- 77 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 77., Nüzûl sıralamasına göre 33., Mufassal sûreler
kısmının sekizinci grubunun ilk sûresi olan Mürselât
sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 50’dir.
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla”
1-7. (Allah’ın kanunu uyarınca),
birbiri ardından gönderilenlere ve görevlerine koştukça koşanlara, Allah’ın buyuruklarını yaydıkça yayanlara ve hak ile bâtılın arasını
ayırdıkça ayıranlara,
kötülüğü önlemek veya uyarmak, için vahiy getiren meleklere andolsun
ki, ey insanlar, size söz verilen kıyamet şüphesiz kopacaktır. 8. Yıldızların
ışığı giderildiği zaman, 9. Gök yarıldığı zaman, 10. Dağlar pamuk gibi atıldığı
zaman, 11. Peygamberlere ümmetleri hakkında şahitlik vakitleri bildirildiği
zaman 12. Bu, hangi güne bırakılmıştı? 13. Hüküm gününe bırakılmıştı. 14. Hüküm
gününün ne olduğunu sen nerden bilirsin? 15. O gün yalanlamış olanların vay
haline! 16. Öncekileri yok etmedik mi? Ardından, sonrakileri de onlara katarız.
17. Suçlulara böyle yaparız. 18-19. O gün! Yalanlamış olanların vay haline!. 20-22.
Sizi bayağı bir sudan yaratıp onu belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirmedik
mi? 23. Buna gücümüz yeter; Biz ne güzel güç yetireniz! 24. O gün yalanlamış
olanların vay haline! 25-26. Biz yeryüzünü, dirilerin ve ölülerin toplantı yeri
yapmadık mı? 27. Orada yüksek, yüksek sabit dağlar var edip size tatlı sular
içirmedik mi? 28. Yalanlamış olanların vay o gün haline! 29. İnkarcılara o gün
şöyle denir: “Yalanlayıp durduğunuz şeye gidin.” 30-31. “Gölge yapmayan ve
ateşten de korumayan cehennem dumanının üç kollu gölgesine gidin.” 32-33. O
gölgenin saçtığı her bir kıvılcım sanki birer sarı devedir, konak gibi de
büyüktür. 34. Yalanlamış olanların o gün vay haline! 35. Bu, onların
konuşamayacakları gündür. 36. Onlara izin de verilmez ki özür beyan etsinler.
37. Yalanlamış olanların o gün vay haline! 38. “Bu, sizleri ve öncekileri
topladığımız hüküm günüdür.” 39. “Eğer bir düzeniniz varsa Bana k-urun.” 40.
Yalanlamış olanların o gün vay haline! 41. Al-lah’a
karşı gelmekten sakınmış olanlar, elbette gölgelik-lerde
ve pınar başlarındadırlar. 42. Canlarının istediği meyveler arasındadırlar. 43.
Onlara denir ki: “İşlediklerinize
karşılık afiyetle yiyiniz, içiniz.” 44. Biz iyi davrananlara işte böyle
karşılık veririz. 45. O gün yalanlamış olanların vay haline. 46. Ey İnkarcılar!
Yiyiniz biraz zevkleniniz bakalım, doğrusu sizler suçlularsınız. 47. O gün
yalanlamış olanların vay haline! 48. Onlara “Rüku edin” denildiğinde rükua varmazlar.
49. O gün yalanlamış olanların vay haline! 50. Kur’an’dan
başka hangi söze inanacaklar?
Muhterem arkadaşlar, Mekke'de
inen 50 âyetlik bir sûreyle karşı karşıyayız. Kur'an-ı
Kerim'in yetmiş yedinci sûresi. Yüz seksen bir kelime, sekiz yüz on altı
harften ibarettir. Fasılası elif, be, te, ra, ayn, lam, mim ve nun harfleridir. Mekkî sûrelerden
olup, Hümeze sû-resinden
sonra nazil olmuştur. Adını birinci âyetinde geçen "birbiri ar-dından gönderilen rüzgârların" kastedildiği "Mürselât" kelimesinden almıştır. Sûre, "Urf" adıyla da anılmaktadır. Mina'da
nazil oldu. Ab-dullah İbn Mes'ud (r.a.)'dan nakledilen bir hadiste şöyle denilmektedir:
"Biz Mina'da bir mağarada Rasûlullah
(s.a.s.) ile bulunduğumuz bir sı-rada "Mürselât" sûresi indirildi. O okuyor, ben de onun
ağzından bel-liyordum"
(Buhârî, Tefsîru'l-Kur'an, 77)
İnşallah bu haftaki dersimizde
tamamını olmasa bile bir bölü-münü tanımaya
çalışacağız. Mekke’de inmiş dedim ama bir rivâyete göre:
âyetinin Medineli olduğu da
söylenir. Mekkî ve Medenî oluşta bu tür bakış
açılarını görmek mümkündür. Bu âyet rükudan söz ediyor, bu tür konular da
Medine’nin konusudur diye Medine’de inmiştir deniliyor. Halbuki biz biliyoruz
ki İslâm’ın ilk günlerinden itibaren namaz vardır ve namazla birlikte secde,
rüku ve kıyam ilk günlerden itibaren sanki Müslümanların kafalarına
nakşedilmektedir.
Öyleyse
tümünü Mekke muhtevalı, Mekke kaynaklı olarak ka-bul
edebileceğimiz, hayatımızı kendisiyle düzenleyeceğimiz, iman et-mek ve gereğini yerine getirmek üzere okuyacağımız bir
sûreyle karşı karşıyayız.
Ahireti, yani ölüm sonrası diriliş
konusunu işleyen sûrede, kı-yamet
ve âhiretin varlığı anlatılmaktadır. Kıyamet ve ahiretin gerçek-lerini ikrar ya da inkâr eden kimselerin sonları hakkında bilgi
verilmek-tedir. İlk yedi ayette; "Yemin olsun,
iyilik için birbiri peşinden gönderi-lenlere.
Şiddetle eserek (zararlıları) savurup atanlara (Hakikat) to-humlarını yaydıkça yayanlara (Hak ile bâtılı) birbirinden
iyice ayıran-lara (Allah'a
yönelenleri) arıtmak, (kötüleri) sakındırmak için öğüt tel-kin edenlere ki,
size va’dolunan şey muhakkak gerçekleşecek"
(1-7) buyurulmaktadır.
"Birbiri
ardınca gönderilenler"den maksat, rüzgârdır.
"Şiddetle esip koştukça koşanlara" ve "yaydıkça yayanlar"dan maksat da mü-fessirlerin
görüşüne göre, yine rüzgârdır. Çünkü rüzgârlar gökyüzün-de bulutları Aziz ve Celil olan Rabbin isteği doğrultusunda yaymakta-dırlar.
"Böylece ayırdıkça ayıranlara,
zikri getirenlere; mazeret ve u-yarı için" Bunlarla kast olunan
meleklerdir. İbn Abbas, İbn Mes'ûd, Mücâhid,
Katâde, Mesrûk, Süddî ve Sevrî bu kanaati
belirtmişlerdir. Bu manada ihtilâf yoktur. Çünkü melekler, Hak ile batılın,
hidayet ile sapıklığın, helâl ile haramın arasını ayıran
Allah'ın emrini, peygam-berlere
indirirler. Peygamberlere getirdikleri vahiyde, halkın mazere-tini
ortadan kaldıracak ve emre muhalefet ettikleri takdirde onları Al-lah'ın azabıyla uyaracak hususlar yer almaktadır. İnsanların
ahirette Allah'a karşı kendilerini savunmak hususunda
ortaya sürecekleri bir delilleri ve mazeretleri kalmasın diye onlara tebliğ edilmek
üzere pey-gamberlere vahiy getirilir.
Sûrenin
başından beri kasem harfleriyle ye-min edilen gerçek;
kıyametin kopması, Sûr'un üflenmesi, bedenlerin diriltilmesi, öncekilerin ve
sonrakilerin bir yerde toplanması, her amel sahibinin ameli; ha-yır ise
hayırla, şer ise şerle mükâfatlandırılması hususunda va'dedi-lenlerin hepsi muhakkak ve mutlaka Rabb'in
dilemesiyle gerçekleşecektir. "Size va'dedilen
mutlaka olacaktır".
Allah Teâlâ, müşriklerin yalanlamakta oldukları ölüm sonrası dirilişin
mutlaka vuku bulacağına yemin etmektedir. İlk yedi ayette ka-sem
harfleriyle yemin edilmesi, Kur'an ve Hz. Muhammed(s.a.s.)'e kı-yamet hakkında verilen bilginin gerçek olduğuna, bunun yanı
sıra kı-yametin muhakkak vuku
bulacağına dikkat çekmek içindir. Kıyametin gerçekleşmesinin delili, yeryüzünde
hayret verici bir nizam kuran Ka-dir-i
Mutlak(c.c.)'ın bundan aciz olmadığıdır. Apaçık
hikmete dayanan bu nizam, ahiretin muhakkak gerçekleşeceğine
şehadet etmektedir. Çünkü hikmet sahibi olan Allah,
hiç bir şeyi maksatsız ve abes yere yaratmaz. Eğer ahiret
olmasaydı bütün kâinat anlamsız olurdu.
Bu
ayetlerden sonraki ilk konu, "hüküm günü"yle ilgilidir. Yerde ve
gökte cereyan edecek korkunç değişiklikleri aksettirmektedir. O gün, Allah Teâlâ'nın insanlarla hesaplaştığı gün olacaktır:
"Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gök kubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp
savrulduğu ve peygamberlere (ümmetleri hakkında şahitlik) vakti tayin edildiği za-man (artık) kıyamet
kopmuştur" (8-11).
Yıldızların
kararması, nurlarının sönmesi; semanın çatlaması, ikiye bölünmesi; dağların
dağılması da, pamuk gibi atılması demektir. Sevrî, Mansûr kanalıyla İbrâhim'den nakleder ki; o, "ukkıdet" kelime-sine; va'd
edildiği zaman, diye manâ vermiştir. Ve o bu âyeti şu âyet gibi tefsir etmektedir:
"Yer, Rabb’inin nuruyla aydınlandı, kitap konul-du, peygamberler ve şahitler getirildi. Onlara haksızlık
yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu" (ez-Zümer, 39/69).
Kur'ân-ı Kerim'de pek çok yerde,
Allah'ın haşr meydanında bütün insanları kendi huzurunda
toplayıp her kavmi peygamberini şahit olarak çağıracağı ve Allah'ın mesajının
insanlara ulaşıp ulaşmadığına şehadet getireceği
beyan edilmiştir. Sapık ve suçlu olanların karşısında Allah, ilk olarak
peygamberleri şahit gösterecek ve en büyük hücceti bu olacaktır. Böylece
sapıklığa düşmelerinin nedeninin kendileri olduğu açığa çıkacaktır. Allah'ın
onlara bunu haber verdiği de ispatlanacaktır.
Nihayetinde
kıyamet günü ile alay eden kâfirler, o korkunç o-layla
karşılaştıklarında dehşete kapılacaklardır. O zaman kâfirler son-larını, felâketlerini kendi elleriyle hazırlamış
olduklarını bileceklerdir: "Bu alametler ne vakte ertelenmiştir? Ayırım
(hüküm) gününe. (Ra-sûlüm)
Ayırım gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? O gün (Peygamberi ve âhireti ) yalanlayanların vay haline!" (12-15).
Hüküm
günü, iyilerle kötülerin birbirinden ayrı tutulduğu, hak-ların
ödendiği ve herkes hakkında neye lâyık ise ona göre hüküm ve-rildiği gündür: "O gün (peygamberi ve âhireti) yalanlayanların vay ha-line!"
Yani onlar (müşrikler) bu günün geleceği haberini yalan zannet-mişler ve Allah'ın, dünyada yaptıklarını karşılıksız
bırakacağını, hesap vermeyeceklerini düşünmüşlerdi.
Hüküm
gününün, korku veren halinin tasvirinden sonra geç-mişlerin
ve geleceklerin helâki mevzûuna dönülmektedir: "Biz (bunlar gibi inkârcı
olan) öncekileri helâk etmedik mi? Onlardan sonra ge-lenleri de onların ardına takacağız. İşte biz suçlulara
böyle yaparız! O gün, yalanlayanlara çok yazık! " (16-19).
Yani
daha önceden gelen peygamberlere muhalefet edip ya-lanlayanları biz helâk etmedik mi? Bu, âhiret
hakkındaki tarihi istid-laldir.
Yani bu dünyada kendi tarihinize bakınız. Âhireti
inkâr ederek bu dünyayı asıl hayat zanneden ve bu dünyadaki neticeleri, hayır
ve şerri ölçü kabul ederek ahlâkî değerleri ona bağlayan bütün kavim-lerin istisnasız hepsi de helâk olmuşlardır. Bir gerçek
olan âhireti he-saba
katmadan davrananlar, hüsrana uğrarlar. Nasıl açık açık
gerçeği hesap etmeden, gözü kapalı davranıp da zarara uğrayan kimsenin durumu
buna benzer.
"Onlardan
sonra gelenleri de onların ardına takacağız". Bu Al-lah
Teâla'nın sünnetidir. Âhireti
inkâr edenler, helake uğrayan geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, sonunda aynı
felâkete uğramalarının kaçı-nılmaz olduğunu göreceklerdir.
Bundan önce, hiçbir kavim bu sondan müstesna olmamış, ileride de olmayacaktır:
"Yalanlayanların vay hali-ne o gün! " Onların dünyadaki sonu, onlara
dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket kıyametten
sonra olacaktır.
Helâk
ve yok ediş sahnesinden sonra, bir takdir ve tedbir ha-linde,
büyük ve küçük herkesin yaratılış ve hayat bulma mevzûuna geçilmektedir:
"(Ey insanlar!) Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Nitekim o suyu,
belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirdik. Biz buna güç yetiştirmişizdir.
Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz! O gün, yalanlayanların vay haline.'"
(20-24). Biz sizi hakir bir nutfeden başlatarak,
insan olarak yetişmenizi sağlamaya kadir iken, sizi tekrar yaratma hususunda
niye kadir olmayalım? Bu apaçık delil mevcût iken, ölümden sonra dirilişi inkâr
etmektedirler. Bunlar ne kadar alay ederlerse etsinler, yalanlarlarsa
yalanlasınlar, o gün geldiğinde bunun onlar için felâket günü olacağını
göreceklerdir.
Bundan
sonra mevzû tekrar yeryüzüne intikal etmekte, burada Allah'ın beşer için takdir
ettiği ve kolaylıkla hayatını devam ettirme im-kânları hazırladığını şu şekilde
beyan buyurmaktadır: "Biz yeryüzünü dirilere ve ölülere toplanma yeri
yapmadık mı? Yeryüzünde haşmetli dağlar yarattık, sizlere tatlı sular içirdik.
O gün yalanlayanların vay ha-line!" (25-28).
Yeryüzünün sarsılıp oynamaması için, ağırlıklarıyla tu-tan dağlar ve
bulutlardan süzülüp gelen ve yeryüzündeki kaynaklar-dan coşup akan tatlı sular
yaratmadık mı? Yalanlayanlara tehdit vaadi vardır. Vay haline o gün yalanlamış
olanların!
Bu
âyetlerin ardından, hesap ve ceza günü anlatılıp öldükten sonra dirilmeyi,
cezayı, cenneti ve cehennemi yalanlayan kâfirlere hi-tap
edilerek, kıyamet günü onlara şöyle denileceği bildiriliyor: "İnkâr-cılara o gün şöyle denir: Yalanladığınız, şeye varın gidin.
Üç kollu göl-geye gidin. Gölge yapmaz ve alevden de
korumaz. O her biri bir sa-ray gibi kıvılcım atar. Ve
her biri sanki birer sarı erkek devedir. Vay haline o gün, yalanlamış
olanların!" (29-34).
Cehennem'den,
Cehennem ateşinin alevinden ve yakıcı aza-bından,
dehşetli azametinden bahsedilir ve aleve mukabil olan duma-nın gölgesinin ne gerçek gölgelik yapar, ne de kişiyi
alevin kucağın-dan koruyacağı anlatılır; sonra kıvılcımların çok büyük (saray
gibi) ol-duğundan m
Cehennem'in
o korkutucu maddi görünüşünün beyanından sonra korkudan dilleri tutulmuş, sükût
içinde bekleyenlerin halleri de şöyle tasvir edilir: "O, (kâfirlerin) konuşamayacağı
bir gündür. Onlara izin bile verilmez ki (sözde) mazeretlerini beyan etsinler.
O gün yalan-layanlara çok yazık!" (35-37).
Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gi-bi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Bilâkis,
aleyhlerin-de çok deliller vardır ve zulmetlerinden dolayı, haklarında azap
sözü gerçekleşmiştir. Artık konuşamazlar. Allah Teâlâ
bazen bir halden, bazen diğer halden haber vermektedir. Ki bu, o günün
şiddetini, sar-sıntısını gösterir. Bu sebeple sözün
her bölümünün sonunda, "Vay haline o gün, yalanlayanların" buyurulmaktadır.
Ardından,
günün hüküm günü olduğu, özür beyan etme günü olmadığı zikredilir: "Bu
sizleri ve öncekileri topladığımız hüküm günü-dür. Eğer bana karşı bir
düzeniniz varsa; onu hemen kurun. Yalanla-yanların vay haline o gün"
(38-40). Suçluları tehditten sonra hitap bir ikram müjdesi vermek için
muttakîlere yönelmektedir: "Muhakkak ki muttakiler gölgeliklerde ve pınar
başlarındadırlar. Canlarının istediği meyveler arasındadırlar. İşlediklerinize
karşılık afiyetle yeyin, için. Şüphesiz ki biz böyle mükâfatlandırırız, iyilik
edenleri. Vay haline o gün yalanlamış olanların" (41-45).
Allah Teâlâ, farzları eda edip haramları terk ederek kendisine
ibadet eden muttaki kullardan bahisle, onların kıyamet günü cennet-lerde olacağını bildiriyor. Muttakilerin altında
bulunacakları gölgelikler, küfredenlerin inkârlarına rağmen gerçektir. Onlar
için orada istedikleri her şey vardır. Sûrenin devamında, dünya hayatını
ilgilendiren ve gözlerimizi yeniden ve ani olarak bu hayata yönelten bir sahne
sunul-maktadır. Mücrimleri küçük düşüren ve helaki haber veren durum;
"Yeyin ve biraz zevklenin bakalım, doğrusu sizler suçlularsınız. Vay
haline o gün yalanlamış olanların" (46-47) âyetleriyle bildiriliyor. Sanki
mücrimlere şöyle denilmektedir: "İki durumu ayıran
noktaya şahit olu-nuz. Bu dünya hayatında biraz olsun
faydalanınız. Zira öteki alemde bunlardan mahrum kalacak üstelik de çetin bir
azaba uğrayacaksı-nız".
Son
olarak hidayete davet edildikleri halde, yüz çevirenlerin hayret veren işleri
gözler önüne serilmektedir: "Onlara rüku edin de-nildiği
zaman rükua varmazlar. Vay haline o gün yalanlamış olanların. Bundan sonra
artık hangi söze inanacaktır onlar?" (48-50). Kalpleri titreten, bu
titreyişle de dağların sarsıldığı bu ilâhi kelama inanmayan kimse bundan sonra
ebediyen hiçbir söze inanmaz. Onun bu hali helaktir, bedbahtlıktır.
Öteki Mekkî sûrelerin karakteristik bir özelliği olarak sûrenin
başında beş konuya yemin görüyoruz. Sanki bu açıdan sûreyi kardeş sûrelerle
ortak düşünmek ve anlamak zorunda olduğumuzu söyleyebiliyoruz.
Bakıyoruz yemin konularına, İslâm’dan
önceki dönemlerde toplumda var olan yemin kuralı, yemin şekli, yemin tipi İslâm’da
da aynen muhafaza edilmiş. Bu bize şunu da anlatır: Demek ki insanoğlu tarihin
her döneminde Allah’ın yol göstermesiyle öğrenmiş, anlamış, bilmiş, konuşmuş ve
ifade gücü geliştirmiştir. Eğer Araplarda İslâm öncesi dönemde de yemin var
idiyse, hattâ Kur’an’daki yemin modellerinin hemen hemen hepsi de İslâm öncesi dönemde kullanılıyor idiyse bu,
onların kullandıkları yemin modellerinin İslâm’da aynen muhafaza edildiği
anlamına gelmez de, onların kendi peygamberlerinden bu yana var olan gerçeklerin
kaybolmaması anlamına gelmektedir.
Çünkü biz biliyoruz ve inanıyoruz
ki Rabbimiz Adem (a.s.)’e esmâyı öğretmekten başka her bir topluma gerekli dil
bilgilerini de peygamberleriyle o topluma ulaştırmıştır. Bu mânâda hem her toplumun
dili hemen hemen birbirinin aynıdır, yakınıdır, bir
yönüyle, orijinal yönüyle birdir, beraberdir, aynıdır, hem de gerektiği ek
bilgileri Rabbi-miz peygamberi vasıtasıyla
toplumlarına bildirmiştir.
Yine bu yeminlerin ikinci bir
yönü de bakıyoruz ki Allah yemin ettiği konulara dikkat çekmek ister. Yani
Rabbimizin üzerine yemin et-tiği birimlerin bizim
hayatımızdaki önemine dikkat çektiğini anlıyoruz. Veya bir başka açıdan
baktığımız zaman bu yeminlerden sonra gelecek konular da önemlidir. Rabbimiz
bunların önemlerine dikkat çekmek üzere bu yeminlerde bulunmaktadır.
Hani Türkçe’de de yaygındır bu.
Biz de yemin ederiz. Çok önemli bir konu anlatacağımız zaman anlatacağımız
konunun önemine dikkat çekmek üzere bizler de yeminle başlarız söze. “Gerçekten!”
di-yoruz. “Ciddiyim! Yemin olsun ki! hakikaten!”
diyoruz, “vallahi! Billahi! Tallahi” ekliyoruz.
Biz en
büyük olan Allah’a, Allah üzerine yemin ederken bakıyoruz Rabbimiz bizim
yeminlerimizden farklı olarak bazen kendi zatı üzerine yemin ederken, bazen
mahlukâtına, mevcudatına yemin ediyor. Veya bakıyoruz bazen bir yemin, bazen daha
çok yemin var. Bazen bizzat bilinen varlıklara yemin edilirken, bazen de burada
olduğu gibi bilinen varlıklara değil de sıfatlara yemin edilmiş. Yani bazen bildiğimiz,
tanıdığımız varlıklara gece, gündüz, ay, güneş, yıldızlar, sema, incir ve
zeytin gibi varlıklara yemin edilirken bazen de koşanlara, yürüyenlere,
daldırıp söküp çıkaranlara,
gönderilenlere, yaydıkça yayanlara, ayıranlara,
öğüt bırakanlara yani bir takım sıfatlara, konulara yemin edilmektedir. Tabi
Allah sözünü insan sözü gibi düşünemeyeceğimiz için bütün bunlar Rabbimizin
kelâmının tecellisidir diyor ve öylece iman ediyoruz.
İşte bu iki
tür yeminle ilgili şunları söyleyeceğiz. Bu konuda iki görüş var:
1. Ya üzerine yemin edilen, bu sıfatlarla ilgili gerek Kur’an’ın indiği o dönemde gerekse kıyamete kadar her bir
dönemde bu kitabın muhatabı olan insanların çağrıştırdığı, anlamaya çalıştığı
her şeydir.
2. Ya da bu yeminlerden sonra bu yeminlerin cevabı olarak
karşımıza çıkan konular, yani bu yeminlerden sonra Rabbimizin gündeme getirdiği
konular bu yeminlerin şerhi konusunda karşımıza bir bakış açısı çıkaracak, bize
bir bakış açısı kazandıracak ve bu yeminleri o konularla şerh etmeye
çalışacağız. Meselâ burada olduğu gibi yemin edildi, yemin edildi, yemin edildi
sonra da insanın nankörlüğüne dikkat çekilmişse o zaman bu yeminleri o konuya
münhasır şerh etmeye çalışacağız. Veya meselâ yeminden sonra kıyamete dikkat
çekilmişse o konuyla alâkalı, eğer Kur’an’a dikkat
çekilmişse o çerçevede anlamaya çalışacağız.
Bu yeminler
konusunda Kur’an’ın başka bir yerinde bir açıklık
varsa veya Kur’an’ın en büyük müfessirinden ve onun
ashabından herhangi bir rivâyet varsa önce Rasûlullah’ın,
sonra da sahâbenin, tâbiînin anlayışına, sonraki selefin anlayışına elbette ittiba etmek zorundayız. Değilse birinci anlayışı kabul
edip bu sıfatlar bizim hayatımızda neleri çağrıştırıyorsa onları ortaya koymak
da caiz olacaktır.
Buna göre
bakın sûrenin başındaki Rabbimizin yeminleri şöyle gündeme geliyor:
1-7. (Allah’ın
kanunu uyarınca), birbiri ardından gönderilenlere ve görevlerine koştukça
koşanlara, Allah’ın buyuruklarını yaydıkça yayanlara
ve hak ile bâtılın arasını ayırdıkça ayıranlara, kötülüğü önlemek veya uyarmak, için vahiy
getiren meleklere andolsun ki, ey insanlar, size söz
verilen kıyamet şüphesiz kopacaktır.”
Peş peşe, birbiri ardınca
gönderilenler, kökünden söküp savuranlar, büküp büküp
devirenler, yaydıkça yayanlar, seçip ayıranlar ve bir
öğüt bırakanlara yemin ediliyor. Az önce söylediğimiz birinci anlayışa göre
bugün bunlar neye ait kılınabiliyor, kime ait kılınabiliyorsa, insanlarda
neleri çağrıştırıyorsa onlara aittir diyebiliyoruz. Ama ikinci anlayışa göre bu
yeminlerin arkasından:
Dendiğine
göre, yani:
“Ey insanlar, size söz verilen
kıyamet şüphesiz kopacaktır.”
buyurularak hemen
kıyamete dikkat çekilmişse o zaman bu yeminler kıyamet konulu şerh
edilebilecektir.
“Birbiri
ardından, peş peşe gönderilenlere yemin ol-sun ki”
Buna göre
bu yeminle Rabbimiz meleklere, rüzgarlara, Kur’an
âyetlerine, peygamberlerin bi’setlerine, insanların
kalplerine vârid olan dâiyelerine,
dâvetçilere, ilhamlara ve Allah tarafından gönderilen her şeye yeminle
başlıyor.
Çünkü mürselat bunlardır. Melekler de mürseldir,
peygamberler de mürseldir, rüzgarlar da mürseldir. Bunların hepsi Allah tarafından
gönderilmektedirler. Kur’an böyle beyan ediyor. Başka
neler gön-deriliyor Rabbimiz tarafından? Kur’an âyetleri gönderiliyor, peygamberlere peygamberlikleri
gönderiliyor, mü’minlerin kalplerine ilhamlar
gönderiliyor. Meselâ mü’minlerin kalplerine inşirah
gönderiyor Allah. Veya kâfirlerin kalplerine korku salıveriyor Rabbimiz.
Böylece Allah tarafından gönderilenlerin tümüne yemin ediliyor diyoruz. Bu
yeminleri böylece anlamaya çalışıyoruz.
Ancak âyet-i Kerîm’edeki
“Urf” kelimesiyle alâkalı bir ihtilâf var. Urf, at yelesi demektir. Yani birbiri ardınca, birbiri
peşince, art ar-da gelmekten söz eden bir kelime. Bir de urf,
ihsas etmek, tanınmak anlamına gelmektedir. Tanınan, bilinen, tanınıp bilinmesi
gereken şeyler anlamına, yani “Maruf” anlamına geliyor. İşte bu mânâda bir iyilik yapmak,
bir maruf işlemek, bir iyilik ihdas etmek anlamına yukarıda sayılanların hepsi
anlaşılabilecektir diyoruz.
Yani maruf’la
gönderilen melekler, emir ve nehiylerle gönderilen
melekler, mûcizelerle tanınan, gönderilen melekler veya bu sayılanlarla
gönderilen Resuller veya Allah’ı tanıtan, Allah’ın varlığını ortaya koyan
âyetlerle gönderilen rüzgarlar, arka arkaya gelen melekler, peygamberler ve rüzgarlar.
Bunlar hep peş peşe gelmektedirler. Bir başka mânâsıyla içinde hem nimetler hem
de azaplar bulunduran bulutlar demektir. Çünkü bulutlar kimilerine rahmet getirirken
kimilerine de azap getirmektedir. Kimilerini bolluğa ulaştırırken, kimilerini
de yerin dibine batırmaktadır. Veya içinde öğütler, mev’izalar,
zorlamalar, zecri tedbirler bulunduran Allah’ın gönderdiği âyetler, nasihatler,
uyarılar, hatırlatmalar, tâlimatlar ve mesajlar demek olacaktır.
Sonra peş
peşe giden, birbiri ardınca giden, bir iyilik için giden veya bir etki bırakmak
için gidenler olunca kelime, bu çerçevede bunu kendi dünyamıza indirirsek o
zaman şöyle de diyebileceğiz: Ey Allah’ın dinini terk edip filanların,
falanların peşi sıra gidenler! Ey birbiri ardınca konvoy oluşturup beşer
sistemleri peşinde koşup gidenler! Ey her biri reislerinin, efendilerinin,
liderlerinin, amirlerinin birbiri peşi sıra gönderdiği yeni yeni
emirlerle, yeni yeni tâlimatlarla yeni yeni insanlara gidenler! İnsan tâlimatlarıyla insanlara gidenler!
Veya dağıtım için gidenler,
basım, yayım için gidenler. Falan fabrikanın, filan müessesenin mallarının tanıtımı
için insanlara gidenler. Veya haber toplamak üzere koşup koşup
gidenler. Veya insanlara insanların yönetmeliklerini duyurmak için gidenler.
Veya sabahleyin Zerdüşt öyle buyurdu diye, toplum öyle istedi diye milyonlarca
evlerden sökün edip Zerdüşt’ün alfabesini öğrenmeye gidenler. Hipokrat tıbbını,
Freud herzelerini, Darvin zehirlerini içmeye gidenler.
Veya birbiri ardınca otobüslere,
dolmuşlara dolup sanayi hücrelerine dolmaya gidenler. Allah’a kulluktan kaçarcasına
dükkanlarına, bürolarına, işlerine, aşlarına, carklarına,
curklarına gidenler. Unutmayın ki sonunda size vaat
edilen mutlaka size gelecektir. Nereye giderseniz gidin, nasıl ve kim adına
giderseniz gidin ama bilesiniz ki o randevu günü, kıyamet günü mutlaka gelip
sizin başınızda patlayacaktır.
Öyleyse akıllarınızı başlarınıza
alın da gelip gidişlerinizi bir gözden geçirin. Birilerine gidiyorsanız Allah
için gidin. Allah’ın mesajını tanıtmak için gidin. Maruf için gidin. Allah
adına bir etki, bir iz bırak-mak için gidin. İyiliği
emretmek, kötülükten menetmek için gidin. Bilesiniz ki bu âyetiyle Rabbimiz
sizin gidip gelişlerinize de yemin etmektedir. Allah için gidenler için ne
büyük bir şeref, ama başka şeyler için gidenlere de ne büyük bir yemin, ne
büyük bir tehdittir değil mi?
Büküp büküp devirenlere de yemin olsun ki. Koparıp savuranlara
yemin olsun ki. “Asıfat” rüzgar demektir ama çok şiddetle esen bir
rüzgar demektir. Veya helâk melekleri, yerin altını üstüne getiren melekler, ya da zelzele, hatf gibi
Rabbimizin helâk edici âyetleri anlamına gelmektedir. Allah’ın bu tür âyetleri
bir topluma geldi mi, o toplumun işi bitmiş demektir.
Veya
kendisini bir şey zannedip Allah karşısında güç ve kuvvet iddiasında
bulunanlara, Allah’a kafa tutmaya kalkışanlara, kendisinde güç var zannedip önüne
geleni devirmeye çalışanlara yemin olsun ki. Önüne gelenleri lafla devirenlere,
makam, mevki, para ile ekonomik güçleriyle insanları devirmeye çalışanlara. Ben
asarım! Ben keserim! Ben yakarım! Ben yıkarım! diyenlere. Müslümanlıklarından
ötürü Müslümanları yok etmeye çalışanlara. Piyasayı karıştıranlara, ailelerin
düzenlerini bozanlara, Allah kullarının dinlerine ulaşmalarına engel olanlara,
ekonomik hayatı, eğitim düzenini bozup, büküp büküp
devirenlere. Toplum hayatındaki Allah’a kulluk temellerini devirip devirip yıkanlara yemin ediyor Rabbimiz. Yemin olsun ki bu
sizden yaptıklarınızın hesabını soracağım gün yakındır diyor.
Yayanlara, yaydıkça yayanlara da yemin
olsun ki. Bulutları yayan rüzgarlara, kitapları yayan meleklere, bitkileri
yayan yağmurlara, rızıkları yayan Rahmânın taksimine,
insanları yeryüzünde yayan takdirine, ruhları yayan kıyametin ba’sine, Allah’a yayılan sayfalara yemin olsun ki. Yani
Allah’a yapılan amelleri, kulların amellerini yayan sayfalara, amel
defterlerine yemin olsun ki. Bütün bunları toplayan bir yaymaktan söz ediliyor
âyet-i kerîmede. Ama bu demeye çalıştıklarımın dışında yaymaktan, yayıcılıktan
anladığımız ne varsa elbette onlar da anlaşılacaktır.
Meselâ adam emperyalist, öyle bir yayılıyor ki
yayıldıkça yayılıyor. Bizde de var böyleleri. Ta Çin’e
kadar giden orada bilmem neler kurma cinnetine kapılmışçasına yayılmacılıktan
yana olanlar. Bir başkası farklı yayılıyor. Meselâ kadınlara doğru yayılıyor
adam. Mutfağa doğru yayılıyor, gösterişe doğru yayılıyor, miting alanlarına doğru
yayılıyor. Veya kimileri el âlemin yatak odalarına doğru yayılıyor. Orada
insanların ne ekeceğine, ne kadar ekeceğine karışma adına yayılıyor. Veya
şeytan vahyi yayınlarıyla insanların evlerinin içine kadar yayılmaya çalışıyorlar.
Yayınlarıyla insanların gözlerinin önüne kadar, kalplerine, beyinlerine kadar
yayılmaya çalışanlar. Veya insanların ceplerine, kasalarına, keselerine doğru
yayılanlar. Veya kendi fikirlerini yaymaya çalışanlar.
Seçip ayıranlara, fark ettirenlere, veya tefrika çıkaranlara, tefrikalaştıranlara,
ayıranlara, fark edenlere, hakkı bâtılı birbirinden ayıran, hakkı bâtılı fark eden, fark ettiren meleklere
yemin olsun ki. Hakkı bâtılı ayıran, hakkı bâtılı açıklayan,
haramı helâli ayıran Resullere yemin olsun ki. Veya
bir yerlerden bir yerlere kokuları, dokuları götürerek fark ettiren,
hissettiren rüzgarlara yemin olsun ki.
Veya hakkı bâtılı fark ettiren,
hissettiren Furkân olan Kur’an’a
yemin olsun ki. Kur’an’ın bir adı da hakkı bâtılı
insanlara fark ettiren, ayıran, tefrik eden mânâsına Furkân’dır. Furkân; âyet âyet fark eden, ayıran, fark
ettiren, hakkı bâtılı ayıran biçiminde tecelli eden
her bir hadiseye şamil olabilecektir.
Öyleyse az
evvel dediklerimize ek olarak farklı türde ayıran,
tefrika çıkaran, tefrikalaştıranlara da yemin ediliyor diyeceğiz. Hani Firavun
da ayırıyordu toplumunu. Toplumu gruplara, hiziplere,
partilere ayırarak bunlardan kimilerini
güçlendiriyor, kimilerini mustaz’af kılıyor ve
böylece zulüm düzenini sürdürüyordu. İşte böyle Firavunî
bir taktikle toplumu gruplara ayıranlara, tefrika
çıkaranlara, toplumu bölmeye çalışanlara, uyguladıkları vahiy kaçkını
sistemlerle fakirle zengin arasında uçurumlar meydana getirenlere, idare
edenler, idare edilenler, yönetenler, yönetilenler diye toplumu ayıranlara veya değişik isimler, değişik statülerle İslâm
ümmetini parça parça edenlere de yemin ediliyor.
Bir öğüt bırakanlara, ya da bir hatırlatma ilkâ edenlere
de yemin olsun ki. Allah vahyini peygamberlere ilkâ eden
meleklere yemin olsun ki. Melek vasıtasıyla Rabbinden aldığı vahyi insanlara ilkâ eden Resûllere yemin olsun ki. Peygamberden
devraldıkları vahyi etraflarındaki Allah kullarına ilkâ
edip ulaştıran şerefli mü’minlere yemin ol-sun ki.
Kendi cisimlerinde ameller ortaya koyan Müslümanlara yemin olsun ki.
Zikri ilkâ edenlere yemin olsun ki, diyor Rabbimiz. Zikir, din,
vahiy, Kur’an demektir. Zikir, hatırda canlı tutulması
gereken, hayatın kendisiyle düzenlenmesi gereken öğüt, yasa, hayat programı
demektir. İşte böyle Allah’ın kullarına hayatlarını onunla düzenleyecekleri
vahyi ulaştıran, kitabı ulaştırmak için çırpınan, Kur’an’ı
gönüllere ilkâ işini kendisine en büyük dert edinen mü’minlere de yemin ediyor Rab-bimiz.
Ne büyük şeref değil mi? Sizin için de öyleyse haydi buyurun, ne duruyorsunuz?
Özür olarak, yahut da uyarı olarak. Yani
özür olsun, yahut da uyarı olsun diye. Allah’tan kullarına bir özür olsun diye
veya azaptan, ikabtan onlara bir uyarı olsun diye.
Azap konusunda kullarını uyarmak için veya Allah konusunda, Allah’ın yakında
sizi çağıracağı hesabı ko-nusunda
temkinli davranmaya bir özür, sakınmaya bir inzar
olsun di-ye.
“Kullarım!
Bakın ben bunları size anlattım. Ben bunları size merhametimden dolayı
anlatıyorum. Bakın yarın sizi hesaba çekeceğim. Bunu şimdiden size duyuruyor ve
sizi uyarıyorum. Ben zulmet-miyorum. Ama siz kendi kendinize
zulmediyorsunuz” gibi âyetler var Kur’an’da. Sanki
Allah, yarın hesap kitap döneminde insanlar kendisine itiraz edecekler, özürler
beyan edecekler ya, sanki o dönemde kendisine böylece
bir mâzeret olsun diye anlatıyor gibi.
Kur’an’ı da bunun için indirdiğini
anlatıyor En’âm sûresinde. Ya
Rabbi! Bizden önceki iki topluma, Yahudi ve Hıristiyanlara kitap indirdin,
onları kulluğundan haberdar ettin, ama bize bir kitap indirmedin. Eğer bize de
bir kitap gönderseydin biz de bizden istediğin kulluğu icra ederdik diye yarın
bana bir itirazda bulunmayasınız diye ben bu kitabı size indiriyorum diyordu.
Evet sanki Rabbimiz yarın şöyle şöyle demeyesiniz
diye. Ya Rabbi bana vahyin gelmedi! Ya Rabbi bana kitabın ulaşmadı! Ben bunları duymadım! Ben
bunlardan haberdar olmamıştım! diye bana mâzeretlerle gelmeyesiniz diye ben
bunları size anlatıyorum diyor. İşte bu kitabı, bu âyetleri ben size bunun için
gönderiyorum diyor sanki Allah.
Görüyor
musunuz ifadeyi? Hâşâ hâşâ hiç kimse kendisini hesaba
çekemeyecek iken, hiç kimse buna cesaret edemeyecek iken Rabbimiz bize böyle
bir yol gösteriyor. Aslında bize bir yol gösteridir bu. “Ey kullarım! Bilesiniz
ki yarın sizin mâzeretleriniz kabul edilmeyecek, öyleyse ben size vahiy gönderiyor,
ben sizleri uyarıyorum! Gelin bugünden bunu bu özürlerinizin önüne geçirin!”
diyor Rabbimiz. Gelin bu âyetlerimle beraber olun! Gelin bu kitapla hareket
edin! Hareketlerinizi, hayatınızı bu kitapla belirleyin de benim sizden
istediklerimi bu özürlerinizin önüne geçirin, diyor Allah.
Bütün bu yeminlerden sonra da bakın
Rabbimiz diyeceğini şöylece demeye başlıyor. Yani tüm bu yeminler ne içinmiş?
Niye yemin etmiş Rabbimiz? İşte bu yeminlerin cevabı şudur:
Yemin olsun, yemin olsun, yemin olsun ki
muhakkak size vaat edilen kıyamet, ba’s ve ceza
olarak size söz verilen kıyamet size gelecektir. Size vaat edilen şey mutlaka
size gelecektir.
Bu kadar
yeminden sonra söylendiğine göre bizim kıyameti hep aklımızda tutmamız, iki
kaşımızın arasında tutmamız, kıyamet elde bir dememiz ve bir an bile unutmamamız
gerekecektir. Bundan sonra kıyametle alâkalı birkaç tablo sunacak Rabbimiz.
8-13.
“Yıldızların ışığı giderildiği zaman, gök yarıldığı zaman, dağlar pamuk gibi
atıldığı zaman, Peygamberlere ümmetleri hakkında şahitlik vakitleri
bildirildiği zaman, bu, hangi güne bırakılmıştı? Hüküm gününe bırakılmıştı.”
Yıldızlar silindiği, yok
edildiği, ışıkları ve cisimleri kaybolduğu zaman. Gök yarıldığı, paramparça
parçalandığı zaman. Dağlar kökünden köklenip pamuk gibi sağa sola atıldığı
zaman. Elçiler de tayin edildikleri vakitlerine erdirildikleri zaman. Onlar
hangi güne ertelenmişlerdi? Fasıl gününe, hüküm gününe ertelenmişlerdi onlar.
Evet görüyoruz ki:
İfadesindeki vaki olacak şeyin
vaktini beyan için burada “İza” lar anlatılmış. Yani “iza”
edatlarıyla anlatılan bu konular kıyametin zamanını beyan sadedinde gündeme getirilen
konulardır. Bunlar kıyamet sahneleri olarak Kur’an’da
bildirilen vahyî bildiriler olunca, vahyî konular olunca elbette ki şu meşhud alemdeki müşahedelerle bunları izaha kalkışmanın
anlamsızlığını baştan kabul ediyoruz. Yani acaba yıldız nasıl silinir, sema
nasıl parçalanır, bunları bilmiyoruz.
Lâkin Kur’an
bize anlaşılır bir kitap olarak beyan edildiğine göre elbette anlayabildiğimiz
kadarıyla bu âyetler bize şunları söylüyor: “Ey insanlar! Sakının! Korunun!
Dikkat edin! Gün gelecek yıldızlar, ay, güneş, gece, gündüz, sema, arz, dağlar,
tepeler şu mevcut yapısını kaybedecek. Hepsi de Rablerini dinleyecekler. Hepsi
de Rabblerinin komutuna, Rabblerinin
fermanına kulak verecekler. Zaten şu anda hepsi de sahiplerinin bu komutunu
beklemektedirler. Gelin akıllarınızı başlarınıza alın da siz de O’nu dinleyin.
Gelin siz de Rabbinizin kitabındaki emirlerine kulak verin. Gelin sizler de O’nun
size gönderdiği hayat programı olan kitabını anlamaya çalışın. Gelin şu
kitapsız Müslümanlıklarınıza bir son verin. Unutmayın ki yarın şu gördüğünüz
her şey değişecek. Her şey imtihan konumundan hesap konumuna geçecek. Sizler de yaşadığınız hayatın hesabını vermek
üzere Rabbinizin huzurunda toplanacaksınız,” buyurarak Rabbimiz bize tablolar
sunuyor.
İşte bu
müthiş hadiseler, korkunç boyutta olduklarından, dayanılmayacak şeyler olduğu
için Rasûlullah efendimizin beyanına göre mü’minlerin canları alındıktan sonra vukua gelecek bunlar.
Hoş bir rüzgarla bu olaylardan önce mü’minlerin
canları alınacak ve bu hadiselerin dehşetinden sadece kâfirler mutazarrır olacaklar.
Elçiler
tayin edildikleri vakitlerine erdirildikleri zaman. Peygamberler
buluştuklarında. Peygamberler kendilerine verilen vakitte toplandıkları zaman. “Vukkıtet” de denilmiş kimi kıraatlerde. Peygamberler
vakitlerine erdirildiklerinde.
Anlayabildiğimiz
kadarıyla burada peygamberlerin belli bir vakitte randevulaştıkları
anlatılıyor. Bu da kıyamet dönemi, hesap ki-tap vaktidir. Hani Kur’an’ın başka yerlerinde peygamberlere de sorulacağı
anlatılıyordu ya.
“Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilen-lere soracağız, peygamberlere de soracağız.”
(Araf 6)
Rabbimiz
diyor ki, her iki tarafa da hesap soracağım. Kendilerine peygamber gönderilen
toplumlara da soracağım, o toplumlara gönderdiğim peygamberlere de. Her
ikisinden de hesap soracağım, diyor Rabbimiz.
Rabbimizin
elçilerine soracağı soru Mâide sûresinde anlatıldığı
gibi bir sorudur:
“Allah
peygamberleri topladığı gün, “Size ne cevap verildi?” der; onlar, “Bizim bir
bildiğimiz yoktur, doğrusu görülmeyenleri bilen ancak Sensin” derler.”
(Mâide
109)
İşte
peygamberlere sorulacak soru budur. Diyecek ki onlara Rabbimiz: “Ey
peygamberlerim! Sizler gönderildiğiniz toplumlarınız tarafından nasıl
karşılandınız? Size ne cevap verildi? Nasıl bir mukabele gördünüz? Veya gönderildiğiniz
toplumlarınıza karşı vazifelerinizi yaptınız mı? Benim âyetlerimi onlara
anlattınız mı? Benim mesajımı onlara duyurdunuz mu? Benim insanlardan istediğim
kulluk konusunda onlara örneklikte bulundunuz mu?”
Aslında
Rabbimiz peygamberlerinin tümünün mâsum olduğunu, vazifelerini hakkıyla ifa
ettiklerini, onların yeryüzünde tüm yalanlamalar, tüm eziyetlere ve sıkıntılara
rağmen yılmadan, bıkmadan, usanmadan görevlerini yerine getirdiklerini
bilmektedir. Bunu bilmediğinden ya da onlardan şüphe
ettiğinden değildir bu soru. Çünkü Allah kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu
bilmektedir. Suçluları da suçsuzları da bilmektedir Rabbimiz. Bunu Kur’an’ın değişik yerlerinde görüyoruz:
“O gün ne
insana ve ne cine suçu sorulur.”
(Rahmân 39)
“Suçluların
suçları kendilerinden sorulmaz.”
(Kasas
78)
Suçlular ve
suçsuzlar yüzlerinden belliyken acaba bunlar suçlu mu suçsuz mu diye suçlular
hakkında sormaya gerek olmadığı gibi, suçsuz oldukları kesin olan peygamberler
hakkında Rabbimizin onlardan da soracağım buyurmasının mânâsını şöyle anlamaya
çalışıyoruz: Peygamberlere karşı gelmiş, onları yalanlamış, onlara zulmet-miş zâlimlerin bizzat peygamberler huzurunda, onların
gözleri önünde açığa çıkarılacak ve rezil edilecekleri vurgulanarak böylece bir
tehdit unsuru oluşturulsun istenmiştir.
Peygamberlerin
sorusu böyle. Bir de o peygamberlerin kendilerine gönderildiği toplumlarına
soracak Rabbimiz. Onlara sorulacak soruları da yine Kur’an’ın
pek çok yerinde görüyoruz. Kasas sûresinde Rabbimiz
bunu şöyle anlatır:
“O gün
Allah onlara seslenir: “Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der.”
(Kasas 65)
O gün şöyle
nida olunacak onlara ve denilecek ki, “Peygamberlere nasıl icabette bulundunuz?
Neler dediniz onlara? Ne cevap verdiniz? Peygamberlere ne cevap verdiniz.
Onları nasıl karşıladınız? Nasıl muamele yaptınız onlara?”
“Bilemiyorum
da ya Rabbi onlar bize bir şey demedi ki biz onlara
ne diyelim?” diyeceğiz her halde. Yani ya Rabbi
peygamberin bi-ze namaz
kılın dedi biz de kıldık, oruç tutun dedi tuttuk, zekât verin dedi verdik,
çocuklarınızı sünnet ettirirken yemek verin dedi biz de yaptık. Bunun dışında
bize başka bir şey demedi ki peygamberin, biz ona cevap verelim. Yani din diye
ne anlattı bize peygamber? İlmihal bilgileriydi her halde, onu da Tavaslı mı
anlattı Ömer Nasuhi mi anlattı, unuttuk, diyeceğiz
her halde. Peygamberle, peygamberin sünnetiyle, peygamberin hadisleriyle
ilgilenmeyen, peygamberden ve onun hayatından habersiz yaşayan bir adamın
elbette diyebileceği işte budur.
Halbuki
Peygamber elli bin, altmış bin söz söyleyen, amel eden varlıktır. Yani tespit
edilen hadisleri 50-60 bin kadar olan bir örnektir. Altmış bin civarında söz
söyleyen bir peygamber. Onlardan ne kadar haberdarsak bizde o kadarı var
demektir. Meselâ bir araba 6000 parçadan oluşuyorsa sizde kaç parça varsa arabanızda
o kadar parça vardır. Her halde bir direksiyon bir de dört teker varsa elinizde
ona benim arabam var filan demiyorsanız, o zaman 60 000’de kaç hadis varsa
sizde o kadar hadis var demektir ve sizin peygamberle ilginiz o kadar demektir.
Kaç hadisiniz varsa üzerinde kafa yorduğunuz, hayatınızı onunla düzenleyeceğiniz
o kadar Müslümanlığınız var demektir. Allah korusun haberdar olduğunuz zaten
yok da, bir de üstelik onlara cevabınızı düşünün.
Meselâ 60 bin odalı bir saray
gezecektiniz ve değerlendirmenize göre de size mükafat verecektiler. İki oda,
üç oda, beş oda gezdiniz ve orada oyalandınız durdunuz artık. İşte kumar oynama!
Zina etme! Sağa bakma! Sola gitme! Dükkana git! Tezgaha git! Yat! Uyu! Tamam.
Geri kalan odalarda çok güzel şeyler vardı belki onlardan da haberdar
olacaktınız da öyle yorumlayacaktınız, cevap verecektiniz. İcabet edecek, amel
haline getirecektiniz. “Ecebtüm”
olacaktı o zaman. Eğer sadece namaz, oruç, hac, zekât, kelime-i şehadet insanı cennete götürecekse, Kur’an’dan
diğer bölümleri alalım çıkaralım din bozulmayacaktır o zaman. Dinde hâşâ
fazlalık olur o zaman.
Veya işte bir kaç hadis bırakalım
hayatımızda gerisini tümden yok farz edelim eğer din bozulmuyorsa. O zaman hâşâ
boşuna bu ka-dar söz söyledi peygamber. Hayır hayır, kitabın da, peygamberin de, bizim hayatımızdaki
fonksiyonu bu kadar basite indirilemez. Unutmayalım ki bu kitabı tanıdığımız
kadarıyla, peygamberin sünnetini tanıdığımız kadarıyla Müslümanız
ve Rabbimizin sorularına cevap vereceğiz. Diğer kitapları tanımasak da olur,
diğer liderleri ve efendileri ve onların uygulamalarını tanımasak da olur ama,
bu Kitabı ve peygamberin sünnetini tanımak zorundayız.
Hangi güne ertelenmişti peygamberler?
Ne zamana ertelenmişlerdi? Ne güne randevulaşmışlardı? Veya ne zamana kadar bir
gecikme vardı? Fasıl gününe. Öyle bir fasl günü ki, o
gün her şey hall ü fasledilecek. O gün her şey
fâsılalı, fâsılalı ortaya konulacak. Veya her şey tafsilatlı bir biçimde ortaya
dökülecek. Kâfirlerin: “Eyvah! Hiçbir şey eksik bırakılmamış!” diyecekleri bir
gündür o.
14. “Hüküm
gününün ne olduğunu sen nerden bilirsin?”
Peygamberim, sen bu fasl gününün ne olduğunu bilebilir misin? Fasl gününün ne olduğunu sen idrak edebilecek misin? Kendi
kendine bulabilecek, bilebilecek misin? Bin yıl düşünsen, bin yardımcıyı
yardımına çağırsan, binlerce zaman ve mekân meşgul etsen yine de senin fasl gününü idrak etme imkânın yoktur. Öyleyse dinle onu
sana ben anlatayım, diyor Rabbimiz.
Ne dedi
Rabbimiz? Peygamberler ne güne ertelenmişlerdi? Fasl
gününe. İşte toplumların peygamberler karşısında yanıldıkları nokta burasıydı.
Toplumların yanılgı noktalarından en büyüğü burasıdır. Peygamberler
toplumlarını fasl günüyle, tekrar dirilip hesap verme
günüyle uyardıkları zaman onlar peygamberlerine kafa tutarak diyor-lardı ki: “Ne? Ne? Ölüm mü dedin? Tekrar dirilme mi dedin?
Hesaba çekilme mi dedin? Azap mı dedin? İkâb mı
dedin? Cehennem mi dedin? Cennet mi dedin? Sen onu bizim külahımıza anlat ey
peygamber! Eğer bu dediklerin gerçekse haydi getirsene onu bize! Haydi ne
getireceksen getir de görelim bakalım! Gökten bize bir ateş mi indireceksin?
Taş mı yağdıracaksın? Azap mı getireceksin? Haydi ne getireceksen getir de
görelim!” Yani onlar yarına vaadleşildiğini, yarına vakitleşildiğini bilmiyorlardı. Bütün bunların yarın
olacağını bilmiyor-lardı. Bugün de öyle demiyor mu
kâfirler? Kıyamet, ahiret hesap kitap diyorsunuz.
Hani nerede kaldı bunlar ya? Niye gelmiyor? diyorlar.
Halbuki bunlar bugün değil yarın olacak, ama bunu bilmiyorlar.
İşte
insanların pek çoğunun yanıldıkları bu gerçek, mü’minin
yarına yönelik hayatının alt yapısıdır, temel taşıdır. Mü’min
hep bilir ki, yarın mutlaka bir hesap kitap günü vardır ve peygamberi yarın
onun üzerine şahit olacaktır. Her biri diğerine şahit olacak. Peygamberimiz
bize, biz öteki ümmetlere şahit olacağız inşallah. İnşallah Müslümanlar olarak
ölürüz de, bu şerefe ulaşırız. İşte bu sûrede anlatılan temel konu budur.
Yani hem
kıyamet günüyle bir buluşma, hem de peygamberlerle bir buluşma olacak. Kıyamet
gününe ertelenen peygamberlerle bir buluşma olacak. Sanki yıllar önce kesilmiş
bir mücâdele, bir itiraz, bir karşı geliş, bir alaylama
ortamı kesilmiş, zaman dürülmüş, zaman durdurulmuş ve hemen sanki orada bir
buluşma olacak ve diyecek ki peygamber: “Bunu mu yalanlıyordunuz? Bunu mu
soruyordunuz? İşte cevap! Bunu mu reddediyordunuz? İşte reddettiğiniz! Buyurun
işte karşınızda o gerçek!”
15. “O gün
yalanlamış olanların vay haline!”
Vay o gün yalanlayanların haline
vay! Vay o yalancıların haline o gün vay! Veyl olsun
o gün o mükezzibine veyl
olsun!
Eğer mükezzibinden söz ediliyor ve sonra da veyl
olsun onlara deniliyorsa, o zaman biz mükezzibinin
cehennemlik olduğunu anlıyo-ruz.
Buna göre burada kastedilen mükezzibinin kıyamet gününü,
fasl gününü yalanlar olduğunu anlıyoruz.
Yalan ikiye
ayrılır:
1. Hayatı
ilgilendiren konularda Allah ve Resûlünün söylediklerine rağmen veya Allah ve
Resûlünün beyanlarına binaen söylenen yalanlar. Yani Allah ve Resûlünün bir sözünü,
bir hükmünü başka bir şekle getirerek söylenen yalanlar. Allah ve Resûlünün
dediklerini demedi, demediklerini de dedi şeklinde söylenen yalanlar.
2. Hayatı
ilgilendirmeyen konularda ya da işte aptalca, basit
ve lüzumsuzca söylenen yalanlar. Yani insanın insan olma özelliğinden,
gafletinden, unutkanlığından kaynaklanan yalanlar. Yok efendim yanlışlıkla
maviye siyah dedin de, veya beş bıldırcın vurduğun halde on bıldırcın vurdum
dedin gibi yalanlar. Ama bu yalan hayatı ilgilendiriyorsa o zaman iş değişir.
Meselâ on bıldırcın vurdum deyince bunu söyleyene on milyar verilecekse ve bunu
söyleyen de bu parayı çarp-mak için bu yalanı
söylüyorsa, işte bu da hayatı ilgilendiren bir yalan olacaktır elbette.
Ama burada
anlatılan yalan din olarak, hayat tarzı, hayat programı olarak insanlara
sunulan yalanlardır. Bu konularda Allah ve Resûlüne rağmen, Allah ve Resûlünün
dediklerine rağmen söylenen ya-lanlar.
Eğitiminiz şöyle olmalı! Kılık-kıyafetiniz böyle olmalı! Eviniz, ev tefrişiniz
şöyle olmalı! Kızınızın kıyafeti böyle olmalı! Sosyal hayatınız şöyle olmalı!
Hukukunuz böyle olmalı! Ekonominiz şöyle olmalı! Sofranız böyle olmalı!
Kazanmanız harcamanız şöyle olmalı! Hayatınız, hedefleriniz böyle olmalı! gibi
hüküm cümleleriyle alâkalı, hayat programıyla alâkalı insanı cehenneme götürücü
yalanlar. Tüm bu konularda Allah ve Resûlü başka söylüyor, insanlar da farklı
söylüyorlarsa işte bu kişiyi cehenneme götürücü bir yalandır Allah korusun.
Meselâ, “böbrek
taşını bira döker” diyen kişi hüküm bildiren bir cümle söylediği için, hayatı
ilgilendiren bir konuda din adına bir yalan söylediği için, Allah ve Resûlüne
rağmen, onların dediklerinin tamamen aksine cehenneme götürücü bir yalan söylemiştir.
Evet belki bira böbrek taşını döker ama böbreği de beraber döküp işini bitirir.
Allah ve Resûlünün söylediklerinin aksine, “erkek ve kadın mirastan şu ka-dar alacaktır” diyen kişi din adına, hayatı ilgilendiren
bir konuda yalan söylemiştir ve bu yalan onu cehenneme götürecektir. Veya “mide
ül-seri başlangıcı olan kişi konyak içmelidir, veya
bu durumda oruç tutmamalıdır” diyen kişi bu yalanıyla cehenneme gidecektir.
Veya “okul bitinceye kadar baş açılmalıdır” diyen kişiyi mutlaka bu yalanı cehenneme
götürecektir.
Bu âyet bu
sûrede on defa tekrar edilecek. On defa Rabbimiz:
Diyecek ve ısrarla yalan
söyleyenlere dikkat çekecek, onların cehenneme gideceğini anlatacak. Tabi her
bir bölümde farklı yalan söyleme konularına dikkat çekecek. Anlıyoruz ki her
bir bölümün yalan boyutu, yalan konuları farklıdır. İnşallah bu âyetin geçtiği her bir bölümde bu yalanların farklılıklarına
değineceğiz. Bakın onlardan bir bölüm şöyle:
16-19.
“Öncekileri yok etmedik mi? Ardından, sonrakileri de onlara katarız. Suçlulara
böyle yaparız. O gün yalanlamış olanların vay haline!”
Evet öncekileri biz helâk etmedik
mi? Peygamberleri yalanladıkları için ilk dünya azabı veya helâki kendilerine
gelen Nuh kavminden, Lût kavminden, Âd’dan, Semûd’dan veya daha önce helâk edilen toplumlardan söz
ediyor Rabbimiz.
Biz onları
helâk etmedik mi? Ardından sonrakileri de onlara katarız. Geridekileri de
onlara katarız. Bu da kılıçla ya da başka bir ib-ret yoluyla helâk edilenler anlamına geliyor. Evvelûndan kasıt Nuh, Âd ve Semûd
kavmidir, ahirûndan kasıt da İbrahim, Lût kavmi ve Medyen ahalisidir
denmiş. Veya evvelûn ilk çağdakiler, ahirûn ise Mekke kâfirleridir. Rabbimiz diyor ki, evvelûnun işini bitirdik, şimdi de sıra sizdedir ey
Mekkeliler. Onların yolunda giderseniz yakında sizin de defterlerinizi
düreceğim. Veya evvelûn kıyametten önce helâk olanlar,
ahirûndan kasıt da kıyametin kopuşuyla helâk edilecek
olanlardır denmiş. Buna göre her biri bir diğerine göre evvel ve ahir olan nice
insanları, nice toplumları Allah helâk etmiştir. Helâk etmedik mi? diyor
Rabbimiz. Nasıl ki onları helak etmişsek şu anda mevcut olanlar da onların
yolunda giderlerse asla bu helâkten kurtulamayacaklardır, buyuruyor Rabbimiz.
Düşünsenize,
Âd kavmi, Semûd milleti, Lût
kavmi, Tubba ahalisi, Ress
toplumu gibi Kur’an’da anlatılan kavimlerin hepsi
helâk olmadı mı? Veya babanızın, dedenizin babasının babası hepsi helâk
olmadılar mı? Ama buradaki helâk olmanın mânâsı
“Zâlimlerden
başkası mı helâk olur?”
(En’âm
47)
Rabbimizin
göndereceği böyle bir azapla helâk olacak olanlar ancak zâlimlerdir. Zâlimler
helâk olacaklardır, ya da zâlimlerden başkası asla
helâk olacak değildir. Böyle bir durumda helâk olacak olanlar ancak
zâlimlerdir. Zâlimlerden başkası için helâk sözü caiz değildir. Ölmek işi herkes
içindir ama helâk işi sadece zalim kâfirler içindir. İşte Mûsâ, işte Firavun,
işte İbrahim, işte Nemrut, işte Harun, işte Ka-run, işte Bel’am, işte Hâmân. Peki hepsi de helâk oldular mı? Asla. Kur’an bize anlatıyor ki Allah’ın istediği biçimde yaşayıp
ölümü öylece bulanlar kurtuldu, geri kalanlar ise helâk olmuştur.
İşte
suçlulara biz böyle yaparız, veyl olsun yalan söyleyenlere. Peki hangi konuda yalan
söyleyenlere? Az evvel anlatılan konularda yalan söyleyenlere. Yani helâk
edilenler konusunda, eskiler ko-nusunda,
tarih konusunda yalan söyleyenlere veyl olsun diyor
Rabbi-miz.
Rabbimiz burada bir soru soruyor:
“Biz öncekileri yok etmedik mi?” Bakın işte yalan konularından, yalan alanlarından
birisini anlatıyor Rabbimiz. Üzerinde yalan söylenebilen konulardan birisi
demek ki buymuş. Neymiş bu birinci alan? Rabbimiz geçmişlere dikkatimizi
çektiğine göre, geçmişlere ne yaptığını gündeme getirdiğine göre an-lıyoruz ki birinci yalan konusu tarihtir veya zamandır. Çünkü
Rabbimiz bizim önceye, öncekilere, eskilerin durumuna, yani zamana, tarihe dikkatlerimizi
çekiyor. Sonra da diyor ki, “veyl olsun o yalancılara!
Ce-henneme gitsin o yalancılar!”
Öyleyse zamanla, tarihle ilgili yalanlar insanları Cehenneme götürecektir. Evet
unutmayalım ki tarihle ilgili yalanlar insanı Cehenneme götürecektir.
Peki ne tür
yalanlardır bunlar? Yani tarihle ilgili nasıl yalan söylenir? Meselâ Mısır
tarihinden söz edilir, ama hiçbir an, bir satır bi-le olsa, bir sayfa, bir cümle bile olsa Mısır’ı Mısır yapan
Hazreti Yusuf-tan, Hazreti Mûsâ’dan söz edilmezse, işte bu tarih konusunda en büyük
bir yalandır ki insanı mutlaka cehenneme götürecektir. Veya genel tarihten,
insanlık tarihinden söz edilir, ama bu tarihin baş imamları, baş mimarları olan
peygamberlerden bir satır bile söz edilmezse, peygambersiz bir insanlık tarihi
gündeme getirilirse, işte yalanların en büyüğü, en adisidir ki bu yalan, insanı
mutlaka cehenneme götürecektir.
Veya meselâ tarihten söz edilir,
ama hep saraylardan, köşklerden, yapılardan, yapıtlardan söz edilirse, veya
tarihten söz edilirken sadece savaşlardan, vuruşmalardan söz edilir, ama
insanların inanışlarından, dinlerinden, yaşayışlarından söz edilmezse, işte bu
yalanların en büyüğüdür ve cehenneme götürücü bir yalandır. Veya tarihten söz
edilirken sadece idarecilerden, ezenlerden, önde gidenlerden, zâ-limlerden, despotlardan söz
edilir, onların tarihlerinden söz edilir, ama mazlumların, mustaz’afların,
garibanların, ezilenlerin tarihinden söz e-dilmezse, işte bu tarih adına söylenmiş
cehenneme götürücü bir yalandır. Şu anda okuduğunuz tarihin bu yalanlarla dolu
olduğunu bili-yorsunuz.
Veya
zamanla ilgili yalanlar. Zamana ilişkin yalanlar da insanı cehenneme götürücü
yalanlardır. Yani zamanı Allah ve Resûlü’nün değerlendirmesinden farklı
değerlendirme, zamana Allah’ın bakmamızı istediği bakıştan, bakış açısından
farklı bakma, zamana farklı bir atfı nazardır ki bu da insanı cehenneme
götürecektir unutmayın. Meselâ Erzincan’da deprem oldu. Niye oldu? İşte
efendim, yer sallandı da, yerin altındaki mağma
tabakası hareket etti de, ya da kıtalar birbirlerine
yaklaştılar da onun için oldu diyerek yalan söyleyenler, eskilerin helâklerini
yalan yorumlayanlar. Veya Lût kavmi yerin dibine bat-mış, işte orada da deprem gibi bir şeyler olmuş gibi tarihe
ilişkin yalan değerlendirenler. Yorumlamada yalan, tespitte yalan, teoride
yalan, yalan, yalan…
Tüm bu
olaylardan, bu helâklerden ibret almadan yalan söyleyenler elbette helâk
olacaklar ve cehenneme gideceklerdir. Bakıyoruz hep anlatılanlar öyle gibi
değil mi? Mısır anlatılır, Firavunlar anlatılır veya Osmanlılar, Selçuklu
anlatılır, Endülüs anlatılır hiç de öyle bize ibret olsun diye, bizim de
hayatımız ona göre düzenlensin diye bir an-latım
yoksa hep yalan söyleniyor demektir Allah korusun. Meselâ de-delerimizin,
ecdadımızın hayatlarını değerlendirirken bile öyle değil mi? Adam onlardan
konuşmaya başlayınca, işte şöyle çalışırlardı, böyle didinirlerdi, şöyle yerlerdi,
böyle içerlerdi, şöyle ata binerlerdi, böyle kılıç kullanırlardı diye hep bir
yönlerine dikkat çekiliyor.
Peki acaba ecdadımızın Kur’an’la ilgileri neydi? Sünnetle münasebetleri nasıldı?
Çocuklarıyla eğitim anlayışları nasıldı? Komşularıyla münasebetleri neydi? Gece
hayatları, kılık-kıyafet anlayışları, ha-yata bakışları neydi? Nasıldı? Buna
hiç değinilmiyor. Adamı değerlen-dirmede yalan
söyleniyor. Peygamberi anlatanlar da, sahâbeyi anlatanlar da hep böyle
anlatıyorlar. Hep yalan söylüyorlar.
İkinci
yalan alanı, ikinci yalan konusu da bakın şöyle gündeme geliyor:
20-24.
“Sizi bayağı bir sudan yaratıp onu belli bir süreye kadar sağlam bir yere
yerleştirmedik mi? Buna gü-cümüz
yeter; Biz ne güzel güç yetireniz! O gün yalanlamış olanların vay haline!”
Rabbimiz bu bölümde insandan,
insanın yaratılışından söz ediyor. Buyuruyor ki, sizi basit bir sudan yaratmadık
mı? Bu mehiyn su, su safiyetinde anlamınadır. ikinci
bir anlamı, zayıf bir sudan demektir. Üçüncü bir anlamı da, akan bir sudan
yarattık demektir. Kur’-an-ı Kerîm’de yaratılıştan söz eden âyetleri ikiye ayırıyoruz:
Birincisi
ilk yaratılış, ilkimizin yaratılışı, yani atamız Hazreti Âdem’in yaratılışı.
İkincisi de sonraki yaratılış, yani bizim yaratılışımız. Rabbimiz ilk gönderdiği
âyetlerinde önce bizim yaratılışımıza dikkat çekiyor. İlk gelen âyetlerde meselâ
Alâk sûresinde insanın alâktan,
bir kan pıhtısından yaratıldığını anlatıyor Rabbimiz. Sonradan, bundan bir
otuz, kırk sûre geldikten sonra da ilk yaratılışa, yani atamız Adem’in
yaratılışını gündeme getiriyor. İnsanın topraktan yaratıldığı anlatılıyor.
Bunun
sebebini şöyle anlamaya çalışıyoruz: Bunlardan birisi gaybî
bir konudur, diğeriyse şehadetin konusudur. Yani
birisi gözle görülen, her gün insanların gözleriyle gördükleri bir konuyken,
öteki-siyse gayben inanılacak ve ancak imandan dolayı
bilinebilecek bir ko-nudur.
İşte bundan dolayıdır ki Rabbimiz şehadetin konusu olanı,
yani gözle görülebilenin konusu olanını öne almış, gaybın
konusunu da daha sonraya bırakmıştır. Eğer Rabbimiz gaybın
konusu olan Ade-m’in
yaratılışını önceden gündeme getirseydi, insanların itirazları yükselebilirdi.
İnsanların gayb konusunda imanlarının pekişmesinden
sonra bu konunun gündeme geldiğini görüyoruz.
Bundan
dolayıdır ki Darvin gibilerinin teorilerini Kur’an’dan
belli bir yoğunluk kazandırdıktan sonra gündeme getirmemiz gerektiğine
inanıyorum. Yani karşımızdakine Kur’an’dan belli bir
bölüm anlatmadan, Darvin’in saçmalıklarını tenkit edebilecek kadar belli bir
alt yapı hazırlamadan, belli bir yoğunluk kazandırmadan bu tür şeylerin
anlatılmasının tehlikeli olacağını söylemeye çalışıyorum. İlk zamanlar bu
yanlışı çok yaptık. Karşımızdaki henüz Kur’an’ı bilmiyordu
ki biz ona Darvin’i anlattık. Henüz Kur’an’ın
hakikatini bilmeyen, Kur’an’la başka şeyleri yargılayacak
bir konumda değilken biz ona Darvin’i anlattık. Henüz gaybî
bir meselede Allah ne demişse tamamdır! Allah böyle demişse tamamdır! demeyi
bilmeyen insanlara tut sen gaybî bir meselede bilgi
sun, inanmayacaktır adam buna. Nitekim inanmıyorlar, anlamıyorlar da. Bu
yanlışı çok yaptık. Gaybı bilmeyen bir adama gaybî konuları anlatmaya çalıştık. Halbuki Allah ilk inen Alak sûresinde insanı bir kan pıhtısından yarattık diye
önce şehadetin konusunu gündeme getiriyor, gaybın konusu olan topraktan yaratılışı daha sonraya
bırakıyor.
Onu, o suyu
bir istikrar makamında kılmadık mı? Belli bir döneme kadar onu ana rahminde biz
korumadık mı? Sıcaktan, soğuktan etkilenmeyecek sağlam ve emin bir karargahta
onu korumadık mı? Buna biz güç yetirmedik mi? Veya onu biz takdir etmedik mi?
Bu konuda hükmü biz vermedik mi? Biz ölçüp biçmedik mi? Buna göre ikisini
birleştirerek söylersek Rabbimiz ölçücüdür, güzel ölçmüş Allah. Hem insanın ana
karnında kaldığı ortamı güzel ölçmüş, hem orada kalış süresini, hem doğuş
özelliğini, hem vücudunun güzelliğini, hem gözün biçimini, iki gözle tek görmeyi,
hem kulakların özelliğini, hem ağzın burnun yerini, yani insanla alâkalı ne
varsa hepsini güzel ölçüp biçmiş Rabbimiz.
Rabbimiz
insanı hem beden hem de ruhtan ibaret kılmıştır. Yani insan ruhla bedenin
bileşkesidir. Materyalistlerin dediği gibi sadece şu beden, organizma insan değildir.
Ruh da insan değildir sade-ce. İnsan ruhla bedenin
münasebetinden meydana gelen eylemsel harekettir. İşte ruhla organizmanın
bileşkesi olan insan dediğimiz varlığın dengede olabilmesi için de Allah insana
bir düzen koymuştur ki buna uyması gerekir. Meselâ insan dua etmelidir. İnsanın
duasını elinden aldınız mı hiçbir şey değildir artık o.
Veya insan ibadet etmelidir,
kulluk yapmalıdır, namaz kılmalıdır, baba olmalıdır, ana olmalıdır, sevmelidir,
sevilmelidir, kazanmalıdır, harcamalıdır. Bunları elinden aldınız mı boşa
çıkıverir o insan. Hani insan emekliye ayrıldı mı ne yapacağını şaşırıverir de
onların va-kitlerinin boş geçtiğinin farkına varmamaları için onlara yeni yeni programlar hazırlıyorlar ve az da olsa durumu idare
ediyorlar ya. Oysa ne kadar haince bir şey
yapıyorlar. Yani adam sanki hareket eden bir arabayı iteklemekle görevli ve bu
işi kendisine iş edinmiş. Cinâyet bu! Zaten hareket eden bir arabayı
iteklettiriyorlar adama ve onu bununla meşgul etmeye çalışıyorlar. Veya sanki
camiler emeklilerin buluşup vakit geçirme yeri.
Adam oturuyor oraya, Kur’an okuyor güya ama okuduğu Kur’-an’ın ne dediğini
bildiği, anladığı da yok. Yani adamın hayatına program çizecek bir cami de yok,
onu yönlendirecek bir Kur’an da yok. İş-te âdet kabilinden gidiyor, geliyor, daha kutsal bir yer
diye özel camiler seçiyor. Gittiği caminin fonksiyonundan habersiz, okuduğu Kur’a-n’ın fonksiyonundan, kıldığı namazın fonksiyonundan habersiz
gidip geliyor işte.
Rabbimiz bu
bölümde de sizi şöyle şöyle yaratmadık mı? Sizi şöyle
şöyle yapmadık mı? buyurduktan sonra diyor ki, veyl olsun o yalancılara. Yani burada insanı, insanın yaratılışını
anlatıyor Rabbi-miz. İnsan, insanın varlığı, var edilişi,
fonksiyonu gibi insanla ilgili bilgiler sunuyor Rabbimiz. Yaratılışla, gözle,
kulakla, kalple, böbrekle, kafayla, düşünceyle ilgili insanın varlık sebebiyle
ilgili bilgilerdir ki, bunlar, kişi eğer bu konularda yalan söylerse, Allah ve
Resûlü’nün dediklerinin dışında, onların aksine bir yalan söylerse bu yalanlar
da kişiyi cehenneme götürecektir.
Evet
insanla alâkalı, insanın yaratılışı, uzuvları ve bu uzuvlarının fonksiyonuyla
ilgili kim ki Allah’a rağmen, Allah’ın buyruklarına rağmen farklı bir
değerlendirme yaparsa işte bu yalanların en büyüklerindendir. İnsanla ilgili
yalanlar. İnsanın yaratılışı ve varlık sebebiyle ilgili yalanlar. İnsan
maymundan gelmiştir şeklinde ilk yaratılışla ilgili yalanlar. Veya işte
yaratılışla ilgili yaratıcıyı diskalifiye ederek deniz kenarındaki sümüksü bir
varlık tekâmül ederek insanı oluşturmuştur şeklindeki yalanlar. Veya
yaratılıştan beklenenler konusundaki yalanlar. Yaratılışın gâyesiyle ilgili
yalanlar. Veya elin, ayağın, gözün, kulağın, aklın, beynin fonksiyonlarına
ilişkin yalanlar. Veya insanların birbirleriyle münasebetlerine ilişkin
yalanlar hepsi insanı cehenneme gö-türücü yalanlardır.
Veya
insanın tanımıyla ilgili, fonksiyonlarıyla ilgili Durkhaim,
Darvin, Marks gibilerinin fikirleri veya benzer
konularda değişik insanların fikirleri ve yalanları da bilelim ki insanı
cehenneme götürücü yalanlardır. Veya fikirleri bize saptırılmış olarak intikal
ettirilen Zerdüş-t’ün, Buda’nın,
Aristo’nun, Eflatunun insan hakkındaki, insanın yaratılışı, yaratılış gâyesi ve
varlık sebebi, fonksiyonları hakkındaki görüşleri, vahye mutabakat etmeyen
düşünceleri de insanı cehenneme götürücü cinsten yalanlardır. Bugün şu anda
okuduğunuz kitaplar bu sapık fikirli insanların sözleriyle doludur. Bunlar
ektikleri zehirlerle asırlarca insanları, toplumları zehirlemiş mahluklardır.
Böbrek
taşını bira döker diyen kişinin yalanı, veya gözünü vit-rin seyretmede kullanacaksın diyenin yalanı, ağzınla
dedikodu yapacaksın diyenin yalanı, omuzlarını hep hayatın yükü altında ezmede
kullanacaksın diyenin yalanı, iki günlük ömür için dört günlük rızık ha-zırlayacaksın diyenin yalanı, kafanı, beynini
toplumun sana ilka ettiği seçimden geçime ilgi
alanlarını öğrenmede kullanacaksın diyenin yalanı. Tüm bu konularda Allah bir
türlü söylüyor, insanlar başka bir türlü söylüyorlarsa bu yalandır ve insanı
cehenneme götürücü bir yalandır.
İnsanın
biyolojik yapısıyla ilgili yalanlar, insanın hukukuyla ilgili yalanlar,
anatomisiyle ilgili yalanlar, tıpla ilgili yalanlar, hattâ statikle il-gili yalanlar. Adam diyor ki, insan betonarme bir evde
oturmalıdır, ya-lan. Evde
şöyle bir salon olmalı, yalan, böyle bir tuvalet olmalı, yalan. Hattâ mutfakla
tuvalet arasına bir boru ekleyeceksin, bu sen olacaksın filan hepsi yalan. Veya
efendim işte insanın şu kadar karbonhidrata, şu kadar yağa, şu kadar proteine
ihtiyacı vardır, şunu da almalısın, bunu da tüketmelisin, yani ekmekle
doyuvermeyeceksin, biz ne yaparız o zaman? Kime satarız bu elimizdekileri? Ekmeği
çok az yemen lazım filan bunların hepsi yalandır.
Evet
insanla ilgili yalanlardır bunlar. Bundan sonra üçüncü bir yalan faktörü,
üçüncü bir yalan alanı daha görüyoruz, o da arzla ilgili, mekânla, çevreyle
ilgili yalanlardır. Toprakla, ağaçla, meyveyle, sebzeyle ilgili yalanlar. Veya
ayla, güneşle, yıldızlarla ilgili yalanlar. Bütün yersel, mekânsal yalanlar da
insanı cehenneme götürücü yalanlardır. Bakın bu hususu anlatmak üzere Rabbimiz
şöyle buyuruyor:
25-28. “Biz
yeryüzünü, dirilerin ve ölülerin toplantı yeri yapmadık mı? Orada yüksek yüksek dağlar meydana getirmedik mi? Ve size tatlı sular
içirmedik mi? Yalanlamış olanların vay o gün haline!”
Rabbimiz diyor ki, yeryüzünü bir
tokat, bir toplanma yeri yapmadık mı? Gerek ölüler ve gerek diriler için. Yeryüzü
için bir başka yerde “Mihâden” buyurulurken burada da “Kifâten” buyurulur. Yani zamm olunarak,
birbirine sıkıştırılarak, eklenerek toplanılacak yer demektir. Hani Ebu’l A’lâ El-Maarrî
şiîrinin birinde öyle diyordu: “Kabirler nice zıtlara kabir olmaktan gülerler.”
Yani bir ye-re bir ara insan,
bir ara hayvan, bir ara at, bir ara it, bir ara böcek, bir ara mü’min, bir ara kâfir, bir ara kadın, bir ara erkek gömülünce
mezar gülermiş. Evet yeryüzü işte böyle hem ölüler için hem de diriler için bir
kifâtâ, bir toplanma yeridir.
Rasûlullah efendimizin irtihalinden
sonra da yerin altı üstünden her zaman çeşit olarak zengin olmuştur. Yerin üstünde
ne varsa hepsinden, her çeşidinden yerin altında da vardır. Meselâ şu anda
yerin üstünde iki çocuklu kadın mı var? Orada da var. Zengin mi var? Orada da
var. Atlı, arabalı mı var? Orada da var. Zeki, dirâyetli mi var? Cengaver,
kahraman mı var? Orada da var. On yaşında, beş ya-şında, üç aylık, beş aylık mı var? Orada da var. Ama orada
peygamber var, yeryüzünde peygamber yok artık. Onun içindir ki Rasûlullah efendimizin vefatından sonra artık yerin altı
üstünden zengin olmuştur. Zaten arz orada dolaşan insanla süslüdür. İnsan
olmasa yeryüzünün de bir değeri yoktur. Yerin ziyneti olan insan orada gezip
dolaşıyor ve vakti saati gelince yer ağzını açıyor ve bir lokma veriyoruz ve
ağzını kapatıyor. Hani bir söz vardır:
“Talihindir
gezdiren yer yer seni,
Âkıbet bir
gün yer yer seni.”
Önce besliyor yeryüzü insanı,
sonra da acıktım diye ağzını açıyor ve oraya bir lokma konuyor. Birileri bir
daha geri dönmemek üzere mezara konuluyor. Hani bir çanağı, çömleği veya
herhangi bir şeyi kırınca, iki parçaya ayırınca bu
parçaların birbirleriyle uyumu ne kadar uyumlu değil mi? Bu iki parçayı
birbirine birleştirdiğiniz zaman ne kadar da düzgün birleşirler değil mi? Sadece
küçük bir çizgi kalır arada. Sanki insanın dünya sevgisi, mal mülk tutkusu da
ondan mıdır bilmem? Ondan yaratılan, ondan koparılan, ondan söküp çıkarılan in-san
da onunla beraberdir aslında. Yani insan dünyadan, yerden alınmıştır, mayası
ondan yoğrulmuştur. Onun içindir ki hep dünyayla, dünyalıklarla bütünleşmek
istiyor.
Sonra orada yüksek yüksek dağlar yerleştirmiştir Allah. Güzel güzel sular çıkarıp akıtmış buyurduktan sonra da veyl olsun o yalan söyleyenlere buyurmuştur.
İşte
anlıyoruz ki Rabbimizin bu bölümde anlattığı yerle, arzla, mekânla, çevreyle,
toprakla, ağaçla, meyveyle, sebzeyle, ayla, güneşle, yıldızlarla ilgili yalan
söyleyenler de cehenneme gidecektir. Ya-ni yersel, mekânsal yalanlar. Bunların yaratılışlarıyla
ilgili, fonksiyonlarıyla, varlık sebepleriyle ilgili yalanlar. Ne için yaratmış
Allah bunları? Efendim göz zevki için yaratmıştır, demlenmek için yaratılmıştır
bunlar, üzümü şarap için, arpayı bira için, yıldızları fal bakmak için gibi
yalanlar da insanları cehenneme götürücü yalanlardır. Allah bütün bunları ben
yarattım diye beyan ettiği halde bunların tesadüfen meydana geldiğini söyleyenler.
Allah ben bunları şunun için yarattım buyurduğu halde, sizin için lazım olan
her şeyi ben yarattım buyurduğu halde, sanki tüm bunlara Allah karışmıyormuş
gibi meselâ dağ benimdir, su benimdir, ev benim, bark benimdir diyenler yalan
söyleyenlerdir.
Buraya kadar Rabbimiz yalan
söyleme alanlarını anlattı. Yalanla ilgili başka ne kaldı zaten? Başka kalmadı
değil mi? Yalan ya zamanla ilgilidir, ya mekânla ilgilidir. Yani ya
şimdiki yaşadığımız zamanla ilgilidir, ya geçmişte yaşanan
alanla ilgilidir, ya da bu zamanlar içinde
yaşayanlarla ilgilidir. Başka ne kaldı geriye? Geriye kalanlar hepten herze
gibi geliyor zaten. Yani şeytanla, cinle ilgili, melekle, ve-ya arşla, kürsiyle ilgili, Rable,
rubûbiyetle ilgili yalanlar hepten yalan olur zaten.
Çünkü bunlara ilişkin yalanları da bunlara istinat ettiriyorlar. Yani adam ya insanı, ya yıldızı, ya ayı, ya güneşi İlâh kabul edince
İlâhla ilgili yalandan çok İlâh edindiği varlıkla ilgili yalan söylediğinden
dolayı o zaten boştur diyoruz.
İşte yalan alanları
bunlarmış demek. Zaman, mekân, alan, geçmiş zaman, tarih.
Bundan
sonra işte bu yalancılara diyor ki Rabbimiz:
29. “İnkârcılara
o gün şöyle denir: “Yalanlayıp durduğunuz şeye gidin.”
Haydin gidin! O yalanladığınız
şeye doğru! “İntalikû” Boşalın! Boşanın! Arzdan boşalın! Yalan saydığınız,
inkâr ettiğiniz, dalga geçtiğiniz azabı boylayın! denilecek.
“İntalikû” Arzdan boşanmak anlamına geliyor. Arz kendini
boşandırıyor böylece. İnşikak’ta öyle deniyordu:
Arz içindekileri atacak, karnında ne varsa
hepsini atacak. Ne var arzın karnında? Hani sizler bazı şeyleri gömüyorsunuz ya toprağın altına. Ne gömüyoruz? Ev, dükkan diye
emeklerimizi, alın terlerinizi gömüyorsunuz ya. Veya
yiyeceklerinizi, kalbinizde gömdüklerinizi, öğrenip de çoluk çocuğunuza,
çevrenize anlatmayarak sır küpü gibi kafanızda toprağa gömdüklerinizi her şeyi
dışarıya atıp arz tahliye olacak. Tıpkı hamile bir kadının karnındakini
dışarıya atması gibi yeryüzü de hamlini boşaltıp sinesindekilerin tümünü dışarıya
atacak.
30-34. “Gölge
yapmayan ve ateşten de korumayan cehennem dumanının üç kollu gölgesine gidin. O
gölgenin saçtığı her bir kıvılcım sanki birer sarı devedir, konak gibi de
büyüktür. Yalanlamış olanların o gün vay haline!”
Haydi yeryüzünden boşanın da
gidin o üç çatallı gölgeye ki, o gölge ne gölgelendirir ne de ateşten korur.
Muhakkak ki o saray gibi
kıvılcımlar atar. Sanki sarı sarı deve sürülerinin
zıplaması gibi süratlidir o kıvılcımlar. Sarı develer gibi.
Onlara
denilecek ki haydin “Zî selâsi şuab” bir gölgeye! Zî selâsi şuab, yani üç şube, üç
bölüm, sağdan, soldan ve üstten gelecek şekilde onları çepeçevre kuşatacak, her
yönden onları sarıverecek bir azap ifadesidir. Ama üç çatallı, üç bölümlü bir
gölge, bir azaptır ki, ne gölgeler ne de ateşten korur.
Bundan
kasıt daridir, zakkumdur, ğıslîndir
denmiş. Bu üçlüdür demişler. Veya Leheb’dir, Şerardır, duhandır demişler. Veya
kandır, irindir, dikendir demişler.
Onlar öyle
şerareler atarlar ki sanki kasır gibi. Bu kelime, kasır, kısar, kusur
şekillerinde de okunmuştur. Yani büyük ağaç gövdesi, ağaç kökü veya dağ gibi,
veya bina, köşk gibi, veya deve boynu gibi. En büyük anlamına gelen bir
sıfattır bu. En büyük şerareler atarmış o cehennem, o ateş, o gölge.
İfadesindeki “Cimâle”,
develer anlamınadır, böyle sarıya çalar develer. Sanki o cehennemin
kıvılcımları sarı sarı develer gibidir. Veya cimâle gemilerin hâlâtları anlamına gelir.
Yani
cehennem ateşinin boyutları anlatılıyor. Allah korusun sı-ğınabilecek,
kaçılabilecek bir yer de yok. Öyle kıvılcımlar ki saray gibi, dağlar gibi. Öyle
süratli ki zıplayıp giden sarı sarı develer gibi.
Allah korusun dayanılacak gibi filan değil.
35-37. “Bu,
onların konuşamayacakları gündür. Onlara izin de verilmez ki özür beyan
etsinler. Yalanlamış olanların o gün vay haline!”
Evet bugün onların artık
konuşmayacakları, konuşamayacakları bir gündür. Kendilerine izin verilmez ki
konuşup özür beyan etsinler. Ağızlarını açmalarına müsaade edilmez ki artık
dünyada işledikleri suçlar konusunda özür dileyebilsinler. Peki hiç mi konuşamayacaklar?
Hiçbir şey mi söyleyemeyecekler? O anlama mı bu ifade? Anlıyo-ruz ki böyle ciddiye alınacak, değerlendirilecek bir
konuşmadan yana olunmayacak onlar için. İtiraz edemeyecekler, özür beyan edemeyecekler.
38. “Bu,
sizleri ve öncekileri topladığımız hüküm günüdür.”
Bugün fasl
günüdür. Her şeyin fâsılalı fâsılalı gündeme
getirileceği, her şeyin tafsilatlı bir şekilde ele alınacağı ve de her şeyin hall ü fasl edileceği bir gündür
bugün. Hani daha önce peygamberler “Li yevmi’l fasl” gününe ertelenmiştir
denmişti ya, işte burada da bu konu açıklığa kavuşturulmuş
oluyor. Sizleri de öncekileri de o gün orada topluyoruz, buyuruyor Rabbimiz.
39-40. “Eğer bir düzeniniz varsa Bana kurun. Ya-lanlamış olanların o gün vay
haline!”
Evet ey kâfirler! Ey yalancılar!
Ey Allah düşmanları! Eğer elinizde bir düzeniniz, bir planınız, bir hileniz,
bir çareniz varsa haydin beni atlatın bakalım! Haydin beni diskalifiye edin de
bu azaptan kurtulun bakalım. Dünyada da yapıyordunuz bu işi. Dünyada da yalan sayıyordunuz
bu azabı. Haydin veyl olsun size cehenneme gidesiceler gidin cehenneme.
Ama beri
tarafta:
41. “Allah’a
karşı gelmekten sakınmış olanlar, elbette gölgeliklerde ve pınar
başlarındadırlar.”
Muttakiler var ya, Allah’ın koruması altına girenler, Allah’la yol
bulanlar, yollarını Allah’a sorarak bulanlar, hayatlarını Allah için yaşayanlar,
Allah’ın istediği ve belirlediği biçimde yaşayanlar var ya,
işte onlar da pınar başlarında ve gölgeliklerdedirler. Tam önceki yalancıların
mukabili olarak bunlar da gölgeliklerdedirler. Dikkat ederseniz on-larda da gölge var ama üç boyutlu, üç çengelli bir gölge,
insanı ne gölgelendiren ne de ateşten koruyan bir gölge. Muttakilerse onlardan
tamamen farklı olarak gerçek gölgelerin altındadırlar. Onlarda kan, irin
varken, bunlar ise pınarlardan faydalanmaktadırlar.
42.
“Canlarının istediği meyveler arasındadırlar.”
Sonra canlarının çektiği türden
her çeşit meyveler, her istedikleri tatta, istedikleri renkte, istedikleri
büyüklükte ve olgunlukta meyveler vardır onlar için. Onlara denilecek ki:
43-44.
“Onlara denir ki: “İşlediklerinize karşılık afiyetle yiyiniz, içiniz. Biz iyi
davrananlara işte böyle karşılık veririz. O gün yalanlamış olanların vay
haline.”
Yiyin, için afiyet olsun! Bütün
bunlar yaptığınız, dünyada işlediğiniz amellere karşılıktır! Unutmayalım ki
cennet amellerimizin karşılığı olarak bize sunulan bir âkıbettir. Bakın ne hoş
bir ifade değil mi? Buyurun! Yiyin, için! Bunu siz kendiniz, kendi
amellerinizle kazandınız! Başa kakmıyor Rabbimiz. “Hadi, hadi hiçbir şey
yapmadan geldiniz! Dünyada yatıp yatıp geldiniz ama
bunu size ben veriyorum!” de-miyor. Başa kakıcılık, minnet altına sokuculuk yapmıyor Rabbimiz.
Biz muhsinleri, yani dünyada beni görürcesine kulluk
yapanları, benim huzurumda, benim kontrolümde olduklarını hiç unutmayan ve
yaptıklarını bana lâyık yapmaya çalışan kullarımı işte böylece mükafatlandırırım,
diyor Rabbimiz.
Lâkin hal
böyleyken beri taraftaki mükezzibîne veyl olsun. Bu-nu yalanlara veyl olsun o gün.
Bu sefer
tıpkı yukarıdakiler gibi bir yalan modelinden söz ediliyor bakın burada. Bu
yalanın da şu anlama geldiğini düşünüyoruz:
Takvalı
oluş budur diye Allah’ın kitabında tarif ettiği takva modelinin dışında bir
takva tarif ederse kişi, yani Allah’a rağmen, Allah’ın kitabındaki beyanlarına
ve Resûlü’nün sünnetindeki açıklamalarına rağmen kendi kendine bir takva modeli
tarif etmeye kalkışırsa, işte bu yalandır ama yalanların en kötüsü olarak
insanı cehenneme götürücü bir yalandır.
İşte şunlar
şunlar cennete gidecektir, şunlar şunlar
kesin cennetliktir gibi Allah’ın beyan buyurduğu takvalıların dışındaki
insanları, veya Yahudileri, Hıristiyanları cennete postalama gayreti içine
girerse kişi, yani yalan söylerse bu konuda, işte bu yalan da kişiyi cehenneme
götürücü bir yalandır, ve veyl olsun bu yalancılara,
diyor Rabbi-miz. “Efendim Allah bunları, Allah
bizleri koymayacak ta cennetine sı-ğırları mı
koyacak?” diyen kişinin yalanı da böyledir Allah korusun.
Bunu bir de
şöyle anlamaya çalışıyoruz: “Eğer cennete gidecek bunlarsa, bu yalancılarsa o
zaman veyl olsun bunlara!” diye bir istihza konusu
yapılıyor bu yalancılar.
46-47. “Ey
İnkârcılar! Yiyiniz, biraz zevkleniniz bakalım, doğrusu sizler suçlularsınız. O
gün yalanlamış olanların vay haline!”
Yiyin, için! Haydi biraz dünyada faydalanın
bakalım! Siz mücrimler, siz suçlular, siz günahkarlarsınız! Siz vebal yüklülersiniz!
Haydi biraz eğlenin, biraz zevklenin, biraz demlenin bakalım. Fakat unutmayın
ki bu cürüm ehlinin sonu veyldir. Çünkü:
48-49.“Onlara
“Rüku edin” denildiğinde rükua varmazlar. O gün yalanlamış olanların vay haline!”
Onlara bel
bükün! Boyun eğin! Allah’ı dinleyin! Allah karşısında ukalalık etmeyin! Allah
karşısında bilgi iddiasına kalkmayın! Allah karşısında güç iddiasında bulunmayın!
Hayatınızda Allah’ı diskalifiye etmeye kalkmayın! Rabbinize teslim olun!
Rabbinizin Kitabına kulak verin! Allah’ın istediği gibi yaşayın! Yani rüku
edin! Allah’ın emirlerine, Allah’ın yasalarına kayıtsız kalmayın! Allah’a kafa
tutmayın! denildiğinde buna hiç de yanaşmıyorlardı. Hayatınıza Allah’ın
istediği gibi program yapın denilince buna hiç de razı olmuyorlardı. Veyl olsun o alçaklara, veyl
olsun!
Buraya
kadar anlatılan 49 âyette gördük ki Rabbimiz yemin üstüne yeminlerle, tekrar tekrar yeminle söze başlayarak buyurdu ki: “Kullarım!
İnsanlar! Aklınızı başınıza alın! Ve beni iyi dinleyin! Size karşı son derece
Raûf ve Rahîm olan ben sizi uyarıyorum! Unutmayın ki bir gün mutlaka ölecek ve
yeniden dirileceksiniz! İşte bunun birkaç görüntüsü: Dağlar, arz, sema, ay,
yıldızlar, cinler, melekler ve peygamberler randevulaşmış, kararlaştırılmış
belli bir gün için toplanacaklar. Ben size o günün özelliklerini anlattım. O
gün helâk olacakları, kahrolacakları ve kurtuluşa erecekleri tek tek anlattım. Helâk olacakların yalancılar olduğunu ısrarla
beyan ettim. Sonra cehenneme ve cennete gideceklerin özelliklerini de anlattım.
Peki şimdi söyleyin bana:
50. “Kur’an’dan başka hangi söze inanacaklar?”
Peki bütün bu anlatılanlar, bütün
bu uyarılar, sizin imanınız için yetmeyecek de, sizin akıllarınızı başınıza devşirmenize
yetmeyecek de daha başka ne arıyorsunuz siz? Daha başka ne bekliyorsu-nuz? Bütün bunlardan sonra hangi söze inanacaksınız siz? Ne
istiyor-sunuz? Ne bekliyorsunuz? Sizi anlattık.
Yaratılışınızı, tarihinizi, geçmişinizi geleceğinizi anlattık. Cenneti
cehennemi anlattık. Yalancıların âkıbetlerini, muttakilerin neticelerini
anlattık. Peki bütün bunlara inan-mayacaksınız da
neye inanacaksınız siz? Ne bekliyorsunuz? diyerek sûreye son veriyor Rabbimiz.
Allah bütün
bu anlatılanlar karşısında aklını başına alan kullarından eylesin.
Yalancılardan eylemesin. Rabbinin bunca uyarılarına karşı kayıtsız,
vurdumduymazlardan eylemesin. Vel hamdü
lillahi Rabbi’l âlemîn.