TEVBE
SURESİ
evbe
Sûresi, Resûlullah (s.a.v.)'ın vefatından onbeş ay önce nazil olmuştur. Bir
başka ifâde ile bu sûre, vahyin nüzulünün başlangıcının üzerinden yirmi-iki yıl
geçtikten sonra nazil olmuştur. Bu süre zarfında Müslümanların, İslâm
düşmanlarıyla aralarındaki sosyal ilişkilerde izlenen siyaset şuydu: "Eğer
onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana, sizin isiniz de size aittir.
Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yûnus,
10/41.)
İşte
bu siyaset, her insaf sahibi kimsenin de kabul edeceği gibi, hiçbir dine
zorlamanın ve saldırının olmadığı bir siyasettir. Ne var ki müşrik ve Ehl-i
Kitap'tan olan İslâm düşmanları, bu çağrının, yolunda sağ salim ilerlemesini
kabullenemediler ve buna karşı, sonu hezimetle bitecek bir savaşa giriştiler.
Bu
İslâm düşmanları, gerçeği kabullenip düşmanlıktan vazgeçtiler mi? Hayır,
kesinlikle hayır. Bunlar, canlılığını tekrar kazanmak, ihanetine ve sinsice
saldırısına yeniden başlamak için, ölmüş numarası yapan kurnaz tilki
gibidirler. Müslümanların hak ve hukuklarına saldırarak makam ve mevkilerine
sahip olmak gayesiyle, onları teker teker veya topluluklar halinde parçalamak
için çok çaba harcadılar. Saçma işlerle uğraşanların seviye ve sorumlulukları,
edep sınırını çoktan aşmıştı. Allah (c.c.) ve Resul (s.a.v.)'ünden, bu hain
gücün zıddına sadır olan berâat'ın anlamı, işte budur.
Bazı
insanların nazil olan bu vahiy parçasını ele alarak, âyeti yanlış yorumlamaya
başlamaları üzüntü vericidir. Bu âyeti yanlış yorumlayan kimse, Öncelikle bir
tek cümleyi ikiye ayırıyor, sonra da cümlenin baş tarafını alıp son tarafını
unutuyor. Tıpkı,
"Kâfirlerle
topyekün savaşınız." (Tevbe, 9/36)
âyetini
delil getirerek, aynı âyetin devamı olan, "Sizinle topyekün
savaştıkları gibi." kısmını unutmak suretiyle, sûrenin tüm kâfirlere
karşı saldırı savaşı açtığını iddia etmek gibi. Aynı şekilde, şu âyette geçen
"en-nâs=insanlar" kelimesini yanlış anlamak gibi:
Tevbe
Sûresi • 165
Kur
'Sn -I Kerîm'in Konulu Tefsiri
"Hacc-ı
ekber (en büyük hac) gününde Allah ve Resûlü'nden insanlara bir
bildiridir..." (Tevbe, 9/3)
Yanlış
yorumcu, buradaki "en-nâs=insanlar" kelimesinin, tüm insanlığı
kapsadığını anlamaktadır. Ancak bu iki genel ifâdeden hemen sonra gelen ve bu
ifâdeleri tahsis eden, alanım daraltan istisnayı unutmaktadır.
Genel
ifâdeleri tahsis eden âyetin devamı şöyledir:
"Ancak
kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan) hiçbir
şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka
çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır." (Tevbe, 9/4)
Âyetin
anlamı gayet açıktır: Savaş, biz Müslümanlara karşı açıkça düşmanlık eden ve
haklarımızı gasp eden belirli bir topluluğa karşıdır. İşte böylesi bir
toplulukla savaşmak hususunda bizim ne suçumuz olabilir ki?
Genel
ifâdeyi sınırlandıran eleştirel yorum ise çok önemlidir. Çünkü bu, savaşla
hiçbir ilgisi olmayan topluluklara karşı olası taşkınlıkları yapan kimseleri
cezalandırma aşamasında gelmektedir. Zira bu topluluklar savaş istemedikleri
gibi, savaşmayı akıllarından dahi geçirmemektedirler. İşte bu durumda olanlarla
ilgili olarak, Rasulul-lah (s.a.v.)'m, onlara güvence vermesi ve yurtlarına
sağ: salim ulaşmalarını sağlaması emredilmektedir:
"Eğer
müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah'ın kelâmını işitip dinleyin-ceye
kadar ona eman ver, sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte
bu, onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır." (Tevbe, 9/6)
Bu
muhteşem bağlamın neresindedir saldırı savaşı?
Öyle
görünüyor ki, Tevbe Sûresi'nİn küfre ve kâfirlere karşı genel bir savaş ilan
ettiğini anlayan kimseler, Mısır, Suriye ve Irak topraklarını fetheden ve Fars
devletini yıkıp Bizans İmparatorluğu'nu parçalamaya kadar uzanan savaşlara
bakmaktadırlar. Ancak bu yanlış bir algılamadır. Her ne kadar Müslümanlar
ordularını doğrudan doğruya Roma ve ona bağlı olan şehirlere sürmüşlerse de,
bunun kendisine özgü şartları vardı. Zira bu diktatör imparatorluklar,
kendilerine âit olmayan toprakları işgal ediyorlar ve yenilgiye uğratılan büyük
kalabalıkları emirleri altında eziyorlardı. İşte bu sebepledir ki, bu
İmparatorluklarla Müslümanlar arasında gerçekleşen tüm savaşlar, toprakların ve
halkların kurtulması, istilâ ve yağmanın engellenmesi için yapılmıştır. Bundan
sonra da hürriyetine kavuşmuş halklara, İslâm daveti sunulmuştur. Bu halklar da
çarçabuk bu dine girmişler ve bu din, onların arasında bir anda yayılmıştır.
Tevbe
Sûresi, düşmanlığı körüklemekten, suçsuz ve barış taraftarı kimselere saldırı
savaşı başlatmaktan uzaktır. Tekrar sûrenin başına dönelim, bakalım neler göre-
166
• Tevbe Süresi
Muhammed
Gazalî
ceğiz?
İslâm, kendisine saldıranlara dahi, görüşlerini tekrar gözden geçirmeleri ve
hatalarından dönmeleri için, süresi tam dört ay olan bir mühlet vermiştir.
"(Ey
müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki, siz Allah'ı âciz
bırakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezii (ve perişan) edecektir."
(Tevbe, 9/2)
Bunun
anlamı şudur: Mühlet verme zayıflıktan ve güçsüzlükten dolayı değildir; aksine
varolduğunu zannettiğiniz güçlerinize güvenmeyin, zira ihanetin bedeli çok kötü
olacaktır. İşte bu mühlet, mü'mİniyle müşrikiyle, antlaşması olanıyla
olmaya-nıyla, tüm Araplar'ın toplandıkları "Büyük Hac" gününde ilan
edilmiştir. Ta ki, hiçbir kimsenin mazeret ileri süremeyeceği bir şekilde her
şey apaçık ortaya çıksın.
Her
şeyin daha fazla açığa çıkması, müşriklerin sahtekârlıklarıyla gizli
kötülüklerinin tamamen gözler önüne serilmesi ve bizim tarafımızdan düşmanlık
yapıldığına dair tüm suçlamaların ortadan kalkması için, sûre tekrar aynı
konuya dönüyor ve diyor ki:
"Mescid-İ
Haram'm yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınızın dışında, müşriklerin
Allah ve Resulü yanında nasıl bir ahdi olabilir? Onlar sizlere dürüst
davrandıkları sürece siz de onlara dürüst davranın." (Tevbe, 9/7)
Bize
verdiği sözü yerine getiren kimseye, bizim de sözümüzü tutmak için
gösterdiğimiz çabaya bir bakın. Ancak bize karşı sözlerini tutmayan hainlere,
bizler sözlerimizi nasıl tutalım?
"Nasıl
olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit, ne de
antlaşma gözetirlerdi. Onlar ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, halbuki kalpleri
karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu yoldan çıkmışlardır. Allah'ın âyetlerine
karşılık az bir değeri satın aldılar da (insanları) O'nun yolundan alıkoydular.
Gerçekten onların yapmakta oldukları şeyler ne kötüdür. Bir mü'min hakkında ne
ahit tanırlar ne de antlaşma. Çünkü onlar saldırganların kendileridir."
(Tevbe, 9/8-10)
Biz
Müslümanlar, düşmanlık yapmadığımız gibi, düşmanlık yapmayı aklımızdan bile
geçirmeyiz ve kendimizin bu şekilde nitelendirilmesine asla razı olmayız.
Görünüşe
bakılırsa Müslümanlar, o dönemde müşriklerden endişe ediyor ve düşmanlarının
güçlü olduğunu, bu güçlerinin onları Müslümanlarla savaşmaya ve kendileri
üzerinde baskı kurmaya sevk edeceğini zannediyorlardı. Buna karşılık Kur'ân, bu
korkuyu yersiz buluyor, Müslümanları düşmanlarına karşı koymaya ve zâlimleri
cezalandırmaya teşvik ediyordu:
"...Küfrün
önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan adamlardır."
(Tevbe, 9/12)
Yoksa
dini olmayan kimselerin, sözlerine sadık kalmalarını ya da yeminlerini
ye-
Tevbe
Sûresi • 167
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
rine
getirmelerini mi bekliyorsunuz?
Sonra
Allah (c.c), ihanet içinde olanların cezalandırılması için, Müslümanları daha
fazla teşvik ediyordu:
"Verdikleri
sözü bozan, peygamberi (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve İlk önce size karşı
savaşa başlamış olan bir topluluğa karşı savaşmayacak mısınız; yoksa onlardan
korkuyor musunuz? Eğer mii'minler İseniz, bilin ki, Allah, kendisinden
korkmanıza daha lâyıktır." (Tevbe, 9/13)
Konunun
anlatılış seyrine bakıldığında, biz Müslümanların savaşmakla emrolun-duğu
kimselerin, barış ve sadâkat ehli kimseler olmadığı görülür. Buna karşılık
onlar, uzun süre Müslümanlara kötülük eden, kalplerini kinle dolduran ve
Müslümanlara pek çok ihanet ve saldırılar gerçekleştiren kimselerdir.
"Onlarla
savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil etsin,
sizi onlara galip kılsın ve mü'min toplumun kalplerini ferahlatsın. Onların
kalplerinden Öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah
bilendir ve hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/14-15)
İşte
bu bağlamda, barış İçinde olan bir topluluğa saldırmaya işaret eden herhangi
bir âyet görebiliyor musunuz? Ya da barışsever olan ve serbestçe dolaşmasına
izin verilen bir topluluğa karşı, herhangi bir taarruza geçmeyi îmâ eden tek
bir âyet görebiliyor musunuz?
Tevbe
Sûresi'nin, İslâm'da savaşın mecrasını değiştiren sûre olarak nitelendirilmesi,
gerçekten büyük bir cehalettir. Müslüman olarak bizler, eskiden olduğu gibi,
şimdi de gelecekte de, bizimle barış içinde olanla barış içinde olacağız,
bizimle savaşanlarla da savaşmaya devam edeceğiz. Bunu yaparken de, adiliği ve
rezilliği reddederek, ahlâksızlık ve alçaklığa tenezzül etmeden davetimizi,
yeterli bir açıklama ve açık bir tebliğle sürdüreceğiz.
Tevbe
Sûresi nazil olmadan önce ve tam yirmiiki yıl boyunca, kendisinin sonsuza kadar
hâkim olacağını varsayan Arap putperestlerinin bozuk düzenine karşı, olması
gereken en yumuşak ve en iyi davranışı sergiledi. Bu nedenle Mekke döneminde
İslâm, kanun kural tanımayan bir dindi, sözü kabul edilemez.
Medine'ye
hicretten sonra Müslümanlar, düşmanlarıyla yaklaşık olarak otuz se-riyye ve
savaşa girmişlerdir. Bu savaşların hepsinde birden Arap putperestlerinin kaybı
kaça ulaşmış olabilir acaba? Önceki konularda bu hususa değinmiştik ve demiştik
ki, bu seriyye ve savaşların tümünde kâfirlerin verdiği kayıp yaklaşiK iki yüz
kadardır. Bunun anlamı şudur: Müslümanlarla müşrikler arasında yapılan
savaşlarda kâfirlerden öldürülenlerin sayısı, Katolik Fransa'da ilerleyen
Protestanlar'ı durdurmak için Paris'teki "Saint Bartalemeo"
katliamında ölenlerin sayısının onda biri kadardır.
168-Tevbe
Sûresi
Muhammed
Gazalî
Yirmi
iki yıl boyunca Müslümanlar kâfirleri, akıllı hareket etmeye, şayet akıllı
hareket edemiyorlarsa adaletli davranmaya çağırıyorlardı. İsterseniz yüce Allah
(c.c.)'ın şu sözündeki sevgi ve samimiyet terennümüne bir kulak veriniz: "İşte
bunun için (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların arzu ve
isteklerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda
adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de
Rabbinizdİr. Bizim islediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir.
Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktun Allah hepimizi bir araya toplar ve dönüş
de O'nadir." (Şûra, 42/15)
Ancak
bütün bu çağrıların hiçbir faydası olmadı, İşte bu sebeple, "sizin
dininiz size, benim dinim bana" (Kâfirûn, 109/6) ilkesinin
gerçekliğinin artık kalmadığı açığa çıktı. Zİra biz onların yaşamasını
istediğimiz halde, onlar bizi öldürmek istiyorlardı. Müslümanlar otoritelerini
sağlamlaştırdıktan sonra, bu iğrenç tavra İslâmî bir tedavi yöntemi sundular:
Bu toprakları bize bırakın ve Allah (c.c.)'m geniş arzında bir yere gidin,
yerleşi. Çünkü sizler, bir ülkedeki İslâmî düşünceyi sınırlandırıyor ve
rahatsız ediyorsunuz, gücünüzün yettiği oranda Müslümanlara tuzak kuruyorsunuz,
onların başlarına belâ ve musibetlerin gelmesini arzu ediyorsunuz ve kendi
bölgenizde inkârınızla birlikte başbaşa kalmayı kabullenmiyorsunuz. Bizler
sizleri öldürmek istemiyoruz, ancak sizin fitnenizden korunmak istiyoruz.
Öyleyse dilediğiniz yere gidin ve bizi kendi işlerimizle başbaşa bırakın.
Bu
emre başka bir şey daha eklendi: "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik
haccetmeyecek ve Kabe'yi çırılçıplak tavaf etmeyecek." Bu
anlaşılabilir bir emirdir: Müşriklerin ibadet ettikleri Kabe'nin etrafındaki
tüm putlar artık kırılmıştı. Öyleyse onlar niçin tavaf edeceklerdi? Tavaf
esnasında çırılçıplak olmak ise, hiçbir saygın dinin izin vermeyeceği ve ancak
putperestliğin hayvanlaşmasıyla izah edilebilecek çirkinliklerden bir
çirkinliktir. İşte bu sebeple, bu sûrede şöyle bir âyet gelmektedir:
"Allah'a
ortak koşanlar, kendilerinin kâfirliğine bizzat kendileri şahitlik ederken,
Allah'ın mescitlerini imar etme yetkileri yoktur. Onların bütün işleri boşa
gitmiştir ve onlar ebedî olarak ateşte kalacaklardır. Allah'ın mescitlerini
ancak, Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren
ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler İmar eder..." (Tevbe, 9/17-18)
Âlemlerin
Rabbi olan Allah (c.c), bu sûrenin nüzulünden on beş ay sonra, Resulü
(s.a.v.)'nün bu dünyadaki yaşamının sona ereceğini biliyordu. Bu sebeple,
liderlerinin ölümünden sonra, bu toplumu böylesi kör fitnelerle karşı karşıya
bırakmak, İslâm dâvetininjnaslahatına uygun değildi. Bizanslıların tehdidinden
sonra Müslümanların, yarımadanın kuzeyindeki davetlerini garanti altına almaya
yönelmeleri için, uzun bir .süredir gösteriş yapan ve kendisiyle övünen
müşriklerden artık kurtulmak gerekiyordu.
Allah
(c.c.) ve Resulü (s.a.v.)'nün verdiği ültimatom, putperestlere tehlikeli bir
Tevbe
Sûresi • 169
Kur'ân-ı
Kerîm 'in Konulu Tefsiri
darbe
indirmesine rağmen, onlar içlerinde ihanet ve vefasızlık düşüncesi olduğu
halde, kendilerini gizlediler. Topluca isyan etmek ve gecenin ikinci bir kez
kendilerine tekrar döneceğini varsayarak dinden döndüklerini ilan etmek için,
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ölüm haberini dört gözle bekliyorlardı. Şirk ve Ridde
orduları birçok meydanda isyan etti, ancak Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in liderliğinde
muvahhid Müslümanlar, onların karsısına dikildi ve hâlâ daha onlarla mücadele
etmeye devam ediyorlar. Ta ki, şirkin sesi kısılsın ve İslâm için her şey uygun
hale gelsin. "Köpük akıp gider, insanlara fayda veren §eye gelince, o
yeryüzünde kalır." (Ra'd, 13/17) Artık Müslümanlar kendilerini,
yarımadanın kuzeyinde İslâm davetinin önüne kapıları kapatan Bizanslılarla
savaşmaya hasretmişlerdi.
Davetimizin
önündeki görev ve sorumluluklarımızı, bir kere daha açıklamakta fayda vardır:
Bizler saldın savaşı yapan insanlar değiliz ve hiçbir kimseyi, herhangi bir
dine girme hususunda zorlamayız. Bizler sadece dinimizi insanlara sunarız, o
kadar, "...dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin." (Kehf,
18/29) Şayet bir kimse küfrü tercih ederse, ona deriz ki: "Üzülme! Bizden
sana hiçbir kötülük dokunmaz! Senden istediğimiz şey; bizlerin senin dışındaki
kimseleri dinimize davet etmemizi engelleme ve eğer senin dışındaki bir kişi,
bizim davetimizi kabul ederse, ona da engel olmamandır"
Bize
göre İslâm: Allah(c.c) ile kulları arasındaki eşsiz bağdır. Allah (c.c.)
bizleri, tebliğ etmek ve câhillerin Önüne ışık yakmakla mükellef kıldı.
Öyleyse, bizler insanları Allah (c.c.)'ın dinine davet ederken, yolumuza engel
olmayın. Allah (c.c.) başkalarının kalplerini İslâm'a açmışsa, buna itiraz
etmeyin. Eğer bu tarafsızlığa razı olurlarsa, şu âyetin ifâde ettiği gibi,
bizimle birlikte yaşayabilirler: "Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa
çekilir de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse, bu durumda Allah
size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı vermemiştir." (Nisa,
4/90) Eğer, "hayır, sizi tebliğden ve onları da size tabi olmaktan men
edeceğim" derse, işte o zaman biz de, "şimdi aramızda savaş
başladı" deriz. Eğer Allah (c.c.) size karşı bizlere yardım ederse,
bize saldırmak için kullandığınız silahları elinizden çekip alırız ve
mallarınız, canlarınız ve namuslarınız güvenlik içinde olmak şartıyla bizimle
birlikte yaşamanızı sağlarız. Hatta herhangi bir kimse, size bir kötülük yapmak
isterse, sizi savunma sorumluluğunu da yine bizler üstleniriz.
Hedefimiz,
bizim varlığımızı kabullenmeniz ve hazinelerimizi size açmaktır. Bunun
karşılığında, sizleri ve sizlerin değerlerini korumak için harcadığımız
paralardan bir kısmını bizlere vermekle sorumlu tutarız. İşte bu da, hakkında
gürültü koparılan "Cizye"dir. Cizye, birlikte yaşamanın bir
gereğidir. Cizye, bizimle savaşmaktan uzak durmayı tercih eden tarafsız
kimselere, zorunlu değildir. Aksine bizimle savaşmayı hedefleyen veya malı ve
canıyla düşmanlarımıza yardım eden kimseler için geçerlidir.
170
■ Tevbe Sûresi
Muhammed
Gazali
Cizye
âyetine bakan kimse, cizye alınması gereken kişilerin hatalarını tek tek
saydığını, onların Allah (c.c.)'a ve âhiret gününe imandan yoksun olduklarını,
birçok günahlar işlediklerini ve topluca peygamberlerin yolundan
ayrıldıkların], açıkladığını görür.
"Kendilerine
kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü'nün
haram kıldığım haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle,
küçülerek elleriyle cizye verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 9/29)
Bu
âyetten sonra, onların, ışığın kaynağını yok etmek ve karanlığı yaymak
gayesiyle siyaseten Müslüman olduklarım bildiren âyet gelmektedir:
"Allah'ın
nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanma-sa da Allah
nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez." (Tevbe, 9/32)
Onların
papazları ve din adamları, haksız yere İnsanların mallarını yeme ve Allah
(c.c.)'ın yolundan yüz çevirme hususunda çok mahirdirler.
"Cizye"nin
geçmişi, araştırmaya değer bir konudur. İslâm'ı yakından tanıyan tüm halklar,
süratle İslâm'a girmişlerdir. Mısır, Horasan ve diğer bölgelerde hep böyle
olmuştur. Hatta İslâm'a girenlerin çokluğu sebebiyle, cizye olarak toplanan
hazinenin kaynakları kurumuştur.
Hedeflenen
şey de zaten budur; zira Hz. Muhammed (s.a.v.) hidâyet edici olarak
gönderilmiştir, vergi tahsildarı olarak değil.
Hicretin
dokuzuncu yılında bir grup insanla birlikte Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in yaptığı
hac, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Önderliğinde hicretin onuncu yılındaki
genel hac (veda haccı) için, güzel bir başlangıç oldu. Çünkü hicretin dokuzuncu
yılında:
"Ey
iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir ve bunun için bu yıllarından sonra,
Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28)
denildikten
sonraki hac, sadece Müslümanlara hastı. Artık şirk antlaşması bitmiş ve
müşrikler, sözleşmenin iptal edildiğini ve bu günden sonra ilişkilerin, hiçbir
kötülük ve aldatma içermeyen adil bir kısas ekseninde olacağını, bitkin bir
halde duymuşlardı. İşte böylece putperestlik, kesin bir kararla bitmiş oldu.
Yahudilik
ise, önceden peşpeşe gelen ve en sonuncusu da hicretin yedinci yılında
Hayber'de gerçekleşen savaşlarla iyice zayıflatılmıştı. Sonuçta Yahudiler, ya
topraklarında çiftçi ya da Medine-i Münevvere ve diğer şehirlerde istedikleri
işi yapan tüccarlar olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Önemli olan, onları
günah işlemeye ve düşmanlık yapmaya sevk eden, askerî güçlerinin
parçalanmasıdır. Devletleri yıkıldıktan
Tevbe
Sûresi "171
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
sonra
Yahudiler, küçük düşürülüp kendilerine zulmedildi mi? Hayır! Onların ferdî
hürriyetleri devam etti. Hatta İslâm'ın engin hoşgörüsü altında, Yahudi
tüccarlardan birisi, yaptığı bir alış veriş sebebiyle, Resûlullah (s.a.v.)'ın
zırhını rehin olarak aldı.
Bu
arada Hıristiyan elçiler Medine-i Münevvere'ye gelmeye başlamışlardı. Gerçi
daha önce Mekke'ye gelip bu yeni vahyi dinleyenler olmuştu, hatta bunlardan bir
kısmının kalbi islâm'a ısınmış ve Müslüman olmuşlardı. Bazı Hıristiyanlar da,
şahsına büyük hürmet ve saygı göstermesine rağmen Hz. İsâ (a.s.)'nm tanrılığını
reddeden İslâm'la sıcak ve sakin bir tartışmaya giriştiler.
Aslında
İslâm, Yemen veya diğer bölgelerde yaşayan Hıristiyanlardan hiçbir tehlike
sezinlememişti. Aksine asıl tehlike, -ileride görüleceği üzere- Arap
Yarımadası'-mn orta ve güneyinde yayıldıktan sonra, kuzeyine de nüfuz etmeyi
hedefleyen ve İslâm'ın önüne demir perde çeken, Bizans devletinden gelmekteydi.
Burada
birbirinden farklı iki olaya gözlerimizi çeviriyoruz: Bunlardan ilki, İslâm'ın
Hıristiyanlık'la yakın ilişki içinde olduğu gerçeğidir. Zira Hz. Peygamber
(s.a.v.), Mekke'de zulme uğrayan mustaz'af Müslümanlara, hükmü altındakilere
haksızlık yapılmayan bir kralın komşuluğu için, Habeşistan'a hicret etmelerini
emretmiştir. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a.v.), Hıristiyan Rumların Mecûsî
İranlılara yenildiği, bu yenilgi sebebiyle Müslümanların üzüldüğü, yakın bir
gelecekte Rumların İranlılara karşı zafer elde edeceklerini yeryüzünde, ilk
olarak ve tek başına söyleyen kimsedir.
İkinci
olay ise şudur: Hıristiyan halklara bu kadar dost ve sadık olmakla birlikte
İslâm, "teslis" inancını ve Hz. İsâ (a.s.) ile Hz. Cebrail (a.s.)'in
ulûhiyetini bütün açıklığıyla reddetmekte ve onları salİh kullar olarak kabul
etmektedir. Mekke ve Medine'de peşpeşe gelen vahiyler, bu hakikati te'yid
etmektedir.
İslâm
Hz. İsâ (a.s.)'nın mensuplarından; inançlarını düzeltmelerini, vahdaniyeti
Allah (c.c.)'a tahsis etmelerini, helal ve haram hükümlerini Allah (c.c.)'tan
almalarını, papa ve kardinalleri ise, diğer ahlâkî vasıflarla düzeltmelerini
İstemektedir. Bu konuda en son inen âyet Tevbe Sûresi'ndedir ve hicretin
dokuzuncu yılında insanlara okunmuştur.
"(Yahudiler)
Allah'ı bırakıp hahamlarını, (Hıristiyanlar da) rahiplerini ve Meryem oğlu
Mesih'i rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri
emrolundu. O, bunlann ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (Tevbe,
9/31)
Kur'ân-ı
Kerim, din adamlarının helal ve haram konusunda verdikleri fetvalarla, tıpkı
İngiltere'de olduğu gibi, doğru yoldan sapmaları ve haram şeyleri mubah
kılmalarını, bir çeşit şirk olarak kabul ediyor. Her halükârda İslâm'da Allah
(c.c), tek bir ilahtır. O (c.c), doğmamış ve doğurmamıştır, O (c.c.)'nun hiçbir
eşi ve benzeri yok-
172
• Tevbe Sûresi
Muhammed
Gazalî
tur
ve tek başına kullarının arasında hükmeden de O (c.c.)'dur.
Bizans
İmparatorluğu, İslâm'ın yüzüne tüm kapıları sıkıca kapattı ve onu yarımadanın
ortasında bir ağın içinde bırakmak için birçok defalar savaştı. Dolayısıyla,
onlarla savaşmaktan başka hiçbir çıkar yol kalmamıştı.
İslâm,
iyilikle ve güzellikle bir davet toplumu oluşturur, ikrah ve zorlamayla de-ğîl.
Zira hakkı ve hayrı temsil edecek, onu savunacak, güzelce anlatacak, onun hüküm
ve yasalarının uygulanmasını sağlayacak bir toplumun mutlaka bulunması gerekir.
"Sizden,
hayra çağıran ve iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. işte
onlar kurtuluşa erenlerdir." (Al-i
İmrân, 3/104)
Evet,
insanları İslâm'a davet etmek bizim hakkımız ve görevimizdir; ancak hiçbir
kimseyi, istediğimiz şeyi kabule zorlamak, hakkımız değildir.. Biz Müslümanlar,
konuşma, fikirlerimizi ifâde etme hakkını istiyoruz; o kadar. Ancak Bizanslılar
bunu reddediyorlar. Yoksa, Mûte, Tebük ve diğer savaşlarda, ordularını
Müslümanlarla savaşmaya niçin sevk ediyorlardı ki?
Ancak
bizler davetimizi, daha anlaşılır ve açık bir şekilde anlatmalıyız. Örneğin
Aryûs Kilisesi Hz. İsâ (a.s.)'nın yaratıcı değil yaratık olduğunu söylediği
için, Romalılar bu kiliseyi terk ettiler. Aynı şekilde, Hz. Mesih (a.s.)'in
ontolojik yapısı hakkında, Bizanslıların düşüncesine aykırı bir görüşe sahip
olan Doğu kiliselerini reddettiler ve Mısır Patriği'ni hapsedip kardeşini de
öldürdüler. Aynı dinden olan kardeşlerine böyle bir tavır takınan Bizanslılar,
inanç ve idare bakımından İslâm düşüncesini kabul ederler mi ki?
Gerçekte
İslâm, inanç hürriyeti için çalışmıştır. Mısır ve Suriye'ye girerek tüm
insanların inanç hürriyetlerini güvence altına almış ve mahkumları serbest
bırakmıştır. İşte bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.), Bizanslıların, İslâm
davetinin önüne çektikleri setleri kaldırmaya önem vermiş ve onların
saldırılarına karşılık vermek içia tüm Müslümanlara genel bir sorumluluk
yüklemiştir; İslâm'ın geleceğinin, bu savaşları kazanmaya bağlı olduğunu
bilerek..
Müslümanlar,
Bizanslılarla savaşa başladıklarında, onlar dünyanın süpergücü idiler. Zira
onlar, İranlıları paramparça etmişler, onlardan intikamlarını almışlar ve
otoritenin zirvesini adetâ kendilerine tapulamışlardı. İşte bu yüzden,
münafıklar ve zayıf imanlı kimselerin, Bizanslılarla savaşma fikrinden ürkmeleri,
aslında çok da şaşılacak bir şey değildir. Belki de Hz. Muhammed (s.a.v.) bu
cihadında, Allah (c.c.)'a güvenip dayanmasaydı, bu tehlikeli savaşa cesaret
edemezdi. Bunun içindir ki Tevbe Sûresi'nin geri kalan kısmı, münafık ve
mütereddit kimseleri ifşa etmek ve Müslüman kuvvetleri, bu zorlu görevlerini
hakkıyla yerine getirebilmeleri için, harekete geçirmek gayesiyle gelmiştir.
Tevbe
Sûresi ■ 173
Kur'ân-ı
Kerîm 'in Konulu Tefsiri
Sûrenin
ikinci bölümü şu âyetle başlamaktadır:
"Ey
iman edenler! Size ne oldu ki, 'Allah yolunda savaşa çıkın' denildiği zaman
yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat
dünya hayalının faydası âhiretin yanında çok azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa)
çıkmazsamz, (Allah) sizi pek elem verici bir azapla cezalandırır ve yerinize
sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar
veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir." (Tevbe, 9/38-39)
Sûre,
bu toprakları putperest ve hâin Yahudiler'den temizledikten sonra, artık
münafıklardan da temizlemeye başlamıştır. Bu süreç, İslâm'ın kendi alın teriyle
inşâ ettiği toplumda, kendisini güven içinde hissedene kadar devam edecektir.
Tevbe
Sûresi, liderlerinin ölümünden sonra risâlet görevini üstlenecek ve yeryüzünü
zararlı otlardan, köıü unsurlardan temizleyecek bir toplum için hazırlıktır.
Ayrıca bu sûre, Bizanslılarla yapılan savaşta, adamlık, mertlik ve yiğitlik
kaynaklarını açığa çıkaracak bir mihenk taşı olmuştur.
Görev
ve sorumluluk yüklenmekte ayak direten ve zorluk anında inanca ihanet eden,
nice hastalıklı yüzler göreceğiz.
Hak
ehli olan kimselerin Allah (c.c.)'a olan sevgi ve bağlılıkları, başka
kimselerin putlara ve Allah (c.c.)'a ortak koşulan şeylere olan sevgi ve
bağlılıklarından daha güçlü ve daha sağlam olduğunda, Müslümanlar hep galip
geliyorlardı. "İnsanlardan bazdan Allah'tan başkasını O'na denk
tanrılar edinir ve onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a
olan sevgileri İse, çok daha fazladır." (Bakara, 2/165)
Müslümanlarla
kâfirler arasında savaş başlayıp da, bu savaşı kazanmak için her iki grubun da
ellerinde olan her şeyi son katresine kadar harcadıkları zaman, bu gerçek daha
hayattayken açığa çıkıyor. İşte bu sebeple Tevbe Sûresi'nde, şöyle bir ilâhî
öğreti gelmektedir:
"De
ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız,
kazanmakta olduğunuz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve
hoşunuza giden meskenler size Allah'tan, Resûlü'nden ve Allah yolunda cihad
etmekten daha sevgili İse, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah
fa-sıklar topluluğunu asla hidayete erdirmez," (Tevbe, 9/24)
Bizans'la
savaşma ve onların saldırılarına karşı koyma emri, kendisine özgü şartlarda
olmuştur ki, bu şartlan şu şekilde açıklayabiliriz:
Bizans,
dünyanın birinci devleti ve süper gücü idi. Onların dünya liderliği,
İranlıları kesin yenilgiye uğrattıktan sonra daha bir perçinleşmişti.
Müslümanlar,
yeni inançlarının kendilerini hürriyete kavuşturduğu küçük bir
174
• Tevbe Sûresi
Mu
ham med Gazali
Arap
topluluğu idi.
Müslümanların
gücü sınırlıydı. Bu sınırlı gücü Mûte ve Zât-ı Selâsil savaşla
rında denediler ve fakat hiçbir şeye yaramadığını anladılar.
Müslüman
toplum, içinde münafıkların fitneleri, çılgın putperestlerin kalıntıla
rı ve yalan uydurup iftira etmeye başlayan mağlup düşmanların artıklarıyla
uğraşıyor
du.
Fakat
Allah (c.c), büyük davet görevini yerine getirebilecek zaman ayırabilmesi için,
İslâm ümmetini, bu tip kargaşalardan arındırmak istiyordu. İşte Tevbe Sûresi,
bu toplumu elekten geçirip kötü ve artıkları, bir daha hiç geri dönüşü
olmayacak şekilde, yok etmek için nazil oldu. Bunun sonucu olarak da, savaştan
her türlü kaçınmayı ve uzak durmayı reddetti:
"Ey
iman edenler! Size ne oldu ki, 'Allah yolunda savaşa çıkın' denildiği zaman
yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat
dünya hayatının faydası Shiretİn yanında çok azdır." (Tevbe, 9/38)
Sûre,
korkak ve tembellerin uydurduğu sahte mazeretleri reddetmektedir;
"Allah'a
ve âhîret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla savaşmaktan (geri
kalmak için) senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini çok iyi bilir.
Ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp kuşkuları
içinde bocalayanlar, senden izin isterler." (Tevbe, 9/44-45)
Sûrenin
son taraflarında, evlerinde oturmak için mazeret bildiren ve savaşın yükünden
kaçınıp rahat etmeyi isteyenleri Allah (c.c.) şu şekilde tanımlamaktadır;
"Bedevilerden,
(mazeretleri olduğunu) itfdıa edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler.
Allah ve Resûlü'ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kâfir
olanlara elem verici bir azap erişecektir." (Tevbe, 9/90)
Bizans
ordularıyla savaşmaktan geri kalanların büyük bir kısmının, kalpleri harap
olmuş, güvensiz ve zevklerinin esiri kimseler olduğu gayet açıktır. İşte böyle
kimselerden birisinin gelip, Bizans kadınlarına dayanamadığını gerekçe
göstererek savaşa çıkmama konusunda mazeret bildirmesi ve şayet Resûlullah
(s.a.v.) iffetini garanti ederse savaşa çıkabileceğini söylemesi, çok komik ve
gülünçtür. Sanırım, o kimse savaşa gitse ve Bizanslı kadınlar ona saldırsa,
arkasını dönüp kaçacaktır.
"Onlardan
öylesi de var ki: 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme,' der. Bilesiniz ki
onlar, zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem kâfirleri mutlaka
kuşatacaktır." (Tevbe, 9/49)
Bütün
münafıklar, kalplerinin derinliklerinde İslâm'dan nefret ederler, yenilmesi-
Tevbe
Sûresi ■ 175
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
ni
arzu ederler ve bazen de bu duygularına gizli gizli tebessüm ederler. Allah
(c.c.) yolunda savaşan mücahitlerin acı ve tatlıyla, yenilgi ve zaferle
karşılaşmaları normaldir. İşte bu mii'minler için yüce Allah (c.c.)'ın şu sözü
nazil olmuştur:
"Eğer
sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer başına bir musibet gelirse:
"İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız", derler ve böbürlenerek
dönüp giderler. De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası asla bize
erişmez. Onun için mü'minler yalnız Allah'a dayanıp güvensinler." (Tevbe,
9/50-51)
Zorluk
ya da Tebük Savaşı, şiddetli öfke volkanlarını tüm münafıklar üzerine
fışkırtan, sırlarını ifşa eden, entrikalarını gözler önüne seren ve tuzaklarına
düşmekten sakındıran bir fırsat olmuştur. Müslümanların daha temiz bir gelecek
inşâ etmeleri İçin, tüm bunların açığa çıkması gerekiyordu. Özellikle de, Allah
(c.c.)'m ilmî ezelisinde olduğu Üzere, yaklaşık bir yıl sonra Resûlullah
(s.a.v.) onları bırakıp ebedî aleme göç edecekse, bu daha büyük bir önem arz
ediyordu.
Nifak,
toplumun kurdudur. Münafıkların yönettiği bir toplum, ne kadar çok servetleri
ve enerjileri olursa olsun, başarılı olamaz.
"Onların
malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya
hayatında olanların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının
çıkmasını istiyor." (Tevbe, 9/55)
Sûre,
münafıkların özelliklerini ifşa etmeye devam ediyor: İşte bir grup insan;
Resûlullah (s.a.v.)'a mal geldiğini görüyor ve ondan nasiplenmeyi istiyor; eğer
kendisine verilirse razı oluyor, yok eğer verilmezse cam sıkılıyor ve
öfkeleniyor. Böyle bir kimsenin rıza ve Öfke içgüdüleri şahsî menfaatinden
kaynaklanmaktadır.
"Onlardan
sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar du vardır. Sadakalardan
onlara da (bir pay) verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan
verilmezse hemen kızarlar." (Tevbe, 9/58)
Bazı
münafıklar aşağılık bir yöntem izlediler ve dediler ki: O (s.a.v.)'nun hakkında
istediğimiz her şeyi söyleyelim, sonra da gidip bizim böyle bir şey
söylemediğimize dâir yemin edelim; nasıl olsa söylediklerimizi kabul eder.
Onlar Resûlullah (s.a.v.)'ın edebinden ve münâkaşadan hoşlanmamasından
faydalanmak ve O (s.a.v.)'na zarar vermek istiyorlardı.
"O,
(Peygamber her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, diyerek peygamberi inciten
(münafıklar) da vardır. De kî: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çünkü O
Allah'a inanır, mü'minlere güvenir ve O, sizden iman edenler için de bir
rahmettir. Allah'ın Resûlü'ne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap
vardır." (Tevbe, 9/61)
Münafıkların,
kendileriyle dostluk kurabilecekleri arkadaşları ve rahat rahat ko-
176*
Tevbe Sûresi
Muhammed
Gazali
nuşabilecekleri
meclisleri vardı. Bunlar ansızın ortaya çıkmadılar, aksine bir çok olay, onları
ortaya çıkardı ve sınırsız istek ve arzular onları bir araya getirdi. Bazen
çoğalıp bazen azahyorlardı. Fakat bu nifak grupları, İslâm ve peygamberinden
hoşlanmayan, onlardan rahatsız olan ve tuzak kurmak için pusuya yatanları,
barındırmaya hep devam etti.
Kur'ân
birçok sûrede, münafıkların tehlikelerine karşı Müslümanları uyarmaktadır.
Ancak Tevbe Sûresi, münafıklardan hiçbir kimse kalmasın diye, onların sığınak
ve geçiş yollarını izlemeye almıştır. Çünkü bu, İslâm'ın gelecekteki yaşamıyla
ilgilidir. Zİra Bizanslılarla yapılan savaşın sonuçları çok ağırdır. Şayet Hz.
Muhammed (s.a.v.) bu savaşta zayıflasa, yenilse ve düşmanlarının gözünü de hırs
bürüseydi, Kâ'be yerle bir edilir, Kur'ân parçalanır ve tevhid inancı gücünü
yitirirdi.
Müşrikler
ve münafıklar, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve ordusunun, yarımadanın kuzeyinden, bir
daha kesinlikle geri dönemeyeceğini ve Roma İmparatorluğu'nun onları yutup yok
edeceğini zannediyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v.), putperest Araplara ve inatçı
Yahudilere karşı zafer elde etmiş olsa da, Romalılara karşı şansının ona yardım
etmesi imkânsızdı!
Ama
onlar kaderin hareket halinde olduğunu ve Allah (c.c.)'ın bir vahiy indirerek
zaferi müjdelediğini bilmiyorlardı;
"O,
dinini bütün dinlere üstün kılmak için Resûlü'nü hidayet ve hak din ile
gönderendir; müşrikler hoşlanmasalar da." (Tevbe, 9/33)
Nifak
hareketi, tam da Romalılarla yapılacak savaş hazırlıkları tamamlanmak
üzereyken, zirveye ulaşmıştı. Müslümanların yenileceğine dair büyük bir
dedikodu vardı. Ancak hakkın dostları ve yardımcıları, Allah (c.c.) ve Resulü
(s.a.v.)'nü tasdik ettiler ve her şeylerini harcayarak Allah (c.c.)'ın safında
yer aldılar. Sonuçta da geleceğe sahip oldular.
"Allah'a
İnanın ve Resulü ile beraber cihad edin, diye bir sûre indirildiği zaman,
onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: 'Bizi bırak,
(evlerinde) oturanlarla beraber olalım,' dediler. Geride kalan (kadınlarla)
beraber olmaya razı oldular ve onların kalplerine mühür vuruldu. Bu yüzden
onlar İnanmazlar. Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla ve
canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa
erenlerin tâ kendileridir." (Tevbe, 9/86-88)
Önceden
şirkin kökü kazındığı gibi, nifakın da kökünün kazınacağı an artık gelmişti.
İslâm toplumu, bu sahtekâr ve günahkârları köşeye sıkıştırıp onlara baskı
uygulamak için, tüm unsurlarını büieştirmeliydi. Tâ ki sesleri kısılsın ve
muttaki toplum, hiçbir engel ve mani olmaksızın, yoluna devam edebilsin.
Hicret
sonrası İslâm devletinin kurulmasıyla birlikte, nifak ortaya çıktı. Çünkü
Tevbe
Sûresi* 177
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
konumlarda
değişiklikler olmuş ve özlemini çektikleri liderlik fırsatı kaçmıştı. Tıpkı, bu
yeni din ve yaydığı faziletlerin, maddeci putperest tutkunlarını iyice köşeye
sıkıştırdığı ve bu sebeple de yüzlerini boyayıp başka bir renge girerek, farklı
ilkeler arasında gidip geldikleri gibi...
Ancak
İslâm nifak sorununu, iyilik ve sabırla tedavi etme yoluna gitti. Uzun zaman
kaçkın kişinin geri dönmesini ve kötü kişinin de düzelmesini bekledi. Fakat
münafıklar hiç aldırmadılar bile. Aksine, diğer tüm Medenî sûrelerde uzun uzun
anlatıldığı gibi, fitne, hile ve entrikaları gün geçtikçe arttı. Tevbe
Sûresi'nde gözlemlediğimize göre; artık kapalılık, müphemlik bitmiştir ve onun
yerini açıklık ve şeffaflık almıştır.
Uhut
bozgunuyla ilgili yüce Allah (c.c.) şu hususu açıklıyor: "İki birliğin
karşılaştığı gün sizin başınıza gelenler, ancak Allah'in dilemesiyle olmuştur
ki, bu da, mü'minleri ayırdetmesi ve münafıkları ortaya çıkarması içindi.
Bunlara: 'Gelin Allah yolunda çarpısın ya da savunma yapın,' denildiği zaman,
'savaşmayı bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik' dediler. Onlar o gün,
imandan çok kâfirliğe yakın idiler. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı
söylüyorlardı. Halbuki Allah, onların içlerinde gizlediklerini daha iyi
bilir." (k\-\ tmrân, 3/166-167) İşte bu, Uhud yenilgisi için hafif bir
yorumdur.
Ancak
Tebük seferinde savaşa katılmayıp geri kalanlar için daha farklı bir üslûp
kullanılmaktadır;
"(O
sözleri) söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü
elbette söylediler ve Müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları
bir şeye (Peygambere suikast yapmaya) de yeltendiler ve sırf Allah ve Resulü
kendi lütuflanndan onları zenginleştirdiği İçin öç almaya kalkıştılar..."
(Tevbe, 9/74)
Bazı
insanlar, Allah (c.c.) yolunda infak ve cihad etmek için, Allah (c.c.)'m
kendilerine zenginlik nimetini vermesini istediler. Allah (c.c.) da onların
isteğini yerine getirince cimrileştiler ve verdikleri sözden caydılar. İşte
onlar için cezaların en kötüsü indirildi:
"Onlardan
kimi de, 'eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz
ve biz elbette salihlerden olacağız!' diye Allah'a and içti. Fakat Allah
Iütfundan onlara (zenginlik) verince, onda cimrilik edip (Allah'ın emrinden)
yüz çevirerek sözlerinden döndüler. Nihayet, Allah'a verdikleri sözlerinden
döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı Allah, kendisiyle karşılaşacakları
güne kadar onların kalbine nifak soktu." (Tevbe, 9/75-77)
Büyük
sadaka sahiplerini gösteriş yapmakla suçlayan ve küçük sadaka sahipleri-
178
• Tevbe Sûresi
Muhammed
Gazafî
ni
de alay konusu yapmak için çalışan bu gösteriş düşkünü iğrenç kimselerden toplumu
korumak, artık kaçınılmaz hale gelmişti.
"Sadakalar
hususunda, mii'minlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını
bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, işte Allah onları
maskaraya çevirmiştir ve onlar için elem verici bir azap vardır." (Tevbe,
9/79)
Münafıkların
çoğaldığı ve sayılarının arttığı görülmektedir. Öyle ki, İslâm'a karşı saldın
planlan yapacakları bir toplanma yeri yapmayı bile planlamışlardır. Her şüpheli
kişinin oraya koşacağı ve her sahtekâr kimsenin oraya yöneleceği bir mescit
yapmayı, onlara şeytan telkin etmişti. Böylece, sahte ibâdetler ve yalancı
namazların gölgesi altında, İslâm'a ve onun nebisine zarar verebileceklerdi.
"(Münafıklar
arasında) bir de (mü'minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü'minlerin
arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlü'ne karşı savaşmış adamı
beklemek için bir mescid kuranlar ve; '(Bununla) iyilikten başka bir şey
istemedik,' diye mutlaka yemin edecek olanlar vardır. Halbuki Allah onların
kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder." (Tevbe, 9/107)
Münafıkların
böyle bir hileye başvurmaları, onların niyetlerinin kötülüğünü ve
kötülüklerinin ulaştığı dereceyi göstermektedir. Müslümanlar, gerçekte
"Mescid-i Dı-râr" olarak isimlendirdikleri bu mescidi yıktılar:
"Onun
içinde asla namaz kılma! İlk günden takva üzerine kurulan mescid içinde namaz
kılman, elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah
ise çok temizlenenleri sever." (Tevbe, 9/108)
Münafıkların
kirli çamaşırlarım ortaya çıkaran sûre, onların entrikalarını, arala-nndaki
konuşmalan ve dil sürçmelerini izlemeye devam ediyor; Tâ ki, onlardan hiçbir
kimse kalmasın. Önceden de ifâde ettiğimiz gibi, toplumu fitne ve nifaktan
kurtarmak gerekir. İşte bu sebeple, sûrenin ilk bölümü, toplumu putperestlikten
kurtarma görevini üstlendikten sonra, bu ikinci bölüm de, toplumu nifaktan
temizlemeyi hedeflemektedir. Böylece Müslümanlar, büyük çağrılarını dünyanın
her tarafına ulaştırabilmek için hazırlık yapmaktadırlar. "Biz seni
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107)
Müslümanlara,
bu daveti yaymanın yolunda can ve malı feda etmeyi gerektirdiği açıkça
bildirilmektedir; "Allah mit minlerden, mallarım ve canlarım,
kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe,
9/111) Ancak bu çok tehlikeli sözleşme niçin? Ve niçin nefisler böylesi büyük
fedâkârlıklara alıştırılmaktadir? Yeryüzündeki fitnecilerin düşmanlıkları ve
suçlan hiç bitip tükenmez de, onun için. Düşmanları despotluk ve zulümden
vazgeçmedikçe, Allah (c.c.)'ın bütün elçileri cihad için hazırlık yapmaktan
dolayı, hiçbir zaman için kmanmamışlardır.
Tevbe
Sûresi • 179
K
ur ' ân- ı Kerîm'in Konulu Tefsiri
Meselâ
bu sûrede Allah Teâlâ şöyle sesleniyor:
"Ey
iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar sizde bir
sertlik bulsunlar. İyi bilin ki Allah, sakınanlarla beraberdir." (Tevbe,
9/123)
Âyette,
kendileriyle savaştığımız kimseler kimdir? Tüm sûrenin işaret ettiğine göre
onlar Romalılardır. Onlar niçin "yakınımızda" olmakla
nitelendirilmektedirler? Çünkü onlar, tâ İtalya'dan kalkıp gelerek Anadolu ve
Suriye topraklarını işgal ederek Arap Yarımadası'nda bize kötü bir komşu
oldular.
Onlar
efendi, onların dışındaki herkes köle idi. Acaba onları buralara kadar getiren
etken neydi? Hırslan ve sömürgecilikleri. Peki Araplardan ne istiyorlardı?
Dinlerini terk etmek ya da, tüm insanlığa saldırmak için ulaştıkları sınırların
gerisindeki belirli bir bölgede kendilerini hapsetmek. Kendi inançlarının
dışındaki herhangi bir inanca saygı gösterip ona hayat hakkı tanıyorlar mıydı?
Hayır! Onların sahip olduğu şey boş ve bâtıl, bizim sahip olduğumuz şey ise
doğru ve hak olduğuna göre, bu sahip olduğumuz dini nasıl savunacağız?
Canlarımız'a ve mallarımızla.
İşte
bu, Hz. Mûsâ (a.s.), Hz, İsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in tabilerinden,
Allah (c.c.)'ın kelimesini yüceltmeleri ve küfrün sesini de kısmaları için,
alınmış bir sözdür.
"(Bu),
Tevrat'ta İncil'de ve Kur'ân'da Allah üzerine hak bir vaattir, Sözünü Allah'tan
daha çok yerine getiren kim vardır!" (Tevbe, 9/111)
Silaha
sarılsa bile, suçluyla mücadele etmek polisin görevidir. Bir beyitte şöyle
denilmektedir:
"Mızrağın
ucuna oturmaktan başka çare kalmadıysa, Oraya oturmaktan başka çıkar yol var
mıdır!/"
Sûrenin
başıyla sonunu birlikte düşündüğüm zaman hayretler içinde kalıyorum. Zira
sûrenin başı, tâğuttan ve tâğutun antlaşmaları bozan adamlarından kurtulmayı
anlatıyor. Sonuçta ise, savaş ve merhamet elçisini gönderirken Allah (c.c.)'ın
genel rahmetini hatırlatıyor. O, savaşçı bir Peygamber (s.a.v.)'dir; kendisine
karşı silah kullanan kimseler için, silah kuşanır. Tıpkı şair Şevkî'nin dediği
gibi;
"Hak
yolda savaş, settin için bir kuraldır, Zira savaş, birikmiş zehirler için bir
devadır."
Fakat
aynı zamanda Resûlullah, yeryüzünün her karış toprağında barışı aramakta, bütün
alınlardan tozu toprağı silmek için çalışmakta ve her zorda kalmış kişiden
180*
Tevbe Sûresi
MuhammedGazalî
belâ
ve sıkıntıyı gidermek için gayret göstermektedir.
"Andolsun
size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona
çok ağır gelir. O, size çok düşkün ve mü'minlere karşı çok şefkatli ve
merhametlidir." (Tevbe, 9/128)
O
(s.a.v.), hiçbir savaşı isteyerek yapmadı, fakat düşmanlık ve taşkınlıktan
nefret ettiği için savaş yaptı. Şayet adalet teminat altına alınır, hürriyet
sağlanır ve haklar korunursa, suçlu kimseden başkası savaşa sığınmaz. İşte bu
sebepten dolayı sûre şöyle bir âyetle noktalanmaktadır:
"(Ey
Muhammedi) Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O'ndan başka ilah
yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O, yüce Arş'ın sahibidir."
(Tevbe,
9/129)
İçinde
kılıç âyetini barındırıyor ve tüm insanlara savaş ilan ediyor dedikleri sûre,
işte budur!
Tevbe
Sûresi '181