Kur'an Bir Öğüt Ve Hatırlatmadır, Allah'ın İnsan Üzerindeki Nimetleri |
"Abese"
suresi, insanın yaratılışının gereği mühim bir işle meşgul iken bu işin
engellenmesi, kesintiye uğraması karşısında beşerî bir tavrı, yani yüzü
ekşitmeyi ifade ederek başladığı için " Abese" suresi diye anılmıştır.
Fakat Peygamber (s.a.)'in yüz ekşitmesi dolayısıyla ikaz edilmesi,-ileride
açıklanacağı gibi- onun kadrinin yüceliği ve peygamberlik makamının üstünlüğünden
ötürüdür.
[1]
Bu surenin önceki
Naziât suresi ile bağlantısı vardır: Allah Tealâ o surede Peygamber (s.a.)'in
kıyametten korkanı uyarıcı olduğunu haber vermiş, bu surede de uyarının kime
fayda vermeyeceğini zikretmiştir. Onlar Rasulullah (s.a)'m İslâm konusunda
başbaşa konuşup, davet ettiği Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Ebu Cehil, Abbas
b. Abdulmuttalib, Ümeyye b. Halef ve Velid b. Muğire'dir.
Önceki surede kıyamet
"O en büyük belâ geldiği zaman" (34. ayet) şeklinde nitelendirilmiş,
burada ise "Fakat o kulakları sağır edercesine haykıracak olan ses
geldiği zaman" şeklinde vasfedilmiştir.(33. ayet) İkisi de (Tâmme, Hâssa)
kıyametin isimlerindendir. Allah Tealâ orada dirilmeyi gök, yer ve dağların
yaratılması ile ispat etmiş, burada da insan, bitki ve yiyeceğin yaratılması
ile ispat etmiştir.
[2]
Surenin konusu,
Mekke'de inen diğer sureler gibi, inanç, peygamberlik ve zengin fakir ayırımı
olmaksızın insanlar arasında eşit olan ahlâktır.
Sure, Hatice b.
Huveylid'in dayısının oğlu âma Abdullah b. Ümmi Mektûm'un kıssasını anlatarak
başlıyor. Hz. Peygamber, Kureyş'in ileri gelenlerinden bir grupla meşgul olup
onları imana davet ederken, Abdullah da dinini öğrenmek için Rasulullah (s.a)'a
gelmişti. Rasulullah (s.a) yüzünü ekşitti ve ondan yüz çevirdi. Allah Tealâ
"Yüzünü ekşitip çevirdi..." (1-16. ayetler) ayetiyle ona ikazda
bulunup, Kur'an'm akledip düşünenler için hatırlatma ve öğüt olduğunu açıkladı.
Sonra insanın inkârını
ve Rabbinin nimetlerine nankörlük etmesini, Allah'ın hidayetinden kaçmasını
yererek şöyle buyurmuştur: "O kahredüe-si insan, ne nankördür o."
(17-23. ayetler)
Bunu, diriltmeye dair
kudretin ispatı için Allah'ın kudretine, insanın, bitkilerin ve insanların
yiyecek ve içeceğinin kolaylaştınlmasmdaki vahdaniyetine delil getirilmesi
izlemiştir: "İnsanyediğine baksın..." (24-32. ayetler)
Sure, kıyamet gününün
zorluklarını, insanın o gün en yakınlarından kaçacağını anlatıyor ve müminlerle
kâfirlerin halini açıklayarak bitiyor: "Fakat o kulakları sağır edercesine
haykıracak olan ses geldiği zaman..." (33-42. ayetler)
[3]
Bu sure, Hatice
(r.a.)'nin dayısının oğlu Abdullah b. Ümmi Mektûm hakkında inmiştir. Amr b.
Kays b. Zaide de denmiş olmakla beraber, Ca-miu'l-Usul'de bildirildiğine göre
daha meşhur ve yaygın olan görüş budur. Ümmü Mektûm'un adı ise, Atike b. Amir
b. Mahzum'dur.
Olay şudur: Abdullah,
Rasulullah'm (s.a.), Kureyş'in ileri gelenlerinden Utbe b. Rabia, Şeybe b.
Rabia, Ebu Cehil b. Hişam, Abbas b. Ab-dülmuttalib, Ümeyye b. Halef ve Velid b.
Muğire ile bulunduğu bir esnada yanına girdi. Rasulullah (s.a.) onları, başkaları
da onların müslümanlığın-dan etkilenerek müslüman olur diye İslâm'a davet
ediyordu. Abdullah b. Ümmü Mektûm oradakilerle meşguliyetini bilmeden: Ya
Rasulallah! Allah'ın sana öğrettiklerinden bana öğret, bana oku, dedi ve bunu
tekrarladı. Rasulullah (s.a.) sözünü kesmesini hoş karşılamadı ve yüzünü
ekşitti. Ve ayet indi. Rasulullah (s.a.) bundan sonra ona ikramda bulunur,
gördüğünde de: "Rabbimin beni kendisi için itab ettiği kimseye merhaba.
Var mı bir ihtiyacın?" derdi. Çıktığı iki gazvede onu Medine'ye vali
olarak bırakmıştı.[4]
Enes dedi ki: Kadisiye
günü onu binekli olarak gördüm. Üzerinde bir zırh ve elinde siyah bir sancak
Vardı. Şunu da rivayet ediyor: Rasulullah (s.a.) o ayetten sonra hiçbir fakire
yüzünü ekşitmedi ve bir zengine yönelmedi.
Kurtubi, adı anılan
meşhurların isimlerine şöyle yorum getiriyor: Bunların hepsi yanlış ve dini
tahkik etmeyen müfessirlerin cahilliğidir. Ümeyye b. Halef ve Velid Mekke'de,
İbni Ümmi Mektûm ise Medine'de idi. Ne onlar onunla ne de o onlarla beraber
oldu. Birisi hicretten önce diğeri de Bedir'de olmak üzere ikisinin de ölümü
küfür üzere idi. Ümeyye Medine'ye hiç gitmemiş, tek başına veya başkası ile
onun yanına da uğramamıştı.[5]
Ebu Hayyan bu sözü
yorumlayarak diyor ki: Hata Kurtubi'de. İbni Ümmi Mektûm'un onlarla
beraberliğini nasıl reddedebilir? O onun bir vehmidir. Hepsi Kureyş'tendir,
İbni Ümmi Mektûm da Surenin Mekke'de indiği konusunda da icmâ vardır. İbni Ümmi
Mektûm önce Mekke'de idi sonra Medine'ye hicret etti. Ayet indiğinde hepsi
Mekke'de idiler. İbni Ümmi Mektûm, Beni Amir b. Lüey el-Kureşi'den Abdullah b.
Şürayh b. Malik b. Ebi Rabia el-Fihri'dir. Ümmi Mektûm'un babasının annesi de
Atike'dir. O da Hatice (r.a.)'nin halasının oğludur.[6]
1, 2- Yüzünü ekşitip
çevirdi, kendisine o âma geldi diye.
3- (Onun halini) sana
hangi şey bildirdi. Belki o, arınacaktı.
4- Yahut öğüt alacaktı
da bu öğüt kendisine fayda verecekti.
5- Ama kendisini
müstağni gören adam (yok mu?).
6- İşte sen onu
karşına alıyorsun.
7- Halbuki onun
arınmasından sana ne?
8, 9, 10- Ama sana
koşarak gelen kimse, o (Allah'tan) korkan bir (adam) olduğu halde, sen
kendisini bırakıp da oyalanırsın.
"Yüzünü ekşitip
çevirdi..." ve ardından "(Onun halini) sana hangi şey bildirdi. Belki
o, arınacaktı." buyurulması gaib sigasından muhatap sigası-na geçiştir. Bu
da Rasulullah (s.a.)'a âmânın durumu ile ilgilenmesi için tenbihtir. Körlüğün
anılmasında da bir anlam vardır. Çünkü körlük, genelde edepli insanların
uygulamalarında yüz çevirmeyi, ekşitmeyi değil yumuşaklığı ve merhameti celbeder.
[7]
"Kendisine o âma
geldi diye:" Kendisine Abdullah b. Ümmi Mektûm geldi ve Kureyş'in
meşhurlarını İslâm'a davet etmeden ibaret olan meşguliyetini engelledi diye.
Müfessirler, yüz ekşitenin Rasulullah (s.a.) âmânın da İbni Ümmi Mektûm
olduğuna söz birliği etmiştir. Adı ise, Abdullah b. Şüreyh b. Malik b. Rabia
ez-Zühri'dir. Allah Tealâ Peygamberine, âmânın yüzüne karşı sert davrandığı
için itab etmiştir ki, Suffa ehlinin kalbi kırılmasın veya fakir müminin zenginden
daha hayırlı olduğunu bilsin diyedir. Fakir bile olsa mümine bakmak, başkasına
bakmaktan daha hayırlıdır. Buradaki yönelme, her ne kadar bir maslahat
sözkonusu ise de neticede iman etmelerini umarak zenginlere yönelmektir.[8]
"Sana hangi şey
bildirdi?" Hangi şey o âmânın halini sana bildirip öğretti? "Belki
o, arınacaktı." senden dinleyeceği ve öğreneceği dinin hükümleri ile
günahlardan temizlenecekti. Burada yüz çevirmesi başkasının arınması içindi.
Mal ve şöhreti,
kuvveti ile Kur1 an dinlemekten "kendisini müstağni gören, yani ihtiyaçsız
hisseden adam (yok mu?)" "Halbuki onun arınmasından sana ne?"
Onun İslâm ile arınmasından sana bir şey yoktur, senin sadece tebliğ görevin
vardır. Fakat onun müslüman olma ihtimali, sana müs-lüman olandan yüz çevirtiyor!
[9]
"Yüzünü ekşitip
çevirdi..." ayetinin (1. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak: Tirmizi ve
Hakim'in, Aişe (r.a.)'den rivayetlerine o göre şöyle demiştir: "Yüzünü
ekşitip çevirdi..." ayeti âma İbni Ümmi Mektûm hakkında indi. Rasulullah
(s.a.)'a gelip: Ya Rasulallah! Beni irşad et, demeye başladı. Ra-sulullah
(s.a.) yanında müşriklerin büyüklerinden bir adam vardı. Rasulullah (s.a.)
ondan yüz çevirip diğerine yöneldi. Ona şöyle diyordu: "Söylediğimde
itiraz edilecek bir husus görüyor musun?" O da " Hayır" diyordu.
"Yüzünü ekşitip çevirdi, kendisine o âma geldi diye" ayeti indi. Ebu
Ya'la da Enes'ten aynısını rivayet etti.
[10]
"Yüzünü ekşitip
çevirdi, kendisine o âma geldi diye" Peygamber (s.a.) âma ona geldi ve
sözünü kesti diye yüzünü buruşturdu ve yüz çevirdi. O şahıs Abdullah b. Ümmi
Mektûm'dur. Rasulullah (s.a.), İbni Ümmi Mek-tûm'un sözünü kesmesini hoş
karşılamayarak ve ondan yüz çevirince ayet indi. İbni Ümmi Mektûm, Peygamber
(s.a.)'in meşguliyetini bilemediği için mazur sayılmıştır.
"(Onun halini)
sana hangi şey bildirdi. Belki o, temizlenecekti. Yahut öğüt alacaktı da bu
öğüt kendisine fayda verecekti", Ey Muhammedi Sana bildiren, öğreten
nedir, belki de âma senden öğrendikleri ile amel-i salihe yönelecek, günahlardan
temizlenecekti ya da öğrendiklerinden öğüt alıp hatırlayacak öğüt ona fayda
verecekti.
Buradan anlaşılıyor
ki: Âmânın dışında, Müşriklerden arınması ve hatırlatılması için
ilgilenilenlerin hidayetlerinden umut yoktu. Burada Allah Tealâ İbni Ümmi
Mektûm'u yüceltmektedir.
Peygamber (s.a.)'in bu
uygulaması ihtiyat ve daha uygun olanın terki mesabesindedir. Asla bir günah
değildir. Uygulama, İslâm dininde sorumluluğun kaldırıldığı sevme, kızma,
gülme ağlama gibi insan mizacına bağlı bir durumdan kaynaklandığı için
peygamberlerin ismeti (günahlardan uzak oluşları) ile de ters düşmez.
Bu itab daha sonra
açık bir şekilde dile getiriliyor:
1- "Ama
kendisini müstağni gören adam (yok mu?) işte sen onu karşına alıyorsun" O
malı, serveti ve gücü ile sendeki Kur"an bilgisinden ve ilâhi hidayetten,
iman ve ilimden kendisini uzak görene yüzünü ve sözünü çeviriyorsun. O ise
sana ihtiyacı olmadığını hissettiriyor.
"Halbuki onun
arınmasından sana ne?" Onun müslüman olmamasından, hidayete ermemesinden
ve günahlardan arınmamasından sana bir sorumluluk düşmez. Senin tebliğden
başka vazifen yoktur. Durumu onun gibi olan kâfirlerin işi ile ilgilenme.
2- "Ama
sana koşarak gelen kimse, o (Allah'tan) korkan bir (adam) olduğu halde, sen
kendisini bırakıp da oyalanırsın." Allah'tan korkarak sana hidayeti ve
hayra irşadı talep için, Allah'ın öğütleri ile öğütlenmek için geleni ise
görmezlikten geliyor, onunla meşgul olmuyorsun, ilgilenmiyorsun.
Bunun için Allah Tealâ
Peygamber (s.a)'i uyararak İr inıseye özel muamele yapmamasını, aksine ünlü
olanla garibi, zenginle fakiri, efendiyle köleyi, erkekle kadını, küçükle
büyüğü eşit tutmasını emretti. Allah dilediğini sırat-ı müstakime hidayet
eder.
[11]
Ayetler şu hususlara
işaret etmektedir:
1- Ayet
Allah Tealâ'dan Peygamber (s.a.)'e Abdullah b. Ümmi Mek-tûm'dan yüz çevirmesi
ve ilgilenmemesi, üzerine gelen uyarı fakirlerin kalpleri kırılmasın, fakir
müminin inkarcı zenginden hayırlı olduğu bilinsin diye bir hatırlatmadır.
2- Aslında
İbni Ümmi Mektûm kınama ve azarlanmayı haketmişti. Kendisine öğretinceye kadar
Peygamber (s.a.) ile konuşmada ısrar etti. Bu ondan gelen bir kabalıktı. Böyle
olmasına rağmen Allah Tealâ Peygamberini uyarmıştır.
3- İbni Ümmi
Mektûnı'un özrü, Peygamber (s.a.)'in başkaları ile meşgul olduğunu ve onların
müslüman olmalarını umduğunu bilmeyişidir.
4- Ayet,
İslâm'da uyarma ve davetin tebliği konusunda fakir ve zengin ayırımı yapmadan
eşitliğin gerekliliğine açık bir delildir. Uyarma konusunda bu ayetin benzeri
şu ayetlerdir: "Sabah akşam Rabbine, sırf O'nun cemâlini dileyerek, dua
edenleri kovma." (En'am, 6/52), "Sabah akşam Rab-lerine O'nun
rızasını dileyerek, dua edenlerle beraber candan sabret. Dünya hayatının
ziynetini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma. Kalbine bizi anmaktan gaflet
verdiğimiz, heva ve hevesine uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun
eğme." (Kehf, 18/28)
5- Allah
Tealâ Peygamberi (s.a)'in Kureyş liderlerini İslâm'a davette gayretini
artırmayı dilemiştir. Gerçekte onların iman edecekleri yoktur. Onlara tevhidi,
putlara ibadeti bırakmayı tebliğ etmesi yeterlidir. Bundan sonra onların
hidayete ermemeleri ve iman etmemelerinin ona bir zararı yoktur. O bir
peygamberdir, tebliğden başka görevi yoktur. Onların müslü-manlıklarma hırsı,
müslüman olmayanları davetle meşguliyetinin müslü-man olanlardan yüz
çevirmesine neden olması doğru olmaz.
[12]
11-Hayır. Çünkü o bir
öğüttür.
12- Dolayısıyla
dileyen onu hatırlayıp öğüt alır.
13, 14- O, çok
şerefli, kadri yüce, tertemiz sahifelerdedir.
15, 16- Kıymetli,
sevgili, elçilerin elleriyle (yayılıp duyurulmuştur.)
17- O kahredilesi insan, ne nankördür o!
18- Onu hangi şeyden
yarattı?
19- Bir damla sudan yarattı da onu biçimine
koydu.
20- Sonra onun
yolu(nu) kolaylaştırdı.
21- Sonra onu öldürüp
kabre soktu.
22- Daha sonra, dilediği zaman da onu tekrar
diriltecek.
23- Gerçek (o insan Allah'ın) emrettiği şeyleri
yerine getirmemiştir.
"O kahredilesi
insan, ne nankördür o!" Taaccüb üslûbudur. Allah'ın onca iyiliğine
karşılık kâfirlerin küfürdeki aşırılığının şaşılacak bir durum olduğunu
gösteriyor.
"Sonra onun
yolu(nu) kolaylaştırdı." Yol, anne rahminden çıkıştan kinayedir.
[13]
Hayır" diye
tercüme edilen "kellâ" kelimesi, engelleme ve azarlama gibi anlamlar
içindir. Burada kullanıldığı anlamı, muhatabın kınanan şeyden ya da tekrarını
yapmaktan menedilmesidir. "Çünkü o" hidayet veya Kur"an ayetleri
"bir öğüttür." "Dolayısıyla dileyen onu hatırlayıp öğüt
alır." Onunla öğüt alır veya onu ezberler. Anlatılan şudur: Bu Kur'an ya
da, fakirlerin üstün tutulması ve dünya ehline iltifat edilmemesi olarak sana
tanıttığımız bu tedib, korunması için büyük meleklerin görevlendirildiği
Levh-i mahfuz'da sabittir.
Gökte "kadri yüce"
ve şeytanların elinin değmesinden eksiklikten "tertemizdir. "
"O kahredilesi
insan, ne nankördür o! En ağır dua ile dua etme ve küf-ran-ı nimetindeki
aşırılığına hayrettir. Ya da kınama sorusudur. Yani onu küfre iten nedir?
"Onu hangi şeyden yarattı?" sorusu üzerindeki nimeti açıklama ve
tahkir için sormadır.
"Bir damla sudan
yarattı" Meniden sonra kan pıhtısından ve sonra da yaratılmanın sonuna
kadar bir et parçasından. Çeşitli durumlarda ve merhalelerde "onu biçime
koydu." "Sonra onun yolu(nu) kolaylaştırdı" Anne karnından
çıkmasını kolaylaştırdı. Bu ifade bir kinayedir. Ya da ona hayır ve şer yolunu
kolaylaştırdı. "Gerçek (o insan Allah'ın) emrettiği şeyleri yerine
getirmemiştir" Allah'ın emrettiğini tam olarak yapmadı; herhangi bir şeyde
hiç kimse eksiklikten arınmış değildir.
[14]
İbnü Münzir,
İkrime'den rivayetle "O kahredilesi insan, ne nankördür o!" ayeti
(17. ayet) hakkında dedi ki: "Utbe b. Ebi Leheb'in Yıldızın rabbini inkâr
ettim." dediği zaman inmiştir.
[15]
Allah Tealâ Hz.
Peygamberi, Kureyş liderleri ile meşguliyetinden dolayı Abdullah b. Ümmi
Mektûm'a yüzünü ekşittiği için uyardıktan sonra, "hayır" sözü ile
tedirginliğini gidermektedir: Böyle yapma. Bu Kur"an gafillerin ikaz
edilmesi için mücerred bir uyarıdır. Onu benimseyen ondan öğüt alır, onu korur
ve gereği ile amel eder. O kadri yüce sahifelerde korunmuştur.
Kur'an'm durumunu,
onun öğüt ve meviza kitabı olduğunu beyan ettikten sonra Allah Tealâ insanı
kınamış ve küfran-ı nimetinden, Allah'ın ona sunduğu hidayeti kabulde
büyüklenip, böbürlenmesinden dolayı onu ayıplamıştır. Çirkinliklerin en
büyüğünü işlediği için de o, cezaların en büyüğünü hak etmiştir.
[16]
"Hayır! Çünkü o,
bir öğüttür", İbni Ümmi Mektûm'a yaptığın gibi fakirden yüz çevirme ve
arınmaya niyeti olmadığı halde zenginle ilgilenme. Şu ayetler veya sure ya da
Kur*an bir öğüttür. Sana ve ümmetine yaraşan ondan öğüt almak ve gereği ile
amel etmektir.
Ayette, Kur"an'ın
kadrini yüceltme vardır; kâfirler onu kabul etsin veya etmesin, onlara iltifat
edilmez, aldırılmaz.
Sonra o öğüdü iki
vasıfla nitelendiriyor:
1-
"Dolayısıyla dileyen onu hatırlayıp öğüt alır." Bu açık ve net bir
öğüttür, onun anlaşılması, öğüt alınıp gereği ile amel edilmesi mümkündür.
İsteyen ondan öğüt alır, onu korur, gereğini yapar.
2- "O,
çok şerefli, kadri yüce, tertemiz sahifelerdedir. Kıymetli, sevgili, elçilerin
elleriyle" O, Allah katında şerefli sahifelere konmuş sabit bir öğüttür.
İçindeki ilim ve hikmetten ötürü, Levh- Mahfuz'dan indiği, Allah katında
değeri yüksek olduğu için korunmuştur, onu ancak temiz olanlar tutabilirler.
Şeytanlardan ve kâfirlerden muhafaza edilmiştir; ona ulaşamazlar. Eksiklik ve
yanlıştan da uzaktır. Meleklerin eliyle taşınmıştır; onlar insanlara tebliğ
için vahyi Allah ve elçileri arasında taşırlar.
Onlar Rableri nezdinde
şereflidirler. Masiyetten beridirler. Muttaki ve Rablerine itaatkârdırlar.
İmanlarında sadıktırlar. Kısaca Allah Tealâ melekleri üç vasıfla
sıfatlandırıyor: Elçidirler, Allah ile Rasulleri arasında vahyi taşırlar.
Rableri katında şereflidirler ve Allah'a itaat ederler. Ayetlerde de öyle
buyurulmaktadır: "Onlar ikrama mazhar edilmiş kullardır." (Enbiya,
21/26). "Onlar Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler.
Neye de memur edilirlerseyaparlar." (Tahrim, 65/6)
İbni Cerir et-Taberi
dedi ki: Doğru olan, ayetteki elçilerin melekler olduğudur. Elçilik de Allah
ile kulları arasındadır. Bunun için insanlar arasında sulh ve iyilik için
koşuşturana da elçi denmiştir.
Kütüb-i Sitte
sahipleri ve Ahmed, Aişe (r.a.)'den şu rivayeti yaptılar: Rasulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Mahir olarak Kur'an'ı okuyan, şerefli ve muttaki elçilerle
beraberdir. Zorlanarak okuyanın da iki ecri vardır."
Ardından Allah Tealâ
şu sözü ile de öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden insanları kınamıştır:
"O kahredilesi
insan, ne nankördür o!" Kâfir insan kahredilesi ya da öldürülesi veya
ezilesi; küfrü ne aşırıdır onun! Bu ona en ağır bir beddua ve küfürdeki
aşırılığına şaşma ve ileri derecede bir kınamaya işarettir.
Sonra, Allah değersiz
bir şeyden onu yarattığını ve yeniden yaratmaya da kadir olduğunu hatırlatarak
buyuruyor ki:
"Onu hangi şeyden
yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu" Şu Rablerini inkâr
eden kâfirleri Allah hangi değersiz, hor şeyden yarattı? Allah Tealâ onu hakir
bir sudan yarattı, onu büyüttü ve kendi maslahatına uygun hale getirdi.
Yaratılışı tamamlayıp hayatı süresince ihtiyaçlarına uygun organlarla
tamamladı. Akıl, fikir, düşünce, güç ve Allah'ın nimetlerinden istifade etmesi
için duyu organları ile güçlendirdi. Onları Allah'ın hoşlanmayacağı şeylerde
değil, O'nu memnun edecek şeylerde kullanmalıdır.
"Sonra onun
yolu(nu) kolaylaştırdı" Bu ya, anne rahminden kolaylıkla çıkıştan
kinayedir ya da, şu ayette geçtiği gibi Allah Tealâ hayır ve şerri elde etme
yolunu kolaylaştırdı. "Biz ona iki de yol gösterdik." (Beled, 90/10)
ona hayır yolunu ve şer yolunu açıkladık. "Gerçek biz ona yolu gösterdik.
İster şükredici, ister nankör." (Dehr, 76/3)
"Sonra onu
öldürüp kabre soktu. Daha sonra, dilediği zaman da onu tekrar diriltecek"
Yaratıp ona hayat imkânı verdikten sonra ruhunu kabze-dip ona saygı için
örtüleceği bir kabre koydu onu, vahşi hayvanların ve kuşların yiyeceği şekilde
yeryüzünde bırakmadı. Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltecektir. Buna
ba's ve nüşûr denir.
"Gerçek (o insan
Allah'ın) emrettiği şeyleri yerine getirmemiştir." Bu insan için
bulunduğu duruma göre bir azarlama ve kınamadır. Kusursuz insan yoktur. Bazı
insanlar küfürle kusur işlemişler, bazıları da isyanla, bir başkaları da
kendisine uygun olan daha iyi ve daha üstünü yapma yerine aksini yaparak kusur
işlemişlerdir. Ayet, insanın bu hali karşısında şaşkınlığı gösteriyor.
Varlığına kendi nefsinde, göklerde ve yerde deliller bulunduğu halde
yaratanını inkâr edebiliyor, Rabbinin nimetini inkâr edebiliyor, o nimetlere
hamd ve şükürle, güzel karşılıkla muamele etmiyor, nimetleri kendisine nispet
edebiliyor. Hidayet ve rüşdün delillerini, isyanın tehlikelerini idrak
edebildiği halde Allah'a isyan edebiliyor.
[17]
Ayetler şu hususlara
işaret etmektedir:
1- Kur'an-ı
Kerim bütün insanlar için bir öğüt ve irşat kitabıdır. Dileyen Kur"an'dan
öğüt alır, ondan yararlanır ve gereği ile amel eder. Bu da seçme hürriyetine
delildir.
2- Kur'an
Allah katında değerli bir kitaptır. İçindeki ilim ve hikmetten dolayı o, Allah
katında şerefli sahifelere konmuş sabit, kadri yüce, bütün kirlerden
arındırılmış, kâfirlerin kötü niyetlerine karşı korunmuştur. Allah'ın kendisi
ile rasulleri arasında elçiler yaptığı meleklerin elleri ile taşınmıştır. O
melekler Rableri katında değerlidirler, isyana bulaşmaz, kendilerini ondan
uzak tutarlar, Allah'a mutidirler, Allah için yaptıklarında sadıktırlar:
"Muhakkak o, elbette çok şerefli bir Kur'an'dır ki korunmuş bir
kitaptadır. Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez."
(Vakıa, 57/77-79).
3- Kur'an'ı
inkâr eden insan lanetlenmiştir. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmekle ne
nankördür o. Allah ilk olarak nasıl yarattıysa tekrar yaratmaya da kadirdir.
Onu değersiz az bir sudan yarattı, bir nutfe iken onu yeni bir yaratılışla
çıkarıncaya kadar çeşitli merhalelerden yürüttü, erkek dişi, iyi kötü, güzel
çirkin, uzun kısa olması gibi hallerden geçirdi. Şimdi nasıl, Allah'ın
emirlerine karşı kibirlenip zorbalık yapabilir? Hem ona hayır ve şerrin yolunu
da açmış, yani açıklamıştır: "Gerçek biz ona yolu gösterdik." (Dehr,
76/3), "Biz ona iki de yol gösterdik." (Beled, 90/10).
Ona ikram olarak
örtüleceği bir kabir de yaptı. Onu ortaya atılıp vahşi hayvanların ve kuşların
yiyeceği şekilde bırakmadı. Bu da Allah Tealâ'nm insan ölülerini, mümin olsun
kâfir olsun, onlara saygı için, diğer canlılar gibi yırtıcılara yem olarak
ortaya atılmamasını, gömülmesini emrettiğine delildir.
Sonra da Allah dilediğinde
onu çıkaracak, yani ölümünden sonra diril-tecektir.
Bütün bu merhaleler,
Allah Tealâ'nın dilediği zaman insanı kabrinden çıkaracağına açık delillerdir.
Bu merhaleler veya üç sıralama: Birincisi, değersiz bir sudan yaratılmasının
başlangıcıdır ki, tahkiri ziyadesiyle vurgulamadır. İkincisi doğru ile yanlışı
ayırtedebilmesidir. Üçüncüsü de, öldürme, kabre koyma ve çıkarma yani,
öldükten sonra diriltmedir.
4- Azı
hariç, bütün insanlar Allah'ın hakkında yetersizdirler. Emretmiş olduğu iman,
taat, Allah'ın ayetlerinde düşünme ve mahlukâtm acaip yönlerinde, açık
hikmetlerinde tedebbürde kimse O'nun emrettiğini lâyıkıyla yerine
getirmemektedir.
[18]
24- Öyle ya, o insan
yediğine baksın.
25- Hakikat biz, o
suyu bol bol döktük.
26- Sonra toprağı
iyiden iyi yardık.
27- Bu suretle onda
dane bitirdik.
28-31- Üzüm, yonca,
zeytinlik, hurmalık, sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler, otlaklar yarattık.
32- Hem size, hem
davarlarınıza fayda olarak.
Düşünce ve ibret gözü
ile "o insan yediğine baksın." Nasıl, takdir edilmiş ve ona
hazırlanmıştır? Zahir olan ayetteki yiyecekten maksadın genel olarak yenen şey
olduğudur. "Hakikat biz, o suyu bol bol döktük" Bulutlardan bol ve
cömertçe akıttık. Bu, yiyeceğin oluşturulması keyfiyetini açıklamaktadır.
"Sonra" bitkilerle "toprağı iyiden iyi yardık" Sulama ve
yarma işinin Allah'a isnat edilmesi fiilin sebebe isnat edilmesidir. "Bu
suretle onda" buğday, arpa gibi "dane bitirdik." "Hem
size, hem davarlarınıza fayda olarak" bitirdik. Siz ve hayvanlarınız
istifade etsin diye. Anılan şeylerin bir kısmı insan yiyeceği bir kısmı da
hayvan yiyeceğidir.
[19]
Allah Tealâ'nın
kudretine dair deliller ve Onun insan üzerindeki nimetleri sayıldıktan sonra
burada da insanın yaşamak için muhtaç olduğu dış âlemdeki nimetler sayılmıştır.
[20]
"Öyle ya, o insan
yediğine baksın" İnsan bir baksın, Rabbi, hayatının sebebi olan
yiyeceğini nasıl yarattı, nasıl tedbir edip ona hazırladı? Bunda, o nimetleri
hatırlatma ve kuru topraktan bitkileri canlandırma örneği ile erimiş kemik
haline geldikten sonra cesetlerin de diriltileceğine işaret vardır. Sonra da
yiyeceğin nasıl ortaya çıkarıldığını açıklayarak buyurdu ki: "Hakikat biz,
o suyu bol bol döktük. Sonra toprağı iyiden iyi yardık."
Biz suyu gökten veya
buluttan yere bol bol indirdik. Suyun indirilmesi yağmurdur. Sonra onu yere
yerleştirdik ve toprağa konmuş tohumu suladık, toprağı da ondan çıkan bitki ile
yardık. O da yükselip, toprağın üzerine çıktı. Allah Tealâ daha sonra sekiz
çeşit bitki sayarak buyurdu ki:
1-3-
"Bu suretle onda dane üzüm, yonca bitirdik." Yerde gıdalanılacak
buğday, arpa, mısır, çeşitli üzümler, hayvanların taze olarak yediği yonca.
Mana şudur: Bitkiler, dane, üzüm ve yonca oluncaya kadar büyüyüp artar.
4-5-
"Zeytinlik, hurmalık" Meyvesi bilinen zeytin ve hurma ağacını bitirdik.
6-8-
"Sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler, otlaklar yarattık." yoğun ve
büyük ağaçlı çokça bahçeler, elma, armut, muz, şeftali, incir ve benzeri gibi
yararlanılan meyvalar, hayvanlar için yiyecek ot, saman. Ayette geçen
"el-ebbü" insanların yemediği ve ekmedikleri, yerden çıkan, ot ve
diğer hayvanlara ait yiyeceklerdir.
Ardından da bu
bitkilerin yaratılmasındaki hikmeti ve nimet olma yönünü zikrederek buyurdu
ki:
"Hem size, hem
davarlarınıza fayda olarak" yani bunları size ve davarlarınıza, siz
yararlanın hayvanlarınız da yesin diye yarattık. Ayette geçen ve
"davarlar" olarak tercüme edilen " en'am", deve, inek ve
koyunlara denmektedir.
[21]
Ayetler şu hususlara
işaret etmiştir:
1- Allah
Tealâ insanın yiyerek hayatını sürdürdüğü yiyeceklere bakmasını, düşünüp ondan
sonuçlar çıkarmasını emretmiştir. Allah onu nasıl hazırlamıştır Gökten su
indirdi sonra da, bitkilerle ya da hayvanların veya aletlerin sürmesi ile
toprağı yardı ve muhtelif bitki türleri çıkardı.
2- Allah
Tealâ bitkilerden sekiz çeşidini anmıştır. Dane: Buğday, arpa vb. ekilenlerin
hepsidir. Gıdada esas olduğu için de başta zikredilmiştir. Üzüm: Bir açıdan gıda
bir başka açıdan da meyve olduğu için daneden sonra zikredilmiştir. Yonca:
Mekke ve Yemen halkının "kazb" dediği "kat" olarak bilinen
bitkidir. Zeytin, hurma ve kalın gövdeli çok ağaçlı bahçeler. Meyve: İnsanların
yemiş olduğu meyvelerin tümüdür. Bütün türlerini ihtiva etmesi için genel bir
adla anılmıştır. Hayvanların otladığı meralar.
3- İnsan ve
hayvan gıdasını kapsayan bu bitkilerin yaratılmasındaki gaye, insan veya
hayvanın ondan yararlanmasıdır. Çünkü bu bitkilerin yaratılması bütün
canlıların yararınadır.
4- Bu
konuların getirilmesindeki amaç Allah Tealâ'nm ölüleri kabirlerinden çıkarmaya
örnek vermesi ve Allah Tealâ'nın kullarına lütfetmiş olduğu nimetlerini
hatırlatmasıdır.
Özet olarak bu
maddelerin zikredilmesinin amacı üç şeydir:
a) Tevhide
götüren delillerin gösterilmesi.
b) Yeniden
yaratmaya götüren delillerin gösterilmesi.
c) İman ve
taata teşvik: Çünkü akıllı bir insana, kullarına ihsanın bu büyük türleri ile
iyilikler yapan bir ilâha boyun eğmemesi yaraşmaz.
[22]
33- Fakat o kulakları
sağır edercesine haykıracak olan ses geldiği zaman
34, 36- Kişinin
kaçacağı gün: Kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından.
37- O gün bunlardan
herkesin kendine yeter bir işi vardır.
38, 39- O gün yüzler
vardır, parıl parıl parıldar, güler, sevinçlidir.
40- O gün yüzler de
vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür.)
41- Onu bir karanlık ve siyahlık kaplayacaktır.
42- İşte bunlar
kâfirler, facirlerdir.
"Fakat o
kulakları sağır edercesine haykıracak olan ses geldiği zaman" cümlesindeki
şart edatı olan "İzâ: zaman"ın cevabı, "O gün bunlardan herkesin
kendine yeter bir işi vardır." cümlesidir.
[23]
"O gün yüzler
vardır, parıl parıl parıldar, güler, sevinçlidir" cümlesi ile "O gün
yüzler de vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür.) Onu bir karanlık ve
siyahlık kaplayacaktır." cümlesi arasında mukabele vardır. İyilerle
kötülerin yüzlerini mukabele etmektedir.
[24]
"Ses"
ayetteki "es-Sâhha: ses", el-Karia, et-Tâmmetü'1-Kübrâ olarak da
geçmiş olup korkunç ses, çağrı demektir veya kıyamet günüdür. Bu da dirilmenin
olacağı ikinci üfürmedir. Anlatılmak istenen, şiddetinden kulakları sağır
edecek olan sestir. Mecazî olarak böyle adlandırılmıştır.
Kendi durumu ile
meşgul olacağı ve ona faydalarının olmayacağını bildiği için "kişinin
kaçacağı gün: Kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından. O
gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi vardır." İlgilenmesi ve
başkasının işine bakmasına mani olacak bir işi veya durumu vardır. Yani herkes
kendisi ile meşguldür. Bu, oradaki durumun vehametini, korku ve şiddeti
gösteriyor. "Parıl parıl parıldar." Sevinçten ışıklanmış,
parlamıştır. Gördüğü nimetlerden dolayı "sevinçlidir" ki onlar
müminlerdir.
"İşte bunlar
kâfirler, facirlerdir." küfür çeşitlerini, Allah'ın varlığını ve
vahdaniyetini inkârı birleştirmişlerdir. Facirlik: İsyan ve Allah'ın belirlediği
ilkeleri çiğnemektir.
[25]
İnsan nefsinde ve dış
dünyada Allah Tealâ'nm nimetlerini açıklayıp, onlarla Allah'ın diriltmeye ve
her şeye kudretine deliller getirdikten sonra Allah Tealâ, insanı korku ve
endişe ile dolduran kıyamete ait bazı durumları ve korkuları açıklamıştır.
Bunun nedeni de, O'na iman konusunda derin düşünmeye, küfürden kaçınmaya,
insanlara karşı büyüklenmeyi terke, herkese karşı mütevazı olmaya zemin olsun,
diyedir.
Oradaki insanlar iki
grupturlar: İyiler ve kötüler. Birinci grup, gülüp sevinenlerdir ki onlar,
Allah'a, Peygamberine iman edip, Allah'ın emrettiğine itaat edenlerdir. İkinci
grup ise, suratları asık ve kederlidirler. Yüzlerinde toz toprak vardır,
kapkaradırlar. Onlar Allah'ın varlığını ve tevhidi inkâr eden, Peygamberlerin
getirdiklerini kabule yanaşmayanlardır.
Kurtubi dedi ki:
Yaşamayı zikredince, salih amellerle ve kendilerine hatırlatılan nimetlerden
infakla o güne hazırlansınlar diye dönüş gününü de zikretmiştir.
[26]
"Fakat o
kulakları sağır edercesine haykıracak olan ses geldiği zaman." Kıyamet,
ya da kulağa çarpan yani, onu duymaz hale getiren kıyamet gününün sesi geldiği
zaman. es-Sâhha, kıyametin isimlerinden biridir. Allah onu yüceltmiş ve ona
karşı insanları uyarmıştır. Begavi dedi ki: es-Sâhha, kıyamet gününün sesi
demektir. Böyle adlandırılması, kulaklara çarpması ve şiddetinden dolayı
kulakları sağır etmesindendir. İbni Cerir Sur'a üfürmenin adı olabilir,
demiştir.
"Kişinin kaçacağı
gün: Kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğullarından. O gün
bunlardan herkesin kendine yeter bir işi vardır." Ses geldiği zaman kişi,
en değerli ve ona sevgi, şefkat ve duygu olarak en yakın olması gereken kardeş,
anne, eş ve çocuk gibi akrabasını görüp de onlardan kaçıp uzaklaştığında. Çünkü
korku büyük, şartlar çetindir. O gün herkesin onu akrabasından koparacak, uzak
tutacak onları unutturacak bir derdi vardır. Allah Tealâ buyuruyor ki: "O
gün seven sevdiğine hiçbir şeyle fayda vermez. Onlara yardım da edilmez."
(Duhan, 44/41), "Hiçbir hısım bir hısımı sormayacak." (Mearic,
70/10).
Anlatılan şudur: Kişi
dünyada kendisine sığındıklarından ahiret hayatında kaçacaktır. Ayetteki
sıralamanın ifade ettiği husus da açıktır. En uzaktan kaçış: Kardeşten sonra
ebeveynden, sonra da eş ve çocuktan. Genel olarak en sevgili ve en yakına
yükselerek. Zemahşeri dedi ki: Kardeşle sonra da ebeveynle başladı. Çünkü onlar
en yakınlarıdır. Sonra da eş ve çocuklar. Çünkü onlar da en yakın ve en
sevgili olanlardır. Adeta şöyle demiştir: Kardeşinden kaçacak hatta
ebeveyninden ve hatta eşinden ve çocuklarından. Razi de onun bu görüşünü teyit
etmiştir.
en-Nezzam en-Nisaburî,
Garâibu'l-Kur'an'mda bu görüşü yorumlayarak dedi ki: Bu görüş, eşin ebeveynden
daha yakın ve daha sevgili olmasını gerektirmektedir. Herhalde bu akıl ve
şeriatın aksinedir. Daha doğru olan şöyle denmesidir: Kişiyi dünyada yukarı ve
aşağı doğru daha çok çevreleyen akrabalarından bazılarını anmayı dilemiş ve
yukarı doğru olanlardan başlamıştır. Çünkü aslın öne alınması fertn öne
alınmasından evlâdır. Her iki taraftan ona aynı derecede yakın olan iki kişi
önce anılmıştır: Birinci taraftan kardeşi ikinci taraftan da eşi. Çocukların
varlığı eşin varlığına bağlı olduğuna göre eşin öne alınması uygundur.[27]
Daha açık olan,
kaçmanın manasının onların durumu ile ilgilenmenin azlığı olmasıdır. Ayette
"o gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi vardır, " yani, onu
yakınlarından alıkoyar, engeller buyurulması da buna delildir.[28]
İbni Ebi Hatim, Nesai
ve Tirmizi İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ettiler: Rasulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Yalınayak, çıplak, yaya ve sünnetsiz haşrolunacaksınız."
Hanımı dedi ki: Ya Rasulallah! Birbirimizin avretini görür veya bakarız?
Buyurdu ki: "O gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi vardır."
Ya da "Onu bakmaktan alıkoyacak meşguliyeti vardır."
Sonra Allah Tealâ o
zaman insanların durumlarını ve o günde iyiler ve kötüler diye ikiye
ayrılacaklarını zikretti. Önce iyilerin vasıflarını anarak buyurdu ki:
"O gün yüzler
vardır, panl parıl parıldar, güler, sevinçlidir." insanlar orada iki fırka
olurlar gülen, aydınlık parlak yüzler: Onlar cennet ehli olan müminlerin
yüzleridir. Zira o zaman ellerindeki nimet ve ikramları görecekler.
Sonra kötüleri şu sözü
ile vasfetti:
"O gün yüzler de
vardır, üzerlerini toz toprak (bürümüştür.) Onu bir karanlık ve siyahlık
kaplayacaktır. İşte bunlar kâfirler, facirlerdir." Kıyamette, Allah'ın
hazırlamış olduğu azabı gördüğü için, tozlanmış, ümitsiz, karamsar yüzler
vardır. O yüzleri karanlık, siyahlık, zillet ve şiddet kaplamıştır. O tozlanmış
yüzlerin sahipleri, Allah'a iman etmeyip küfreden, peygamberlerin
getirdiklerine de inanmayan ve kötülükler işleyenlerdir. Küfür ile facirliği
birleştiren fasıklar ve yalancılardır onlar. Nitekim ayette: "Kötüden, öz
kâfirden başka da evlât doğurmazlar." (Nûh, 71/27) buyurul-du. Büyük günah
sahibinin facir olduğunu da bu "kâfirler, facirler" ayetine binaen kabul
etmiyoruz. Kâfirler facirlerdir, başkası değil.
Razi'nin dediği gibi,
bu ve benzeri ayetlerde iki grubun bulunmuş olması, üçüncü bir grubun,
isyankâr, fasık müminlerin bulunmadığını göstermez.[29]
Ayetler şu hususlara işaret
etmektedir:
1- İkinci
veya son üfleme olan ve kendi işi ile uğraştığı için kardeşin kardeşinden,
çocuğun babasından, eşin eşinden ve evlâdından kaçacağı gün olan kıyamet
gününün sesi geldiğinde, her insanın onu başkasıyla ilgilenmeden alıkoyan bir
işi veya durumu olur.
Sahih-i Müslim'de Aişe
(r.a.)'den yapılan bir rivayette Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar kıyamet günü yalın ayak, çıplak ve sün-netsiz olarak
haşrolurlar." Dedim ki: Ya Rasulallah! Erkekler ve kadınlar beraber;
birbirlerine bakarlar? Buyurdu ki: "Aişe. O günkü iş, birbirlerine
bakmaktan daha kritiktir."
Tirmizi'nin İbni
Abbas'tan rivayetinde lafız şöyledir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki:
"İnsanlar yalınayak, çıplak ve sünnetsiz haşrolurlar." Bir kadın:
Bazımız bazımızın avretini görür veya bakar? Buyurdu ki: "O gün bunlardan
herkesin kendine yeter bir işi vardır."[30]
2- İnsanlar
kıyamet günü iki grup olacaklar: Yüzleri aydınlık, parlak ve Allah'ın ona
verdiği lütufları ile sevinmiş, neşeli, kurtuluşu ve elindeki nimetleri bilmiş
müminlerin yüzleri. Bir grup da, yüzleri toz, dumanla kaplanmış, karanlık ve
siyahlık altındaki yüzler. Onlar da Allah ve Rasu-lünü inkâr eden, âsiler,
yalanlayıcılar ve Allah Tealâ'ya iftira edenlerin yüzleridir.[31]
[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/361.
[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/361.
[3] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/361-362.
[4] Kurtubi, XIX/213; en-Nazzam, Garâibu'l-Kur'an, XXX/27;
Razi, XXXI/54.
[5] Kurtubi, a.g.y.
[6] Ebu Hayyan, el-Bahru'l-Muhit, VIII/428.
Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/362-363.
[7] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/364.
[8] Kurtubi, XIX/213.
[9] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/364-365.
[10] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/365.
[11] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/365-366.
[12] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/366-367.
[13] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/368.
[14] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/368-369.
[15] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/369.
[16] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/369.
[17] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/369-371.
[18] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/371-372.
[19] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/373.
[20] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/373.
[21] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/373-374.
[22] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/374-375.
[23] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/376.
[24] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/376.
[25] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/376-377.
[26] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/377.
[27] Zemahşeri, III/314; Razi, XXX/64; en-Nazzam,
Garâibu'l-Kur'an, XXX/31.
[28] en-Nazzam, a.g.y.
[29] Razi, XXXI/65.
Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/377-379.
[30] Tirmizi, Hasen Sahih hadistir, dedi.
[31] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/379.