Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
½- Gözleri kör olan bir adam geldi diye yüzünü ekşitti ve arkasını çevirdi.
3- (Ey Rasûlüm!) ne bilirsin? Belki o temizlenecek.
4- Veya nasihati dinleyip ondan istifade edecek!
5/6- Fakat kendisini öğütten müstağni gören kimseye gelince, onu karşına alıyor (onu temizlemeye çalışıyor)sun!
7 - Onun içini temiz ve pak etmemesinden sana ne?
8- Ama koşarak sana gelen,
9 - (Allah'tan) korkan kimseyi ise
10 - Bırakıyor (ve başkalarıyla meşgul oluyorsun).
11- Hayır, (böyle yapmak doğru değildir). Çünkü Kur'anbir hatırlatmadır.
12- Bunun için, dileyen ondan öğüt alır.
13/14- O (Kur'an katında) sahifeler içindedir; çok şerefli yüce ve tertemiz!
15/16- Şanlı ve dürüst elçilerin elleri (ile de yazılmıştır.)
17- Kahrolası insan! O ne nankördür!
18- (Allah) onu hangi şeyden yarattı?
19- Elbette bir nutfeden, bir damla sudan Onu yarattı ve onu bir ölçüye göre yaptı.
20- Sonra ona yolu kolaylaştırdı.
21- Sonra onu Öldürüp, kabre koydu.
22- Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltecektir.
23- Hayır! (İnsan Allah'ın kendisine) buyurduğunu hiç te yerine getirmiş değildir.
24- O halde yiyeceğine baksın.
25- Biz sulan bol bol yağdırdık.
26- Sonra yeryüzünü iyiden iyiye yardık.
27- Orada daneler bitirdik:
28- Üzümler, yoncalar,
29- Zeytinler, hurmalar,
30- Sık bahçeler,
31- Meyveler, otlar;
32- (Bütün bunlar) sizin ve hayvanlarınızın faydası için (yaratılmıştır).
33- Fakat o kulakları yırtan haykırış geldiği zaman. [1]
(1-33) «Gözleri kör olan bir adam geldi diye...»Bu Ayetlerin Tefsiri
Mekke Dönemi'nde nazil olmuştur. 42 ayettir.
Bu sure aynı zamanda «Suretu Sahha» ve «Suretti Svfere» ismiyle de anılmaktadır. İsmini ilk kelimesinden almıştır. Birçok rivayetlerde bu sureye «Suret'ul-Â'mâ» denilmiştir. Mekke Dönemi'nde nazil olduğunda ittifak edilmiştir, Ayetleri Hicaz ve Küfe sayımına göre 42, Basrahlara göre 41'dir. Şamlılar ve Medinelile-rin ilk sayımına göre 45'dir. Kelimeleri 130, harfleri 533'tür.
Bu sure İbn Ummi Mektum Hakkında nazil olmuştur. Bu zat Hatice validemizin dayısının oğludur. Adı Amr bin Kays'tır. Bazıları Abdullah bin Amr olduğunu, bazıları da Abdullah bin Şureyh bin Malik bin Ebi Rebia olduğunu söylemişlerdir. Fakat birincisi daha kuvvetli ve daha meşhurdur. «Ümmü Mektum» onun annesinin künyesidir. Adı Atike binti Amir b. Mahzum'dur. Zemahşeri Keşşafta «Ümmü Mektum onun ninesidir» demiştir. Fakat bu yanlıştır. Bu zat iki gözden âmâ idi. önceleri görürdü. Sonradan kör olmuştur. Bazıları kör olarak dünyaya geldiğini söylerler. Bunun için annesi Ümmü Mektum lakabım almıştır. Bu zat Rasûl-ü Ekrem'e geldiğinde Peygamber'in yanında Rebia'nın oğullan Utbe ve Şeybe, Ebu Cehil, Abbas bin Abdulmuttalib, Ümeyye bin Halef, Velid bin Muğire gibi Kureyş'in ileri gelenleri vardı. Hz. Peygamber onlarla konuşuyor ve onları îslâm'a davet ediyordu, Eğer bu kişiler müslüman olurlarsa başkaları da müslüman olur timidindeydi. İbn Ümmi Mektum gelip: «Allahhn sana Öğrettiğini bana da öğret» dedi. Ve ısrarla hu isteğini tekrarladı. Rasûlullah'ın Kureyş'in ileri gelenleriyle meşgul olduğunu bilmiyordu. Hz. Pey-gamber onun konuşmasını kesmesinden hoşlanmadı. Yüzünü buruşturdu ve ondan yüz çevirdi. Bunun üzerine bu sure nazil oldu. Rasûl-Ü Ekrem onu her gördüğünde kendisine ikramda bulunur; «Hakkında Rabbimin beni kınadığı kişiye merhaba» der ve «İhtiyacın var mıdır?» diye sorardı. Rasûl-ü Ekrem onu iki kez Medine'de yerine vekil bırakmıştır. İbn Abdilberr'in rivayetine göre üç defa imam olmuştur. Sonra Rasûl-ü Ekrem Ebu Lubabe'yi yerine vekil bırakmıştır. îbn Ümmü Mektum ilk muhacirlerdendir. Hz. Peygamber'den önce hicret ederek Medine'ye gelmiştir. Kurtubi* nin «O, Medinelidir. Kureyş ileri gelenleriyle bir araya gelmemiştir» şeklindeki iddiası ise bir yanılgıdır. Çünkü o, Mekkelidir ve hadise Mekke Dönemi'nde cereyan etmiştir.
Bazıları «Bu zat şehit olarak Kadisiyye Savaşı'nda, Medâin'in fethedildiği günde, Hz. Ömer zamanında ölmüştür» demişlerdir. Enes onu, sırtında bir gömlek, elinde de siyah bir bayrak tutarken görmüştü.
Bazıları da «Kadisiyye Savaşı'ndan sonra Medine'ye döndü. Orada vefat etti» demişlerdir.
«Abese» ve onu takip eden fiillerin zamiri Rasûlullah'a raci-dir. Gaib zamir olarak getirilmesinin nedeni Rasûlullah'ı tazim etmek içindir.
3. ayetteki hitapta da ürkütmekten sonra ünsiyet vardır. Yüz çevirmekten sonra yönelmek bahis konusudur. «Abese» ve «Te-vella» fiillerinin zamirleri gaib olarak Rasûlullah'a gönderilmiş ve sonra ona Ünsiyet göstermek için muhatap zamiri getirilmiştir.
İbn Ümmi Mektum'un yerine «âmâ» tabirinin kullanılması, şahsın bu fiili mazeretinden dolayı işlemiş olduğunu ifade eder.
Rasûl-Ü Ekrem, İbn Ümmi Mektum'a karşı yüzünü ekşitti ve yüzünü ondan çevirdi; çünkü onu elinden tutup getiren kişiye onu konuşmaktan menetmesini işaret etmişti. Onu getiren kişi konuşmasına engel olmaya kalkışınca İbn Mektum onu iteledi, ille de Rasûlullah'ın kendisiyle konuşmasını ve kendisine dini öğretmesini istedi.
İşte bu harekette, Hz. Peygamber'i üzen bir çeşit cefa vardı. Buna rağmen Cenab-ı Hak, îbn Ümmi Mektum hakkında Rasûlul-lah'a bu ayetleri indirdi. Hülasa Cenab-ı Hak burada Peygamberine hitap ederek, o âmânın zayıflığı ve fakirliği nedeniyle kendisiyle konuşmamanın, ondan yüz çevirmenin doğru olmadığını belirtmektedir. Çünkü o kalbi diri ve zeki bir kimsedir. Hikmeti dinlediğinde ezberler, onunla günahların zulmetlerinden, kirlerinden temizlenir. Kuvvetli ve zengin Kureyş ileri gelenlerinin çoğu ise inkarcıdırlar, ahmaktırlar. Allah'ı inkâr ederler. Onlara yönelmek dahi uygun değildir. Onların imana gelmesiyle başkasının da imana geleceği fikriyle onlarla sohbet uygun değildir. Çünkü insanoğlunun kuvveti kalbinin diriliğinde, hatta başeğmesindedir. Delil ortaya çıkınca bu delile itaattir. Mal, neseb, asabiyet, askerler, yardımcılar, saltanat, bunların hepsi ariyettir, insana muvakkaten verilmişlerdir. İnsan bir gün onlan bırakıp gider. Sanki Cenab-ı Hak bu ayette «Ey peygamber, eğer yönelmek istersen akıllı ve zeki, kalbi tertemiz olana yönel. Sakın mertebe sahibi, kuvvet sahibi, yüce makam sahiplerine sırf bu geçici sıfatlarından ötürü yönelme» demektir.
Bu ayette Cenab-ı Hak Ümmeti Muhammed'e edeb dersi veriyor. Bu edeb dersinden edeblenmiş olsaydılar, insanların en doğru yolda olanları olurlardı. Allah onlan hidayetlerinde daim etsin.
Bazı müfessirler üçüncü ayetteki «Leallehu»n\m sonundaki zamirin kâfire raci olduğunu söylemiştir. Yani sen istiyorsun ki o İslâm ile temizlensin veya o vazu nasihat alsın ve bu onu hakkı kabul etmeye götürsün. Ama senin isteğinin olacağını kim sana bildirmiştir?
Altıncı ayetteki «Tesadda» fiili kulak verirsin, dinlersin demektir. Eğer bu kâfir iman etmez, hidayete gelmezse senin bir taksiratın bahis konusu değildir. Senin tek vazifen hakkı tebliğ etmektir.
Onuncu ayetin sonunda gelen «Telehha» kelimesi yüz çevirmek, onu bırakıp başkasıyla meşgul olmak demektir. Yani onu bir nevi uyutmak demektir.
11. ayetin başındaki «Kella» red harfidir. Durum senin bu iki gruba karşı yaptığın gibi değildir. Yani bundan sonra böyle bir harekette bulunma, zengine yönelip fakir müminden yüz çevirme. Rasûl-ü Ekrem'den bu hususta sadır olan fiil, daha uygun olanı terketmektir. Kuşeyri, «bu ayetin «küçük bir günahın sadır olduğu» şeklinde yorumlanması ihtimalden uzak değildim diyor.
11. ayetteki «İnneha» kelimesinin sonundaki zamir ya tefsirini yapmakta olduğumuz bu sureye veya Kur'an ayetlerine racidir. Yani bu sure veya Kur'an ayetleri Öğüttür. Halk için yol göstericidirler. Dileyen Kur'an'la öğüt alır.
îbn Abbas'a göre «Dileyen onu zikreder» ifadesinden maksat, Allah kime ilham ederse o zikreder demektir!
Bazıları «Bu mükerrem olan sahifelerden peygamberlerin sa-hifeleri, kitapları kastedilmiştir» diyorlar. Delil olarak da «Kesinlikle bu öncekilerin sahifelerinde vardı. İbrahim ve Musa'nın sahi-felerinde...» ayetini göstermişlerdir.
«Merfuatin» Allah katında kıymeti yücedir, veya zikri ve kıymeti yücedir, demektir. Bazıları da şüphe ve tenakuzlardan yücedir, demişlerdir. Yani içinde şüphe ve tenakuz yoktur.
«Mutakhareten» kelimesinden maksat, her türlü kirlerden temiz olmaktır. Veya Cenab-ı Hak onu kâfirlerin oynamasından korumuştur. «Müşrikler üzerine nazil olmaktan temizdir» şeklindeki yorum Hasan Basri'den gelmiştir.
«Sefere», Allah ile peygamberler arasında elçilik yapan melek-lerdir. Onlar aynı zamanda temizdirler, herhangi bir günah ile kirlenmemişlerdir. Ebu Salih'in îbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre bunlar ketebe (yazma) melekleridir.
Mücahid de Îbn Abbas gibi söylemiştir. Yani bunlar defterlere kulların amellerini yazan kiramen kâtibin melekleridirler. Sefere çoğuldur, tekili ise safirdir. Kitab'a sifir, kâtibe de safir denip; çünkü kitap bir şeyi açıklıyor, izah ediyor. Bu madde de aynı mânâyı taşımaktadır. Bundan dolayı meleklere böyle isim verilmiştir.
Îbn Abbas, Vehb bin Münebbih'ten şöyle rivayet ediyor: «Bu şerefli ve doğru olan seferlerden maksat Rasûlullah'm ashabıdır» Yani o kitap onlara verilmiştir.
Îbn'ul-Arabi «Allah Rasûlü'nün Ashabı bu vasıflara sahiptirler. Fakat burada onlar kastedilmektedir. Bu lâfız özel olarak me-lekler için kullanılır» demektedir.
Sahih'de Aişe validemizden şu hadis nakledilmiştir: Hz. Peygamber «O kimse ki Kur'an'ı koruduğu halde Kur'an okuyor, O, keremli ve doğru elçilerle beraberdir. Kur'an'% okuyup tetkik eden ve kendisine bu iş zor gelenlere gelince, onun iki ecri vardır».
«Kiram» dan maksat Allah katında kerim olmaktır. Veya bununla maksat günahlardan uzak olmaktır. Onlar günahı işleyecek derekeye girmezler. (Hasan Basri).
Dahhak ve îbn Abbas da «Kiram» kelimesine şu yorumu ge-tirmişlerdir: «İnsanoğlu eşiyle başbaşa kaldığında veyahut büyük tahareti bozmaya gittiğinde onunla beraber durmaktan kaçarlar». Bazıları «Onlar başkasının yararını kendi yararlarına tercih edenlerdir» demiştir.
«Berâre» kelimesi bârr'm çoğuludur. Doğruluk ehli, doğru söyleyenler demektir. Aynı zamanda bu kelime itaat etmek mânâsına da gelir: Bunlar beraredirler, yani Allah'a itaat ederler, amellerinde Allah içi doğrudurlar.
17. ayetin başındaki «Kutile» fiili lanetlendi veya azap geldi mânâsını ifade eder. Aynı ayetteki «İnşamdan maksat kâfirdir. A'meş Mücahid'den şöyle rivayet ediyor: «Kur'an'da «Kutile'Hn-san» tabiri nerede gelirse gelsin, insandan kâfir olanlar kastedilmektedir». Dahhak, îbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: Bu ayet Utbe bin Ebi Bebia hakkında nazil oldu. Bu kişi daha önce iman etmişti. Necm Suresi geldiğinde dininden döndü: «Ben bütün Kur', an'a iman ettim; fakat Necm Suresi'ne iman etmem» dedi. İşte o zaman Cenab-ı Hak bu ayeti onun aleyhinde indirdi. Yani Utbe, Kur'an'ı inkâr ettiğinden dolayı lanetledi. Aynı zamanda Rasûl-ü Ekrem de Utbe'nin aleyhinde bedduada bulunarak şöyle buyurdu: «Yarabbi, onun üzerine gadire köpeğini musallat kıl».
Bazı hadis metinlerinde «Yarabbi, ona bir köpeğini musallat kıl id onu yesin» şeklinde dua ettiği belirtilmiştir.
O bu hadiseden sonra ticaret maksadıyla Şam'a gitti. Gadire' ye vardıklarında Rasûlullah'ın bedduasını hatırladı ve yanındakilere: «Eğer ben diri olarak sabahlarsam size bin dinar vereceğim» dedi. Onlar onu aralarına alıp etrafını çevirdiler. Onlar bu haldeyken bir aslan onlara doğru kükreyerek geldi. Utbe'ye yaklaştı, üzerine sıçradı. Onu paramparça etti.
Babası bu haberi işitince onun matemini tutarak ağladı ve şöyle dedi:
«Muhammed ne söylemişse, o mutlaka olacaktır»
«Nutfen&en maksat ruhsuz, kıymetsiz bir su damlası demek-tir. Yani Allah o insanı bir nutfeden (meniden) yaratmıştır. Niçin insan nefsi hakkında yanılıyor, gururlanıyor? Oysa kendisi basit bir su damlasından yaratılmıştır?
19. ayetin sonundaki «Kadderehu» fiili annesinin karnında onu takdir etti demektir. Yani ellerini, ayaklarını, gözlerini ve diğer azalarını yaratmıştır. Güzel midir, çirkin midir? Kısa mıdır, uzun mudur? Şaki midir, said midir? Cenab-ı Hak hepsini ana rahminde yaratmıştır.
«Sonra ona yolu kolaylaştırdı» ifadesini îbn Abbas, Katade, Süddi, Ata ve Mukatil, «Annesinin karnından çıkması için yolu kendisine kolaylaştırdı» şeklinde yorumlamışlardır.
Mücahid «Hayr ve şer yolunu ona kolaylaştırdı. Yani açıkladı» demiş ve delil olarak «Biz onu yola hidayet ettik», ayetini göstermiştir.
Ebu Salih'in îbn Abbbas'tan rivayet ettiğine göre «Ona şekavet ve saadet yolunu kolaylaştırdı». îbn Zeyd, «İslâm yolu» diye yorumlamıştır. Ebu Bekir bin Tahir, «Herkes niçin yaratılmış ise Allah onu ona muktedir kıldı» demiştir. Bunun delili de Hz. Pey-gamber'in, «Amel edin, herkes niçin yaratılmış ise o hususta fco-layltklar görecektir» hadisidir.
«Sonra onu öldürdü, kabre koydu»; yani onun şerefini gözeterek ona cesedini kaybedecek bir kabir kıldı. Onu yeryüzüne atılıp kuşlara yem olmaktan kurtardı!
Ebu Ubeyde'ye göre «Onu kabre softtodan maksat, ona bir kabir kılınması ve kabre defnedilmesinin emredilmesidir.
23. ayetin tefsirinde Mücahid ve Katade «Hiçbir kimse kendisine emredileni yerine getiremez» demişlerdir. İbn Abbas'a göre Adem'in sulbünde iken insanlardan alman sözü hiçbir kimse hakkıyla yerine getiremez demektir. Bu ayetin başındaki «Kella» red harfidir. Yani durum kâfirin dediği gibi değildir. Çünkü kafir kendisine haşr haberi verildiğinde «Andolsun, eğer ben Rabbime dön-dürülsem de benim için O'nun katında güzeli vardır» demiştir. Çoğu zaman kâfir «Bana emredileni ben yerine getirdim» der. Cenab-ı Hak da «kella» ile «O hiçbir şey yerine getirmedi, hem Allah'a hem de peygamberine karşı gelip, nankörlük etti» demektedir.
«Lemma» kelimesinin sonundaki ikinci «Ma» kelâmın direğidir. Yani «Lem»in sonundaki «ma» takviye için eklenmiştir. Tıpkı «Febima Rahmetin minellah» ayetindeki «ma» gibidir. Yani te-kid için getirilen bir harftir ve zaiddir.
24. ayetten 32. ayete kadar ki bölüm Cenab-ı Hak'kın insanlar için kolaylaştırdığı rızkın bahsini kapsamaktadır. Yani insan bir baksın, Allah onun yiyeceğini nasıl yaratmıştır? Elbette bu bakma kalple, fikirle bakmadır. Cenab-ı Hak'kın hayatım idame ettirmekte rol oynayan yiyeceğini nasıl yaratmış olduğunu düşünsün. Maişet sebeplerini kendisi için nasıl hazırlamış olduğunu bir düşünsün. Bunları da ahiret için hazırlıklarda bulunmak kasdıyla yapmalıdır.
Hasan ve Mücahid ifadeyi «Taamın giriş ve çıkış noktalarına baksın» şeklinde yorumlamışlardır.
«Dökülen su»dan maksat yağmurlardır. 25. ayetin başındaki «Enna»nm aslı «Ennenasâır; yani harfi müşebbeh olan fiilden olan «Enna» ve zamir bir araya getirilmiştir. Ya da «Keyfe» mânâsına gelen «Enna»öır. Yani insanoğlu taamına baksın, biz suyu nasıl döktükçe dökmüşüzdür?
Ayet metnindeki «Habben» kelimesinden maksat, buğday, ar-> pa, dan ve biçilip dövülen, samanından ayrılan nesnelerdir. «Kod. ben» kelimesi ise yonca ve hayvanlara verilen yemlerdir. El-Kute-bi ve Salih «Mekkeliler yoncaya «kadb» derlerdi» demişlerdir. İbn Abbas «Kadben yaş hurmadır» demiştir. Çünkü o hurma ağaçlarından kesilir, toplanır. Ayrıca üzüm mânâsına gelen «İneb» kelimesi ondan önce zikredilmiştir.
Halil, «Kadb yaş yoncadır. Kuruduğu zaman ismi Kat olur» demiş ve devamla: «Kadb, ağaç dallarından biçilip meydana getirilen ok veya yay yapılan dallara denilir» diye eklemiştir. «Hadaik» kelimesi çoğuldur, «Bostanlar» manasınadır. Tekili «Hadika»öır.
Kelbi «İster hurma ister ağaç olsun, etrafı çevrili her şey ha-dikadır» diyor. Etrafı çevrilmeyen şey hadika sayılmaz.
«Gulben» kalın, pötürlü, sık ağaçlar için kullanılır. Arslan boynu dönmediğinden ve baktığında tamamen döndüğünden ötürü «el-Ağleb» ismini almıştır. Kişinin boynu kaim olduğu zaman kendisine ağleb denir.
«Fakihe» incir, elma gibi, insanların yediği meyvelerdir;
«Ebb» kelimesinden maksat hayvanların yediği bitkilerdir. İbn Abbas ve Hasan'a göre «Ebb yeryüzünün bitirdiği ve insanlar tarafından yenilmeyen bitkilerdir. İnsanlar tarafından yenilenler ise biçilip harman edilenlerdir». Bazıları «Hayvanların yediği bitkilere ebb denilmiştir. Çünkü bu kelimede dönüş mânâsı vardır. Hayvan da dönüp dolaşır, tekrar aynı yemleri yemeye gelir» demişlerdir.
Dahhak «Ebb'den maksat yeryüzünde biten her şeydir» demiş tir. Ebu Rezin «Bitki demektir» der. Bitki olduğuna dair İbn Ab-bas'ın «İnsanlar ve hayvanların yediklerinden yerin bitirdiği nesnelerdir» sözü buna delâlet eder. Yine İbn Abbas'tan ve İbn Ebi Talha'dan şöyle rivayet ediliyor: «Ebb'den maksat yaş meyvelerdir».
Dahhak, «Özellikle incir demektir» demiştir. İncir olduğuna dair îbn Abbas'tan da bir rivayet vardır. Kelbi, «Meyveler haricinde her bitkiye ebb denilir» diyor. Bazıları «Fakihe kelimesi yaş meyveler, ebb de kuru yemişlerdir» demiştir. İbrahim bin Tey-mi diyor ki: Ebubekir Sıddık'tan el-Fakihe ile el-El?b kelimelerinin mânâsı soruldu, Ebu Bekir «Allah'ın kitabı hakkında bilmediğimi söylersem acaba hangi gök bana gölge yapar, hangi yer sırtında beni kabul eder?» dedi.
Enes şöyle der: Hz. Ömer'den dinledim. Bu ayeti okuduktan .sonra «Biz bunu bildik, ama ebb ne demektir?» Bundan sonra asa-' sim aldı: «Allah'a yemin ederim benim ebb'in mânâsını bilmek için çabalamam tekellüftür. Ey Ömer'in annesinin oğlu! (Kendisini kastetmektedir) ebb'in ne olduğunu bilmemenin sana ne zararı vardır?» dedikten sonra şöyle devam etti: «Kur'an'm sizce bilinen kısımlarına tabi olun. Bilmediklerinizi, Allah katında hakikat ne ise o şekilde kabul edip geçin».
Hz. Ömer'in bu sözünü Muhammed Abduh, Amme cüzü tefsirinde nakleder: Bu rivayetleri dinlediğin zaman sakın, Hz. Ömer' in Kur'an'in mânâlarım araştırmayın, Kur'an'm çetin anlaşılan noktalarını vuzuha kavuşturmak için araştırma yapmayın demek istediğini düşünmeyin. Lakin Hz. Ömer şunu öğretmek istiyor: Senin boynunda, mümin olman hasebiyle, fark olan Kur'an mânâsının cümlesini anlamaktır. Bu ayetlerde senden istenilen ise şunlardır: Bileceksin ki Allah sana nefsinde, hayatının düzeltilmesinde çeşitli nimetlerle ikramda bulunmuştur. Onları hem sana hem de hayvanlarına gıda kılmıştır. Bunlar zikredilirken bir lâfız gelir ve mânâsı bilinmezse maksadın anlaşılmasından sonra her şeyini bırakıp bu mânânın anlaşılması için sağa-sola koşuşturması müminin ciddiyeti ile bağdaşmaz. Belki ciddiyet ve azimet ehline gereken, ibret almaları ve en büyük çabalarını o nimetlerin şükründe ve Allah için amel etmede harcamalarıdır, îşte sahabi-lerin durumu böyleydi. Bunlardan sonra bir nesil geldi. Bu nesil Kur'an'ın lâfızları üzerinde durdular, onu kendilerini her şeyden meşgul edecek bir uğraş haline getirdiler. Onlar kendilerini bu kelimeleri tasrif etmek, tevil etmek ve onları ihtimali olmayan mânâlara götürmek ile meşgul ettiler. Kalplerini fikirden ve zikirden hâli olarak bıraktılar. Azalarını salih amel ve şükürden atıl kıldılar. [2]
Abduh'un «Sahabiterden sonra bir nesil geldi» sözü herhalde tabiini ve etba'ut-tabiini değil onlardan sonra gelenleri kapsamaktadır. Aksi takdirde «Nesillerin en hayırlısı benim neslimdir. Sonra onları takibeden, sonra onları takip eden nesillerdir» hadisiyle bu fikir çatışır. Veya tabiin ve etba'ut-tabiin içinde bazı aşın giden kimseler, mânâyı tamamen ihmal ederek lâfızlarla uğraşanlar kastedilmektedir. Hakikati Allah daha iyi bilir.
Bu ayetlerde bahsedilenler ölülerin dirilmesine dair bir temsildir. Nasıl ziraat kuruduktan sonra, bitki halinde yeniden fideler çıkarsa ölüler de böylece çıkacaklardır!
33. ayetten 42. ayete kadar olan bölümde mahşerin durumu zikredilmektedir. Cenab-ı Hak daha önce maişetin durumunu, arkasından da mahşerin durumunu zikretti ki insanlar salih amellerle orası için hazırlık yapsınlar. Allah'ın hazinesinden gelen nzık-Ian infak etmek suretiyle hazırlıklı olsunlar.
«Sâhha» kelimesi bir sayhadır. Ondan ötürü Kıyamet kopar ve ikinci defa sura üfürülür. Kulakları sağır yapar. Kulaklar sade-ce diriltilmeleri için çağırılanları dinler olur; başka şeyleri dinlemez. Bazıları «Sâhfıa»mn dinlemek olduğunu söylemişlerdir.
Halil'in görüşüne göre «Sâhha» şiddetli düşüşünden Ötürü kulakları sağırlaştıran bir sayhadır. Kelimenin esas mânâsı şiddetle dövmek veya şiddetle itelemektir. [3]
34- O gün insan kaçar: kardeşinden,
35- Anasından, babasından,
36- Karısından, çocuklarından.
37- Onlardan her birinin kendini meşgul edecek bir derdi vardır.
38- 0 gün birtakım yüzler pırıl pırıl parlar.
39- Güler, sevinir.
40- Birtakım yüzler de tozlu, dumanlıdır.
41- Her tarafım karanlık kaplar.
42- Kâfir olan, günahı kazanan kimseler bunlardır. [4]
(34-42) <rO gün insan kaçar: kardeşinden...» Bu Ayetlerin Tefsin
«Sâhha» kişinin kardeşinden kaçtığı günde olur. Yani kişi kardeşine yardım etmekten, onunla konuşmaktan kaçar. Yani ons vakit bulamaz; çünkü nefsiyle meşguldür. Cenab-ı Hak «O gün onlardan her kişi için, bütün vaktini alacak bir durum- vardır» buyurmuştur. Yani, onu tamamen kapsar, başka bir işe bakmasına imkân vermez. Bazılarına göre, kişi kardeşinden «Benden bir hak isteyebilir» korkusundan kaçar. Çünkü dünyada aralarında hukuk vardır. Bazıları, içinde bulunduğu şiddetli azabı görmesin diye kaçar diyorlar. Bazıları da, kardeşinin hiçbir yaran olmayacağını bildiği için ondan kaçar, demişlerdir.
«Sahibet» kişinin nikâhı, hanımıdır. «Benihi» evlatlarıdır. Dah-hak, îbn Abbas'tan şöyle rivayet ediyor: «Kabil, kardeşi Habit'den kaçar. Hz. Peygamber, annesi Amine'den kaçar. Hz. İbrahim baba. sından kaçar, Hz. Nuh oğlundan kaçar. Hz. Lut hanımından kaçar. Hz. Adem oğullarının kötülüğünden kaçar».
Hasan Basri, «Kıyamet Günü'nde babasından ilk kaçan kişi Hz. İbrahim, oğlundan ilk kaçan Hz. Nuh'tur. Hanımından ilk kaçan da Hz. Lut'tur» demiştir. Hasan Basri devamla: «Onlar bu ayetin kendileri hakkında nazil olduğu kanaatinde idiler» demiştir.
Sahihi Müslim'de Hz. Aişe'den gelen bir hadiste Easûl-ü Ekrem şöyle buyurur: «Halk Kıyamet Günü'nde yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak haşre gelirler». Biz «Ey Allah'ın Rasûl-ü, erkek ve kadınların hepsi de öyle mi? Onlar birbirlerine bakmaz mı?» dedik. «Ey Aişe, emir o gün birbirlerine bakmalarından daha şiddetlidir (Yani dehşet vardır, bakma imkânı yoktur)» dedi. (Tir-mizi bu hadisi îbn Abbas'tan rivayet etmiştir).
37. ayetin sonundaki fiil kıraat alimlerinin çoğunca «Yuğnihı» tarzında okunmuştur. Bu durum onu başkasıyla meşgul olmaktan müstağni kılar; yani bütün vaktini alır! tbn Muhaysin ve Humeyd «Yuğnihi» yerine «Yağnihi» tarzında okumuşlardır. O takdirde «Bu durum kişiyi ilgilendirir» demek olur. El-Kutebi, «O durum kişiyi başkasının yaklaşmasından meneder» demiştir.
«Musfiretun» kelimesi pırıl pırıl parlıyor demektir. O gün yüzler kendileri için Allah katında bulunan zaferi, nimetleri bilirler ve pınl pırıl parlarlar. Bu yüzler müminlerin yüzleridir. Sevinçlerinden gülerler.
Ata el-Horosanî'ye göre, «Musfiretun'un mânâsı Allah yolunda çok uzun zaman toz ve toprak aldığından Kıyamet Günü'nde böyle olacak demektir». Ebu Nuaym da bunu zikretmiştir. Dahhak «Bu parıltı abdestin eserlerindendir». îbn Abbas ise «Gece iba-detindendir» demiştir. Çünkü hadiste «Kimin gece namazı çok Olursa yüzü gündüzleyin güzelleşir» denilmiştir.
«Gabare» den maksat gubar ve dumandır. «Terheku» fiili ise toplar, içerisine alır demektir. «Kataratun»daxı maksat tutulma ve siyahlıktır (İbn Abbas). bunun zillet ve şiddet mânâsına geldiğini de söylemiştir. Arapça'da «Katar» toz manasınadır. Tekili Kata-rat'tır. Ferazdak'm şiirinde bu kelime kullanılmıştır. Bir haberde, hayvanlar Kıyamet Günü'nde toprağa dönüştükten sonra o toprak kâfirlerin yüzüne serpilir, diye varid olmuştur. Zeyd bin Eşlem «Katara'dan maksat gökyüzüne yükselen, «Gabare»den maksat ise yere inen toz demektir» demiştir. Bunların ikisi de aynı mânâyı ifade eder. Fakat biri yüksek, diğeri de alçak manasıyla birlikte kullanılır. «Kefere» kelimesi kâfirin, «Fecere» de facirin çoğuludur. «Facir»den maksat Allah adına hükümler uyduran veya fa-sık kişidir. Zira «Fecere» yalan manasınadır. «Fecer» kelimesinin esas mânâsı meyletmektir. Facir de Allah'a isyana meyleden kimsedir.
Şeyh Muhammed Abduh tefsirinde, «Kefere'den maksat AU lah'a ve Allah katından peygamberin getirdiklerine iman etmeyen kişiler demektir. Fecere de Allah'ın hudutlarını aşanlardır. Dünya hayatlarında günahları toplayanlardır» der ve devamla şunu söyler: Cenab-ı Hak'km, Bazı yüzler o gün pırıl pınl parlar» diye başladığı ayetler Allattın o büyük hadiseyi getirdiği günde insanların halini açıklayan bir kelâmın başlangıcıdır. O, kainatın genel nizamındaki veya insanlığın hayatının nizamındaki inkılâp hadisesidir. İnsanlar başka bir yaradılışla yaratılırlar. Onlar o hayatta, birinci hayatta mubah olan her şeyi apaçık olarak görürler. Haklarında mücadele ettikleri şeyler onlara açıklanır. Şüphe ettikleri konular da kendileri için kesinlik kazanır. Bu dünya hayatında hakkın talibi olurlar. Delile bakan bir kimseyi ibret almaktan herhangi bir gaflet perdelemez. Hak kendisine söylendiğinde gurura kapılarak boynunu yükseltmez. Âdet onu haktan uzaklaştır' maz. Ulfiyet onunla hak arasına girmez. O kendi nefsi için, herhangi bir akideyi ancak sıhhat ve bedihi hükümlerden elde edilen mukaddimeler üzerine takrir ettikten sonra alır. O akidede falan kişinin reyi veya falan zamandaki bir görüş yoktur. Ancak orada Rasût-ü Kerim'in görüşü vardır. O Rasûl-ü Kerim ki onun masum olduğuna dair aklı selimin kabul ettiği birçok delil ve burhanlar vardır. O onları Zikri Hakim'le (Kur'an'la) desteklemektedir. Sonra o kişi nefsi akidesine uygun bir şekilde amel etmeye zorlar. O kişi nasıl hakka inanıyorsa hakla da amel etmiş olur. Durumu bu dünyada böyle olan bir kimse mahşer sayhası geldiği zaman, hû cablar kaldırıldığı, şüpheler giderildiği zaman ne ile mülaki olacaktır? Dünya hayatında yakın olarak bildiği şeyi bu sefer gözleriyle görür. Daha önce tanıdığına kalp huzuruyla yanaşır. Nefsi melufu olan bir şey sükûna kavuşur. Daima aradığı, kendisine vakıf olmak için delillerle başvurduğu, varolmazdan önce de ölümün pençesine düşüp gittiği şey zehir olur ve huzuruna getirilirse o zaman mahbuduyla karşılaşan bir âşikın sevinci gibi sevinir. Daimi bu şekilde arayan kimse mutlaka istediğine tesadüf edecektir. İki halde de yüzü pırıl pınl parlar, güler, sevinir ve müjdelenir.
Aklına kıymet vermeyen kimseye gelince, cehalete razı olur. Atalarından seleflerinden ve reislerinden aldıklan kendisini delillerden uzaklaştırır. Peygamberlerin .düşmanlarının yaptiklan gibi bâtılı takrir, fasidi terviç etmek için heva ve heveslerin tesirinde hileleri elde etmekte nefsini cedelle meşgul der. Daima gaib kimseterin heva ve isteklerine yardım etsinler diye sefihler kendisine başvurur. Sonra arzularına uyan, iddiasına muhalif düşen amellere tâbi olur. Din gayreti içinde bulunduğunu iddia eder. Amellerinden hiçbirinin, dinin takrir buyurduğu bir temele dayandığı görülmemiştir. Din fahiş hareketleri yasaklar ama o yapar. Din mesalihi ammeyi korumayı emreder ama o mesalihi ammeyi yıkar, Din mensuplarına, mallarınızı Allah yolunda, hayr yolunda sarfedin der, bu ise mallarını haşine yapmak için toplar ve onlardan bir şey sarf edecek olursa şer yolunda sarfeder. Din adaleti emreder, o zalimlerin en zalimidir. Din doğruluğu emreder, o ise yalan söy. ter ve yalancıları sever. Durumu böyle olan bir kimse, Cebbar'ın tecelli ettiği, perdelerin kaldırıldığı günde ne halde olur? Bu kişi her şeyi dünyada bildiğinin hilafına bulur. Bakar ki hak, inandu ğının gayrisidir. Batıl kendisinin güvendiği noktalardır. Kesinlikle anlar ki nefsi için hayr ameldir diye zannettiği şeyler zail olmuş* tur. Amellerinin arasında pisliğin dolaştığını görür. Bakıyor ki amellerinin arkadaşı mahrumiyettir. Beklediği serden ötürü nef. sini üzüntü kaplar. Eseri yüzünde görünür. Yüzünü toz kapsar. Çünkü o facir ve kâfirlerdendir» [5]
Burada şayanı dikkat birkaç noktayı izah edelim: Akide (inanç) kesin delile dayanmalıdır. Ayet ve sahih hadislerden alınmalıdır. Hiçbir şahsın ayetsiz ve hadissiz inanç hususundaki fikri kabul edilmez. Herhangi bir fikirde taassup derecesindeki bağnazlık kesinlikle merduttur. Peygamberlerden başka hiçbir kimse masum değildir. Müçtehidler içtihadlannda yanılmış olabilirler. Doğruya isabet ederlerse iki ecirleri vardır. İsabet etmezlerse bir ecirleri vardır. Kişinin ataları, eslafı, önderleri, eğer kitap ve sünnete bağlı iseler onlar hakkında hüsnü zan yapabilir. Onların fi. kirlerine bağlı- kalması, fikirleri İslâmî ölçülere uygun ise makbuldür, aksi takdirde merduttur. Görünen şudur ki, gerek Muhammed Abduh, gerekse talebeleri tenkid yaparken genel bir şekilde hedef tayin ediyorlar. Esasen buradaki makalesi cahiliyet dönemindeki anane ve geleneklerine bağlı olan kişiler için söylenmiştir. Fakat Öyle genel konuşuyor ki sanki İslâm'la müşerref olunduktan sonraki devreler de buna dahildir. Dikkat etmek gerekir. [6]
ABESE SURESİ'NÎN SONU
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/473.
[2] Abdul, Amme Cüzü, sh: 19
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/474-485.
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/486.
[5] Abduh, Amme Cüzü Tefsiri, sh: 20-21
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/486-491.