Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
1- Burçların sahibi bulunan göğe andolsun.
2- O va'dedilen (kıyamet) gününe andolsun!
3- (O günde) şahidlik yapana! Ve şahidlik edilene andolsun ki,
4/5- (Müslümanlara çeşitli eziyetler yapan ve) tutuştu-rucu (malzeme ile hazırladıkları) o ateş hendeklerinin sahipleri lanetlenmiştir.
6/7- Hatırlat o günü ki onlar Allah'a inananlara yapacakları (ateşte yakmak) işkencesine şahitler olmak üzere o hendeklerin karşısında oturmuşlardı.
8- O müminlerden sadece ve sadece tek, galib ve övülen Allah'a inandıklarından ötürü öc alıyorlardı.
9- O Allah ki göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Allah her-şeyin üzerinde şahiddir.
10- Şüphesiz ki mümin erkeklere ve mümin kadınlara eziyet edenler, sonra da tevbe etmeyenler, evet onlar için cehennem azabı vardır. Onlar için yangın azabı vardır.
11- Şüphesiz ki iman eden ve salih amellerde bulunanlar için gölgelikleri altından nehirler akan cennetler vardır, işte bu büyük kurtuluşun tâ kendisidir. [1]
(1-11 «Burçların sahibi bulunan göğe...» Bu Ayetlerin Tefsiri
Sure Mekki'dir ve yirmi iki ayetten ibarettir. Bu hususta ihtilaf yoktur. Surenin kelimeleri 109, harfleri 458'dir.
«ELBuruc», İbn Abbas'm dediğine göre saraylar ve köşkler demektir. Burada bilinen oniki burç mânâsına geldiğini söyleyenler de vardır. Onlar da şunlardır: Hamel (kuzu), Sevr (boğa), Cevza (ikizler), Seretan (Yengeç), Esed (Arslan), Sümbül (başak), Mizan (Terazi)* Akreb, Kavs (yay), Cedi' oğlak), Delv (kova), Hut (balık).
«Burç» esasında açık iş demektir. Sonra yüksek saraya, köşke hakiki mânâ olarak kullanılmıştır. Çünkü kasr, görenlere açıkça görünmektedir. Şehir etrafındaki surun yükselen noktalarına da burç denilmektedir. Bazıları «Gök şehir etrafındaki sura benzetilmiştir. Onun için ona burçlar tesbit edilmiştir» demişlerdir. Bazıları «Burçlardan ayın menzilleri, konakları kastedilmektedir»
diyor. Katade, Mücahid, Hasan ve İkrime «Yıldızlar demektir» diyor. İbn'ul-Munzir ve Abd bin Humeyd, Ebu Salih'ten, «Büyük yıldızlar» anlamında olduğunu rivayet ediyorlar. Büyük yıldızlara «Buruc» denilmesi açık olmalarından ileri geliyor. Bazıları Buruc ile maksadın göğün kapıları olduğunu söylemiştir. Onlara burç denilmesinin sebebi inen meleklerin onlardan çıkmalarıdır. Böylece, onlar büyüklerin indikleri veya kırallannın geldiği saraylara benzetilmiş olmaktadır.
Denilmesi uygun olan şudur: Burçlar mutlaka yıldızların me-nazilidir. Havassın gördüğü yıldız da, avamın gördüğü yıldız da (o yıldız hangi gökte olursa olsun) buna dahildir.
Veya buruç, (ister büyük ister küçük olsun) yıldızların adıdır. Veya göğün kapıları demektir ki şer'an bunlara buruc denilir ve sahih hadislerde de bunlara buruc denilmiştir. Bu kapılar her gök için bahis konusudur. Arş ve Kürsi için herhangi bir kapı tesbit edilmemiştir.
Gökten maksat ya cinstir veya yer küresine en yakın olan göktür. Bu son mânâ nazarı itibara alınmazsa böyledir.
«Va'dedilen gün»den maksat Kıyamet Günü'dür. Burada mü-fessirlerin ittifakı vardır. Bazıları «İnsanların kabirlerinden çıktıkları gündür» demişler. Bazıları «Bu gün'den maksat Rasûlul-lah'm şefaat ettiği gün olabilir. Nitekim «Umulur ki Rabbin seni Makam-ı Mahmud'a gönderir» ayeti de buna işaret ediyor» demişlerdir. Bütün bunlar Kıyamet Günü'nde, vâdedilen günde olacak işlerdir.
«Şahid»den maksat o günde hazır bulunan, Haşre gönderilen mahlûklardır. «Meşhud»da,n maksat da oradaki dehşet ve harikuladeliklerdir. Böylece Cenab-ı Hak, hem Kıyamet Günü'ne hem de zoradaki olaylara yemin etmiş oluyor. Bu, tazim etmek ve onu in-kfir edenleri korkutmak içindir.
Tirmizi ve bir cemaat Ebu Hüreyre'den merfu olarak şöyle rivayet ediyorlar: «Şahid'den maksat cuma günü, meşhuddan maksat da Arefe günüdür».
Abd bin Humeyd ve İbn'ul-Munzir, Hz. Ali'den: «Şahid'den maksat cuma günü, meşhud'dan maksat da necin günüdür» diye rivayet etmişlerdir.
İbn Cerir ve İbn Merduveyh, Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'dan şöyle rivayet ederler: Bir kişi bunu Hz. Hasan'dan sordu, «Benden önce hiç kimseden sordun mu bunu?» diyen Hz; Hasan'a şu cevap verildi: «İbn Ömer ve İbn Zübeyr'den sordum. Onlar, kurban günü ile>cuma günüdür, dediler». Hz. Hasan «Hayır», dedi. «Şahid benim dedem Hz. Muhammed'dir.» Sonra «Seni onların üzerine şahid olarak getirdik» ayetini okudu. «Meşhud'dan maksat da Kıyamet Günü'dür» dedikten sonra ise «Öyle bir gün ki insanlar o gün için toplanmıştır, o gün meşhud günüdür» ayetini okudu.
Abd bin Humeyd, Îbn'ul-Munzir ve îbn Ebi Hatim şöyle rivayet ederler: «Şahid'den maksat Allah'tır, meşhud'dan maksat da Kıyamet Günü'dür.
Mücahid «Şahid'den maksat Adem ve zürriyeti, meşhuddan maksat da KıyameVtir» derken, îbn Muşeyyib «Şahid terviye günüdür, meşhud da arefe günüdür» demiştir. Tirmizi «Şahid M-faza melekleri, meşhud da insanlardır» der.
Abdulaziz bin Yahya, «Şahid Allah'ın Rasûlü, meşhud da onun ümmetidir» demiştir. Yine aynı zattan gelen bir rivayet: «Şahid' den peygamberler kastedilmektedir, meşhud'dan da ümmetleri» şeklindedir.
îbn Cerir ve Mukatil, «Şahid azalardır, meşhud da o azaların sahipleridir» demiştir. Bazıları «Şahid pazartesi günü, meş-hud da cuma günüdür» demiştir. Bazıları «Şahid birbirlerini takip eden melekler, meşhud fecir Kur'an'ıdır» demiştir.
Bazıları «Şahid Kur'an, meşhud da gece ile gündüzdür» demiştir. Bazıları da «Şahid Allah, meşhud da meleklerdir» fikrini ileri sürmüşlerdir. Başka bir gruba göre: «Şahid, ululemirdir, meşhud da vahdaniyettir». Bir grup da «Şahid Allah'ın mahlûkları, meşhud Allah'ın vahdaniyetidir» demiştir. Bazılarına göre, şahid hacerulesved, meşhud da hacılardır. Bazıları «Şahid geceler ve gündüzler, meşhud da ademoğullandır» demiştir. Hasan Basri'den gelen bir rivayet: «Hiçbir gün yoktur ki şöyle çağrılmasın: Ben yeni bir günüm. Ben benim içimde yapılanların şahidiyim. Beni Canimet bil, fırsat bil. Güneş battıktan sonra artık Kıyamet'e kadar bana yetişemezsin» şeklindedir.
Bazıları «Şahid Hz. Muhammed'in ümmetti, meşhud da diğer ümmetlerdir» diyor.
Hülasa böylece otuza yakın yorum ileri sürülmüştür. Hakikati Allah bilir.
Kasemin cevabı, bir görüşe göre, kesinlikle denenmişlerle başlayan ayettir. Muberrid'e göre «Kesinlikle Rabbinin mekri şe-diddir» ayeti kasemin cevabıdır. İbn Cüreyc de bunu sarahaten söylemiştir. Birçok müfessire göre «ühdud Ashabı'na lanet olsun» cümlesi kasemin cevabıdır. Bazıları, «Bu cümlenin başından lam hazfedilmiştir» derken, bazıları da aslı «lekad kutile»6iT demiştir.
«Kati» burada lanetin en şiddetlisinden ibarettir. Çünkü Ce-nab-ı Hak için dua etmek muhaldir. Zira Allah'tan yüksek bir makam yoktur ki Allah için ona yalvanlsın. Burada onun lazımı kastediliyor, O 4a Allah'ın gazabına uğramak, rahmetinden uzaklaşmaktır.
Bazıları «Kasemin cevabı mukadderdir» diyor. Yani muhakkak onlar Ashab-ı Uhdud lanetlendiği gibi lanetlenmişlerdir! Bu ayet Basûl-ü Ekrem'e haddi aşan kâfirlerin öldürüleceğini va'de-diyor. Bu dinin yücelmesi içindir. Nitekim Bedir Savaşı'nda on-lann ileri gelenlerinin öldürülmesi ile bu mucize tahakkuk etmiştir. [2]
Uhdud, had'dın çoğuludur, yerdeki yarık, açılan çukur demek- tir. Hadise, Müslim, Tirmizi, Nesei ve diğer muhaddislerin Su-heyb'in hadisinden naklettiklerine göre şöyledir: Bir kral ve onun kâhini vardı. Kehanette bulunuyordu. Kâhin, Krala: «Bana bir genç getirin; anlayışlı, zeki olsun. Ben ona bu ilmi öğreteyim. Çünkü ben ölünce bu ilmin ortadan kalkacağından korkuyorum* Kimseye öğretmezsem sîzlerden bu ilmi bilen hiç kimse kalmaya-çaktır» dedi. Bunun üzerine bir çocuk araştırdılar, buldular. Zeki idi. Ona kâhinden ders almasını söylediler. Çocuk kâhinden ders almak üzere ona gidip geliyordu. Çocuğun yolu üzerinde, kilisesinde bulunan bir rahib vardı. Çocuk o rahibin yanından her geçtikçe ondan bir şeyler sorardı. Sonunda rahib: «Ben ancak Allah'a ibadet ederim» dedi.. Çocuk böylece rahibin yanında uzun zamanlar durdu. Kâhinden ders almakta geç kalıyordu. Kâhin çocuğun ailesine onun kendi yanına gelmediğini bildirdi. Çocuk bu durumu rahibe nakletti. Rahib çocuğa dedi ki: «Kâhin sana nerdeydin dediği zaman de ki: «Ben ailemin yanındaydım». Ailen sana neredeydin dediği zaman da, «Ben kâhinin yanındaydım» de. Ve böylece kendini kurtar. Çocuk bu şekilde devam etti. Bir gün bir grup insanın yanından geçti. Bu insanların önü yırtıcı bir hayvan tarafından kesilmişti. Adeta hapsolmuşlardı. İstedikleri yere gi-demiyorlardı. Bir yerde toplanmışlardı. (Deniliyor ki o yırtıcı hayvan bir arslandı). Çocuk eline bir taş alarak: «Yarab, eğer rahibin dediği haksa setıden bu hayvanın öldürülmesini istiyorum. Eğer kâhinin dediği haksa onun öldürülmemesini istiyorum» dedi. Sonra taşı arslana attı ve hayvan öldü. Halk onun kimin tarafından öldürüldüğünü araştırdı. Sonunda onun bu çocuk tarafından öldürüldüğü haberi geldi. Halk çocuğun bu durumundan korktu. «Bu çocuk Öyle bir ilim öğrenmiştir ki bizden hiç kimse o ilmi bilmiyor» dediler. İki gözü âmâ bir kişi bu hadiseyi duyunca çocuğa gelerek: «Eğer gözlerimi görecek hale getirirsen sana şu kadar servet vereceğim» dedi. Çocuk: «Ben senden herhangi bir ser. vet istemiyorum. Lâkin senin gözlerin sana geri verilirse senin grö-zünü sana geri veren Allah'a iman edecek misin?» dedi. Âmâ «Evet» deyince Cenab-ı Hak adamın gözlerini iade etti ve o da Allah'a iman etti.
Bu durum kralın kulağına gidince adamlarına çocuğu, âmâyı, rahibi ve diğer kişilerin hepsini huzuruna getirmelerini emretti. Kral: «Her birinizi öyle bir ölümle öldüreceğim ki hiçbiri diğerine benzemeyecektir» dedi. Rahib ve âmânın başına hızarlar konuldu ve ortadan biçilmek suretiyle ikisini de öldürdüler. Öbürünü de başka bir şekilde öldürdüler. Sonra sıra gence geldi: «Bu genci falan dağa götürün ve oradan aşağı atın» diye emretti. Onlar genci dağa getirdiler. Doruğa çıkıp, kralın emrettiği noktaya geldiklerinde, genci oradan atmak için harekete geçtiler. Fakat dağ sarsılmaya başladı. Her biri patır patır dağdan düştüler. Gençten başkası kalmadı. Sonra genç kralın yanma döndü. Kral: «Onu denize götürüp boğun» dedi. Denize götürdüler, Cenab-ı Hak gencin beraberinde bulunanları boğdu, genci kurtardı. Bunun üzerine o genç adam, krala şöyle dedi: «Sere beni bu şekilde öldüremezsin. Ancak beni bağlayıp, bu gencin Rabbi olan Allah'ın ismiyle diyerek bana ok atarsan, beni öldürebilirsin.»
Kral bunları tatbik etmeyi emretti. Sonra «Gencin rabbi olan Allah'ın ismiyle» deyip ona ok attı. Genç okun isabet ettiği şakağına elini koydu, sonra vefat etti. Halk, «Bu genç öyle bir ilim öğrenmişti ki bizden hiç kimse bunu bilmiyordu. Biz bu gencin Rabbine iman ederiz» dediler ve iman ettiler. Yakınları krala: «Üç kişi sana muhalefet etti, sen korktun. Şimdi ise bütün âlem sana muhalefet ediyor» dediler.
Bunun üzerine kral yerde çukurlar açtı. Sonra oralara ateş ile odun koydu. İnsanları bir araya getirdi ve onlara «Dininden dönen bir kimseyi ateşe atmayacağız, dininden dönmeyen kimseyi ise bu ateşe atacağız» dedi.
Böylece halkı o ateş çukurlarına attı. (Ravi diyor ki) «Ce-nab-ı Hak, bunun üzerine «Kutile Ashab'ul-Uhdud»dan «elAziz eU Hamid» ibaresine kadar olan ayetleri indirdi».
Bu hadisede şu da vardır: Genç adam önce defnedildi. Sonra çıkartıldı. Bir rivayette: «Genç, Hz. Ömer devrinde mezarından çıkarıldı. Öldüğü zaman nasıl eli şakağında idiyse çıkarıldığı zaman da öyleydi», denilir.
Bazı rivayetlerde de şöyle denilmektedir: Bir kadın küçük oğluyla beraber ateş kuyularına getirildi. Kadın sanki biraz gevşemişti, neredeyse dininden dönecekti, ateşe girmek istemiyordu. Çocuk: «Ey anne, sabret. Kesinlikle sen hak üzerindesin» dedi.
Bazı rivayetlerde şöyle bildirilmektedir: Hz. İsa'nın dini üzerinde bulunan bir kişi Necran'a gitti. Onlar onu dinlediler, hıris-tiyan oldular. Yahudi olan Zü'n-Nevas büyük bir ordu ile -Him-yer'den- onların üzerine gitti. Onlara ya ateşi yahut yahudiliği kabul etmelerini teklif etti. Onlar yahudiliği kabul etmeyince onlardan onikibin kişiyi bazılarına göre de yetmişbin kişiyi ateş kuyularında yaktı!
Deniliyor ki: O yarığın uzunluğu kırk zira, genişliği 12 zira idi. Ve içi ateş doluydu. Kıssa hakkındaki haberler değişik olduğu için kıssanın nerede geçtiği hususunda da ihtilaf vardır. Bazıları Necran'da vaki olduğunu, bazıları da Habeşistan'da vaki olduğunu söylemiştir.
Abd bin Hümeyd ve İbn'ul-Munzir'in Katade'den onun da Hz. Ali'denrivayet ettiklerine göre kıssa Yemen'de olmuştur. Bu rivayet olayın Necran'da olduğunu bildiren rivayete ters düşmemektedir. Çünkü Necran da Yemen'de bir kasabadır. [3]
Ashabı Uhdud'un kimler
olduğu hususunda ihtilaf vardır ve bu hususta en az on rivayet bulunmaktadır:
1- Habeşliler,
2- Neptiler,
3- İsrailoğuIIarı. Bu rivayetlerin hepsi de doğru olabilir. Yani hadise yalnız bir yerde değil, bütün bu ülkelerde cereyan etmiş olabilir. Ve Kur'an da hepsini kapsamaktadır.
Allah'ın Yüce Easûlü, Ashabı Uhdud bahsi geçtiğinde «Belâ. nm cehdinden Allah'a sığınıyoruz» diye dua ederdi.
Rebi bin Enes, Kelbi ve Ebu Aliye «Cenab-ı Hak ateşe atılmak istenen müminlerin ruhunu kabzetmek için bir rüzgâr gönderdi. Bunlar öldükten sonra ateş dışarıya taştı ve onu yakan kâfirleri de yaktı».
Alusi «Bu zatların görüşü, cumhurun görüşüne muhaliftir ve buna güvenmek uygun değildir» diyor. [4]
Bunlar ateşi görecek şekilde onun etrafında oturduklarında Allah onlara lanet etti. Onlar müminlerin başına getirdikleri üzerinde şahiddirler. Yani kralın yanında bir kısmı diğerine karşı şa-hid oluyordu. Vazifelerinde (müminleri yakmak hususunda) kusur etmediklerine dair veya kralın yanında yaptıklarının güzelliğine dair şahitlik ettiler. Veya bir kısmı diğerine kıyamet gününde Allah'ın huzurunda o şeni fiili yaptıklarına dair şahitlik eder. Veya onların azaları yaptıklarına şahitlik yapar ve o günde onlar da nefisleri üzerinde aynı şekilde şahidlik ederler.
Bazılarına göre ayetin metnindeki «Ala» kelimesi «Mea» manasınadır. Yani onlar müminlerin başına getirdikleri azabla beraber hazır bulunurlar, onlara şefkat göstermezler. Çünkü kalpleri taştan daha katıydı. Erkek müminler ile kadın müminlere işkence yapanlardan maksat ya Ashabı Uhdud'dur veya geneldir. Veya Mekke müşrikleridir.
10. ayetin sonundaki «Azab'ul-Harik» (yangın azabı) cehen. nemden ayrı-bir ateş demektir. Yani cehennem azabına ek olarak onlara bu yangın azabı da tatbik edilir. Bazı müdekkikler «Küfürlerinden ötürü onlar için cehennem azabı var. Çünkü böyle bir işi kâfirden başka bir kimsenin yapması düşünülemez» demiştir. «Mümin erkeklerle mümin kadınları fitnelendirmeye çalıştıkları için onlar için yangın azabı vardır» diye ilave etmişlerdir.
Bazıları da «Onlar için ahirette cehennem azabı, dünyada da yangın asabı vardır» demişlerdir. Çünkü daha Önce de naklettiğimiz gibi ateşe atılan müminler yanmazdan önce ruhları kabzedilmiş ve ateş yarıkları aşıp onları yakmıştır.
«EUFevz» kelimesi serden kurtuluş, hayrı elde etmek demektir. [5]
12- (Ey Rasûlüm!) Kuşkusuz ki Rabbinin tutuşu şiddetlidir.
13- Çünkü O, Önce varedenin de döndürecek olanın da tâ kendisidir.
14- O çokça bağışlayan ve sevenin tâ kendisidir.
15- Arş'ın sahibidir. Yücedir.
16- İstediğini hakkıyla yapandır.
17- (Ey Rasûlüm!) Orduların haberi sana gelmedi mi?
18- Firavun ve Semud'un?
19- Hayır! O küfre kayanlar bir yalanlama içindedirler.
20- Oysa Allah arkalanndan kuşatıcıdır.
21- Hayır! O yüce bir Kur'an'dır.
22- Levh-i Mahfuz'da (korunmuş bir levhada) dır. [6]
(12-22) <l(Ey Rasûlüm!) Kuşkusuz ki Rabbinin...»
Bu Ayetlerin Tefsiri
«Batş» kelimesinden maksat zorla, şiddetle yakalamaktı «Batş» şiddet mânâsını ifade eder; şiddetle vasiflandinlırsa daha katmerli daha korkunç olur. Cenab-ı Hak mütekebbirleri, zalimleri şiddetle yakalar. Ve onlardan intikam alır. Çünkü kesinlikle halkı yaratmak ta, iade edip haşre göndermek de O'na aittir.
Veya yaradılan her şeyi O yaratmıştır. İade olunan her şeyi de O iade etmiştir. Hiç kimsenin buna dahli yoktur. Böyle olan bir zatı kibriyanın batşı elbette korkunç olacaktır.
Veya ayetin mânâsı şöyledir: Dünyada kâfirleri şiddetle yakalar, azaba duçar eyler. Sonra da ahirette aynı azabı onlara tatbik eder. Yani dünyada azap görmeleri onları ahirette azap görmekten kurtaramaz. Çünkü onların azabı ebedidir.
İbn Abbas'tan gelen rivayete göre, kâfirlere azaba başlar ve onlar için azabı tekrar eder ve ateş onları onlar kömür oluncaya kadar yer. Allah onları tekrar yeni bir yaradılışla iade eder, ateş de onları yeniden yakar. Fakat bu yorumda mübhemiyet vardır, pek açık değildir.
«O dilediği mümin için çokça affedicidir». Veya tevbe edip iman eden için çokça affedicidir.
«Kendisine itaat edeni de çokça sever».
îbn Abbas «El-Vedud kelimesinden maksat, kendisini kulları-na sevdiren demektir» der. Bazıları «Vedud faul sigasıdır. Yani salih kullar Cenab-ı Hak'kı çok severler anlamındadır» demişlerdir.
Muberred, Kadı İsmail bin İshak'tan şöyle rivayet ediyor: «Vedud çocuğu olmayan zat demektir».
«Arşın sahibnnden maksat, Maliki O'dur, Halikı O'dur. Arş ise mahlûkatın en büyüğüdür. Hz. Ali'den gelen bir rivayete göre eğer |J dünyanın bütün suları bir araya gelse ve onlarla bize bakan arşın yüzü silinse o ancak arşın bir kısmına kâfi gelir, hepsine değü! Haberlerde arşın büyüklüğü hakkında akıllan hayrete düşürecek cümleler varid olmuştur.
Kaffal, «Arşın sahibinden mülk sahibi, saltanat sahibi kastedilmektedir» der. Sanki kinaye yoluyla arş burada yurt mânâsına gelmiştir. Arş sahibinden melik (padişah) kastedilmesi de müm- kündür. Çünkü arşa ancak padişah sahip olabilir.
«El-Mecid» kelimesinin mânâsı zatında ve sıfatında yüce olan demektir. Çünkü Cenab-ı Hak Vacib'ul-Vücud'dur.
«O, dilediğini yapandır. O'nun iradesinden hiçbir şey geri kal- maz.» Bu ayette Mutezile aleyhine açık bir reddiye vardır. Onlar, Allah kâfirin imanını, asinin taatini irade ediyor, halbuki ikisi de Allah'ın iradesi şeklinde tecelli etmiyor, derler.
17. ayet istinafi bir cümledir. Cenab-ı Haklan «irade ettiğini yapar» hükmünü takrir ve tesbit etmektedir. Cenab-ı Hak'km za- limler, asiler, kâfirler, saldırganlar için olan azabının şiddetini de tesbit etmektedir. Ve aynı cümle Rasûl-ü Ekrem için bir tesel lidir. Ayet şu hususa işaret eder: Daha Önceki orduların başına ge- lenler, Hz. Peygamber'in kâfir kavminin de başına gelecektir.
«Cunud» kelimesi «Cund»un çoğuludur, askerler demektir. Her ne kadar kelime mânâ bakımından galiz, şiddetli arazi demek ise de ordulara bu itibarla Cund tadiri kullanılmıştır.
«Ordular»dan maksat, burada peygamberler karşısında birara-ya gelip onlara eziyet vermek isteyen kitlelerdir.
Firavun ve Semud kelimeleri cunud kelimesinin bedelidir. Yani onlar Firavun'un orduları, Semud'un ordularıdır.
«Onların haberimden maksat, onlardan sadır olan küfür ve dalâletteki aşırılık ve onların başına gelen azaptır. Ayetin mânâsı şudur: Kesinlikle sana onların haberi gelmiştir. Onların yaptıklarını da başlarına geleni de sen bilirsin. Öyleyse kavmine Allah'ın azabını hatırlat. Onlan daha önceki benzerlerine isabet eden felâketlerle uyar.
19. ayet Rasûl-ü Ekrem'in kavminin-küfür ve tuğyanda daha şiddetli olduğunu bildirir. Yani senin kavminden olan kâfirler Firavun ve Semud'un orduları gibi değildir. Onlardan daha şiddetlidirler. Çünkü boğazlarına kadar Kur'an'ı yalanlamaya dalmaktadırlar. Öyleyse bunlar Firavun ve Semud ordulanndan daha fazla azaba müstahaktır. Veya onların suçlan sadece hatırlamama* değüdir. Onlar bununla beraber Kur'an'ı yalanlamakta, onun Allah katından geldiğin inkâr etmektedir. Halbuki Kur'an'm durumu apaçık ortadadır.
20. ayet bu tür kâfirlerin Allah'ın azabından kurtulamiyacak-lannın temsilidir. Yani onlar Allah'ın elinden kurtulamazlar. Allah onlan bilir, onları azaba duçar etmeye kudretlidir. Onlar onu aciz bırakamazlar, kahnndan kurtulamazlar.
21. ayet onlann küfrünü, yalanlarnalannı inkâr ve hakkı hak Olarak tesbit etmek içindir. Yani o Kur'an şerefli bir kitaptır. İlahi kitaplar arasında tabakası yücedir. Gerek nazm ve gerek mânâ bakımından çok üstündür. Onun yalanlanması ve inkân hiç te insanlar için doğru değildir.
Kur'an bir Levh'dedir, o levh şeytanların tasallutundan korunmuştur. Bu levh'den maksat Levhi mahfuzdur. İbn Abbas'ın rivayetine göre —ki günah bu rivayetin ravisinin boynuna olsun Levh, beyaz bir incirden yapılmıştır. Uzunluğu yer ile gök, eni de doğu ile batı arası kadardır. İki tarafı durr ve yakuttan yapılmış-tır. Katlan kırmızı yakuttan, kalemi nurdandır ve Arşa bağlıdır. Onun esası bir meleğin kucağındadır. O meleğe Sattiriyyun denilmiştir. Allah her gün 360 defa o levhaya bakar, diriltir, Öldürür, aciz ve zelil kılar, dilediğini yapar. O levhanın başında şu yazılıdır: «Allah'tan başka mabud yoktur. Ortağı yoktur. Onun gönder, diği fslâmdîr. Muhammed O'nun kulu ve Rasûlü'dür. Kim Allah'a iman ederse, Allah'ın va'dini doğrularsa, peygamberine tâbi olursa Allah onu cennete dahil eder.»
Mukatü «Levhi Mahfuz Arş'ın sağındadır ve onun hakkında birçok haberler gelmiştir. Biz ona iman ediyoruz. Fakat onun mahiyeti, yazısının nasıl olduğunu araştırmakla mükellef değiliz» diyor.
Bazı kimselerin, «O mücerred bir cevherdir, herhangi bir mekânda değildir. İlmi suretler için ayna gibidir» şeklindeki görüşü şeriatın zahirine muhaliftir. Asla kitap ve hadiste onun bir daya-nağı yoktur.
Bazı kıraatlarda «Mahfuzin» kelimesi «Mahfuzun» şeklinde ötreli okunmuş ve Kur'an'ın sıfatı olmuştur. Yani Kur'an indikten sonra, tağyirden, tebdilden, fazlalık ve eksiklikten korunmuştur. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir ayette «Zikri biz indirdik ve kesin, likle Biz onu koruyucuyuz» buyurmuştur. Hülasa Levhü Mahfuz Allah'ın haber verdiği bir hakikattir. Cenab-ı Hak Kitabı'nı oraya koymuştur. Fakat bize onun hakikatini bildirmemiştir. Biz onun mevcud bir hakikat olduğuna iman ediyoruz. Allah'ın orada Kur'-an'ı hıfzettiğine inanıyoruz, böylece gayba imanımız oluyor. Fakat daha Önce de dediğimiz gibi onun özel bir nesne olduğunu, belli bir gökte olduğunu, değişik rivayetlerde geldiği gibi vasıflarının şöyle şöyle olduğunu bildiren hususlara gelince, bunlar sahih hadislerde sabit olmadığı için müminlerin akidesine girmesi uygun değildir. [7]
BURUC SURESÎ'NİN SONU
[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/562-563.
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/563-567.
[3] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/567-570.
[4] Alusi, Ruh'ul-Meani, cilt: 30, sh: 88-89
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/570-571.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/572.
[7] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
15/572-576.