Bu sûre, dört ayet olup, Mekkî'dir.[1]
"Kureyş'i o emn-ü selametlerine ulaştırdığı
için..." (Kureyş,1).[2]
Bil ki burada şöyle birkaç mesele var:[3]
Ayetin başındaki "lâm" hakkında, şu üç izah
yapılabilir:
1) Bu lâm,
ya kendinden önceki sûreye taalluk eden (bağlama),
2) Yahut
kendinden sonra gelen ayete taalluk eder,
3) Yahut
da ne öncesi ile, ne de sonrası ile alakası vardır. Birincisine göre şu
ihtimaller var.[4]
Birinci İhtlmai:
Zeccâc ve Ebû Ubeyde ye göre, ayetin takdiri, "Allah onları, Kureyş'in
emn-ü selâmeti için, yenilmiş bir ekin gibi yaptı" yani "Allah, fil
ordusunu, Kureyş ve alışık oldukları yaz-kış (ticari) seferleri devam etsin diye,
helak etti" şeklindedir. Buna göre eğer, "Bu takdir tutarsızdır.
Çünkü Allah o orduyu, küfürlerinden dolayı, yenilmiş bir ekin gibi
kırıp-geçirmiştir, yoksa Kureyş'in emn-ü emaneti için böyle yapmış
değildir" denilirse, biz deriz ki bu soru, şu sebeblerden ötürü
tutarsızdır:
1) Biz,
Allah Teâlâ'nın bu belayı, onların başına inkarlarından ötürü getirdiğini kabul
etmiyoruz. Çünkü inkarlarının cezası, kıyamet gününe ertelenmiştir. Zira Hak
Teâlâ, "O günce, her nefis, kazandığının cezasını görecektir" (Mü'min,
17) ve "Eğer Allah, insanlara, dünyada iken yaptıkları şeylerin (hepsi)
ile muaheze edecek olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı" (Nam, 61)
buyurmuştur. Bir de Allah Teâlâ, onlara bunu inkarlarından ötürü yapmış
olsaydı, bütün kafirlere böyle yapardı. Halbuki Allah Teâlâ bunu onlara,
Kureyş'in emniyet ve selameti için makamlarının büyüdüğü ve kıymetini ortaya
koymak için yapmıştır.
2) Farzedelim ki kafirleri, küfürlerinden
caydırmak esastır. Fakat bu, bir başka gaye ve maksadın da gözetilmiş olmasına
mani değildir. Dolayısıyla bu bela, her iki husus da nazar-ı dikkate alınmasına
göre meydana gelmiş olabilir.
3)
Farzedelim ki fil ordusu, sadece küfürleri yüzünden helak edildiler. Fakat bu
iş, Kureyş'in emniyet ve selameti neticesine götürünce, onların, bu emniyet ve
selamet için helak edildikleri de söylenebilir. Bu tıpkı, ... "(Firavun'un
adamları onu) "Kendileriiçin bir düşman ve bir tasa olsun diye
(aldılar)" (Kasas.eı ayeti gibidir. Çünkü onlar, Hz. Musa (a.s)'yı, bu
gaye ile almamışlardı. Fakat iş, neticede bu hale gelince, sanki bunun için
almış gibi oldular.
İkinci
İhtimal: Ayetteki takdir, "Kureyş'in ülfeti yani emniyet ve selameti
için, baksana Rabbin fil ashabına nasıl yaptı" şeklinde de olabilir. Buna
göre Hak Teâlâ sanki, "Onlara yaptığımız herşeyi, Kureyş'in emniyet ve
selameti için yaptık" demiş gibi olur. Çünkü Hak Teâlâ onların tuzaklarını
boşa çıkarmış, üzerlerine bölük-bölük kuşlar salmış. Böylece de onlar, tıpkı
yenilmiş bir ekin yaprağı gibi olmuşlar. Bütün bunlar, Kureyş'in emniyet ve
selameti için olmuştur.
Üçüncü
İhtimal: Ayetin başındaki lâm'ın
manasına gelmesi, Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Biz önceki sûrede
yaptığımızı belirttiğimiz şeyleri, Kureyş'e başka bir nimette bulununcaya kadar
yaptık ki o başka nimet de, Kureyş'in yaz ve kış düzenlenen (ticari) seferlere
alışıp, ünsiyet etmeleridir" demek istemiştir. Nitekim sen, aynı manada
olmak üzere, "Allah'ın nimeti nimettir" diyebileceğin gibi,
"Nimet, nimet içindir" de diyebilirsin. Bu, Ferrâ'nm görüşüdür. Bütün
bunlar, sûrenin başındaki "lâm" harf-i cerrinin önceki sûredeki bir
kelimeye taalluk etmesi halinde söz konusu olan üç ihtimaldir. Geriye bir görüş
mensublarına ait, şu iki şeyi açıklamamız kalmıştır:[5]
1) Bu lâm,
önceki sûreye taalluk etmesi durumunda alimler, şu iki görüşe yer vermişlerdir:
a) Bu iki
sûreyi, tek bir sûre saymışlardır. Delilleri ise şunlardır:
Birincisi:
Normalde iki sûreden her biri müstakil olur. Bu sûrenin başı, kendinden önceki
sûreye taalluk ettiğine göre, müstakil bir sûre olmaması gerekir.
İkincisi:
Ubey b. Ka'b (r.a), bu iki sûreyi, mushafında tek bir sûre olarak yazmıştır.
Üçüncüsü:
Rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer (r.a), akşam namazının ilk rekatında
"Tîn Sûresi"ni, ikinci rekatında ise, bu İki sûreyi aralarını besmele
ile ayırmaksızın okumuştur.[6]
b) Meşhur
ve yaygın görüşe göre, bu sûre, Fîl Sûresl'nden ayrı ve bağımsız bir sûredir.
Sûrenin evvelinin, önceki sûreye taalluk etmesine gelince, bu, bu fikri
savunanların görüşüne bir delil değildir. Çünkü Kur'ân'ın zaten hepsi,
biribirini açıklayan ve doğrulayan, tek bir sûre ve ayet gibidir. Baksana va'îd
(tehdid) ifade eden ayetler, mutlak olarak getirilmiştir. Bu fikri savunanlara
göre bu ayetler, tevbe ve af ayetleriyle de alakalıdırlar. Mesela, "Onu
Biz indirdik" (Kadr, 1) ifadesi, o ana kadar indirilen Kur'ân'ın tümü ile
alakalı bir ayettir. Bu fikri benimseyenlerin, "Ubeyy (r.a), bu ikisini
ayırmamıştır, bir sûre saymıştır" şeklindeki görüşleri, herkesin bunların
ayrı birer sûre oluşunda mutabakat edişiyle çelişen bir ifadedir. Hz. Ömer
(r.a)'in, namazın ikinci rekatında bu ikisini birlikte okuyuşu, bunların tek
bir sûre oluşuna delalet etmez. Zira imam bazan, iki sûreyi ardarda okuyabilir.
2) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın ashab-ı fîl'e yaptığı şeyi niçin, Kureyş'in alışıp-ünsiyet
etmesine, emniyet ve selamette olmasına bir sebeb kılışının izahı hakkındadır.
Bu hususta diyoruz ki: Mekke'nin Hak Teâlâ'nın da, "Ekinsiz-bitkisiz bir
vadide... "(Allahım) insanların kalbini onlara meylettir ve kendilerini
bazı meyvelerle rızıklandir" (ibrahim, 37) buyurduğu üzere, Mekke'nin
ekim-dikimden ve hayvancılıktan uzak bir yer olduğunda şüphe yoktur.
Binâenaleyh Mekke halkının ileri gelenleri bile, ticaret maksadıyla, işte bu
iki seferde bulunuyor, kendileri ve belde halkı için, ihtiyaç duydukları
yiyecek-içecekleri sağlamaya çalışıyorlardı. Bunlar, yaptıkları o seferlerde
kazanç temin ediyorlardı. Bir de etraftaki krallar, Mekkelilere saygı duyuyor
ve "Bunlar, Allah'ın evinin komşuları, Harem'inin sakinleri ve Kâ'be;nin
idarecileri" diyorlardı. Öyle ki Mekkelilelir, "ehlullah",
(Allah'ın ailesi-halkı) diye isimlendiriyorlardı. Şimdi eğer habeşlilerin
yöneldikleri Kâ'be'yi yıkma işi gerçekleşmiş olsaydı, kureyşlilerin bu
izzetleri zail olur, kendilerine duyulan ta'zîm diye birşey kalmaz ve
Mekkeliler de, tıpkı diğer beldelerin sakinleri gibi, her taraftan toplanır,
malları ve canlan hususunda, kendilerine sataşılır hale gelirlerdi. Binâenaleyh
Hak Teâlâ, Fîl ordusunu yok edip, tuzaklarını başlarına çevirince, Mekkelilerin
kalblerindeki makamları büyüdü, etraftaki meliklerin onlara olan saygı ve
hürmeti yenilmemiş oldu. Böylece de menfaatları ve ticaretleri o nisbette arttı
ve ilerledi. İşte bu yüzden Hak Teâlâ, "Kureyş'in yaz ve kış seferlerine
alışması, emniyet ve selameti için Rabbin fil ordusuna nasıl yaptı
baksana..." buyurmuştur. Bu görüşün doğruluğuna delalet eden ikinci şey
de, Hak Teâlâ'nın, sûrenin sonunda, sûrenin başına bir işaret olmak üzere,
"Bu beytin Rabbine ibadet eten/er" buyurmasıdır. Buna göre Hak Teâlâ
sanki, "Fil ashabının yıkmayı hedeflediği bu beytin Rabbine ibadet
etsin" demek istemiştir. Çünkü bu beytin Rabbi, sizin emniyet ve
selametiniz ve faydalanmanız için, o fil ashabını maksadlarına eriştirmedi.
Çünkü ibadet emri, ancak, bir menfaatin söz konusu olması durumunda güzel olur.
Binâenaleyh bu ayet, sûrenin başının, önceki sûreyle ilgili olduğuna delalet
eder.
İkinci görüş, yani bu "lâm" harf-i
cerrinin, kendinden sonra gelen "ibadet etsinler" fiiline taalluk
etmesi görüşü, Halil ve Sîbeveyh'in görüşüdür. Buna göre ifadenin takdiri,
"kureyş, emniyet ve selametleri için, bu beytin Rabbine ibadet
etsinler" şeklinde olur. Bu da, "Onlar ibadetlerini, bu nimete bir
şükür ve nimetin bir itirafı saysınlar" demektir. Buna göre, "Öyle
ise 'nun başına niçin "fâ" gelmiştir?" denilirse, biz deriz ki:
Bu, sözde bir şart manasının yatmasından ötürü gelmiştir. Çünkü Allah'ın onlar
üzerinde sayısız nimetleri vardır ve buna göre adeta,"Eğer onlar, Allah'a,
diğer verdiği nimetlerden ötürü ibâdet etmiyorlarsa, bari şu apaçık nimet olan
bir tek nimetten ötürü ibadet etsinler" denilmek istenmiştir.
Üçüncü görüş, sûrenin başındaki "lâm"ın, ne
kendinden önceki, ne de sonraki bir ifadeye taalluk etmesidir. Zeccâc şöyle
der: "Bazı kimseler, bu "tâm"ın "lâmu't-taaccüb"
olduğunu ve mananın, "Kureyş'in emniyet ve selametine şaşın" şeklinde
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Kureyş, azgınlığını, cehaletini ve
putperestliğini hergün biraız daha ileri götürüyordu. Allah Teâlâ ise, onların
işlerini yoluna koyuyor, rastgetiriyor, afet ve belaları onlardan savuşturuyor;
geçim sebeblerini, nizama-intizama sokuyordu. Binâenaleyh Allah'ın bunca sabrı
ve keremi son derece şaşılacak bir şeydi. Arapça'da bunun bir benzeri de,
"Zeyd'e ve bizim Zeyd'e yaptığımıza; Zeyd'e ve bizim Zeyd'e yaptığımız
ikrama bir bak da hayret et!" şeklindeki sözüdür. Bu, Kisâî, Ahfeş ve
Ferrâ'nın da tercih ettiği görüştür.[7]
Alimler, "îlâf'ın ne demek olduğu hususunda şu
üç izahı yapmışlardır:
1)
"îlâf", "lif"
demektir.alimleri, aynı manadaArapça'da, denildiğini söylemişlerdir. Buna göre
kelime, "sevdi, peşinden ayrılmadı, ünsiyet etti" manasındadır ve
ayet, "Kureyş'in bu iki sefere ünsiyet edip de, hep sürdürmesi ve
kesintiye uğramaması için..." demek olur. Ebü Ca'fer, bunu şeklinde okurken, diğer kıraat imamları,
şeklinde okumuşlardır. İkrime de şeklinde okumuştur.
2) Bu
kelime, "şu yere alıştım, ayrılmadım, Allah da beni oradan ayırmadı"
manasındadır. Nitekim aynı manada dersin. Buna göre mana bu durumda şöyle olur:
"Kendisine ünsiyet etme sırrının bulunduğu bir planlamanın varlığı
için" manasında olur. Nitekim Arapça'da, "Kendisi alıştı" ve
"Başkası onu alıştırdı" denilir. Buna göre mana, "Bu alışma,
emniyet-selamet, Kureyş için, ancak Allah'ın tedbir ve takdiri ile meydana
gelmiştir" şeklinde olur. Kelime bu manasıyla tıpkı, "Fakat Allah
orlann araşma ülfet (sevgi) verdi" (Entâi, 63) ve "Allah
kalblerinizin araşma ülfet verdi de, O'nun nimeti sayesinde kardeş
oluverdiniz" (Al-i imran, 103) ayetlerindeki gibi olur. Bazan sevinç, ünsiyetin
ülfetin ve ittifakın bir sebebi olur. Bu tıpkı fil ordusunun, hezimete
uğramasının, Kureyş'in ünsiyetine ve ittifakına sebeb olması gibi... Buna göre
bu "îlâf" masdarı, mef'ûlüne muzaf olmuş ve mana da, "Allah
Teâlâ'nın Kureyş'i o iki seferin müdavimleri kılması için..." şeklinde
olmuş olur.
3) îlâf,
hazırlanmak, teçhizattan m ak demektir. Bu, Ferrâ ve İbnu'l-A'râbî'nin
görüşüdür. Buna göre, "Kureyş'in bu iki sefere hazırlanması ve böylece
seferlerin, kesintisiz, ardarda yapılması için..." şeklinde olur. Ebû
Cafer, bunu hemzesiz olarak, şeklinde de okumuştur. Böylece o, if'âl babının
hemzesini bunda, büsbütün hazfetmiştir. Bu tıpkı onun, ta'kib ettiği kıraat
gibidir.Bunun izahı daha önce geçmişti.[8]
"îlâf" masdarının tekrarının sebebi şudur:
Allah Teâlâ, ' "îlâf"ı, birincisinde mutlak olarak zikretmiş; sonra
da
mukayyed olarak zikrettiğini, bu "îlâf"m yüceliğini ve önemini
belirtip, ondaki nimet ve lutfun büyüklüğünü hatırlatmak için, mutlak olandan
bedel yapmıştır. Ama doğruya en yakın olandan bedel yapmıştır. Ama doğruya en
yakın olan, ilkinin, "Kureyş arasındaki tüm ünsiyet, emniyet, selamet ve
ittifakın" hepsini içine alan genel bir ifade olmasıdır. Böylece bunun
içine, onların duruşları, hareket edişleri ve bütün halleri girmiş olur. Daha
sonra Hak Teâlâ, onların geçimlerinin direği ve ana kaynağı olduğu için,
özellikle bu iki sefere ülfet edip, bunlarda emniyet ve selamette oluşu
zikretmiştir. Bu yönüyle ayet tıpkı, önce genel olarak, "Kim Allah'a ve
meleklerine düşman olursa..." buyurmu, daha sonra ifadeyi tahsis ederek,
"ve Cibril'e ve Mîkâil'e düşman olursa..." {Bakara, 98) buyurması
gibidir. Bu iki masdar arasına atıf harfinin getirilmemesinin hikmeti ise,
bunun nimetlerin tümü olduğuna dikkat çekmektir. Araplar, "Onun peşini
bırakmadım" manasında, lîs' dili ifadesini kullanırlar. Peşini bırakmama
(ilzam), mükellef tutma ve emretme ile yapılan ve sevgi-ünsiyet ile yapılan
diye ikiye ayrılır. Çünkü kişi birşeyi sevdiğinde, onun peşini bırakmaz.
HakTeâlâ'nın "(Allah) onlara, takva kelimesini ilzam etti (sevdirdi)"
(Feth,26) ayeti de bu manadadır. "İlcâ" (mecburiyet) de, biri, mesela
yırtıcılardan kaçma gibi, zararı defetmek için; diğeri de, mesela, büyük bir
mal bulup, onu almasına ne aklen, ne şer'an, ne de hissen (maddeten) bir mani
olmayan kimse gibi, büyük bir faydayı celbetmek için, iki çeşittir. Çünkü bu
durumda olan, onu almaya mecbur gibidir. İlcânın dışındaki sebebler de, bazan
zararı def, bazan da menfaati celb için olur. İşte "îlâf" ile
kastedilen husus işte budur.[9]
Alimler, Kureyş'in, Ndr b. Kinâne'nin soyundan
geldiği hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber
"Biz, Nadr b. Kinâne oğullarıyız, annemizi itham
etmeyiz, babamızla ilgimizin olmadığım söylemeyiz"
[10]buyurmuştur.[11]
Alimler "Kureyş"e bu adın verilmesi
hususunda da şu izahları yapmışlardır:
1) Bu
kelime, "Kirş" kelimesinin, ism-i tasğiridir.
Kirş ise, denizde gemilerle oynayan, ancak ateşle
hareket eden, büyük bir canlıdır. (Köpek balığı'dır). Muaviye'nin, İbn Abbas
(r.a)'ın niçin, "Kureyş" adının verildiğini sorduğu; İbn Abbas'ın da,
"Denizde yiyen fakat yenilmeyen; hükümran olan, fakat hükümran olunamayan
bir hayvanın adı olduğu için..." cevabını vermiş ve şu şiiri delil
getirmiştir:
"Kureyş, onun yüzünden Kureyş'in Kureyş diye
adlandınîdığı, denizde yaşay, bir hayvandır."
Kureyş'in ism-i tasgir oluşu ise, ta'zîm (büyüklüğünü
anlatmak) içindir. Kureyş' ümmetin işini üstlendiği için, bu sıfatlarla
nitelendiği malumdur. Çünkü halifeli Kureyş'den olur.
2) Bu
kelime, "kazanmak" manasına gelen, "karşıdandır. Çünkü Kureyş
şehirlere düzenledikleri ticari seferlerle, kazanç sağlıyorlardı.
3) Leys
şöyle der: "Kureyş, Harem'in dışındaki bölgelerde dağınık olar
yaşıyorlardı. Derken Kusayy b. Kilâb, onları Harem-i Şerifte topladı. Böylece
onlı Harem-i Şerifi yurd edindiler ve Kureyş adını aldılar. Çünkü
"tekarruş", bir ara gelip-toplanma demektir. Nitekim Arapça'da, bir
araya gelip toplandılar, manasın denilir. İşte bu yüzden, Kusayy'a da,
"mücemmî" (toplayan) denil Nitekim şair,
"Babanız Kusayy, sayesinde Allah Teâlâ'nm Fikr
kabilelerini bir araya topladığı, mücemmî (toplayıcı) diye
adlandırılmıştır" demiştir.
4) Kureyş,
ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gideren bir toplumda, bu yüzden, onlara
Kureyş denilmiştir. Çünkü bunu kökü olan, "karş", yoklama-araştırma
manasınadır. Nitekim îbn Hurve şöyle der:
"Ey, başımıza gelenlere sevinen ve Ebû Amfin yanında,
ayıplarımızı sayıp döken kişi. Daha bu ne kadar sürecek?.. (Bunu
terketsene..)"[12]
"Kış ve yaz seferine" (Kureyş, 2).
Bu ayetle ilgili, şöyle birkaç mesele var:[13]
Leys, şöyle demektedir: "Rıhle", bir kavmin
hareket "' etmesine verilen addır. Buradaki "rıhle" ile ne murad
edildiği hususunda ise, şu iki görüş ileri
sürülmüştür:[14]
a) Meşhur
görüşe göre, müfessirler şöyle demektedirler: "Kureyş, her yıl, daha sıcak
olduğu için kışın Yemen'e, yazın da Şam'a birer sefer düzenliyorlardı."
Atâ,İbn Abbas (r.a)'ın, şöyle dediğini nakleder: "Bu hadise şöyle
başlamıştı: Kureyş'den birine bir kıtlık ve açlık isabet ettiğinde, o ve ailesi
bir yere çıkıyor, ölünceye değin, bir çadırın içinde bekliyordu. Bu İş, Hâşim
b. Abdimenâf ortaya çıkıncaya kadar böyle sürüp gitmiştir. Haşim ibn Abdimenâf,
kavminin seyyidi idi. Ve onun, Esed adında bir oğlu vardı. Kendisinin Mahzûm
kabilesinden, çok sevdiği ve beraber oynadığı bir yaşıtı bulunuyordu. Böylece
bu çocuk, Esed'e, mağduriyetlerini, aç olduklarını bildirdi. Bunun üzerine
Esed, ağlayarak, annesinin yanına girdi. Derken, annesi de, onlara, un ve yağ
gönderdi. Böylece onlar, birkaç gün, geçinip gittiler. Derken, Esed'in yaşıtı,
yine kendisine geldi; açlıktan şikayet etti. Bunun üzerine Haşim, Kureyş'e
şöyle hitap ederek: "Sizler, ot bitmeyen bir yere varıp yerleştiniz;
böylece burada, zillet içinde yaşıyorsunuz. Halbuki bizler, Allah'ın Haremi'nin
ehli, Adem oğullarının en şereflilerisiniz. Diğer insanlar da size
tabidir..." dedi. Bunun üzerine oradakiler, "Biz de sana tabiyiz.
Bizden, sana karşı herhangi bir muhalefet söz konusu değil" dediler,
böylece, Haşim ibn Abdimenâf, herkesi, kışın Yemen'e, yazın da Şam'a, ticaret
yapmak amacıyla seferler düzenleme hususunda bir araya getirdi. Derken, zengin
kimselerin kazançlarını, onu kazanan o zengin ile fakir arasında
paylaştırıyordu. Böylece onların fakirleri de, zenginleri gibi oluyordu. İşte
onlar bu hal üzere iken, İslâm geldi. Arablar içinde, Kureyş'ten daha aziz ve
daha zengin kimse de yok idi. Nitekim şair onlar hakkında şöyle demektedir:
"Fakirleri, zenginieriyle içiçedir. Öyle ki,
fakirleri de, kendisine yeter hale gelenler gibi olurlar..."
Bil ki, buradaki nimet ve lütfün sebebi şudur: Şayet
fil ashabının istediği olmuş olsaydı, o zaman, yeryüzünde yaşayan insanların
tazimi, Kureyş'e olan saygıyı terkederdi. Kureyş de böylece paramparça olur ve
durumları, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlan parça parça ümmetler haline
getirdik" (A'râf, 168) beyanında bildirdiği yahudilerin durumu gibi olmuş
olurdu. Halbuki, tek bir kabilenin bir yere toplanması, çeşitli kabilelerin bir
yere gelmesinden daha fazla nimet sağlar. Cenâb-ı Hak, ünsiyet ve ülfetin,
yolculuğun şartlarından olduğuna dikkat çekmiştir ki, "... hacda tartışma
yoktur ..."(Bakara, 197) ayeti böyledir. Yolculukda, güzel ahlaka duyulan
ihtiyaç, mukîm iken duyulandan daha fazladır.[15]
b)
Buradaki, "göç" ile, insanların Mekke'ye gelmeleri kastedilmiştir. O
halde, "yaz ve kış seferleri" ile, Receb ayında yapılan Umre ile,
Zilhicce ayında yapılan hac kastedilmiştir. Çünkü, bunlardan birisi kışın,
diğeri ise yazın oluyordu. Mekke'nin faydalanılan mevsimi ise, bu ikisi ile
tahakkuk ediyordu. Şimdi eğer, fil ashabının istediği gerçekleşmiş olsaydı,
işte bu menfaat, atalete uğrardı.[16]
Ayetteki, kelimesini, fâfy, kelimesi, mef'ûl-i bih
olarak nasbetmiştir. Cenâb-ı Hak, ifâdesi ile, manasını kastetmiştir. Bir
iltibas olmadığı için de, kelimeyi tesniye değil de', tekil getirmiştir. Ve bu
tıpkı şairin, "Karnınızın bir kısmını yiyiniz..." deyip de,
(karınlarınız...) dememesi gibidir ifadenin, takdirinde olduğunda ileri
sürülmüştür. Bu kelime, râ'nın dammesi ile şeklinde de okunmuştur ki, bu
durumda mana, cihet, taraf anlamında olur.[17]
"Şu beyt'in Rabbine ibadet etsinler
onlar..."(Kureyş, 3).
Bil ki, nimet vermek, şu iki şekilde olur:
1) Zararı
bertaraf etme.
2) Menfaat
sağlama. Birincisi, daha önemli ve daha öncedir. İşte bundan dolayı ulema,
"Canlılardan zararı defetmek vacibtir; ama, menfaat temin etmeye gelince,
bu vacib değildir" demiştir. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, zararı savuşturma
nimetini, Fîl Sûresi'nde; fayda temin etme nimetini ise bu sûrede açıklamıştır.
Nimet vermeye ve nimet verene, şükür ve kullukla mukabele etmek gerektiği,
zihinlere yerleşince de, pek yerinde olarak, Cenâbı Hak, verdiği nimetlerin
peşinden, kulluğun yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekerek buyurmuştur
Burada
getirilmesi gerektiğine dikkat çekerek, buyurmuştur.
Burada şöyle birkaç mesele vardır:[18]
Biz, ibadetin, mabuda karşı alabildiğine tezellülde,
huzû ve huşûda bulunmak olduğunu, daha önce beyan etmiştik.
Bazı kimseler şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hak,
buradaki "Sima; onlar, bu Beyt'in
Rabbini Bir bilsinler (tevhîd) manasını kastetmiştir. Zira, Beyt'i koruyup
muhafaza eden, putlar olmayıp, O'dur. Bir de, tevhîd, ibadetlerin
anahtarıdır." Bazı kimseler de, bu ayetteki ibadet ile, uzuvlarla ilgili
ibadetlerin kastedildiğini söylemişler, sonra da, ibadet çeşitlerini
sıralamışlardır. Ama, evla olanı, ayetin bu ifadesini, tüm ibadet çeşitleri
manasına almaktır. Çünkü lafız, delilin istisna ettiği şeyler hariç, bütün
ibadet çeşitlerini içine almaktadır.
Bu ifadeyle ilgili olarak, bir başka izah da şudur:
Buradaki fiilinin manası, "Onlar,
yaş ve kış seferlerini terksdip de, bu Beyt'in Rabbine ibadet etmekle meşgul
olsunlar. Çünkü onları, açlıktan doyuran, korkudan emin kılan, O'dur"
şeklindedir. Burada, özellikle "Rab" kelimesinin zikredilmesi,
Kureyş'in Ebrehe'ye, "Bu Beyt'in, onu koruyup muhafaza edecek, Rabbi
vardır.." şeklindeki sözlerini tasdik ve takrirdir. Çünkü onlar bu
hususta, putlara güvenmemişlerdir. Binâenaleyh, onların bu ikrarları gereği,
Allah'dan başkasına ibadet etmemeleri gerekmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta,
"Beyt'in muhafazası hususunda Bana dayanıp bana güvendiğinize göre, ibadet
ve hizmetlerinizi de, sadece benim için yapın..." demek istemiştir.[19]
Bu ayette, ism-i işaretle, Beyt'e işaret edilmesi,
bir tazimi ifade eder. Çünkü Cenâb-i Hak bazan, kulunu kendisine nisbet ederek,
"Ey kullarım..." der, bazan da, Kendisini kuluna nisbet ederek,
"ilahınız..." buyurur. "Beyt" hususunda da böyle yapmıştır.
Bazan, Kendisini Beyt'e nisbet etmiştir ki bu, buradaki ayetinde böyledir, bazan
da, Beyt'î kendisine nisbet etmiş ve mesela, "Beytimi temizleyiniz"
(Bakara, 125) buyurmuştur.[20]
"(O Rab ki), onları açlıktan doyuran,
kendilerine korkudan eminlik verendir O"(Kureyş, 4).
Bu "doyurma"nın ne demek olduğu hususunda
şu izahlar yapılabilir:
1) Allah
Teâlâ, Harem-I Şerif yüzüsuyu hürmetine, onları, emin kılıp, böylece bu iki
yolculuklarında, kendilerine sataşılmaz bir toplum haline getirince, işte
onlar, aç iken, bu hal, onların doyurulmaları sebebi olmuştur.
2) Mukâtll
şöyle demektedir: "Rızık temini için, yaz ve kış, Yemen'e ve Şam'a gitmek
onlara zor gelmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, Habeşlilerin kalblerine,
yiyecekleri, gemilerle Mekke'ye taşıma hususunda bir korku salmıştır. Çünkü
Habeşliler, yiyecekleri bu şekilde taşıyorlardı; Mekkeliler de deve ve
eşekleriyle, onları karşılıyorlar; onların getirdiği yiyecekleri, iki gecelik
bir mesafede bir konaklama yeri olan Cidde'den alıyorlardı. Ve bu iş, sürüp
gidiyordu. Böylece Cenâb-ı Hak, bu iki sefer sayesinde, onların rızkını tam
olarak karşılamıştı.."
3) Kelbî
şöyle demektedir: "Bu ayetin manası şudur: Onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'i
yalanlayınca, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara bedduada bulunarak, "Allahım,
bu yılları onların üzerine, Yusuf (a.s)'un yılları gibi, kıtlık yılları kıl...
"[21] dedi
de, onların üzerine de kıtlık çöktü ve burunları yere sürtüldü. B unun üzerine
onlar, "Ey Muhammed, Allah'a davet et; zira, artık biz mü'miniz..."
dediler de, Allah'ın Resulü de dua etti... Böylece bu kıtlıktan sonra, Allah
Teâlâ, beldelere ve Mekkelilere bolluk ve bereket verdi. İşte, ifadesiyle
kastedilen budur. Ayrıca, ayetle ilgili birkaç soru vardır:[22]
Birinci Soru:
İbadet, temel nimetlerin verilmesi sebebiyle, insanlar farz olan bir husustur.
Halbuki, doyurma ve yedirme ise, temel nimetlerden değildir. Öyle ise, ibadetin
vacib olmasını, daha niçin doyurma ve yedirmeye bağlamıştır? Buna şu birkaç
bakımdan cevap verilir:
1) Allah
Teâlâ, o fil ordusunu engellemek, onların üzerine o kuş sürülerini salıverip de
onları helak etmek suretiyle, Kureyşlilere olan ihsanını hatırlatıp, bu işi,
Kureyş'in alışıp ünsiyyet duyması İçin yaptığını beyan edip, sonra da onlara
ibadet etmelerini emredince, birisi adeta, "Biz, taam kesbine ve kendimizi
tehlikelerden korumaya, muhtacız... Şimdi biz, ibadetle meşgul olursak, kim
bizi doyuracak?" diye sormuş da, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da, "Onlar
O'na ibadet etmezden önce, onları açlıktan doyuran zat, onlar O'na ibadet
ederken, onları doyurmaz mı?" demiştir.
2) Allah
Teâlâ, kullarına, temel nimetleri verip de, kulları da O'na asi olup, buna
rağmen yine Allah onları yedirip içirince, Cenâb-ı Hak adeta, "Bu temel
nimetlerden utanmadığına göre, bari, senin bunca isyanından sonra, benim yine
de sana ihsanda bulunmamdan haya edip utanmaz mısın?" demek istemiştir.
3) Allah,
nimet vermekten bahsetmiştir. Zira, dört ayaklı hayvanlar bile, kendisine alaf
verene boyun eğip itaatta bulunur. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Sen
hayvandan da aşağı değilsin!.." demek istemiştir.[23]
ikinci Soru:
Cenâb-ı Hak, "Yeryüzündekilerin tümünü sizin için yaratan O'dur"
(Bakara, 29) buyurmak suretiyle, dünyayı bizim mülkümüz yapmamış mıdır? Şu
halde bizim mülkümüzü bize vermek sebebiyle, O'nun bize minnet etmesi, bunu
başımıza kakması ne derece doğru olur?
Cevap:
Yemeğin tam ve iyi hazırlanabilmesi için, yemezden önce mutlaka olması gerekli
olan merhaleler ile, yenilen şeyden tam olarak istifade edilebilmesi için, o
taam yenildikten sonra mutlaka olması gerekli olan nesneler hakkında varın bir
düşünün. İşte o zaman sen, bu taamın, tam ve mükemmel olabilmesi için mutlaka
felekler, yıldızlar ve dört unsur gibi hususların; yenilen o yiyeceklerden tam
ve mükemmel bir manada istifadenin sağlanabilmesi için, farklı şekil ve suretlerde
bir takım uzuvlar cümlesinin mutlaka bulunması gerektiğini mutlaka
anlayacaksın. İşte bu durumda sen, bu, doyurma işinin, taat ve ibadette
bulunmayı emretmeye uygun olduğunu anlayacaksın..
Üçüncü soru:
Yedirip doyurma yüzünden başa kakmak, ufacık bir keremi bulunan kimselere dahi
uygun düşmeyen bir hareket tarzı iken, bu nasıl, ekremu'l-ekremîn olan Allah'a
uygun düşer?
Cevap:
Bunun maksadı, başa kakmak değildir. Tam aksine, en uygun olana iletmek, onu
göstermektir. Çünkü, yiyip içmenin maksadı, taata mani olan şehveti
güçlendirmek değil, tam aksine, bünyeleri, taat olan şeyleri eda etme hususunda
güçlendirmektir. İşte, ibadet emrinin maksadı adeta budur.[24]
Dördüncü Soru:
Ayetteki, (yeniden) demenin hikmeti nedir? Cevap: Bunun şu faydaları vardır:
a) Aç olma
işinin, çok güç bir iş olduğuna dikkat çekmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar
ümitsizliğe düştükten sonra, onlara yağmuru yağdıran O'dur"(Şûrâ,28) ayeti
ile Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Evinde, emniyet içinde kim
sabahlarsa..."[25]
hadisi de, işte bu manadadır.
b)
Kureyşlilere, şu mevcut nimetin kıymetini anlayabilmeleri için, daha önceki
elem verici ve hiç de hoş olmayan o açlık hallerini hatırlatmaktır.
c) Yiyeceklerin en hayırlısının, açlığı gideren
şey olduğuna dikkat çekmektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, dememiştir. Çünkü taam, "ifâm"
açlığı giderecek kadar yedirip içirmedir. İşba' £p.î ise, yağlanmaya sebebiyet
verir..,
Cenâb-ı Hakk'ın, "... kendilerine korkudan
eminlik verendir ..." buyruğuna gelince, bunun tefsiri hususunda da şu
izahlar yapılabilir:
1) Kureyş,
emniyet içinde, yolculuklarını yapıyordu. Onlara hiç kimse sataşmıyor, ne
yolculuklarında, ne mukîm iken yağmalamada bulunmuyordu. Halbuki onların
dışında kalanlar ise, hem hazer hem de seferde iken, yağmalanma konusunda
kendilerini emin görüyorlardı. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Görmediler mi ki, biz
o beldeyi, emin ve dokunulmaz bir yer kıldık..." (Ankebût, 67) ayetinin
ifade ettiği husustur.
2) Allah
onları, o fil ordusunun işkencesinden emin kıldı.
3) Dahhâk
ve RebP, bu ifadeye, "Allah onları cüzzam korkusundan emin kıldı da,
böylece beldelerine cüzzam isabet etmedi" manasını vermişlerdir.
4) Allah
onları, emirliğin ve hilafetin, başkalarında olması endişesinden emin kıldı.
5) Allah onları, İslâm ile emin ve güvence
içinde kıldı. Çünkü onlar, küfür döneminde hem de tefekkür ediyor ve üzerinde
bulundukları bu dinin bir değer taşımadığını biliyorlardı. Ancak ne var ki,
insanın kendisine sımsıkı sarılması gerekli olan bu dini tanıyıp
bilemiyorlardı.
6) Allah
onları, vahyin manevi yiyeceği ile, cehalet açlığından doyurmuş, hidayetin
açıklanması ile de, sapıklık korkusundan onları emin kılmıştır.
Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demiştir: "Ey
Mekkeliler, sizler, Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilmezden önce, Allah'ın
cahilleri ve ahmakları adını alıyordunuz. Sizinle münakaşa edenler ise, ehl-i
kitab diye adlandırılıyorlardı. Derken, peygamberinize vahiy geldi; ben size,
kitabı ve hikmeti öğrettim. İşte şu anda sizler, ehl-i ilim ve Kur'ân diye
adlandırılırken, onlar, yahudi ve hristiyan cahiller diye adlandırılmaya
başlandı. Sonra, bedenin gıdası olan yiyecek yedirmek, şükretmeyi
gerektirirken, ruhun gıdasıs olan şeyleri sunma, ihsan etme, şükrü gerektirmez
mi?! Ayetle ilgili birkaç soru vardır.[26]
Birinci Soru:
Peki, Cenâb-ı Hak niçin, demedi? Biz deriz ki: Çünkü, 'ın manası, "o,
açlığı onlardan uzak kıldı" şeklinde olup, bu da, bu uzaklaştırma işinden
önce bu kimsenin, bir müddet aç kaldığını, daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın o
kimsenin açlığını giderdiğini ifade eder. Halbuki, böyle değildir; Çünkü '\n
manası, "onlar acıktıklarında doyuruluyorlar, korktuklarında da emin
kılınıyorlar..." şeklindedir.
İkinci Soru:
Peki, Cenâb-ı Hak, belirsiz olarak buyurmuştur?
Cevap: Bu
kelimelerin nekire getirilişi ile, tazim manalarının kastedilmesi mümkündür.
Açlığa gelince, daha önce de anlattığımız gibi, onların başına, leşleri ve
yanmış kemikleri yeme durumuna gelecek denli şeddetli olan bir kıtlık gelmişti.
Korkuya gelince, bu da, fil ashabından, duyulan o, şiddetli korkudur. Buradaki
nekire ile, önemsizlik, tahkir manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir.
Buna göre mana, "Cenâb-ı Hak son derece kerîm olduğu için, onları o azıcık
açlık ve o azıcık korku içinde bırakması caiz olmadığına göre, onların O'na
ibadet etmeleri halinde, Allah'ın keremi gereği, onların işlerini ihmal etmesi,
nasıl düşünülebilir Bu ifade ile, Cenâb-ı Hakk'ın, onları bir açlıktan doyurup,
diğerinden doyurmaması, bir korkudan emin kılıp diğerinden emin kılmaması
manası da kastedilmiş olabilir. Çünkü bu durumda, ikinci açlık ile ikinci
korku, onların daha evvel içine düşmüş oldukları açlık ve korku çeşitlerini
hatırlatıcı olur da, böylece onlar, bir bakımdan şükredici, bir bakımdan da
sabredici olmuş olurlar, böylece de, bu iki hasletin mükafaatına da müstehak
olmuş olurlar.
Üçüncü Soru:
Allah Teâlâ onları, Hz. İbrahim (a.s)'in duasına icabet ettiği için yedirip
emin kılmıştır. Yedirmesini, İbrahim (a.s)'in, "Onun halkını
rızıklandır" (Bakara, 126), emin kılmasını da, "Ya Rabbİ, bu beldeyi
emin kıl..." (ibrahim, 35) ifadelerinden anlamaktayız. Durum böyle olunca
da, bu Hz. İbrahim (a.s)'e yapılmış olan bir minnet ve başakakma olmuş olur. O
halde, Cenâb-ı Hak daha nasıl, o hususu, mevcut olan o kimeslere bir minnet
sebebi kılmıştır?
Cevap:
Allah Teâlâ, "Muhakkak ki Ben, seni, insanlar için imam kılacağım..."
buyurunca Hz. İbrahim (a.s) bu edeb ve terbiyeyi bildirince, Hz. İbrahim (a.s)
"Ya Rabbi, bu beldeyi emin kıl ve halkını da çeşitli ürünlerden
nzıklandır..." dediğinde, bu sözünü, ehlinden bedel, onların yerine,
"iman edenleri nzıklandır" (Bakara, 126) ifadesiyle kayıtladı. Bunun
üzerine Cenâb-ı Hak, "Böyle kayıtlamana hacet yok, zira, Ben, küfredenleri
de ömürleri süresince dünya nimetlerinden faydalandırırım" buyurdu.
Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istedi;
"Emniyyette kılma nimetine gelince, bu bir dini husus olup, ancak muttaki
olanlar için gerçekleşir. Ama, dünya nimetlerine gelince bu, iyiye de facire
de, salihe de, fasık kimseye de ulaşır. Eğer böyle ise, kafiri, açlığından
dolayı yedirmek; korktuğundan emin kılmak, Hz. İbrahim (a.s)'in duası ile
değil, doğrudan doğruya Allah'tan bu kimselere verilmiş bir nimet olur. Böylece
bu soru zail olur. Allah en iyisini bilendir. Salat ü selâm da Hz. Muhammed'e,
O'nun âline ve ashabına olsun (amin)![27]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/423.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/425.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/425.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/425.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/425-426.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/426.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/426-428.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/428.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/429.
[10] İbn Mace, hudûd, 37 (2/871).
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/429.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/429-430.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/430.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/431.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/431-432.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/431.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/431-432.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/432.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/432.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/433.
[21] Buhârî, tefsir, 44; Müslim, münafikûn 39-40
(4/2156-2175).
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/433.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/433-434.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/434.
[25] Tirmizi, zûhd,34(4/574);Ibn. Mace,züht9(21387).
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/434-435.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/435-436.