra dirilişe inanmayan bir kimse en büyük günahları işler ve yaptığına hiç aldırmadan zevk aldığı şeyleri talan edercesine tüketmekte elini çabuk tutar.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Eğer doğru söyleyenler iseniz bu vaadiniz ne zaman gerçekleşecek, derler." (Mülk, 67/25); "Tehdit olunduğunuz o şey uzaktan da uzaktır. O ancak bu dünya hayatımızdır. Ölürüz, diriliriz, yoksa biz tekrar diriltilecek değiliz." (Mu'mi-nun, 23/36-37)

Daha sonra Yüce Allah kıyametin üç alâmetini söz konusu ederek şöy­le buyurmaktadır:

"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay biraraya getirildiği zaman o günde insan: Kaçış nereye der." Yani göz dirilişin ve kıyamet gününün ol­dukça çetin dehşetli hallerinden dolayı şaşırıp dehşete düşüp ayın da bütün ışığı tamamen giderildiği, güneşin de, ayın da ışığı hep birlikte büsbü­tün yok olduğu ve artık ardı arkasına gelecek gece ve gündüzün olmayaca­ğı, yani kâinatın bütün belirgin özelliklerinin kaybolacağı bir zamanda, iş­te o vakit Ademoğlu kıyamet gününde bu dehşetli halleri göreceğinde şöyle diyecektir: Sığınacak ya da korunmak için gidilecek bir yer var mıdır? Al­lah'tan, onun hesaba çekmesinden ve vereceği azaptan nereye kaçılabilir?

"İnsan'dan maksat insan türüdür. O da Ademoğlu olup mümini de kâ­firi de kapsar. Çünkü o günde görülecek dehşetler bu sözleri söyletecektir. Kastedilenin mümin değil, özellikle kâfir olduğu da söylenmiştir. Çünkü mümin Rabbinin verdiği müjdelere güven besler.

Yüce Allah onlara bu dünyada o gün gelmeden önce şu buyruklanyla ce­vap vermektedir: "Hayır, o gün sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer Rabbinin huzurudur." Sizlerin kendinizi koruyabileceğiniz bir yeriniz ol­mayacaktır. Orada o gün sizi Allah'tan koruyacak ne bir dağ, ne bir kale, ne de bir sığınak vardır. O gün ancak Rabbine dönülecek, O'nun huzuruna varı­lacaktır; ya cennete veya ateşe gidilecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Şüphesiz ki son gidiş Rabbine olacaktır." (Necm, 53/42) İşte orada kullar sürekli olarak yerlerini bulacaklardır. Yüce Allah'ın: "Rabbinin huzu­ru" buyruğunda bir muzafin varlığını kabul etmek gerekir. Rabbinin hükmü­ne ya da cennete yahut cehenneme varılacaktır, demektir.

Daha sonra Yüce Allah karşılaşılacak akıbetin türü ile dünyadaki amel arasındaki ilişkiye dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: "O günde in­sana önden yolladığı şeyler ile geriye bıraktığı şeyler haber verilir." Yani kı­yamet gününde amellerin sunulması ve hesaba çekilmek esnasında insana hayır ya da şer türünden olsun önden gönderdiği, eskisiyle yenisiyle, ilkiy­le sonuncusuyla, küçüğüyle büyüğüyle bütün amelleri bildirilecektir. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar işlediklerini de hazır bulacak­lardır. Rabbin kimseye zulmetmez." (Kehf, 18/49)

Daha sonra Yüce Allah insanın kendi amellerini bileceğini açıklaya­rak şöyle buyurmaktadır:

"Doğrusu şu ki; insan kendisine karşı bir şahittir. Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile." Yani doğrusu insan kendi kendisine bir şahittir. Neler yaptığını bilir. Kendi yaptıklarına bizzat kendisi apaçık bir delildir. İsterse mazeret ileri sürsün ve inkâr etsin. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöy­le buyurmaktadır: "Oku kitabını! Bugün kendine karşı iyi hesaplayın ola­rak kendin yetersin." (İsra, 17/14) Ayet insanın amellerini haber vermek ye­rine ondan daha çok bilinen ve daha açık bir mertebeden bahsetmektedir.

İbni Abbas ve başkaları dedi ki: Maksat bnun işitmesi, görmesi, elleri, ayakları ve diğer organlarıdır.

Vahidi ve Zemahşeri'nin görüşüne göre "mazeretler" lafzı "mazeret"in çoğuludur. "Mazeretlerini ortaya koysa bile." buyruğundan maksat da: O gün batıl şeyler ileri sürerek mazeret beyan etse (özür dilese) dahi, ondan kabul edilmez. Kendi nefsi adına tartışsa dahi o kendisini çok iyi görendir diye de açıklanmıştır. "Mazeretlerini" lafzının delillerini demek olduğu da söylenmiştir. Bu da Mücahid'in görüşüdür. İbni Kesir der ki: Sahih olan Mücahid'in ve onun görüşünde olanların kanaatidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bundan sonra: Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık demelerinden başka bir mazeretleri (ileri sürecekleri bir delilleri) olmayacak." (En'am, 6/23); "Allah onların hepsini diriltilecek-leri günde size yemin ettikleri gibi O'na da yemin edecekler ve kendilerinin gerçekten bir şey üzere olduklarını sanacaklar. Haberiniz olsun ki gerçekten onlar yalancıların ta kendileridir." (Mücadele, 58/18)[9]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Yüce Allah kıyamet gününün şanının azametine dikkat çekmek için bu güne yemin etmektedir. Aynı şekilde O, her zaman için daha çok hayır ve itaat işlemeye göz diken ve kötülükleri ve masiyetleri de azaltmaya çalı­şan mümin kimsenin nefsine de -onun durumuna ve ihlâsına dikkat çek­mek için- yemin etmektedir. Kıyamet ile kendisini kınayan nefis (nefs-i lev-vâme) arasındaki ilişkiye gelince; kıyametin gerçekleştirilmesinden mak­sat, nefs-i levvâmenin mutluluk ya da bedbahtlık durumlarını ortaya çı­karmaktır. Muhakkiklere göre bu gibi şeylere yemin aslında onların Rabbi-ne ve yaratıcılarına yemindir. Kıyamet gününün gerçekleşeceğine, kıyame­tin Rabbi adına yemin ederim, denilmiş gibidir.

2- Hakkında yemin olunan ölümden sonra dirilişin şüphesiz olarak ve kesinlikle gerçekleşeceğidir. Zeccac dedi ki: Yüce Allah kıyamet gününe ve kendisini kınayan nefse kemikleri yeniden diriltmek üzere bir araya geti­receğine dair yemin etmekte ve bu yeminini küçüklüklerine rağmen par­mak eklemlerini de tekrar var edip onları dümdüz bir şekilde bir araya ge­tirmeye kadir olduğunu belirterek daha da pekiştirmektedir.[10]

3- İleride karşı karşıya kalacağı ölümden sonra dirilişi ve hesaba çekil­meyi yalanlayan kâfir, küfrü gereği en büyük günahları işler, masiyetleri yapar ve bunların sonuçlarını, tehlikelerini hesaba katmaz, bunlardan dola­yı ortaya çıkacak sorumlulukları ve işlerin akıbetlerini değerlendiremez.

4- Kıyamet gününde kainatın belirgin özellikleri değişecek ve kıyamet için belirli alâmetler ortaya çıkacaktır. Gözün şaşırması, dehşetli hallerden dehşete düşmesi, bir daha gelmemek üzere ayın ışığının gitmesi, ayın da güneşin de birlikte çekip gitmeleri. Yani Yüce Allah'ın her ikisinin de ışığı-

5-  Kıyametin alâmetleri ortaya çıkacağında insan şaşıracak ve kaça­cak yer neresi, nereye kaçıp kurtulabilirim, diyecektir. Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisi, Allah'tan utanarak, Allah'tan kaçış nereye diyecektir. İkincisi cehennemden sakınmak üzere, cehennemden kurtul­mak için kaçış nereye diyecektir.

6- Allah'tan kaçış olmadığı gibi cehennemden korunmak için bir sığı­nak, azaptan kurtulmak için bir kale de olmayacaktır. Sonunda Allah'ın hükmüne gidilecek, Ona dönülecektir. Her insan da ya cennete, ya da ce­henneme gidecektir.

7- Ademoğluna kıyamet gününde amellerinin tartılması esnasında is­ter iyi, ister günahkâr birisi olsun, daha önce işledikleri kötü ya da salih amelleri yahut geriye bıraktığı kötü amel ya da kendisinden sonra amel edilen salih bir iş yahut amelinin ilki ve sonu ya da önceden işlediği masi-yet ve geriye bıraktığı, ertelediği itaatleri hep haber verilecektir. Bu haber verme kıyamette amellerin tartılacağı vakit olacaktır, ölüm esnasında de­ğil. Çünkü İbni Mace'nin, Sime/ı'indeki rivayete göre Ebu Hureyre dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Ölümünden sonra mümine amelinden ve ha­senatından ulaşan şeyler arasında öğrettiği ve etrafa yaydığı bir ilim, geri­ye bıraktığı salih bir evlât yahut miras bıraktığı bir mushaf, bina ettiği bir mescid, yolcular için yaptığı bir ev, akıttığı bir ırmak, sağlığında ve haya­tında iken malından çıkardığı sadaka (bütün bunlar) ölümünden sonra ona erişir."

Hafız Ebu Nuaym da bunu Enes b. Malikten şu lafızla rivayet etmek­tedir: "Yedi şey vardır ki onların ecirleri o kabrinde olduğu halde ölümün­den sonra kula akıp gider: Bir ilim öğreten, bir ırmak akıtan, bir kuyu ka­zan, bir hurma ağacı diken, bir mescid bina eden, bir mushaf miras bıra­kan ya da ölümünden sonra kendisi için mağfiret dileyecek bir evlât bıra­kan." Müslim'in Sahih'inde de şu rivayet yer almaktadır: "Kim İslâm'da güzel bir sünnet (izlenecek yol) açarsa onun da ecri ondan sonra onunla amel edenlerin de ecri ona verilir ve onlardan hiçbirisinin ecrinden bir şey eksiltilmez. Kim de İslâm'da kötü bir yol açarsa onun da günahı ondan sonra onunla amel edenlerin de günahı üzerinedir. Onların günahlarından da bir şey eksiltilmez."

8- İnsan kendisine karşı en iyi şahittir. O yaptığı işlerine dair apaçık bir delil ve belgedir. İsterse inkâr etsin ve mazeret beyan etsin. Ben hiçbir şey yapmadım, desin. Kendi nefsinden, organlarından ona karşı şahitlik edecek­ler vardır. Mazeret açıklasa ve kendisini tartışarak savunsa dahi, onun ileri sürdüğü mazeretleri yalanlayacak, aleyhine şahitlik edecek vardır.

9- Kadı İbnü'l-Arabi Yüce Allah'ın: "Doğrusu şu ki insan kendisine karşı bir şahittir." buyruğundan altı sonuç çıkartmaktadır ki, bunları özet­le şöylece sıralayabiliriz:[11]

a) Bu buyrukta kişinin kendi aleyhine ikrarının kabul edileceğine delil vardır. Çünkü bu onun tarafından yapılan bir şehadettir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "O gün onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları herşeyi söyleyerek aleyhlerine şehadet edeceklerdir." (Nur, 24/24)

b) Ancak mükellef (yani âkil ve baliğ) olan kimselerin ikrarı sahihtir. Mükellefin de "hacr" altında (tasarrufları sınırlandırılmış) olmaması şart­tır. Çünkü eğer kişinin kendi lehine ise hacr onun söylediği sözü hükümsüz kılar. Şayet hasta gibi başkasının hakkı ile ilgili bir ikrarda bulunmuşsa bu ikrarın kimi geçersiz, kimi caizdir. Fıkıh kitaplarında belirtildiği gibi.

c) Yüce Allah'ın: "Bütün mazeretlerini ortaya koysa bile." buyruğu şu demektir: Özür beyan edecek olsa dahi kabul edilmez. İlim adamları Yüce Allah'ın halis hakkı olan hadlere dair ikrardan geri dönmenin caiz olup ol­madığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malikilerce meşhur olan gö­rüşe göre dört mezhep imamı ikrardan sonra geri dönmesi kabul edilir ve had düşer. Sahih olan da hadis imamlarının rivayet ettikleri hadis gereğin­ce budur. Bu rivayeti kaydedenler arasında Buhari ve Müslim de vardır. Buna göre Peygamber (s.a.) zina ettiğini ikrar ve itiraf eden kimseyi dört defa geri çevirmiş, her seferinde ondan yüz çevirerek ikrarını kabul etme­miştir. Ancak kendi aleyhine dört defa şahitlik edince Peygamber (s.a.) onu çağırarak: "Sende bir delilik var mı?" diye sormuş, adam: Hayır, diye cevap vermiştir. Ona: "Muhsan oldun mu?" diye sorunca, o da: Evet, diye cevap vermiştir. Ebu Davud ve başkalarının rivayetlerine göre Maiz kaçıp kurtul­mak isteyince peşine takıldılar, o da ashabına: "Ne diye onu bırakmadınız? Belki tevbe eder, Allah da tevbesini kabul ederdi." diye buyurdu.

Malikten de şöyle dediği rivayet edilmiştir: İkrarda bulunan bir kimse herhangi bir şüphe dolayısıyla ikrarından dönecek olursa mazereti kabul edilmez. Bu da: "İkrar eden kimsenin mazereti olmaz." hadisi gereğince böyledir.[12]

d) Sa'lebi dedi ki: Yüce Allah'ın: "Bütün mazeretlerini ortaya koysa bi­le." buyruğu şu demektir: O kıyamet gününde mazeret belirtip şirk koştu­ğunu inkâr edecek olursa, zalimlere bu mazeretleri fayda vermeyecek, ağ­zına mühür vurulacak ve organları onun aleyhine şahitlik edeceklerdir. Ay­rıca kendisine: "Kendine karşı iyi hesaplayıcı olarak kendin yetersin." (İsra, 17/14) denilecektir.

e) Ayet kendi kendisine sahip hür kişi hakkındadır. Köleye gelince, şayet öldürme ve daha aşağı bir cezayı gerektiren bir ikrarda bulunacak olur­sa bu ceza ona uygulanır. Muhammed b. Hasen ise şöyle demektedir: Onun bu ikrarı kabul edilmez. Çünkü onun bedeni üzerinde efendisinin hakkı vardır. İkrarda bulunması ise efendisinin bedeni üzerindeki haklarını boşa çıkartır. Birinci görüşün delili Buhari, Müslim, Tirmizi ve Nesai'nin, Uba-de b. Samit'ten rivayet ettikleri Peygamber (s.a.)'in şu buyruğudur: "Kim bu pisliklerden birisini işleyecek olursa, Allah 'm onu gizlemesiyle o da ken­disini gizlesin. Kim bize yaptığını gösterecek olursa biz de ona haddi uygu­larız. "

f) Denildiğine göre Yüce Allah'ın: "Doğrusu şu ki; insan kendisine kar­şı bir şahittir." buyruğu üzerinde amellerini gören ve sayıp tesbit edenler vardır. Bunlar da Kiramen Kâtibin'dir, demektir. Ancak tercih edilen görüş daha önce kaydedilen anlamdır. [13]

 

Peygamber (S.A.Vin Kur'an'ı Ezberleme Tutkusu Ve İnsanların Ahiretteki Durumları:

 

16-  Onu (hıfzetmeyi) çabuklaştır­mak için dilini onunla kıpırdatma.

17- Çünkü onu (kalbinde) toplamak ve onu okutmak bize düşer.

18- O halde biz onu (Cebrail aracılı­ğı ile) okuduğumuz zaman sen onun okumasına uy.

19-  Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir.

20- Hayır, (ey insanlar) hayır, siz ça­bucak geçeni (dünyayı) seversiniz.

21- Ve ahireti bırakırsınız.

22-  O günde yüzler var ki apaydın- hktır.

23- Rablerine bakıcıdırlar.

24-  Ve o günde asık nice suratlar vardır.

25- Kendilerine bel kemiklerini kıran çok belâlı işler yapılacağını anlarlar.

 

İ'rab:

 

"O günde yüzler var ki apaydınlıktır, Rablerine bakıcıdırlar." İbnü'l-Enbari -Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dedi ki: Bu ayet-i kerimede rü'yetin (kıyamette Yüce Allah'ın müminler tarafından görüleceğinin) isba-tına delil vardır. Çünkü bakmak yüz ile birlikte söz konusu edilip, fiilin geçişinin harfi cer ile yapılması bunun gözle bakmak anlamına geldiğinin delilidir. Dolayısıyla bir kimseyi bekleyecek olursak harf-i cersiz olarak: "Nazartu reculen: Bir adamı bekledim." denilir. Ancak onu görmek halinde: "Nazartu ileyhi: Ona (gözümle) baktım." denilir. [14]

 

Belagat:

 

"O günde yüzler var ki apaydınlıktır... Rablerine bakıcıdırlar... Ve o günde asık nice suratlar vardır..." buyruklarında müminlerin yüzlerinin parlaklığı ile günahkârların yüzlerinin aşıklığı arasında mukabele (karşıt­lık) vardır.

"O günde yüzler var ki" buyruğunda Zemahşeri'nin görüşüne göre mürsel mecaz vardır. Çünkü cüz kullanılırken bütün kastedilmiştir. O bu­rada yüz, vücudun tümünü anlatmaktadır, demektedir. Beyzavi de şöyle demektedir: Yüzün bedenin tümü diye açıklanması buyruğun zahirine uy­mamaktadır. Çünkü beden anlamında kullanılacak olursa "ilâ" harfi ile fi­ilin geçişi yapılmaz. Bundan dolayı Neysaburi, Garâibu'l-Kur'an, (XXVIII, 110)'da şunları söylemektedir. Daha uygunu "yüzler" ile gözlerin kastedil-mesidir. Böylelikle bütün, cüz hakkında kullanılmış demektir. Aksi (Ze­mahşeri'nin dediği gibi) değildir. [15]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onu (hıfz etmeyi) çabuklaştırmak için" belleyemez yahut unutursun korkusuyla çabucak öğrenmek maksadıyla "dilini onunla kıpırdatma" ey Muhammedi Cebrail vahyi bitirmeden önce Kur'an okuyarak dilini kıpır­datma!

"Çünkü onu" kalbinde "toplamak ve onu okutmak" dilinde onu okuma­yı sağlamlaştırmak "bize düşer. O halde biz onu" Cebrail aracılığıyla sana "okuduğumuz zaman sen onun okumasına uy." Onun okumasını dinle." Çünkü Peygamber (s.a.) önce dinler, sonra Cebrail ona okuturdu. Kur'an okumasını iyice belleyinceye kadar da tekrarlardı.

"Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir." anlamlarından anlaşıl­ması güç olanları açıklamak, ondaki helal ve haramı beyan etmek bize aittir. Bu, beyanın hitab vaktinden sonraya bırakılmasının caiz oluşuna delildir.

"Hayır" buyruğu insanın çabucak geçen dünyaya aldanışı terketmesi için bir hitabtır. "Siz çabucak geçeni" dünya ve dünyadakileri "seversiniz."

"Ve ahireti bırakırsınız." Ahiret için amel edip, hazırlanmayı terkeder-siniz. Bu da Ademoğullannın karakter olarak aceleci olduğuna bir işarettir.

"O günde" kıyamet gününde "yüzler var ki apaydınlıktır." Güzeldir, parlaktır, göreceği nimetler dolayısıyla parıl parıldır.

"Rablerine bakıcıdırlar." Doğrudan gözleriyle göreceklerdir, herhangi bir perde olmaksızın Rablerine bakacaklardır. Mücahid dedi ki: Rabbinden gelecek sevabı bekleyeceklerdir. [16]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Onu (ezberlemeyi) çabuklaştırmak için dilini onunla kıpırdatma!" ayetinin (16. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Buhari, Müslim ve Ahmed, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.)'a va­hiy indirildi mi o da onu ezberlemek maksadıyla okuyarak dilini kıpırdatırdı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Onu (hıfzetmeyi) çabuklaştırmak için dilini onunla kıpırdatma" ayetini indirdi. [17]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Şanı Yüce Allah kıyameti, ölümden sonra dirilişi ayetlerinden ve mu­cizelerinden yüz çevirerek inkâr eden ve yaptıklarına aldırmadan arzu ve isteklerinin peşinden giderek işi gücü günahkârlık olan kimseleri söz ko­nusu ettikten sonra, ayetlerini öğrenmeye, ezberlemeye, kavramaya, onlar üzerinde düşünmeye ve onları kabul ederler ümidiyle inkâr edenlere anlat­maya gayret eden kimselerin durumunu dile getirmektedir. Böylelikle Yü­ce Allah'ın ayetlerini öğrenmeye gayret gösteren kimse ile onlardan yüz çe­viren kimselerin durumları arasındaki fark ortaya çıksın. İşte bundan ön­ceki ayetler Allah'ın ayetlerinden yüz çevirenlerin durumunu söz konusu ederken, bu ayetler de bunları ezberlemeye gayret göstermeyi ihtiva et­mektedir. Zaten eşya zıtlarıyla ayırdedilir.[18]

Daha sonra Yüce Allah öldükten sonra dirilişi inkâr sebebini söz ko­nusu etmektedir. Bu ise insanın çabucak geçen dünyayı sevmesi, ahireti terketmesidir. Böyle yapanları da azarlamaktadır. Daha sonra Yüce Allah insanların ahirette iki kısma ayrılacaklarını açıklamaktadır: Yüce Allah'ın nimetlerinden faydalanan ve Onu görmek nimetine mazhar olan mümin kesim ile başlarına gelecek azabın ve pek büyük musibetlerin inmesini gö­zetleyen müşrikler kesimi. [19]

 

Açıklaması:

 

Yüce Allah, Peygamberine (s.a.) Cebrail'den vahyi nasıl alıp öğrenece­ğini şöylece öğretmektedir: "Onu (ezberlemeyi) çabuklaştırmak için dilini onunla kıpırdatma. Çünkü onu (kalbinde) toplamak ve onu okutmak bize düşer. O halde biz onu (Cebrail aracılığı ile) okuduğumuz zaman sen onu okumasına uy. Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir." Rasulullah (s.a.) kendisine vahyolunan Kur'an'a aşırı tutkunluğundan ötürü onu belle­yip öğrenmekte acele eder ve melek ile Kuran okurken adeta yarışırdı. Üzerine Kuran indiğinde dudaklarını, dilini -Cebrail vahyi okumayı bitir­meden önce kıpırdatırdı. Buna sebep Kur'an'ı ezberlemek için duyduğu aşırı isteği idi. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Yani sana vahiy bildirildiğinde onu unutursun korkusuyla çabucak öğ­renmek için dilini Kuran ile hareket ettirme, kıpırdatma. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur'an'ı okumayı acele etme ve: Rabbim, ilmimi arttır de." (Taha, 20/114)

Kur'an'ı ondan hiçbir şey kaybetmeyeceğin bir şekilde kalbinde topla­mak ve en doğru şekilde onu okumanı sağlamak bizim işimizdir.

O halde Cebrail aracılığıyla sana Kur'an'ın okunmasını bitirdiğimiz takdirde sen de onu dinle ve ona kulak ver. Sonra da seni okuttuğu gibi  onu oku ve kalbinde iyice yerleşsin diye onu tekrarla.

Onu ezberleyip okuduktan sonra biz o Kur'an'daki helâl ile haramı, senin için anlaşılması zor olanı açıklayacağız, dilediğimiz ve teşri ettiğimiz şekilde manasını sana ilham edeceğiz.

Böylelikle ayetler üç durumu kapsamaktadır: Kur'an'ı kalbinde tespit edip ezberlemesini sağlamak ilk ve ikinci ayette, onu indirildiği gibi başka­sına ulaştırılmasını kolaylaştırmak ve onun okunması üçüncü ayette, ge­rekli şekilde tefsir edilip açıklanması, anlamındaki kapalılıkların gideril­mesi de dördüncü ayette söz konusu edilmektedir.

Daha sonra açıklamalar az önce söz konusu edilen ölümden sonra diri­lişi inkâr eden insanın durumunu ele almakta, ölümden sonra dirilişi inkâ­rı sebebiyle bu gibi kimseleri azarlamaktadır. Yüce Allah inkâr sebebini açıklayarak buyuruyor ki: "Hayır, hayır siz çabucak geçeni seversiniz ve ahireti bırakırsınız." Ey müşrikler! Ölümden sonra dirilişi inkâr mahiye­tinde söylediğiniz sözleri bırakmanızı, onlardan vazgeçmenizi istiyorum. Çünkü bu sözleriniz sizleri kıyamet gününü yalanlamaya, Yüce Allah'ın Rasulüne indirdiği hak vahye Kur'an-ı azimu'ş-şana muhalefet etmeye it­mektedir. Sizin çabucak geçen dünya yurduna önem verip, onu sevmeniz, ahiretle uğraşmayıp ahiret için amel etmeyi terketmeye itmektedir.

"Kellâ: Hayır" lafzı diğer müfessirlere göre "gerçekten" anlamındadır. Yani sizler gerçekten dünyayı seviyor, ahireti de bırakıyorsunuz. Yani onlar dünyayı seviyor ve dünya için çalışıyorlar, buna karşılık ahireti terkediyor, ondan yüz çeviriyorlar.

Zemahşeri dedi ki: "Kellâ: Hayır", lafzı Rasulullah (s.a.)'m acelecilik alışkanlığından vazgeçmesini isteyen ve onun bunu yapmaması gerektiğini belirtip, temkinli ve ağır hareket etmeye teşvik eden bir ifadedir. Arkasın­dan "Hayır, siz çabucak geçeni seversiniz" buyurarak bu hususu daha da ileriye götürmektedir. Sanki şöyle buyurmuş gibidir: Hayır, ey Ademoğulla-rı sizler acelecilikten yaratıldığınız için ve mayanızda acelecilik olduğun­dan ötürü herşeyde acele ediyorsunuz. Dolayısıyla da acil olanı (dünyayı) seviyorsunuz, ahireti de bırakıyorsunuz.[20]

Daha sonra Yüce Allah ahirette müminlerle kâfirlerin durumunu açıklayarak şöyle buyurmaktadır: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır, Rablerine bakıcıdırlar ve o günde asık nice suratlar vardır. Kendilerine bel kemiklerini kıran çok belâlı işler yapılacağını anlarlar." Yani cennette mü­minlerin yüzü güzel, parlak, sevinçli ve aydınlık olacaktır. Gözleriyle Rablerini göreceklerdir. Cehennemde günahkârların yüzleri ise kederli, asık ve gerilmiş olacaktır. Bel kemiklerini kıracak pek büyük bir musibetin başla­rına ineceğinden kesinlikle emin olacaklardır. Ezherî "nazar: bakma'yı  beklemek, diye açıklayan Mücahid hakkında: Mücahid (bu açıklamasında) hata etmiştir, demektedir. Çünkü beklemek (intizar) anlamında: şuna na­zar etti, denilmez. Çünkü bir kimsenin: Filana nazar ettim, demesi ancak gözle görmesi anlamındadır. Beklemeyi (intizar) kastedecek olurlarsa Araplar: Nazartuhu: Onu bekledim, derler. Bu alanda Arap şiirleri ve kul­lanımları gerçekten pek çoktur.

Zemahşeri Yüce Allah'ın: "Rablerine bakıcıdırlar." buyruğu hakkında şunları söylemektedir: Özel olarak Rablerine bakacaklardır, başkasına bakmayacaklardır. Bu da mefulün öne geçirilmesinin verdiği bir anlamdır. Bu özellik (ihtisas)a delalet eden bir anlamdır. Daha sonra ayetin ummak ve (ummak anlamıyla) beklemek anlamını ifade ettiğini tercih etmektedir.[21]

Zemahşeri'nin bu açıklaması onun ayetin zahiri Yüce Allah'ın görül­mesine delâlet etmez; diyen Mutezile'ye müntesip olmasından dolayıdır. Çünkü "ilâ: e,a" harfi ile birlikte kullanılan nazar görünenin adı değildir, aksine görmekten önceki hali anlatır. Bu da kişinin gözünü görülen varlı­ğın tarafına onu görmek amacıyla çevirmesidir. Dolayısıyla gözün bakması görmenin bir önceki halidir. Onlar ayrıca Yüce Allah'ın: "Bakıcıdırlar" buy­ruğunu bu kesimin Yüce Allah'ın mükâfatını bekleyeceği anlamında tevil etmişlerdir.

Razi buna şöyle cevap vermektedir: Bizler bakmanın gözü çevirmek­ten ibaret olduğunu kabul ediyoruz, Fakat şunu diyoruz: Bunu hakikat an­lamına yorumlamaya imkân olmadığından ötürü onu bunun sonucu olan ru'yete (görmeye) yorumlamak gerekmektedir. Bu da sebebin sonuç için isim olarak kullanılması kabilindendir. Ayrıca bunu görmeye yorumlamak beklemeye yorumlamaktan daha uygundur. Çünkü gözü (görülmek istenen varlığa) çevirmek görmenin bir sebebi gibidir. Oysa bununla beklemek ara­sında da bir ilişki yoktur. O halde bunu görmeye yorumlamak, beklemeye yorumlamaktan daha uygundur.

Daha sonra onların "nazar bakmak" lafzının "intizar: beklemek" anla­mında Kur'an-ı Kerim'de çokça kullanıldığı şeklindeki sözlerine cevap ver­mektedir. Durum dedikleri gibi olmakla birlikte bu hiçbir zaman "ilâ" eda-tıyla birlikte kullanılmamıştır. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Bizi bekleyin (un-zurûnâ) de nurunuzla aydınlanalım." (Hadid, 57/13); "Onlar zamanı gelin­ce bildirdiklerinin gerçekleşmesinden başkasını mı bekliyorlar? (yenzurû-ne)" (A'raf, 7/53); "Onlar Allah'ın... kendilerine gelivermesinden başkasını mı bekliyorlar? (yenzurûne)" (Bakara, 2/210) Eğer bizler "ila: e,a" edatı ile geçişli olarak kullanılan "nazar" fiilinin dilde intizar (beklemek) anlamın­da kullanıldığını kabul etsek dahi bu ayeti ona göre yorumlamaya imkân  yoktur. Çünkü kesin olarak gerçekleşeceği inancı ile birlikte intizar (bekle­medin tadı zaten dünyada gerçekleşmiş idi. Ahirette bundan daha ileri bir şey gerçekleşmeli ki, ahireti teşvik sadedinde o şeyin söz konusu edilmesi güzel olsun.[22]

Nisaburi dedi ki: Onların sözlerinin özeti şudur: Şayet nazar, görmek anlamında ise zaten kastedilen budur. Eğer görünen tarafına gözü çevir­mek anlamında ise bu anlamıyla Yüce Allah için muhal (imkânsızdır); çün­kü o cihet ve mekândan münezzehtir. O halde bunun sonucu olan rû'yet (görmek)e göre yorumlamak icab eder, bu ise çok meşhur bir mecazî anla­tım şeklidir.[23]

Mütevatir hadisler, ayetin Yüce Allah'ın görüleceğine dair delâlet etti­ği şeklindeki cumhurun anladığı manayı desteklemektedir. Müminlerin ahiret yurdunda Yüce Allah'ı görecekleri hadis imamlarınca mütevatir yol­lardan ve sahih hadislerle sabittir. Bunları reddetmek veya bu anlama gel­meyeceklerini söylemek imkânsızdır. Nitekim İbni Kesir de böyle dedikten sonra bu husustaki hadisleri kaydetmekte ve şunları söylemektedir: Bu, Yüce Allah'a hamdolsun ki ashabın, tabiînin ve bu ümmetin selefinin üze­rinde icma ettiği bir husustur. Aynı zamanda bu İslamın önder alimlerinin ve ümmetin hidayet rehberlerinin üzerinde ittifak ettikleri bir husustur.[24]

Şevkanî de tefsiri Fethu'l-Kadir'de: "Rablerine bakıcıdırlar." ayetini şu sözleriyle tefsir ettikten sonra aynı şeyleri söylemektedir: Yaratıcılarına, işlerinin malikine bakıcıdırlar. Yani Ona bakacaklardır. Sahih hadisler bu şekilde mütevatir olarak gelmiştir. Buna göre kullar kıyamet gününde ondördündeki aya baktıkları gibi Rablerine bakacaklardır.

Buhari Sahih'inde: "Şüphesiz sizler Rabbinizi çıplak gözle göreceksi­niz." buyruğunu rivayet ettiği gibi Buhari ve Müslim Sa/ıiMerinde Ebu Sa-id Hudri ile Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bazıları: Ey Allah'ın Rasulü, kıyamet gününde Rabbimizi görecek miyiz? diye sordu. O şöyle buyurdu: Sizler onları perdeleyen bir bulut yokken güneşi ve ayı gör­mekte bir sıkıntı ile karşılaşıyor musunuz1? Onlar: Hayır, dediler. Peygam­ber: Şüphesiz sizler de Rabbinizi böylece göreceksiniz, diye buyurdu.

Yine Buhari ve Müslim'de Cerir'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a.) ondördündeki aya baktı ve şöyle buyurdu: "Sizler bu ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz. Bu sebeple eğer güneş doğmadan önce bir vakit namazı vaktinde eda etmeye, batışından önce de bir vakit na­mazı vaktinde eda etmeye gücünüz yetecek olursa onu yapınız."

Yine Buhari ve Müslim'de Ebu Musa'dan şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "İki cennet, oradaki katlar ve içindekilerle altındandır. İki cennet oradaki katlar ve içindekilerle birlikte gümüş­tendir. Cennettekiler ile aziz ve celil olan Allah'a bakmaları arasında tek engel, sadece Adn cennetinde yüzü üzerindeki kibriya perdesi olacaktır."

Müslim'in, Suhayb'dan rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Cennetlikler cennete gireceklerinde Yüce Allah: Size daha fazla vermemi istediğiniz bir şey var mıdır1? diye buyuracak, onlar: Bizim yüzleri­mizi ağartmadın mı? Bizi cennete koyup, cehennem ateşinden korumadın mı? derler." (Peygamber) buyurdu ki: "Bu sefer hicab açılır. Onlara Rableri-ne bakmaktan daha çok sevecekleri bir şey verilmiş olmayacaktır. İşte "faz­lası" denilen budur. Sonra da şu ayeti okudu: "İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha fazlası vardır." (Yunus, 10/26).

Alûsi dedi ki: Tartışmayı kesecek ve ne istediğini bilmeyenleri uyara­cak olan İmam Ahmed, Tirmizi, Darakutni, îbni Cerir, İbnu'l-Münzir, Ta-berani, Beyhaki, Abd b. Humeyd, İbni Ebi Şeybe ve başkalarının İbni Ömer (r.a)'den rivayet ettikleri şu hadistir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cennet ehli arasında en aşağı mertebede bulunan kimsenin bahçelerine, eşlerine, içinde bulunduğu nimetlere, hizmetçilerine ve tahtlarına bakıldığı zaman bin yıllık uzaklıkta oldukları görülür. Allah nezdinde en değerli olanları ise Yüce Allah 'in yüzüne sabah ve akşam bakar. Daha sonra Rasu­lullah (s.a.): "O günde yüzler var ki apaydınlıktır. Rablerine bakıcıdırlar." buyruğunu okudu. İşte bu onun (salât ve selam ona) tarafından yapılmış bir tefsirdir. Bilindiği gibi o öncekilerin de, sonrakilerin de en bilgilisidir. Özellikle de kendisine indirilen alemlerin Rabbinin sözü ile ilgili olursa[25]

Yüce Allah'ın bu buyruğunun bir benzeri de şu ayeti kerimelerde geç­mektedir: "O günde apaydınlık yüzler vardır. Gülmektedir, sevinmektedir. Yine o günde yüzlerini toz toprak kaplamış yüzler de vardır. Bunları da ka­ranlık ve siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar kâfirlerin ve facirlerin ta ken­dileridir." (Abese, 80/38-42)[26]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetler aşağıdaki hususlara delil teşkil etmektedir:

1- Yüce Allah peygamberine Kur'an'ı ebediyyen muhafaza etmek için üç hususta teminat vermektedir: Kur'an'ı Peygamber (s.a.)'ın kalbinde top­lamak (hıfz etmesini sağlamak), onu hidayet etmek, o kitaptaki hadleri, helâl ve haramı, vaadleri, tehdidi, anlaşılması zor olan noktaları açıkla­mak için tefsir etmek.

2- Acele etmek din işlerinde dahi olsa mutlak olarak verilmiş bir sözdür.

3- Müşriklerin ölümden sonra dirilişi, hesaba çekilmeyi, amellerin karşılıklarının verilmesini inkâr etmelerine sebep dünya vurgunu ve bu dünyadaki çabucak geçen hayatı tercih etmeleri, ahiret için hazırlanmayı, orası için amel etmeyi terketmeleridir. O halde mümine düşen Allah'tan başkasını bırakıp sadece Allah'a kaçıp sığınmak ve bütün işlerinde yalnız Onun yardımını istemektir. Allah'tan başkasına sığınan kâfirin aksini işle­melidir. Çünkü: "Kaçış nereye?" diye buyurulmuştur.

4- Ahirette müminler Yüce Allah'ı göreceklerdir. Günahkârlar ise bun­dan mahrum edileceklerdir. İbn Ömer diyordu ki: Cennet ehli arasından Allah nezdinde en değerli olanları yüzüne sabah ve akşam bakacak olanlar mıdır? Daha sonra şu: "O günde yüzler var ki apaydınlıktır. Rablerine bakı­cıdırlar. " ayetini okudu. Müslim'in naklettiği Suheyb yoluyla gelen hadiste -daha önce de belirtildiği gibi- Yüce Allah'ın görülmesi şu buyrukta söz ko­nusu edilen fazlalıktır: "İhsanda bulunanlara daha güzeli ve daha fazlası da vardır." (Yunus, 10/26).

5- Kıyamet gününde kâfir ve günahkârların yüzleri asık, karanlık ve gergin olacaktır. Kendilerine pek ağır bir azabın verileceğini ve pek büyük bir musibetin kendilerini gelip bulacağını kesinlikle anlayacaklardır. [27]

 

Dünya Hayatında Kâfirin Kusurları Ve Ölümden Sonra Diriliş:

 

26- Vazgeçin bu işten! (Çünkü can) köprücük kemiğine gelip dayandı­ğında;

27- "Var mı bir tedavi edecek?" denildiğinde;

28- Artık bunun gerçekten bir ayrı-

24- lış olduğunu

29-Bacaklar birbirine dolaşacak.

30- İşte o günde sürünüp götürülmek yalnız Rabbininhuzuruna olacak.

32-  Fakat yalanlamış ve yüz çevir­mişti.

33- Sonra da gerine gerine taraftar­larının yanına gitmişti.

34- Sana lâyıktır (o azap)! Evet sana lâyıktır.

35- Sonra yine sana lâyıktır. Tekrar tekrar sana lâyıktır.

36- Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?

37- O dökülen meniden bir damla değil miydi?

38- Sonra o bir sülük gibi yapışan kan pıhtısı olmuş, sonra (Allah onu) yarat­mış, düzenlemiştir.

39- Ondan erkek ve dişi iki sınıf yaratmıştır.

40- Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?

 

Belagat:

 

"Köprücük kemiğine gelip dayandığında..." buyruğu, ölümün oldukça yaklaştığından kinayedir.

"Tasdik etmemiş" ve "yalanlamış" buyrukları arasında tezat vardır. "Bacaklar birbirine dolaşacak" buyruğu zorluktan kinayedir.

"Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?" buyruğu azarlamak maksadıyla inkâri bir istifham (soru)dır.

"Sana lâyıktır, evet sana lâyıktır" buyruğunda yapılan işin çirkinliğini anlatmak ve kötülüğünü ifade etmek üzere gaibten muhataba bir geçiş (il­tifat) vardır. [28]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Çünkü köprücük kemiğine" boğazdan omuza sağdan sola uzanan kemik­lerdir. Maksat ruhun göğsün üst bölgelerine ulaşmasıdır "dayandığında;"

"Var mı tedavi edecek? denildiğinde;" Onun etrafında bulunanlar has­tanın tedavi edildiği gibi şifa bulsun diye onu tedavi edip kurtaracak kimse yok mu, derler. Maksat o takdirde şifa verecek bir doktorun olup olmadığı­nı soruşturmaktır.

"Artık bunun gerçekten bir ayrılış" dünyadan ayrılık yani ölüm halin­de olan kişi başına gelen bu halin dünyadan ve dünyadaki sevdiklerinden ayrılış "olduğunu anlayacaktır."

"Bacaklar birbirine dolaşacak." Yani ölüm halinde bacakların biri di­ğerine dolaşacak, onları hareket ettiremeyecektir.

"Sürülüp, götürülmek yalnız Rabbinin huzuruna" Yüce Allah'ın huzu­runa ve onun hükmüne gitmek için "olacaktır." Yani ruh gelip, boğaza da­yandığında artık Rabbinin hükmüne götürülür.

"O" insan "tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış." tasdik edilmesi ge­rekeni doğrulamamış ya da zekâtını vermemek suretiyle malının sadakası­nı vermemiş, üzerinde farz olan namazı eda etmemişti.

"Fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." Kur'an'ı yalanlamış, itaatten yüz çevirmişti.

"Sonra da gerine gerine" kendisini beğenerek, böbürlenerek, yürüyü­şünde çalım satarak "taraftarlarının yanına gitmişti."

"Sana lâyıktır, evet sana lâyıktır." Yani vay haline! Bu ifade bir (bed)duadır. Asıl anlamı, Allah seni hoşuna gitmeyen şeylerle karşılaştır­sın ya da helak olmak senin için daha iyidir, şeklindedir. "Sana" anlamın­daki lafzın başındaki lâm ise ya fazladan gelmiştir yahut beyan maksadı ile gelmiştir. "Sana lâyıktır." başkasından çok sana lâyıktır demektir.

"Sonra yine sana lâyıktır, tekrar tekrar sana lâyıktır." buyruğu da bir tekiddir. Yani böyle bir şeyin senin aleyhine ard arda defalarca tekrarlan­ması sana daha lâyıktır. Bu durumda birinci cümle hoşuna gitmeyen şeyin ona oldukça yakınlaşması için bir beddua, ikincisi ise başkasından daha çok hoşuna gitmeyecek şeylere yakın olması için bir diğer bedduadır.

"Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Ona dinî sorumluluklar yükletilmeyip, amellerinin karşılığının verilmeyeceğini, hesaba çekilmeye­ceğini ve ona hiç ilişilmeksizin başıboş bırakılacağını mı sanır? Bu buyruk, onun mahşeri inkâr ettiğini tekrar tekrar ifade etmeyi ihtiva eder. Çünkü mükellefiyetin karşılığı bazan ancak ahirette görülebilir. İşte bu ölümden sonra dirilişin ispatına bir delildir. Çünkü itaat eden ile isyan eden eşit ol­masın, diye amellerin karşılığının verilmesi kaçınılmaz bir şeydir.

"Dökülen" rahme akıtılan "meniden bir damla" pek az bir su "değil miydi?"

"Sonra o" meni "sülük gibi yapışan kan pıhtısı olmuş sonra onu yarat­mış, düzenlemiştir." Yüce Allah ondan çeşitli şeylerden mürekkep bir beşer var etmiştir. O beşeri onu belli ölçülerde muntazam, organları yerli yerin­de, bağımsız bir kişi olarak düzenlemiştir.

"Ondan" yani bir kan parçası olan, sonra bir et parçasına dönüşen o meniden "erkek ve dişi iki sınıf beşerden iki tür "yaratmıştır." Bazan iki türü de verir, bazan sadece birisini verir. Bu da ilk yaratmayı tekrar yara­tıp yeniden diriltmeye dair getirilmiş bir başka delildir.

"Bunları" bu hususları "yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?" Peygamber (s.a.) bu ayetten sonra: Elbette, diye buyurmuştur. [29]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Sana lâyıktır, evet sana lâyıktır.." ayetlerinin (34-35. ayetler) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir ve İbni Merdüvey, İbni Abbas'tan şöyle de­diğini rivayet etmektedirler: "Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." (Müddessir, 74/30) buyruğu nazil olunca Ebu Cehil, Kureyşlilere dedi ki: Hay anaları tarafından kaybedilesiceler! İbni Ebi Kebşe (Muhammed (s.a.)'i kastederek) size cehennem bekçilerinin ondokuz olduğunu bildiriyor. Sizler ise kalabalık ve kahraman kimselersiniz. Sizden her on kişi cehen­nem bekçilerinden bir adamı yakalamaktan aciz midir? Bunun üzerine Yü­ce Allah Rasulüne, Ebu Cehil'e gidip "Sana lâyıktır, evet sana lâyıktır, son­ra yine sana lâyıktır, tekrar tekrar sana lâyıktır" demesini emir buyurdu.

Nesai'nin rivayetine göre Said b. Cubeyr Yüce Allah'ın: "Sana lâyıktır, evet sana lâyıktır." buyruğu hakkında: Bu Rasulullah (s.a.)'ın kendiliğinden söylediği bir söz müdür? Yoksa Rabbi mi ona bu sözü söylemesini emir bu­yurmuştur, diye sorunca, İbni Abbas: Hayır, bu Allah Rasulünün kendiliğin­den söylediği bir sözdür. Sonra Yüce Allah bunu (Kitab'ında) indirmiştir. [30]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Şanı Yüce Allah büyük kıyamet demek olan ahiretin hallerini, azame­tini beyan edip ahiretteki dehşetli halleri, bahtiyarların ve bedbahtların durumlarını açıkladıktan sonra, dünyanın bir sonunun kaçınılmaz olduğu­nu, küçük kıyamet olan ölümün acılarını yudumlamakla sona ermenin ke­sin olduğunu açıklamaktadır. Çünkü ölüm ahiret konaklarının ilkidir. Kâ­fir eğer kıyamete inanmasa bile ölümden, ölümün acılarını yudumlayıp ağır musibetlerine katlanmaktan kendisini kurtarması imkânsızdır.

Daha sonra Yüce Allah ölümden sonra dirilişi ispatlayan iki hususu delil göstermektedir:

a) Adalet amellerin karşılıklarının verilmesini kaçınılmaz kılmakta­dır. Böylelikle itaatkâr ile isyankâr birbirine eşit olmaz. Bu da ancak ahi-rette gerçekleşecektir.

b) Şanı Yüce Allah mahlûkatı ilk olarak yaratmaya kadir olduğu gibi, tekrar yaratmaya, ölümden sonra diriltmeye de kadirdir. Hatta insanların kıyas ve ölçülerine göre tekrar yaratması O'nun için daha kolaydır. [31]

 

Açıklaması:

 

"Vazgeçin bu işten! (Çünkü can) köprücük kemiğine gelip dayandığın­da; var mı bir tedavi edecek denildiğinde artık bunun gerçekten bir ayrılık olduğunu anlayacak" buyruğundaki "Kellâ: vazgeçin bu işten" lafzı eğer vazgeçirmek anlamını ihtiva ediyorsa, buyrukların anlamı şöyle olur: Ey Ademoğlu! Sana haber verilen şeyleri senin yalanladığın görülmektedir. Halbuki bu artık senin için gözle görülür bir hal almıştır... Eğer "gerçek­ten" anlamında kullanılmışsa maksat şu olur: Gerçek şu ki senin ruhun bedeninden ayrılıp, köprücük kemiklerine dayandığında... Buradaki "tera-ki: köprücük kemikleri" "terkuve"nin çoğuludur. Bunlar da boğazdan omuzlara varan kemiklerdir. "Ulaştığında" lafzında ki zamir halin ya da söylenen sözün karinesinin delaleti dolayısıyla cana aittir. Yüce Allah'ın: "Hele (o can) bir boğaza gelince..." (Vakıa, 56/83) buyruğunda olduğu gibi.

Daha kuvvetli görülen, birinci anlamın kastedildiğidir. Zeccac dedi ki: "Kellâ" dünyanın ahirete tercih edilmesinden vazgeçmenin gereğini anlat­maktadır. Şöyle denilmiş gibidir: Sizler ahirette bahtiyarların mutlulukla­rının, bedbahtların da bedbahtlıklarının niteliğini, bunun dünya ile kıyas­lanamayacak bir halde olduğunu bildiğinize göre; artık dünyayı ahirete tercih etmekten vazgeçiniz. Gelecekte sizi bekleyen ve dünyanın sizin için sonu demek olan ölüme ve çabucak geçen dünyadan ebedilik yurduna geçe­ceğinize gerektiği gibi dikkat ediniz.

Buna göre buyruğun genel anlamı şöyle olur: Dünyayı ahirete tercih etmekten vazgeçiniz. Ruhun ya da canın göğsün üst taraflarına geleceği vakti hatırlayarak uyanınız. -Bu ölüm halinden, dehşetlerinden ve, ölümün kendisinden kinayeli bir anlatımdır.- O sırada can çekişen kimsenin yanın­da bulunanlar bunu tedavi edecek, iyileştirecek kimse yok mu, şifa verecek bir doktor yok mu? der. Fakat bunların Allah'ın hükmüne karşı hiçbir fay­dası olmayacaktır. Canı köprücük kemiğine ulaşan kimse de, artık bunun dünyadan, aile halkından maldan ve çocuklardan ayrılış anı olduğuna ke­sinlikle inanır.

Burada kesin inanmak (yakîn)den "zan" diye söz edilmesi şundan do­layıdır: Ruh bedende kaldıkça sahibi dünya hayatında da kalmayı ümit eder. Ölümün kesin bir iş olduğunu kabul etmez. Aksine ağırlıklı olarak hayatta kalacağını ümit eder. Razi'nin açıklaması böyledir.

Ayet aynı zamanda ruhun bizatihi var olduğuna ve bedenin ölümün­den sonra da kalıcı olan bir cevher (öz) olduğuna delildir. Çünkü şanı Yüce Allah, ölüme ayrılık adını vermektedir. Bu da ruhun kalıcı olduğunun deli­lidir. Çünkü ayrılmak ve kavuşmak bir niteliktir. Nitelik de nitelenin var olmasını gerektirir.[32]

"Bacaklar birbirine dolaşacak." Yani ölüm hali gelip onu bulacağı zaman bacaklarının biri diğerine dolaşacak, onları hareket ettiremeyecek, ayakları ölmüş, bacakları kurumuş, onu taşıyamaz hale gelmiş olacak. Halbuki onlar üzerinde gider gelirdi. Etrafında da aynı anda iki olay birlik­te cereyan etmektedir. İnsanlar onun bedeninin teçhizi için uğraşırlarken, melekler de onun ruhunu teçhiz ederler.

Bunun oldukça ağır ve zorlu halden kinaye olması da mümkündür. Yüce Allah'ın: "Baldırın açılacağı o günde." (Kalem, 68/42) buyruğunda ol­duğu gibi. Dünyadan ayrılıp, eşten, çocuktan, makam ve mevkiden, düş­manların sevinmesi, dostların üzülmesi ve benzeri halleri terketmek, ahi-retin çeşitli durumlarına ve dehşetli hallerine yönelmek, birbirine eklenip bitiştiğinde... demektir.

"İşte o günde sürünüp götürülmek yalnız Rabbinin huzuruna olacak." Yani ruhlar bedenlerden alındıktan sonra yaratıcılarının huzuruna götürü­lecek. Dönüş Rabbinin hükmüne olacaktır. Ondan sonra da ya cennete ve­ya cehenneme gidilecektir. Buna göre: "Rabbinin huzuru" özel olarak O'nun hükmü demek olur. "Sürülüp götürülmek" buyruğu da kendisi için sürülüp götürülecek olan Onun hükmüdür, demek olur. Sürülüp götürül­menin sadece Allah'a olduğu, başkasına olmadığı da söylenmiştir. Bu du­rumda sürüp götüren, onu cennete veya cehenneme götürür.

Daha sonra dinin inanç esasları, fer'î hükümleri ve dünya ile alâkalı hususlarda ne şekilde amellerde bulunduğunu açıklayarak şöyle buyur­maktadır:

"O tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış, fakat yalanlamış ve yüz çe­virmişti. Sonra da gerine gerine taraftarlarının yanına gitmişti." O, Mu-hammed (s.a.)'in risaletini de, Kur'an'ı da tasdik etmemişti. Rabbi için kıl­ması farz olarak istenen namazı kılmamıştı. Aksine Allah'ın Rasulünü, ge­tirdiklerini yalanlamış, itaatten imandan yüz çevirmişti. Üstelik o azgın, şımarık, yürüyüşünde bu haliyle böbürlenerek, büyüklük taslayarak yürü­yüp gitti. Ne gayreti, ne de bir ameli bulunmayan o kişi tembel tembel geri döndü. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ailelerine döndükleri vakitte (yaptıklarından) zevk duyarak dönerlerdi." (Mutaffifin, 83/31)

Bu kişi akideyi ya da dinin esaslarını tasdik etmeyerek dini yalanladı­ğı gibi namaz kılmayıp, aksine yüz çevirip dönerek dinin fer'î hükümlerini de ihmal etti. Bununla birlikte taraftarlarının yanına gerine gerine, böbür­lenerek, kibirli yürüyerek dönmek suretiyle de dünyanın tabiatına ve dün­yevi yaşayışa da kötülük etti.

Ayet-i kerime kâfirin imanı terketmesi sebebiyle yerilmeyi ve cezalan­dırılmayı hakettiği gibi, namazı terketmek sebebiyle de bunları hakedece-ğine bir delildir.

Daha sonra Yüce Allah bu tür bir kâfiri tehdit edip ona şöylece beddua etmektedir: "Sana lâyıktır (o azap); evet sana lâyıktır. Sonra yine sana lâ­yıktır. Tekrar tekrar sana lâyıktır." Yazıklar olsun sana, yazıklar olsun! Bu beddua senin aleyhine defalarca tekrarlanıp durur. Yani yazık sana, Allah seni helak etsin. Bu beddua kesintisiz olarak senin hakkında devam edip tekrarlansın. Çünkü sen buna lâyıksın.

Bu, yürüyüşünde böbürlenerek, bununla da onun böyle bir yürüyüşü hak ettiğini anlatmak isteyen Yüce Allah'ı inkâr eden kâfirlere, Allah'ın kesin ve ağır bir tehdididir. Çünkü o kendisini yoktan var edeni inkâr et­miştir. Buna benzer bir kimseye bir şekilde alay etmek ve tehdit etmek maksadıyla söylenecek olan Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu türdendir:

"Tat bakalım! Çünkü sen güçlü ve değerli imişsin." (Duhan, 44/49); "Az bir süre yiyin, faydalanın. Çünkü siz günahkârlarsınız." (Mürselat, 77/46); "Artık siz ondan başka dilediğiniz şeye ibadet edin." (Zümer, 39/15) Yine Yüce Allah'ın: "Dilediğiniziyapın." (Fussilet, 41/40) buyrukları da böyledir.

Katade, Kelbî ve Mukatil dedi ki: Rasulullah (s.a.) Ebu Cehil'in elinden tutup, ona: "Sana lâyıktır (o azap); evet sana lâyıktır. Sonra yine sana lâyık­tır, tekrar tekrar sana lâyıktır" diyerek onu tehdit etti. Ebu Cehil kendisine: Sen beni neyle tehdit ediyorsun? Sen de, Rabbin de bana hiçbir şey yapamaz­sınız. Çünkü ben bu vadinin en güçlü olanıyım deyip, çekip gitti. Bunun üze­rine Yüce Allah Rasulullah (s.a.)'m ona söylediği gibi bu ayeti indirdi. Bedir günü de yüksekçe bir yerden kavmine bakıp dedi ki: Artık bu günden sonra Allah'a ibadet olunmayacaktır. O esnada en kötü bir şekilde öldürüldü.

Daha sonra Yüce Allah surenin baş tarafında zikredilen: "İnsan, biz onun kemiklerini asla toplayıp bir araya getirmeyeceğimizi mi zanneder?" (3. ayet) buyruğunu daha da pekiştirmek için ölümden sonra dirilişin ger­çekliğine dair iki delil ortaya koymaktadır:

1- "Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır?" İnsan dünyada başı­boş bırakılarak ona emir ve yasak verilmeyeceğini, ona bir takım yükümlü­lükler konulmayacağını, ameli dolayısıyla ahirette hesaba çekilip cezalan­dırılmayacağını mı zanneder? Böyle bir zan adalete ve hikmete aykırıdır. O halde mümin ile kâfirin, itaatkâr ile isyankârın eşit olmaması için amelle­rin karşılığının verilmesi kaçınılmaz bir şeydir. İlâhi hikmet ise bu karşı­lıkların ahiret alemine bırakılıp, dünyada alelacele verilmemesini gerektir­miştir. Böylelikle iman edip halini düzeltmek için yaşanan ömür esnasında gerekli ve uygun fırsatın ele geçmesi istenmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak kıyamet saati gelecektir. Her nefis yaptığının karşılığını görsün diye vaktini gizli tutarım." (Taha, 20/15) Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "İman edip, salih amel işleyenleri, yeryü­zünde fesad çıkaranlar gibi mi kılarız? Yahut takva sahihlerini günahkâr­lar gibi mi kılarız?" (Sad, 38/28).

Bu ayetin bir benzeri de şu buyruktur: "Acaba siz bizim sizi boşuna yarattığımızı ve sizin bize gerçekten döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" (Mu'minun, 23/115).

2- "O dökülen meniden bir damla değil miydi? Sonra o bir sülük gibi yapışan kan pıhtısı olmuş, sonra (Allah onu) yaratmış, düzenlemiştir. On­dan erkek ve dişi iki sınıf yaratmıştır. Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?" Bu insan rahime dökülen bir meni damlacağından ibaret değil miydi? Bundan sonra o yapışkan bir kan parçacığı, daha sonra bir çiğnemlik et oldu. Sonra ona şekil verildi, ona ruh üflendi. Böylelikle or­ganları sağlam ve yerli yerinde, Yüce Allah'ın izin ve takdiriyle erkek ya da dişi olarak bir başka yaratık oluverdi. Bu harikulade varlığı yaratan ve buna güç yetiren, ölümden sonra diriltmekle bedenleri yeni bir hilkat ile -dünyada olduğu gibi- tekrar yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. Çünkü onun için yeniden yaratmak ilk yaratmaktan daha kolaydır.

"Yaratmıştır" buyruğu yani onu şekli belirlenmiş bir çiğnem et kılarak ölçülü bir şekilde var etmiştir. "Düzenlemiştir" buyruğu da organlarını dü­zenli ve mutedil bir şekilde var etmiş, onun varlığını tamamlayarak ona ruh üflemiştir. Meniden onu şekillendirdikten sonra insanın iki türü olan erkeği ve dişiyi yaratmıştır, demektir.

Bu birinci yaratma ikinci ve tekrar yaratmaya bir delildir. İlkin yaratan kim ise, ikinci olarak yaratacak olan da O'dur. Her ikisi de O'nun için eşittir.

İbni Ebi Hatim ve başkalarının rivayetine göre Peygamber (s.a.) bu ayeti okuduğunda: "Seni tenzih ederim Allah'ım, elbette (kadirsin)." derdi. Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Merduye sahih olduğunu belirterek Ha­kim dediler ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse an-dolsun incire ve zeytine." (Tin, 95/1) buyruğunu okuyup, sonuna gelince de: "Allah hakimlerin hakimi değil mi?" (Tin, 95/8) buyruğunu okursa: "Evet (öyledir) ve ben buna şahitlik edenlerdenim." desin. Kim de: "Hayır kıya­met gününe yemin ederim." (1. ayet) suresini okuyup sonunda: "Bunları ya­panın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?" (40. ayet) buyruğuna kadar gelir­se: "Elbette" desin. Kim de Mürselat suresini okuyarak: "Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar." (Mürselat, 77/50) buyruğuna ulaşırsa o vakit: "Allah'a iman ettik." desin. [33]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Yüce Allah bütün insanlara ölümün gelmesi halindeki çok ağır ve zor durumu hatırlatmaktadır. Ölüm halinde insan aynı anda iki durumla karşı karşıya kalır. İnsanlar onun cesedinin techiziyle uğraşırken, melek­ler de onun ruhunu teçhiz etmektedir. Yine üzüntü verici iki hal ile karşı karşıya kalır: Melekleri göreceği vakit dünyadan, eş ve çocuklardan ayrıl­mak, dünyanın ağır hallerinin ahiretin ilk halinin ağırlığı ile bitişik olma­sı. Yüce Allah'ın rahmetiyle esirgedikleri dışında zorluk, zorlukla bitişiktir. Yani ölümün ağır ve şiddetli hali ahireti görenin dehşetli ve şiddetli haline kesintisiz olarak bitişmiş olacaktır.

2- Kıyamet gününde herkes yaratıcının huzuruna sürülecek, dönüle­cek ve varılacak yer Allah'ın hükmü olacaktır. Arkasından ya cennete veya cehenneme gidilecektir.

3- Kâfir akidesinin, amelinin, ahlâkının bozukluğu ve kötülüğü dolayı­sıyla azap edilmeye, helak edilmeye daha bir lâyıktır. Çünkü o, Allah'ın Rasulü Muhammed (s.a.)'i ve Kur'an'ı tasdik etmediği gibi Allah'ın ona em­rettiği farz namazı da kılmadı. Büyüklenerek, böbürlenerek mal ve evlât ile başkalarına karşı öğünüp, bedeni ya da mevkiinden kaynaklanan gücü­ne aldanıp, kendisini güçlü zannederek insanlığından çıkmıştır. Bundan dolayı Yüce Allah'ın: "Sana lâyıktır (o azap); evet sana lâyıktır. Sonra yine sana lâyıktır, tekrar tekrar sana lâyıktır." buyruğunda tehdit arkasına teh­dit tekrarlanmaktadır. Bu dört şeye karşılık dört şeyi söyleyerek tehdit et­mektir. Yani dört türlü azap, dört hale karşıdır. İmanın, namazın terkedil-mesi, Yüce Allah'ın Rasulünün ve Kur'an'ın yalanlanması ve böbürlenmek.

4- Yüce Allah surenin sonlarında başta: "İnsan biz onun kemiklerini asla toplayıp bir araya getirmeyeceğimizi mi zanneder?" buyruğunda söz konusu ettiği hususu tekrar etmektedir. Bunu ise haşri, ölümden sonra di­rilişi ve kıyameti şu iki delille ispatlamak için zikretmektedir.

a) Hayatın düzenli olması, nefsin güzelleşmesi, kötülüklerin bertaraf edilmesi için bir takım mükellefiyetlerin olması kaçınılmazdır. Kerim ve rahim olan için teklif, ancak bir mükâfat yurdu, ölümden sonra diriliş ve kıyamet varsa yakışır.

b) Birinci yaratmak, tekrar yaratmaya delil gösterilmiştir. İlk olarak yaratmaya, insanı var etmeye gücü yeten bir kimse onu tekrar hayata dön­dürmeye elbette daha da güç yetiricidir. [34]

 



[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/237.

[2] Suyuti, Tenasuku'd-Dürer fi Tenâsubi's-Suvar, s. 90.

Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/237.

[3] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/237-238.

[4] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/239-240.

[5] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/240-241.

[6] Bahrul-Muhit, VIII/384-385; Kurtubi, XTX/63.

Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/241.

[7] Garâibu'l-Kur'an, XXVIII/105.

[8] İbni Kesir, IV/447.

[9] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/241-245.

[10] Yüce Allah surenin sonunda: "Sonra yaratmış, düenlemiştir." (38. ayet) diye buyur­maktadır. Yani o değişik hususlardan meydana gelmiş bir insan var ederek, onu bağımsız bir kişi olarak düzenlemiştir.

nı giderdikten sonra tutulmasından sonra ayın ışığı olmayacağı gibi, güne­şin de ışığı olmayacaktır.

[11] Ahkâmu'l-Kur'an, 1/1878-1882.

[12] Bidayetü'l-Müctehid, 11/430; ed-Desuki, IV/318.

[13] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/245-248.

[14] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/249.

[15] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/249-250.

[16] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/250.

[17] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/2550.

[18] Bahru'l-Muhit, VIII1388.

[19] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/251.

[20] Zemahşeri, III/293-294.

[21] Zemahşeri, III/294.

[22] Razi, XXX/226-229.

[23] Garâibu'l-Kur'an, XXVIII/111.

[24] İbni Kesir, IV/450.

[25] Alûsi, XXIX/144.

[26] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/251-255.

[27] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/255-256.

[28] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/257-258.

[29] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/258-259.

[30] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/259.

[31] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/259-260.

[32] Razî, XXX/231.

[33] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/260-264.

[34] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/264.