KUR’AN-I KERİM MEAL VE TEFSİRİ
A. Kur'an-ı Kerim Hakkında Genel Bilgîler
1. Kur'ân Nedir, Nasıl Bir Kitaptır?
2. Kur'ân Niçin İndirilmiştir?
4. Kur'ân Nasıl İndirilmiştir?
6. Kur'ân'ın İcazı (Eşsizliği)
1, Tefsire Neden İhtiyaç Vardır?
Yüce dinimizin ana kay
nağı, ilâhi ve semavî kitapların sonuncusu*en mükemmeli ve en büyüğü olan
Kur'an-ı Kerim'in, en çok basılanve okunan bir kitap olduğundan şüphe yoktur.
İlâhi hikmetler sebebiyle Arapça olarak indirilen Kur'an-ı Kerim'de neler
buyu-rulduğunu, nelerden bahsedildiğini öğrenmeye çalışması her müslümanın samimi
arzusudur. Bu gerçekten hareket eden ve bu arzulara cevap vermek isteyen ilim
adamları her yerde ve her devirde Kur'an-ı Kerim'i konuştukları dile çevirmeye
ayrı bir itina göstermişlerdir.
Bu istek ve arzuların
yoğun bulunduğu ülkelerden birisi de hiç şüphesiz Türki-ye'mizdir. XI. yüzyıldan
beri Kur'an-ı Kerim'in Türkçe meal ve tefsirlerinin yapıla-geldiği ülkemizde,
yurttaşlarımızın ısrarlı müracaatları üzerine Başkanlığımız ilk defa 1961
yılında üç cilt halinde bir meal neşretmiş, daha sonra yeniden teşkil edilen
bir kurulun tetkikinden sonra halen yayınlanmakta olan meali, tek cilt halinde
hizmete sunmuştur.
Bilindiği gibi meal,
Kur'an~ı Kerim'in, Arapça aslına en uygun ve en yakın şekilde Türkçe ile
ifadesidir. Bu insanüstü ilâhî kitabın kelime kelime aynen Türkçeye veya başka
bir dile çevrilmesi -takdir edileceği üzere-mümkün değildir. Kaldı ki kelime
kelime ifade edilse bile bu ifadelerd&Jci ilâhî iradenin ne olduğunun
anlaşılması uzun açıklamalara lühtaçtır. İşte tefsirler bu ihtiyaca cevap etmek
üzere kaleme alınan eserlerdir.
Başkanlığımız için
büyük bir eksiklik olan bir telif tefsirin yazdınlması işi uzun zamandan beri
zihnimizi meşgul eden önemli bir konu idi. Bu eksikliğin, mevcut Türkçe
tefsirlerin sadeleştirilerek yayınlanması yolu ile telafi edilmesi zaman zaman
düşünülmüş ise de karşımıza çıkan bazı engeller, bu düşüncenin gerçekleşmesine
izin vermemiştir.
Mümkün olduğu ölçüde
çağımızın ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte ve yaşayan Türkçe ile bir
tefsir hazırlatttrüması çalışmalarımız, nihayet şu anda elinizde Vnci cildi
bulunan eserin yazarları sayın Prof. Dr. Talât Koçyiğit ile sayın Prof Dr.
İsmail Cerrahoğlu'nun bu zor ve ulvî görevi üstlenmeleri ve birinci cildini
tamamlamaları ile ilk meyvesini vermiş oldu.
Temennimiz, yaklaşık 6
cilt halinde siz okuyucularımıza sunmak istediğimiz bu eserin, kısa sürede
tamamlanmış olmasıdır. Bunun için sayın yazarlarımıza çalışmalarında Cenab-ı
Haktan üstün basanlar temenni ediyorum.
Halisane niyetlerle
başladığımız ve halkımıza yararlı olacağına inandığımız bu değerli eserin
birinci cildini Cumhuriyetimizin 60'ncı yılında sizlere sunmakla mutluyuz.
Allah'ın selâmı,
rahmeti ve bağışlaması üzerinize olsun.
Tayyar Altı Kulaç
Diyanet İşleri
Başkanı
(1983)[1]
Kur'ân, Allah
Ta'âlâ'ntn, peygamberler silsilesinin son halkasını teşkil eden Muhammed
(s.a.s.)'e vahiy yoluyla ve Cebrail vasıtasıyle indirdiği mukaddes kitabın
adıdır. Kur'ân-ı Kerim'in pek çok yerinde bu mukaddes kitabın Kur'ân adı
altında zikredildiği görülür. Meselâ Bakara sûresinin 185 inci âyetinde Ramazan
ayından söz edilirken, insanlara yol gösteren ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran
Kur'ân 'm bu ay içinde indirildiği bildirilmiş, En'âm sûresinin 19 uncu
âyetinde, Hazret-i Peygamber'e «bu Kur'ân, bana, sizi ve ulaştığı kimseleri
uyarmam için vahyolundu» demesi emredilmiştir. Yûsuf sûresinin ilk üç âyetinde
Kur'ân'dan söz edilerek şöyle buyurulmuştur: «Elif. Lam. Râ. Bunlar, (bütün
gerçeği) açıklayan Kitab'ın âyetleridir. Biz onu anlayasınız diye arapça bir
Kur'ân olarak indirdik. Ey Muhammed! Sana vahyettiğimiz bu Kur'ân ile kıssaların
en güzellerini anlatıyoruz. Halbuki önceden sen, bunlardan habersizdin.» İsra
sûresinin 9-10 uncu âyetlerinde de «bu Kur'ân, insanları en doğru yola iletir.
İyi iş işleyen mü'minlere büyük mükâfat olduğunu müjdeler; âhirete
inanmıyanlara da acısı büyük azâb hazırladığımızı haber verir» denilmiştir.
Örnek olarak sadece
bir kaçının meallerini zikrettiğimiz bu âyei-i kerimeler, Kur'ân kelimesinin,
Allah Ta'âlâ tarafından Hazret-i Peygamber'e vahyedilen kitaba özel bir ad
olarak verildiğini göstermeye yeterlidir.
Müfessirler, Kur'ân
kelimesinin lügat yönünden kökünü araştırmışlar, fakat belirli bir görüş
üzerinde ittifak edememişlerdir. Bazılarına göre kelime, hiçbir kökten
türememiştir. Bu sebeple o, Allah kelâmına, bizzat Allah Ta'âlâ tarafından
verilmiş özel bir isimdir.
Kelimenin bir kökten
türemiş olduğu görüşünü ileri sürenler ise, hemzenin aslî harflerinden biri
olup olmaması yönünden onu değişik şekillerde açıklamaya çalışmışlardır.
Hemzeyi onun aslî harflerinden saymıyanlara göre Kur'ân, bir şeyi bir şeye
zammetmek, yaklaştırmak manâsına gelen kimine kökünden türemiş bir isimdir. Bu
manâda Kur'ân, sûreleri, âyetleri ve harfleri biribirine yaklaştırılmış,
eklenmiş bir kitap demektir. Diğer bir görüşe göre kelime, eş ve benzer
manâsına gelen karin (kara in) den müştaktır. Zira Kur'ân âyetleri birbirine
benzer ve birbirini teyîd ve tasdik ederler.
Kelimeyi hemzeyle
okuyanlar ise, bazısı onun toplamak manâsına gelen kary'den müştak olduğunu
söylemişlerdir. Bu manâda Kur'ân, sûre ve âyetleri, yahut kendinden önce
indirilmiş olan mukaddes kitapların, özellikle itikada taalluk eden
esaslarını, yahutta bütün ilimleri öz olarak kendinde toplayan, biraraya
getiren kitabın adıdır. Diğer bazıları ise, kelimenin tilâvet etmek, okumak
manâsına gelen kara e kökünden türemiş mef'ûl manâsında bir masdar olduğunu ileri
sürmüşlerdir ki, »okunan kitap» demektir. İslâm âlimleri arasında tercih edilen
görüşün, bu sonuncusu olduğu anlaşılmaktadır.
Allah Ta'âlâ'nın,
Peygamberine indirdiği bu yüce kitabı, O'nun muhtelif sûrelerinde zaman zaman
değişik isimlerle zikrettiği de görülür. Meselâ Duhân sûresinin ilk âyetlerinde
Hû-Mîm. Ve'l-Kitabi'l-mubîn buyurduğu zaman, Kur'ân'ı, Kiıâb ismiyle zikrettiği
anlaşılır ki, bu ismin Kur'ân-ı Kerim'de sık sık tekrar edildiği görülür. Bunun
gibi, Kur'ân'a delâlet etmek üzere keltumdlah. Nur, Hııdâ, Rahmet, Furkân.
Şifâ, Mev'ize, Zikr gibi isimler zikredilmiştir Ki, bazı müellifler, Kur'ân
veya Kitab'a sıfat olarak gelen tabirleri de sıralayarak, bu isimlerin sayısını
yüze kadar çıkarmışlardır.
Allah Ta7âlâ
tarafından Hazret-i Peygamber'e vahiy yoluyla gönderilmiş ve gönderildiği ânda
yazıya geçirilmiş olan Kur'ân-ı Kerim, her birinin özel ismi bulunan ve sûre
denilen 114 bölümden meydana gelmiştir. Her sûrenin birbirinden farklı
sayılarda âyetleri vardır, Kur'ân-ı Ke-rîm'in mukaddimesi mahiyetinde olan
Fatiha sûresi nazarı dikkate alınmazsa, 286 âyetten müteşekkil olan Bakara
sûresi, Kur'ân'ın başında, 3 ilâ 10 âyet'li en kısa sûreleri ise, sonunda yer
almıştır. Bu bakımdan Kur'ân'da uzun sûrelerden kısa sûrelere doğru geçişi
gösteren bir tertibin bulunduğu dikkati çeker. [2]
Yukaca mahiyetine
kısaca işaret ettiğimiz Kur'ân~ı Kerim'in Hazret-i Peygamber'e ınaıriliş
sebebini anlayabilmek için, O'nun indirildiği sıralardaki insanlık âlemine
kısa bir göz aımak faydalı olacaktır.
Bilindiği gibi
Kur'ân-ı Kerîm, milâdî yedinci asrın başlarında Arabistan Yarımadası'nın Hicaz
bölgesinde nazil olmaya başlamıştır. Bu sıralarda Arabistan dışında iki büyük
devlet birıbirieriyle devamlı bir mücadele halinde bulunuyor ve her ikisi de
Arabistan için büyük bir tehline teşkil ediyordu. Bunlardan birisi, Suriye ve
Mısır'ı da elinde bulunduran Bizans veya Rûm, diğeri ise, Irak ve Yemen'e hâkim
olan Pers veya Fürs imparatorluğuydu ve her iki imparatorluk da, coğrafî mevkiinin
önemi, özellikle Rumlara Hind yolunu açacak olması dolayısıyle Arabistan üzerindeki
hâkimiyetlerini yaymaya çalışıyordu.
İranlıların dîni
Mecusilikti, yahut Zerdüşt dînine bağlıydılar, Bij sebeple, hâkimiyetleri
altında bulunan Irak ve Yemen'de de bu dînin yayılmış olduğunu ve Arabistana
buralardan sızdığını kabul etmek gerekir. Bizanslılar ise Hıristiyan idiler;
hâkim oldukları Suriye ve Mısır'da bu dîni yaymışlar, onun aynı zamanda
Arabistan'a da girmesine yardımcı olmuşlardı. Zaten Pers'lerden önce
Hıristiyan habeşlilerin işgalinde bulunan Yemen'de Hıristiyanlık yaygın bir
halde bulunuyordu. Yahudiliğin ise, Suriye ve Filistin'de hıristiyanların
baskısına maruz kalan yahudîlerin güneye doğru göç etmeleri neticesinde
yayıldığı görülür.
Bu değişik dîn ve
inançlar, komşu ülkelerden Arap Yarımadasına girip kendilerine bazı yerleşim
merkezleri sağlamaya çalışırken, bu ülkenin asıl sahipleri olan araplar ise,
müşrikliğin değişik görüntüleri altında kendi inançlarını koruma gayreti içinde
bulunuyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm, İslâm öncesinde Arap Yarımadası'nda yaygın olan
çeşitli dîn ve inançlara Hacc sûresinin 17 nci âyetinde işaret ederek şöyle
demiştir: «İman edenler, yahudîler, sabitler, nasranîler, mecüsller ve
müşrikler arasında. Allah kıvamet günü hüküm verecektir. O, her şeve
kaadirdir.»
Ayet-i kerlme'den de
anlaşıldığı gibi.jslâm'dan önce Arabistan'da bulunan başlıca dînler, Yahudilik,
Sâb'rilik, Hıristiyanlık, Mecusîlik ve bir de müşrik dînidir.
Ancak bu değişik dîn
ve inançlardan hiçbirinin, mensuplarını gerçek "dîn» mefhumunun delâlet
ettiği hak yola ulaştırması mümkün değildi. Bu
dînlerden bilhassa
Yahudilik ve Hıristiyanlık, ilk insanın yaratılışından bu yana, Allah
tarafından gönderilen peygamberler silsilesi içinde vücut bulmuş olmalarına
rağmen, Yahudi ve Hıristiyanların maksatlı davranışla-
rıyle asil
hüviyetlerinden uzaklaştırılmış, gayelerinden de saptırılmışlardı.
Filhakika gerçek dîn,
Kur'ân-ı Kerîm'in İhlâs sûresinde de açıklandığı gibi, tevhîd esası üzerine
bina kılınmıştır; «Allah birdir. Her şevden müs7<jm, fakat hor şey O'na
muhtaçtır. Ne doğurmuş, ne de doyurulmuştur. )"nmı hiçbir eşi ve dengi
yoktur.» İlk insandan itibaren Allah'ın zaman [aman gönderdiği peygamberleri
vâsıtasıyle insanlara tebliğ ettiği dînin tsası da budur. Nasıl ilk peygamber
Adem (a.s.)'e bu esası öğretmişse, on Peygambere de aynı esası öğretmiş ve
bunun bütün insanlara öğretilmesini emretmiştir. Nitekim Enbiyâ sûresinin 25
inci âyetinde bu ususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: «(Ey Muhammedi) Senden
nce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona. benden başka ilâh voktur; alnız bana
ibadet edin, diye vahyetmiş olmıyalım».
Tevhidin bütün
insanlara talîmi hususundaki gerçek bu olunca, ya-udîlerin hıristiy anların,
yahut kendilerini başka bir dînin mensubu olarak mıtan diğer insanların bu
tevhîdden haberdâr olmamış ve kendilerine Gönderilen peygamberlerin, onu
kendilerine teblîğ etmemiş olmaları lümkün değildir.
Bütün peygamberler,
Allah katında bir tek olan dîni insanlara teblîğ tmek ve öğretmek için
gönderilmişlerdir. Ancak ilk peygamberden son >eygambere kadar gelip geçmiş
bütün peygamberlerin teblîğ ettikleri erîat ahkâmı arasında bazı farklar varsa,
bu, insanlık âleminde varlığı içbir akıl sahibi tarafından inkâr edilemiyecek olan
gelişmeye paralel bir iînî gelişme olarak değerlendirilmek gerekir. Bu
bakımdan, her peygamber, insanlara teblîğ ettiği dîni, kendinden önceki
peygamberin teb-ğ ettiği dîni tamamlayan, zamanın ihtiyaçlarına cevap vermeyen
hüküm-rini tadil eden, yeni hükümler getiren ve fakat akaid, ibadet ve ahlâk
gibi vînin özüne taalluk eden hususlarda biribirini dâima ve mutlaka teyîd ve
asdîk eden bir hüviyete sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Kur'ân-ı ferîm'de,
Mâide sûresinin 44 üncü âyetinde "içinde hidayet ve aydınlık lan Tevrat'ı
biz indirdik...»; 46 nci âyetinde »onların ardından Meryem \>ğlıı isa'yı,
ellerindeki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderdik»; 48 İnci âyetinde de
"(Ey Muhammedi) Sana da hak olarak kendinden evvelki kitapları tasdik
edici olarak ve onlara bir şâhid olmak üzere Kur'ân'ı indirdik...»; Bakara
sûresinin 41 inci âyetinde yahudîlere hitap edilerek ^elinizde bulunan Tevrat'ı
doğrulamak üzere indirdiğim Kur'ân'a îman udin»; 91 İnci âyette «kendilerine,
Allah'ın indirdiği Kur'ân'a îman edin, denildiğinde, biz, bize indirilen
Tevrat'a inanırız, diyorlar ve Tevrat'tan başkasını, ellerindekini tasdik edici
olarak gönderilen bir hak olmasına rağmen inkar ediyorlar» buyurulmuş olması da
bunu teyîd eder.
Akaid konusunda hiçbir
peygamber bir diğerinden farklı inanç getirmemiştir. Allah'a, Allah'ın
birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kadere, ahiret gününe ve
bu gündeki hesaba îman, bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri esaslardır.
Mu'minûn sûresinin 57-52 ncı âyetlerinde «ev peygamberler! '/emiz şeylerden
yeyin; sâlih amel işleyin. Şüphesiz ben ne yaptığınızı bilirim. Ve. işte bu
ümmetiniz, (hepsi (ek bir dîne, İslâm dînine bağlı oldukları için) tek bir
ümmettir. Ben de sizin Rabb'ınt-zım; ben'den korkun» buyurulmuş ve bütün
peygamberlere, helâl kazanan, ibadetin ve sâlih amelin emredildiği
açıklanmıştır. Enbiyâ sûresinin 73 üncü âyetinde Lût, İbrahim, İshak ve
Yakûb'tan söz edildikten sonra, »onları, emrimizle insanları doğru yola ileten
imamlar yaptık; onlara hayırlı işler yapmavı. namaz kılıp zekât vermeyi
vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi»; Meryem sûresinin 55 inci
âyetinde Hazret-i İsmail «etrafında bulunanlara, namaz, kılmalarım emrederdi»;
Tâ-Hâ sûresinin 14 üncü âyetinde Hazret-i Musa'ya hitap edilerek «şüphesiz ben
Allah'ım; benden başka tanrı yoktur; bana kulluk et; ben'i anmak için namaz
kıl»; Meryem sûresinin 30-31 inci âyetlerinde henüz çocuk olan Hazret-i İsâ
'nın ağzından, «beny şüphesiz Allah 'm kuluyum. Bana kitap verdi ve beni
peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece
namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti» buyurulmak
suretiyle, bu peygamberlere namazı kılmanın, zekât vermenin ve hayırlı iş
işlemenin nasıl emredildiği bildirilmiştir. Bakara sûresinin «ey îman edenler!
Oruç, sizden önceki milletlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı»
mealindeki 183 üncü âyetinden de anlaşıldığı gibi oruç, geçmiş peygamberler
tarafından biliniyordu. Hacc ise, Hacc sûresinin 27 nci âyetinde bildirildiği
gibi, İbrahim (a.s.)'e farz kılınmış, ayrıca insanları hacca davet etmesi
emredilmiştir.
Daha önce işaret
ettiğimiz Bakara sûresinin «elinizde bulunan Tevrat'ı doğrulamak üzere
indirdiğim Kur'ân'a îman edin-* mealindeki41 İnci âyeti gözönünde
bulundurulursa, Allah Ta'âlâ'nın, Hazret-i Musa'ya indirdiği şerîat ahkâmını
ve ahlâkî kaideleri bazı değişikliklerle ve farklı bir uslûbla Hazret-i
Peygamber'e de indirmiş olduğu anlaşılır. Her ne kadar bugün yahudîlerin elinde
bulunan Tevrat'ın Hazret-i Musa'ya indirilen Tevrat'tan çok farklı olduğu
bilinirse de, içinde şifahi rivayete dayalı bazı sahîh haberlerin bulunduğunu
da kabul etmek gerekir. Bu haberler arasında Kur'ân hükümlerine benzer
hükümler bulunması gayet tabiîdir. Meselâ Tevrat'ın Çıkış kitabında 20 nci
bâbta yer alan meşhur «on emir» in, hem Matta İncili (bâb 5)nde yer alan
Hazret-i isa'nın dağdaki vâzı, hem de Kur'ân-ı Kerîm ile tasdik edildiği
görülür. Ancak, Tevrat ve İncil'de, bu emirler topluca zikredildiği halde,
Kur'ân'da Mekkî ve Medenî sûrelerde dağınık olarak ve ihtiyaç duyulduğu
zamanlarda meselelere çözüm getiren birer hüküm şeklinde indirilmiştir.
İtikad, ibadet ve
ahlâkla ilgili konularda, mukaddes kitapların getirdikleri hükümler arasındaki
bu benzerlik, hepsinin de tek bir kaynaktan neş'eî ettiklerini ve hepsinin de
tek bir gayede birleştiklerini gösterir. Gerek Tevrat ve gerekse İncil ve
Kur'ân, hepsi de Allah Ta'âlâ tarafından indirilmiş olmaları dolayısıyle
menşeleri, hepsi de insanları Allah'ın tek olan dînine davet etmeleri
dolayısıyle de gayeleri bir olan kitaplardır ve hiçbir dîn mensubunun bu
gerçeği inkâr etmemesi gerekir.
Ne var ki, gerek
Yahudiler ve gerekse hıristiy anlar, Allah'ın bir olan dinini parçalamışlar,
kendi hevâ ve heveslerine uygun bir takım sapıklıklara din diyerek Yahudilik
ve Hıristiyanlık adı altında inanmışlar, sonra da birbirlerini kötülemeye
çalışmışlardır. Bakara sûresinin 113 üncü âyetinde de açıklandığı gibi,
yahudîler, hıristiy ani arı itham ederek, hak yol üzerinde olmadıklarını ileri
sürmüşler, hıristiyanlar da yahudîler hakkında aynı iddiada bulunmuşlardır.
Oysa ellerinde bulunan kitaplar, biribirlerini tasdik ederek ve kendilerinden
sonra gelecek olan kitap sahibi peygamberleri haber vererek kendilerini tek
bir yola davet ediyorlardı ve eğer bunlar kendi kitaplarına îman etmiş
olsalardı, yolları ayrılmaz, son gelen peygambere ve ona indirilen Kur'ân'a da
îman ederlerdi.
Kur'ân-ı Kerîm,
yahudîlerin kendi peygamberlerine ve kitaplarına inançsızlıklarını bütün
açıklığıyle gözler önüne sermiştir. Bakara sûresinin 47 nci âyetinden itibaren
onlara ihsan edilen sayısız nimetlere rağmen, onların bu nimetler karşısında
nasıl nankörlük edip küfre daldıklarını örnekleriyle görmek mümkündür. Firavun
ordusundan kurtarıldıktan sonra, Mûsâ (a.s.) nın kırk günlük yokluğundan
faydalanarak bir buzağı heykelini kendilerine tanrı edinmeleri (âyet 51),
Allah'ı apâşikâr görmedikçe Mûsâ 'ya inanmıyacaklarını söylemeleri (âyet 55),
kendilerine kesmeleri emredilen bir sığırı kesmemek için direnmeleri (âyet
67). Allah'tan başkasına ibadet etmemek, anaya, babaya, akrabaya, yetimlere ve
yoksullara iyilik etmek, insanlara güzel söz söylemek, namazı kılıp zekâtı
vermek hususunda kendilerinden alınan Mîsakı ihlâl etmeleri (âyet 83),
kendilerine gönderilen peygamberlerden bazılarını inkâr edip bazılarını
öldürmeleri {âyet 92), Allah'ın vahyini peygamberlere getiren Cebrail'e düşman
olmaları (âyet 97), yahudîlerin gerçek dînden ne kadar uzak kal-dıklarını
gösteren bir kaç örnektir. Ellerindeki Tevrat'ı ne derece tahrif etmiş
olurlarsa olsunlar, içerisinde, onların bu inançsızlıklarını tasvîb, yahut
küfürlerine mesned teşkil eden tek bir ibareye rastlanmıyacağına şüphe yoktur.
Hıristiyanlar da
yahudîlerden farklı değillerdi. M aide sûresinin 14 Üncü âyetinde «biz
nasranîyiz diyenlerden de mîsak almıştık; fakat onlar, birden fazla erkekle
düşüp kalkması sebebiyle zina da , İslâm öncesi araptan arasında yaygındı. Bir
adam, soylu bir evlâd sahibi olmak istediği zaman, karısını hayızdan
temizlendikten sonra, soylu birine gönderir ve onunla beraber bulunmasını
isterdi. İstibdâ nikâhı denilen bu birleşme şekli, şüphesiz zinadan başka bir
şey değildi. Bazan bir kadın, on kişiden az erkekle bir arada bulunur,
bunlardan birisinden çocuğu olduğu ve onu doğurduğu zaman, adamları çağırır ve
aralarından birini seçerek çocuğun ona ait olduğunu söylerdi. Erkeklerden hiç
biri çağrıldığı zaman gelmemezlik edemez, kendisine isnad olunan çocuğu da
kabul etmekten çekinemezdi. Her gelen erkeği kabul eden ve bunu bildirmek için
evinin üzerine bayraklar diken kadınlar da ayrı bir gurubu teşkil ediyorlardı.
Kadının bir çocuğu olursa, ona gelip giden erkekler toplanırlar, Kaif denilen
ve neseblerden anlayan bir kişinin yardımıyle çocuğun babasını tayin ederlerdi.
Bu adam da onu kabulden imtina edemezdi. [3]
İki erkeğin,
karılarını değiştirmeleri (bedel), zina işleyemiyen hür kadının bir erkekle
metres hayatı yaşaması (haden), babası ölen büyük oğlunun üvey anasını mehirsiz
alması (makt) gibi değişik nikâh şekilleri de câhileye arapları arasında zinayı
meşrulaştıran işlerdendi. İslâm, içki ve kumar gibi, zina ile birlikte bu çeşit
nikâhları da haram kılmıştır.
Câhiliye devrinde
araplar arasında yaygınlaşmış olan bir âdet yeni doğan kız çocuklarının diri
diri gömülmeleriydi. Kız doğurmak, son derece büyük bir utanç vesilesi ve yüz
karası iği. Aynı zamanda kız çocuklarının aileyi yoksulluğa düşüreceklerine de
inanıyorlardı. Bu sebeple aileler, doğan kız çocuğundan en kısa bir zamanda
kurtulmak isterlerdi. Bunun için de bazı usullere başvururlardı. Eğer baba,
kızın yaşamasını ister, onu öldürmeyi düşünmezse, çobanlık yapabilecek bir yaşa
kadar onu zillet ve meskenet içinde tutar, o yaşa gelince, sınma yünden yahut
kıldan yapılmış bir cübbe giydirip develerini\güdmesi için çöle gönderirdi.
Eğer öldürmek isterse, altı yaşına kadar onu bırakır, bu yaşa geldikten sonra,
bir gün çocuğun anasına onu giydirip süslemesini söyler. Sonra çocuğu alıp
çöle, öldürüleceği yere götürür. Orada bir çukur kazar. Çocuğa, kazdığı çukura
bakmasını söyler. Her şeyden habersiz o zavallı, başını eğmiş bakarken, babası
arkasından it^r, sonra da, çukuru toprakla doldururdu. Bazı ailelerde ise,
kadın, doğuıpun yaklaştığını hissedince bir çukur kazar ve doğacak çocuğu beklbrdi. Eğer çocuk kız olursa, onu çukura
atar ve üzerini toprakla doldururdu. İslâm geldiği zaman, hem En'âm sûresinin
151, hem de İsrâ sûresinin\31 nci âyetlerinde «yoksulluğa düşmek korkusuyle
çocuklarınızı öldürmeyin» diyerek bu vahşice cinayetlere son vermiştir. Tekvir
sûresinin 8-9 uncu âyetlerinde «diri diri gömülen kız çocuğuna (onu gömenlerin
önünde) hangi günahtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman,... İnsanoğlu
(dünyada iken âhiret için kendisine) ne hazırladığım anlayacaktır» buyurulmak
suretiyle bu cinayetleri işleyenlerin cezasına da işaret edilmiştir.
Câhiliye devrinde
intikam duygusu, dînî bir akîde gibi bütün araplann içine işlemişti. Öldürülen
herhangi bir kimsenin intikamı alınmadıkça, ruhunun huzur ve sükûn
bulmayacağına inanılır, ailesi, akrabası ve kabilesi de bundan muazzeb olurdu.
Öldürülenin bir baykuşa dönüşmüş olan ruhunun intikam alınıncaya kadar, kabri
üzerinde «beni sulayınız» diyerek çırpınması, intikam almaya sevkeden en
kuvvetli inançlardan biriydi. Bu sebeple ailenin, akrabanın ve mensup olduğu
kabilenin, onun kaati-linden veya onun yerine bir başkasından mutlaka
intikamını alması gerekirdi. İntikam almamak, veya intikam almaktan vazgeçmek,
aileden kabî-leye kadar bir utanç vesîlesi olurdu. Kan, ancak kanla temizlenir,
diyet kabul edilmezdi; kabulü ise, zayıflık ve acizlik sayılırdı. Kanın kanla
temizlenmesi, ancak kanlar arasında eşitlik bulunduğu zaman mümkün olurdu. Bir
kabile reisinin kanı,1 yine bir reîs kanıyle temizlenirdi; halktan aıâlade bir
kimsenin kanı, reis kanını temizlemek için yeterli sayılmazdı. Bu sebepledir
ki, çok defa intikam, kaatilden değil, fakat öldürülen insanın şerefine denk
şerefteki suçsuz kimselerden alınırdı. Bu, şüphesiz büyük bir zulümdü. İslâm
geldiği zaman, ancak kaatili cezalandıran kısas âyetleriyle bu zulmü ortadan
kaldırmış ve insanlar arasında eşitlik ve adalet duygusunu yerleştirmiştir.
İşte, İslâm'ın
zuhuruna tekaddüm eden câhiliye devrinde, çeşitli dîn mensuplarının gerek inanç
gönünden ve gerekse bağlı bulundukları örf ve âdetleriyle sosyal yaşayıp
yönünden arzettikleri durum, yukarıda bir kaçına kısaca işaret ettiğiniz
örneklerin tümünün meydana getirdiği bir ; tablo görünümündedir: İnançsızlık,
sapıklık, ahlâsızlık; kısacası, devre adını veren câhiliyet.
Tarihin çeşitli
dönemlerinde insanlar bu duruma geldikleri zaman, kendilerine dâima yol gösterici
bir peygamber gönderilmiş ve bu pey- -gamberin rehberliğinde doğru yolu
bulabilmişlerdir. Şimdi yahudl, hiris-tiyan ve müşrik araplann da böyle bir
peygambere ihtiyaçları vardı. Zaten yahudîter, Bakara sûresinin 89 uncu
âyetinde de bildirildiği gibi, ne kadar doğru yoldan uzaklaşmış olurlarsa
olsunlar, zaman zaman müşrik arap-laria dînî konularda münakaşaya
giriyorlar,kendi kitaplarında bir peygamberin geleceğini bildiren haperlere
dayanarak, müşriklere, bir pevgam kendilerine tebliğ olunanın bir kısmını
unuttular. Onun için, biz de omur arasına kıyamete kadar sürecek kin ve
düşmanlık saldık» denilmek suretiyle hıristiyanlann nasıl doğru yoldan
ayrıldıkları açıklanmış; yine aynı sûrenin 17 nci âyetinde, onların «Allah,
ancak Meryem oğlu isa'dır» diyerek kâfir olmaları, sapıklıklarının en belirli
örneği olarak zikredilmiştir. Hıristiyanlar! şirke götüren bu inanca göre,
İsa'nın Allah olması, onu Allah'ın oğlu olarak kabul etmelerinin
birneticesiydi. Nitekim Tövbe sûresinin 30 uncu âyetinde bu hususa da işaret
edilerek «vahudilerin, Uzc\r Allah'ın oğludur; lurisiivanlann da Mesih (tsâ)
Allah'ın oğludur, dedikleri» açıklanmış, bunu takip eden âyette ise, bu
inançta olan kimselerin «Allah'ı bırakıp, âlimlerini, rahiplerini ve Meryem
oğlu Isâ'vi Rab edindikleri bildirilmiştir.
İşte, İslâmiyet
geldiği zaman kitap ehlinden olan ve Allah'a, Allah'ın birliğine, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanmaları gereken yahudî ve
hıristiyanlann gerçek durumları bu idi. Bu halleriyle onların, diğer sapık dîn
mensuplarından hiçbir farkları yoktu. Kitap ehlinin karsısında bulunan ve
inançları itibariyle müşrik adını taşıyanlar ise, insanların büyük çoğunluğunu
teşkil ediyor, Arabistan'da da bunlar çoğunlukta bulunuyordu. Bunların Allah'a
inanan, fakat âhireti inkâr eden, hem Allah'ı hem âhireti inkâr eden, Allah'a
ve âhiret gününün bir çeşidine inanmış olsa bile, peygamberleri inkâr eden
çeşitli kolları vardı ve fakat hepsi de putlara ibadet ediyorlardı. Allah'a
inananlar ise, ibadet ettikleri putların, kendileri için Allah katında şefaatçi
olacaklarına inanıyorlardı. Allah Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerİm'de müşriklerin bu
çeşitli inançlarına zaman zaman işaret etmiş ve onları reddederek susturucu
cevaplar vermiştir: En'âm sûresinin 29 uncu âyetinde Allah'ı ve âhireti inkâr
edenlere İşaretle bunların «bu dünya hayatımızdan başka haya! yok; biz tekrar
dirilecek de değiliz, dediklerini» bildirmiş, Câsiye sûresinin 24 üncü
âyetinde, yine aynı müşriklerden söz ederek bunların, «hayat, bu dünyada
yaşadığımız hayattan İbarettir; yaşarız, ölürüz; bizi ancak zaman helak eder,
dediklerini» haber vermiştir. Allah'a inanmış olsalar bile, öldükten sonra
dirilmeyi inkâr edenlere, Yâ-Sîn sûresinin 78 inci âyetinde işaret edilmiş ve
bunlar hakkında «kendi yaratılışını unutup bize misal veriyor ve çürümüş olan
bu kemikleri kim diriltecek? diyor» denilmiştir. Zümer sûresinin 3 üncü
âyetinde ise, Allah'a inandıkları halde putlara ibadet edenlere işaret
edilerek «Allah'tan başkasını dost edinenlerin, biz onlara bizi Allah'a
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, dedikleri» bildirilmiştir. Müşriklerin
bir kısmı da, meleklerin ve cinlerin Allah'ın kızları olduklarını iddia ederek
onlara ibadet etmişler ve bunların, kıyamet günü şefaatçi olacaklanna
inanmışlardır. Nahif sûresinin 57 nci âyetinde «bir de Allah'a kızlar isnad
ediyorlar» buyurulmak suretiyle bunlara işaret edilmiş; Zuhruf sûresinin 19
uncu âyetinde de, «Rahmanin kullan olan melekleri dişi saydıkları»
açıklanmıştır.
Kur'ân-ı Kerim 'in
adlarını zikrettiği Mecusîlik ise, daha Önce de işaret ettiğimiz gibi,
İranlıların dîniydi ve Arabistan 'a da onlar vasıtasıyle girmişti. Mecûsîler,
âlem için iki asıl veya iki tanrı îcad ederek, birine nûr, diğerine zulmet
demişlerdir. Nûr, yeryüzündeki bütün iyilikleri ve iyi olan şeyleri, zulmet
ise, bütün kötülükleri ve kötü olan şeyleri yaratmıştır. Bu sebeple, nûr ile
zulmet arasında devamlı bir mücadele vardır. Bu mücadele nûr'un galebesiyle
neticelenecektir. Bu inanca sahip olan mecûsî-ler, bulundukları yerlerde nuru
temsîlen içerisinde devamlı ateş yanan ateşgedeler kurmuşlar ve bu ateşe ibadet
etmişlerdir.
Kur'an-ı Kerîm1 de
zikri geçen sâbillere gelince, bunlar hakkında açık ve kesin bir bilgi mevcut
değildir. Bunların gelişmiş bir müşrik fırkası mı, Yahudi Hıristiyan karışımı
bir fırka mı, yoksa Hıristiyanlık perdesi altında gizlenen bir müşrik fırkası
mı olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Bazı milel kitapları, sâbiîlerin
ulûhiyeti ikrar ettiklerini, Allah ile O'nun bir «mutavassıtla teblîğ ettiği
emir ve nehiyleri hakkında bir takım bilgilere sahip olmak gerektiğine
inandıklarını, ancak bu mutavassıtın ruhanî olduğunu ileri sürerek yol
değiştirdiklerini bildirmişlerdir. Nitekim bu inancın neticesidir ki,
melekleri ve yıldızları ilâhlaştırmıştar ve onlara ibadet etmişlerdir.
İşte, İslâm'ın
zuhuruna tekaddüm eden devirlerde Arabistan ve çevresinde yaşayan insanların
dînî hayatları ve inanç sistemleri bundan ibaretti. Yahudîsiyle,
hıristiyanıyle, müşrik ve mecûsîsiyle hepsi de, peygamberlerinin kendilerine
teblîğ ettikleri tevhîd dîninden uzaklaşmış, küfrün ve şirkin karanlık
uçurumunda bocalayıp duruyorlardı. Ahlâk, inançsızlığın mubah kıldığı örf ve
âdetler üzerine bina kılınmıştı. İçki ve kumar, günlük yaşayışlarının
vazgeçilmez iki unsuruydu, Üzüm veya hurmadan yapılan ve fuımr denilen içki,
yahudî tüccarlar tarafından Suriye'den getirtilip yüksek fiyatla satıldığı
gibi, şehirlerde de yapılıyor ve dâima alıcı buluyordu. İçki tüketimi o kadar
fazlaydı ki, içki içenler, içtiklerinin çokluğuyla öğünürler, şiirlerinde ona
medhiyeler düzerlerdi. Bu bakımdan içki, aralarında kuvvet, zenginlik ve nüfuz
alâmeti olmuştu.
Kumar da içki kadar
yaygın bir oyun ve eğlence vâsıtasıydı. Çok defa ezlâm ve aklâm denilen ve
üzerlerinde kazanılacak hissenin yazıldığı oklarla oynanır ve hisseli oku çeken
kazanmış olurdu. İslâm geldiği zaman hem içkiyi, hem de kumarı haram kılmıştır.
Nikâh adı altında ne
kadar meşrulaştırılmış olursa olsun, bir kadının ber ve onunla birlikte bir de
kitap geleceğini, bu beklediklerinin gelmesiyle şirkin ortadan kalkıp tevhîd
inancının hâkim olacağını söylüyorlardı. Yahudiler bu sözlerinde doğruydular.
Durum, böyle bir peygamberin gelmesini ve bir de kitap getirmişini
gerektiriyordu. Her ne kadar yahudî-ler, bekledikleri bu peygaber ve kitap
geldikten sonra onlara yine inan-mamışlarsa da, ellerindeki kitabın haber
verdiği gibi, Allah Ta'âlâ şirki yeryüzünden tamamiyle ortadan kaldırmak ve
tevhidi hâkim kılmak için son peygamberini göndermiştir. Onunla birlikte
kıyamete kadar hükmü bakî kalmak üzere bir de Kur'ân'ı indirmiş ve böylece
kendinden önceki kitaplarda yer alan vadini yerine getirmiştir. [4]
Allah'a ve âhiret
gününe inanan insanların, kalplerinde en ufak bir şüpheye yer vermeksizin
inandıkları bir gerçek daha vardır ve bu gerçek, Allah Ta'âlâ'nın yeryüzüne
halîfe olarak yarattığı insanı başıboş bırakr maması, onu, yine bizzat
kendisinin vazettiği hükümler çerçevesi içinde yönetmesidir. Ancak bu
hükümlerin, yeryüzünde ilk insan ve ilk halîfeden itibaren sayıları giderek çoğalan
insanoğullanna ulaştırılması, yine kendi aralarından seçilen elçiler
vasıtasıyle olmuş ve Allah Ta'âlâ, yeryüzünde yarattığı insanların, bu elçiler
tarafından kendilerine duyurulan ilâhî hükümlere uymaları emredilmiştir.
Nitekim yeryüzünün ilk insanı ve ilk halîfesi olan Âdem (a.s.), aynı zamanda
kendi çocuklarına ve torunlarına bu hükümleri teblîğ etmekle görevlendirilmiş,
O'nu diğer elçiler takip etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm, Nebiy, Rasûl veya Peygamber
denilen bu elçilerin gönderilişine pek çok âyetinde işaret etmiştir. Bu
âyetlerden bir kaçı şöyledir: «(Ey Muhammedi) Senden önce^nice peygamberler
gönderdik; onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadıkça, hiçbir
peygamber bir âyet getiremez- Her şeyin vakti yazılıdır» (Ra'd 38).
«Kendilerine apaçık
anlatabilmesi için, her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik» (İbrahim
4).
«(Ey Muhammedi) Senden
önce, hiçbir peygamber göndermedik ki ona benden başka ilâh yoktur; bana ibadet
edin, diye vahyetmiş olmayalım» (Enbiyâ 25).
«Sonra birbiri ardından
peygamberlerimizi gönderdik...» (Mu'minûn44).
«(Ey Muhammedi) Senden
önce hiçbir peygamber göndermedik ki, yemek yememiş, sokaklarda gezmemiş olsun»
(Furkân 20).
«(Ey Muhammedi) Senden
önce, kavimlerine bir çok peygamberler gönderdik. Bu peygamberler de onlara
apaçık deliller getirdiler. Onları
dinlemeyip suç
işleyenlerden intikam aldık,..» (Rüm 47).
«(Ey Muhammad:) Senden
önce bir çok peygamberler gönderdik. Onların bir kısmını sana anlattık, bir
kısmını da anlatmadık. Hiçbir peygamber, Allah'ın izni olmadıkça bir âyet
getiremez-.» (Mu'min 78).
«Öncekilere ne kadar
çok peygamber göndermişizdir!» (Zuhruf 6).
Allah Ta'âlâ, birbiri
arkasına gönderdiği bu Peygamberlere emir ve yasaklarını vahiy yoluyla
bildirmiş, onlar da bunları diğer insanlara tebliğ etmişlerdir. Ancak bu
Peygamberlerden bazılarına şeriat getiren suhuf ve kitaplar verilmiş,
bazılarına da, kendilerinden önce verilen kitaplara tabî olmaları ve insanları
da, yeniden bu kitaplarla getirilen şeriatlara davet etmeleri emrolunmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'de, yalnız İbrahim (a.s.) e verilen suhufla (A'iâ 19), Mûsâ
(a.s.) ya verilen suhuf veya Tevrat, Dâvöd (a.s.) a verilen Zebur, îsâ (a.s.)
ya verilen İncil ve Hazret-i Peygamber'e verilen Kur'ân zikredilmiştir.
Konuya girerken de
işaret ettiğimiz gibi, yeryüzünde insanoğlunun başıboş bırakılmaması ve zaman
zaman onlara doğru yolu gösterecek, zulmetten nura, dalâletten hidayete
geçmelerini sağlayan bilgiler verecek peygamberlerin gönderilmesi, ilâhî bir
İrade olarak tezahür edince, daha önce açıklamaya çalıştığımız yahudî,
hıristiyan ve müşriklerden müteşekkil insanlık âleminin içinde bulunduğu
zulmet, dalâlet ve şirkin ortadan kaldırılması için beklenen son peygamberin
gelmesini tabiî karşılamak gerekir. Nitekim Allah Ta'âlâ, Mûsâ (a.s.) ya
verdiği Tevrat'ta ve îsâ (a.s.) ya verdiği İncil'de, bir kitapla birlikte
göndereceğini vâdettiği bu peygamberi, insanlığın vahşet ve câhiliyet devrini
yaşadığı bir sırada göndermiş ve ona, ilk peygamberden itibaren talîmiyle
görevlendirdiği dînini ikmal eden ve ona son şeklini veren bir de kitap
indirmiştir. Bu peygamber, Mekke'deki Kureyş kabilesinden Hâşimoğullanna
mensup, asil bir aileden gelen Muhammed (s. a. s.); O'na indirilen kitab ise
Kur'an-ı Kerîm'di r.
Muhammed (s.a.s.),
kaynakların belirttiklerine göre, İbrahim (a.s.) in oğlu İsmail (a.s.) soyundan
gelmiştir. İsmail, İsrail lakabıyle tanınan Yakûb (a.s.) un amcasıydı. İsrail
oğullan diye hitab edilen yahudîlerin, Bakara sûresinin 89 uncu âyetinde işaret
edildiği gibi, arap müşrikleriyle yaptıkları münakaşalarda kendilerine yardımcı
olarak gelmesini istedikleri kitabın, Muhammed (s.a.s.) e gönderilmesi üzerine
hased ederek O'na inanmamalarının sebebi de bu idi. Çünkü onlar, gelecek olan
peygamberi İsmail soyundan değil, Yakûb soyundan bekliyorlardı. Beklediklerini
bulamamaları, onların hased damarlannı çatlatmış, dışına hiç çıkamadıktan
küfre iyice gömülmelerine sebep olmuştur.
Muhammed (s.a.s.),
milâdî 571 senesinde Mekke'de doğmuştur. Bu sene, Yemenli Ebrehe'nin fil
ordusuyle Hicaz'a saldırdığı senedir ki, kaynakların, onun doğumunu «fil senesi» ile de tesbit
ettikleri görülür.
Babası Abdullah, O
henüz doğmadan önce vefat ettiği için, sekiz yaşına kadar dedesi
Abdulmuttalib'in himayesinde kalmış, altı yaşında iken annesini, sekiz yaşında
iken de dedesini kaybetmesi üzerine, amcası Ebû Tâlib'in himayesine girmiştir.
Bu devirde Kureyş, Yemen, Suriye ve Irak arasında ticaret işleriyle meşgul
olduğu için, Ebû Tâlib de kerva-nıyle ticarî yolculuklara çıkıyor ve bu
yolculuk süresince de çok sevdiği yeğeninden ayrılmak zorunda kalıyordu.
Maamafih üstün sıfatlarıyle dikkatleri hemen üzerine çeken bu temiz ve zeki
genç, onüç yaşlarında iken, amcasının yaptığı ticarî yolculuklardan birine ilk
defa katılmış ve onunla birlikte Şam yolculuğuna çıkmıştır. Bu yolculukta
tarihin meşhur hâdisesi cereyan etmiş ve kervan Şam'a doksan kilometre
mesafedeki Busrâ denilen şehre gelince, Muhammed (s.a.s.), Bahîrâ adlı bilgin
bir hıristiyan râhibiyle karşılaşmıştır. Bu râhib, belki kervan üzerinde
müşahede ettiği bir takım alâmetlerden, belki bu gencin sahip olduğu
sıfatlardan ve belki de her ikisinden bir takım neticeler çıkartmış, bu
neticeleri mukaddes kitapların haberleriyle karşılaştırmış ve nihayet Ebû
Tâlib 'e, bu gence dikkat etmesini, zira dünyanın gidişatı üzerinde çok önemli
rol oynayacağını ve isminin şarkta ve garpta yayılacağını söylemiş, sonra da
«eğer yahudîler bunu öğrenirlerse, ona kötülükleri dokunabilir» demiştir.
Muhammed (s.a.s.),
gençlik devresini amcası Ebû Tâlib'in himayesinde, oldukça fakir bir hayat
sürerek geçirmiştir. Babasından ve anasından gelir getirecek hiçbir şeyin
kalmamış olması, amcasının da orta halli ve hattâ fakir denilebilecek bir
durumda bulunması ve ancak ticaret yoluyla geçinebilecek kadar kazanması
dolayısıyle Muhammed (s.a.s.) de çobanlık ederek aile gelirine bir şeyler
katmaya çalışıyordu. Nitekim daha sonraları kendisine indirilecek olan Kur'ân-ı
Kerîm'in Duhâ sûresinde de, Rabb'ı onun fakirliğine işaret ederek «Rabb'ın
seni yetim bulup da barındırmadı mı? Şaşkınlık içinde bulup da yol göstermedi
mi? Seni fakir bulup da zenginleştirmedi mi?» buyuracaktır.
O'nun Hazret-i Hatice
ile evleninceye kadar geçen gençlik devri hakkında fazla bilgiye sahip değiliz.
Ancak bilinen bir husus vardır ki, o da, hal ve hareketleri, yumuşaklığı, doğruluğu,
hakka riâyetkârlığı ve kendi emsali arasında onu diğerlerinden ayıran bambaşka
sıfatlarının Mekke halkı arasında son derece güvenilir, itimad edilir bir kimse
manâsında emîn lakabıyla tanınmasına vesile olduğudur. Şüphesiz onun bu
sıfatlan dolayısıyle olacaktır, Kureyş'in çerek neseb yönünden ve gerekse
zenginlik yönünden uiu kadınlarından biri olan Hatice Bint Huvey-lid, ona
ticaret kervanının başında Şam'a gitmesini teklif etmiş, O da bunu kabul
etmiştir. Bu sıralarda yirmibeş yaşına yaklaşmakta olan Mu-hammed (s.a.s.) in
Şam'dan büyük bir kârla dönmesi, Hazret-i Hatice'nin hem takdirini, hem de
evlilikle neticelenecek olan sevgisini kazanmasına vesile olmuştur. Aralarında
yaş farkı bulunmasına rağmen, evlilikleri son derece güzel geçmiş ve ona gölge
düşürebilecek herhangi bir hâdiseye o>e meydan verilmemiştir. Bu evlilikten
Kasım ve Abdullah adlarında her ikisi de küçük yaşlarda ölmüş iki erkekle,
Zeynep, Rukiye, Ummugulsum ve Fâtıma adlarında dört kızları olmuştur.
Muhammed (s.a.s.),
puta tapan ve bu maksatla Hazret-i İbrahim zamanında yeryüzünün ilk mabedi
olarak inşa edilen Kabe'yi ibadet ettikleri putlarla dolduran Mekkeli müşrikler
arasında yaşamasına rağmen, bu putlara inanmıyor vq müşrik âdetlerinden
hiçbirine iltifat etmiyordu. Allah'ın varlığına, birliğine ve âhiret hayatına
inanıyordu. Halkın dalâlet içinde bulunmasına da son derece üzülüyor, fakat
hiçbir şey yapamıyor, elinden hiçbir şey gelmiyordu. Ancak onlardan uzaklaştığı
ve inzivaya çekildiği zamanlarda rahatladığını hissediyordu. Bunun için zaman
zaman evden ayrılarak Mekke'nin kuzeyinde bulunan Nûr dağındaki Hıra
mağarasına kapanmayı ve tefekküre dalmayı, Allah'ı ve O'nun yaratıcı gücünü
düşünerek ibadet etmeyi âdet haline getirmişti. Bu inziva hayatının ne kadar
devam ettiği bilinmemektedir. Fakat Buhârî'nin, vahyin başlangıcıyla ilgili
ilk hadîsinde Hazret-i Aişe'den naklettiğine göre, vahyin gelişine tekaddüm
eden günlerde, mağaraya iyice kapanmış ve sadece azık almak için evine gelmiş,
sonra tekrar mağaraya dönmüştür. Bu sıralarda kırk yaşına girmiş bulunuyordu.
İnziva hayatının devam ettiği günlerde, kendisinin dikkatini çeken en büyük
hâdise, yine aynı hadisten anlaşıldığına göre, uyku halindeyken gördüğü
rüyaların gün ışığı kadar parlak ve aydınlık olması, sonra da aynen gerçekleşmesiydi.
İşte bu hal devam ederken, inziva hayatını daha çok sevmeğe ve pek çok
günlerini mağarada geçirmeye başlamıştı.
1 Şubat 610 senesine
tekabül eden hicretten 12 sene önceki Ramazan ayının bir gecesinde - ki
sonradan bu gece Kadir gecesi olarak bilinecektir- yine mağarada ibadetle
meşgul olurken, hem kendi hayatını, hem de insanlık âleminin en büyük ve en
önemli hâdisesi cereyan etmiş ve Cebrail adındaki melek, ufku kaplayan
heybetiyfe önünde dikilerek ona «oku» emrini vermiştir. O âna kadar hiç
karşılaşmadığı ve hiç görmediği bu insanüstü varlığın heybetli görünüşü ve bu
görünüşle müîenâsib heybetli hitap karşısında O'nun şaşkına dönmemiş, tüyleri
ürpermemiş ve korkmamış olması mümkün değildir. Bu şaşkınlık ânını atlattığı
zaman, «ben okuma bilmem» cevabını vermişse de, melek onu>, tahammülünü aşan
bir şekilde sıkmış, sonra bırakarak tekrar «oku» emrini vermiştir. O, yine «ben
okuma bitmem» demiş, melek ikinci defa aynı şekilde sıkıp bıraktıktan sonra
«oku» diye tekrarlamıştır. O, yine «Ben okuma bilmem» cevabını vermiştir. Aynı
hal üçüncü defa tekerrür etmiş ve melek üçüncü defa «oku» emrini verip aynı
cevabı aldıktan ve onu tahammülü imkânsız bir şekilde sıkıp bıraktıktan sonra,
şöyle hitap etmiştir:
Oku! Yaratan Rabb'ının
adiyle. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb'ın sonsuz kerem
sahibidir. O Rab ki, kalemle yazmayı öğretti, însana bilmediğini de öğretti.
(İkra sûresi, 1 -5)
Muhammed (s.a.s.),
cereyan eden bu hâdisenin mahiyetini anlayamadan, fakat melek tarafından
söylenen sözlerin kalbinde iyice yerleşmiş olduğunu farkederek ve onları
tekrarlayarak evine koşmuş ve korkusunu gidermek için, eşi Hatice'ye «beni
örtünüz; beni örtünüz» demiştir, onun, cereyan eden bu hâdiseden son derece
korktuğu ve endişeye düştüğü, eşine söylediği «kendimden korktum» sözünden
anlaşılmaktadır, onun bu korkusu, belki daha çok, mahiyetini bilip anlayamadığı
insanüstü bir varlığın gerçek olup olmadığını bilememekten Heri geliyordu. Bu
bir hastalık, bir cinnet alâmeti miydi; bir kehânet başlangıcı mıydı? yoksa
kendisine ölümün yaklaştığını gösteren bir hal miydi?
Cereyan eden hadiseyi
sevgili eşine anlatmış, oda onu engüzelve yumuşak sözlerle teskin edip rahata
kavuşturmuştur. Hazret-i Hatice ona şöyle demiştir: «Hayır, Allah'a yemin
ederim ki, Allah seni hiç bir vakit utandırmaz- Çünkü sen akrabana bakarsın;
doğru konuşursun; âciz olanların işini yüklenirsin; fakiri doyurur, müsafiri
ağırlar, halka yardım edersin.» Bunlan söyledikten sonra, onu amcasının oğlu
Varaka İbn Nevfel'e götürmüştür. Bu zât, putlara tapmaktan nefret ettiği için,
hak dîni aramak/maksadıylefceyd İbn Amrile birlikte Suriye tarafına
gitmiş.orada Hıristiyanlığı görerek ondan hoşlanmış ve hıristiyan olmuştu. Yazı
biliyor ve arapça İncil yazıyordu. Hazret-i Hatice ona «ey amza, bak kardeşinin
oğlu ne söylüyor?» demiş, Muhammed (s.a.s.) de olan şeyleri Varaka'ya
anlatmıştır. Bunun üzerine Varaka ona şöyle demiştir: «Bu gördüğün, Allah'ın
Musa'ya indirdiği Nâmûs (Cebrail) dur. Keski davet günlerinde genç olsaydım!
Keski kavmin seni çıkaracağı günler hayatta bulunsaydım!» Varaka'nın bu
sözlerini işitince «onlar beni çıkaracaklar mı?» demiş, o da «evet; çünkü senin
getirdiğin şeyi getiren herkes, bu düşmanlığa uğramıştır. Eğer o günlere
yetişirsem sana mutlaka yardım ederim» cevabını vermiştir. Bu sözler, onun
içini rahatlatmış, büyük ümid ışıklarıyle doldurmuştu. Aynı hâdisenin tekrar
cereyan etmesini vekendisine gelen meleğin tekrar gelmesini bekliyordu. Bu
sebeple, sık sık onunla ilk karşılaştığı yere, Hıra mağarasına gidiyor ve bir âşığın
sevgilisini bekleyişi içinde onu gözlüyordu. Fakat günler, haftalar ve aylar
geçtiği halde o gelmiyordu. Aradan üç seneye yakın bir zaman geçmiş, o yine
görünmemişti. Bu sebeble ümitsizliğe kapılıyor ve Rabb'ı tarafından
terkedildiğini zannediyordu. Yine inzivaya çekilmiş ve mağaraya kapanmıştı.
Bir gün mağaradan çıkmış ve evinin yolunu tutmuştu ki, işittiği bir ses onu
durdurdu. Bu sesin sahibini aradı ve nihayet onu lyerle gök arasında, ilk
gördüğü heybetli haliyle tekrar gördü, onu tanımıştı. Bu, mağarada gördüğü
melekti. Karşılaşma o kadar ânî olmuştu ki, korku ve heyecana kapılıp yere
düşmekten kendini kurtaramamıştı. Eve koştu ve tekrar eşinin ihtimamına
sığındı. Fakat melek, bu sefer onu bırakmamış, evde tekrar karşısına çıkarak
ona şöyle hitap etmişti:
«Ey örtünen adam, kalk
ve korkut.» «Rabb'ını tekbir et. Elbiseni temizle.» «Kötü şeylerden uzak dur!»
(Mudclessir sûresi,
1-5)
Su hitap, ona
peygamberlik gönevinin verildiğini, bundan böyle Rabb'ının kendisine
öğrettiklerini, onun da insanlara tebliğ edip öğreteceğini, ve onları
Rabb'ının yoluna davet edeceğini, itaat edenleri dünya ve âhiret saâdetiyle
müjdeleyip yüz çevirenleri Cehennem azâbıyle korkutacağını gösteriyordu.
Nitekim bundan sonra, daha yirmi sene süreyle bu melek ona gelip gidecek ve
ilâhî dîn tamam oluncaya kadar Rabb'ının talimatını emir ve yasaklarını tebliğ
edecektir. İşte bu talimatın, bu emir ve yasakların tümü Kur'ân-ı Kerîm 7
meydana getirmiş ve insanlık âlemi için mahza hidayet olmuştur[5]
Yukarıda da açıklamaya
çalıştığımız gibi, Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Peygamber'e Cebrail adındaki melek
tarafından indirilmiş ve bu hal umumiyetle vahiy kelimesiyle ifade edilmiştir.
Vahiy, lûgatta
bildirmek veya ilham etmek, emretmek, öğretmek, îma ve işaret etmek, fısıldamak
gibi çeşitli manâlara gelir. Kur'ân'ın muhtelif sûrelerinde kelimenin bu
mandardaki kullanış şekillerine rastlamak mümkündür. Meselâ Kasas sûresinin 7
nci 'ayetinde «Musa'nın annesine, çocuğu emzirmesini vahyettik» denilmiştir kî,
burada kelime «bildirdik», veya «ilham ettik» manâsındadır. M aide sûresinin
111 inci âyetinde «emretmek» manâsında kullanılmış ve «havarilere, bana ve
peygamberime îman edin, diye vahyettiğinde, îman ettik; bizim müslümanlar
olduğumuza şâhid ol, demişlerdi» denilmiştir. Nahl
sûresinin 68 inci âyetinde «Rabb'ın balansına, dağlarda,
ağaçlarda ve kovanlarda yuva edinmesini... vahyetti» denilmiş ve «öğretmek»
manâsında kullanılmıştır. Meryem sûresinin 11 inci âyetinde «îma ve işaret
etmek» manâsında kullanılarak «Zeke-riyya mihrabtan çıkıp kavmine sabah akşam
Allah'ı teşbih etmelerini vahyetti» denilmiştir. En'am sûresinin 112 ve 121
inci âyetlerinde ise, aldatmak için biribirlerine câzib sözler vahyeden
(fısıldayan) ins ve cin şeytanlarının, her peygamberin düşmanı olduğu
bildirilmiş ve vahiy kelimesi «fısıldamak» manâsında kullanılmıştır.
Örnek olarak
zikrettiğimiz bu âyetlerde yer alan vahiy kelimesi, Allah Ta'âlâ'nın Hazret-i
Peygaber'e Cebrail vasıtasıyle gönderdiği vahiy şeklinden tamamiyle farklıdır
ve bunları Kur'ân'ın geliş şekline delâlet eden ilâhî vahiyle karıştırmamak
gerekir. İlâhî vahyin farklı mahiyetini anlayabilmek için, Kur'ân-ı Kerim'in
Necm sûresinin ilk âyetlerini gözönünde bulundurmak gerekir. Bu âyetlerde şöyle
denilmiştir; «Batmakta olan yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) ne
sapmış, ne azmıştır ve ne de havadan konuşmaktadır. Onun sözleri, sadece
kendisine vahyediîen bir vahiydir. Onu da, son derece büyük kuvvetlen olan,
güçlü (biri, vahiy meleği Cebrail) öğretmiştir. En yüksek ufukta iken dikilmiş,
sonra inip sarkılmış, iki yay aralığı yahut daha fazla yaklaşmış ve Allah'ın
kuluna vahyettiğini vahy etmiştir.»
Bu âyetlerden
anlaşılmaktadır ki, Hazret-İ Peygamber'e gelen vahiy, Allah tarafından Cebrail
adlı melek vasıtasıyle gönderilmiştir. Eğer Enfal sûresinin 12 nci âyetindeki
«Rabb'ın meleklere vahyetti ki...» ibaresi gözönünde bulundurulursa, daha
önceki âyetlerde de işaret edildiği gibi, Allah'ın, kulu Cebrail'e vahy ettiği
şeyin, Cebrail'in Hazret-i Peygamber'e getirip vahyettiğinden farklı bir şey
olmadığı anlaşılır. Bu bakımdan, bir vahiy meleği olan Cebrail'in Hazret-i
Peygamber'e Kur'ân âyetlerini indirmekle görevlendirilişinin vahiy olarak
isimlendirilmesiyle, Kur'ân'da sık sık zikredilen ve doğrudan doğruya Hazret-i
Peygamber'in kendisine vahyedildiğini gösteren ifadeler arasında sıkı bir
münâsebet vardır. Buna göre, Kur'ân 'm pek çok sûresinde Hazret-i Peygamber'e
yöneltilen hitaplarda «sana vahyettik» manâsında gelen ibareleri, «sana
Cebrail vasıta-sıyle bildirdik» manâsında anlamak gerekir. Nitekim Allah 'in
Cebrail vasıtasıyla Hazret-i Peygamber'e bildirdiği şeylerin mecmuu Kur'ân'ı
meydana getirmiştir ki, bu husus, Şuarâ sûresinin 192-195 inci âyetlerinde
açık ve kesin bir şekilde şöyle ifade olunmuştur: «Şüphesiz Kur'ân, âlemlerin
Rabb'ı tarafından indirilmiştir. Onu Sen'in kalbine uyarıcılardan olman için
apdçık bir arap diliyle Cebrail indirmiştir».
Ancak, vahyin herhangi
bir peygambere Cebrail tarafından getirilmiş olması, onun üç farklı geliş şeklinden
biri olarak görülür. Zira Şûra sûresinin 51 inci âyetinde, Allah'ın,
kullarından herhangi biriyle ancak üç şekilde konuştuğu, veya ona üç şekilde
hitap ettiği, bunun dışında başka bir konuşma veya hitap şekli bulunmadığı
belirtilerek şöyle denilmiştir: «Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak
vahiyle (burada vahiy kelimesi ilham manâsında kullanılmıştır ve insanın
kalbine dilediği şeyi ilham ederek konuşur, demektir), yahut perde arkasından
konuşur; ya-hutîa bir elçi gönderip dilediğini vahyeder.»
Buna göre bir
peygambere vahyin gelişi üç şekilde olmaktadır: Birincisi, ilham yoluyla
bildirmektir. İlham, bildirilmesi istenen şeyin bir defada ve süratle
peygaberin kalbine ilka edilmesidir. İlka'tn hemen akabinde, peygamberin
kalbinde bir ilm-i yakin hâsıl olur ve kendisine ilham olunan şeyin, Allah
katından bir vahiy olduğunu bilir. Bu çeşit vahiylerin, veya ilhamların, yakaza
(uyanık) halinde geldiği gibi uyku halinde geldiği de olur. Şu var ki, bu
vahiylerin gelişinde Cebrail'in herhangi bir rolü veya görevi yoktur.
İkincisi, peygamberin,
Rabb'ını görmeksizin O'nun kelâmını perde arkasından işitmesidir. Nitekim Mûsâ
(a.s.) ya risalet görevi verildiği sırada Rabb'ınm kelâmını o böyle işitmiştir.
Tâ-Hâ sûresinin 10-14 üncü âyetlerinde de açıklandığı gibi, Mûsâ bir ateş
görmüş ve ailesine «siz durun; ben bir ateş gördüm; belki ondan size bir kor
getiririm; yahut ateşin yanında bir yol gösteren bulurum» demişti. Mûsâ (a.s.)
o ateşin yanına gelince ona şöyle seslenildi: «Ey Mûsâ! ben, evet ben senin Rabb'ınım.
Pabuçlarını çıkar; çünkü sen, mukaddes vadide, Tuvâ'dasın. Ben seni seçtim.
Sana vahyolunam dinle. Muhakkak ben, evet ben Allah'ım; benden başka tanrı
yoktur. Onun için yalnız bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.»
Keza Araf sûresinin
142 nci âyetinde bildirildiği gibi, «Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte bizimle
buluşmaya gelip de Rabb'ı Onunla
konuşunca, Rabb'ım, bana kendini göster, sana bakayım, demiş, Rabb'ı da, sen
beni göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni göreceksin,
buyurmuştur. Rabb'ı dağa görününce onu darmadağın etmiş, Mûsâ da baygın
düşmüştür. Aydınca da, Sen yücesin, Sana tövbe ettim; ben inananların ilkiyim,
demiştir.»
Bu âyet meallerinden
de anlaşıldığı gibi, Mûsâ (a.s.), Allah Ta 'âlâ 'nın kelâmını işitmiş, fakat
kendisini görmemiştir Hazret-i Peygam-ber'İn Mîrâc gecesi Rabb'ınm huzuruna
çıkışı ve beş vakit namazın farz kılınışı esnasında O'nun kelâmını işitmesi de
böyle olmuştur.
Vahyin üçüncü şekli,
Allah Ta'âlâ'nın, peygamberine bildirilmesini istediği şeyi melek vasıtasıyle
bildirmesidir. Rabb 'ıyle Hazret-i Peygamber arasında elçilik görevi yapan bu
melek Cebrail (a.s.) dır ve Kur'ân-ı Kerîm'de bu meleğin ismine sık sık
rastlanır.
Ancak Hazret-i
Peygamber'e Rabb'ınm vahyini getiren Cebrail, her gelişinde, kendi aslî
suretiyle görünmemeştir. Bazan kendini göstermiş olsa bile, bazan sahabeden
Dihyetu'l-Kelbî suretinde gelmiş, bazan da kendini hiç göstermemiştir. Ancak
Buhârî ve Müslim tarafından vahyin gelişiyle ilgili olarak rivayet edilen
meşhur hadîsten anlaşıldığına göre, meleğin görünmeden gelişi, çıngırak sesine
benzer bir ses çıkarmasından anlaşılır ki, bu, ona en ağır ve güç gelen bir
vahiy gelişidir. Hazret-i Aişe, bu ânı tarif ederken şöyle demiştir: «Çok soğuk
bir günde Ona vahyin gelişini gördüm; ağırlığından sanki alnı ter olmuş
akıyordu». [6]
Şûra sûresinin 51 inci
âyetinde, vahyin bu üç değişik şekilde gelişiyle ilgili beyandan sonra, akla
şöyle bir sorunun gelmesi mümkündür: Allah Ta'âlâ, peygamberlerine ya ilham
yoluyla, ya perde arkasından, yahutta melek vasıtasıyle hitap ettiğine göre,
acaba Kur'ân-ı Kerîm, bu üç şekilden hangisiyle gönderilmiştir? Bu sorunun
cevabını, biz yine Kur'ân-ı Kerîm'de bulabiliriz. Şuarâ sûresinin 192-195 inci
âyetlerinde şöyle buyurulmuştur: «Muhakkak ki Kur'ân, âlemlerin Rabb'ınm
indirdiği bir kitaptır. Onu, uyarıcılardan olman için er-Rûhu'l-Emîn (Cebrail),
apaçık bir arapçayla Sen'in kalbine indirmiştir.» Bu âyet-i kerime, Kur'ân'ın
yalnız Cebrail vasıtasıyle indirildiğini gösteren açık ve kesin bir delil teşkil
eder. Bunun dışında, yukarıda sırasıyie işaret ettiğimiz üç vahiy şeklinden
birincisi olan ilham yoluyla herhangi bir âyetin geldiği hakkında kesin bir
bilgimiz yoktur. Bununla beraber Müslim tarafından Enes İbn Mâlik'ten şu mâalde
bir haber nakledilmiştir: «Bir gün, Hazret-i Peygamber aramızda bulunurken,
üzerine hafif bir uyku bastı. Sonra gülümseyerek başını kaldırdı. Ona, seni güldüren şey nedir, yâ Rasûlallah diye
sorduk. Hemen şimdi bir sûre indirildi, dedi ve okumaya başladı: înnâ âtaynâke'l-kevser...»[7]
Enes'in bu hadisi, üç
âyetten müteşekkil olan Kevser sûresinin uyku halinde ve dolayısıyle ilham
yoluyla indirilmiş olduğuna delâlet ederse de, vahyin geldiği sırada Hazret-i
Peygamber'in üzerinde bulunan halin, uyku halimi, yoksa Cebrail tarafından
vahiy getirildiği zamanlarda vuku-bulan bir ağırlık mı olduğu kesinlikle
bilinmemektedir. Zaten bu haberden başka herhangi bir âyet veya sûrenin,
Hazret-i Peygamber bu haldeyken geldiğini gösteren herhangi bir rivayet de
yoktur.
Hazret-i Peygamber'in,
arada Cebrail olmaksızın doğrudan doğruya Rabb'ından ve perde arkasından
aldığı vahiy ise, BuhârVnin uzun bir hadîsinden anlaşıldığına göre, beş vakit
namazın farziyetiyle ilgili hususlardır. Ancak bunlardan âyet olarak Kur'ân'a
girmiş olan metin bulunup bulunmadığı kesinlikle bilinmemektedir.
Netice olarak şu
hususa bir daha işaret etmek gerekir ki, Kur'ân-ı Kerim, $ûrâ sûresinin 51 inci
âyetinde işaret edilen üç değişik vahiy şeklinden yalnız birisiyle, yani
Cebrailin Rabb'ından getirdiklerini ona tebliğ etmesiyle indirilmiş ve bu
hususda,yine yukarıda işaret ettiğimiz Şuarâ sûresinin 192-195 inci âyetleriyle
teyid olunmuştur.
Cebrail (a.s.)in
Hazret-i Peygamber'e gelip gitmesi ve ona Rabb 'inin emriyle vahiy getirmesi,
23 sene devam etmiştir. Bu sürenin 13 seneye yakın bir kısmı Mekke'de, diğer
kısmı da Medine'de geçmiştir. Bu sebeple Mekke'de gelen vahiyler Mekki,
hicretten sonra Medine'de gelenler ise, Medeni diye isimlendirilmiştir. [8]
Cebrail (a.s.)in vahiy
getirmesiyle her iş tamamlanmış olmuyordu. Hazret-i Peygamber yönünden vahyin
gelişi kadar önemli olan bir iş daha vardı ve o da, vahiy yoluyla gelen
Rabb'ının emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ile onları dine davet etmek,
aynı zamanda, bu vahiylerin gelecek nesillere de intikalini sağlamak maksadıyle
onları muhafaza edilebilecek bir hale getirmekti. Zaten bu, onun peygamberlik
görevinin de bir gereğiydi. Bu sebeple, Hazret-i Peygamber, bir taraftan tebliğ
görevini İfa etmiş, bir taraftan da müslümanlara kendilerine okuduğu vahiyleri,
yahut âyetleri hıfzetmelerini emretmiştir. Esasen müslümanlar, yeni bir dine
girmenin verdiği büyük bir heyecan ve yüksek bir îman ile Hazret-i Peygamber'e
gelecek olan vahyi dört gözle bekliyor, ondan dinleyerek hıfzediyor, gece gündüz,
dualarında, namazlarında, hazarlannda ve seferlerinde okuyorlardı. Bu sebeple
daha ilk günlerden itibaren müslümanlar arasında bir hafızlar ordusu meydana
gelmişti.
Ancak Hazret-i
Peygaber, Kur'an-ı Kerim'den nazil olan âyetlerin ashabı tarafından hıfzedilmesin!
yeterli görmüyordu. Çünkü onları ashabından ne kadar çok kimse hıfzetmiş
olursa olsun, hafıza, dâima unutkanlık illetine maruz kalabilecek olan bir
yetenektir ve belirli bir zaman için çok güçlü olsa bile, sonradan bu gücünü ve
dolayısıyle güvenilir olma vasfını yitirebilir. İşte bu sebeple Hazret-i
Peygamber, vahyi hıfzedenler yanında, onu bir de hatasız bir şekilde
yazabilecek kâtipler edinmiş ve kendisine bir âyet nazil olduğu zaman, onu bu
kâtiplere yazdırmıştır. Ebû Bekr es-Sıddîk, Ömer İbnu'i-Hattâb, Osman İbn
Affân, Alî İbn Ebl Tâlib, ez-Zubeyr İbnu'l-Avvâm, Ubeyy İbn Ka'b, Zeyd İbn
Sabit, Mu'âviye İbn Ebî Sufyan, Muhammed İbn Mesleme, Ebân İbn Sa'îd, Hazret-i
Peygamber'e vahiy kâtipliği yapan sahabîlerden bazılarıdır. Zeyd ibn Sabit ve
Mu'âviye, kâtiplik işini en çok yapanlardandı. Şunu da unutmamak gerekir ki,
Mekke devrinde vahiy kâtipliği yapanlar sayıca ne kadar az olurlarsa olsunlar,
yazı bilen diğer müslümanların da doğrudan doğruya Hazret-i Peygamber'den veya
başkalarından duyup öğrendikleri âyetleri kendi şahıslan için yazdıkları bir
gerçektir. Eğer böyle olmasaydı, Hazret-i Ömer'in İslâm'a girmesine vesile olan
Tâ-Hâ sûresine â/f ilk âyetleri, kız kardeşinin evinde yazılı olarak bulmasını
başka türlü izah etmek mümkün değildir.
Ancak, gerek Hazret-i
Peygamber tarafından görevlendirilen vahiy kâtipleri ve gerekse kendi şahıslar
için yazan sahabîler, yazı maddesi olarak, yaprak, ağaç parçası, kürek kemiği,
lavha halinde taş ve deri kullanıyorlar ve âyetleri bu maddelerin üzerine yazıyorlardı.
Bu sebeple Kur'an,vahyin devam ettiği sıralarda muntazam bir kitap halinde
bulunmuyordu. Bununla beraber Hazret-i Peygamber, nazil olan her âyetin hangi
sûreye ve hangi âyetten sonra yazılması gerektiğini bildiriyor, yazılı
maddelerin numaralandırılmış bir şekilde tasnifi bu ikazla mümkün olmasa bile,
hafızlar, her âyeti ilgili olduğu sûrenin kendine âit yerine koyarak hıfzetmekte
güçlük çekmiyorlardı. [9]
Hazret-i Peygamber'in
hayatında ve vahyin devam ettiği sürece Kur'an-ı Kerlm'in nihâi şeklini
aldığını söylemek elbette mümkün değildir. Zira sonradan nazil olan bir âyetin,
Hazret-i Peygamber'in talimatıyle daha önce nazil olan bir âyetin önüne veya
arkasına yerleştirilmesi ihtimali vardı. Nitekim Bakara sûresi Medine'ye
hicreti müteakip nâzi! olmaya başlayan ilk sûre olmasına rağmen, yine de en
son tamamlanan sûre olmuştur. Zira İbn Abbâs'tan gelen rivayetlerden
öğrenildiğine göre, «Allah'a döndürüleceğiniz o günden sakının» mealindeki 281
inci âyet en son nazil olan âyettir ve bu âyetin, Hazret-i Peygamber'in işareti
olmaksızın, herhangi bir sahabî tarafından Bakara sûresinin mezkûr yerine konulmuş
olması mümkün değildir.
Diğer taraftan Kur'ân
âyetlerinin tertibinde, Hazret-i Peygamber'in yalnız başına hareket etmediğini
de gözönünde bulundurmak gerekir. Eğer Hazret-i Peygamber, kendisine nazil olan
âyetlerin hangi sûreye gireceklerini işaret etmişse -ki bunda en ufak bir şüphe
yoktur- O'nun, bu işareti, o âyetleri kendisine getiren Cebrail'in talimatına
dayanarak yaptığına da şüphe yoktur. Buhârî ve Müslim tarafından rivayet
edilen bir hadîsinde Hazret-i Peygamber, her sene Ramazan ayında Cebrail (a.s.)
ile Kur'ân'ı biribirlerine arzettiklerini, yani onu bazan kendisinin, bazan da
Cebrail'in okuduğunu, vefatından önceki günlerde ise, Cebrail'in iki defa gelip
mukabele ettiğini kızı Fatıma'ya haber vermiştir; hattâ bu son gelişini de,
ecelinin yaklaştığına bir işaret saymıştır.[10] Bu
hadîste, her ne kadar âyetlerin tertibine dâir herhangi bir işaret mevcud
değilse de, vahyi getirmekle görevli olan bir meleğin onun tertibi hakkında da
bir talimat getirmiş ve yapılan mukabelelerde onun tertip üzere okunmuş olması
muhakkaktır. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber vefat ettiği zaman, âyetlerin,
üzerine yazıldığı maddelerin elverişsiz olması dolayısıyle, her ne kadar tertip
edilmiş bir mushaf mevcut değil idiyse de, her âyetin ilgili olduğu sûre
içindeki yeri biliniyordu ve sahabîler, gerek ibadetlerinde ve gerekse ibadet
dışında Kur'ân okudukları zaman onu bu tertip ile okuyorlardı. Ancak Hazret-i
Peygamber'in vefatından kısa bir zaman sonradır ki, müslümanlar, Kur'ân
âyetlerinin, müracaatı kolaylaştıran kullanışlı bir kitap veya mecmua haline
getirilmesi gerektiğini anlamışlardır. Ebû Bekr'in hilâfetinin ilk senesinde,
Yemâme'de yalancı Museylime peygamberlik iddiasıyte ortaya çıkmış ve bir çok
arap kabilesini de peşine takmıştı. Museylime'den başka diğer bazı kimseler de
peygamberlik iddiasında bulunuyorlar ve daha önce müslüman olmuş kabileleri de
dînden dönmeye ve halîfeye karşı ayaklanmaya teşvik ediyorlardı. İslâmiyet
için büyük tehlike teşkil eden bu ayaklanmaları ve irtidad hareketlerini
bastırmak ve mürtedleri cezalandırmak gerekiyordu. Bu maksatla halîfe Ebû Bekr,
muhtelif kumandanların idaresinde çeşitli yönlere sev-kedilmek üzere kuvvetler
hazırlamış ve onları yalancı peygamberler ve mürtedler üzerine sevketmiştir. Ne
var ki bu savaşlar uzun sürmemiş olsa bile savaşa katılan sahabîler arasında
Kur'ân'ı hıfzetmiş pek çok kimse de bulunuyordu ve savaş sırasında bunlardan
şehîd düşenler oluyordu. Bu ise, Kur'ân'in en önemli şâhidlerinin kaybolması
demekti. Nitekim Buhârî tarafından nakledilen bir haber, böyle bir korkunun
Ömer İbnu'l-Hattâb'ı harekete geçirdiğini ve halîfe Ebû Bekr'e gelerek
«Yemâme'de Kur'ân kârilerinin ölümü çoğaldı. Diğer yerlerde de onların
ölmelerinden ve Kur'ân'ın zayi olmasından korkuyorum. Bu sebeple Kur'ân'ın
toplanması için emir vermeni zarurî görüyorum» dediğini gösterir. Ömer
İbnu'l-Hattâb'ın bu tavsiyesi üzerine Ebû Bekr, önce, «Hazret-i Peygamber'in
yapmadığı bir işi ben nasıl yaparım?» demişse de, Ömer'in «bunu yapman daha
hayırlıdır» diyerek Kur'ân'ın toplanmasında ısrar etmesi üzerine, Zeyd İbn
Sâbit'i bu işle görevlendirmiştir. Zeyd, müslümanların ellerinde çeşitli
maddeler üzerine yazılı olan ve hafızların hıfzında bulunan âyetleri toplamış
ve ilk kitabı böylece meydana getirmiştir.[11]
Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, Zeyd İbn Sabit tarafından Kur'ân
cem'olunurken, Kur'ân'a girecek olan âyetleri getirenlerden şâhid istenmiş ve
bizzat Hazret-i Peygamber'in ağzından işiten iki şahidin şehâdet ettiği âyetler
Kur'ân'a alınmıştır. Rivayetlere göre Ömer İbnu'l-Hattâb'ın zina edenlerin
recmi hakkında getirdiği âyet, başka şahidi bulunmadığı için Kur'ân'a alınmamıştır.
Ebû Bekr'in emriyle
Zeyd İbn Sabit tarafından cem'olunan ve işlenmiş deri üzerine yazılan
Kur'ân,-her ne kadar ciltli bir kitap haline getirilmemişse de, şahısların
ellerinde bulunan dağınık metinlerden çok farklı idi ve ayrıca Hazret-i
Peygamber'in Cebrail (a.s.) ile yaptıkları son mukabeleye uygun düşen âyetleri
toplaması yönünden de ayrı bir özellik gösteriyordu.
Zeyd İbn Sabit
çalışmasını bitirdikten sonra nüshayı Ebû Bekr'e, o da ölümünden önce Ömer
İbnu'l-Hattâb'a teslim etmiştir. Hazret-i Ömer'in ölümünden kısa bir süre önce
kızı ve Hazret-i Peygamber'in zevcesi Hafsa'ya emanet edilen bu nüsha, Hazret-i
Osman tarafından gerçekleştirilen Kur'ân nüshalarının çoğaltılması ve neşri
işinde temel nüsha olmuştur.
Buhârî tarafından
rivayet edilen bir haberden öğrenildiğine göre, Ermenistan ve Azarbeycan
fethine katılan İrak ve Suriye orduları, Kur'ân'ı birbirinden farklı okuyor ve
meseleyi münakaşa konusu ederek, herbiri kendi kıraatinin daha doğru olduğunu
Heri sürüyordu. Bu seferde hazır bulunan Hazret-i Peygamber'in ashabından
Huzeyfe İbnu'l-Yemân, iki tarafın bu münakaşasından ve farklı kıraat
şekillerinden dehşete düşmüş ve Medine'ye dönüşünde Halîfe Osman'a durumu
anlatarak, yahudîve hıristiyanların kendi kitaplarında ihtilâfa düştükleri gibi
bir durum hâsıl olmadan müslümanlara sahip' çıkmasını istemiştir. Bunun üzerine
Hazret-i Osman, Ebü Bekr'in emriyle Zeyd İbn Sabit tarafından cem'edilen ve
halen Hazret-i Peygamber'in eşi Hafsa'nın elinde bulunan nüshayı getirtmiş,
sonra da Zeyd İbn Sabit, Abdullah İbnu'z-Zubeyr, Sa'İd İbnu'l-As ve Abdurrahman
İbnu'l-Hâris'ten müteşekkil bir komisyon kurarak bu nüshayı kopye edip
çoğaltmalarını emretmiştir. Ayrıca şunu da hatırlatmıştır ki, eğer komisyon
arasında, herhangi bir kelimenin yazılışı hususunda görüş ayrılığı çıkarsa, o
kelime Kureyş lehçesiyle yazılmalıdır; çünkü Kur'ân bu lehçeye göre nazil
olmuştur Komisyon Hazret-i Osman'ın talimatına göre Kur'ân nüshalarını
çoğaltmış, sonra da bu nüshalardan her biri ülkenin bir tarafına gönderilmiş,
ayrıca bu resmî nüshalar dışındaki diğer nüshaların geçersiz oldukları bildirilerek
yakılmaları istenmiştir.[12] İşte
Hazret-i Osman tarafından gerçekleştirilen bu son derece önemli iş sayesinde
müslümanlar, tek bir harfinde bile değişiklik bulunmayan ve zamanımıza kadar da
değişikliğe uğramayan tek bir mushafa sahip olmuşlardır. Kıyamete kadar da
böyle devam edeceğine şüphe yoktur. Çünkü Kur'ân 'm korunmasını, onu insanlığa
mahza hidayet olmak üzere gönderen Allah Ta 'âlâ bizzat tekeffül etmiş ve bunu
Hicr sûresinin 9 uncu âyetinde şöyle bildirilmiştir: «Kur'ân'ı biz indirdik,
biz; Onun koruyucusu da elbette biziz.» [13]
Daha Önceki bahislerde
de açıkladığımız gibi, Kur'ân-t Kerîm, beşeriyetin koyu bir zulmet ve dalâlet
içinde yüzdüğü bir devirde nazil olmuştur. Allah'ın birliğine, Allah
tarafından gönderilen peygamberlere, kitaplara ve âhiret gününe inanmaları
gereken yahudî ve hıristiyanlar, Allah'ı terkedip kendi âlim ve rahiplerini rab
edinmişler, onların hevâ ve heveslerinin mahsulü olan emir ve yasaklarına
uyarak hak yoldan ayrılmışlardır. Müşrikler ise, ağaçları, taşlan ve yıldızlan
kendilerine ilâh yapmışlar, onlara ibadet ediyorlardı. İnsanların, içinde
bulundukları bu zulmet ve dalâletten kurtulmaları, ancak ilâhî bir mucizeyle
mümkün olabilirdi. Öyle bir mucize ki, onları zulmetten nura çıkarsın,
dalâletten hidayete erdirsin. Bu mucize olmaksızın kurtuluş asiâ mümkün
değildi. Filhakika beklenen bu mucize, Hazret-i Peygamber'in geJmesi ve kendisine
bir kitap gönderilmesiyle gerçekleşti Bu kitaptan birbiri arkasına nazil olan
âyetler, Hazret-i Peygamber tarafından hemşehrilerine okundukça, kanları çekiliyor,
dilleri bağlanıyor, korku ürpertileri içinde mukabele edecek veya cevap verecek
gücü kendilerinde bulamıyorlardı.
Devir edebiyat
devriydi ve edebiyatın altın çağını yaşıyorlardı. Yıllık panayırlarda, şâir ve
hatipler arasında müsabakalar düzenleniyor, birinci gelenlere mükâfatlar
veriliyor, şiirleri Kabe duvarlarına asılarak şaheser payesiyle halka takdim
ediliyordu. Mu'allaka-i Seb'a, bu payeyi kazanmış eserlerin başında geliyordu
ve onu duvardan indirecek başka bir eser henüz çıkmamıştı.
İşte Kur'ân-ı Kerîm
böyle bir devirde nazil olmaya başlamış ve âyetleri, uslûb ve belâgatıyfe,
edebiyat zevkini tadmış olan arapları şaşkınlık içinde bırakmıştı. Bu âyetler,
kendilerinin yazıp Kabe duvarına astıkları şiirlere hiç benzemiyordu. Onları
okuyanlar veya dinleyenler üzerinda bıraktığı tesir, kendi şiirlerinin
hiçbirinde yoktu. Bahsettiği konular ise, o zamana kadar hiç işitmedikleri
meseleleri ele alıyor, kâh müjdeliyor, kâh Cehennem azâbıyle tehdit edip
korkutuyordu. Bunları, kendisini yakından tanıdıkları, sözüne güvendikleri ve
Emin lakabını verdikleri bir kimseden duyuyorlardı. O zamana kadar, onun şiir
söylediğini, panayırlarda hatiplerle müsabakaya girip hutbe îrad ettiğini hiç
görmemişlerdi. Okuma yazma bilmediği için, söylediklerini başkalarının
kitaplarından almış olması da mümkün değildi. Hâsılı yakından tanıdıkları bu
kimseyle söyledikleri arasında bir münasebet kuramıyorlar, söylediklerinin
kaynağını bulamıyorlardı. Bu şaşkınlık içinde onun bir mecnûn, aklını yitirmiş
bir deli olduğunu ileri sürdüler. Hicr sûresinin 6 net âyetinde de belirtildiği
gibi «ey kendisine Kitap indirilen kimse! Sen mutlaka bir delisin. Eğer doğru
söyleyenlerden isen bize melekleri getirsene, diyorlardı.» Fakat onların bu
iddia ve istekleri cevapsız kalmıyor ve her şeyin Hâlık'ı ve Mâlik'i, o
Sözlerin de asıl Sahibi Olan Allah, «biz, melekleri ancak hak ile, hikmet ile
indiririz; o zaman da hiç beklemeden cezalarını görürler» diyor, sonra da
duydukları âyetlere bir türlü akıl erdiremiyen o inançsızlara, Allah'ın elçisinden
duydukları sözlerin mahiyetini açıklıyarak şöyle buyuruyordu: «O Kur'ân'ı biz
indirdik, biz; O'nun koruyucusu da, elbette biziz»- (Hicr sûresini. 9).
Mekkeli müşriklerin,
şaşkınlık eseri olarak Hazret-i Peygamber'e isnâd ettikleri delilik vasfı
tutmamıştı. Kendileri de bunun farkındaydılar; çünkü onun söylediklerinin bir
defi sözü olması mümkün değildi. Zaten fiil ve hareketlerinde de hiç delilik
alâmeti yoktu. Bu sebeple ona deli demekten vazgeçtiler; şâir, kâhin ve büyücü
demeye başladılar. Aslında ne söyliyeceklerini de oilmiyorlardı. Enbiyâ
sûresinin 4 üncü âyetinde de İşaret edildiği gibi «karışık rüyalardır, yahut
onu uydurmuştur, yahut o şâirdir; haydi önceki peygamberler gibi bir mucize
getirsin» diyorlar; sonra da biribİrlerine «bu, çok yalancı bir sihirbazdır.
Tanrıları tek bir tanrı haline mi getirdi; doğrusu çok garib bir şey» (Sâd
sûresi, 4-5) diyerek inançsızlıklardı ortaya koyuyorlardı. Oysa Allah Ta'âlâ,
onların gerek Hazret-i Peygamber ve gerekse kendisine indirilen Kur'ân
hakkındaki şüphelerinin ne kadar mesnedsiz olduğunu yemin ederek ve hattâ
yemine bile ihtiyaç duymıyacak kadar açık bir gerçek olduğunu belirterek onlara
cevap veriyor ve şöyle buyuruyordu: «Kur'ân, şerefli bir elçinin getirdiği
sözdür. O, şâir sözü değildir. Ne kadar az inanıyorsunuz. Kâhin sözü de
değildir. Ne kadar az düşünüyorsunuz. Kur'ân, âlemlerin Rabb'ının indirdiği bir
Ki-tap'tır» (Hakka sûresi, 40).
Aslında müşrikler,
kendi atalarından görüp öğrendikleri dînlerini ter-ketmek istemiyorlardı.
Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a inanmak istememeleri de bu
yüzdendi. Saffât sûresinin 37 nci âyetinde de İşaret edildiği gibi, «deli bir
şâir yüzünden tanrılarımızı mı bırakalım?» diyorlardı. Fakat dinledikleri
Kur'ân âyetlerinin, ne kadar mahir olursa olsun, bir şâir veya kâhin sözü
olabileceğinden de emin değildiler. Hiçbir şâirin ve hiçbir kâhinin insanları
cezbeden ve kendilerinden geçiren bu derece tesirli sözler söylemesi mümkün
değildi.Ahmed îbn Hanbel Mus-ned'inde Ömer İbnu'l-Hattâb'ın şu haberini
nakletmiştir: «Müslüman olmadan önce, Peygamberle konuşmak için onu aradım.
Mescide gitmiş olduğunu öğrendim. Ben de gittim ve arkasına oturdum. Bu sırada
Hakka sûresini okumaya başladı. Kur'ân'm telîfi beni hayran bırakmıştı. İşte o
zaman kendi kendime, bu adam, Kureyş'in dediği gibi, bir şâir, dedim. Fakat ben
böyle demiştim ki, o, sûrenin «bu şâir sözü değildir; ne kadar az
inanıyorsunuz?» âyetini okudu. Ben, o bir kâhin, dediğim sırada, o, «bir kâhin
sözü de değildir; ne kadar az düşünüyorsunuz. Kur'ân, âlemlerin Rabb 'ımn
indirdiği bir kitaptır...» âyetlerini okudu. Sûreyi bitirdiği zaman, İslâm
nurunun kalbime düştüğünü hissettim».
Hazret-i Ömer'in
kalbine İslâm nurunu düşüren, Kur'ân'ın son derece tesirli uslûb ve
belagatıydı. O, bu hâdiseden sonra hemen müslüman olmuş değildi. Fakat
kalbindeki müşrik inançları, Kur'ân 'm o bir kaç âyetinden ilk darbeyi yemiş ve
sarsılmıştı. İkinci bir darbe onların tama-miyle çökmesine ve yok olup
gitmesine vesile olabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Kızkardeşi Fâtıma
Bintu'l-Hattâb'ın müslüman olduğunu öğrenince hiddetle onun evine koşmuş ve
orada, önce dinlediği, sonra da okuduğu Tâ-Hâ sûresinin ilk âyetlerinin yazılı
olduğu bir sahîfe, kelimeitevhidi tekrarlamasına ve müslüman olduğunu bildirmek
için Hazret-i Peygamber'e koşturmasına vesîle olmuştur. Bu, şüphesiz, Kur'ân'a
kalb gözüyle bakan ve onu can kulağıyle dinleyen kimseleri hidayete erdirmek
hususunda onun sahip olduğu ilâhî müessiriyetin bir neticesi olduğu kadar,
Allah'ın hidayetlerine izin vermiş olmasına da bağlı bulunan bir iştir. Zira
Kur'ân'a istihfafla bakan ve onu eliyle geri iten kimselerin ondan bir ışık
almaları mümkün olmadığı gibi, böylelerinin zulmetten nura ve dalâletten
hidayete çıkabilmelerinin de imkânsız olduğuna şüphe yoktur.
Kur'ân'ı küçümseyen ve
onunla alay etmek cüretinde bulunan kimseler, aslında onu anlamayan, anlamaya
yanaşmıyan ve hattâ onun ne olduğunu bile bilmiyen zavallılardır. Böylelerine
Kur'ân'dan söz ederek onun Allah kelâmı olduğunu ve Hazret-i Peygamber'e vahiy
yoluyla gönderildiğini anlatmak mümkün değildir. İnançsızlıkları bütün idrak
yollarını kapamıştır. Kur'ân'ı küçümsemeleri ve ona dil uzatarak hakkında kötü
ve çirkin sözler sarfetmeleri, ona inananları, onun yolundan saptırmak
gayesine dayanır. İşte, Hazret-i Peygamber'e Kur'ân âyetleri nazil olmaya
başladığı zaman Mekkeli müşriklerin Kur'ân karşısındaki davranışları böyleydi
ve aralarından zaman zaman hidayete erip müslüman saflarına katılanlar dışında,
hepsi de onu küçümsüyor, hakkında ağızlarına geleni söylüyorlardı.
Maamafih bunların
Kur'ân'a karşı takındıkları bu tavrın, ona her*-hangi bir zarar getirebileceğini
düşünmek elbette mümkün değildi. Ak sine onlar saldırılarını ne derece
artırırlarsa, Kur'ân da onların karşısınoa o derece büyüyor, yüceliyor ve
onların hak ve hakikat karşısındaki bütün acizliklerini yüzlerine vuruyordu.
İsrâ sûresinin 88 inci âyetinde, hem onlara meydan okuyan, hem de onların
acizliklerini ortaya koyan Kur'ân üslûbunu görmek mümkündür. Bu âyette,
Hazret-i Peygamber'e yol gösterilerek şöyle denilmiştir: «(Ey Muhammedi) De ki:
İnsanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek için biraraya
gelseler, biribir-lerine yardımcı da olsalar, yine de Onun benzerini
getiremezler.» Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek, vezin, nazım, usiûb ve
belagat gibi çişitli edebî sanatlar yönünden, onun ayarında bir kitap yazmak manâsmda-dır.
Fakat bu kitabın muhtevasını ihmal etmemek gerekir. Bir taraftan asırlarca önce
gelip gitmiş milletlerin gerçeğe uygun hayat hikâyelerinden alınmış tablolar,
ibret alınması için gözler önüne serilmeti, bir taraftan gerçekleştiği zaman,
insanları şaşkınlık içinde bırakan gayba alt haberler verilmeli, bir taraftan
da uyulduğu takdirde, insanları dalâletten hidayete ve zulmetten nura çıkaran,
fakat yüz çevrildiği zaman da, içinde bulunduklan zulmet ve dalâletlerini kat
kat artıran hükümler bildirilmelidir. Hâsılı kim Kur'ân 'dan şüphe'-ediyor ve
onun Allah kelâmı olduğuna inanmıyorsa, vezinde, nazımda, uslûb ve belagatta
onun 'ayarında bir kitap getirmeli ve bu kitap, kıssaları, gâibten haberleri
ve hükümleriyle insanlara mahza hidayet olmalıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'in,
kendisinden şüphe eden Mekkeii müşriklere karşı yürüttüğü bu meydan okuma,
yukarıda işaret ettiğimiz İsrâ sûresinin 88 inci âyetinden sonra da devam etmiş
ve birbiri arkasına nazil olan Yûnus ve Hûd sûrelerinde, Kur'ân'ın Allan kelâmı
olduğuna inanmıyanları, onun sûreleri gibi bir veya on sûre getirmeye davet
etmiştir. Yûnus sûresinin 38 inci âyetinde şöyle denilmiştir: «Yoksa Onu
peygamber uydurdu mu diyorlar? (Ey Muhammedi Onlara) de ki: Eğer doğruyu
söyleyen kimseler iseniz, siz de onun benzeri bir sûre getirin. Allah'tan başka
gücünüzün yettiği kimseleri de yardıma çağırın.» Hûd sûresinin 13 üncü âyetinde
ise, kâfirler, «uydurulmuş on sûre» getirmeye davet olunmuşlardır: «Yoksa onu
uydurdu mu diyorlar? De ki; Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre
getirin; eğer sözünüzde sâdık iseniz, bu iş için Allah'tan başka
çağırabildiitelerinizi de yardıma çağırın.»
Müslümanlar Mekke'den
Medine'ye hicret ettikten sonra da,
Kur'ân-ı Kerîm'in, yahudîlerin tecavüzlerine uğradığı görülür. Aslında
yahudîler, kendilerine de kitap gönderilmiş olması ve kitap ehlinden
sayılmaları dolaytsıyle, onların bu çeşit kitapların değerini bilmeleri ve
onlara dil uzatmamaları gerekirdi. Fakat kendi kitaplarına bile inanmadıkları
için, onlardan Kur'ân hakkında saygılı olmalarını beklemek fazlaca bir
iyimserlik olurdu. Bu sebepie onlar, yine de tıynetlerinin gereğini yapmışlar
ve ellerinde Kufân'a inanmalarını sağlayacak apaçık deliller bulunmasına
rağmen, yine de müşrikler gibi ondan şüphe etmişler, kin ve düşmanlık
içinde, ona zarar verebilecek
davranışlarda bulunmaktan çekinmemişlerdir. Maamafih Kur'ân-ı Kerîm, müşrikler
gibi yahudîleri de şüphe ettikleri bu kitap hakkında müsabakaya davet etmiş ve
hicretin akabinde nazil olmaya başlayan Bakara sûresinin 23 üncü âyetinde,
onlardan, Kur'ân'daki sûrelerden birinin benzerini getirmelerini isteyerek
şöyle buyurmuştur: «Kulumuz (Muhammed) a indirdiğimiz Kur'ân'dan şüphe
ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru
sözlüyseniz, Allah'tan başka, güvendiklerinizi de yardıma çağırın.»
Ne garibtir ki, gerek
müşrikler ve gerekse yahudîler, Kur'ân'ın Allah tarafından Hazret-i Reygamber'e
indirilmiş ilâhî bir kitap olduğuna inanmamış olmalarına rağmen, onun,
kendilerine meydan okuyuşu karşısında dilleri tutuluyor, yapabilecek, yahut
söyleyebilecek hiçbir şey bulamıyorlardı. Oysa İslâm'ın akıllara durgunluk
verecek bir süratte gelişip yayıldığını ve müslümanlann yine aynı süratte
çoğaldıklarını görüyorlar ve bu gelişmenin kendileri aleyhine cereyan ettiğini
adayabiliyorlardı. Bu durumda onlann yapmaları gereken iş, bu gelişmeyi
durdurmak, sonra da geriletebilmek için, gelişme sebebi olan Kur'ân'ın düzmece
bir kitap olduğunu isbat etmekti. Yakînen biliyorlardı ki, bu kitabın,
kendisine Allah tarafından gönderildiğini söyleyen Peygamber, okuma yazma
bilmeyen, şiir de söylemiyen bir kimseydi. Kur'ân âyetlerini böyle bir kimse
söyleyebildiğine göre, kendi aralarında bulunan ve ömürlerini şiir ve hutbe
söylemekle geçiren nice büyük kimselerin, bu kitaptan daha alâsını yazıp
söylemeleri gerekirdi. Fakat yine de garibtir, gerek müşriklerin ve gerekse
yahudîlerin Kur'ân karşısındaki davranışları en azından böyle olması
gerekirken, Kur'ân'dan, küçük bir sûrenin benzerini dahî getirmeye teşebbüs
edememişler, daha doğrusu teşebbüs etmeye cesaret gösterememişlerdir. Onlann
Allah kelâmı olduğundan şüphe ettikleri, sonra da hakkında en kötü sözleri ve
en galiz küfürleri sarfetmekten çekinmedikleri bu kitabın, veya bir sûresinin
benzerini getirmek söz konusu olunca suskunlaşmaları, sadece bir gerçeği isbat
ediyordu. O da, aralarında ne kadar mahir şâir ve kâtipler bulunursa bulunsun,
vezniyle, nazmıyle, uslûb ve belâgatıyle Kur'ân 'in bir benzerini
getiremiyeceklerini, bir şeyler yazıp söyleseler bile, bu yaptıklanyle
insanları zulmetten nura, dalâletten hidayete çıkaramiyacaklarını, Kısacası
Kur'ân'ın yaptığını yapamıyacak-farını yakînen bilmeleriydi.
Kur'ân-ı Kerîm, bütün
âyet ve sûreleri bugün elde mevcut tertip ve sırada tam bir kitap olarak bir
defada değil, fakat 22 küsur senede ve hâdiselerin gerektirdiği şekilde, bazan
âyet âyet, bazan bir kaç âyetten oluşan bir gurup halinde ve bazan da küçük bir
sûre olarak nazil olmuştur. Bu sebeple her âyetin veya âyetler gurubunun bir
nüzul tarihi bulunduğu gibi, bir de nüzul sebebi vardır. Ayetlerin ihtiyaç
hâsıl olduğu zamanlarda ve hâdiselerin gerektirdiği şekilde nazil olması,
özellikle ahkâma taallûk eden hususlarda tederrücî bir gelişmeye imkân sağlamış,
bu ise, müslümanların vazolunan ahkâma uymalarını kolaylaştırmıştır. Meselâ
beş vakit namaz, zekât, oruç, hac gibi ibadetler, hemen farz kılınmamış, içki,
kumar, bazı evlenme şekilleri, riba ve benzeri câhilî alışkanlıklar da keza ilk
devirde ve birdenbire haram kılınmamıştır. Bu tederrücî gelişmenin hikmeti,
katılaşmış nefisleri zor kullanmadan ve inada bindirmeden yumuşatmak ve onları
kolayca ıslâh edebilmekti. Kur'ân-ı Kerîm nazil olmaya başladıktan kısa bir
süre sonra bu iş başarılmış ve hitap ettiği kimseler, câhillyz devrhin zulmet
ve dalâletinden,
İslâm'ın nurlu yoluna
sokulmakta güçlük çekilmemiştir. Böyle bir işi Allah'ın Kitabından başka
herhangi bir kitabın başarması elbette mümkün değildir ve târihte bu olayın
başka bir benzerine rastlanmamıştır. [14]
Kur'ân, arapların
fasih bir arapçayla konuştukları, şiirlerini ve hutbelerini fasîh bir
arapçayla söyledikleri devirlerde, fasih bir arapçayla nazil olmuştur. Bu
sebeple araplar, her ne kadar idrak ve anlayış yönünden biribirlerinden farklı
olsalar bile, Kur'ân âyetlerinde hâkim olan maksadı anlayabiliyorlar,
anlaşılmasını güçleştiren bir kelimeyle karşılaşsalar, kelimenin manâsını
sorup öğrenmekte güçlük çekmiyorlardı. Fakat böyle bir anlayışın, câhiliye
devrinin zulmet ve dalâletinden kurtulup İslâm'ın nurlu yoluna girmek için
yeterli olması mümkün değildi. Zira Kur'ân, kelime ve ibareleri, insan zihninde
basit manevî intibalar bırakan ve bu intibalarla yetinilmesi mümkün olan bir
kitapla mukayese edilemezdi. İbarelerindekİ icaz, yahut daha açık bir ifadeyle,
iki kelimesine sıkıştırılmış hikmet dolu dev manâ, O'nun eşine hiç
rastlanmamış ve bundan sonra da rastlanı/ması mümkün olmayan bir hazine
olduğuna delâlet eder ki, bu hazinenin anahtarını elde etmedikçe içine nüfuz
etmek hiç kimseye nasîb olmamıştır.
Kanaatimızca tefsîr,
insanlığın ıslâhı ve insanoğlunun zulmet ve dalâletten kurtafânası için
indirilen Kur'ân'ın içinde sakladığı bu hazinenin bir anahtarıdır. İbarelerine
nüfuz etmek ve âyetlerinin ihtiva ettiği derin ve geniş manâyı anlayabilmek,
ancak bunların keşf ve beyanıyle, yahut tefsîriyle mümkün olur; bu ise; her
kelime ve her ibare üzerinde durup düşünmeyi, tefekkür ve tezekkür etmeyi
gerektirir. Eğer müslümanlann, ellerinde Kur'ân gibi bir kitapları bulunduğu
halde geri kalmışlıklarının sebebi sorulursa, denebilir ki, bu, Kur'ân'ı
anlamak yerine, ya eve bereket getireceği inancıyle O'nu bir torbaya koyup
evin duvarına asmaları, yahutta sadece matemli günlerinde ölülerine duâ
makamında okumaları yüzündendir. Oysa Kur'ân-ı Kerîm, kendisini okuyanlara,
Kur'ân'ı anlamaya, bunun için de üzerinde durup düşünmeye davet etmiş ve bu
davetini sık sık tekrarlamıştır. S'ad sûresinin 29 uncu âyetinde şöyle
buyumlmuştur: «Ey Muhammedi Sana indirdiğimiz bu mübarek kitap, akıl
sahiplerinin onun âyetlerini
düşünmeleri ve ibret almaları içindir.» Muhammed sûresinin 24 üncü âyetinde
Kur'ân üzerinde düşünmeyenler, kalpleri kilitli kimseler olarak tanıtılmış,
Kamer sûresinin 17, 22, 32 ve 40 inci âyetlerinde dört defa tekrarlanarak «biz
Kur'ân't öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mu?» buyurulmuştur.
Kur'ân âyetleri
üzerinde düşünmek, onların hikmet dolu manâlarını zihne yerleştirip hazmetmek
demektir. Bir şeyin hazmı ise, ondan gereken faydayı alabilmek manâsına gelir.
Ancak bu faydanın gerçek bir fayda olabilmesi için, manânın doğru ve aslına
uygun olması gerekir. Kur'ân âyetlerinin doğru anlaşılmasını da ancak tefsirler
sağlayabilir. Bakara sûresinin oruçla ilgili 187 nci âyetinde «fecrin beyaz
ipliği siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yeyip için » mealinde bir ibare
yer almıştır. İmsak vaktini tayin eden bu âyet nazil olduğu zaman, ashabtan
bazısı, Hazret-i Peygamber'i de güldürecek şekilde imsak vaktinin başlangıcını
öğrenmek için biri beyaz, biri de siyah iki parça ip alarak sabah vakti
bunların birbirinden ayırt edilecek zamanı kollamaya başlamışlardır. (Bu-
hârî'de Adiy İbn
Hâtim'den gelen böyle bir haber için bkz. Sahih, V. 156.) Oysa âyet-İ
kerîmedeki beyaz ve siyah İp .tabirleri mecazi manâda kullanılmış ve bunlarla,
fecir vakti, gündüzün aydınlığıyle gecenin karanlığı bir ip gibi ufukta
belirdiği zaman murad olunmuştur. Nitekim Hazret-i Peygamber, yukarıda söz
konusu edilen Buhâri hadîsine göre, yastığının altında beyaz ve siyah ip
bulundurup geceleyin bunlarla vakti tayin etmeye çalışıp da bir türlü
beceremiyen Adiy İbn Hâtim'e, sözü edilen iplerin jfukta geceyle gündüzü
birbirinden ayıran hat olduğunu beyan etmiştir. İşte Hazret-i Peygamberin bu
beyanı, Kur'ân âyetindeki mezkûr ibarenin bir tefsîridir. Eğer bu tefsîr olmasaydı,
pek çok kimsenin halen yastığının altında birer parça beyaz ve siyah ip
bulundurup imsak vaktini öğrenebilmek için onlara başvurmıyacağından kim emin
olabilirdi?
Örnek olarak
zikrettiğimiz bu âyet, tefsirin önemini ortaya koymak bakımından dikkate
şayandır. Buna benzer daha pek çok âyet vardır ve tefsîr edilmeksizin bu
âyetlerin doğru bir şekilde anlaşılması mümkün değildir. Bu sebepledir ki,
sahabe, Kur'ân âyetlerinden kendilerine anlaşılması güç gelen bir ibareyle
karşılaştıkları zaman, hemen Hazret-i Pey-gamber'e başvururlar ve âyetin
manâsını ondan öğrenirlerdi. Aslında onlar, beyaz ve siyah ip meselesinde
olduğu gibi, âyetin zahiri manâsını anlamakta güçlük çekmiyorlardı. Fakat
önemli olan, kelime ve ibarelerin ifade ettikleri zahirî manâ değil, Allah
Ta'âlâ'nın bu kelime ve ibarelerle .
murad ettiği manâdır. İşte sahabîler bu manâyı öğrenmek için Hazret-i
Peygamber'e başvuruyorlar, oda onlara
âyetlerin manâlarını beyan ediyor, açıklıyordu. Zaten Hazret-i Peygamber'İn bir
görevi de bu idi.
Nahl sûresinin 44 üncü
âyetinde, Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'e hitap ederek «kendilerine
indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur'ân'ı indirdik; tâ ki onlar da
düşünüp ibre! alsınlar» buyurmuştur.
Hazret-i Peygamber'in
Kur'ân'dan tefsir ettiği âyetlerin miktarı hakkında kesin bir bilgi mevcut
değildir. Bazılarına göre Kur'ân 'm tamamını, bazılarına göre de çok az bir
kısmını tefsîr etmiştir. Ancak sahih hadis kitaplarında tefsirle ilgili olarak gelen rivayetler
gözden geçirilirse, Kur'ân'ın tamamına âit Hazret-i Peygamber'den gelmiş bir
tefsirin bulunmadığı anlaşılır. Esasen buna gerek de yoktur. Çünkü Kur'ân
âyetleri arasında öyleleri vardır ki, bunları arap dilini bilen herkes kolayca
anlayabilir ve anlaşılan bu mânâ, Allah Ta'âlânın murad ettiği manâdan farklı
değildir. Zira bu gibi âyetlerde bütün kelimeler tek bir manâya delâlet ederler
ve okuyan yahut işiten herkes, bu manânın murad olunan asıl manâ olduğunu
yaklnen bilirler. Bazı âyetler ise, gayba delâlet etmeleri dolayısıyla, bunların
tevil ve tefsirini Allah'tan başkası bilmez. Binâana-leyh Hazret-i
Peygamber'in, Allah Ta'âlânın vahiy yoluyla tefsirini öğrettikleri dışında bu
gibi âyetleri de tefsir ettiğini ileri sürmek mümkün değildir. Buna göre,
Hazret-i Peygamber tarafından tefsîr edilen âyetlerin, manâları açık ve belli
olanlarla, müteşâbih denilen ve Allah'tan başkasının bilmesi mümkün olmıyanlar
dışındaki âyetler arasında bulunması akla yakın gelmektedir. Bu âyetlerin
tefsiri, mücmelin beyanı, ârnmın tahsisi ve iki veya daha fazla manâya muhtemil
olanların tayini gibi içtihada dayanan tefsirlerdir ki, kaynağı ya Allah
Ta'âlâ'nın vahiy veya ilhamıdır, ya-hutta Hazret-i Peygamber'in bizzat kendi
içtihadıdır. Bu çeşit âyetlerden, Hazret-i Peygamber tarafından tefsiri
yapılmamış olanlar ise, ancak Kur'ân ve sünnete vâkıf âlim müfessirler
tarafından tefsîr edilebilir; zira biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, böyle
âyetlerin tefsiri yalnız içtihada dayanır. İctihad ise, Kur'ân ve sünneti
bilmel sizin yapılamaz. [15]
Kur'ân-ı Kerîm,
insanları zulmetten nura, dalâletten hidayete çıkarmak ve onlara dünya ve
âhiret saadetini hazırlamak için geldiğine göre, onun bu gayeyi
gerçekleştirebilmesi ve insanları, hem Allah'ın, hem de kendilerinin hoşnud
olacakları bir neticeye ulaştırabilmesi için, âyetlerinin Allah'ın murad ettiği
manâları üzerinde durulup düşünülmesi ve insan için ibret teşkil edecek
neticelere ulaşılması gerekir. Bunun için de âyet manâlarının bilinmesine
ihtiyaç vardır. Yukarıda da açıkladığımz gibi, bu ihtiyaç, Hazret-İ
Peygamber'in hayatta bulunduğu ilk devirden itibaren
Kur'ân âyetlerinin
tefsir edilmeleri neticesini doğurmuş ve bu tefsir faali-
değildir.
Bu kaynaklar
şunlardır:
1) Kur'ân-ı
Kerîm
2) Hazret-i Peygamber'in sünneti
3) Sahabe
tefsîrleri. Daha sonraki devirlerde hazırlanmış olan tefsîr-ler de, şüphesiz
yardımcı birer kaynaktır; fakat onlann da asıl kaynaklan-ntn bu üç ana kaynak
uluduğunu unutmamak gerekir.
1) Bazı
Kur'ân âyetleri, diğer Kur'ân âyetleriyle tefsir edilmiş ve manâlarının anlaşılması
kolayiaştınimıştır. Buna göre, tefsiri yapılan âyetin ilk kaynağının onu
tefsîr eden diğer âyetler olduğu anlaşılır. Bu tefsîr, mücmelin mübeyyene,
yahut mutlakın mukayyede, yahutta âmmın hâssa hamledilmesi gibi çeşitli
şekillerde vukubuimuştur. Meselâ Bakara sûresinin 35-37 inci 'ayetlerinde Adem
(a.s,) ve eşine Cennet'te kalmafan, diledikleri yerde Cennet nimetlerinden bol
bol yemeleri bildirildikten sonra, «yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa
zâlimlerden olursunuz» denilmişti Ne var ki şeytan, onları kandırarak ağaca
yaklaşmalarını sağlamış ve Cennet'ten tardedilmelerine sebep olmuştur. İşte
bundan sonradır ki, 37 nci âyette de açıklandığı gibi, «Adem, Rabb'ından bir
takım sözler alıp yalvarmış, Rabb'ı da Onun tövbesini kabul etmişti.» İşte bu
âyet-i kerîmede, Adem'in Rabb'ından alıp kendisiyle yalvardığı sözler, veya
âyetteki ifadesiyle kelimeler, mücmeldir; yani bu söz veya kelimenin ne olduğu
açtklanmamaştır. Fakat âyet-i kerîmeyi tefsîr eden bir kimse, Adem (a.s.) in
hangi söz veya kelimeler Rabb'ına duâ
edip yalvardığını açıklamak gerektiğini hissettiği zaman, mücmel olan bu
ibarenin, Araf sûresinin 22 nci âyetinde mübeyyene hamledildiğini, yani mücmel
olanın diğer âyette mübeyyen kılındığını, yahut açıklandığını görmekte güçlük
çekmez. Filhakika bu âyette, Adem ve eşinin, şu sözlerle duâ ettikleri
görülmektedir, «Rabb'ımız! Biz nefislerimize zulmettik. Bizi bağışlamaz ve bize
rahmet etmezsen, herhalde hüsrana düşenlerden oluruz»-
Kur'ân'ın Kur'ân'la
tefsîrine bir başka örnek, mutlak olan hükmün, mukayyed olana hamliyle mümkün
olabilen hallerde görülür. Meselâ Mâide sûresinin 6 nci âyeti, bilindiği gibi,
abdesti farz kılan âyettir ve hu âyetin başında «ey îman edenler! namaza
kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın»
buyuruimuştur. Allah Ta'âİâ, abdes alırken yıkanması gereken ellerinin hududunu
dirseklerle tahdit etmiş olması daloyısıyle, âyetin bu ibaresi mukayyetidir.
Bununla beraber, aynı âyetin içinde, su bulunmadığı hallerde teyemmüme izin
verilmiş ve «temiz toprağa teyemmüm edin, yüzlerinizi ve ellerinizi onunla
mesnedin» denilmiştir. Bu ibarede, meshedilmesi gereken eller için abdestte
olduğu gibi bir hudud tayin olunmamıştır; dolayısıyle bu emir mutlaktır ve
tefsîr yoluyla elden meshedilecek yerlerin tayin olunmasına ihtiyaç vardır
Nitekim bazı mezhebler, mutlak olan bu emri, mukayyed olan abdestle ilgili
emre hamlederek, su ile yıkanırken yapıldığı gibi teyemmümde de dirseklere
kadar ellerin meshedilmesi gerektiğini söylemişlerdir.
Kur'ân'ın yine Kur'ân
ile tefsîri, âmmın tahsisiyle, veya umumî manâda gelen bir hükmün, hususî
manâda gelen bir hükme hamliyle mümkün olabilmektedir. Meselâ Bakara sûresinin
254 üncü âyetinde «ey îman edenler! Alışverişin, dostluğun ve şefaatin
bulunmadığı o gün gelmeden önce sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin»
buyurulmuş ve gerek dostluk, gerekse şefaat umumî olarak nefyedilmiştir; hüküm
âmm'dır. Bununla beraber Zuhruf sûresinin 67 nci âyetinde «o gün, Allah'tan
korkanlar dışında, dost olanlar biribirlerine düşmandırlar» buyurulmak
suretiyle dostlar Allah'tan korkanlara, Necm sûresinin 26 ncı âyetinde ise,
«Allah, dilediği ve hoşnud olduğu kimseler için izin vermedikçe göklerde
bulunan nice meleklerin şefâatları fayda vermez» buyurulmak suretiyle de
meleklerin şefaati, Allah'ın dilediği ve hoşnud olduğu kimselere tahsis
edilmiştir. Binâanaleyh Bakara sûresinin 154 üncü âyetine dayanarak kıyamet
günü hiç kimse için dostluk ve şefaatin bulunmadığını ileri sürmek hatalı
olur. Bu sebeple, âmm olarak gelen bu âyetin hükmünü, hâs olarak gelen diğer
âyetlerin hükümlerine hamlederek kıyamet günü Allah'tan korkanlara Allah'ın
dilediği ve hoşnud olduğu kimseler dışında, diğer insanlar için dostluk ve
şefaatin bulunmadığını söylemek gerekir. Kur'ân-ı Kerîm'de, yukanda örneklerini
verdiğimiz pek çok tefsîr şekli vardır. Bu sebeple, bir âyeti tefsîr ederek,
her şeyden önce onu beyân eden bir başka âyetin bulunup bulunmadığını
araştırmak gerekir.
2) Tefsirin
ikinci kaynağı Hazret-i Peygamber ve onun sünnetidir. Daha önce de işaret
ettiğimiz gibi Hazret-i Peygamber'in, herhangi bir âyetin beyan ve tefsirinde
başvurulacak ilk mercilerden olması kadar tabiî bir şey düşünülemezdi. Zira
Kur'ân-ı Kerîm ona indirilmiş, insanlara tebliğ ve tebyîni ona emredilmiştir.
Nahl sûresinin 44 üncü âyetinde kendisine hitap edilerek «kendilerine
inidirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur ân'ı indirdik; tâ ki onlar da
düşünüp ibret alsınlar» denilmiştir. Kur'ân'ı açıklamak Hazret-i Peygamber'in
görevlerinden biri olduğuna
göre, Allah'ın kendisine
talim ettiği ve açıklanmasına izin verdiği nisbette bu görevi yerine
getirdiğine şüphe yoktur. Nitekim hadîs kitaplarına başvuranlar, bu kitaplar
içinde tefsire tahsis edilmiş bir bâb ve bu bâbta Hazret-i Peygamber'den bir
âyetin tefsîri hakkında rivayet edilmiş bir hadîs bulmakta güçlük çekmezler.
Meselâ Tirmizî ve Ahmed İbn Han-bel'in, Adiy İbn Hâtim'den naklettikleri bir
hadîsten öğrenildiğina göre, Hazret-i Peygamber, Fatiha süresindeki el-mağdûbi
aleyhim'! yahudîler, ed~dâllfn'i htristiyanlar olarak tefsîr etmiştir.[16] Keza
Bakara sûresinin 238 inci âyetinde es-salâtu'l-vustâ olarak geçen «orta namaz»,
Hazret-i Peygamber tarafından ikindi namazı (salâtu'l-asr) manâsında tefsîr
edilmiştir.[17] Yine Hazret-i Peygamber,
el-Kevser kelimesini, «Cennet'te Rabb'ımın bana ihsan ettiği bir nehirdir»
buyurarak tefsîr etmiştir.[18]
Hazret-i Peygamber'den
gelen tefsirle ilgili bu çeşit rivayetlere pek çok rastlanır. Ancak yalancılar
tarafından uydurulup Hazreti Peygambere İsnad edilmiş olan haberleri de
hatırdan çıkarmamak gerekir. Zira tefsîr ve Kur'ân 'in faziletleri hakkında
uydurulduğu kadar hiçbir şey hakkında hadis uydurulmamaştır. Bu sebepledir ki
Ahmed İbn Hanbel, «üç şev vardır ki bunların aslı yoktur; Tefsîr, melâhım ve
mağazî» demek zorunda kalmıştır. Ahmet İbn Hanbel bu sözüyle şüphesiz Hazret-i
Peygamber'den nakledilen tefsirle ilgili bütün haberleri reddetmiş değildir.
Fakat ona göre, tefsîr hakkında o kadar çokhadîs uydurulmuştur ki, sahîh
olanları bunların arasından ayıklamak adetâ güçleşmiştir. Bu sebeple ancak
sahîh hadîs kitaplarında yer alan ve sahîh isnadla gelen haberlere itibar etmek
gerekir,
3) Hazret-i
Peygamber'den sonra tefsirin üçüncü kaynağı sahabî-lerdir. Sahabîler, Hazret-i
Peygamber devrini yaşamış, Hazret-i Peygamberle birlikte savaşlara katılmış,
vahyin gelişine şâhid olmuş ve o devri yaşamanın kazandırdığı geniş bilgi ve
tecrübeyle temayüz etmiş kimselerdi. Eğer herhangi bir âyetin manâsını beyan
eden bir başka âyet bulamazlarsa, Hazret-i Peygamber'den de bu âyetin
tefslriyle ilgili bir hadîsin bulunduğuna vâkıf olmamışlarsa, kendi
içtihadlarıyle âyeti tefsir ederlerdi. Hâlis arap olmaları, arap dilinin
esrarına vâkıf bulunmaları, Hazret-i Peygamber'in hayatını, çevresini, yahudî,
hıristiyan ve müşriklerle olan münâsebetlerini ve mücadelelerini yakından
bilmeleri, âyetlerin tefsîrinde onların en büyük yardımcısı oluyordu. Şu var
ki, tefsir işinde hepsi de aynı kudret ve kaabiliyete sahip değildi. Bazısının
bazısına nisbetle Hazret-i Peygamber7e daha çok sohbete nâii olması, bazısının
bazısına nisbetle Hazret-i Peygamber'den daha çok tefsir işitmesi, sebeb-i
nüzule daha çok vâkıf oiması, re'y ve içtihadda, akıl ve idrakte daha üstün bir
kaabiliyete sahip bulunması.ve nihayet bütün mesaisini yalnız Kur'ân
âyetlerinin tefsirine tahsis etmesi, sahabîler arasındaki bu farklılığın
başlıca sebebini teşkil ediyordu. Bundan dolayı, ilk dört halîfe Ebû Bekr
es-Sıddîk, Ömer İbnu'l-Hattâb, Osman Ibn Afîân ve Aiî İbn Ebî Tâlib ile İbn
Mes'ud, İbn Abbâs, Ubeyy İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit, Ebû Mûsa'l-Eş'arî ve
Abdullah İbnu'z-Zubeyr, diğer sahabîlere nisbetle en çok şöhret kazanan
sahabilerdi. Bununla beraber bu on sahabî arasında kendilerinden daha çok
tefsir rivayet edilenler ise, İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, Alî İbn Ebî Tâlib ve Ubeyy
İbn Ka'b'tır.
Sahabe devrinde
tefsirle uğraşan sahabılerin azlığı yanında, işaret edilmesi gereken
hususlardan birkaçı da şöyledir: Bu devirde Kur'ân'ın tamamı tefsir edilmemiş,
buna luzûm da görülmemiştir. Tefsir edilen âyetler, daha çok, manâsı kapalı ve
anlaşılması güç olanlardı. Sahabe arasında, âyetlerin manâları üzerinde ortaya
çıkmış herhangi bir görüş ayrılığının bulunmaması da, tefsir edilen âyetlerin
az olmasında rol oynayan âmillerdendi. Tefsir edilen âyetlerin azlığı ise,
tefsirle ilgili haberlerin müstekıl bir ilim dalı halinde tedvin edilmesine
ihtiyaç duyurmamış, bu haberler, hadîs şeklinde ve diğer hadisler arasında
rivayet edilmiştir. Yine bu azlık, âyetlerin tefsîrinde yahudî ve hıristiyan
kaynaklara müracaat etmekten sahabîleri alıkoymuş, böylece tefsîr, daha
sonraki devirlerde görülecek olan israil! boyadan masun kalmıştır.
Sahabe devrinin sona
ermesi ve onlara talebelik etmiş ve dizleri dibinde yetişmiş olan tâbiûn
devrinin başlamasıyla tefsîr faaliyeti, ilk devir faaliyetinden çok daha farklı
bir şekle girmiştir. İslâm'ın çok geniş sahalara yayılması ve İslâm ülkesinin
genişlemesi, bir taraftan sahabîlerin fethedilen ülkelere dağılmaları, bir
taraftan da bu ülkelerdeki arap olmı-yan gayr-i müslim unsurların İslâm'a
girmeleri ve kendi bölgelerine gelmiş olan sahabîlere tiimizlik etmeleri
neticesini doğurmuştur. Bu ise, yeni bir tefsîr zihniyetinin doğmasına sebep
olmuştur. [19]
Daha önce değişik
görüş ve inançlara sahip olan ve farklı dînlere mensup bulunan insanların İslâm
dînine girmiş olmaları, dâima kendi görüşlerinden ve kendi inanç ve
itikadlarından tamamiyie sıyrılmalarını
sağlamamış, İslâm'ın
inanç ve itikadını benimsemiş olsalar bile, kafalarından ve kalplerinden, eski
görüş ve inançlarından bazı kalıntıları söküp atamamışlardır. Diğer taraftan
gelişen cemiyetlerde dâima hissedilen yeni ihtiyaçlar, duygusu, düşüncesi,
istek ve arzusuyle sahabeden çok farklı bir cemiyetin vücut bulmasına sebep
olmuştur. Bu farklılık, şüphesiz, sahabeyle diğer müslümanlar arasında olduğu
kadar, sahabe dışındaki farklı milletlere mensup müslümanların kendi
aralarında da vardı. İşte, hepsi de müslüman olsalar bile, ihtiyaçları, duygu
ve düşünceleri yönünden birbirinden farklı olan bu toplulukların, Kur'ân
karşısındaki tutumları da farklı olmuş, belki hepsi de ona aynı derecedeki bir
inançla sarılmış olsalar bile, hallenmesini istedikleri müşkilleri ve
karşılamasını bekledikleri ihtiyaçları yönünden ondan farklı şeyler ümıd
etmişler, yahut onun , ümid ettikleri farklı şeyleri gerçekleştireceğine inanmışlardır.
Kısacası, her farklı düşünceye, davranışa, inanç ve itikada sahip olan insan,
Kur'ân7 kendi yanında ve kendinin müdafii olarak görmüştür. İşte bu vakıanın
tabiî bir neticesi olarak tâbiûn devrinde bir taraftan hadis ve fıkıh gibi
İslâm! ilimlere paralel olarak tefsîr iedvîn edilirken, bir taraftan da farklı
duygu ve düşünceleri aksettiren tefsirler ortaya çıkmıştır. Şüphesiz her
topluluğun kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir tefsirin, sahabe devrinde
olduğu gibi Kur'ân'ın çok az âyetinin icmalen açıklanmasıyle vücud bulması
mümkün değildi. Bu sebeple tâbiûn devrinde bir taraftan Kur'ân'ın tamamı tefsîr
edilirken, bir taraftan da görüş ve iddiaların delil-fendirilmesi maksadıyle
âyet içindeki kelime ve tabirlerin açıklanmasına geniş yer verilerek daha
mufassal tefsirler vücuda getirilmiştir. Bunlara ilâveten âyetlerin tefsîrinde
isrâiliyat dördüncü bir kaynak olarak değer kazanmış, Kur'ân kıssalanyle Tevrat
kıssaları arasındaki benzerliklerden de faydalanılarak ehl-i kitabın ağzında
dolaşan hikâyeler, bazı Kur'ân âyetlerinin tefsirlerinde kullanılmaya
başlanmıştır,
Tâbiûn devrinde
başlıca üç tefsîr medresesi şöhret kazanmıştır: Birincisi İbn Abbâs'ın
tilmizlerinin meydana getirdikleri Mekke medrese-sidir. Sa'îd İbn Cubeyr(Ö.
95), Mücâhid İbn Cebr el-Mekkî (Ö. 103), İbn Abbâs'ın âzadlısı İkrime (Ö. 107),
Tâvûs İbn Keysân el-Yemânî (Ö. 106) ve Atâ İbn Ebî Rabâh (Ö. 114) bu medresenin
ileri gelen imamlarıdır ve tefsirleriyle şöhret kazanmışlardır.
İkincisi Medine
medresesi olup müessisi Ubeyy İbn Ka'b'tır. Onun eliyle pek çok tabiî yetişmiş
olmakla beraber, bunlar arasında bilhassa Zeyd İbn Eşlem (Ö. 136), Ebu'i-Âliye
Rufey İbn Mihrân (Ö. 90) ve Mu-hammed İbn Ka'b el-Kurazî (Ö. 118) tefsîr
sahasında şöhret kazanmışlardır.
Üçüncü medrese ise,
İbn Meş'ûd tarafından tesis edilmiş olan Irak. medresesidir. Mesrûk İbnu'l-Ecda
(Ö. 63), el~Esved İbn Yezîd (Ö. 75), Alkame İbn Kays (Ö. 62), Amir eş-Şa'bî (Ö.
103), Katâde İbn Diâme (Ö. 117) ve el-Hasan el-Basrl (Ö. 110) bu medresenin
yetiştirdiği meşhur müfessirlerdir.
Tâbiûn devrini takip
eden tâbiu't-tâbiîn devri, tefsirin hadîs görünümünü muhafaza etse bile, hadis
içinden ayrılıp tamamiyle müstekî! bir ilim hüviyeti kazandığı ve tedvinine hız
verildiği bir devir olarak görülür. Bu devirde, çoğu zamanımıza kadar intikal
etmiyen büyük veya küçük hacimde pek çok tefsir telif edilmiştir. Bu
tefsirlerin müellifleri arasında bilhassa şu isimlerin büyük şöhret
kazandıkları görülür: Mukâtil İbn Süleyman (Ö. 150), Şube İbnu'l-Haccâc (Ö.
160), Sufvân es-Sevrî (Ö. 161), Veki İbnu'l-Cerrâh (Ö. 197), Sufyân İbn Uyeyne
(Ö. 198), Yahya İbn Sellâm (Ö. 200), Yezîd İbn Hârûn (Ö. 206), Ravh İbn Ubâde
(Ö. 205), Abdurrazzâk İbn Hemmâm (Ö. 211), İshak İbn Râhûye (Râhaveyh) (Ö.
238), Âdem İbn Ebî İyâs (Ö. 220). Bunlardan yalnız Mukâtil İbn Süleyman'ın,
Sufyân es-Sevrî'nin, Yahya İbn Sellâm'ın ve Abdurrazzâk'in tefsirleri
zamanımıza kadar gelmiş, diğer müfessirlerin tefsirleri ise, diğer bir çok eser
gibi tarihin karanlıklarına gömülmüştür.
Maamafih zayi olduğu
bilinen bu tefsirlerin ihtiva ettikleri geniş ilmin de kitaplarla birlikte
tamamiyle yok olmadığı, kendilerini yakından takip eden diğer tefsirler
tarafından hemen hemen aynen aktarıldığı görülür. Bu hizmeti yapanların başında
otuz ciltlik büyük hacmiyle İbn Cerîr et-Taberî (Ö. 310) nin tefsiri gelir.
Filhakika sahabe, tâbiûn ve tabiîleri devrinin tefsirleri müstekıllen
zamanımıza kadar gelmemiş olsalar bile, tamamı elimizde bulunan Taberî'nin
meşhur eseri, nüshaları kaybolmuş kendinden Önceki tefsirlerin muhteviyatını
nakletmesi yönünden büyük şöhret kazanmıştır. Bu bakımdan taberî tefsiri, naklî
tefsirlerin başta gelen örneklerinden biri sayılır. Maamafih âyetlerin ve
kelimelerin tefsirinde arap kelâmına ve kadim şiire geniş Ölçüde müracaat
etmesi, nahvi mezheblerin görüşleriyle, fıkhl ahkâm ve ifm-i kelâm
meseleleriyle yakından ilgilenmesi, bu tefsirin, aynı zamanda aklî tefsirler
arasında yer almasını sağlamaya da yeterli olmuştur.
Yeri gelmişken buruda
şu hususa işaret etmek gerekir ki, ilk devirlerde müfessirler, başlıca iki
guruba ayrılmışlardı. Bir kısmı Kur'ân'ı kendi re'y ve içtihadlarıyle tefsir
etmeyi kesinlikle caiz görmüyor, Hazret-i Pey-gamber'den rivayet edilen «her
kim Kur'ân hakkında kendi re'yivle konuşursa, isabet etmiş olsa bile, hata
etmiştir» hadîsini, görüşlerinin en kuvvetli delili Olarak İleri sürüyorlardı. [20]
Bunlar tarafından
meydana""getirilen tefsirler ise, yalnız Hazret-i Peygamber'den,
ashabından ve tâbiûndan nakledilen tefsirlerle ilgili haberlerden müteşekkildi.
Bu sebeple bu çeşit tefsirlere naklî tefsirler adı verilmiştir.
Bazı müfessirler ise,
dil sahasındaki dirayetlerine, esbab-ı nüzul, nâsih ve mensûh gibi çeşitli
Kur'ân ilimlerindeki vukuflarına dayanak onu kendi re'y ve içtihadlarıyle
tefsir etmekte herhangi bir mahzur görmüyorlardı. Aklî tefsir denilen bu çeşit
tefsir faaliyetinin öncülüğünü de, re'y medresesinin vatanı olan Irak
müfessirleri yapıyordu.
Tefsir sahasındaki bu
farklı iki görüş, tâbiûn devrinden sonra, hayatiyetini daima muhafaza etmiş ve
zamanımıza kadar taraftar bulmakta güçlük çekmemiştir. Fakat şurası bir
gerçektir ki, her iki tefsirin de birbirinden müstağni olması, veya birbirine
ihtiyacı bulunmaması mümkün değildir. Kur'ân tefsir eden bir kimsenin her
şeyden önce teşrî tarihine, nüzul sebeplerine, Mekkî ve Medeni âyetlere, nâsih
ve mensûha, Hazret-i Peygamber'den, ashabından ve tâbiûndan nakledilen tefsire
vâkıf olması gerekir. Eğer bunlardan herhangi bir âyetin tefsîriyle ilgili bir
haber gelmemişse, veya gelmiş olsa bile, itimada şayan değilse, aklını ve re'yini
Kur'ân ilimlerindeki bilgisinin hizmetine vererek âyeti tefsir etmesi gerekir.
Aksi halde, tefsir edilmeyen âyet, hem müslümanlar tarafından gerektiği şekilde
anlaşılmamış, hem de içinde bir hüküm bulunduruyorsa, bu hükmün çıkarılması
yolları kapalı tutulmuş olur. Hazret-i Peygam-ber'den ve ashabından gelen
tefsirle ilgili haberlere hiç itibar edilmeksizin yalnız akla ve re'ye
dayanılarak yapılan tefsirler ise, aklın, Kur'ân'in çoğu mûciz olan ibarelerini
anlamakta, takdim ve tehirlerini, kısaltmalarını veya haziflerini bulup
çıkarmakta ve doğru manâlarını vermekte güçlük çekmesi dolayısıyle hata
ihtimali çok yüksek olur. Oysa Hazret-i Pey-gamber'den ve ashabından gelen
haberler, böyle bir hata ihtimalini bazan tamamiyle önlerler; akla yol
göstererek doğru olan manâya ulaşmasını sağlarlar. Nitekim tefsir tarihinde,
Hazret-i Peygamber ve ashabından gelen tefsirlere itibar edilmeksizin, yalnız
akla ve re'ye dayanılarak yapılmış tefsire hemen hiç rastlanmaz; bununla
beraber, aklî tefsirleri, nakle az veya çok yer vermeleri bakımından tasnife
tâbi tutmak mümkündür.
Fakat kanaatımızca
akli tefsirlerde asıl tasnife tâbi tutulması gereken husus, bu tefsirlerin
çeşitli ilim ve meseleleri aksettirmeleri yönünden sahip oldukları renk veya
boyadır. Zira sarf ve nahiv gibi lügat ilimlerinin tedvin edilmesinden, fıkhl
ihtilâfların sebep olduklan fıkıh mezhebferinin zuhurundan, esasını bilhassa
felsefe kitaplarının terceme edilmesinde sonra ortaca çıkıp gelişen kelâm?
görüşlerin teşkil ettiği itikadı mezheplerin belirmesinden, çeşitli siyasî
fırka ve hiziplerin kendi görüş ve inançlarını yayabilmek için geniş bir
propaganda faaliyetine girişmelerinden sonra telif edilen bütün aklî
tefsirlerin, bu hareketlerin tesiri altında kaldıkları ve onların boyasıyie
boyandıkları görülür. Bu sebeple bütün tefsir kitapları, herhangi bir ilmin
yahut mezheb veya fırkanın ıstılahlanyle konuşmaya ve taraftarlarına yalnız bu
ıstılahlarla hitap etmeye başlamıştır. Böylece her tefsirde, müslümaniara â/f
felsefî ve ilmi kültürden az veya çok bir örnek yer almıştır.
Tefsirin herhangi bir
ilim dalına, bir mezhebe, yahut bir fırka veya hizbe mensubiyeti, onun
bunlardan herhangi birine mensub olan ve onun müdâfasmı yapan müellifiyie
doğrudan doğruya ilgilidir. Kısacası müfes-sir, hangi ilim dalında temayüz
etmişse, yahut hangi mezheb veya fırkaya mensûbsa, tefsirini de o sahaya tahsis
etmiş ve o sahanın dili ve ıstılahtyle konuşmuştur. Müfessir dilciyse ve
nahivle ilgileniyorsa, tefsirinde kendisini, Kur'â'nm İrabından başka hiç bir
şey ilgilendirmemiş, yalnız bu konuyla ilgili meselelerle görüşlere ve
ihtilâflara yer vermiştir. Mesalâ ebû İshak ez-Zeccâc (Ö.311),Ebu'l-Hasan
el-Vâhıdl (Ö.468) ve Ebû Hayyan el-Endelûsî (Ö.745), her üçü de dilci olup
nahiv ilminde büyük şöhret kazanmışlardır. Bu sebeple, gerek Zeccâc'ın Ma'âni'l
Kur'an, gerek VâhıdVnin el- Basit ve gerekse Ebû Hayyân'ın el-Bahru'l- muhit
adlı tefsirleri, lügat yönünden şöhret kazanmışlardır.
Buna mukabil Fahruddln
er-Râzî (Ö.606), fıkıh, usûl-i fıkıh ve kelâm ilimlerinde bir âlim olduğu
kadar, edebiyat, felsefe, matematik, kimya, tıp ve astronomi ilimlerinde de
büyük şöhret kazanmıştır. Kendisi Şâfil idi. Bu sebeple onun Mefatîhu'l-gayh
adlı geniş tefsiri, ahlâk, ilahiyat, felsefe ve astronomi gibi konularda büyük
şöhret kazandığı gibi, onda, kelâml meseleler, çeşitli yönlerden münakaşa
edilmiş, fıkhî meseleler c 5 Şafiî fıkhı açısından ele alınmıştır. Hattâ Râzl,
bu tefsirini, sûfiyye Lırîkına girdikten sonra yazdığı için, âyetlerin izahında
bazı tasavvuf! ifadelere rastlanması da tabiî karşılanmak icabeder.
Ebû Bekr el-Cessâs
(Ö.370), Rey şehrine mensup olup (er-Râzl) Bağdad'a göç etmiş ve orada ölmüş
bir Hanefî müetehid ve fakîhiydi. Onun müetehid fi'l-mezheb mertebesine
yükseldiği bile söylenir. Ces-sâs, bir mezheb müetehidi olduğuna göre,
tefsirinin de bu sahaya tahsis edilmiş olması tabiîdir. Filhakika onun
Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eseri, Hanefi mezhebi yönünde ahkâm âyetlerini tefsir
eden, mezheb görüşünün müdâfasmı yapan, fıkıh ve usûl-i fıkıh sahasında
kıymetli bir tefsirdir. Ancak Cessâs'ın mutezile mezhebine meyyal olduğu
görüşüne yol açan bazı fikirlerine de bu tefsirde rastlamak mümkündür,
Buna mukabil Ebû
Abdiliah el-Kurtubî (Ö.671) ise, bir Mâliki âlimi olup telif ettiği el-Câmi
li-ahkâmVl-Kurân adlı eserinde, mezheb açışından fıkhi ahkâma ve hılâfiyata
ağırlık vermiştir. |
Ebû İshak es-Sa'lebl
(Ö. 427) ve el-Hâzin el-Bağdâdl (ö. 741), umumiyetle tirih sahasında şöhret
kazanmışlardır: Bu sebeple, gerek Sa'iebl'nin el-Keşf ve'l-beyân ve gerekse
Hâzin'in Lubâbu't-te'vîl fi ma'âni't-tenzîl adlı tefsirlerinde israiliyattan
nakledilen kıssalara fazlasıyle yer verildiği görülür.
Ebû Abdirrahman
es-Sulemî (Ö.412) ve Ebu'l-Kâsım el-Kuşeyrî (Ö.465), her ikisi de tasavvuf
ehlinden olup hakayik ilimlerine, selef-i sûfiyenin siyer ve menâkıbıne vâkıf
idiler. Bu sebeple gerek Şulemi Hakâyiku't-tefsîr ve gerekse Kuşeyrl
Latâifu'l-işârât adlı tefsirlerini mutasavvıfların mesleği üzerine telif
etmişler, âyet-i kerimelerin işârat ve latifelerine yer vermişlerdir.
Bu tefsirler yanında,
bir de bidat ehli tarafından telif edilen tefsirler vardır ki, bunlar, dil ve
edebiyat yönünden ne derece temayüz etmiş olurlarsa olsunlar, gaye yönünden
diğer tefsirlerden tamamiyle ayrılmışlardır. Zira bu tefsirlerde, müfessirin
mensup olduğu sapık fırkanın propagandasını yapmak, onun itikadl görüşlerini
yaymak ve ehl-i sünnet akaidine hâkim kılmak gayesi güdülmüştür. Meseli
mutezile mezhebine mensup olan Ebû Alî el-Cubbâl (Ö.303), Ebu'l-Hasan
el-Rummânl (Ö. 384), el-Kâzî Abdu'l-Cebbâr (0.415) ve ez-Zemahşerî (Ö. 538),
tefsirlerini mutezill esaslar üzerine telif etmişler ve bu esasların müdâfasmı
yapmışlardır. Keza şla ve haricîlere mensup müfessirlerin eserlerinde de,
sadece kendi mezheblerinin görüşlerine yer verilmiş, muhalif görüşler ise,
cerhedilmiştir.
Yukarıda örneklerini
verdiğimiz çeşitli ilim ve mesleklere göre telif edilmiş tefsir kitaplarına,
umumiyetle geçmiş devirlerin mahsulü olarak bakmak gerekir. Bugün, şüphesiz
zikredilen bu tefsir çeşitlerinden herhangi birinin benzerini telif etmeye
hiçbir engel yoktur. Arap diline, edebiyatına, sarf ve nahvine vâkıf olan bir
kimse, elbette nahvi bir tefsir yapabilir. Yahut tasavvuf erbabının yollarını
ve usullerini bilen ve kendisini onlardan addeden bir kimse, Kur'ân'm
işaretleri hususunda bir tefsir meydana getirebilir. Kısacası, konuyla
ilgilenen her ilim sahibi, kendi ihtisası dâhilinde Kur'an âyetlerini tefsir
edebilir. Ancak bugün, yani asrımızda, İslâm âleminde telif edilen tefsirleri,
yukarıda verdiğimiz örnekler çerçevesi içinde değil, belki biraz daha farklı
bir şekilde tasnif etmek gerekir; zira bugün, nahvi veya tasavvuf! tefsir
yerine, meselâ
Kur'ân-ı elektriği
Kerim 'de fizik
kanunlarını, yaratılışın esrannı, atomun mahiyetini,
bunun gibi modern
fennin konusunu teşkil eden meseleleri araştırmaya daha fazla bir eğilim
görülüyor. En'âm sûresinin 38 nci âyetindeki «biz Kitapta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık.» 59 uncu âyetindeki «gaybın anahtarları O'nun yanındadır; onları
O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen hiçbir
yaprak yoktur ki O'nu bilmesin; yerin karanlıkları içinde hiçbir dane, yaş ve
kuru hiçbir şey yoktur ki, Kitâb-ı Mübîn'de bulunmasın» mealindeki beyanlara
dayanarak, modern dünyada yapılan bütün fennî keşiflerin Kur'an'da açık veya kapalı
bir işaretinin bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. 1940 senesinde vefat eden Şeyh
Tantâvî Cevherî'nin el-Cevâhir fî tefsîri'l-Kur'ân adlı tefsiri, bu maksatla
yapılmış tefsirlere bir örnek teşkil eder. Ancak diğer bazı mü-fessirler, böyle
bir tefsir anlayışının, Kur'ân'ı bir fen veya ilim kitabı haline getireceğini
ve onu asıl gayesinden uzaklaştıracağını ileri sürerek bu çeşit ilmî tefsirlere
şiddetle karşı çıkmışlardır.
Asrımızda görülen
diğer bir tefsir çeşidi, menşei İslâm olan ve zamanımıza kadar hayatiyetlerini
muhafaza eden, yahut sonradan ortaya çıkan bir takım dinî mezheb ve fırkaların
inanç ve itikadları istikametinde telif edilen mezhebi tefsirlerdir. Ehl-i
sünnete mensup müfessirler yanında, İmamiyye İsnâ Aşeriyye, İsmâîliyye,
Zeydiyye, İbâdiyye, Bâbiyye, Bahâiyye, Bâtınıyye, Ahmediyye ve Kâdıyâniyye gibi
fırkalara mensup müfessirlerin de tefsîr faaliyetlerini yürüttüklerine şüphe
yoktur.
İslâmiyet, zuhur
ettiği günden bu yana, kendisine düşman olan, kin besleyen, ve fırsat bulunca
onu yıkmak için elinden gelen her çeşit kötülüğü yapmaktan çekinmeyen
kimselerden kurtulamamıştır. Bunlar, güçle, kuvvetle veya silâhla onu
yıkamıyacaklarını bildikleri için, dâima hile ve desiseyle iş görmeye ve
sûret-i haktan görünüp onu içten yıkmaya çalışmışlardır. Bunun için çok defa
başvurdukları ve tatbik ettikleri metod da, İslâm'ın üzerine bina kılılındığı
îman, ibadet ve ahlâk esaslarından müslümanlan uzaklaştırmaktır. Çünkü çok iyi
bilinmektedir ki, kalpleri İmandan soyutlanır, ibadet ortadan kalkar ve ahlâk,
gününü gün etme ve nefsi hiçbir lezzetten mahrum bırakmama prensibine
dayandın-lırsa, dinden eser kalmaz. İşte bu gayeyi gerçekleştirmek isteyen bir
takım mülhidler, Kur'ân âyetleri hakkında bir takım görüşler serdederler;
onları güya açıklarlar, kendi kafalarından kendi zihniyetleri istikametinde
hükümler çıkanp fetvalar verirler ve müslümanların bu sapık fetvalara uymalannı
isterler. Böylelerinden, Kur'ân'ın başından sonuna bütün âyetlerinin yapılmış
bir tefsiri elbette gelmemiştir. Fakat yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, günün
icablarına ve halkın o günkü temayüllerine uygun düşen âyetleri tefsîr ederler.
Her devirde görülen bu çeşit tefsirlere tefsîr tarihinde, ilhâdi tefsîr adı
verilmiştir.
Nihayet son asırda
görülen ve büyük rağbet gören bir başka tefsîr çeşidi ise, edebi-ictimâî
tefsirlerdir. Bu çeşit tefsirlerde, her bir âyetin tefsiri yapılırken,
Kur'ân'ın Fatiha sûresinde ve onu takibeden Bakara sûresinin ilk âyetlerinde
belirtilen hedefler hiçbir zaman hatırdan çıkarılamamış ve okuyucuya, dâima,
Kur'ân'ın insanı ulaştırmak istediği hedefe ulaşmasından yardımcı olmak gayesi
güdülmüştür. Nahvi tefsirlerde olduğu gibi, Kur'ân'ın irabı üzerinde
durulmamıştır. Mezhebi tefsirlerde görülen mezheb taassubuna yer
verilmemiştir. Tasavvuf erbabını fazlasıyle ilgilendiren Kur'ân işaretleri
gözönünde bulundurularak her âyette mutlaka bir işaret keşfetmek gayesi
güdülmemiştir. Kur'ân ne tıp, ne fizik, ne astronomi, ne jeoloji, ne biyoloji
kitabıdır. Bu sebeple ilmî tefsirlerin yaptıkları gibi dâima değişmesi mümkün
olan bir takım beşerî teorilerin ve kanunların menşeini Kur'an'da aramaya
kalkışılmamıştır.
Buna mukabil bu çeşit
tefsirlerde edebî-içtimâi bir program tesbit edilerek bu program çerçeves/
içinde, Kur'ân'ın belagat ve İcazı da gözönünde bulundurularak âyetlerin
manâları açıklanmış ve öncelikle müslümanların sonra da bütün insanların,
Kur'ân'ın irşad ettiği istikamette müşkillerinin halline çalışılmıştır.
Kur'ânın gayesi,
şüphesiz, insanları zulmetten nura dalâletten hidayete çıkarmak ve onlara
dünya ve âhiret saadetini müjdelemektir. Fakat bu müjdenin her iki saadeti hak
edenlere âit olduğuna da şüphe yoktur. Oysa nice insanlar vardır ki, zulmete
alışan gözlerini Kur'ân'ın nurlu ışığına karşı açamamış, zulmette kalmayı tercih
etmişlerdir. Kur'ân, böy-lelerine de kötü akıbetlerini haber vermiş, onları
Cehennem azâbıyle tehdit etmiştir. Kur'ân'ın bu aslî görevi karşısında
insanların onun irşadına tâbi olarak kendilerini dünya ve âhiret saadetine
ulaştıracak olan nurlu yola sülük etmeleri gerekir. Ancak bu da, onların,
Kur'ân'ın bu ulvî gayesini ve aslî görevini iyi bilip anlamalarıyla mümkün
olur. İşte, içtimâi tefsirlerin kusursuz bir şekilde gerçekleştirmeye
çalıştıkları görevlerin başında, insanlara Kur'ân'ın bu aslî gayesini anlatmak
olmuştur.
Kur'ân, bu gayenin
gerçekleştirilmesi maksadıyle tarihin derinliklerine intikal etmiş, eski
kavimlerin davranışlarını, yaşayış biçimlerini, îman ve küfürlerini, sonra da
sevap ve ıkâb yönünden akıbetlerini kıssalar halinde gün ışığına çıkarmış ve bu
kıssaları akıl ve idrak sahibi insanların ibret nazarlarına sunmuştur. Ancak
bazı devirlerde bu kıssalar, yahudî ve hıristiyanlann dillerinde dolaşan
hikâyelerle açıklanmaya çalışılmış ve böylece Kur'ânı bir kıssa, isrâilî bir
renge boyanmıştır. İçtimâi tefsirlerde bu kıssaların boyaları temizlenmeye ve
Kur'ânî hüviyetleri içinde tefsîr edilmeye çalışılmıştır.
Daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, herhangi bir âyetin tefsirinde başvurulması gereken başlıca üç
kaynak vardır. Ya o âyet, yine kendisi gibi bir başka âyet tarafından beyan
edilmiştir: Mücmel ise mübeyyeni, mutlak ise mukayyedi, âmm ise hâssı vardı'r
ve bunlardan ikincisi dâima ilkinin tefsiri için bir kaynak teşkil eder. Yahut
âyet, Hazret-i Peygamber tarafından tefsîr edilmiştir, Yahutta sahabeden âyetin
tefslriyie ilgili tefsire ışık tutan sahîh rivayetler gelmiştir. Eğer bu üç
kaynaktan hiçbiri mevcut değilse, müfessir, diğer tefsirlerin yardımıyie
çalışmasını sürdürür; Kendi içtihadına dayanarak ya daha önce yapılmış
tefsirlerden gerçeğe yakın gördüğünü tercih eder, yahutta bunların hiçbirine
itibar etmeksizin âyeti bizzat kendisi tefsîr eder. Edebî - içtimaî tefsirlerde
âyetlerin tefsir metod-lanndan biri de bu olmuştur.
İşte, yukarıdan beri
açıklamaya çalıştığımız bu son tefsîr şekil, son asırda İslâm âleminde revaçta
olan ve kanaatımızca Kurfân-ı Kerîmin de irşad gayesine uygun düşen bir tefsîr
şeklidir. Mümessilleri arasında Muhammed Abduh (Ö. 1905) Muhammed Reşîd Rıza
(Ö.1935), Ahmed Mustafa Merâğl (Ö.1945) ve Seyyid Kutub (Ö.1966)u zikretmek
gerekir.
Kur'ân tarihi ve
tefsiri hakkında, mümkün olduğu kadar teferruata kaçmadan vermeye çalıştığımız
bu kısa bilgiden sonra, Allah'ın bize tamamlanmasını nasîb ettiği fatiha ve
Bakara sûrelerinin îefsîri hakkında şu mukaddimeye ilâve edebileceğimiz bir kaç
kelimelik söz, bu çalışmamızın da, biraz önce açıkladığımız edebl-ictirnâî
tefsîr çeşidine girdiğini belirtmekten ibaret olacaktır. Ancak bunu
belirtirken, şu hususa da hemen işaret etmek gerekir ki, bazı edebl-ictimâî
tefsirlerin, akla fazlasıyla yer vererek özellikle âhâd haberlere ve bu arada
Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen sahih hadîslere itibar etmemeleri ve
bazı meselelerde mutezileyi hatırlatır bir davranışa sahip olmaları
dolayısıyla uğradıkları itirazlar gözönünde bulundurularak, onların düştükleri
bu çeşit hatalara düşmekten titizlikle kaçınılmıştır. Bununla beraber, Cenâb-ı
Hakk'ın, ihlâsla ve yalnız hayır murad ederek yün'jttüğümüz bu çalışmada,
bilerek veya bilmeyerek düştüğümüz hatalar olmuşsa, bu hataları bağışlamasını
dileriz. Çalışmamızı rızasına muvafık hayırlı amellerden eylemesini ve onun
sayesinde dünya ve âhiretimizi hayra tebdil etmesini, sırf Allah'ın rızasını
kazanmak için başlamak cesaretini gösterdiğimiz Kur'ân Tef-şifini, yine bu
niyet içinde tamamlamayı bize nasîb etmesini ve bizi başarılı kılmasını niyaz
ederiz. Tevfık Allah'tandır.
27 Ramazan 1402 19
Temmuz 1982[21]
Abduh Muhammed,
Tefsîru'l-Menâr (Mısır 1366)
Abduh Muhammed, Cuz
Amme (Mısır 1322)
Ahmed Emîn, Fecru'l-
İslâm (Kahire 1945)
Ahmed İbn Hanbel,
Musned (Mısır 1313)
Alî el-Cârim-Mustafa
Emîn, el-Belâğatu'l-Vâzıha (Mısır 1963)
Afîes-Sâis, Tefsîru
âyâtVÎ-Ahkâm (Mısır 1373/1953)
Alûsî Mahmûd,
Rûhü'l-Ma'ânî (Beyrut)
Atay Hüseyin- Kutluay
Yaşar, Kufân-ı Kerîm ve Türkçe anlamı
(Ankara)
Ateş Süleyman,
Kur'ân-ı Kerîm ve yüce meali (Ankara 1980) Bâkıllâm, Îcâzu'l-Kur'ân (Mısır
1963) Beyzâvî, Envâru't-Tenzîl ve esrâm't-Te'vîl (İstanbul 1314) Bilmen Ömer
Nasuhî, Tabakâtu'l-Mufessirîn (Ankara 1962) Buharı, Sahih (İstanbul 1315)
Bursavî İsmail Hakkı, Rûhu'l-Beyân (İstanbul 1306) Cessâs Ebû Bekr,
Ahkâmu'l-Kur'an (İstanbul 1325) Cevad Ali, Târîhu'l-Arab kable'l-İslâm (Bağdad
1375/1956) Curcânî Abdu'I-Kâhir, Delâ'ilu'l-haz (Mısır) Çantay Hasan Basri,
Kur'ân-ı Hakîm ve Meali Kerîm
(İstanbul 1384/1965)
Dânî Ebû Amr,
el-Muhkem fîNukati'l-Masâhıf(D\maşk 1960) Derveze Muhammed İzzet,
et-Tefsîru'l-Hadis (Mısır 1383/1963) Dırâz Muhammed, İnitiation au Coran
(Türkçesi: Dr. Salih Akdemir) Doğrul Ömer Rıza, Tanrı buyruğu (İstanbul 1955)
Doğrul Ömer Rıza, Kur'ân nedir? (Ankara 1967) Ebû Dâvûd.Sunen (Mısır 1371/1952)
Ebû Hayyân, el-Bahru'l-Muhît (Mısır 1328) Ebu'S-Su'ûd, İrşâdu'l-akli's-Selîm...
(Mısır) Ebû Ubeyde, Mecâzu'l-Kur'ân (Mısır 1374/1954)
52
Ebyaıl İbrahim,
Târîhu'l-Kur'ân (Mısır 1965)
Ferrâ Ebû Zekeriyye,
Ma'âni'l-Kür'ân (Kahire 1374/1955)
Hazin, Lubâbu't-Te'vîl
fi ma'âni't-Tenzîl (Mısır)
İbn Ebî Dâvûd,
Kitâbu't-Mesâhıf (Mtsır 1355/1936)
İbn Hacer el-Askalânt,
Fethu'l-Bârî (Mısır 1319)
İbn Hacer el-Askalânl,
el-İsâbe (Mısır 1323)
İbn Hacer el-Askalânt,
Tehzîbu't-Tehzîb (Haydarâbâd 1325)
İbn Kesîr,
Tefsîru'l-Kur'âni'l Azîm (Mısır)
İbn Kuteybe, Te'vîlu
muşkili'l-Kur'ân (Kahire 1373/1954)
İbn Mâce, Sünen (Mısır
1349)
İbn Manzûr,
Lisânu'l-Arab (Beyrut 1388/1968)
Ibnu't-Arabî,
Ahkâmu'l-Kur'ân (Mısırl 376/1957)
İbnu'l-Cevzî,
Zâdu'l-mesîr fi ılmi't-Tefsîr (Dımaşk 1384/1964)
İzmirli İsmail Hakkı,
Ma'âni'l-Kur'ân (İstanbul 1343/1927)
Jeffery Arthur,
Mukaâdemetân fi ulûmi'l-Kur'ân (Mısır 1954)
Kâzî Abdu'l-Fettâh,
Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbeti ve'l-Mufessirîn
(Mısır) Kâsıml Muhammed
Cemâlu'd-Din, Tefsîru'l-Kâsımi
(Mısır 1376/1957)
Keskioğlu Osman,
Kur'ân Târihi (İstanbul 1953) Kurtubî, el-Câmi U-AhkâmVl-Kurân (Kahire
1372/1952) Mahallî-Suyûtî, Ceiâlu'd-Dln, Tefsîru'l-Celâleyn (Kahire)
Mennâu'l-Kattân, Mebâhıs fi ulûmi'l-Kur'ân (Beyrut 1396/1976) Merâğî Ahmed
Mustafa, Tefsîru'l-Merâğî (Mtsır 1382/1962) Mucâhid, Tefsîru Mucffid (Duna
1396/1976) eUMuntehab fi tejstri'l-Kur'âni'l'Kerîm (Kahire 1393/1973) Muhammed
Hamidullah, Kur'ân Târihi (İstanbul 1965) Muhammed Ferid Vecdi,
el-Mushaju'l-Mufesser (Mısır) Müslim İbnu'l-Haccâc, Sahîh (Mısır 1373/1955)
Nesal Sünen (Mısır 1348/1930) Nesefî Mahmüd, Tefsîru'n-Nesefî (Mısır) Okiç
Muhammed Tayyib, Kur'ân-ı Kerîm'in uslûb ve kıraati
(Ankara 1963)
Râfil Mustafa Sâdık, İcâzu'l-Kur'ân
(Kahire 1375/1965) Sa'ldt Abdu'l-Muteâl, en-Nazmu't-Fenniy fi'l-Kur'ân (Mısır)
Seyyid Kutub, Fî zılâlVUKur'ûn (Türkçesi: E. Saraç, İ.H. Şengüler,
B.Karlıga, İstanbul
1970)
Subhl es-Sâlih,
Mebâhıs fi Ulûmi'l-Kur'ân (Beyrut 1969) Suyûtf Celâlu'd-D7n, Ed-Durru'l-Mensûr
(Beyrut)
Suyûtl Celâlu'd-Dîn,
el-îtkân fi Ulûmi'l-Kur'ân (Mısır 1370/1951) Suyûtî Celâlu'd-Dîn,
Mu'tereku'l-Akrânfitcâzi'l-Kur'ân (Mısır 1969) Şahhâta Abdullah
Mahmûd, Târîhu'l-Kur'ân ve't-Tefsîr \
(Mısır 1392/1972) j
Şahhâta es-Seyyid,
M.A.Ca'd Mevlâ, el-Becevl 'A.Muhammed,
M.Ebu'l-Fadl ibrahim,
Kasasu't-Kur'ân (Kahire 1373/1954)! Şeltût Mahmud, ei-Fetâvâ (Mısır 1971)
Şevkânî, Fethu'l-Kadîr
(Mısır 1393/1973) I
Taberî İbn Cerîr,
Câmi'u'l-Beyân an te'vîli'l-Kur'ân (Mısır 1373/19Ş4) Tabersî Ebû Ali,
Mecma'u'l-Beyân (Tahran) Tirmizl, Sünen (Mısır 1356/1937) Tûsî,
Tefsîrü't-Tıbyân (Necef)
Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl
(Mısır 1315) \
Yazır Muhammed Hamdi,
Hak Dîni Kur'ân Dili (İstanbul 1935); Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire
1373/1953)
Zehebl Muhammed
Hüseyin, et-Tefsîr ve'l-Müfessirûn
(Mısır 1381/1961)
Zencânî Ebû Abdillah,
Târîhu'l-Kur'ân (Beyrut 1388/1969) Zerkânî Muhammed Abdu'l-Azlm,
Menâhılu'l-İrfân (Mısır 1372)' Zerkeşî, el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân (Mısır
1376/1957) [22]
[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/5-6.
[2] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/7-8
[3] Câhiliye devrindeki nikah şekilleriyle ilgili bu haber
için bkz. Buhârî. Sahih. VI. 132: Ebû Dâvûd, Sünen. 1.528.
[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/8-17.
[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/17-22.
[6] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, 1.1-2; Müslim, Sahîh,
IV. 1817.
[7] Hadis içînJokz. Müslim, Sahih, I. 300.
[8] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/22-26.
[9] Hazret-i Peygamberin, bir âyet nâzil olduğu zaman,
vahiy kâtibini çağırarak «bu âyeti, şu sûrede zikredilen şu âyetlerin yanına
koyun» dediğine dâir bir haber için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 1.181.
[10] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, iv. 183; Müslim, Sahîh,
iv. 1904.
[11] Kur'ân'm cem'iyie ilgili bu haber için bkz. Buhârî,
Sahîh, v. 21 o
[12] Kur'ân'ın cem'i ve teksiri hakkındaki haber için bkz.
Buhârî, Sahîh, VI. 98-99.
[13] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/26-30.
[14] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/30-36.
[15] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/36-38.
[16] Hadîs için bkz. Tirmizl, Sünen, v. 204; Ahmed ibn
Hanbel, Müsned, iv. 378
[17] Hadîs için bkz. Tirmizî, Sünen, V. 218; Ahmed İbn
Hanbel, Müsned, 1.153; V. 12
[18] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, I. 300; Ebû Dâvûd,
Sünen, I. 181; II. 538; Tirmizî, Sünen, IV. 680-681; Nesâî, Sünen, II. 134;
Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III. 102, 220; VI. 281.
[19] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/38-42.
[20] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, II. 287; Tirmizî,
Sünen, v. 200.
[21] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/42-50.
[22] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/51-53.