Bu sûre, yirmidokuz
ayet olup, Mekkî'dir.[1]
"Güneş, durulduğu
zaman..."(Tekvir, 1).
Bil ki Allah Teâlâ, bu
sûrede, oniki şeyden bahsetmiş ve "Bu şeyler vuku bulduğunda, işte tam o
esnada, her nefis ne hazırlamışsa, onu bilir" buyurmuştur. Bu oniki
şeyden,[2]
Birincisi:
"Güneş durulduğu zaman..." ayetinin ifade ettiği husustur.
"Tekvir"in, ne demek olduğu hususunda, şu iki izah yapılmıştır:
1) Tıpkı
sarığın sarılması gibi, yuvarlak bir biçimde dürüime-bükülme manasınadır.
Nitekim hadiste, "Durulup büküldükten sanra dönmekten Allah'a
sığınım"[3] yani ülfetten, uyumdan,
bir araya gelişten sonra dağılmaktan Allah'a sığınırız" denilmiştir. Kevr
ve tekvtr aynı manayadır. Çamaşırları ve elbiseleri bohçaladığı için,
çamaşırcıya da "Kare" denmiştir. Bürülen ve dürülen şeyin ise,
görünmeyeceğinden şüphe yoktur. Binâenaleyh güneşin kütlesinin ışığının tamamen
ortadan kalkması ve güneşin artık görünmez hale gelmesi, "tekvîr"
(dürülme) kelimesiyle anlatılmıştır. İşte bundan ötürü kelimeleri, bu dürülmeye,
(silindi, ışığı söndürüldü) manasını verirken, kimileri de "(Güneş
tutulduğu zaman)" manasını vermişlerdir. Hasan el-Basrî, buna "Işığı
silindiğinde..." manasını verirken, Mufaddal b. Seleme, "Işığı yok
olduğunda ve adeta bir bohçanın içinde saklandığında..." manasını
vermiştir.
2)
Arapça'da, "Duvarı çarpıp, yıktım yerle bir ettim" manasında, denir.
Esmâî şöyle der: "Birisi, Dirisini (vurup) bayılttığında, denilir. Binâenaloyh, ayetteki "Güneş
yörüngesinden atıldığında" manasınadır.
3) Bu
hususta şöyle bir üçüncü görüş daha vardır: Hz. Ömer (r.a)'den rivayet
olunduğuna gön bu kelime, Farsça'dandır. Zira, Farsça'da, âmâya ' kör denir. Dolayısıyla kör edildiği zaman
manasınadır.
Burada şöyle iki soru
vardır:
Birinci Soru:
"Şems" kelimesinin merfû oluşu, mübteda mı, yoksa fail oluşundan
ötürü müdür; Cevabı Hayır bu, fail oluşundan ötürüdür. Ona ref eden fiili,
ayetteki fiilinin tefsir ettiği, mukadder başka bir fiilidir. Çünkü fy edatında
şart manası bulunduğu için, ondan sanra fiilin bulunması gerekir.
İkinci Soru:
Rivayet edildiğine göre, Hasan el-Basrî, Basra'da Ebû Seleme b. Abdurrahman'ın
yanına gidip oturdu. O da, Ebû Hureyre (r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a.s)'în,
"Güneş ve ay, kıyamet günü durulup cehenneme atılacak olan iki
öküzdürler"[4] dediğini rivayet etmiştir.
Hasan el-Basrî, "Onların günahı ne?" dedi. Bunun üzerine, Ebû Seleme,
"Ben sana, Hz. Peygamber (s.a.s)'den hadis rivayet ediyorum" dedi.
Böylece Hasan sustu... (Buna ne dersiniz)?
Cevap: Hasan
el-Basrî'nın sorusu sakıttır. Çünkü güneş ve ay, cansız iki varlıktır.
Binâenaleyh onların cehenneme atılmaları, zarar ve eziyet görmelerine sebep
olmaz. Belki bu, cehennemin sıcaklığının artmasına sebep olur. Dolayısıyla bu
hadis, aklın hilafına olmuş olmaz.[5]
İkincisi:
Cenâb-ı Hakk'ın şu ayetinin anlattığı husustur.[6]
"Yıldızlar
düştüğü zaman..." (Tekvir. 2).
Yani, "Saçıldığı,
döküldüğü zaman..." Nitekim Allah Teâlâ, "Yıldızlar dağılıp döküldüğü
zaman..."(İnfitar.2) buyurmuştur. "lnkidar"ın asıl manası,
"dökülme"dir Halli, "Bir topluluk, bir topluluğun üzerine
sakınıp, adeta onlar Üzerine döküldüklerinde, çullandıklarında, denilir" demiştir. Kelbl de, "O gün
gök, yıldızları yağmur gibi yağdırır ve gökte hiçbir yıldız kalmaksızın, bütün yıldızlar
yeryüzüne düşer" demiştir. Ata ise, "Bunun sebebi şudur: Yıldızlar
gökten uzatılmış nurdan zincirlere bağlı kandiller içindedirler. Bu zincirler,
meleklerin elindedir. Yerde ve gökte olan herkes, ölünce, üu zincirler,
meleklerin elindon düşer"
demiştir.[7]
"Dağlar yürütüldüğü
zaman..." (Tekvlr. 3).
Yani, "yerinden
oynatılıp, hareket ettirildiği zaman..." Bu, "Dağlar (yerlerinden
koparılıp) yürütülmüş, bir serab haline gelir"(Nebe, 20) ayetinde beyan
edildiği gibidir. Yahut da bu yürütülme, havada olacaktır. Nitekim ayette,
"Bulutların yürüdüğü gibi yürürler" (Neml, 88) buyurulduğu gibi...[8]
Dördüncüsü: Cerâbi
Hakk'ın şu ayetinin ifade ettiği husustur:[9]
"Gebe develer,
salıverildiği zaman..." (Tekvlr, 4).
Bu ayetle ilgili iki
izah var:
1) Meşhur
olan görüşe göre, j&* kelimesi, kelimesinin çoğuludur: Nlfâs'tn cemisinin,
nüfesâ oluşu gibi... "Userâ", on aylık hamile manasınadır. Bu kelime,
bir senelik hamileye de verilen isimdir. Ki on aylık hamile deve, ehli
nazarında, en kıymetli ve nefis maldır. İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir:
"Kıyamet gününün dehşetli hadiseleri geldiği zaman, sahibleri bu develeri
bile İhmal eder, kendi haline salıverir. Halbuki Araplar için, hamile
develerden daha sevimli ve kıymetli başka bir şey yoktur. Araplara, gebe develer
meselesiyle hitab edilmiştir. Çünkü onların mallarının ve geçimlerinin çoğu
devedendir. Bundan maksad, malların gitmesi ve mülklerin boşa çıkması,
insanların kendi canlarının derdine düşmesidir. Nitekim Hak Teâlâ, "Ogün,
r.e bir mal, ne de oğullar fayda verir. Ancak Allah'a, selim bir kalb ile gelen
(kurtulur)"(Şuara, 89) ve "Andoîsun ki Bize, sizi ilk defa
yarattığımız gibi, tek başınıza geleceksiniz"(Enam, 94) buyurmuştur.
2) Buradaki
"işar" (gebe develer) kelimesi, suyunu tamamen koyuveren bulutlardan
kinayedir. Bu, mecazî bir ifade olmakla birlikte, kendinden önceki diğer
şeylere benzetilmiştir. Bir de Araplar, bulutları gebe develere benzetirler.
Allah Teâlâ da, "Sonra o (ağır) yükü taşıyanlar..."(Zâriyat, 2)
buyurmuştur.[10]
Beşincisi:
Hak Teâlâ'nın şu ayetinin ifade ettiği husustur:[11]
"Vahşi
hayvanlar bir araya toplandığı zaman..." (Tekvir, 5).
Kara hayvanlarından,
uysal ve evcil olmayan her hayvan, "vahşî" hayvandır. Bunun çoğulu,
"vuhûş"dur. kelimesi, "Her taraftan toplanıp, bir araya
getirildiği zaman" demektir. Katftde, "Bütün herşey, hatta sinekler
bile, kısas için (karşılıklı haklarını almak için) bir araya toplanırlar"
demiştir. Mu'teztle, "Allah Teâiâ, ölme, öldürülme ve benzeri elemlerden
dünyada iken başlarına gelen şeylerin karşılığını onlara vermek için, bu günde
bütün hayvanları toplar. Onlara, bu elemlerinin karşılığı verilince, Allah
dilerse ve eğer bu güzel bulunacak birşey ise, bazılarını cennette baki kılar;
eğer onları yok etmeyi dilerse, hadiste bahsedildiği şekilde, onları yok
eder" demiştir.
Biz (ehl-i sünnetin)
alimleri ise, "Bize göre, hakedilme açısından Allah'a hiçbirşey vacib
değildir. Fakat o, bütün vahşî hayvanları toplayacak ve boynuzsuzun hakkını
boynuzludan alıp ona verecek. Sonra onlara, "ölün" denilecek, onlar
da ölüverecekler" demişlerdir.[12]
Burada, bu kıssanın
(hadisenin) zikredilmesinin gayesiyle ilgili birkaç izah yapılmıştır:
1) Allah
Teâlâ, kıyamet gününde, adaletini ortaya koymak için, bütün canlıları,
hayvanları hasreder, bir araya getirir. Binâenaleyh, bu böyleyken, mükellef
olan ins ve cinni hasretmemesi nasıl düşünülebilir?
2) Bu
hayvanlar, (canlılar), dünyada iken insanlardan alabildiklerine nefret
etmelerine ve dağlara çöllere dağılıp yaşamalarına rağmen kıyamet gününde bir
araya geleceklerdir. Binâenaleyh bu, onların insanlarla beraber o meydanda
bulunmalarının o günün dehşetinden kaynaklandığına delalet eder.
3) Bu
canlıların bir kısmı, diğer bir kısmının yemidir. Ama onlar o gün bir araya
gelecekler de hiç birbirlerine sataşmayacaklar. Bu ise, yine o günün dehşetinin
şiddetinden ötürü böyle olacaktır. Bu ayet hakkında, İbn Abbas'tan gelen bir
diğer görüş de şudur. "Vahşi hayvanların bir araya gelmesi demek, onların
ölümleri demektir. Yani, "Vahşi hayvanlar öldüğünde..."
demektir." Nitekim Arapça'da, yıl, insanlara ve mallarına zarar verdiği,
onları helak ettiği zaman, denilir. Bu ifâde şedde ile, şeklinde de okunmuştur.[13]
Altıncısı: Cenâb-ı
Hakk'ın şu ayetinin beyan ettiği husustur:[14]
"Denizler
ateşlendiği zaman..." (Tekvlr, 8).
Bu kelime, şeddeli
ve şeddesiz olarak, ve şeklinde
okunmuştur. Bu ifade hususunda şu izahlar yapılabilir:
a) Bu kelime
aslında, tandırı, fırını tutuşturduğun zaman kullandığın ifadesindendir. Bir şey yakıldığı zaman ise,
oradaki rutubetler kurur. O halde bu demektir ki, bu durumda, denizlerde su
namına hiçbir şey kalmayacaktır. Daha sonra da dağlar, Cenâb-ı Hakk'ın da,
"Ve dağlar yürütüldüğü..." (Nebe, 20) buyurduğu üzere, yürütülür. Bu
durumda da, denizler ve yeryüzü, alabildiğine yanıp tutuşan, ısının had noktaya
çıktığı tek bir şey haline gelir. Şu da denebilir. Denizdeki sular kuruyunca,
yeryüzü kabarır, derken yükselir, neticede de dağların tepesi ile aynı seviyeye
gelir. Şu da söylenebilir: Dağlar unufak olup, herbir parçası herbir tarafa
dağılıp da toprak haline geldiğinde, bu toprak, dağların alt kısımlarına dolar,
böylece yeryüzü denizle beraber dümdüz otur ve tümü birden cayır cayır yanan
bir deniz oluverir.
b) Ayetteki,
kelimesinin, "fışkırtıldı..." mansına gelmesidir. Bu böyledir, zira,
Cenâb-ı Hakk'ın da, "İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir.
(Böyle iken) aralarında yekdiğerine tecavüz etmeye mani bir perde
vardır"(Rahman, 19-20) buyurduğu üzere, denizler arasında manialar vardır.
Binâenaleyh, Allah bu engelleri kaldırınca, bu denizlerin suyu bir birine akar.
Böylece de denizler tek bir deniz haline gelir. Bu, Kelbî'nin görüşüdür.
c) kelimesinin
manası, "tutuşturulduğunda, yakıldığında" sökündedir. Kaffal şöyle der:
"Mananın böyle olması halinde şu muhtemel izahlar yapılabilir:
1) Cehennemin,
denizlerin dibinde bulunması... Binâenaleyh, bu demektir ki cehennem, şu anda
dünya hayatı sürdüğü için, tutuşturulmamış bir durumda mevcuttur. Bu nedenle,
dünyanın ömrü sona erdiğinde, Allah Teâlâ, bu ateşin tesirini denizlere de
ulaştıracak, böylece hepsi bu yüzden tutuşmuş olacak...
2) Allah
Teâlâ, güneşi, ayı ve yıldızları, denizlere atar böylece denizler de tutuşmuş,
yanmış olur.
3) Allah
Teâlâ, denizlerde çok büyük bir ateş halkedecek, böylece de denizlerin sulan
fokur fokur kaynayacak.
Ben diyorum ki,
yapılan bu izahlar, hiçbirine gerek olmayan zorlamalı izahlardır. Zira, dünyayı
harab etmeye, kıyameti getirmeye kadir olan zatın, denizlere güneşi, ayı
atmasına, veya denizlerin dibinde cehennem ateşinin bulunmasına gerek
kalmaksızın, ya denizlerin suyunu ateşe çevirmek yahut da başka bir şeyle o
suları fokur fokur kaynatmak suretiyle denizlere böyle bir işlemde bulunmaya
mutlaka ve mutlaka kadir olur.
Bil ki, bu altı alametin,
dünyanın tahrib edilmeye başlandığı zamanın hemen başında meydana gelmeleri
mümkün olduğu gibi, kıyametin kopmasından sonra da meydana gelmeleri mümkündür.
Ayetlerin lafzında, bu iki İhtimalden birisinin olacağına delalet eden herhangi
bir şey yoktur. Ama, geriye kalan altı hususa gelince, bunlar kıyamete has
kılınmış hallerdir.[15]
Yedincisi: Şu
ayetin ifade ettiği husustur:[16]
"Ruhlar
eşleştirildiği zaman..." (Tekvir, 7).
Bu hususta da şu
izahlar yapılabilir:
1) "Ruhlar bedenleriyle birleştirildiğinde..."
2) Hasan
el-Basrî şöyle demektedir: "Canlar, o günde, Cenâb-ı Hakk'ın da,
"Sizler, üç sınıf olduğunda... Ashab~ı yemin, bilir misin ashab-ı yemin
nedir? Ashab-ı şimal, bilir misin ashab-ı şimal nedir?.. Öne geçenler, öne geçenler..."(Vakıa,
7-10) buyurduğu gibi, üç sınıf haline gelirler."
3) Her sınıfa, kadın-erkek kendi tabaka ve derecesinde olanlar katılır..
Böylece, taatla temayüz etmiş olanlar, misliyle; orta olanlar, yine misliyle,
benzeriyle birleştiği gibi, masiyet ehli de, benzerleriyle bir araya gelir.
Binâenaleyh, bu demektir ki, "tezvfc - bir araya getirme", bir şeyi
misliyle bir araya getirmek demektir. Buna göre mana, "Hayır ve şer
hususunda herkes kendisi gibi olanlarla birleşir, bir araya gelir"
şeklinde olur.
4)
"Herkes, dünyada iken kendisinden hiç ayrılmadığı, kendilerinden hiç
ayrılmadığı hükümdar ve yöneticilerle birleşir." Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Zalimleri ve onların eşlerini toplayın.." (saffât, 22) buyurmuştur.
"Biz, ayette bahsedilenler, şeytanlarını da katarız..." da,
denilmiştir.
5) İbn
Abbas, "Mü'min olan canlar, hurilerle, kafirlerde, şeytanlarla
birleştirilir" demiştir.
6) Herkes,
kendi taraftan ile birleştirilir. Mesela, yahudi yahudi ile, hristiyan da
hristiyanla... Bu hususta "merfû" bir haber kullanmaktadır.
7)
Zeccâc da, "Canlar, amelleriyle
birleştirilir.." demiştir.
Bil ki, bahsettiğimiz
bu görüşleri iyi anladığımızda, bunlara istediğin kadar ilavede bulunman imkan
dahilindedir.[17]
Sekizincisi:
Şu ayetin ifade ettiği husustur.[18]
"Diri diri
gömülen kızın hangi suçlardan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman..."
(Tekvir, 8-9).
Bu ifade ile ilgili
birkaç mesele vardır:[19]
kelimesi kelimesinden kalbolunmuş, olan bir fiildir.
Bir şey, "ağır olduğunda denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, denilir. Nitekim
Cenâb-ı Hak, "O yeri ve göklerin korunması O'na güç ve ağır
değildir,." (Bakıra 255) anlamında, buyurmuştur. Çünkü, kız çocuklarının
diri diri gömülmesi, onları, toprak yığınının ağırlığı altında bırakmak
suretiyle oluyordu. Meselâ bir kimsenin kız çocuğu oldu mu, bu kimse de kızının
yaşamasını istedi mi, çölde, develerini ve koyunlarını otlatması için, bu
çocuğuna kıldan bir aba giydirirdi.. Yok eğer, onu öldürmeyi aklına koymuşsa,
boyu altı karış oluncaya kadar ona dokunmuyor, bu boya ulaştı mı çocuğun
annesine, "Çocuğu süsle, güzel elbiselerini giyindir. Ben onu akrabalarına
götüreceğim" diyordu. Oysa ki o, bu çocuk için, çölde bir çukur esmişti..
Böylece o çocuğu o çukurun başına getirdi mi, çocuğuna "oraya bak
bakalım" diyor, sonra da, onu arkasından oraya itiyor, o eştiği çukur yer
seviyesiyle bir oluncaya değin, oraya toprak atıyordu.. Şu da ileri
sürülmüştür. Hamile kadının doğumu yaklaştığında, bir çukur kazardı.. Derken, o
çukurun doğum sancılarını çekerdi. Doğurduğu kız olursa, onu o çukura atardı,
oğlan olursa onu tutar, onu korurdu... Burada şöyle iki soru sorulabilir:
Birinci Soru:
Bunları, bu kez çocuklarını diri diri gömmeye sevkeden neydi?
Cevap: Bu,
ya, o kız çocukları sebebiyle babaya utanç veren bir hadisenin gelmesi, yahut da,
Cenâb-ı Hakk'ın da,
"Geçim korkusuyla, çocuklarınızı öldürmeyin..." (İsra,31)
buyurduğu gibi, geçim endişesi idi. Ve onlar şöyle diyorlardı: Melekler,
Allah'ın kızlarıdır. Binâenaleyh, kızlarınızı meleklere katın.. Sa'sa'a Ibn
Naciye, bu kızların diri diri gömülmelerine karşı çıkacaklardan birisi idi. Bu
sebeple Ferezdak şu beytinde onunla övünmüştûr:
"Çocuktan diri
diri gömen kadınlara engel olup da, böylece, diri diri gömülecek olanı hayata
kavuşturan, o da böylece gömülmeyen... bizden çıkmıştır..."[20]
İkinci Soru:
Diri diri gömülen o kız çocuğuna, hangisi yüzünden öldürüldüğü suçu, günahı
sormak da nedir? Onu diri diri gömen kimseye, onu öldürmesinin sebebi sorulmalı
değil miydi?
Cevap: Bu sorunun
o kız çocuğuna sorulması ve onun da bu soruyu cevaplaması, astında, onu
öldüreni susturma, utandırma, cevapsız bırakmadır. Bu tıpkı, Cenâb-ı Makk'ıh,
Hz. İsa (a.s)'ya, "Sen mi insanlara "Beni ve annenizi Allah'tan başka
ilah edininiz dedin?" deyip de, Hz. İsa (a.s)'nın da, "Seni takdis ve
tenzih ederim, benim için hak olmayan bir şeyi söylemem bana uygun
olmaz..." (Maide, 116) diyerek cevap verdiği ayeti ile, hristiyanları
susturması gibidir.[21]
Kelime, şeklinde
de okunmuştur. Ki anlamı, "Kendisini savundu ve Allah'a...
veya onu öldürene, hangi günah sebebiyle öldürüldüğünü sordu" şeklindedir,
kelimesi şedde ile şeklinde de okunmuştur. Buna göre şayet, "Uygun lafzın, şeklinde okunmasıdır. İfadeyi şeklinde okuyana gelince, bu durumda uygun
okuyuş, hangi günah sebebiyle öldürüldüm..." şeklindedir. O haldo, meşhur
kıraate göre en uygun olanı hangisidir?" denilirse, buna şu iki bakımdan
cevap verilebilir:
a) Ayetin
takdiri, "Diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğunda... Yani, cnu
gömenlere, onun halinden,
hangi göünahtan dolayı
öldürüldüğünden sorulduğunda..." şeklindedir.
b)
Bir insanın, muhatap olma durumunda bile,
bazan, gaib sigasıyla hali ve durumu sorulabilir. Bu tıpkı senin, Zeyd'in
durumunu öğrenmek isteyip de, bu anlamda, yani yanında olduğu halde ona, 1*3
jîf w U "Zeyd ne yaptı, ne yapıyor?" demen gibidir. Böylece de Zeyd,
kendisi hakkında soru sorulan olduğu halde, suale muhatap olan (el-mesûl)
olmuştur. Burda da böyledir.[22]
Dokuzuncusu:
Cenâb-ı Hakk'ın i "Defterler açılıp yayıldığı zaman..."(Tekvir, 10)
ayetinin beyan ettiği husus. kelimesi, hem şeddeli hem de şeddesiz okunmuştur.
Cenâb-ı Hak burada, kişi öldüğü zaman dürülen amel defteri, sabitelerini murad
etmektedir ki, bunlar, kul hesaba çekileceği zaman açılıp yayılır. Bu
defterlerin, sahipleri arasında yayılmasının, yani dağıtılmasının kastedilmiş
olması da caizdir.[23]
Onuncusu:
Cenâb-ı Hakk'ın,"Gök kopanldığı zaman..." (Tekvir, 11) ayetinin ifade
ettiği husus. Yani, "Gök, açılıp da, üst taraftan, yani cennet ve arşullah
cihetinden kopanldığı zaman..." demektir ki, bu tıpkı, kesilmiş hayvanın
derisinin ya da bir şeyin yüzünün astarının sökülmesi gibidir. İbn Mes'ûd ise, şeklinde okumuştur. ile gafın birbirlerinin
yerine kullanılması çokça cari olan bir şeydir. Meselâ, "Tiridi
karşıtırdım..." denildiği gibi, iaui da denelir; denildiği gibi da denilir. Ferrâ ise cî-ti'
kelimesinin anlamının, sökülüp de
dürüldüğünde..." şeklinde olduğunu söylemiştir.[24]
Onbirincisi:Cenâb-ı
Hakk'ın "O olavii ateş, iyicekızıştmldığı, tutuşturulduğu
zaman..."(Tekvir, 12) ayetinin ifade ettiği husus. Yani, "İyice,
şiddetli bir biçimde tutuşturduğunda, yapıldığında..." demektir. Bu
kelime, mübalağa için, şedde ile,
şeklinde okunmuştur. Onu, Allah'ın gazabı ile insanoğlunun günahlarının
tutuşturduğu söylenilmiştir. Cehennemin şu anda yaratılmamış olduğunu iddia
edenler, bu ayetle istidlalde bulunmuşlar ve şöyle demişlerdir: "Çünkü bu
ifade, bu ateşin tutuşturulmasın, kıyamet günüyle mukayyed olduğuna delalet
etmektedir."[25]
Onlklnclsl:
Cenâb-ı Hakk'ın, "Cennetyaklaştmldiğı zaman..." (Tekvir, 13) ayetinin
ifade ettiği husustur. Yani, "Cennet, muttakilere
yaklaştırıldığında..." demektir ki, bu, "Cennet muttakilere
yaklaştırıldığında... "(Şuara, 90) ayeti gibidir.
Cenâb-ı Hak, bu oniki
şeyi zikredince, bundan sonra, bütün bunların toplamından ibaret olan şart
ifadelerine terettüp eden cezayı beyan etmiş ve "Her nefs, ne hazırlamışsa
(onu) bilmiştir..."(Tekvir, 14) buyurmuştur. Malumdur ki, amelin, fiilin
ihzar edilmesi, dermeyan olunması, mümkün değildir. O halde bundan murad, kulun
muhasebe ve amellerinin tadılması sırasında, o amelin netice ve eserlerinden
olmak üzere, sahifelerde dermeyan ettiği, hazırladığı şeylerdir. Veya bundan
murad, her nefsin, kendisi için hazırlamış olduğu, cenneti ya da cehennemi hak
etme hususudur.
İmdi, şayet, "Her
nefis, işlemiş olduğu hayrı hanı olarak bulacaktır..." (ah imren, 30)
ayetinin ifade ettiği üzere, her bir nefs, hazırlamış olduğu şeyleri bilir. O
halde daha, "her nefs ... bilmiştir..."(r*»it, i*) demenin manası
nedir?" denilirse, buna iki bakımdan cevap verilirse, buna iki bakımdan
cevap verilebilir:
a) Bu ifade,
Arabların, her ne kadar lafız azlığı ifade etmek için vaz olunmuş bile olsa,
kendisiyle aşırılığı ve mübalağayı kastetmiş oldukları sözleri (maksadın aksini
söyleme) kabilindendir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın, "O küfredenler zaman
zaman temenni ederler ki.."(Hicr, 2) ayeti de bu kabildendir. Bu tıpkı bir
kimsenin alim bir kimseye açık bir mesele sorarken, "Bu konuda diyeceğiniz
bir şeyler olur mu?" Onun da cevaben: "Belki de söyleyecek bir şeyler
hatırıma gelir" demesi gibidir. Halbuki bu zat böyle derken bundan
maksadı: "Bu konuda benim söyleyecek öyle sözlerim var ki benden başka hiç
bir yerde bulamazsınız" demektir. İşte burda da böyledir.
b) Belki de
kafirler, (dünyada) taat olduğuna inandıkları şeyler hususunda kendilerini
yoruyorlardı... Ama kıyamet gününde, bunun tersi çıkmıştır... İşte, bu ayetten
kastedilen de budur.[26]
Cenâb-ı Hak, (Ey
kafirler, sizin dediğiniz gibi değil!. Andederim (geceleri) o geri dönen, akıp
akıp yuvalarına giden (yıldız)lara..." (Tekvir, 15-16) buyurmuştur, ifâdesi hakkındaki açıklama, (Kıyam, 1)
ayetinde geçmişti. Buradaki ifâdesine
gelince, bu hususta iki görüş bulunmaktadır:
Birinci Görüş:
Meşhur ve açık olan bu görüşe göre, "bunlar yıldızlardır. ^&İ
(el-hunnes) kelimesi, kelimesinin çoğulu olup, "el-hunûs" da,
yumulmak, gizlenmek anlamına gelir. Nitekim sen, "Toplum arasında
gizlendi, gizli kaldı" anlamında, dersin. Hadis-i şerifte de şöyle
gelmiştir: "Şeytan, kula vesvese verir.. Kul Allah'ı andığı
zamanda ise, kaçıp
gizlenir"[27]yani, "yumulup kaçar,
saklanır.' İşte bu sebeple de şeytan, el-hannâs, "Sinmiş, saklanmış,
böylece fırsat kollayan..." diye isimlendirilmiştir.[28]
Künnes kelimesi ise,
ve kelimelerinin çoğulu oiup, Arapça'da, yuvasına girdiği zaman bir şey
(hayvan) hakkında, denilir. Mesela bu anlamda, "Ceylan yuvasına girdi denilir. Yine, ceylanın yuvasına girmesine
benzetilerek, "Kadın hevdecine girdi.." anlamında denilir. Alimler, yıldızların gizlenip
yuvalarına girmeleri hususunda şu üç görüş üzere ihtilaf etmişlerdir:
1) En
kuvvetli görüş olan bu görüşe göre, bu, gezegen olan beş yıldızın geri
dönmelerine ve istikametlerine bir işarettir. Onların (yörüngelerinde) geri
dönmeleri, onların hunnes isimleriyle alakalıdır. Kunnes oluşları ise, onların
güneşin ışığı altına gizlenmiş olmaları, görünmemeleri ile alakalıdır. Hiç
şüphe yok ki bu, hayranlık verici bir durum olup, bunda hayranlık veren pek
büyük sırlar bulunmaktadır.
2) Hz.
Ali'den, Atâ'dan, MukâtM'den ve Katâde'den rivayet olunduğuna göre, bunlar,
bütün yıldızlardır. Onların gizlenmesi hunnes, onların gündüzün, gözlerden
nihan olması, gizlenmesi, görünmemesinden ibarettir. Yuvalarına girmesi kunnes
ise, geceleyin görülmesinden ibarettir. Yani onlar, tıpkı yuvasındaki vahşi hayvanlar
gibi, geceleyin yerlerinde görülürler.
3)Yedi
gezegen yıldızın doğuş ve batış yerleri, Cenâb-ı Hakk'ın, "Doğuların ve
batıların Habbine andolsun..."(Mearic,40) buyurduğu veçhile farklı
farklıdır. Şüphesiz ki onların, bir doğuş yeri, bir de batış yerleri vardır ki,
bunlar, bize en yakın doğuş ve batış yerleridir. Sonra yıldızlar, bütün sene
boyunca, o doğuş yerinden başka bir doğuş yerine doğru uzaklaşmaya başlarlar...
Sonra, yeniden oraya dönerler. İşte onun gizlenmesi (el-hunnes), o ilk doğuşun
yerinden uzaklaşmasından ibarettir. Yuvalarına dönmesi (kunnes) ise, yeniden
oraya dönmelerinden ibarettir. İşte bu, muhtemel bir izahtır. Birinci görüşe
göre, yemin, beş gezegen yıldıza edilmiş olur. İkincisine göre, bütün
yıldızlara edilmiş olur. Zikrettiğim bu son görüşe göre de, yedi gezegen
yıldıza yemin edilmiş olur. Allah, neyi murad ettiğini daha iyi bilir.
İkinci Görüş:
İbn Mes'ûd ve en-Nehâînin olan bu görüşe göre, el-Hunnes el-Cevârî el-Kunnes,
vahşi sığırlardır.
Said ibn Cübeyr
ise, bunların, aslanlar olduğunu söylemiştir. Buna göre el-hunnes, bunda gizli
ve saklı kalan şey olup, bu da, burunlarda bulunan derinlik, derin oluş yüzün
gerisinde bulunma halidir. Çünkü sığır ve ceylanların burunları böyledir.
Kunnes ise, kelimesinin çoğulu olup, yuvasına giren demektir. Muteber görüş
birincisidir.
Şu iki şey de buna
delalet eder:
1) Cenâb-ı
Hak bundan sonra, "Karanlığa yöneldiği dem geceye..."(Tekvir, 17)
buyurmuştur. Bu durum ise, vahşi sığırdan daha ziyade yıldızlarla alakalı
olmaya daha münasiptir.
2) Allah
Teâlâ'nm kendisine kasem ettiği şeyin mahallinin daha büyük ve yüce olmasının,
daha uygun olacağıdır. Yıldızların vahşi sığırlardan daha yüce ve muazzam
olduklarında ise şüphe yoktur! Üçüncü bir izaha göre el hunnes, el-humûs
kelimesinden gelen (el-hânisu)
kelimesinin çoğuludur. Yahut da kelimesinin çoğuludur. Bu da, hans
kökünden olur. Bu kök de, fiilinin köküdür. Halbuki, şedde ile el-hunnes,
ancak, bu kelime vahşi hayvanlar hakkında kullanıldığında söylenilir. Bu
durumda bu kelime yine humus kökünden olur ki, humus kelimesi de, vahşi
hayvanların gözlerinden kaybolup, kendi yuvalarına girmesi ve saklanmaları
demektir.[29]
Cenâb-ı Hak "Karanlığa yöneldiği zaman
geceye, teneffüs ettiği dem sabaha kasem olsun..."(Tekvir, 17-18)
buyurmuştur. Dil alimleri ^-il* 'nin "ezdfld"dan olduğunu
söylemişlerdir. Nitekim, gece geldiği zaman ifadesi kullanılır, gittiği zaman
da bu ifade kullanılır. Dilciler, bu kelimenin, "gitme..." manasına
geldiği hususunda, el Accâc'ın şu beytini delil olarak getirmişlerdir.
"Derken, onun
sabahı açılıp da, ortaya çıktığında ve gecesinin karanlığı sıyrılıp da çekip
gittiğinde..."
Ebû Ubeyde de, bu
kelimenin, "geldi" anlamında kullanıldığına dair şu beyti delil
olarak getirmiştir: "Yönelip geldiği zaman, gecenin yollan ve vasıtaları..."
Sonra o dilcilerden
kimileri, ayette geçen kelimesi ite, "gece geldi" manasının
kastedildiğini; zira, böyle olması halinde, yeminin, gecenin gelişine olduğunu,
bunun da, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinden anlaşıldığını söyledikleri gibi, gecenin
gitmesine de kasem edildiğini, bunun da ayet-i kerimedeki ifadesinden anlaşıldığını söylemişlerdir.
Kimileri de,
"Hayır, ayetteki
ifadesiyle, "gitti..." manası kastedilmiştir. Ayetteki,cümlesinin
manası ise, "sabahın ışığı uzayıp, kemale erdiğinde..."
demektir" demişlerdir. O halde bu tefsire göre tabiri, sabah vaktinin ilk doğuşuna bir
işaret olup, bu tıpkı ayetlerinin anlattığı gibi olmuş olur. ifâdesi de sabahın en mükemmel biçimde tulü
edişine bir işaret olmuş olur. Dolayısıyla da, burada bir tekrar bulunmamış
olur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesindeki anlamında olup, böylece bu ifade de tıpkı (Muddesir, 34) ifâdesi
gibi olmuş olur.
Ayetteki bu mecazın
keyfiyeti hususunda ise şu iki izah yapılmıştır:
a) Sabah
vakti geldiğinde, onun gelmesiyle bir rahatlık, bir huzur, bir sürür gelir. Bu
da mecazen, onun nefesi, onun canı kabul edilmiştir de, böylece de, "sabah
teneffüs ettiğinde..." denilmiştir.
b) Bu
karanlık gece, hiç hareket etmeden ve kalbi hüzünle dopdolu olan belaya duçar
ve hüzünlü birisine benzetilmiştir. Binâenaleyh bu kimse bir nefes aldığında
bir rahatlık hissedecektir. İşte ayette de, sabah vakti olunca, böylece gece
sanki bu kederden, bu hüzünden kurtulmuş da, dolayısıyla onun bu hali, nefes
alma tabiri ile ifade edilmiştir. Ayetteki bu istiare, çok hoş olan bir
istiaredir.[30]
Bil ki, Allah Teâlâ,
kendisine kasem edilenlerden bahsedilince, bunun peşinden "muksemun
aleyhi", yani hakkında kasem edileni de getirerek,
"Şüphesiz,
muhakkak o (Kur'ân), çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelamdır. Çetin bir
kudrete maliktir. Arşın sahibi (olan Allah) nezdinde çok itibarlıdır. Orada
kendisine itaat olunandır, bir emindir" (Tekvir, 19-21)
buyurmuştur. Bu
ayetlerle ilgili iki görüş vardır:[31]
Birinci Görüş:
Meşhur olan bu görüşe göre, bu ifade ile, Kur'ân'ı, Cibril (a.s)'in indirmesi
kastedilmiştir. Buna göre şayet, "Burada, karşımıza, şöyle bir müşkil
çıkmaktadır: Allah Teâlâ, Kur'ân'ın, Cebrail (a.s)'in sözü olduğuna yemin
etmiştir. Binâenaleyh, bu hususta bizim, Cenâb-ı Hakk'ı tasdik etmemiz gerekir,
vacib olur. Şimdi biz eğer, ayetin bu lafızlarını zahiri manaya hamletmenin
vacib oluşuna kesinkes hükmetmesek bile, en azından, böyle bir ihtimal vardır.
Durum böyle olunca da, bu Kur'ân'ın, Allah'ın kelamı değil de, Cebrail (a.s)'in
kelamı olması ihtimali de sabit olur. Cebrail (a.s)'in kelamı olması durumunda
ise, Cebrail (a.s)'in onu, Hz. Muhammed (a.s)'e, haşa saptırmak için onu
vermesi ihtimali bulunduğu için, mucîz olmaktan çıkar. Bu soruya "Cebrail,
saptırmaz ve masumdur" diye cevap da verilemez. Çünkü onun masum olduğunun
bilgisi, Hz. Peygamber (s.a.s)*İn doğruluğundan elde edilir. Peygamberin
doğruluğu da, Kur'ân'ın muciz oluşuna dayanır. Kur'ân'ın muciz oluşu da,
Cebrail (a.s)'in masum oluşuna dayanır. Böylece de devr-i fasit ortaya çıkar.
Halbuki devr-i fasit imkansızdır" denilirse, buna şu şekilde cevap
verilir: Kur'ân'ın, benzeri getirilemez bir muciz kelam olduğunu söyleyenler,
işte bu sorudan kaçmak için, yani böyle bir soru sorulmasın diye, bu fikri benimsemişlerdir.
Çünkü bu fikre göre, Kur'ân'ın mucizliği (icazı), fesahatinde değil, aksine o
ilimlerin ve o ilimleri çağrıştıran şeylerin, insanın kalbinden selbinde
(alınmasında) yatmaktadır. Selb ise, Allah'dan başka hiç kimsenin kadir
olamayacağı türden bir şeydir.[32]
İkinci Görüş:
Hz. Muhammed (s.a.s)'in, bu sûrede de bahsedildiği üzere, size haber verdiği o
kıyamet bir kehanet, bir zan ve bir "yaptım - oldu" meselesi değil,
aksine bu, Cebrail (a.s)'in, Allah'ın katından bir vahiy olarak getirip ona
verdiği bir sözdür.
Bil ki Allah Teâlâ
burada Cebrail (a.s)'i şu altı safatla tavsif etmiştir.[33]
Birinci Sıfat:
Onun bir resul (elçi) oluşudur. Onun, peygamberlere Allah'ın bir elçisi
olduğunda şüphe yoktur. Binâenaleyh o bir resul, bütün peygamberler de onun
ümmetidir. İşte bu husus, Hak Teâlâ'nın "Allah melekleri, o Rûh'Ia
birlikte, dilediği kullarına, emrinden dolayı indirir" (Nahl, 2) ve
"Onu senin kalbine Rûhu'l-Emîn indirci" (çuâra, 193-194) ayetlerinden
kastedilen husustur.[34]
İkinci Sıfat:
Cebrail (a.s)'in "kerîm" oluşudur. Hediyelerin en kıymetlisi olan,
marifetullah, hidayet ve irşadı getirip vermesi, onun kerim (cömert ve şerefli)
oluşundan dolayıdır.[35]
Üçüncü Sıfat: Onun
"kuvvetli" oluşudur. Kimileri bu sıfatı, "şiddetli-çetın"
manasına hamletmişlerdir. Nitekim rivayet olunduğna göre, Hz. Peygamber (s.a.s)
Cebrail (a.s)'e, "Allah senin kuvvetinden bahsediyor. Kuvvetin ne
kadar?" diye sormuş, o da, "Lût kavminin dört şehrini kanatlarımın
üzerine alıp, göktekiler o şehirlerdeki köpeklerin havlamasını ve horozlarının
ötüşlerini duyacakları yüksekliğe kadar kaldırdım, ve yere çaldım"
demiştir. Mukâtil de şöyle demektedir: "Kendisine "Ebyaz"
denilen ve peygamberlere musallat olan bir şeytan, Hz. Peygamber (s.a.s)'i de
şaşırtmak istemiş, ama Cebrail (a.s) o şeytanı hafif bir dokunuşla, Mekke'den
Hindistan'ın ta öbür ucuna atıvermiştir." Kimileri de,
"kuvvetli" sıfatını, "yaratıldığı ilk andan, mükellefiyetinin
son bulacağı zamana kadar, Allah'a itaatta devamda bunda kusur etmemede,
marifetullah ile celâlullahı mütalaadaki kuvvetine hamletmişlerdir.[36]
Dördüncü Sıfat:
"Arşın sahibi nezdinde çok itibarlı" oluşudur. Buradaki,
"indlyyet" (nezdinde oluş) nasıl, "O'nun indinde olanlar, O'na
ibadetten tekebbür etmezler"(Enbiya, 19) ayetinde mekan manasına değilse,
Cenâbı Hakk'ın, "Ben, kalblerikırık
olanların yanındayım" hadis-i kudsisinin delaletiyle, "yanında"
manasında olmayıp, aksine ikram, izzet, şeref ve saygı verme manasında bir
"indiyyeftir. Ayetteki "mekîn" hakkında da Kisâî şöyle der:
"Arapça'da, "Falanca, falancanın yanında, bir mekana (yere)
sahip" denilir ve bu manadaki fiil, kâfin dammesiyle şeklinde
kullanılır." Bu izaha göre mekân" ile, istediği her şeyi elde
edebilecek bir makam ve itibara sahip manası kastedilmiştir.[37]
Beşinci Sıfat:
"Orada kendisine itaat olunandır" ayetinin beyan ettiği husustur. Bil
ki ayetteki semme "orada" kelimesi, "Arşın sahibi nezdinde"
ifadesindeki, "nezdinde"ye bir işarettir. Buna göre mana,
"Cebrail, Allah yanında, mukarreb melekler arasında, kendisine itaat
olunan, mukarreb meleklerin emrine göre hareket edip, fikrine baş vurdukları
itibarlı bir melektir" şeklinde olur.
kelimesi, Cebrail (a.s)'in
"emîn" olduğunun büyüklüğünü göstermek ve sayılan sıfatlarının en
efdalinin "emin oluşu" olduğunu anlatmak için, "Hem sonra emindir de..." şeklinde
de okunmuştur.[38]
Altıncı Sıfat:
"emin" sıfatıdır. Bu, "Allah'ın vahyi ve risaleti (elçiliği)
konusunda, hainlikten ve hatalardan koruyup muhafaza ettiği, güvenilir bir
elçidir" demektir.[39]
"Sizin
arkadaşınız bir mecnun değil. Yemin olsun ki o, onu apaçık ufukta görmüştür. O,
gayb hususunda itham altında da değildir" (Tekvir, 22-24).
Cebrail (a.s)'in, Hz.
Muhammed (s.a.s)'den daha faziletli (efdal) olduğunu söyleyenler, bu ayeti
delil getirerek şöyle demişlerdir: "Hak Teâfâ'nın, "Şüphesiz muhakkak
o, çok şerefli bir elçinin (getirdiği) kelamdır..." ayetleri ile, "Sizin
arkadaşınız bir mecnun değil" ayetleri arasında bir mukayese yapacak
olsan, aradaki büyük fark ortaya çıkar."
Ayetteki, "Yemin
olsun ki o, onu apaçık ufukta gördü" ifadesi, bütün alimlere göre,
"Onu, güneşin doğduğu yerde gördü" manasınadır. Bu husus, Necm
Sûresinde izah
edilmiştir.
Ayetteki, cümlesi, "Muhammed gayb konusunda da
müttehem değildir" demektir. Bu "gayb" ile, Kur'ân ve Kur'ân'da
yer alan, kıssa ve haberler (yani gaybî bilgiler) kastedilmiştir.
"Zanîn", müttehem (töhmet altında) olan demektir. Arapça'da,
"Onu itham ettim" manasında, denilir. Buradaki fiili, iki mef'ul alan
"zann" kökünden değildir. Buna göre mana, "Muhammed Kur'ân
konusunda da müttehem değildir. Aksine o, Allah adına söylediği her sözde
güvenilir bir zattır" şeklindedir. Bu kelimeyi "dat" ile danîn
şeklinde okuyanlara göre, bu kelime "cimri, kıskanan, vermeyen"
manasına gelir. Nitekim Arapça'da, "cimrilik yaptım" manasında,
denilir. Buna göre ayet, "O, Allah'ın kendisine vahyettiği şeyler
hususunda cimri değildi, (hiçbir şeyi gizlemedi)" manasına gelir. Ferrâ,
"Ona göğün gaybî bilgileri geliyordu. Bunlar son derece kıymetli şeyler
olmasına rağmen, hiçbirini size bildirme konusunda cimrilik etmedi"
manasını verirken; Ebû Ali el-Farisîde şu manayı vermiştir: "O, gaybı
haber veriyor ve onu, kahinlerin kendilerine saklamaları gibi, kendine
saklamıyor, hepsini açıklıyor ve bu açıklamalardan dolayı ücret almak için,
kâhinlerin yaptığı gibi, gaybî bilgiler haber vermekten kaçınmıyor."
Ebû Ubeyde, şu iki
sebepten ötürü birinci kıraati, yani
şeklini tercih etmiştir:
a)
Kafirler, onu zaten cimri bulmuyorlar, fakat
töhmet altında tutuyortardı. Binâenaleyh burada, onun töhmete müstehak
olmadığını söylemek, cimri olmadığını söylemekten daha evladır.
b) Ayetteki
ifadenin şeklinde oluşu da bunu gerektirir.
Eğer bu kelimeyle, Hz. Peygamber (s.a.s)'in cimri olmadığı anlatılmak
işlenseydi, ifadenin şeklinde
olması gerekirdi. Çünkü
genelde hep bu
manada denilir, nadiren tîs"
ifadesi kullanılır.[40]
"O, taşlanmış bir
şeytanın sözü değil" (Tekvir, 25).
Mekkeliler, "Bu
Kur'ân'ı o (Muhammed'e) şeytan getiriyor ve onu diline, o ilkâ ediyor"
diyorlardı. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, bunun böyle olmadığını bildirdi.
Buna göre eğer, "Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğu, böyle
bir ihtimalin olmamasına dayanır. Binâenaleyh bu ihtimale, daha nasıl yine
naklî delil ile reddedilebilir?" denilirse, deriz ki: Biz daha önce
açıkladık ki, Sarfe görüşünü benimseyenlere göre nübüvvetin doğruluğu, bu
ihtimalin bulunmayışına bağlı değildir. Böyle olunca da, pek yerinde olarak, bu
ihtimalin olmadığını, nakfî bir delil ile söylemek mümkündür.[41]
"O halde nereye
gidiyorsunuz" (Tekvin 26).
Bu, o kâfirlerin sapık
olduklarını anlatmaktır. Nitekim doğru yoldan zorla sapan kimseye, "Nereye
gidiyorsun?" denilir. O kafirlerin halleri, hakkı terketmeleri, hakdan
batıla dönmeleri hususundaki halleri, işte böyle doğru yoldan, göz göre göre
sapan kimsenin haline benzetilmiştir. Buna göre mana, "Girdiğiniz şu yol
dışında tutacağınız her yol, bu yolunuzdan daha isabetlidir" şeklinde
olur. Ferra şöyle der:
"Araplar, hem hem
de derler. Sen de, (Şam'a gittim) ve "Çarşıya gittim" dersin."
Mutezile bu ayetle istidlal etmiştir, ama onlara verilecek cevap açıktır.[42]
Hak Teâlâ, daha sonra
Kur'ân'ın ne olduğunu anlatmak üzere şöyle buyurmuştur:[43]
"Bu, alemler için
yani sizden doğru yolu tutmak isteyenlet için bir zikirden başka birşey
değildir" (Tekvlr,2726).
Yani "Bu Kur'ân,
bütün halk için, bir açıklama ve bir hidayet vesilesidir."
Ayetteki, ifâdesi,
den bedeldir. Buna göre, takdiri mana, "Bu, sizden gerçeğin peşinde
olan herkes için bir öğüttür" şeklinde olur. Bunu bu şekilde
"bedel" saymanın faydası şudur: İslâm'a girmek suretiyle istikamet sahibi
olmak isteyenler, işte bu zikir olan Kur'ân'dan istifade eden kimselerdir. Buna
göre sanki, bu kimseler dışındakiler, Kur'ân'dan öğüt almamış olurlar ki bu da,
"Kur'ân'dan ancak, istikamet sahibi olmak İsteyenler istifade
edebilir" demektir.[44]
Daha sonra Hak Teâlâ
istikamet sahibi olmanın, hidayete varmanın Allah'ın meşietine varıp
dayandığını beyan buyurarak şöyle demiştir:[45]
"Alemlerin Rabbi
olan Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz" (Tekvlr. 29).
Bu, "Ancak Alah,
o meşieti (dileme gücünü) size vermeyi dilerse, bu müstesna" demektir.
Çünkü meşîet (dileme) fiili, sonradan meydana gelen, yaratılan bir sıfattır.
Binâenaleyh onun meydana gelmesi için, mutlaka başka bir meşiete ihtiyaç
vardır. Velhasıl bu ayetlerin toplamından, istikamet (hidayet) fiilinin,
istikameti istemeye; bu stemenin de, Allah Teâlâ'nın vermesine bağlı olduğu
neticesi ortaya çıkmaktadır. Birşeye bağlı olan birşey ise, ancak o şeye
dayanır.Binâenaleyh kulların fiilleri, olumlu da olsa, olumsuz da olsa,
Allah'ın meşîetine varıp dayanır. Bu, ehl-i sünnet âlimlerimizin izahıdır.
Bazı Mu'tezlle ise
şöyle der: "Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın kahrı ve mecbur etmeyi dilemesiyle
ilgili bir ayettir." Bu görüş zayıftır Çünkü ihtiyari olan bir dilemenin,
sonradan olan bir şey olduğunu anlatmıştık. Binâenaleyh bunun mutlaka bir var
edicisi olması gerekir. Öyle ise bu dilemenin var olması, onu var edecek
olanın, var etmesini dilemesine varıp dayanır. İşte bu noktada, Mu'tezile için
ilzam vardır. Doğruyu en iyi bilen Allah'dır.[46]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/519.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/521.
[3] Müslim, Hacc, 426 (2/979), Ibn Mace, duâ, 20 (2/1279).
[4] Kenzu'l-Ummal, (13/19533).
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/521-522.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/522.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/522-523.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/523.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/523.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/523-524.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/524.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/524.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/524-525.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/525.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/525-526.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/526.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/526-527.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/527.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/527.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/527-528.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/528.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/528.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/528-529.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/529.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/529.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/529-530.
[27] Benzeri Hadis, Müsned, 2/331.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/530.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/530-532.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/532-533.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/533.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/533.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/533-534.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/534.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/534.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/534.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/534.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/534-535.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/535.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/535-536.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/536.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/536-537.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/537.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/537.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/537.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/537-538.