Kırkiki ayet olup, Mekkî'dir.[1]
''Yüzünü ekşitip çevirdi. Kendisine o a'mâ geldi diye..."
(Abese. 1-2).
Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele vardır:[2]
Ibn Ümmü Mektûm, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına
gelmişti. Ümmü Mektûm,
babasının annesi olup, esasen
kendi ismi ise, Abdullah Ibn Şureyh ibn Mâlik Ibn Rebîa
el-Fihrf dir. Âmir İbn Lueyy
oğullanndandir. Tam o sırada ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında, Rebfa'nın
iki oğlu Utbe ve Şeybe; Ebû Cehil ibn Hişânr Abbas Ibn Abdllmuttalib, Ümeyye
Ibn Haley ve Velld Ibnu'l-Muğîre gibi, Kureyş'in ileri gelenleri var idi. Hz.
Peygamber, bunları müslüman olmaları sayesinde başkalarının da müslüman
olacaklarını umarak, onları İslâm'a davet ediyordu. Tam o sırada İbn Ümmü
Mektûm, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Allah'ın sana öğrettiklerini bana da
öğret, bana da oku..." dedi. Bunu birkaç kez tekrarieymca, Hz. Peygamber
(s.a.s), İbn Ümmü Mektûm'un sözünü kesmesini hoş karşılamadı, yüzünü ekşitti ve
ondan çevirdi de, işte bunun üzerine bu ayeti kerimeler nazil oldu. Allah'ın
Resulü, artık bundan sonra, bu zatı hep taltif eder, gördüğü her yerde,
'Kendisi yüzünden Rabbimin beni kınadığı zata merhaba..." der ve ihtiyacı
olup olmadığını sorardı. Aynı zamanda Hz. Peygamber (s.a.s) bu zatı, kendisi
savaşa katıldığı sırada, iki kez Medine'de, yerine bırakmış ve (Medineliler de)
onun arkasında namaz kılmışlardı. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:[3]
Birinci Soru:
Ibn Ümmü Mektûm, aslında
tedibe ve azarlanmaya müstehak iken, daha niçin Allah, Resulünü, onun, İbn
Mektûm'u eğitip, yaptığı hareketin yanlış
olduğunu ihsas ettirmesinden dolayı kınamıştır? Biz
şu sebeplerden dolayı, bu zatın eğitilmeye müstehak olduğunu söylüyoruz:
1)
Bu zat, her ne kadar
gözlerini kaybetmiş olmasından dolayı oradakileri görmese bile, ne var ki, duyu
organlarının sağlam olmasından dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in o kafirlere
hitab ettiğini ve onların seslerini de duyuyordu. Orada konuşulanları duymuş
olmasından dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu işe ne denli ehemmiyet verdiğini
anlamış olmalıydı. Binâenaleyh, onun, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözünü kesmeye
yönelmesi ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in gayesi tamamlanmadan Önce, araya kendi
maksat ve talebini sokuşturması, Hz. Peygamber (s.a.s) için bir eziyyet
vermedir. Bu ise, büyük bir günahtır.
2) Daha mühim olan (el-ehemm),
daha az mühim olandan (el-mühimm) önce gelir. Bu zat, zaten müslüman olmuş,
dine dair ihtiyaç duyduğu şeyleri de öğrenmişti. Ama o kafirler ise, müslüman
olmamışlardı. Halbuki, onların müslüman olmaları, büyük bir topluluğun müslüman
olmasına sebep olacaktı. İbn Ümmi Mektûm'un araya, ufacık bir maksattan dolayı
bu sözü sokuşturması, bu büyük menfaatin elde edilmesine bir sebep gibi
menfaatin elde edilmemesine bir sebep gibi olmuştur ki, bu haramdır.
3)
Cenâb-ı Hak, "Evlerin
arkalarından sana seslenenlerin ekserisi bilmezler, cahildirler"(Hucurat,
a) buyurmuş, böylece bu kimseleri, vakitsiz olarak seslenmekten bile
nehyetmiştir. Binâenaleyh, kafirleri imanı kabul etmekten alıkoyan ve en mühim
bir esnada Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözünü kesen, inkıtaya uğratan bu sesleniş,
bir günah ve masiyet olmaya daha uygun ve daha elverişlidir. Böylece,
yaptığımız bu izahlar da, İbn Ümml Mektûm'un yaptığını bir günah ve bir
masiyyet; Hz. Peygamber (s.a.s)'in yaptığı şeyin ise gerekli ve lüzumlu olduğu
sabit olmuş olur. İşte tam bu esnada da, "Peki, daha niye Cenâb-ı Hak, Hz.
Peygamber (s.a.s)'i bu hareketinden dolayı kınamıştır?.." Sorusu
sorulabilir.
İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber
(s.a.s)'i, sırf yüzünü ekşittiği için kınadığına göre, bu, Cenâb-ı Hak
tarafından İbn Ümml Mektum için büyük bir saygı ve tazim olmuş olur.
Binâenaleyh, böyle olunca da, daha nasıl, bu tazimin yaanısıra ve de, insanı bu
tür vasıflarla anmanın onun durumu ağır biçimde tahkir etmeyi gerektireceğine
binaen, onu "a'mâ, kör" diye anmtştır?
Üçüncü Soru: Hz. Peygamber (s.a.s)'İn,
maslahat ve fayda kabul ettiği konularda, ashabına her türlü muamelede
bulunması hususunda, kendisine müsaade edilmiş olduğu her halükarda
anlaşılmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), çoğu kez, ashabını eğitiyor ve
onları pekçok şeyden men ediyordu. Nasıl böyle olmasın ki? Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s), onları eğitmek ve onlara en güzel davranış biçimlerini öğretmek için
gönderilmişti).. Durum böyle olunca da, bu yüzünü ekşitmesi işi, Cenâb-ı
Hakk'ın Hz. Peygamber (s.a.s)'e, ashabını eğitme işinde vermiş olduğu müsadeye
dahil olmluş olur. Ona bu hususta müsaade edildiğine göre, daha nasıl bu
hareketten dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) kınanmıştır. Binâenaleyh, işte bura ile
ilgili problemlerin tamamı bundan ibarettir.[4]
Bunlardan birinci soruya şu iki bakımdan cevap verebiliriz:
1) Durum, her ne kadar sizin
bahsettiğiniz gibi olsa dahi, ancak ne var ki, bu hadisenin dış görünümü,
zenginlerin, fakirlere ve fakirlerin kalblerinin kırılmasına yeğ görüldüğü ve
takdim edildiği zannını uyandırmaktadır. İşte bundan dolayı da, böyle bir
kınama olmuş olup, bu ifadenin bir benzeri de, "Akşam sabah Rablehne
ibadet eden kimseleri koğma..(En'âm, 52) ifadesidir.
2) Belki de bu
kınama işi, Hz. Peygamber (s.a.s)'den açıkça sudur eden bu hareketten dolayı
değil, tam aksine kalbinde bulunan düşünceye binaendir. Ki bu da, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in kalbinin, oradakilere yakınlığı, oradakilerin kıymeti, makamlarının
yüce olması yüzünden onlara meyletmesi, tabiatının, onun kör olması, yakınlığı
bulunmaması ve daha az kıymetli olması sebebiyle o körden nefret etmesidir.
İşte bu yüz çevirme işi, kalbteki bu tür sebeplerden ötürü olduğu için, bu
kınama, eğitmesine binaen değil, eğitmenin bu tür duygulardan ötürü olduğuna
binaen olmuştur.[5]
İkinci soruya da şu şekilde cevap verebiliriz: Cenâb-ı Hakk'tn bu zat
"kör" diye anması, onu küçümsemek için değil tam aksine şöyle demek
içindir: "O kör olduğu için, daha fazla şefkate ve acımaya müstehakdı..
Binâenaleyh, ey Muhammed, senin ona kaba davranman sana nasıl yakışır?"
Üçüncü soruya da şu şekilde cevap verilir: Hz. Muhammed (s.a.s)'e,
ashabını eğitme hususunda izin verilmişti. Ancak ne var ki burada, bu hareket,
zenginlerin fakirlere tercih edildiği zannını uyandırıp, bu da dünyanın dine
tercih edilmesi vehmini doğurunca, işte bundan ötürü böyle bir kınama varid
olmuştur.[6]
Peygamberlerden günahın sudur edebileceğini soyleyenler, bu ayete
tutunarak şöyle demektedirler: Allah Teâlâ'nın
Hz. Muhammed (s.a.s)'i, bu hareketinden
dolayı kınaması,
bu hareketin bir günah olduğuna delalet eder. Bu, uzak bir ihtimaldir.
Zira biz, biraz
Önce, yapılması
gerekenin bu hareket tarzı olduğunu beyan etmiştik. Ama, bu hareket
tarzı, tek bir şeye, yani
Hz. Peygamber (s.a.s)'tn zenginleri fakirlere tercih etmesi
vehmine göre değildir. Çünkü
bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in salabiyetine, sırtını
dayadığı güce nisbetle uygun
değildir. Durum böyle olunca da, Hz. Peygamber
( s.a.s)'in bu hareketi, ihtiyatlı olanı ve
en iyi davranışı (el-evlâ) yapmama şeklinde
olan bir hareket olmuş olur. Binâenaleyh bu
ise kesinlikle günah olmaz.[7]
Müfessirler, ayette "yüzünü ekşitti ve çevirdi" diye
bahsedilen zatın, Hz. Peygamber (s.a.s); "a'mâ, kör" diye
bahsedilen zatın da, Ibn
Ümml Mektûm olduğu hususunda ttifak etmişlerdir. kelimesi, mübalağa için
şeddeli olarak da okunmuştur ki, bunun bir benzeri de ile
'dır.
Ayetteki, "Geldi diye..." İfadesi, nahivcilerin "daha
yakını mı, daha uzağı mı amel ettirme" konusundaki ihtilaflarına göre,
ya ya
fiilleriyle mansubtur Buna göre mana, "Kendisini o a'mâ geldiği
için yüzünü ekşitti ve yi o geldi diye ondan yüzünü çevirdi" şeklinde
olur. ifâdesi iki hemzey okunduğu gibi, hemzeler arasına elif getirilmek
suretiyle de, şeklinde okunmuştur, kelimesi sonunda vakıf yapılmış, ile yeniden söze başlanmıştır ki buna göre
mana, "Ona a'mâ geldiği için mi şeklinde olur. Buna göre, buradaki hemze-i
istifham ile, istifham-ı inkâr kastedilmiştir.
Bil ki önce Resûlüllah (s.a.s)'den sadır olan o kusuru dile getirip,
sonra da ona hitab ile yönelmede, bu işin çok yadırgandığının delili vardır. Bu
tıpkı, bir kimsenin, suç işleyen birisi insanlara şikayet edip, sonra da bu
şikayetinde suçluyu korumak maksadıyla, ona birtakım azarlar ve delillerle
susturararak, ona yönelmeye benzer.[8]
"Sana ne bildirdi? Belki o temizlenecekti, yahut öğüt alacaktı ve
bu öğüt ona
fayda
verecekti"
(Abese.
3-4).
Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:
1)
Sana o âmânın halini, ne
bildirdi? Belki de o, senin telkinlerinle cehaletten ve günahtan annacaktı.
Yahut da yaptığın öğütten nasibini alacak, böylece öğüdün, ona fayda verecek ve
bu öğüt onun için bazı taatlar konusunda bir lütuf olacaktı. Velhasıl belki de
onun senden olacağı o bilgi, uygun olmayan bir kısım şeylerden, yani cehalet ve
günahdan onu temizleyecek, veya uygun olan bazı şeylerle, yani taatla meşgul
olmasını sağlayacaktı.
2) "Belki o"
ifadesindeki "o", kafirlere racidir. Buna göre mana, "Sen, o
kafiri İslâm'la temizlemeyi veya Öğüt almasını ve bu öğüdün onu hakka
yaklaştıracağını umdun. Fakat bu ümidinin mutlaka olacağını sana ne bildirdi?
şeklindedir.
Ötre ile fiiline atfedildiği düşünülerek, ikinci fiile,
şeklinde okunduğugibi, 'nin cevabı olarak, nasb ile şeklinde de okunmuştur. Bu
tıpkı, (Fatır- 37) ayetinde olduğu gibi olup, bunun izahı daha önce geçmişti.[9]
"Ama müstağni görene gelince..."
(Abese, 5).
Atâ, bu ifadeye, "Kendisini imandan müstağni görene
gelince.." manasını verirken, Kabî, "Allah'dan kendisini müstağni
görene gelince..." manasını vermiştir. Bunları da, isteğna, burada
"zengin olan" manasınadır" demişlerdir ki bu son mana, buraya
uygun değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), onların servet ve mallarından
ötürü onlara yönelmemiştir ki ona, "Zengin kılınana gelince sen ona
teveccüh ediyorsun" denilmiş olsun. Bir de Cenâb-ı Hak, daha sonra,
"Ama korkarak, sana koşarak gelene gelince... "(Abese.a-9)
buyurmuştur. Yoksa "korkarak" yerine "fakir, yoksul"
olarak" buyurmam ıştır. Ayetteki, "Ama müstağni görene"
ifadesine, "Malı sebebiyle kendini müstağni görene gelince..."
manasını verenin izahı geçerlidir. Çünkü mana, o kimsenin imandan ve Kur'ân'dan
malı yüzünden kendini müstağni sayması şeklindedir.[10]
"İşte sen onu karşına alıyorsun"
(Abese, 6).
Zeccâc "Sen ona yöneliyor, onu hedef seçiyor ve ona
meylediyorsun" manasını vermiştir. Nitekim Arapça'da birisi birisine
sataştığı zaman, denilir. Bu kelimenin aslı, "saded" kökünden olup,
fiilidir. "Saded" de, senin karşına çıkan, seni istikbâl eden şeydir.
Bunun izahını, Enfal, 35. ayette yaptık. Bu kelime, tâ'nın sad'a idgamı ile,
şeklinde de okunmuştur. Ebû Cafer de, tâ'nın dar.ımesiyle, "yüz
çeviriyorsun" manasında olmak üzere, şeklinde okumuştur. Buna göre mana,
"Seni ona yönelmeye sevkeden senin hırsın ve onun müslüman olması için
neredeyse kendini helak etmendir" şeklindedir.[11]
"Halbuki onun temizlenmemesinden sana ne..."
(Abese, 7).
Bu "İslâm'a davet ettiğin kimsenin, müslüman olmamasından dolayı sana
düşen bir sorumluluk yoktur. Çünkü senin vazifen, sadece tebliğdir."
demektir. Bu da, "Onlara olan düşkünlüğün, onları dine davetle meşgul
olman gerekçesiyle, seni müslüman olan kimseden yüz çevirmeye götürmesin"
demektir.[12]
"Ama korkan biri olduğu halde, sana koşarak gelen kimseye gelince,
sen
bırakır da
oyalanırsın"
(Abese, 8-10).
Buradaki, "koşarak" ifadesi, "hayrı elde etmek için
koşarak" demek olup, tıpkı, "Allah'ı zikretmeye koş un " (Cum'a,
9) ayetindeki gibidir.
Ayetteki,
"korkan biri" ifadesine de üç mana verilebilir:
1) Mükellefiyetlerini eda
etmeye ihtimam göstermemekden Allah'dan korkarak...
2) Sana gelmesinden dolayı,
kafirlerden ve onların eziyetlerinden korkarak...
3) Elinden tutup, kendisini
idare eden - götüren birisi olmadığı için, kör olduğu için, tökezleyip yüz üstü
düşmekten korkarak...
ifâdesindeki
kelimeyi, "oyalanıyorsun", "onunla İlgilenmiyorsun"
demek olup, ifâdesindendir. ve de aynı manayadar. Talha b. Masrif, bunu
şeklinde; Ebû Ca'fer, şeklinde okumuştur. Bu son kıraate göre, "Kureyş'in
ileri gelenlerin durumu seni oyaladı" manasında olur. Eğer ve ifadelerinde
birer ihtisas, birer hasr manası vardır" denilirse, biz deriz ki:
"Evet, buna göre mana, bu yüz çevirmeyi ve oyalamayı alabildiğine
yadırgayarak, "Özellikle senin gibilerin, zenginin zenginliğinden ötürü
ona iltifat etmesi; fakirden de, onun fakirliğinden dolayı yüz çevirmesi uygun
olmaz" şeklindedir.[13]
"Sakın. Çünkü o, bir öğüttür. Binâenaleyh dileyen ondan öğüt
alır"
(Abese, 11-12).
Ayetteki (sakın, hayır-hayır) ifadesi, kınanan kimseye ve onun bir daha
böylesi şeyi yeniden yapmaması hususunda, bir red, bir uyarıdır. Hasan el-Basrî
şöyle der: 'Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu ayetleri okurken, yüzünün
rengi öylesine kaçtı ve değişti ki adeta yüzü kül gibi oldu. Çünkü o, Cenâb-ı
Hakk'ın kendisi hakkındaki hükmünü beklemekteydi. Hak Teâlâ, "ketlâ"
(sakın), buyurunca, yüzündeki bu hal zail oldu. Çünkü bunun manası, "Artık
böyle bir iş yapma..." şeklindedir. Ayetteki bu ifadelerin, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in en uygun olanı yapmaması manasına geldiğini, yani bundan dolayı
olduğunu daha önce izah etmiştik.
Cenâb-ı Hak daha sonra, "O,
bir öğüttür" buyurmuştur. Burada şöyle iki soru sorulabilir:
Birinci Soru:
daki zamir müennes, 'daki zamir ise müzekkerdir. Halbuki bu iki
zamir de aynı şeye racidir. Binâenaleyh bunun izahı nasıldır?
Cevap: Bununla ilgili olarak şu
iki izah yapılabilir:
a) İlk zamirin müennes gelişi,
Mukâtil'in de belirttiği üzere, onunla, "Kur'ân'ın ayetleri" manası
kastedildiği içindir. Ketbî de bu zamirle, "Bu sûre" manasının
kastedildiğini söylemiştir. Ahfeş de bu görüştedir, ijS"i
"Ondan öğüt alır"
ifadesindeki zamir ise, "tezkire"ye (öğüde) racidir. Tezkire ise,
"zlkr" (va'z-u nasihat) manasındadır (dolayısıyla müzekkerdir).
b)
"Nazm" Kitabının
yazan da, "Müennes zamir ile de, Kur'ân kastedilmiştir. Halbuki
"Kur'ân" kelimesi müzekkerdir. Fakat Kur'ân'ı biz "tezkire"
(öğüt) kılınca, Allah bunu "tezkire" kelimesiyle isimlendirmiştir. (Dolayısıyla
müennes zamirle işaret etmiştir). Ama bu zamiri, (Müddesir, 54) ayetinde de
olduğu gibi, müzekker getirseydi yine caiz olurdu. Ayetteki ile, Kur'ân'ın kastedildiğinin delili ise,
peşisıra gelen ayetidir.[14]
İkinci Soru: Bu ayetin, kendinden
öncekilerle münasebet ve ilgisi nasıldır? Buna iki bakımdan cevap verebiliriz:
a) Sanki, "Sana
vahyettiğim, fakirlere nasıl davranılıp, onların nasıl önemseneceği ve ehl-İ
dünyaya iltifat edilmeyeceğini gösteren bu eğitim, meleklerin büyüklerinin
korumasına verilmiş olan, Levh-I Mahfuzda yazılıdır" denilmek istenmiştir.
b) Sanki, "Kur'ân,
ululukta bu büyük noktaya ulaştığına göre, kafirlerin onu kabul etmesine ne
ihtiyaç var. Binâenaleyh onlar onu ister kabul etsinler, ister etmesinler, bu
değişmez, aynıdır. Dolayısıyla onlara iltifat etme ve kalbini (aklını) onlarla
meşgul etme. Dünya erbabının kalbini hoşnut etmek için, iman etmiş kimselerden
sakın yüz çevirme" denilmek istenmiştir.[15]
"O, çok şerefli, kadri yüce ve tertemiz sahifelerdedir. Kıymetli,
sevgili ve takva sahibi katiblerin elleriyle (yazılmıştır)"
(Abese. 13-16).
Bil ki Allah Teâlâ, "tezkire" olan o Kur'ân'ı şu iki sıfatla
nitelemiştir:
a) "Dileyen ondan öğüt
alır" ifadesiyle... Bu, "Kur'ân apaçık bir tezkire (öğüt)tür. Ontar
bunu anlamak, bundan öğüt almak ve gereğircs amel etmek isterlerse, bunu
yapabilirler" demektir.
b) "Çok şerefli, kadri
yüce ve tertemiz sahif elerdedir" ifadesiyle... Bu, "O öğüt, çok
şerefli sahifelerde yer almıştır" demek olup, bununla Kur'ân'ın durumunun
yüceliği ve azameti kastedilmiştir ki bu, "O öğüt, sahifelerde
vardır" manasınadır. Buradaki "sahifeler" ile ilgili olarak şu
iki görüş ileri sürülebilir.
Birinci Görüş: Bu öğüt, Allah katında çok
kıymetli ve şerefli, yedi kat göğe kaldırılmış Levh-i Mahfuz'dan istinsah
edilmiş sahifelerdir; yahut da değeri yüksek, şeytanların ulaşmasından uzak
sahifelerdir; yahut da onlara sadece tertemiz olanların, yani meleklerin
dokunabilmeleri sebebiyle tertemiz sahifelerdir" demektir.
Hak Teâlâ daha sonra,
"Kıymetli sevgili ve takva sahibi katiblerin elleriyle
(yazılmıştır)" buyurur. Bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele var:[16]
Allah Teâlâ melekleri burada üç sıfatla tavsif edilmiştir:[17]
Birinci Sıfat: "sefere"dir.
Bununla ilgili olarak şu iki izah yapılır:
1)
İbn Abbas, Mücahid, Mukâti1
ve Katade'ye göre, bunlar, yazıcı (katib) meleklerdir. Zeccâc,
"sefere"nin, "yazıcılar" manasına geldiğini,
müfredinin olduğunu ve tıpkı kâtib
(cemi: ketebe (katibler) gibi olduğunu söylemiştir. Yazıcı melekler
"sefere" denilmiştir. Çünkü sefere, birşeyi tefsir eden, onu izah
edip, ortaya koyan demektir. Nitekim kadın yüzünü açtığında - ortaya
koyduğunda denilir.
2)
Ferrâ'nın tercihine göre, bu
"sefere" ile, Allah ile peygamberleri arasında, vahiy seferleri yapan
o melekler kastedilmiştir. Bunun da müfredi, yine "saflr"dir. Zira
Arapça'da, birisi bir toplumun arasını bulup, sulh yaptığında denilir. Buna
göre me'ekler, Allah'ın vahyini getirip, yerine ulaştırdıklarında, sanki Allah
ile o millet arasanı ıslah eden bir sefir (elçi) gibi olmuş olurlar. Nitekim
sair bir beytinde,
"Kavmim arasında sefaret (ıslah) işini bırakmadım ve
gezip dolaştığım zaman da, kin ve öfkeyle gezip dolaşmam" demiştir.
Bil ki "sefaret" masdarı da aslında, açmak manasına gelir.
Kâtibe de, yazarak, izah edip ortaya koyduğu için "safir"
denilmiştir. Sefir de (durumu) açtığı için sefr adını almıştır. Bu melekler de,
beyan, hidayet ve ilim konularında, Allah ile insanlar arasında birer vasıta
oldukları için bu adı almışlardır.[18]
İkinci Sıfat: "kiram'dır. Mukatit
buna, "Rableri nezdinde kerim, yani şerefli-kıymetlidirler" manasını
verirken, Ata, "Melekler; insanoğlu, hanımıyla cinsi münasebet yaparken,
yahut tuvalette iken, onun yanında durmaktan münezzehtirler" demiştir.[19]
Üçüncü Sıfat: "Berere'dir. Mukâtil
buna, "itaat edenler" manasını vermiş ve bunun, "bârr"ın
çoğulu olduğunu söylemiştir. Ferra da şöyle der: "Araplar tıpkı, kâfir
(cemi: kefere), fâcir (cemi: reçete) kelimelerinde olduğu gibi, müfredi "fail"
vezninde olan kelimelerin çoğulunda ancak, "fa'ale" veznini
kullanırlar."[20]
İkinci Görüş: Ayetteki
"sahifeler" ile, bazı peygamberlere verilen "suhuf'lar
kastedilmiştir. Bunun delili ise, "Şüphesiz bu, ilk suhuflarda da
var" (A'la, 18) ayetidir. Buna göre, "Kur'ân'ın bu tezkiresi, Önceki
peygamberlerin suhuflarında da mevcuttur" şeklinde olur.
"Sahifeler"in, böyle "suhuflar" manasında alınması halinde,
"sefere-klram ve berere" ile, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabı (vahiy
katibleri) kastedilmiş olur. Bu üç sıfatla, "kurra"nın kastedildiği
de söylenmiştir.[21]
Cenâb-ı Hakk'ın, "takva
sahibi katiblerin elleriyle
(yazılmış)" ifadesi, o sahifelerin
temizliğinin, ancak o yazıcı
meleklerin elleriyle meydana gelmiş olmasını gerektirir.
KaffaI bunu izah sadedinde
şöyle demektedir: "O sahifelere ancak tertemiz melekler
dokununca, ona dokunan
kimselerin temizliği sebebiyle temizleme işi, sahifelere
nisbet edilmiştir.[22]
"O, kahredilesi insan; ne nankördür o..."
(Abese, 17).
Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:[23]
Bil ki, Allah Teâlâ, bu sûreye, Kureyş'in ileri gelenlerinin
müslüman fakirlere üstün
tutulduğunu anlatan kıssa ile
başlayınca, mü'min kullarını bu durumdan teaccübte
bulunmaya çağırarak, sanki
şöyle denilmek istenmiştir: "İnsanoğlunun mebdei, necis bir nutfe, sonu,
dağılıp kokmuş bir cîfe (leş) olduğu ve o, bu iki nokta arasında ipi sırtında
bir hamal olduğuna göre, onun kendini beğenmesi ve kendini üstün görmesine ne
gerekçe, ne sebep var ki?!.." İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bunların hem
kendilerini beğenmelerine, hem de, inkarlarına ilaç olacak devadan
bahsetmiştir. Çünkü, insanın yaratılışı, hem, Yaratıcı'nın varlığına, hem de
öldükten sonra dirilme, haşr ve neşr fikrine istidlalde bulunulabilecek bir niteliktedir.[24]
Müfessirler, bu ayetin, Utbe İbn Ebî Leheb hakkında nazil
olduğunu söylemişlerdir.
Bazı kimseler de, buradaki ayette
geçen
insan sözü ile,
kendileri yüzünden Allah'ın
Resulünün İbn Ümmü Mektûm'u bırakıp da kendilerine
yöneldiği kimselerin
kastedildiğini söylemişlerdir. Diğer bir kısım alim de, "Hayır tam
aksine, ayetin ifadesiyle, zenginlik ve fakirlik sebebiyle
fakire üstünlük taslayan
her zenginin zemmedilmesi kastedilmiştir" demişlerdir ki, bunun
delilleri şunlardır:
1)
Allah Teâlâ bu kimseleri,
kendilerini üstün görmeleri yüzünden kınamıştır. Binâenaleyh, illetin
(gerekçenin) genel ve umumî olması sebebiyle, hükmün de genel ve umumî olması
gerekir.
2)
Cenâb-ı Hak, Kendisinin de,
"Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu... Sonra onu öldürüp kabre
soktu..."(Abese, 19.21) buyurduğu gibi, insanın, hem başlangıçtaki hem de neticedeki halinin hakirliği ve
zeliltiği sebebiyle bu kibirlenenlerin yolunu ve takip ettikleri yöntemi tasvib
etmemiştir. Binâenaleyh, bu men ve alıkoymanın umumî olması, hükmün de umumî
olmasını gerektirir.
3)
Lafız da muhtemelken, lafzı,
daha çok mana ve hüküm ifade eden başka bir manaya yormak gerekir. Binâenaleyh,
o lafzı bu anlama hamletmek gerekir.[25]
cümlesi bir beddua olup, bu, Arapların yapmış
olduğu en kötü
beddualardandır. Zira, ölüm, dünyadaki
belaların en zirvesidir."Ne nankördür!"
cümlesi de, bu insanın, alabildiğine bir nankörlük içinde bulunmasından dolayı
hayret ve
teaccüb ifade
eden bir ifadedir. O halde bu demektir ki, ifâdesi, onların,
ilahi ceza türlerinin en
büyüğüne müstehak olduklarına, ifâdesi de, o insanın
yaptığı bu hareketin, en
çirkin ve en yadırganacak bir hareket tarzı olduğuna dikkat
çekmektedir.
İmdi şayet, "Beddua, ancak aciz kimselerin işidir. Herşeye kadir
olan zata ise, bu nasıl uygun düşer? Teaccüb de, bir şeyin sebebini bilmeyen
bir kimsenin yapacağı bir iş olup, ona uygun düşer. Şu halde, her şeyi bilen
yüce Allah'a bu nasıl uygun düşer?" denilirse, buna şu şekilde cevap verebiliriz:
Bu, Arapça'nın üslubu üzere gelmiş olan bir ifade olup, bunun hakikati şudur:
Allah Teâlâ, böylece, bu ifade ile, onların, çirkin olan şeylerin en büyüğünü
işlemeleri sebebiyle ceza çeşitlerinin en büyüğüne müstehak olduklarını beyan
buyurmuştur.
Bil ki, her muhdes varlığın, başı, ortası ve akibeti olmak üzere, üç
mertebesi vardır. Ve Allah Teâlâ, insanın bu üç mertebesine de burada yer
vermiştir.
Birinci Mertebe: Bu, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onu hangi şeyden
yaraffı" (Abese, 18) ayetinin İfade ettiği husustur. Bu, bir
istifham olup, maksadı ise, o insanın, alabildiğine hakir olduğunu
belirtmektir.[26]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu soruyu"Bir damla sudan yarattı
onu..." (Abese, 19) ifadesiyle cevaplamıştır. "Nutfe"nin, hakir
(değersiz) mekîn (kör) olduğunda ise şüphe yoktur. Ki, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade
ile kastı, aslı bu denli hakir ve değersiz bir şey olan kimsenin, inkarda
bulunması ve büyüklük taslamasının ona yakışmayacağını belirtmektir.[27]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, ejÜîi "Onu biçimine koydu..."(Abese,
19)buyurmuştur ki, bu hususta da şu izahlar yapılabilir:
a) Ferrâ, "Allah onu,
önce nutfe, sonra 'alaka... halinde hilkatini tamamlayıncaya kadar çeşitti
evreler içinde biçimine koydu, erkek veya dişi, saîd (mutlu) veya şakî
(bedbaht) olarak yarattı..." demiştir.
b) zeccac
da,kelimesinin manasının, "Seni önce topraktan, sonra da nutfeden yaratıp da, en sonunda seni
bir halinde düzenleyeni mi inkar ettin?"(Kehf, 37) buyurduğu gibi,
"onu, düzgün bir biçime koydu..." şeklinde olduğunu söylemiştir.
c)
Bu kelimenin manasının,
"Allah, her uzvu ve her organı, kemiyet ve keyfiyet bakımından, menfaatine
ve maslahatına uygun bir oranda ve sayıda takdir etti.." şeklinde olması
da muhtemeldir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Her şeyi yarattı ve
iyice takdir etti..."(Furkan, 2) ayetidir.[28]
İkinci Mertebe: Yani, orta mertebe de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra
onun yolunu kolaylaştırdı..."(Abese,20) ayetinin beyan ettiği husustur. Bu
hususla ilgili İki mesele vardır:[29]
Bu ifadedeki kelimesi, kendinden sonra gelen fiilinin tefsir ettiği bir
fiilinin takdir edilmesi sebebiyle mansubtur. (Buna iştigal denilir).[30]
Alimler bunun ne demek olduğu hususunda şu görüşlere yer vermişlerdir:
1) Bazı alimler bu ifade ile,
insanoğlunun annesinin karnından
çıkışının
kolaylaştırılmasının
kastedildiğini
söyleyerek şöyle demişlerdir: İnsanoğlu annesinin karnında iken, başı
üst tarafa, ayakları da alt tarafa doğrudur. Fakat, dünyaya gelme zamanı
geldiğinde, o, tersine döner. Binâenaleyh, o çocuğa bu ilhamı veren, Allah'dan
başka kim olabilir? Bu manayı, çocuğun o daracık geçitten diri olarak çıkması
hususu da teyit eder ki, bu çok acîb bir şeydir.
2) Ebu Müslim de şöyle
demektedir: Bu ayetten kastedilen, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz ona iki de yo!
gösterdik..." (Beled, 10) ayetinden
kastedilenin aynısıdır. Binâenaleyh, ayetin bu ifadesi, hem dini
alakadar eden iyi ve kötünün arasını, hem de dünyayı alakadar eden iyi ve
kötünün arasını ayırdetmeyi belirlemeyi içine atır ki, bu da netice olarak,
"Biz onu, hem iyi hem de kötü yola girebilecek bir nitelikte
yarattık.." demek olup, ifadesinin içine de, ona, yapabilme gücü vermek,
iyiyi kötüyü anlatmak, akıl vermek, peygamberler göndermek ve kitablar indirmek
gibi hususlar girer.
3)
Ayetin ifade ettiği mana,
dini meselelere tahsis edilmiş bir manadır. Çünkü kelimesi, kastedilenin,
ahirette meydana gelen işler değil de, dünya halleri olduğunu
hissettirmektedir.[31]
Üçüncü Mertebe: En son mertebe olup bu da,
Cenâb-ı Hakk'ın "sonra onu öldürüp kabre koydurdu. Daha sonra, dilediği
zaman da onu tekrar diriltecek" (Abese, 21-22) ayetlerinin beyan ettiği
husustur. Bil ki, bu üçüncü mertebe de, kendi arasında şu üç mertebeyi, yani,
öldürmeyi, kabre sokmayı ve neşr (diriltmeyi) ihtiva etmektedir. Öldürmenin
menfaatlerini, bu eserin içinde anlattık. Ve, bu öldürme işinin, mükellefiyet
hali ile onun karşılığının görülmesi arasında bir vasıta olduğunda şüphe yoktur
kelimesine, Ferrâ "Allah onu, kabre koydu. Kuşlara ve yırtıcı hayvanlara
yem olmaktan korudu" manasını vermiştir. Çünkü, kabre koyma işi, müslüman
kimseye değer vermenin tezahürlerinden biridir.
Cenâb-ı Hak,
buyurmamıştır. Çünkü "el-kâbir"eliyle
defneden kimseye denilir. Dolayısıyla el Mukbir (kabre koyduran) da,
Allah Teâlâ olmuş olur. Nitekim Arapça'da, bir kimse bir Ölüyü defnettiğinde,
başkasına ölüyü kabre koymasını emrettiğinde ise, ifâdesi kullanılır. Araplar
da, devenin kuyruğu koptuğunda, "Devenin kuyruğu kesildi Allah, onu kesik
kıldı" "öküzün boynuzu kırıldı Allah onu kırdırdı" ve
"Falancayı yanımdan kovdum Allah onu kovdurdu", yani, "Allah onu
kovulmuş'kıldı" derler.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Daha sonra, dilediği zaman da onu
tekrar diriltecek..." cümlesinden de Allah'ın insanoğlunun, öldükten sonra
diriltmesi kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak, "dilediği zaman da..." demek
suretiyle de, bunun vaktinin bizce malum olmadığını; o vaktin öne alınmasının
veya geri
bırakılmasının kendisinin neşietine bırakıldığını; bundan önce
bahsedilen diğer hallerin vakitlerininse, bazı yönlerden bilinebileceğini ihsas
ettirmiştir. Çünkü, ölümün vaktini insanoğlu, her ne kadar bilemese de, onun
aşılmayan, geçilmeyen mal ti m çizgi olduğunu bilmektedir.[32]
"Gerçek (o insan, Allah'ın) menettiği şeyleri yerine
getirmemiştir"
(Abese, 23).
Bil ki, ayetteki " ifadesi, insanı, kibir ve büyüklük taslamaktan;
yahut, tevhidi, öldükten sonra dirilmeyi, haşri ve neşri inkar edişten ısrar ve
küfürden caydıran bir ifadedir. Cenâb-ı Hakk'ın; buyruğu hususunda da şu
izahlar yapılabilir:
a) Mücâhid, "Bu, insanoğlundan hiç kimsenin
hiçbir zaman, kendisine farz kılınmış olan şeylerin tümünü yerine
getiremeyeceğine ve insanın, mutlaka bir kusuru bulunacağına bir
işarettir" demiştir. Bence bu tefsire bir bakmak lazım. Çünkü ifadesindeki
zamir, önceden bahsi geçmiş olan birisine racidir. Ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın,
(Abese, 17) ayetinde geçen "İnsan" kelimesidir. Halbuki, bu ayette
geçen "insan" kelimesiyle tüm insanlar kastedilmeyip tam aksine,
kafir olan insan kastedilmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesini bütün
İnsanlar anlamına almak nasıl mümkün olur?
b) Ayetin manası, "O
böbürlenen, üstünlük taslayan insan, kendisine emredilmiş olan kibri
terketmek... gibi şeyleri yapmamıştır.." şeklindedir Bu da, "O kafir
insan, Allah'ın delilleri hakkında düşünmesine mahlukatının ilginçliği,
hikmetinin zahir oluşu hususunda tedebbürde bulunması kabilinden şeyleri
yapmamıştır.." demektir.
c) Üstad Ebû
Bekir Ibn Fûrek, bu ayete şöyle mana vermiştir: "Hayır, Allah, bu kafire
kendisine emretmiş olduğuna iman edip kibri terketme gibi şeyleri hükmetmemiş,
tam aksine ona, olmasını hükmetmediği şeyleri emretmiştir.."[33]
Bil ki, Allah'ın, Kur'ân'da sürdürdüğü adeti şu şekildedir: O, enfüsî
delillerden bahsettiği her yerde, bunun peşinden af âkta (dış alemde) bulunan
delilleri zikreder. İşte burda da örfünü bu şekilde sürdürmüş, derken, afakî
delillere yer vermiş ve, bu hususa da, insanoğlunun kendisine ihtiyaç duyduğu
şey ile başlayarak şöyle buyurmuştur: "öyleya, o insan (bir kere) yediğine
baksın..." (Abese, 24) Bu, "insan kendisi sayesinde yaşadığı o
yiyeceklere bir baksın ki, Biz, onun durumu nasıl idare ediyoruz.."
demektir.[34]
Yiyeceklerin bir ders ve ibret alma yerleri olduğunda ise şüphe yoktur.
Çünkü, insanoğlunun aldığı yiyeceklerin şöyle iki durumu vardır:
Birincisi, öncelik arzeden durum olup, bu da, o yiyeceklerin varlık
alemine girebilmesi için önceden mutlaka mevcut olması gerekli olan şeylerdir.
İkincisi, sonradan olan şeylerdir ki, bunlar da, o yiyeceklerden bir
yararlanmanın gerçekleşmesi için, insan bedeninde mutlaka bulunması gerekli
olan şeylerdir. Binâenaleyh Allah, birincisi cinsi daha fazla ortaya koyduğu ve
şüpheden de o nisbette uzak olduğu için, pek yerinde olarak birincisiyle
yetinmiştir. Çünkü, Kur'ân'ın delillerinin mutlaka bütün herkesin istifade
edebileceği bir biçimde ve karışıklık ve şüpheden de o nisbette uzak olması
gerekir. İşte, "Öyle ya, o insan, (bir kere) yediğine baksın.."
ayetinden kastedilen budur.
Bil ki, bitki, gökten inen ve yere düşen yağmur damlalarından beslenir,
meydana gelir. Binâenaleyh, bu demektir ki, sema tıpkı bir erkek, yer de bir
dişi gibidir. Bu sebeple de, Cenâb-ı Hak, yağmurun yağışını beyan etmek üzere
şöyle buyurmuştur:[35]
"Gerçekten Biz, o suyu bol bol döktük..."(Abese,25). Bu
ayetle ilgili iki mesele vardır:[36]
Ayetteki, "döktük" ifadesiyle, yağmurun
yağdırılması kastedilmiştir. Şu büyük suları ihtiva
eden o
bulutun, nasıl
meydana geldiği ve onca ağırlığına rağmen
havada nasıl kalabildiğine bir bak, sonra da bunun
uzak ve yakın sebepleri hususunda
iyice bir düşün. Böylece sana, Allah'ın nurunun,
adalet ve hikmetinin, bu alemi
yaratmadaki düzeniyle ilgili eserlerinden birşeyler parıldayacaktır.[37]
Müste'nef bir cümle olarak, ayetin başı
şeklinde okunduğu gibi, bir önceki ayetteki "taam" (yemek)
ifadesinden bedel olarak, şeklinde, fethayla okunmuştur. Buna göre takdiri,
"İnsan bizim o suyu nasıl sağanak yağmur halinde yağdırdığımıza
baksın" şeklinde olur. Ebû Ali el-Fârisî, "Bunu kesreyle şeklinde okuyanlara göre, bu, 'İnsan ...
yediğine baksın" ifadesinin bir tefsiri olmuş olur ve tıpkı, "Onlar
için bir mağfiret var" (Maide, 9) ifadesinin, aynı ayetteki
"va'd"in tefsiri olması gibidir. Fethalı okuyanlara göre, buradaki
bedel, bedel-i istimal olur. Çünkü bütün bu sayılan şeyler, o yiyeceğin
(taamın) oluşmasını ve meydana gelmesini sağlar. O halde bu yönüyle bu ifade,
tıpkı "Sana haram ayları, yani onlarda savaşmanın hükmünü sorarlar'"(Bakara,217)
ve "Çukurların sahibleri, yani o ateşlerin sahibleri kahrolsun"
(Buruc, 4-5) ayetlerinde olduğu gibi olur" demiştir.[38]
"Sonra toprağı iyiden iyiye yardik. Bu suretle ondan taneler,
üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler ve
mer'alar bitirdik. (Bütün bunları), hem size, hem davarlarınıza bir fayda
olarak yaptık"
(Abese, 26-32).
"Toprağı iyiden iyiye yardık" ifadesiyle, yerin bitkilerin
çıkmasıyla yarılması (delinmesi) kastedilmiştir.[39]
Hak Teâlâ burada şu sekiz çeşit bitkiden bahsetmiştir:
1)
Taneler (hububat)... Buna,
"Ondan taneler... bitirdik" ifadesiyle işaret etmiştir. Tane, buğday
ve arpa gibi bitkilerden elde edilen şeylerdir. Cenâb-ı Hak, hububat gıdaların
adeta temeli olduğu için, önce bunu zikretmiştir.
2)
Üzümler... Hak Teâlâ, bunu,
hububattan sonra zikretmiştir. Çünkü üzüm bir bakıma gıda, bir bakıma da
yemiştir.
3)
Yonca... Bu hususta şu İki
görüş ileri sürülmüştür:
a)
"Kadb" kelimesiyle
yaş yonca kastedilmiştir. Çünkü yaş yonca kuruyunca, "katt" adını
alır. Mekkeliler buna, "kadb" derler. "Kadb"ın esas manası
kesmektir. Çünkü yonca bir kaç kez biçilmektedir. "Kadîb" de
böyledir. Çünkü ağacın dalına da, kesildiği için "kadîb" denilmiştir.
Bu İbn Abbas, Dahhak ve Mukfitil'în görüşü, Ferrft, Ebû Ubeyde ve Esmfii'nin de
tercihidir.
b) Müberred, "Kadb",
hayvan yiyeceği manasınadır. Bu kelimenin esas manası, kesmektir" der. Bu
da, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür.
4-5)
Zeytinler, hurmalar...
Bunların faydaları, bu kitabta daha önce anlatılmıştı.
6) Sık ve bol ağaçlı
bahçeler... Aslında "gulb" kelimesi ile, boyunlar nitelenir.
Binâenaleyh bu, boyunları kalın manasına gelip, müfredi "agleb"dir.
Nitekim Arapça'da, "esedün ağlebü" (boynu kalın aslan) denilir.
Burada şöyle iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Ayetteki bu kelime ile,
ağaçları sık ve birbirine yakın olan bahçeler kastedilmiştir. Bu, Mücahid ve
Mukâtil'in görüşü olup, bunlar şöyle demektedirler: "Gulb, ağaçları adeta
birbirine girmiş, sarmaş dolaş olmuş..." demektir. Nitekim Arapça'da, bir
yerin otları birbirine girip, çok sık olduğunda, denilir.
2) Bununla, herbir ağacın,
kalın ve büyük olduğu anlatılmak istenmiştir. Nitekim Atâ, İbn Abbas (r.a)'ın,
"Cenâb-ı Hak, bu kelime ile büyük ağaçlan kastetmiştir" dediğini
nakletmiştir. Ferra da, "Gulb, kalın hurma ağaçları manasınadır"
demiştir.
7) Meyveler... Bazıları,
"Allah Teâlâ, meyveleri, kendinden önce geçen üzüm, zeytin ve hurma
üzerine atfedince, bu şeylerin meyveler sınıfına girmemesi gerekir" diye
istidlalde bulunmuşlardır. Bu, zahiri açıdan doğruya yakın bir istidlaldir.
Çünkü atfedilen, atfedildiği şeyden başkadır.
8)
Meralar... "Ebb", mer'â demektir.
Keşşaf sahibi, mer'âya, kastolunduğu (gidildiği) ve hayvanları otlatmak için
aranılan (ubûb edilen) bir şey olduğu için bu adın verildiğini söylemiştir.
Çünkü ubûb ve umûmet (kasdetme) iki kardeş kelimedir.
Nitekim şair şöyle demiştir:
"Köklerimiz Kays'a varır.. Yurdumuz ise Necd'dir. Ordadır bizim
otlaklarımız ve sularından içtiğimiz pınarlarımız..." "Ebb"in,
kuru meyve manasına geldiği, çünkü kurutulmuş meyvelerin, kış için
hazırlandığı, bu sebeple bu adı aldığı söylenmiştir.
Allah Teâlâ, insanların
ve hayvanların kendisiyle
gıdalandığı şeylerden bahsedince,
"(Bütün bunlar)ı hem size, hem davarlarınıza bir
fayda olarak yaptık"
buyurmuştur. Ferrâ, "Bütün bunları, hem sizin, hem de hayvanlarınızın
istifade etmesi için yarattık" manasını verirken, Zeccâc, buradaki,
"metâ'an" kelimesinin, ayettekibitirdik fiilinin, mef'ûl-ü mutlak
te'kidi olarak mansub olduğunu; çünkü bu şeyleri bitirmenin, bütün canlıları
faydalandırma manasına geldiğini söylemiştir.[40]
Bil ki Allah Teâlâ'nın, bütün bunlardan bahsediş maksadı da şu üç şey,
yani:
1)
Allah'ın birliğinin delili,
2) Kıyamete kadir olduğnun
delili,
3) Kullarına böylesine büyük
ihsanlarda bulunan o ilah karşısında, ona taattan yüzçevirmenin, kullarına
karşı tekebbür etmenin akıllı olan kimseye yakışan bir hareket tarzı
olmadığının delilini ortaya koymak olunca, bu maksadları te'kid eden hususu,
bunların peşi sıra getirmiştir. Bu da, kıyametin dehşetleridir. Çünkü insan
kıyametin dehşetli hallerini dinledikçe korkar. Dolayısıyla bu korku insanı,
deliller üzerinde düşünmeye, iman etmeye ve küfürden yüz çevirmeye sevkeder.
Yine bu, kişiyi insanlara karşı tekebbür etmemeye ve herkese karşı mütevazı
olmaya sevkeder. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur:[41]
"Fakat o kulakları sağır edercesine haykıracak ses geldiği
zaman...
(Abese. 33).
Müfessirler, "sahha" ile, kıyamet sayhasının, yani sûra son
üflenişin kastedildiğini söylemişlerdir: "Arapça'da 'sahh", dürtmek,
vurmak ve yarmak demektir. Nitekim birisi birisinin başını taşla yardığında,
denilir. Yine kargalar, gagalarıyla devenin kıçını gagalarlar (sahh yaparlar).
O halde "sâhha", o müthiş sesiyle kulaklarına çarpan demektir. Keşşaf
sahibi, buna dair başka izah yapar ve şöyle der: "Arapça'da, "sözüne
kulak verdi" denildiği gibi, aynı manada de denilir. Binâenaleyh o son
nefhamn, "sâhha" kelimesi ile tavsif edilişi mecazidir. Çünkü insanlar
ona kulak kesilirler."[42]
Daha sonra Hak Teâlâ, o günün ne müthiş olduğunu da şöyle belirtmiştir:[43]
"Kişinin, kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve
oğullarından
kaçacağı gün..."
(Abese, 34-36).
Bu ayetlerle ilgili iki mesele var:[44]
Ayetteki, "kaçma" ile, kelimenin zahiri manası olan,
uzaklaşmak, kaçınmak ve sakınmak kastedilmiş olabilir. Bu
kaçışın sebebi ise, kovuşturulmadan, hesap sorulmaktan kurtulmayı
istemektir. Mesela kardeşi ona, "Sen, malınla bana yardımcı olmadın";
ana-babası, "Bize itaatta kusur ettin"; eşi, "Bana haram
yedirdin, şöyle şöyle yaptın"; oğulları da, "Sen bizi iyi eğitip
terbiye etmedin ve bize doğruyu göstermedin" derler. Kardeşinden
kaçanların ilkinin Hâbil; ana-babasından kaçanların ilkinin Hz. İbrahim (a.s);
eşinden kaçanların ilkinin Nûh ve Lût (a.s); oğlundan kaçanların ilkinin yine
Nûh (a.s) olacağı söylenmiştir.
Ayetteki "kaçma" ile, uzaklaşma manası değil de, kişinin
kendi derdine düşüp, kendi işine bakmasından ötürü, kardeşine, ana-babasına...
yardımdan kaçışı kastedilmiştir. Bu manaya göre ayet tıpkı, "Hani tabi
olunanlar, tabi olanlardan uzak kalacakları o gün..." (Bakara, ıeej ayeti
gibi olur. Kişinin, kardeşine yardımdan kaçınması, "O gün, hiçbir dost,
hiçbir dosta, hiçbir hususta fayda veremez" (Duhan, 41) ayetinde beyan
edilmiştir. Biribirlerine hiçbir şey soramayışlan da "(O gün) hiçbir
kandan dost, hiçbir candan dosta (derdini) sormaz" (Meârîç, 10) ayetinde
anlatılmıştır.[45]
Bu ifade ile, dünyada iken, kendilerine baş vurup, sığındığı;
yardımını istediği
bu kimselerin, ahiret
yurdunda
birbirlerinden
(köşe-bucak) kaçışları anlatılmak istenmiştir.
Ayetteki bu sıralama ile ilgili olarak,
alimler şu İzahı yapmışlardır: "Ayette adeta, şöyle
denilmek istenmiştir: O gün
kişi, kardeşinden, hatta ana babasında... kaçar. Çünh ana-babası, kendisine
kardeşlerinden daha yakındır. Hatta hatta eşinden çocuklarından bile kaçar. Çünkü kişinin
kalbi, ana-babasından çok, eşine
çocuklarına bağlıdır."
Cenâb-ı Hak daha sonra, bu kaçışın peşisıra, bunun sebebini de dile
getirerc şöyle buyurmuştur:[46]
"O gün bunlardan herbirinin, kendim yeter bir işi (derdi)
vardır"
(Abese, 37).[47]
Buradakiile ilgili olarak şu iki İzah yapılabilir:
a) İbn Kuteybe buna, "Onu
yakınlarından alıkoyacak, geri durduracak, yüz çevirtecek bir işi vardır"
manasını vermiş ve şairin,
"Mâlikoğuttarıyla yapacağın savaş seni, meclislerde
çirkin sözler söylemekten ve kaba saba davranmaktan alıkoyacak..." şeklindeki
şiirini deli! getirmiştir. Şiirdeki ifadesi, "seni meşgul edecek"
manasınadır. Yine Arapça'da, "yüzünü benden çevir" manasında,
denilir.
b) Me'ânî alimleri, bu
kelimeyi, "Bizatihi kendisini ilgilendiren özel denrtleri ve üzüntüleri,
kişinin kafasını ve gönlünü yetesiye doldurmuştur. Dolayısıyla artık burada,
başkasının tasasına hiç yer kalmamıştır" manasını vermişlerdir. Buna göre
kelime, sanki pek çok mal bulunduğu anlatan "gına (zenginlik)" köküne
benzer bir manada olmuş olur.[48]
Bil ki Allah Teâlâ, kıyametin bu müthiş halini anlatınca, mükelleflerin
o gün kimilerinin said (mutlu), kimilerinin şakî (bedbaht - mutsuz) diye iki
kısma ayrılacaklarını belirtmiş ve mutluları şu ifadeleriyle anlatmıştır:[49]
"O gün yüzler vardır, pml pırıl parlar, güler sevinir"
(Abese, 38-39).
"Müfslre", sabah ortalığı aydınlattığında kullanılan
deyiminden, pırıl pırıl parlayan aydınlık olan manasınadır. İbn Abbas
(r.a)'dan, bu yüzlerin parlaklığının, kişinin gece namazı kılışından
kaynaklandığı rivayeti gelmiştir. Çünkü rivayet edilmiştir ki: "Gece namazı çok olanın, gündüz yüzü
güzel olur."[50]
Dahhak'dan da, bu parlaklığın abdest almaktan kaynaklandığı rivayeti gelmiştir.
Yine bu parlaklığın, uzun süre Allah yolunda cihaddan dolayı yüzlerin
tozlanmasından kaynaklandığı da ileri sürülmüştür. Bence bu, kişinin dünya
bağlarından alabildiğine kurtuluşu ve kutsi alemle, "rıdvân" ve
"rahmet" makamlarıyla irtibat kuruşundan ötürüdür. İşte bu yüzden o
yüzler, güleç olmuştur. Kelbî de, "Hesabı verip, yüz akıyla çıkmaları
sebebiyle, o insanların yüzleri sevinçlidir, Allah'ın ikram ve rızasına nail
olduğu için de, güleçtir, sürûrludur" manasını vermiştir.
Bil ki ayetteki "müsfire", kişinin bu alemden ve bu alemin
kovuştur utmalarından soruşturulmalarından kurtuluşuna bir işarettir. Dfthlke
(gülen) ve müstebşlre (sevinçli) kelimeleri ise, ya hem nazari, hem de ameli
kuvvete hamledilebilecek iki kelimedir, yahut da o gün fayda ve ta'zimin
(saygının) elde edildiğine işaret olabilecek iki kelimedir.[51]
"O gün yüzler de vardır, üzerlerini toz toprak bürümüş ve
kendisini bir karanlık ve siyahlık kaplamıştır. İşte bunlar, kafirler ile
tacirlerdir"
(Abese, 40-42).
Müberred, "Gabera, "insana isabet eden toz", da,
"tez elden ona gelen" demektir. Bu senin hızlıca dağa çıktığında
söylediğin ifâden gibidir. O halde rahk,
"çabucak helak olmak" demektir. Katere ise, "tıpkı bir duman
gibi olan siyahlık" demektir. Bir yüzde, bu toz ile siyahlığın
birleşmesinden, daha ürkütücü birşey yoktur. Bu tıpkı, zencilerin yüzlerinin
tozlanması halindeki görünüşleri gibidir. Böylece Hak Teâlâ sanki,
"Onların yüzlerinde, tıpkı bu dünyada küfür ve fücur (günahlar) arasını
birleştirmeleri gibi, Allah da ahirette siyahlık ile tozu birleştirmiştir"
demektedir. En iyisini Allah bilir.
Bil ki Mürcie de, Hariciler de bu ayeti kendilerine delil
getirmişlerdir. Mesela Mürcie şöyle der: "Bu ayet, kıyam etteki ler in
mükafaat ve ceza ehli diye iki kısma ayrıldıklarına delalet eder. Yine bu ayet,
ceza ehlinin, sadece kafirler olduğunu gösterir. EhM kıblenin (mü'minlerin)
günahkarlarının, kafir olmadıkları delil ile sabittir.
Bunlar, Kafir olmadıklarına
göre, ehl-i mükafaattandırlar. Bu da, ehl-i kıblenin büyük günah sahiplerinin,
ilahi cezaya uğramayacaklarına delalet eder."
Hâriciler de şöyle derler: "Diğer deliller, büyük günah
sahiplerinin ilahi cezaya maruz kalacaklarını göstermektedir. Bu ayet de, ilahi
cezaya maruz kalan herkesin kafir olduğuna delalet etmektedir. Buna göre, her
günahkarın kafir olması gerekir." Her iki görüşe (ve mezhebe) şu şekilde
cevap verilebilir: Bu konularda genel olarak bahsedilen bu iki guruptur. Bu,
bir üçüncü gurubun olmamasını gerektirmez. Allah en iyi bilendir. Hamd,
alemlerin Rabbine; salat-ü selam da peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, onun âline ve bütün ashabına olsun (amin)![52]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/497.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/499.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/499.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/499-500.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/501.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/501.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/501.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/501-502.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/502.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/503.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/503.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/503-504.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/504.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/504-505.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/505.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/506.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/506.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/506-507.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/507.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/507.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/507.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/507.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/507.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/507-508.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/508.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/508-509.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/509.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/ 509.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/509.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/ 509.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/509-510.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/510-511.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/511.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/511.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/512.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/ 512.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/512.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/512.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/513.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/513-514.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/514.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/514-515.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/515.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/515.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/515.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/515-516.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/516.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/516.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/516.
[50] Keşfu'l-Hafa, 2/274.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/516-517.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/517-518.