Mekke
17
7
İniş
sırasına göre on yedinci, mushaftaki sıraya göre yüz yedinci sûredir. Te-kâsür
sûresinden sonra Kâfirûn sûresinden önce Mekke'de inmiştir. 4-7. âyetlerin
Medine'de münafıklar hakkında indiğine dair rivayet de vardır.[1]
Sûre
adını son âyetinde geçen "mâûn" kelimesinden almıştır. "Eraeyte,
Era-eytellezî, Dîn, Tekzîb, Yetîm" adlarıyla da anılmaktadır.[2]
Sûrede,
biri Allah'ın nimetlerini ve hesap gününü inkâr eden nankör, diğeri amellerini
gösteriş İçin yapan riyakâr olmak üzere iki tip insandan söz edilmektedir. [3]
Rahman
ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Gördün mü dini yalan sayanı! 2-3. İşte
yetimi itip kakan da yoksula yedirmeyi özendirmeyen de odur. 4. Vay haline o
namaz kılanlara ki, 5. Onlar namazlarının özünden uzaktırlar, 6. Halka
gösteriş yaparlar. 7. Hayra da engel olurlar. [4]
1-3. "Gördün mü?" sorusu, burada şaşılacak bir tutumdan söz
edileceğine, dolayısıyla konunun önemine dikkat çekmeyi amaçlamaktadır.
Âyetteki "din" kelimesi, bilinen anlamı yanında "Allah'ın
hükmü" veya "uhrevî yargı" mânasında da anlaşılabilir. [5] Ancak
bunların birini inkâr eden diğerlerini de inkâr etmiş olacağı için sonuç
değişmemektedir. Genellikle insanlar bir dine inandıklarım, dolayısıyla doğru
yolda olduklarını, sonuçta mutlu olacaklarını, kendi dinlerine inanmayanların
ise yanlış yolda olduklarını, dolayısıyla bedbaht olacaklarını söylerler.
Nitekim Hz. Peygamber zamanındaki yahudiler, hrristiyan-lar hatta putperest
Araplar bile böyle olduklarını İddia ediyorlardı. [6] Yüce Allah bu sûrede asıl dini yalan sayıp
inkâr edenleri tarif ederek bunların kimler olduklarını ortaya koymuştur.
Bunlar kimsesiz ve yardıma muhtaç durumda bulunan yetimi küçümseyerek onu itip
kakan, yoksullara kendisi yardım etmediği gibi başkalarını da buna teşvik
etmeyen kimselerdir. Kuşkusuz bu özellikler birer örnektir; dini yahut âhiret
sorgusu ve yargısını inkâr edenlerin başka özellikleri de bulunmakla birlikte
burada Hz. Peygamber dönemindeki İnkarcıların toplumsal ahlâkla ilgili en
belirleyici ve yıkıcı tutumlarına İki ömek zikredilmiştir. Nitekim âyetin,
putperestlerin tipik şahsiyetlerinden olan Âs b. Vâil hakkında indiği
belirtilir. [7]
Bununla birlikte âyetin genel amacı, insan sevgisinden mahrumiyetin en belirgin
tezahürleri olan bu tür davranışları sergileyenleri kınamak ve bu
yaptıklarının Allah katında en büyük kötülüklerden olduğuna, bunların
temelinde dini, Allah'ın hükümlerini yahut âhireti inkâr etmenin bulunduğuna
insanların dikkatini çekmektir. [8] Yetim ve yoksul toplumun zayıf ve himayeye
muhtaç kesimlerini temsil eder. Bunlan küçümseyerek hakaret eden, itip kakan
kimse toplumdaki zayıfların haklarını çiğniyor demektir. Dinin insanlığa
yönelik en büyük hedefi ise insanlar arasında sevgi ve dayanışmayı, paylaşmayı
sağlamak, sıkıntıların da mutlulukların da paylaşıldığı bir insanlık bilinci
oluşturmaktır.
Bu
âyetler, bir taraftan bu tür davranışlar sergileyenleri kınarken diğer taraftan
da gerçek dindarları yetim ve yoksullar gibi himayeye muhtaç olanlara yardım
etmeye özendirmekte; İhtiyaç sahiplerine yardım konusunda başkalarını teşvik etmenin,
hatta bunun için hayır kurumlan oluşturarak sosyal yardımı daha verimli,
düzenli ve sürekli hale getirmenin gereğini vurgulamaktadır. [9]
4-7. Yukarıda İnsanlara karşı insanlık görevini yerine getirmeyenler kınanmıştı;
burada ise Allah'a karşı gerçek anlamda kulluk görevlerini yerine getirmeyenler
eleştirilmektedir.
Burada
namaz kılmalarına rağmen kmananların olumsuz tutumlarına üç örnek
sıralanmıştır:
a) Namazlarının özünden uzak olmaları.
b) İbadetlerinde halka gösteriş yapmaları.
c) Hayra engel olmaları. "(Namazlarının) özünden uzaktırlar"
diye çevirdiğimiz "sâhûn" kelimesinin sözlük anlamı
"unutanlar" olup bu bağlamda "namazlarım vaktinde
kılmayanlar" şeklinde yorumlayanlar bulunmuşsa da Ta-berî, bizim de mealde
esas aldığımız yorumunda "sâhûn" kelimesini "namazı ciddiye
almayanlar, başka şeylerle meşgul olmayı namaz kılmaya tercih edenler" şeklinde
anlamanın daha isabetli olduğunu, bunun vaktinde hlınmaması veya büsbütün
terkedilmesiyle ilgili yorumu da kapsadığını belirtmiştir. [10] Bir
kimsenin namazı ciddiye almamasının, namaz kılıyor görünse bile onun özünden
uzak kalmasının önemli bir sebebi, 6. âyette "riya" kavramıyla ifade
edilen "halka gösteriş yapma" eğilimidir. Riya, özellikle dinî
davranışlarla ilgili bir terim olup "bir kimsenin, kendisinde bulunmayan
dinî ve ahlâkî bir meziyeti, bir erdemi varmış gibi göstermesi, iyilik
yapıyormuş gibi görünmesine rağmen yaptıklarıyla -iyiliğin din ve ahlâktaki
karşılığından öte- maddî veya manevî bir çıkar amaçlaması" anlamına
gelir. İşte ayette bu tutum eleştirilmektedir.
"Hayır"
diye çevirdiğimiz son âyetteki "mâûn" kelimesini Taberî,
"insanın yararına olan her şey" şeklinde tanımlar ve kelimenin
âyetteki anlamının "zekât, farz olan sadaka, hakkı ödenmeyen mal,
insanların kendi aralarında birbirinden yararlandırmadıkları nimetler, hak,
ödünç, mal" gibi anlamlara geldiğine dair görüşler naklettikten sonra
kendisi "mâûn" kelimesinin bu bağlamda insanlara iyilik, hayır,
nimetlerin paylaşılması gibi anlamlan kuşatan genel bir ifade olduğunu belirtir. [11] Bu
sebeple biz de mealde "mâûn"u geniş bir kavram olan "hayır"
kelimesiyle ifade etmeyi uygun bulduk.
Sûrede
dikkati çeken önemli bir nokta şudur: İbadetlerde şekil şartlan da vazgeçilmez
olmakla birlikte, en az şekil kadar özen gösterilmesi gereken husus, imanla
birlikte niyet, ihlâs, huşu, takva gibi kavramlarla ifade edilen öz ve içeriktir.
Kur'an'a göre ibadetlerde niyet ve ihlâs, tevhid ilkesinin ibadetteki yansımasıdır. [12] Bunu Hz. Peygamber, "Allah'ı görüyormuşçasına
ibadet etmek" şeklinde belirtmiştir. [13] İşte
4-6. âyetlerde "Vay haline o namaz kılanlara ki, onlar namazlarının
özünden uzaktırlar; halka gösteriş yaparlar" mealindeki eleştiriyle
verilmek istenen mesaj budur.
Sûrede
dikkati çeken diğer önemli bir nokta da Allah'a gönülden ibadet etmekle
yardımlaşma ve dayanışmanın dindarlıkta birbirinden ayrılmazlığının vurgulanmış
olmasıdır. Buna göre gerçekten dine inanan ve âhiret sorumluluğu taşıyan insan
hem Allah'a hem de yaratılmışlara karşı ödevlerinin bilincinde olup bunları tam
bir ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, kendisi iyilikler yaptığı gibi
herkesin de iyilik yapmasına ön ayak olan, yardımlaşma ve dayanışmanın önünü tıkayan
değil, aksine gelişip yaygınlaşmasına, bireyselliği aşarak toplumsal ve kurumsal
bir yapı kazanmasına katkıda bulunan insandır. İslâm'ın hakim kılmak istediği
gerçek ahlâk ve üstün insanlık işte budur. [14]
[1] bk. îbn Âşûr, XXX, 563
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr.
Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/659.
[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:V/659.
[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:V/659.
[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:V/659.
[5] bk. Taberî, XXX, 310
[6] bk. Bakara 2/113
[7] Râzî, XXXII, 111
[8] İbn Âşûr, XXX, 564
[9] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:V/659-660.
[10] XXX, 312
[11] XXX, 313-320
[12] meselâ bk. Fatiha 1/5; ÂH İmrân 3/64
[13] Buhârî, "îman", 37
[14] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an
Yolu:V/660-662.