Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Ölçü Ve Tartıda Uhrevî Müeyyide
Mü'minlerin İmân Ve Amelini Alay Konusu Edinenler
Gözle, Kaşla İşarette Bulunan Gafiller
İbn Mes'ûd.|(R.A.), Dahhakve Mukatil'e göre: Tamamı
Mekke'de inmiştir. el-Hasan ve İkrime'ye göre :
Medine'de inmiştir[1] Kelbî'ye
göre, Mekke ile Medîne arasında inmiştir.
Birinci âyetinde ölçü
ve tartıyı doğru kullanmayanlar kınanarak «mutaffifîn»
sıfatı kullanılmakta ve bu aynı zamanda sûreye isim olmaktadır.
Âyet Sayısı
: 36
Kelime Sayısı :
169
Harf Sayısı: 730.[2]
1- Ölçü ve
tartıda hile yapıp doğru davranmayanlar âhiret
azabıyla tehdît ediliyor.
2- Cenâb-ı Hakk'ın koymuş olduğu
helâl sınırına riâyet etmeyip ahlâksızlığı huy edinenlerin amel defterlerinin
«esfel-i sâfilîn»de olduğu haber verilerek, onlara
böylesine aşağılayıcı bir azabın hazırlandığına atıf yapılıyor.
3- imân
düzeyinde iyilik ve fazileti, güzel ahlâk ve doğruluğu şiar edinenlerin amel
defterlerinin «a'lâ-yı İlliyîn»de olduğu müjdelenerek, âhi-rette bu mü'minlere hazırlanan yüce makam ve derecelere işaret
ediliyor.
4- İyilerin
cennetteki yiyecek ve içeceklerinin nefaseti anlatılıyor.
5- Suçlu
günahkârların dünyada mü'minlerle alay etikleri konu edilerek, âhirette
o şaşkın sapıkların alay konusu edileceğine işarette bulunuluyor.
6- Âhirette mü'minlerin, inkarcı günahkârların hazîn akıbetini müşahede
ettikçe gülecekleri konu edilerek, inkarcılar uyarılı Böylece sûrenin tamamı
hem Mekkelı putperestleri, hem de Medine'de henüz
İslâm'ın özünü ve mayasını almamış hileci şaşkınları kapsamakta ve her iki
zümreyi birden uyarmaktadır. [3]
1- Ölçü ve
tartıda doğru davranmayanların vay hâline!
2- Onlar ki,
insanlardan, ölçüp alırken noksansız alırlar.
3- Kendileri
onlara ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçüp tartarlar.
4-5- Sahi bunfar büyük bir gün için diriltilip, kaldırılacaklarını
zannetmiyorlar mı?
6- O günde
ki, insanlar kalkıp Âlemlerin Rabbının huzurunda
dururlar
Nesâî'nin İbn Abbas
(R.A.)dan yaptığı rivayette, adı geçen şöyle demiştir :
— «Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret ettiği zaman ora halkının çoğu veya birkısmt ölçü ve tartıyı hileli kullanmakta çok aşırı
idiler.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu sûreyi indirdi. [4] Böylece
onlar da hemen kendilerini toparladılar ve ölçü, tartı konusunda dikkatli
olmaya başladılar. Nitekim el-Ferrâ' diyor ki: «O
günden itibaren Medineli'ler ölçü ve tartıyı tamam
kullanmakta insanların en dikkatlisi oldular ve onların bu dikkat ve doğruluğu
günümüze kadar devam etmektedir.»
Yine îbn Abbas'ın (R.A.) bu konuda
şöyle dediği rivayet edilmektedir: — «Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz Medine'ye ayak basar basmaz ilk inen sûre bu olmuştur. Çünkü Medineli'ler arasında öyleleri vardı ki, satın aldıklarında
ölçeği iyice doldurarak alırlardı; satınca da eksilterek verirlerdi. Bu sûre
inince bu tür hileden vazgeçtiler ve ölçü, tartıyı doğru kullanmaya başladılar.
Onların bu güzel davranışı devam etmektedir.»
Bir başka cemaat ise,
bu âyetin Ebû Cüheyne
adında bir adam hakkında indiğini söylemiştir. Rivayete göre, bu adamın iki
ayrı ölçeği bulunuyordu, biriyle satın ahr,
diğeriyle satış yapardı.
Bu rivayet daha çok Ebû Hüreyre (R.A.)den
nakledilmiştir. [5]
İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ölçü ve tan, üo meşgul olanlara şöyle buyurdu : «Şüphesiz siz öyle bir
iş ve duruma sahip çıktınız ki, sizden önce gelip geçen ümmetler o yüzden
helak olmuştur.» [6]
Böylece Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ticaret erbabına ölçü ve
tartıyı tam kullanmalarını tavsiye etmekte, aksine bir tutumun helaklerine
sebep olacağını bildirmektedir.
İbn Ömer (R.A.) diyor ki:
— «Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bize yönelerek şöyle buyurdu : «Ey Muhacirin topluluğu! Beş
şey, beş olay var ki onlarla mübtelâ olup denendiğiniz
zaman -ki onlara ulaşmanızdan Allah'a sığınırım- (çok dikkatli olmanız
gerekir):
1- Fuhuş bir
kavim ve millette ortaya çıkıp onu alenen işledikleri takdirde, mutlaka onlar
arasında tâûn (öldürücü, bulaşıcı kötü hastalıklar)
ve kendilerinden önce
gelip geçen seleflerinde olmayan elemli, ıstıraplı rahatsızlıklar yaygınlaşır.
2- Ölçü ve
tartıyı noksan kullandıkları takdirde mutlaka açlık, kıtlık, bereketsizlik ve
feyizsizliğe; ağır sıkıntı gam ve üzüntülere ve hükümdarların zulmetmesi
(hâkimlerin gayr-i âdil karar vermesi)ne yakalanırlar.
3- Mallarının
zekâtını vermedikleri takdirde, gökten inecek yağmur ve bereketten mahrum
kalırlar. Eğer hayvanlar olmasa onlara hiç de yağmur yağmaz.
4- Allah'ın
ve Peygamberin emirlerini dinlemedikleri takdirde, Cenâb-ı
Hak onlara kendilerinden başka olan düşmanı musallat eyler de ellerinde olanın
bir kısmını alıp götürürle;.
5- Hükümdarlar
ve devlet adamları Allah'ın kitabıyla hükmetmedikleri ve Allah'ın indirdiği
hükümleri seçip beğenmedikleri takdirde, mutlaka Allah onların arasında kin,
nefret, ayrılık, bölünme, ülfetsizlik, samimiyetsizlik ve birlik ile dirlikleri
bozuculuk havasını doğurur..»[7]
«Bize karşı silah
taşıyan bizden değildir; bizi aldatan da bizden değildi\» [8]
«Ölçü ve tartıda doğru
davranmayanların vay hâline!..»
Yukarıdaki âyetle
sosyal yapıda yeralan fertlerin birbirine karşı güvenini
sarsan; kardeşlik bağlarını koparan, maddeyi amaç olarak ön plâna getiren
önemli bir hastalığa neşter vurulmaktadır. Zira insanın mutluluğunun temeli,
imân düzeyinde yükselen hak ve adalettir. Allah'a ve âhirete
inanan kimse elbetteki hak ve adaleti, şahsı aleyhine bile olsa her şeyin
üstünde tutar. Şüphesiz sağlam, yani tahkiki imân bundan başkasını kabul etmez.
Ölçü ve tartıda hile
yapmanın kapsamı hayli geniştir: İmalâttan ham maddenin karışımına, toptancıdan
perakendeciye ve devletin kontrolünden toplumdaki otokontrole
kadar uzanır. O bakımdan Kur'ân'ın anlatımıyla ölçü
ve tartıda hile yapmak, doğru davranmamak hak ve adaleti, merhamet
ve şefkati önce ferdin ruhundan, sonra
ailesinden, sonra da çevresinden giderir. Böyle bir ortamda din, ahlâk,
fazilet, kardeşlik ve vatandaşlık sadece kelimenin dar kalıbına sıkışıp kalır.
Bunun için Kur'ân'da ölçü ve tartıda hile yapan Medyen
halkının ilâhî hışma uğrayıp helak edildikleri tarihî bir misâl olarak tam onbir yerde anılmaktadır. [9]
Konumuzu oluşturan 1
ve 2. âyetlerde ölçü ve tartı hususunda doğru davranmayanlar, «mutaffifîn» sıfatıyla anılmış ve «veyl»
sözüyle tehdît edilerek alçaltılmışlardır.
«Mutaffif»
sıfatı, «tafif» kökünden türetilmiştir ki^bunun
mânası, «az şey» demektir. Ölçü ve tartıyı doğru kullanmayıp hileli/iş aören kimse, başkasının hakkını noksanlaştırdığı için bu
sıfatla zikredilmiştir.
«Veyl»,
İbn Abbas'a (R.A.) göre, Âhirette şiddetli azap veya cehennemde bir vadi demektir.
«Yazık oldu» diye çevirilebilir.
Böylece İslâm Dini,
ölçü ve tartıda hile yapmayı, doğru davranmamayı yasaklayarak haram kıldığı
gibi, diğer semavî dinler ve hukukî sistemler de bu kabil fiilleri suç sayıp
yasaklamışlardır.
Tevrat'ta Levililer bölümünde şöyle denilmiştir: «Hükümde, uzunluk,
tartı, miktar ölçülerinde haksızlık etmiyeceksiniz.
Sizde doğru terazi, doğru taşlar, doğru efa [10] ve
doğru hin[11] olacak..» [12]
Ancak Kur'ân-ı Kerim'de bu gibi haklara tecavüz yasaklanıp haram
kılınırken hem maddî, hem de manevî müeyyidelere yer verilmiş; özellikle manevî
müeyyideye, onun ruhlar ve vicdanlar üzerindeki olumlu tesiri dikkate aJınarak ağırlık getirilmiştir. Maddî müeyyide ise,
devletin yetkili organlarına bırakılarak caydırıcı ve ıslâh edici tedbirlerin
alınıp uygulanması ön görülmüştür.
Şüphesiz ki bu
müeyyidelerin en tesirlisi, ikinci hayat, hesap, ceza, mükâfat, cennet ve
cehennem kavramları ve bunlarla ilgili inançtır. Dünyada işlediklerinden âhiret gününde hesap vereceğine inanan bir kimse, kendi iç
âleminde en kuvvetli denetleyiciyi, en dikkatli bekçiyi yerine oturtmuştur.
Millî şâirimizin dediği gibi:
«Ne irfandır veren
ahlâka yükseklik, ne vicdandır.
Fazilet hissi
insanlarda Allah korkusundandır.»[13]
Sani bunlar büyük bir gün için diriltilip
kaldırılacaklarını zannetmiyorlar mı?..»
Kıyamet, diğer bir
tabirle âhiret «büyük gün» olarak anılıyor. Bunun
birkaç sebebi vardır:
a) Önce âhiret âleminde gece-gündüz diye bir değişiklik olmayacaktır.
Hep gündüz olacak ve öyle devam edecektir. O bakımdpn
büyük bir gündür.
b)
İnsanlarla cinlerin hepsi diriltilip kaldırılacak; sayıları tahmin bile edilemiyecek bir insan ve cin seli meydana gelecek. Bu
sebeple o günün dehşeti de, endişesi de, korkusu da çok büyük olacak.
c) Cenâb-ı Hak adaletiyle tecelli edecek; haklıyı haksızı
birbirinden ayıracak; söz ve hüküm yalnız O'nun
olacak. O bakımdan da âhiret günü cidden büyük bir
gün olacak.
«O günde ki, insanlar
kalkıp âlemlerin Rabbının huzurunda dururlar»
mealindeki âyette,
«âlemlerin Rabbı» terkibine yer verilmiştir. Çünkü
Rab, her şeyi yüksek ve sınırsız ilminin ve kudretinin tecellisiyle belli bir
plân ve programa göre yaratan ve terbiye edip kemale erdiren demektir. O halde âhiret, Cenâb-ı Hakk'ın hazırladığı plânın uygulanacak bir bölümüdür ve
O'nun terbiye etmesi, geliştirip kemale erdirmesi hep devam edecek ve böylece
insanlar çeşitli merhaleleri aştıktan sonra O'nun huzuruna varıp hesap vermek
üzere duracaklar. Zira ne ikinci bir Rab, ne de ikinci bir âhiret
yoktur. Dönüş mutlaka âlemlerin Rabbı olan
Allah'adır. Her şey O'nun kudretinin eseridir.[14]
Yukarıdaki âyetlerle,
ölçü ve tartıyı doğru kullanmayanlar uyarıldı ve o yüzden yok edilen kavim ve
milletler misal verilerek âhiretteki hesap ve cezaya
dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
hakkı red ve inkâr edip suç ve günah işleyen mütecaviz
gafillerin geleceği belirleniyor ve onların dünyadaki düşünce ve tutumlarına
uygun bir azabın hazırlandığına değiniliyor. O gün onlarla âlemlerin Rabbının arasında perde bulunacağı, O'nun rahmet ve
inayetinden mahrum kalacakları haber veriliyor. [15]
7- Hayır,
(bırakın ciddiyetsizliği!) Açıktan günah işleyip haklara tecâvüz edenlerin
defteri «Siccîn» dedir.
8-9- «Siccîn» nedir bilir misin? Yazılı bir kitaptır.
10- (Hakk'ı) yalanlayanların o gün vay hâline!
11- Onlar ki
dîn gününü (ceza ve hesap gününü} yalan sayarlar.
12- Oysa onu
ancak haddini aşan her günahkâr yalanlar.
13- Karşısında
âyetlerimiz okunduğu zaman, «Bu öncekilerin masallarıdır» der.
14- Hayır,
hayır; onların kazandıkları (günahlar, haklara tecâvüz) kalpleri üzerinde pas
bağlamıştır.
15- Hayır,
(iş bu kadar da değil), onlar o gün elbette Rablarından
(O'nu görmekten, rahmetine, yüce nimetlerine ermekten) perde arkasında (mahrum
ve) mahcup kalacaklardır.
16- Sonra
onlar mutlaka Cehennem'e varıp girecekler.
17- Sonra
da, «İşte yalanlamakta olduğunuz şey budur!» denilecek.
«Hayır, (bırakın
ciddiyetsizliği!) Açıktan günah işleyip haklara tecavüz edenlerin defteri «Siccîn»dedir.»
İnfitâr Sûresi 14. âyette de açıkladığımız gibi, «füccar», «fâcir»in çoğuludur ki
bu sıfat, kötülüğü, günahı, haklara tecavüzü huy edinen, aynı zamanda ilâhî
sınırları aşıp kutsal ölçüleri ihlâl eden kimse hakkında kullanılır.
«Siccîn»
daha çok Cehennem'de derince bir dere mânasına yorumlanmıştır ki inkarcı
ahlâksızların, maddeci sapıkların amel defterlerinde o yer gösterilmektedir.
Öyle ki, ellerine verilecek amel defterinde, sahiplerinin varacağı yerin
haritası çizilmiştir ki orada «Siccîn» denilen dere
gösterilmektedir. Ayrıca bu kelimenin «zindan» mânasına gelen «sicn»den türe-tildiği de
söylenebilir. Böylece Cehennem'deki o derin çukurun bir zindan olduğuna işaret
vardır. Bu bakımdan ellere tutuşturulan «yazılı kitap», sic-cîni
açıklar ve onun ne olduğunu haber verir demektir.
Füccar sıfatına lâyık olanlar aynı zamanda hakkı, doğruyu
yalan sayan şuursuzlardır. Bu yorum düzeyinde onların, hemen arkasından ikinci
belirgin sıfatı anılmıştır. Sonra da bu sıfatların bir bakıma dokusunu oluşturan
yedi madde sıralanarak inkarcı yalancıların tutum ve karakterleri kaba
çizgileriyle tanıtılmaktadır:
1- Hesap ve
ceza günü olan «âhiret âlemi»ni
yalan ve uydurma sayarlar. Zira âhiret ve hesap
kavramları, sınırsız hürriyet peşinde koşanları veya böyle yaşayanları meşru
sınırlar içine almakta ve hürriyetlerini belli bir çizgide tutmaktadır. Aynı
zamanda nefsanî arzularını frenleyip meşru şekilde kanalize etmektedir. Bu ise onların işine hiç gelmez,
yaşama tarzlarıyla bağdaşmaz.
2- Nitekim
hesap ve ceza gününü ancak hadddini aşan mütecaviz
günahkârlar yalan sayar. O halde haddini aşmak, haklara tecavüz etmek, günah
işlemek onların karakter yapısının bazı görüntülerinden başkası değildir.
3- Allah'ın
âyetleri onlara okununca, «Bunlar eskilerin masallarıdır» derler. Çünkü
hayatlarının dizgini İblîs'in elindedir ve rehberleri de nefisleridir. O
bakımdan küfür ve nifakla şartlanmışlardır. Hakk'ı
inkâr sanatları, doğruya tepki gösterme huyları, Kur'ân'a
hücum etmek değişmeyen tutum ve yollarıdır; akıl ve idrâkleri ise bütünüyle
dünyalıktan yanadır.
Şüphesiz bunların
temelinde inkâr, yalan, şartlanma ve ön yargı vardır. Onun için toplumu rahatsız eden bu yanlışları
gidermenin tek yolu, doğruyu getirip ortaya koymaktır. Zira nasıl hak
gelmeyince bâtıl gitmezse, doğru da getirilmeyince yanlış ortadan kalkmaz.
Bunun için Cenâb-ı Hak ilgili âyetlerle, yalnız hakkı
ve doğruyu ayakta tutmamızı emretmektedir. Nitekim Abbasîler döneminde Şam'a
seyahat eden ünlü ilim adamı Ebû Süleyman ed-Dârânî, şehre girince ilim
erbabı ve meraklılar tarafından karşılandı. O günün medreselerinde okumakta
olan binlerce genç, o büyük ilim adamını dinlemek ve ondan yararlanmak için
çırpınıp duruyorlardı. Onların sözcüsü ayağa
kalkıp Ebû Süleyman'a, «İslâm'a dosdoğru
hizmet edebilmemiz için nasıl bir metod uygulamamız
gerekiyor?» diye bir soru tevcih etti. O da bir cümleyle cevap vererek en
sağlam yol ve metodu belirledi; «Dosdoğru Müslüman olun, İs'îm'a
göre yaşayın!»
Unutmayalım ki hak ve
doğru temkinli, tedbirli, uyumlu ve şuurlu adımlarla yürürken bâtıl dört nala
gider. Doğru çizmeleri giyerken yalan dünyayı dolaşır; ama çok geçmeden yaptığı tesirler iz bırakmadan silinir; hak ve
doğru ise silinmez izler bırakarak hedefine emfn
adımlarla ilerlemeye devam eder. Sonunda zafer hakkın ve doğrunun olur.
4- İşledikleri
haksızlıklar, kazandıkları günahlar, savurdukları yalanlar vicdanlarını silik
hale getirmiş, kalp ve basiretlerini köreltmiştir. Bu durumda onlar hak ve doğrulukla
ülfet edemezler, aynı yerde biraraya gelemezler.
Mekkeli inkarcı
sapıkların, yalancı münafıkların Hz. Muhammed'e
(A.S.) düşmanlıkları yılların birikimi olan inkâr ve bâtıldan, yalan ve nifaktan
kaynaklanan paslanma ve körelmeden ileri geliyordu.
5- İşte kendilerini
bu noktaya getirenlerin
âhirette
Rablarından (O'nun cemâlini görmekten,
rahmetine ve sonsuz nimetine ermekten) perde gerisinde mahrum ve mahcup
kalacaklarında şüphe yoktur.
6- Sonra da
amellerine uygun azabı tatmak üzere Cehennem'e gönderileceklerdir. Çünkü
dünyada sırtını inkâr ve
günahlara dayayanlar, âhirette Cehennem
ateşine yaslanmak zorunda kalacaklardır.
7- Akabinde
onlara: «İşte inkâr edip yalanlamakta
olduğunuz şey budur!» denilecek. Böylece bütün fırsatları kaçırdıklarını, kendi
ihtiras ve heveslerine mağlûp olup kötü bir gelecek hazırladıklarını
anlayacaklar; yüz-bin tasa ve üzüntü içinde kıvranıp geçici bir hayatı ebedî
hayata tercih etmenin cezasını çekeceklerdir[16]
Yukarıdaki âyetlerle,
hakkı red ve inkâr eden gafillerin dönüş yapmadıkları
takdirde âhiret gününde elim bir ceza ile tecziye
edilecekleri ve ilâhî rahmetten mahrum kalacakları haber verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Hakk'a inanıp iyiliği huy edinen bahtiyar mü'min-lerin defterinin İlliyyîn'de olduğu bildiriliyor ve onlara ikinci hayatta
hazırlanan nîmetlerin birtakım özellikleri üzerinde durularak ferahlatıcı
müjdeler veriliyor. [17]
18- Hayır,
hayır; (yalan saymak ne demek?) İyilerin amel defteri «İl-liyyîn»dedir.
19- «İlliyyîn» nedir bilir misin?
20- Yazılı
bir kitaptır.
21- Allah'a
çok yakın melekler ona şâhid olurlar.
22- Şüphesiz
ki iyiler nimet içindedirler.
23- Tahtlar
üzerinde (çevreyi) seyredeceklerdir.
24- Yüzlerinde,
nimet içinde bulunmanın pırıltısını tanırsın.
25- Ağzı
mühürlü saf şaraptan içirilirler,
26- Ki sonu
misk (gibi)dir. Artık nefaset isteyenler bunun için
yarışsınlar.
27- Onun
katkısı «tesnîm»dir.
28- Bir
pınar ki, (Allah'a) yakın olma şerefine erişenler ondan içerler
«Hayır, hayır; (yalan
saymak ne demek?) İyiSerin amel defteri «İIIiyyîn»dedir..»
Yine İnfitâr Sûresi 13. âyetin tefsirinde belirttiğimiz gibi, «ebrar», «berr»in çoğuludur. Berr: İmân düzeyinde iyiliği, doğruluğu şiar edinen, Cenâb-ı Hakk'ın rızası doğrultusunda
iyilik işleyen, doğru yolda yürüyen kimse hakkında sıfat olarak kullanılmıştır.
Dünya hayatını
belirtilen çizgide değerlendiren bu iyi kişilerin amel defterleri «İlliyyîn»dedir. Bu kelimenin tekil veya çoğul olma ihtimali
vardır. Allah'ın Arş'ının Cennef'n tavanı görünümünde
bulunduğuna bakacak olursak, bu yüksek ve yüce makamın Arş'ın sağında ve
Cennet'in üstünde özel bir makam olduğu ortaya çıkar.
Bundan başka
müfessirler bu isim üzerinde beş, altı kadar daha yorum ortaya koymuşlardır.
Onları buraya almaya gerek görmüyoruz. Çünkü «Sic-cîn»
Cehennem'de derin ve dar bir zindan olunca, «İlliyyînsin
de Cennet'in üstünde ilâhî rahmeti yansıtan bir makam olduğunu söylemek uygun
bir yorum olabilir.
Nitekim 20 ve 21.
âyetlerle, «İlliyyîn» kısmen açıklanmaktadır. Şöyle
ki, o, yazılı bir kitaptır. Allah'a cok yakın olan
melekler ona şahit (hazır) olurlar. Bu açıklamayla ilgili İbn
Abbas (R.A.) sözü edilen makamın Cen-net'de olduğunu söyleyerek yukarıdaki yoruma yakın bir
görüş ortaya koymuştur [18]
Kitabı, yani amel
defteri yüce bir makamda bulunan iyi kişiler için hazırlanan nimetlerden yedi
kadarı üzerinde durularak, mü'minlerin iyiliklerini
hep artırmaları, bu yolda olmayan kötülerin de pişmanlık duyup iyi bir insan
olmaya çalışmaları isteniliyor.
Vaadedilen yedi nîmet:
1- Şüphesiz
ki iyiler nîmet içindedirler.
Allah'a ve âhiret gününe imân temeli üzerinde yükselen iyilik,
doğruluk ve fazîlet şüphesiz büyük külfetlerle, sabır ve hoşgörüyle vücut
bulur. Aynı zamanda nefsin ihtiras, bencillik ve aşırılıklarını yenmek
suretiyle gelişme kaydeder. O halde bu doğrultuda katlanılan her külfet ve
sıkıntı, sarfedilen her emek ve gayret geniş ve
sonsuz nimetlerin habercisi sayılır. Unutmayalım ki, nîmetin en güzeli de âhiret gününde mü'minler için
hazırlanan Cennet ve ondaki ferahlatıcı, dinlendirici ortamdır.
2- Tahtlar
üzerinde çevreyi seyrederler.
Damatlara mahsus
bezenmiş kanepeler üzerinde, dünyada iken üzerlerinde biriken yorgunlukları,
sıkıntı ve üzüntüleri giderirler.
Tabii, Cennet'teki
tahtlar dahil her şey Allah'ın kudret eliyle yapılıp dekore edilmiştir.
Bunların evsaf ve özelliklerini bütünüyle anlamamız veya kavramamız çok zor,
hattâ imkânsızdır. Cenâb-ı Hak bizim anlamamıza
kolaylık sağlamak için o nimetleri dünya nimetlerinin isimlerini anarak haber
vermektedir.
3-
Yüzlerinde nîmet içinde bulunmanın pırıltı ve parıltısı görülür.
Cennet'in göz ve gönül
dolduran nîmetleri hiçbir zaman bıkkınlık duygusu doğurmayacak güzellik ve
mükemmelliktedir. Aynı zamanda çokluğu, çeşitliliği ve sık sık
görüntü değişikliği insan zevkine hitap etmekte ve ilgisini fazlasıyla
çekmektedir. O bakımdan sevinç pırıltıları her an kendini hissettirir.
4- Ağzı
mühürlü saf beyaz şaraptan içerler.
«Cennet şarabı»
tabiri, yine bizim anlamamıza kolaylık sağlamaya yönelik bir anlatım tarzıdır.
Resûlüllah'ın (A.S.) beyanıyla oradaki içki sarhoş
edici vasıfta değildir; yani içinde alkol yoktur. Sadece keyif verici,
neşelen-dirici, rahatlatıcı özelliktedir.
Saffat Sûresi'nde bu şaraptan söz edilirken şu bilgi
verilmektedir: «Bembeyaz, içenlere lezzet verir. İçinde tiksindirici hiçbir şey
yoktur ve onlar bundan sarhoş da olmazlar, kendilerinden de geçmezler.» [19]
Muhammed Sûresi'nde
ise şu bilgi verilmektedir: «Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen
sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar, iyice süzülmüş
baldan ırmaklar vardır..»[20]
5 -Ki sonu misk (gibi)dir.
Her nefis şey
içildikten sonra ağızda kendine has bir tat ve koku bırakır. Cennet şarabı ise,
miske benzer bir koku bırakır. Şüphesiz burada
«misk» sözü, son derece güzel, nefis ve çarpıcı bir kokuyu ifâde ediyor.
Artık âhirette nefaset İsteyenler, dünyada iken bunun için
yarışsınlar; amellerini buna erişmeye çevirsinler. Niyetlerini de ilâhî
hoşnutluğa uygun kılıp O'nun sonsuz rahmetine lâyık olmaya gayret etsinler.
6- Onun
katkısı «tesnîmsdir.
Tesnîm : Cennet'te mü'minler
üzerine ihtiyaç nisbetinde meleklerin sık sık getirip serptiği nefis rayiha neşreden bir şerbettir.
Kokusu etrafa yayılsın diye yüksekten bardaklarla akıtılfr
ki bunun kaynağı bir pınardır.
7- Öyle
pınar ki, (Allah'a) yakın olma şerefine ve bahtiyarlığına erişenler ondan
içerler.
Demek oluyor ki,
Cennet'teki pınarlar, akarlar ve ırmakların her biri ayrı bir özellik, başka
bir nefaset, tat ve koku taşımaktadır. Şüphesiz onların gerçek anlamda
bileşimini bilmemiz mümkün değildir. Çünkü dünyada benzerleri bile yoktur. [21]
Yukarıdaki âyetlerle,
imân temeli üzerinde iyi amellerde bulunan mü'minler
için hazırlanan yüce nimetlerin güzelliği ve nefaseti üzerinde durularak
ferahlatıcı bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
dünya hayatının şatafatıyla gururlanıp Hakk'ı red ve inkâr etmeyi marifet sayan beyinsizlerin mü'minleri nasıl alaya aldıkları üzerinde durularak, âhiret gününde durumun tersine döneceği ve o âlemde mü'minlerin yüksek makamlara erişip azaba uğratılan
inkarcıların haline gülecekleri bildiriliyor ve böylece mü'minlerin
dünyada bu gibi şarlatanlık ve hezeyanlara karşı sabretmelerinde birçok
yararların bulunduğuna işaret ediliyor. [22]
29-Gerçekten
suçlu günahkârlar (Dünya'da) imân edenlere gülerlerdi.
30- Onlara
uğradıkları zaman birbirlerine kaşla gözle işarette bulunurlardı.
31- Yandaşlarına
döndüklerinde ise neşeli bir eğlence havas, içinde dönerlerdi.
32- Ve imân
edenleri gördükleri vakit, «Bunlar hiç şüphesiz sapılmışlardır» derlerdi.
33- Halbuki
kendileri onlar üzerine gözcü gönderilmemişlerdi,
34- Bugün
ise imân edenler kâfirlere (onların perişan hâline) gülerler.
35- Kanapeler üzerinde (çevreyi) seyrederler.
36- Nasıl,
kâfirler yapageldiklerinin cezâs.nı (lâyık olduğu şekilde) buldular mı?
«Gerekten suçlu
günahkârlar (dünyada iken) imân edenlere gülerlerdi.»
Adem Peygamber'den
(A.S.) günümüze kadar gelip geçen insanların genel anlamda ikiye ayrıldığını
görüyoruz: Haktan yana olup Allah'a imanın lüzumunu, sâlih
amellerde bulunmayı ve iyi olgun insan olmayı savunanlar; bâtıldan yana olup Hakk'ı red ve inkâr ederek
ahlâksızlığı ve küfrü savunanlar..
İşte fikirleri,
inançları ve düşünceleri birbirine zıt bu iki zümre tarih boyunca hep tartışma,
sürtüşme, itişme ve vuruşma halinde olmuştur. Tez, antitez mücadelesi şeklinde
birçok araştırmalara, incelemelere kapı açılmasına vasat hazırlamış ve rekabet
duygusunu kamçılayarak topluma canlılık ve aktivite kazandırmıştır.
Diğer bir husus da
şudur: Hemen her peygamber devrinde daha çok kölelerin, zayıfların ve toplumda
pek itibar görmeyen fakirlerin imân ettiği; buna karşılık ileri gelen, söz
sahibi olan ve refah içinde yüzenlerin, imân edenleri küçümseyip alay konusu
edindikleri bir vakıadır. Şüphesiz bu manzara, hakla bâtılın karşı karşıya
gelince nasıl sürtüşüp tartıştığını gösterir. Aynı zamanda küçümsenen o mü'minlerin hicrete zorlandıklarının ve hicret olayı
gerçekleşince de kısa zamanda toparlanıp hakkı ayakta tutacak kuvvet
oluşturduklarının ve öylece mağrurları, ileri gelen şımarıkları baş aşağı
getirip zillete uğrattıklarının bu sürtüşmenin bir uzantısı ve onun tabii
neticesi olarak gerçekleştiğini tarih sahifelerinde
okumaktayız.
Böylece hakkı temsîl
edenler, ilâhî programı bilip metotlu hareket ettikleri, teblîğ ve irşad görevini günün şartlarını ve mevcut imkân ve ortamı
dikkate alarak sürdükdükleri takdirde bâtılı temsîl
edenleri çok gerilerde bırakma şansına sahip olurlar.
Konumuzu oluşturan
âyetle, Mekke'nin o günkü ileri gelen söz sahiplerinden Ebû
Cehl, Velîd b. Muğîre ve Âs b. Vâil gibi mağrur
inkarcılar bütün şiddet ve azgınlıklarıyla hem çok ilâh sistemini savunmakta,
hem de hakkı doğduğu yerde boğmak için her çareye baş vurmakta ve imân eden
Ammar, Bilâl, Habbab, Süheyb
ve benzeri fakirleri alaya alıp küçümsedik-leri ve Hz. Muhammed'in (A.S.) o fakirlerle oturup kardeşçe ülfet
etmesine gülüp geçtikleri misal verilmekte; küfrü
temsîl edenlerin hep hissî davranıp ön yargılarının dar çerçevesi içinde
kaldıklarına işaret edilmektedir.
Dünyada mü'mirrlerle alay edip gerçek dindarlığı hafife alanların
hem dünyada, hem de âhirette ağlayacaklarında şüphe yoktur. Olaylar tekerrür
ettiği gibi, tarih de tekerrür etmekte; Allah'ın ezelî hükümleri de vakti saati
gelince tecelli edip denge ve düzeni korumaktadır. [23]
«Onlara uğradıkları
zaman birbirlerine kaşla gözle işarette
bulunurlardı. Yandaşlarına döndüklerinde ise neşeli bir eğlence havrsı içinde dönerlerdi.»
Şüphesiz tabibin kendi
hastasına verdiği ilâçların çoğu acıdır; hastayı tiksindirecek bir tat ve koku
taşır. Ama o ilâç bir de beraberinde şifâ taşır. İslâmda
öyle! Hayat dizginini nefsin ve İblîs'in eline teslim edenler, şehevî nazlarının
önüne çıkan her engelden hoşlanmayıp tiksinirler ve kendileri için mutlak
anlamda rahmet ve şifâ olan o engellerden hep uzak dururlar; aynı zamanda
engelleri koyan mürşit ve mübelliğlere düşman
olurlar. Tabii onlar bu düşmanlıklarını birçok söz ve davranışlarıyla da izhar
ederler. Oysa engel denilen uyarılarda, meşru sınırları belirleyen öğütlerde
düzen, denge, huzur ve saadet vardır. Ne yazık ki, maddeci ve mideci inkarcıların
çoğu bu gerçekleri görmemekte ve şehevî hürriyetlerini meşru sınırlar içine
almaya yönelik ilâhî sese gönül kulaklarını tıkamaktadırlar.
Kıyamet gününde ise,
durum tersine dönecek: Bu defa imân edenler o kâfirlerin, nefislerine esir olup
dünya hayatlarını bir hiç uğruna tüketenlerin sefil ve perişan haline bakıp
gülecekler ve kalıcı bir hayatı nasıl berbat ettiklerini hatırlatarak bir
bakıma onlarla alay edecekler.
Böyîece iyilerle kötüler; inananlarla inanmayanlar lâyık
oldukları karşılığı görecekler: Mü'minler sonsuzluk
yurdu olan Cennet'te nadide tahtlar üstünde yorgunluklarını giderip
neşelenirken, kâfirler Cehennem çukurunda işlediklerinin cezasını yudum yudum tadacaklar.!
Evet o gün mü'minler de, melekler de inkarcıların o hazîn ve elemli
akıbetine bakıp şöyle diyecekler: «Nasıl, kâfirler yapageldiklerinin
cezc-sim (lâyık olduğu şekilde) buldular mı?»
Mutaffifîn Sûresine, ölçü ve tartıyı doğru kullanmayıp hile
yapanlar uyarılarak başlandı, dünya hayatında mü'minleri
ve onların Hakk'a ibâdet ve taâtini
alay konusu edinen inkarcı sapıkların kıyamet gününde alay konusu olacağı
haber verilerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a kâmil kişilerin hamdiyle hamd-u senalar olsun. Hakkı ayakta tutan, insanlığı küfür
ve ahlâksızlık bataklığından kurtaran ve mutlak saadet yolunu gösteren Sevgili
Peygamberimiz'e (A.S.) ve Onun Âl ve ashabına salât-u selâmlar sunarız.
[24]
İnşikak Sûresi bir bakıma İnfıtâr
ve Mutaffifin Sûrelerini açıklamakta ve
düşünebilenlere daha geniş düşünüp hakka daha çok yönelme şuur ve idrâkini
bahşetmektedir. [25]
[1] Tefsîr-i Kurtubl: 19/250
[2] Lübabu’t-te’vil:
4/359.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6653.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6653-6654.
[4] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân: 19/250 -
Tefsîr-i İbn Kesir: 4/483 - Nisabûrî/Esbab-ı Nüzul: 298
[5] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 19/250 -
Tefsîr-i İbn Kesir: 4/483 - Nisabûrî/Esbab-ı Nüzul: 298
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6655-6656.
[6] Hâkim/sahîh isnadla - Terğîb - Terhîb : 3/227
[7] İbn Mace,
Fiten: 22; Bezzar, Beyhami, Hakim. Müslim’in şartına göre sahih.
[8] Buhari, Fiten:
7, Diyat: 2; Müslim, İman: 161, 163, 164, Fiten: 16; Nesai, Tahare: 26, 29; Tirmizi, Hudud: 26; İbn Mace, Fiten: 11; Daremi, Siyer: 76; Ahmed, Müsned: 2/3, 53, 184, 185, 224, 329, 417.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6656-6657.
[9] A'raf: 88, 92, Hûd: 87,
94, Şuârâ: 177, Ankebut: 36
[10] Efa : 37 Litrelik bir ölçek
[11] Hin : Yaklaşık altı litrelik ölçek
[12] Tevrat, Levililer: 19/35.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6657-6658.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6659.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6659.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6661-4662.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6663.
[18] Bilgi için bak: Tefsîr-i Kurtubî:
19/257, 263
[19] Saffat Sûresi: 47
[20] Muhammed Suresi: 15.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6665-6666.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6666.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6668-6669.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6669-6670.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6670.