KUR’AN-I KERİM MEAL VE TEFSİRİ 2

Takdim.. 2

Mukaddime. 2

A. Kur'an-ı Kerim Hakkında Genel Bilgîler 2

1. Kur'ân Nedir, Nasıl Bir Kitaptır?. 2

2. Kur'ân Niçin İndirilmiştir?. 3

3. Kur'ân Kime İndirilmiştir?. 7

4. Kur'ân Nasıl İndirilmiştir?. 9

5. Kur'ân Nasıl Toplanmıştır?. 11

6. Kur'ân'ın İcazı (Eşsizliği) 13

B. Kur'an Tefsirine Giriş. 15

1, Tefsire Neden İhtiyaç Vardır?. 15

2, Tefsîr'in Kaynakları 16

3. Tefsîr Faaliyetleri 18

Bibliyografya. 22

 

KUR’AN-I KERİM MEAL VE TEFSİRİ

 

Takdim

 

Yüce dinimizin ana kay nağı, ilâhi ve semavî kitapların sonuncusu*en mükemmeli ve en büyüğü olan Kur'an-ı Kerim'in, en çok basılanve okunan bir kitap olduğundan şüphe yoktur. İlâhi hikmetler sebebiyle Arapça ola­rak indirilen Kur'an-ı Kerim'de neler buyu-rulduğunu, nelerden bahsedildiğini öğren­meye çalışması her müslümanın samimi arzu­sudur. Bu gerçekten hareket eden ve bu arzu­lara cevap vermek isteyen ilim adamları her yerde ve her devirde Kur'an-ı Kerim'i konuş­tukları dile çevirmeye ayrı bir itina göstermiş­lerdir.

Bu istek ve arzuların yoğun bulunduğu ülkelerden birisi de hiç şüphesiz Türki-ye'mizdir. XI. yüzyıldan beri Kur'an-ı Ke­rim'in Türkçe meal ve tefsirlerinin yapıla-geldiği ülkemizde, yurttaşlarımızın ısrarlı müracaatları üzerine Başkanlığımız ilk defa 1961 yılında üç cilt halinde bir meal neşret­miş, daha sonra yeniden teşkil edilen bir kurulun tetkikinden sonra halen yayınlan­makta olan meali, tek cilt halinde hizmete sunmuştur.

Bilindiği gibi meal, Kur'an~ı Kerim'in, Arapça aslına en uygun ve en yakın şekilde Türkçe ile ifadesidir. Bu insanüstü ilâhî kita­bın kelime kelime aynen Türkçeye veya başka bir dile çevrilmesi -takdir edileceği üzere-mümkün değildir. Kaldı ki kelime kelime ifade edilse bile bu ifadelerd&Jci ilâhî iradenin ne olduğunun anlaşılması uzun açıklamalara lühtaçtır. İşte tefsirler bu ihtiyaca cevap etmek üzere kaleme alınan eserlerdir.

Başkanlığımız için büyük bir eksiklik olan bir telif tefsirin yazdınlması işi uzun zamandan beri zihnimizi meşgul eden önemli bir konu idi. Bu eksikliğin, mevcut Türkçe tefsirlerin sadeleştirilerek yayınlanması yolu ile telafi edilmesi zaman zaman düşünülmüş ise de karşımıza çıkan bazı engeller, bu dü­şüncenin gerçekleşmesine izin vermemiştir.

Mümkün olduğu ölçüde çağımızın ihti­yaçlarına cevap verecek nitelikte ve yaşayan Türkçe ile bir tefsir hazırlatttrüması çalışma­larımız, nihayet şu anda elinizde Vnci cildi bulunan eserin yazarları sayın Prof. Dr. Talât Koçyiğit ile sayın Prof Dr. İsmail Cerrahoğlu'nun bu zor ve ulvî görevi üst­lenmeleri ve birinci cildini tamamlamaları ile ilk meyvesini vermiş oldu.

Temennimiz, yaklaşık 6 cilt halinde siz okuyucularımıza sunmak istediğimiz bu ese­rin, kısa sürede tamamlanmış olmasıdır. Bunun için sayın yazarlarımıza çalışmala­rında Cenab-ı Haktan üstün basanlar te­menni ediyorum.

Halisane niyetlerle başladığımız ve hal­kımıza yararlı olacağına inandığımız bu de­ğerli eserin birinci cildini Cumhuriyetimizin 60'ncı yılında sizlere sunmakla mutluyuz.

Allah'ın selâmı, rahmeti ve bağışlaması üzerinize olsun.

Tayyar Altı Kulaç

Diyanet İşleri Başkanı                                            

(1983)[1]

 

Mukaddime      

 

A. Kur'an-ı Kerim Hakkında Genel Bilgîler

 

1. Kur'ân Nedir, Nasıl Bir Kitaptır?

 

Kur'ân, Allah Ta'âlâ'ntn, peygamberler silsilesinin son halkasını teş­kil eden Muhammed (s.a.s.)'e vahiy yoluyla ve Cebrail vasıtasıyle indir­diği mukaddes kitabın adıdır. Kur'ân-ı Kerim'in pek çok yerinde bu mukaddes kitabın Kur'ân adı altında zikredildiği görülür. Meselâ Bakara sûresinin 185 inci âyetinde Ramazan ayından söz edilirken, insanlara yol gösteren ve hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur'ân 'm bu ay içinde indiril­diği bildirilmiş, En'âm sûresinin 19 uncu âyetinde, Hazret-i Peygamber'e «bu Kur'ân, bana, sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için vahyolundu» demesi emredilmiştir. Yûsuf sûresinin ilk üç âyetinde Kur'ân'dan söz edilerek şöyle buyurulmuştur: «Elif. Lam. Râ. Bunlar, (bütün gerçeği) açıklayan Kitab'ın âyetleridir. Biz onu anlayasınız diye arapça bir Kur'ân olarak indirdik. Ey Muhammed! Sana vahyettiğimiz bu Kur'ân ile kıssala­rın en güzellerini anlatıyoruz. Halbuki önceden sen, bunlardan habersiz­din.» İsra sûresinin 9-10 uncu âyetlerinde de «bu Kur'ân, insanları en doğru yola iletir. İyi iş işleyen mü'minlere büyük mükâfat olduğunu müjde­ler; âhirete inanmıyanlara da acısı büyük azâb hazırladığımızı haber verir» denilmiştir.

Örnek olarak sadece bir kaçının meallerini zikrettiğimiz bu âyei-i kerimeler, Kur'ân kelimesinin, Allah Ta'âlâ tarafından Hazret-i Peygam­ber'e vahyedilen kitaba özel bir ad olarak verildiğini göstermeye yeterli­dir.

Müfessirler, Kur'ân kelimesinin lügat yönünden kökünü araştırmış­lar, fakat belirli bir görüş üzerinde ittifak edememişlerdir. Bazılarına göre kelime, hiçbir kökten türememiştir. Bu sebeple o, Allah kelâmına, bizzat Allah Ta'âlâ tarafından verilmiş özel bir isimdir.

Kelimenin bir kökten türemiş olduğu görüşünü ileri sürenler ise, hemzenin aslî harflerinden biri olup olmaması yönünden onu değişik şekillerde açıklamaya çalışmışlardır. Hemzeyi onun aslî harflerinden saymıyanlara göre Kur'ân, bir şeyi bir şeye zammetmek, yaklaştırmak manâsına gelen kimine kökünden türemiş bir isimdir. Bu manâda Kur'ân, sûreleri, âyetleri ve harfleri biribirine yaklaştırılmış, eklenmiş bir kitap demektir. Diğer bir görüşe göre kelime, eş ve benzer manâsına gelen karin (kara in) den müştaktır. Zira Kur'ân âyetleri birbirine benzer ve birbirini teyîd ve tasdik ederler.

Kelimeyi hemzeyle okuyanlar ise, bazısı onun toplamak manâsına gelen kary'den müştak olduğunu söylemişlerdir. Bu manâda Kur'ân, sûre ve âyetleri, yahut kendinden önce indirilmiş olan mukaddes kitapla­rın, özellikle itikada taalluk eden esaslarını, yahutta bütün ilimleri öz olarak kendinde toplayan, biraraya getiren kitabın adıdır. Diğer bazıları ise, kelimenin tilâvet etmek, okumak manâsına gelen kara e kökünden türemiş mef'ûl manâsında bir masdar olduğunu ileri sürmüşlerdir ki, »okunan kitap» demektir. İslâm âlimleri arasında tercih edilen görüşün, bu sonuncusu olduğu anlaşılmaktadır.

Allah Ta'âlâ'nın, Peygamberine indirdiği bu yüce kitabı, O'nun muh­telif sûrelerinde zaman zaman değişik isimlerle zikrettiği de görülür. Meselâ Duhân sûresinin ilk âyetlerinde Hû-Mîm. Ve'l-Kitabi'l-mubîn buyurduğu zaman, Kur'ân'ı, Kiıâb ismiyle zikrettiği anlaşılır ki, bu ismin Kur'ân-ı Kerim'de sık sık tekrar edildiği görülür. Bunun gibi, Kur'ân'a delâlet etmek üzere keltumdlah. Nur, Hııdâ, Rahmet, Furkân. Şifâ, Mev'ize, Zikr gibi isimler zikredilmiştir Ki, bazı müellifler, Kur'ân veya Kitab'a sıfat olarak gelen tabirleri de sıralayarak, bu isimlerin sayısını yüze kadar çıkarmışlardır.

Allah Ta7âlâ tarafından Hazret-i Peygamber'e vahiy yoluyla gönde­rilmiş ve gönderildiği ânda yazıya geçirilmiş olan Kur'ân-ı Kerim, her birinin özel ismi bulunan ve sûre denilen 114 bölümden meydana gelmiş­tir. Her sûrenin birbirinden farklı sayılarda âyetleri vardır, Kur'ân-ı Ke-rîm'in mukaddimesi mahiyetinde olan Fatiha sûresi nazarı dikkate alın­mazsa, 286 âyetten müteşekkil olan Bakara sûresi, Kur'ân'ın başında, 3 ilâ 10 âyet'li en kısa sûreleri ise, sonunda yer almıştır. Bu bakımdan Kur'ân'da uzun sûrelerden kısa sûrelere doğru geçişi gösteren bir terti­bin bulunduğu dikkati çeker. [2]

 

2. Kur'ân Niçin İndirilmiştir?

 

Yukaca mahiyetine kısaca işaret ettiğimiz Kur'ân~ı Kerim'in Hazret-i Peygamber'e ınaıriliş sebebini anlayabilmek için, O'nun indiril­diği sıralardaki insanlık âlemine kısa bir göz aımak faydalı olacaktır.

Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerîm, milâdî yedinci asrın başlarında Arabis­tan Yarımadası'nın Hicaz bölgesinde nazil olmaya başlamıştır. Bu sıra­larda Arabistan dışında iki büyük devlet birıbirieriyle devamlı bir müca­dele halinde bulunuyor ve her ikisi de Arabistan için büyük bir tehline teşkil ediyordu. Bunlardan birisi, Suriye ve Mısır'ı da elinde bulunduran Bizans veya Rûm, diğeri ise, Irak ve Yemen'e hâkim olan Pers veya Fürs imparatorluğuydu ve her iki imparatorluk da, coğrafî mevkiinin önemi, özellikle Rumlara Hind yolunu açacak olması dolayısıyle Arabistan üze­rindeki hâkimiyetlerini yaymaya çalışıyordu.

İranlıların dîni Mecusilikti, yahut Zerdüşt dînine bağlıydılar, Bij se­beple, hâkimiyetleri altında bulunan Irak ve Yemen'de de bu dînin yayıl­mış olduğunu ve Arabistana buralardan sızdığını kabul etmek gerekir. Bizanslılar ise Hıristiyan idiler; hâkim oldukları Suriye ve Mısır'da bu dîni yaymışlar, onun aynı zamanda Arabistan'a da girmesine yardımcı olmuş­lardı. Zaten Pers'lerden önce Hıristiyan habeşlilerin işgalinde bulunan Yemen'de Hıristiyanlık yaygın bir halde bulunuyordu. Yahudiliğin ise, Suriye ve Filistin'de hıristiyanların baskısına maruz kalan yahudîlerin güneye doğru göç etmeleri neticesinde yayıldığı görülür.

Bu değişik dîn ve inançlar, komşu ülkelerden Arap Yarımadasına girip kendilerine bazı yerleşim merkezleri sağlamaya çalışırken, bu ülke­nin asıl sahipleri olan araplar ise, müşrikliğin değişik görüntüleri altında kendi inançlarını koruma gayreti içinde bulunuyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm, İslâm öncesinde Arap Yarımadası'nda yaygın olan çeşitli dîn ve inanç­lara Hacc sûresinin 17 nci âyetinde işaret ederek şöyle demiştir: «İman edenler, yahudîler, sabitler, nasranîler, mecüsller ve müşrikler arasında. Allah kıvamet günü hüküm verecektir. O, her şeve kaadirdir.»

Ayet-i kerlme'den de anlaşıldığı gibi.jslâm'dan önce Arabistan'da bulunan başlıca dînler, Yahudilik, Sâb'rilik, Hıristiyanlık, Mecusîlik ve bir de müşrik dînidir.                                     

Ancak bu değişik dîn ve inançlardan hiçbirinin, mensuplarını gerçek "dîn» mefhumunun delâlet ettiği hak yola ulaştırması mümkün değildi. Bu

dînlerden bilhassa Yahudilik ve Hıristiyanlık, ilk insanın yaratılışından bu yana, Allah tarafından gönderilen peygamberler silsilesi içinde vücut bulmuş olmalarına rağmen, Yahudi ve Hıristiyanların maksatlı davranışla-

rıyle asil hüviyetlerinden uzaklaştırılmış, gayelerinden de saptırılmışlardı.

Filhakika gerçek dîn, Kur'ân-ı Kerîm'in İhlâs sûresinde de açıklandığı gibi, tevhîd esası üzerine bina kılınmıştır; «Allah birdir. Her şevden müs7<jm, fakat hor şey O'na muhtaçtır. Ne doğurmuş, ne de doyurulmuştur. )"nmı hiçbir eşi ve dengi yoktur.» İlk insandan itibaren Allah'ın zaman [aman gönderdiği peygamberleri vâsıtasıyle insanlara tebliğ ettiği dînin tsası da budur. Nasıl ilk peygamber Adem (a.s.)'e bu esası öğretmişse, on Peygambere de aynı esası öğretmiş ve bunun bütün insanlara öğretilmesini emretmiştir. Nitekim Enbiyâ sûresinin 25 inci âyetinde bu ususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: «(Ey Muhammedi) Senden nce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona. benden başka ilâh voktur; alnız bana ibadet edin, diye vahyetmiş olmıyalım».

Tevhidin bütün insanlara talîmi hususundaki gerçek bu olunca, ya-udîlerin hıristiy anların, yahut kendilerini başka bir dînin mensubu olarak mıtan diğer insanların bu tevhîdden haberdâr olmamış ve kendilerine Gönderilen peygamberlerin, onu kendilerine teblîğ etmemiş olmaları lümkün değildir.

Bütün peygamberler, Allah katında bir tek olan dîni insanlara teblîğ tmek ve öğretmek için gönderilmişlerdir. Ancak ilk peygamberden son >eygambere kadar gelip geçmiş bütün peygamberlerin teblîğ ettikleri erîat ahkâmı arasında bazı farklar varsa, bu, insanlık âleminde varlığı içbir akıl sahibi tarafından inkâr edilemiyecek olan gelişmeye paralel bir iînî gelişme olarak değerlendirilmek gerekir. Bu bakımdan, her pey­gamber, insanlara teblîğ ettiği dîni, kendinden önceki peygamberin teb-ğ ettiği dîni tamamlayan, zamanın ihtiyaçlarına cevap vermeyen hüküm-rini tadil eden, yeni hükümler getiren ve fakat akaid, ibadet ve ahlâk gibi vînin özüne taalluk eden hususlarda biribirini dâima ve mutlaka teyîd ve asdîk eden bir hüviyete sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Kur'ân-ı ferîm'de, Mâide sûresinin 44 üncü âyetinde "içinde hidayet ve aydınlık lan Tevrat'ı biz indirdik...»; 46 nci âyetinde »onların ardından Meryem \>ğlıı isa'yı, ellerindeki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderdik»; 48 İnci âyetinde de "(Ey Muhammedi) Sana da hak olarak kendinden evvelki kitapları tasdik edici olarak ve onlara bir şâhid olmak üzere Kur'ân'ı indirdik...»; Bakara sûresinin 41 inci âyetinde yahudîlere hitap edilerek ^elinizde bulunan Tevrat'ı doğrulamak üzere indirdiğim Kur'ân'a îman udin»; 91 İnci âyette «kendilerine, Allah'ın indirdiği Kur'ân'a îman edin, denildiğinde, biz, bize indirilen Tevrat'a inanırız, diyorlar ve Tevrat'tan başkasını, ellerindekini tasdik edici olarak gönderilen bir hak olmasına rağmen inkar ediyorlar» buyurulmuş olması da bunu teyîd eder.

Akaid konusunda hiçbir peygamber bir diğerinden farklı inanç ge­tirmemiştir. Allah'a, Allah'ın birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygam­berlerine, kadere, ahiret gününe ve bu gündeki hesaba îman, bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri esaslardır. Mu'minûn sûresinin 57-52 ncı âyetlerinde «ev peygamberler! '/emiz şeylerden yeyin; sâlih amel işleyin. Şüphesiz ben ne yaptığınızı bilirim. Ve. işte bu ümmetiniz, (hepsi (ek bir dîne, İslâm dînine bağlı oldukları için) tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabb'ınt-zım; ben'den korkun» buyurulmuş ve bütün peygamberlere, helâl kazan­an, ibadetin ve sâlih amelin emredildiği açıklanmıştır. Enbiyâ sûresinin 73 üncü âyetinde Lût, İbrahim, İshak ve Yakûb'tan söz edildikten sonra, »onları, emrimizle insanları doğru yola ileten imamlar yaptık; onlara hayırlı işler yapmavı. namaz kılıp zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden kimselerdi»; Meryem sûresinin 55 inci âyetinde Hazret-i İsmail «etrafında bulunanlara, namaz, kılmalarım emrederdi»; Tâ-Hâ sûresinin 14 üncü âyetinde Hazret-i Musa'ya hitap edilerek «şüphesiz ben Allah'ım; benden başka tanrı yoktur; bana kulluk et; ben'i anmak için namaz kıl»; Meryem sûresinin 30-31 inci âyetlerinde henüz çocuk olan Hazret-i İsâ 'nın ağzın­dan, «beny şüphesiz Allah 'm kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti» buyurulmak suretiyle, bu peygamberlere namazı kılmanın, zekât vermenin ve hayırlı iş işlemenin nasıl emredildiği bildirilmiştir. Bakara sûresinin «ey îman eden­ler! Oruç, sizden önceki milletlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı» mealindeki 183 üncü âyetinden de anlaşıldığı gibi oruç, geçmiş pey­gamberler tarafından biliniyordu. Hacc ise, Hacc sûresinin 27 nci âye­tinde bildirildiği gibi, İbrahim (a.s.)'e farz kılınmış, ayrıca insanları hacca davet etmesi emredilmiştir.

Daha önce işaret ettiğimiz Bakara sûresinin «elinizde bulunan Tev­rat'ı doğrulamak üzere indirdiğim Kur'ân'a îman edin-* mealindeki41 İnci âyeti gözönünde bulundurulursa, Allah Ta'âlâ'nın, Hazret-i Musa'ya in­dirdiği şerîat ahkâmını ve ahlâkî kaideleri bazı değişikliklerle ve farklı bir uslûbla Hazret-i Peygamber'e de indirmiş olduğu anlaşılır. Her ne kadar bugün yahudîlerin elinde bulunan Tevrat'ın Hazret-i Musa'ya indirilen Tevrat'tan çok farklı olduğu bilinirse de, içinde şifahi rivayete dayalı bazı sahîh haberlerin bulunduğunu da kabul etmek gerekir. Bu haberler ara­sında Kur'ân hükümlerine benzer hükümler bulunması gayet tabiîdir. Meselâ Tevrat'ın Çıkış kitabında 20 nci bâbta yer alan meşhur «on emir» in, hem Matta İncili (bâb 5)nde yer alan Hazret-i isa'nın dağdaki vâzı, hem de Kur'ân-ı Kerîm ile tasdik edildiği görülür. Ancak, Tevrat ve İn­cil'de, bu emirler topluca zikredildiği halde, Kur'ân'da Mekkî ve Medenî sûrelerde dağınık olarak ve ihtiyaç duyulduğu zamanlarda meselelere çözüm getiren birer hüküm şeklinde indirilmiştir.

İtikad, ibadet ve ahlâkla ilgili konularda, mukaddes kitapların getir­dikleri hükümler arasındaki bu benzerlik, hepsinin de tek bir kaynaktan neş'eî ettiklerini ve hepsinin de tek bir gayede birleştiklerini gösterir. Gerek Tevrat ve gerekse İncil ve Kur'ân, hepsi de Allah Ta'âlâ tarafından indirilmiş olmaları dolayısıyle menşeleri, hepsi de insanları Allah'ın tek olan dînine davet etmeleri dolayısıyle de gayeleri bir olan kitaplardır ve hiçbir dîn mensubunun bu gerçeği inkâr etmemesi gerekir.

Ne var ki, gerek Yahudiler ve gerekse hıristiy anlar, Allah'ın bir olan dinini parçalamışlar, kendi hevâ ve heveslerine uygun bir takım sapıklık­lara din diyerek Yahudilik ve Hıristiyanlık adı altında inanmışlar, sonra da birbirlerini kötülemeye çalışmışlardır. Bakara sûresinin 113 üncü âye­tinde de açıklandığı gibi, yahudîler, hıristiy ani arı itham ederek, hak yol üzerinde olmadıklarını ileri sürmüşler, hıristiyanlar da yahudîler hakkında aynı iddiada bulunmuşlardır. Oysa ellerinde bulunan kitaplar, biribirlerini tasdik ederek ve kendilerinden sonra gelecek olan kitap sahibi peygam­berleri haber vererek kendilerini tek bir yola davet ediyorlardı ve eğer bunlar kendi kitaplarına îman etmiş olsalardı, yolları ayrılmaz, son gelen peygambere ve ona indirilen Kur'ân'a da îman ederlerdi.

Kur'ân-ı Kerîm, yahudîlerin kendi peygamberlerine ve kitaplarına inançsızlıklarını bütün açıklığıyle gözler önüne sermiştir. Bakara sûresi­nin 47 nci âyetinden itibaren onlara ihsan edilen sayısız nimetlere rağ­men, onların bu nimetler karşısında nasıl nankörlük edip küfre daldıklarını örnekleriyle görmek mümkündür. Firavun ordusundan kurtarıldıktan sonra, Mûsâ (a.s.) nın kırk günlük yokluğundan faydalanarak bir buzağı heykelini kendilerine tanrı edinmeleri (âyet 51), Allah'ı apâşikâr görme­dikçe Mûsâ 'ya inanmıyacaklarını söylemeleri (âyet 55), kendilerine kesme­leri emredilen bir sığırı kesmemek için direnmeleri (âyet 67). Allah'tan başkasına ibadet etmemek, anaya, babaya, akrabaya, yetimlere ve yok­sullara iyilik etmek, insanlara güzel söz söylemek, namazı kılıp zekâtı vermek hususunda kendilerinden alınan Mîsakı ihlâl etmeleri (âyet 83), kendilerine gönderilen peygamberlerden bazılarını inkâr edip bazılarını öldürmeleri {âyet 92), Allah'ın vahyini peygamberlere getiren Cebrail'e düşman olmaları (âyet 97), yahudîlerin gerçek dînden ne kadar uzak kal-dıklarını gösteren bir kaç örnektir. Ellerindeki Tevrat'ı ne derece tahrif etmiş olurlarsa olsunlar, içerisinde, onların bu inançsızlıklarını tasvîb, yahut küfürlerine mesned teşkil eden tek bir ibareye rastlanmıyacağına şüphe yoktur.

Hıristiyanlar da yahudîlerden farklı değillerdi. M aide sûresinin 14 Üncü âyetinde «biz nasranîyiz diyenlerden de mîsak almıştık; fakat onlar, birden fazla erkekle düşüp kalkması sebebiyle zina da , İslâm öncesi araptan arasında yaygındı. Bir adam, soylu bir evlâd sahibi olmak istediği zaman, karısını hayızdan temizlendikten sonra, soylu birine gönderir ve onunla beraber bulunmasını isterdi. İstibdâ nikâhı denilen bu birleşme şekli, şüphesiz zinadan başka bir şey değildi. Bazan bir kadın, on kişiden az erkekle bir arada bulunur, bunlardan birisinden çocuğu olduğu ve onu doğurduğu zaman, adamları çağırır ve aralarından birini seçerek çocu­ğun ona ait olduğunu söylerdi. Erkeklerden hiç biri çağrıldığı zaman gelmemezlik edemez, kendisine isnad olunan çocuğu da kabul etmek­ten çekinemezdi. Her gelen erkeği kabul eden ve bunu bildirmek için evinin üzerine bayraklar diken kadınlar da ayrı bir gurubu teşkil ediyor­lardı. Kadının bir çocuğu olursa, ona gelip giden erkekler toplanırlar, Kaif denilen ve neseblerden anlayan bir kişinin yardımıyle çocuğun babasını tayin ederlerdi. Bu adam da onu kabulden imtina edemezdi. [3]

İki erkeğin, karılarını değiştirmeleri (bedel), zina işleyemiyen hür kadının bir erkekle metres hayatı yaşaması (haden), babası ölen büyük oğlunun üvey anasını mehirsiz alması (makt) gibi değişik nikâh şekilleri de câhileye arapları arasında zinayı meşrulaştıran işlerdendi. İslâm, içki ve kumar gibi, zina ile birlikte bu çeşit nikâhları da haram kılmıştır.

Câhiliye devrinde araplar arasında yaygınlaşmış olan bir âdet yeni doğan kız çocuklarının diri diri gömülmeleriydi. Kız doğurmak, son de­rece büyük bir utanç vesilesi ve yüz karası iği. Aynı zamanda kız çocukla­rının aileyi yoksulluğa düşüreceklerine de inanıyorlardı. Bu sebeple aile­ler, doğan kız çocuğundan en kısa bir zamanda kurtulmak isterlerdi. Bunun için de bazı usullere başvururlardı. Eğer baba, kızın yaşamasını ister, onu öldürmeyi düşünmezse, çobanlık yapabilecek bir yaşa kadar onu zillet ve meskenet içinde tutar, o yaşa gelince, sınma yünden yahut kıldan yapılmış bir cübbe giydirip develerini\güdmesi için çöle gönderir­di. Eğer öldürmek isterse, altı yaşına kadar onu bırakır, bu yaşa geldikten sonra, bir gün çocuğun anasına onu giydirip süslemesini söyler. Sonra çocuğu alıp çöle, öldürüleceği yere götürür. Orada bir çukur kazar. Çocuğa, kazdığı çukura bakmasını söyler. Her şeyden habersiz o zavallı, başını eğmiş bakarken, babası arkasından it^r, sonra da, çukuru toprakla doldururdu. Bazı ailelerde ise, kadın, doğuıpun yaklaştığını hissedince bir çukur kazar ve doğacak çocuğu     beklbrdi. Eğer çocuk kız olursa, onu çukura atar ve üzerini toprakla doldururdu. İslâm geldiği zaman, hem En'âm sûresinin 151, hem de İsrâ sûresinin\31 nci âyetlerinde «yoksulluğa düşmek korkusuyle çocuklarınızı öldürmeyin» diyerek bu vahşice cinayetlere son vermiştir. Tekvir sûresinin 8-9 uncu âyetlerinde «diri diri gömülen kız çocuğuna (onu gömenlerin önünde) hangi günahtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman,... İnsanoğlu (dünyada iken âhiret için ken­disine) ne hazırladığım anlayacaktır» buyurulmak suretiyle bu cinayetleri işleyenlerin cezasına da işaret edilmiştir.

Câhiliye devrinde intikam duygusu, dînî bir akîde gibi bütün araplann içine işlemişti. Öldürülen herhangi bir kimsenin intikamı alınmadıkça, ruhunun huzur ve sükûn bulmayacağına inanılır, ailesi, akrabası ve kabi­lesi de bundan muazzeb olurdu. Öldürülenin bir baykuşa dönüşmüş olan ruhunun intikam alınıncaya kadar, kabri üzerinde «beni sulayınız» diye­rek çırpınması, intikam almaya sevkeden en kuvvetli inançlardan biriydi. Bu sebeple ailenin, akrabanın ve mensup olduğu kabilenin, onun kaati-linden veya onun yerine bir başkasından mutlaka intikamını alması gere­kirdi. İntikam almamak, veya intikam almaktan vazgeçmek, aileden kabî-leye kadar bir utanç vesîlesi olurdu. Kan, ancak kanla temizlenir, diyet kabul edilmezdi; kabulü ise, zayıflık ve acizlik sayılırdı. Kanın kanla temiz­lenmesi, ancak kanlar arasında eşitlik bulunduğu zaman mümkün olurdu. Bir kabile reisinin kanı,1 yine bir reîs kanıyle temizlenirdi; halktan aıâlade bir kimsenin kanı, reis kanını temizlemek için yeterli sayılmazdı. Bu sebepledir ki, çok defa intikam, kaatilden değil, fakat öldürülen insa­nın şerefine denk şerefteki suçsuz kimselerden alınırdı. Bu, şüphesiz büyük bir zulümdü. İslâm geldiği zaman, ancak kaatili cezalandıran kısas âyetleriyle bu zulmü ortadan kaldırmış ve insanlar arasında eşitlik ve adalet duygusunu yerleştirmiştir.

İşte, İslâm'ın zuhuruna tekaddüm eden câhiliye devrinde, çeşitli dîn mensuplarının gerek inanç gönünden ve gerekse bağlı bulundukları örf ve âdetleriyle sosyal yaşayıp yönünden arzettikleri durum, yukarıda bir kaçına kısaca işaret ettiğiniz örneklerin tümünün meydana getirdiği bir ; tablo görünümündedir: İnançsızlık, sapıklık, ahlâsızlık; kısacası, devre adını veren câhiliyet.           

Tarihin çeşitli dönemlerinde insanlar bu duruma geldikleri zaman, kendilerine dâima yol gösterici bir peygamber gönderilmiş ve bu pey- -gamberin rehberliğinde doğru yolu bulabilmişlerdir. Şimdi yahudl, hiris-tiyan ve müşrik araplann da böyle bir peygambere ihtiyaçları vardı. Zaten yahudîter, Bakara sûresinin 89 uncu âyetinde de bildirildiği gibi, ne kadar doğru yoldan uzaklaşmış olurlarsa olsunlar, zaman zaman müşrik arap-laria dînî konularda münakaşaya giriyorlar,kendi kitaplarında bir peygam­berin geleceğini bildiren haperlere dayanarak, müşriklere, bir pevgam kendilerine tebliğ olunanın bir kısmını unuttular. Onun için, biz de omur arasına kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık saldık» denilmek sure­tiyle hıristiyanlann nasıl doğru yoldan ayrıldıkları açıklanmış; yine aynı sûrenin 17 nci âyetinde, onların «Allah, ancak Meryem oğlu isa'dır» diyerek kâfir olmaları, sapıklıklarının en belirli örneği olarak zikredilmiştir. Hıristiyanlar! şirke götüren bu inanca göre, İsa'nın Allah olması, onu Allah'ın oğlu olarak kabul etmelerinin birneticesiydi. Nitekim Tövbe sûre­sinin 30 uncu âyetinde bu hususa da işaret edilerek «vahudilerin, Uzc\r Allah'ın oğludur; lurisiivanlann da Mesih (tsâ) Allah'ın oğludur, dedikle­ri» açıklanmış, bunu takip eden âyette ise, bu inançta olan kimselerin «Allah'ı bırakıp, âlimlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu Isâ'vi Rab edindik­leri bildirilmiştir.

İşte, İslâmiyet geldiği zaman kitap ehlinden olan ve Allah'a, Allah'ın birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanmaları gereken yahudî ve hıristiyanlann gerçek durumları bu idi. Bu halleriyle onların, diğer sapık dîn mensuplarından hiçbir farkları yoktu. Kitap ehlinin karsısında bulunan ve inançları itibariyle müşrik adını taşıyanlar ise, insanların büyük çoğunluğunu teşkil ediyor, Arabistan'da da bunlar çoğunlukta bulunuyordu. Bunların Allah'a inanan, fakat âhireti inkâr eden, hem Allah'ı hem âhireti inkâr eden, Allah'a ve âhiret gününün bir çeşidine inanmış olsa bile, peygamberleri inkâr eden çeşitli kolları vardı ve fakat hepsi de putlara ibadet ediyorlardı. Allah'a inananlar ise, ibadet ettikleri putların, kendileri için Allah katında şefaatçi olacaklarına inanıyorlardı. Allah Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerİm'de müşriklerin bu çeşitli inanç­larına zaman zaman işaret etmiş ve onları reddederek susturucu cevap­lar vermiştir: En'âm sûresinin 29 uncu âyetinde Allah'ı ve âhireti inkâr edenlere İşaretle bunların «bu dünya hayatımızdan başka haya! yok; biz tekrar dirilecek de değiliz, dediklerini» bildirmiş, Câsiye sûresinin 24 üncü âyetinde, yine aynı müşriklerden söz ederek bunların, «hayat, bu dünyada yaşadığımız hayattan İbarettir; yaşarız, ölürüz; bizi ancak zaman helak eder, dediklerini» haber vermiştir. Allah'a inanmış olsalar bile, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere, Yâ-Sîn sûresinin 78 inci âyetinde işaret edilmiş ve bunlar hakkında «kendi yaratılışını unutup bize misal veriyor ve çürümüş olan bu kemikleri kim diriltecek? diyor» denilmiştir. Zümer sûre­sinin 3 üncü âyetinde ise, Allah'a inandıkları halde putlara ibadet eden­lere işaret edilerek «Allah'tan başkasını dost edinenlerin, biz onlara bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, dedikleri» bildirilmiştir. Müşrik­lerin bir kısmı da, meleklerin ve cinlerin Allah'ın kızları olduklarını iddia ederek onlara ibadet etmişler ve bunların, kıyamet günü şefaatçi olacaklanna inanmışlardır. Nahif sûresinin 57 nci âyetinde «bir de Allah'a kızlar isnad ediyorlar» buyurulmak suretiyle bunlara işaret edilmiş; Zuhruf sûre­sinin 19 uncu âyetinde de, «Rahmanin kullan olan melekleri dişi saydık­ları» açıklanmıştır.

Kur'ân-ı Kerim 'in adlarını zikrettiği Mecusîlik ise, daha Önce de işaret ettiğimiz gibi, İranlıların dîniydi ve Arabistan 'a da onlar vasıtasıyle girmiş­ti. Mecûsîler, âlem için iki asıl veya iki tanrı îcad ederek, birine nûr, diğerine zulmet demişlerdir. Nûr, yeryüzündeki bütün iyilikleri ve iyi olan şeyleri, zulmet ise, bütün kötülükleri ve kötü olan şeyleri yaratmıştır. Bu sebeple, nûr ile zulmet arasında devamlı bir mücadele vardır. Bu müca­dele nûr'un galebesiyle neticelenecektir. Bu inanca sahip olan mecûsî-ler, bulundukları yerlerde nuru temsîlen içerisinde devamlı ateş yanan ateşgedeler kurmuşlar ve bu ateşe ibadet etmişlerdir.

Kur'an-ı Kerîm1 de zikri geçen sâbillere gelince, bunlar hakkında açık ve kesin bir bilgi mevcut değildir. Bunların gelişmiş bir müşrik fırkası mı, Yahudi Hıristiyan karışımı bir fırka mı, yoksa Hıristiyanlık perdesi altında gizlenen bir müşrik fırkası mı olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Bazı milel kitapları, sâbiîlerin ulûhiyeti ikrar ettiklerini, Allah ile O'nun bir «mu­tavassıtla teblîğ ettiği emir ve nehiyleri hakkında bir takım bilgilere sahip olmak gerektiğine inandıklarını, ancak bu mutavassıtın ruhanî olduğunu ileri sürerek yol değiştirdiklerini bildirmişlerdir. Nitekim bu inancın netice­sidir ki, melekleri ve yıldızları ilâhlaştırmıştar ve onlara ibadet etmişlerdir.

İşte, İslâm'ın zuhuruna tekaddüm eden devirlerde Arabistan ve çev­resinde yaşayan insanların dînî hayatları ve inanç sistemleri bundan ibaretti. Yahudîsiyle, hıristiyanıyle, müşrik ve mecûsîsiyle hepsi de, pey­gamberlerinin kendilerine teblîğ ettikleri tevhîd dîninden uzaklaşmış, küf­rün ve şirkin karanlık uçurumunda bocalayıp duruyorlardı. Ahlâk, inanç­sızlığın mubah kıldığı örf ve âdetler üzerine bina kılınmıştı. İçki ve kumar, günlük yaşayışlarının vazgeçilmez iki unsuruydu, Üzüm veya hurmadan yapılan ve fuımr denilen içki, yahudî tüccarlar tarafından Suriye'den getirtilip yüksek fiyatla satıldığı gibi, şehirlerde de yapılıyor ve dâima alıcı buluyordu. İçki tüketimi o kadar fazlaydı ki, içki içenler, içtiklerinin çoklu­ğuyla öğünürler, şiirlerinde ona medhiyeler düzerlerdi. Bu bakımdan içki, aralarında kuvvet, zenginlik ve nüfuz alâmeti olmuştu.

Kumar da içki kadar yaygın bir oyun ve eğlence vâsıtasıydı. Çok defa ezlâm ve aklâm denilen ve üzerlerinde kazanılacak hissenin yazıldığı oklarla oynanır ve hisseli oku çeken kazanmış olurdu. İslâm geldiği zaman hem içkiyi, hem de kumarı haram kılmıştır.

Nikâh adı altında ne kadar meşrulaştırılmış olursa olsun, bir kadının ber ve onunla birlikte bir de kitap geleceğini, bu beklediklerinin gelme­siyle şirkin ortadan kalkıp tevhîd inancının hâkim olacağını söylüyorlardı. Yahudiler bu sözlerinde doğruydular. Durum, böyle bir peygamberin gelmesini ve bir de kitap getirmişini gerektiriyordu. Her ne kadar yahudî-ler, bekledikleri bu peygaber ve kitap geldikten sonra onlara yine inan-mamışlarsa da, ellerindeki kitabın haber verdiği gibi, Allah Ta'âlâ şirki yeryüzünden tamamiyle ortadan kaldırmak ve tevhidi hâkim kılmak için son peygamberini göndermiştir. Onunla birlikte kıyamete kadar hükmü bakî kalmak üzere bir de Kur'ân'ı indirmiş ve böylece kendinden önceki kitaplarda yer alan vadini yerine getirmiştir. [4]

 

3. Kur'ân Kime İndirilmiştir?

 

Allah'a ve âhiret gününe inanan insanların, kalplerinde en ufak bir şüpheye yer vermeksizin inandıkları bir gerçek daha vardır ve bu gerçek, Allah Ta'âlâ'nın yeryüzüne halîfe olarak yarattığı insanı başıboş bırakr maması, onu, yine bizzat kendisinin vazettiği hükümler çerçevesi içinde yönetmesidir. Ancak bu hükümlerin, yeryüzünde ilk insan ve ilk halîfeden itibaren sayıları giderek çoğalan insanoğullanna ulaştırılması, yine kendi aralarından seçilen elçiler vasıtasıyle olmuş ve Allah Ta'âlâ, yeryüzünde yarattığı insanların, bu elçiler tarafından kendilerine duyurulan ilâhî hü­kümlere uymaları emredilmiştir. Nitekim yeryüzünün ilk insanı ve ilk halî­fesi olan Âdem (a.s.), aynı zamanda kendi çocuklarına ve torunlarına bu hükümleri teblîğ etmekle görevlendirilmiş, O'nu diğer elçiler takip etmiş­tir. Kur'ân-ı Kerîm, Nebiy, Rasûl veya Peygamber denilen bu elçilerin gönderilişine pek çok âyetinde işaret etmiştir. Bu âyetlerden bir kaçı şöyledir: «(Ey Muhammedi) Senden önce^nice peygamberler gönderdik; onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadıkça, hiçbir peygamber bir âyet getiremez- Her şeyin vakti yazılıdır» (Ra'd 38).

«Kendilerine apaçık anlatabilmesi için, her peygamberi kendi kavmi­nin diliyle gönderdik» (İbrahim 4).

«(Ey Muhammedi) Senden önce, hiçbir peygamber göndermedik ki ona benden başka ilâh yoktur; bana ibadet edin, diye vahyetmiş olmaya­lım» (Enbiyâ 25).

«Sonra birbiri ardından peygamberlerimizi gönderdik...» (Mu'minûn44).

«(Ey Muhammedi) Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, yemek yememiş, sokaklarda gezmemiş olsun» (Furkân 20).

«(Ey Muhammedi) Senden önce, kavimlerine bir çok peygamberler gönderdik. Bu peygamberler de onlara apaçık deliller getirdiler. Onları

dinlemeyip suç işleyenlerden intikam aldık,..» (Rüm 47).

«(Ey Muhammad:) Senden önce bir çok peygamberler gönderdik. Onların bir kısmını sana anlattık, bir kısmını da anlatmadık. Hiçbir pey­gamber, Allah'ın izni olmadıkça bir âyet getiremez-.» (Mu'min 78).

«Öncekilere ne kadar çok peygamber göndermişizdir!» (Zuhruf 6).

Allah Ta'âlâ, birbiri arkasına gönderdiği bu Peygamberlere emir ve yasaklarını vahiy yoluyla bildirmiş, onlar da bunları diğer insanlara tebliğ etmişlerdir. Ancak bu Peygamberlerden bazılarına şeriat getiren suhuf ve kitaplar verilmiş, bazılarına da, kendilerinden önce verilen kitaplara tabî olmaları ve insanları da, yeniden bu kitaplarla getirilen şeriatlara davet etmeleri emrolunmuştur. Kur'ân-ı Kerîm'de, yalnız İbrahim (a.s.) e verilen suhufla (A'iâ 19), Mûsâ (a.s.) ya verilen suhuf veya Tevrat, Dâvöd (a.s.) a verilen Zebur, îsâ (a.s.) ya verilen İncil ve Hazret-i Peygamber'e verilen Kur'ân zikredilmiştir.

Konuya girerken de işaret ettiğimiz gibi, yeryüzünde insanoğlunun başıboş bırakılmaması ve zaman zaman onlara doğru yolu gösterecek, zulmetten nura, dalâletten hidayete geçmelerini sağlayan bilgiler vere­cek peygamberlerin gönderilmesi, ilâhî bir İrade olarak tezahür edince, daha önce açıklamaya çalıştığımız yahudî, hıristiyan ve müşriklerden müteşekkil insanlık âleminin içinde bulunduğu zulmet, dalâlet ve şirkin ortadan kaldırılması için beklenen son peygamberin gelmesini tabiî karşı­lamak gerekir. Nitekim Allah Ta'âlâ, Mûsâ (a.s.) ya verdiği Tevrat'ta ve îsâ (a.s.) ya verdiği İncil'de, bir kitapla birlikte göndereceğini vâdettiği bu peygamberi, insanlığın vahşet ve câhiliyet devrini yaşadığı bir sırada göndermiş ve ona, ilk peygamberden itibaren talîmiyle görevlendirdiği dînini ikmal eden ve ona son şeklini veren bir de kitap indirmiştir. Bu peygamber, Mekke'deki Kureyş kabilesinden Hâşimoğullanna mensup, asil bir aileden gelen Muhammed (s. a. s.); O'na indirilen kitab ise Kur'an-ı Kerîm'di r.

Muhammed (s.a.s.), kaynakların belirttiklerine göre, İbrahim (a.s.) in oğlu İsmail (a.s.) soyundan gelmiştir. İsmail, İsrail lakabıyle tanınan Yakûb (a.s.) un amcasıydı. İsrail oğullan diye hitab edilen yahudîlerin, Bakara sûresinin 89 uncu âyetinde işaret edildiği gibi, arap müşrikleriyle yaptıkları münakaşalarda kendilerine yardımcı olarak gelmesini istedik­leri kitabın, Muhammed (s.a.s.) e gönderilmesi üzerine hased ederek O'na inanmamalarının sebebi de bu idi. Çünkü onlar, gelecek olan pey­gamberi İsmail soyundan değil, Yakûb soyundan bekliyorlardı. Bekledik­lerini bulamamaları, onların hased damarlannı çatlatmış, dışına hiç çıka­madıktan küfre iyice gömülmelerine sebep olmuştur.

Muhammed (s.a.s.), milâdî 571 senesinde Mekke'de doğmuştur. Bu sene, Yemenli Ebrehe'nin fil ordusuyle Hicaz'a saldırdığı senedir ki, kaynakların,  onun doğumunu «fil senesi» ile de tesbit ettikleri görülür.

Babası Abdullah, O henüz doğmadan önce vefat ettiği için, sekiz yaşına kadar dedesi Abdulmuttalib'in himayesinde kalmış, altı yaşında iken annesini, sekiz yaşında iken de dedesini kaybetmesi üzerine, am­cası Ebû Tâlib'in himayesine girmiştir. Bu devirde Kureyş, Yemen, Suriye ve Irak arasında ticaret işleriyle meşgul olduğu için, Ebû Tâlib de kerva-nıyle ticarî yolculuklara çıkıyor ve bu yolculuk süresince de çok sevdiği yeğeninden ayrılmak zorunda kalıyordu. Maamafih üstün sıfatlarıyle dik­katleri hemen üzerine çeken bu temiz ve zeki genç, onüç yaşlarında iken, amcasının yaptığı ticarî yolculuklardan birine ilk defa katılmış ve onunla birlikte Şam yolculuğuna çıkmıştır. Bu yolculukta tarihin meşhur hâdisesi cereyan etmiş ve kervan Şam'a doksan kilometre mesafedeki Busrâ denilen şehre gelince, Muhammed (s.a.s.), Bahîrâ adlı bilgin bir hıristi­yan râhibiyle karşılaşmıştır. Bu râhib, belki kervan üzerinde müşahede ettiği bir takım alâmetlerden, belki bu gencin sahip olduğu sıfatlardan ve belki de her ikisinden bir takım neticeler çıkartmış, bu neticeleri mukad­des kitapların haberleriyle karşılaştırmış ve nihayet Ebû Tâlib 'e, bu gence dikkat etmesini, zira dünyanın gidişatı üzerinde çok önemli rol oynayaca­ğını ve isminin şarkta ve garpta yayılacağını söylemiş, sonra da «eğer yahudîler bunu öğrenirlerse, ona kötülükleri dokunabilir» demiştir.

Muhammed (s.a.s.), gençlik devresini amcası Ebû Tâlib'in himaye­sinde, oldukça fakir bir hayat sürerek geçirmiştir. Babasından ve anasın­dan gelir getirecek hiçbir şeyin kalmamış olması, amcasının da orta halli ve hattâ fakir denilebilecek bir durumda bulunması ve ancak ticaret yoluyla geçinebilecek kadar kazanması dolayısıyle Muhammed (s.a.s.) de çobanlık ederek aile gelirine bir şeyler katmaya çalışıyordu. Nitekim daha sonraları kendisine indirilecek olan Kur'ân-ı Kerîm'in Duhâ sûre­sinde de, Rabb'ı onun fakirliğine işaret ederek «Rabb'ın seni yetim bulup da barındırmadı mı? Şaşkınlık içinde bulup da yol göstermedi mi? Seni fakir bulup da zenginleştirmedi mi?» buyuracaktır.

O'nun Hazret-i Hatice ile evleninceye kadar geçen gençlik devri hakkında fazla bilgiye sahip değiliz. Ancak bilinen bir husus vardır ki, o da, hal ve hareketleri, yumuşaklığı, doğruluğu, hakka riâyetkârlığı ve kendi emsali arasında onu diğerlerinden ayıran bambaşka sıfatlarının Mekke halkı arasında son derece güvenilir, itimad edilir bir kimse manâ­sında emîn lakabıyla tanınmasına vesile olduğudur. Şüphesiz onun bu sıfatlan dolayısıyle olacaktır, Kureyş'in çerek neseb yönünden ve gerekse zenginlik yönünden uiu kadınlarından biri olan Hatice Bint Huvey-lid, ona ticaret kervanının başında Şam'a gitmesini teklif etmiş, O da bunu kabul etmiştir. Bu sıralarda yirmibeş yaşına yaklaşmakta olan Mu-hammed (s.a.s.) in Şam'dan büyük bir kârla dönmesi, Hazret-i Hatice'nin hem takdirini, hem de evlilikle neticelenecek olan sevgisini kazanmasına vesile olmuştur. Aralarında yaş farkı bulunmasına rağmen, evlilikleri son derece güzel geçmiş ve ona gölge düşürebilecek herhangi bir hâdiseye o>e meydan verilmemiştir. Bu evlilikten Kasım ve Abdullah adlarında her ikisi de küçük yaşlarda ölmüş iki erkekle, Zeynep, Rukiye, Ummugulsum ve Fâtıma adlarında dört kızları olmuştur.

Muhammed (s.a.s.), puta tapan ve bu maksatla Hazret-i İbrahim zamanında yeryüzünün ilk mabedi olarak inşa edilen Kabe'yi ibadet ettikleri putlarla dolduran Mekkeli müşrikler arasında yaşamasına rağ­men, bu putlara inanmıyor vq müşrik âdetlerinden hiçbirine iltifat etmi­yordu. Allah'ın varlığına, birliğine ve âhiret hayatına inanıyordu. Halkın dalâlet içinde bulunmasına da son derece üzülüyor, fakat hiçbir şey yapamıyor, elinden hiçbir şey gelmiyordu. Ancak onlardan uzaklaştığı ve inzivaya çekildiği zamanlarda rahatladığını hissediyordu. Bunun için zaman zaman evden ayrılarak Mekke'nin kuzeyinde bulunan Nûr dağın­daki Hıra mağarasına kapanmayı ve tefekküre dalmayı, Allah'ı ve O'nun yaratıcı gücünü düşünerek ibadet etmeyi âdet haline getirmişti. Bu inziva hayatının ne kadar devam ettiği bilinmemektedir. Fakat Buhârî'nin, vah­yin başlangıcıyla ilgili ilk hadîsinde Hazret-i Aişe'den naklettiğine göre, vahyin gelişine tekaddüm eden günlerde, mağaraya iyice kapanmış ve sadece azık almak için evine gelmiş, sonra tekrar mağaraya dönmüştür. Bu sıralarda kırk yaşına girmiş bulunuyordu. İnziva hayatının devam ettiği günlerde, kendisinin dikkatini çeken en büyük hâdise, yine aynı hadisten anlaşıldığına göre, uyku halindeyken gördüğü rüyaların gün ışığı kadar parlak ve aydınlık olması, sonra da aynen gerçekleşmesiydi. İşte bu hal devam ederken, inziva hayatını daha çok sevmeğe ve pek çok günlerini mağarada geçirmeye başlamıştı.

1 Şubat 610 senesine tekabül eden hicretten 12 sene önceki Rama­zan ayının bir gecesinde - ki sonradan bu gece Kadir gecesi olarak bilinecektir- yine mağarada ibadetle meşgul olurken, hem kendi hayatını, hem de insanlık âleminin en büyük ve en önemli hâdisesi cereyan etmiş ve Cebrail adındaki melek, ufku kaplayan heybetiyfe önünde dikilerek ona «oku» emrini vermiştir. O âna kadar hiç karşılaşmadığı ve hiç görme­diği bu insanüstü varlığın heybetli görünüşü ve bu görünüşle müîenâsib heybetli hitap karşısında O'nun şaşkına dönmemiş, tüyleri ürpermemiş ve korkmamış olması mümkün değildir. Bu şaşkınlık ânını atlattığı zaman, «ben okuma bilmem» cevabını vermişse de, melek onu>, tahammülünü aşan bir şekilde sıkmış, sonra bırakarak tekrar «oku» emrini vermiştir. O, yine «ben okuma bitmem» demiş, melek ikinci defa aynı şekilde sıkıp bıraktıktan sonra «oku» diye tekrarlamıştır. O, yine «Ben okuma bilmem» cevabını vermiştir. Aynı hal üçüncü defa tekerrür etmiş ve melek üçüncü defa «oku» emrini verip aynı cevabı aldıktan ve onu tahammülü imkân­sız bir şekilde sıkıp bıraktıktan sonra, şöyle hitap etmiştir:

Oku! Yaratan Rabb'ının adiyle. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb'ın sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki, kalemle yazmayı öğretti, însana bilmediğini de öğretti.

(İkra sûresi, 1 -5)

Muhammed (s.a.s.), cereyan eden bu hâdisenin mahiyetini anlaya­madan, fakat melek tarafından söylenen sözlerin kalbinde iyice yerleşmiş olduğunu farkederek ve onları tekrarlayarak evine koşmuş ve korkusunu gidermek için, eşi Hatice'ye «beni örtünüz; beni örtünüz» demiştir, onun, cereyan eden bu hâdiseden son derece korktuğu ve endişeye düştüğü, eşine söylediği «kendimden korktum» sözünden anlaşılmaktadır, onun bu korkusu, belki daha çok, mahiyetini bilip anlayamadığı insanüstü bir varlığın gerçek olup olmadığını bilememekten Heri geliyordu. Bu bir has­talık, bir cinnet alâmeti miydi; bir kehânet başlangıcı mıydı? yoksa kendi­sine ölümün yaklaştığını gösteren bir hal miydi?

Cereyan eden hadiseyi sevgili eşine anlatmış, oda onu engüzelve yumuşak sözlerle teskin edip rahata kavuşturmuştur. Hazret-i Hatice ona şöyle demiştir: «Hayır, Allah'a yemin ederim ki, Allah seni hiç bir vakit utandırmaz- Çünkü sen akrabana bakarsın; doğru konuşursun; âciz olanların işini yüklenirsin; fakiri doyurur, müsafiri ağırlar, halka yardım edersin.» Bunlan söyledikten sonra, onu amcasının oğlu Varaka İbn Nevfel'e götürmüştür. Bu zât, putlara tapmaktan nefret ettiği için, hak dîni aramak/maksadıylefceyd İbn Amrile birlikte Suriye tarafına gitmiş.orada Hıristiyanlığı görerek ondan hoşlanmış ve hıristiyan olmuştu. Yazı biliyor ve arapça İncil yazıyordu. Hazret-i Hatice ona «ey amza, bak kardeşinin oğlu ne söylüyor?» demiş, Muhammed (s.a.s.) de olan şeyleri Varaka'ya anlatmıştır. Bunun üzerine Varaka ona şöyle demiştir: «Bu gördüğün, Allah'ın Musa'ya indirdiği Nâmûs (Cebrail) dur. Keski davet günlerinde genç olsaydım! Keski kavmin seni çıkaracağı günler hayatta bulunsaydım!» Varaka'nın bu sözlerini işitince «onlar beni çıkaracaklar mı?» demiş, o da «evet; çünkü senin getirdiğin şeyi getiren herkes, bu düşmanlığa uğramıştır. Eğer o günlere yetişirsem sana mutlaka yardım ederim» cevabını vermiştir. Bu sözler, onun içini rahatlatmış, büyük ümid ışıklarıyle doldurmuş­tu. Aynı hâdisenin tekrar cereyan etmesini vekendisine gelen meleğin tekrar gelmesini bekliyordu. Bu sebeple, sık sık onunla ilk karşılaştığı yere, Hıra mağarasına gidiyor ve bir âşığın sevgilisini bekleyişi içinde onu gözlüyordu. Fakat günler, haftalar ve aylar geçtiği halde o gelmi­yordu. Aradan üç seneye yakın bir zaman geçmiş, o yine görünmemişti. Bu sebeble ümitsizliğe kapılıyor ve Rabb'ı tarafından terkedildiğini zan­nediyordu. Yine inzivaya çekilmiş ve mağaraya kapanmıştı. Bir gün mağaradan çıkmış ve evinin yolunu tutmuştu ki, işittiği bir ses onu durdurdu. Bu sesin sahibini aradı ve nihayet onu lyerle gök arasında, ilk gördüğü heybetli haliyle tekrar gördü, onu tanımıştı. Bu, mağarada gördüğü melekti. Karşılaşma o kadar ânî olmuştu ki, korku ve heyecana kapılıp yere düşmekten kendini kurtaramamıştı. Eve koştu ve tekrar eşi­nin ihtimamına sığındı. Fakat melek, bu sefer onu bırakmamış, evde tekrar karşısına çıkarak ona şöyle hitap etmişti:

«Ey örtünen adam, kalk ve korkut.» «Rabb'ını tekbir et. Elbiseni temizle.» «Kötü şeylerden uzak dur!»

(Mudclessir sûresi, 1-5)

Su hitap, ona peygamberlik gönevinin verildiğini, bundan böyle Rabb'ının kendisine öğrettiklerini, onun da insanlara tebliğ edip öğrete­ceğini, ve onları Rabb'ının yoluna davet edeceğini, itaat edenleri dünya ve âhiret saâdetiyle müjdeleyip yüz çevirenleri Cehennem azâbıyle kor­kutacağını gösteriyordu. Nitekim bundan sonra, daha yirmi sene süreyle bu melek ona gelip gidecek ve ilâhî dîn tamam oluncaya kadar Rabb'ının talimatını emir ve yasaklarını tebliğ edecektir. İşte bu talimatın, bu emir ve yasakların tümü Kur'ân-ı Kerîm 7 meydana getirmiş ve insanlık âlemi için mahza hidayet olmuştur[5]

 

4. Kur'ân Nasıl İndirilmiştir?

 

Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi, Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Peygamber'e Cebrail adındaki melek tarafından indirilmiş ve bu hal umumiyetle vahiy kelimesiyle ifade edilmiştir.

Vahiy, lûgatta bildirmek veya ilham etmek, emretmek, öğretmek, îma ve işaret etmek, fısıldamak gibi çeşitli manâlara gelir. Kur'ân'ın muhtelif sûrelerinde kelimenin bu mandardaki kullanış şekillerine rastlamak mümkündür. Meselâ Kasas sûresinin 7 nci 'ayetinde «Musa'nın annesine, çocuğu emzirmesini vahyettik» denilmiştir kî, burada kelime «bildirdik», veya «ilham ettik» manâsındadır. M aide sûresinin 111 inci âyetinde «emretmek» manâsında kullanılmış ve «havarilere, bana ve peygamberime îman edin, diye vahyettiğinde, îman ettik; bizim müslümanlar olduğumuza şâhid ol, demişlerdi»    denilmiştir.    Nahl   sûresinin   68 inci   âyetinde «Rabb'ın balansına, dağlarda, ağaçlarda ve kovanlarda yuva edinmesini... vahyetti» denilmiş ve «öğretmek» manâsında kullanılmıştır. Meryem sûre­sinin 11 inci âyetinde «îma ve işaret etmek» manâsında kullanılarak «Zeke-riyya mihrabtan çıkıp kavmine sabah akşam Allah'ı teşbih etmelerini vah­yetti» denilmiştir. En'am sûresinin 112 ve 121 inci âyetlerinde ise, aldat­mak için biribirlerine câzib sözler vahyeden (fısıldayan) ins ve cin şeytan­larının, her peygamberin düşmanı olduğu bildirilmiş ve vahiy kelimesi «fısıldamak» manâsında kullanılmıştır.

Örnek olarak zikrettiğimiz bu âyetlerde yer alan vahiy kelimesi, Allah Ta'âlâ'nın Hazret-i Peygaber'e Cebrail vasıtasıyle gönderdiği vahiy şek­linden tamamiyle farklıdır ve bunları Kur'ân'ın geliş şekline delâlet eden ilâhî vahiyle karıştırmamak gerekir. İlâhî vahyin farklı mahiyetini anlaya­bilmek için, Kur'ân-ı Kerim'in Necm sûresinin ilk âyetlerini gözönünde bulundurmak gerekir. Bu âyetlerde şöyle denilmiştir; «Batmakta olan yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) ne sapmış, ne azmıştır ve ne de havadan konuşmaktadır. Onun sözleri, sadece kendisine vahyediîen bir vahiydir. Onu da, son derece büyük kuvvetlen olan, güçlü (biri, vahiy meleği Cebrail) öğretmiştir. En yüksek ufukta iken dikilmiş, sonra inip sarkılmış, iki yay aralığı yahut daha fazla yaklaşmış ve Allah'ın kuluna vahyettiğini vahy etmiştir.»

Bu âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Hazret-İ Peygamber'e gelen vahiy, Allah tarafından Cebrail adlı melek vasıtasıyle gönderilmiştir. Eğer Enfal sûresinin 12 nci âyetindeki «Rabb'ın meleklere vahyetti ki...» ibaresi gö­zönünde bulundurulursa, daha önceki âyetlerde de işaret edildiği gibi, Allah'ın, kulu Cebrail'e vahy ettiği şeyin, Cebrail'in Hazret-i Peygamber'e getirip vahyettiğinden farklı bir şey olmadığı anlaşılır. Bu bakımdan, bir vahiy meleği olan Cebrail'in Hazret-i Peygamber'e Kur'ân âyetlerini in­dirmekle görevlendirilişinin vahiy olarak isimlendirilmesiyle, Kur'ân'da sık sık zikredilen ve doğrudan doğruya Hazret-i Peygamber'in kendisine vahyedildiğini gösteren ifadeler arasında sıkı bir münâsebet vardır. Buna göre, Kur'ân 'm pek çok sûresinde Hazret-i Peygamber'e yöneltilen hitap­larda «sana vahyettik» manâsında gelen ibareleri, «sana Cebrail vasıta-sıyle bildirdik» manâsında anlamak gerekir. Nitekim Allah 'in Cebrail vası­tasıyla Hazret-i Peygamber'e bildirdiği şeylerin mecmuu Kur'ân'ı mey­dana getirmiştir ki, bu husus, Şuarâ sûresinin 192-195 inci âyetlerinde açık ve kesin bir şekilde şöyle ifade olunmuştur: «Şüphesiz Kur'ân, âlem­lerin Rabb'ı tarafından indirilmiştir. Onu Sen'in kalbine uyarıcılardan olman için apdçık bir arap diliyle Cebrail indirmiştir».

Ancak, vahyin herhangi bir peygambere Cebrail tarafından getiril­miş olması, onun üç farklı geliş şeklinden biri olarak görülür. Zira Şûra sûresinin 51 inci âyetinde, Allah'ın, kullarından herhangi biriyle ancak üç şekilde konuştuğu, veya ona üç şekilde hitap ettiği, bunun dışında başka bir konuşma veya hitap şekli bulunmadığı belirtilerek şöyle denilmiştir: «Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (burada vahiy kelimesi ilham manâsında kullanılmıştır ve insanın kalbine dilediği şeyi ilham ederek konuşur, demektir), yahut perde arkasından konuşur; ya-hutîa bir elçi gönderip dilediğini vahyeder.»

Buna göre bir peygambere vahyin gelişi üç şekilde olmaktadır: Birincisi, ilham yoluyla bildirmektir. İlham, bildirilmesi istenen şeyin bir defada ve süratle peygaberin kalbine ilka edilmesidir. İlka'tn hemen akabinde, peygamberin kalbinde bir ilm-i yakin hâsıl olur ve kendisine ilham olunan şeyin, Allah katından bir vahiy olduğunu bilir. Bu çeşit vahiylerin, veya ilhamların, yakaza (uyanık) halinde geldiği gibi uyku halinde geldiği de olur. Şu var ki, bu vahiylerin gelişinde Cebrail'in herhangi bir rolü veya görevi yoktur.

İkincisi, peygamberin, Rabb'ını görmeksizin O'nun kelâmını perde arkasından işitmesidir. Nitekim Mûsâ (a.s.) ya risalet görevi verildiği sırada Rabb'ınm kelâmını o böyle işitmiştir. Tâ-Hâ sûresinin 10-14 üncü âyetlerinde de açıklandığı gibi, Mûsâ bir ateş görmüş ve ailesine «siz durun; ben bir ateş gördüm; belki ondan size bir kor getiririm; yahut ateşin yanında bir yol gösteren bulurum» demişti. Mûsâ (a.s.) o ateşin yanına gelince ona şöyle seslenildi: «Ey Mûsâ! ben, evet ben senin Rabb'ınım. Pabuçlarını çıkar; çünkü sen, mukaddes vadide, Tuvâ'dasın. Ben seni seçtim. Sana vahyolunam dinle. Muhakkak ben, evet ben Allah'ım; benden başka tanrı yoktur. Onun için yalnız bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.»

Keza Araf sûresinin 142 nci âyetinde bildirildiği gibi, «Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'ı   Onunla konuşunca, Rabb'ım, bana kendini göster, sana bakayım, demiş, Rabb'ı da, sen beni göremezsin; fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni göreceksin, buyurmuştur. Rabb'ı dağa görününce onu darmadağın etmiş, Mûsâ da baygın düşmüştür. Aydınca da, Sen yücesin, Sana tövbe ettim; ben inanan­ların ilkiyim, demiştir.»

Bu âyet meallerinden de anlaşıldığı gibi, Mûsâ (a.s.), Allah Ta 'âlâ 'nın kelâmını işitmiş, fakat kendisini görmemiştir Hazret-i Peygam-ber'İn Mîrâc gecesi Rabb'ınm huzuruna çıkışı ve beş vakit namazın farz kılınışı esnasında O'nun kelâmını işitmesi de böyle olmuştur.

Vahyin üçüncü şekli, Allah Ta'âlâ'nın, peygamberine bildirilmesini istediği şeyi melek vasıtasıyle bildirmesidir. Rabb 'ıyle Hazret-i Peygam­ber arasında elçilik görevi yapan bu melek Cebrail (a.s.) dır ve Kur'ân-ı Kerîm'de bu meleğin ismine sık sık rastlanır.

Ancak Hazret-i Peygamber'e Rabb'ınm vahyini getiren Cebrail, her gelişinde, kendi aslî suretiyle görünmemeştir. Bazan kendini göstermiş olsa bile, bazan sahabeden Dihyetu'l-Kelbî suretinde gelmiş, bazan da kendini hiç göstermemiştir. Ancak Buhârî ve Müslim tarafından vahyin gelişiyle ilgili olarak rivayet edilen meşhur hadîsten anlaşıldığına göre, meleğin görünmeden gelişi, çıngırak sesine benzer bir ses çıkarmasın­dan anlaşılır ki, bu, ona en ağır ve güç gelen bir vahiy gelişidir. Hazret-i Aişe, bu ânı tarif ederken şöyle demiştir: «Çok soğuk bir günde Ona vahyin gelişini gördüm; ağırlığından sanki alnı ter olmuş akıyordu». [6]

Şûra sûresinin 51 inci âyetinde, vahyin bu üç değişik şekilde geli­şiyle ilgili beyandan sonra, akla şöyle bir sorunun gelmesi mümkündür: Allah Ta'âlâ, peygamberlerine ya ilham yoluyla, ya perde arkasından, yahutta melek vasıtasıyle hitap ettiğine göre, acaba Kur'ân-ı Kerîm, bu üç şekilden hangisiyle gönderilmiştir? Bu sorunun cevabını, biz yine Kur'ân-ı Kerîm'de bulabiliriz. Şuarâ sûresinin 192-195 inci âyetlerinde şöyle buyurulmuştur: «Muhakkak ki Kur'ân, âlemlerin Rabb'ınm indirdiği bir kitaptır. Onu, uyarıcılardan olman için er-Rûhu'l-Emîn (Cebrail), apaçık bir arapçayla Sen'in kalbine indirmiştir.» Bu âyet-i kerime, Kur'ân'ın yalnız Cebrail vasıtasıyle indirildiğini gösteren açık ve kesin bir delil teşkil eder. Bunun dışında, yukarıda sırasıyie işaret ettiğimiz üç vahiy şeklinden birincisi olan ilham yoluyla herhangi bir âyetin geldiği hakkında kesin bir bilgimiz yoktur. Bununla beraber Müslim tarafından Enes İbn Mâlik'ten şu mâalde bir haber nakledilmiştir: «Bir gün, Hazret-i Peygamber aramızda bulunurken, üzerine hafif bir uyku bastı. Sonra gü­lümseyerek başını kaldırdı.   Ona, seni güldüren şey nedir, yâ Rasûlallah diye sorduk. Hemen şimdi bir sûre indirildi, dedi ve okumaya başladı: înnâ âtaynâke'l-kevser...»[7]

Enes'in bu hadisi, üç âyetten müteşekkil olan Kevser sûresinin uyku halinde ve dolayısıyle ilham yoluyla indirilmiş olduğuna delâlet ederse de, vahyin geldiği sırada Hazret-i Peygamber'in üzerinde bulunan halin, uyku halimi, yoksa Cebrail tarafından vahiy getirildiği zamanlarda vuku-bulan bir ağırlık mı olduğu kesinlikle bilinmemektedir. Zaten bu haberden başka herhangi bir âyet veya sûrenin, Hazret-i Peygamber bu haldeyken geldiğini gösteren herhangi bir rivayet de yoktur.

Hazret-i Peygamber'in, arada Cebrail olmaksızın doğrudan doğ­ruya Rabb'ından ve perde arkasından aldığı vahiy ise, BuhârVnin uzun bir hadîsinden anlaşıldığına göre, beş vakit namazın farziyetiyle ilgili hususlardır. Ancak bunlardan âyet olarak Kur'ân'a girmiş olan metin bulunup bulunmadığı kesinlikle bilinmemektedir.

Netice olarak şu hususa bir daha işaret etmek gerekir ki, Kur'ân-ı Kerim, $ûrâ sûresinin 51 inci âyetinde işaret edilen üç değişik vahiy şeklinden yalnız birisiyle, yani Cebrailin Rabb'ından getirdiklerini ona tebliğ etmesiyle indirilmiş ve bu hususda,yine yukarıda işaret ettiğimiz Şuarâ sûresinin 192-195 inci âyetleriyle teyid olunmuştur.

Cebrail (a.s.)in Hazret-i Peygamber'e gelip gitmesi ve ona Rabb 'inin emriyle vahiy getirmesi, 23 sene devam etmiştir. Bu sürenin 13 seneye yakın bir kısmı Mekke'de, diğer kısmı da Medine'de geçmiştir. Bu sebeple Mekke'de gelen vahiyler Mekki, hicretten sonra Medine'de gelenler ise, Medeni diye isimlendirilmiştir. [8]

 

5. Kur'ân Nasıl Toplanmıştır?

 

Cebrail (a.s.)in vahiy getirmesiyle her iş tamamlanmış olmuyordu. Hazret-i Peygamber yönünden vahyin gelişi kadar önemli olan bir iş daha vardı ve o da, vahiy yoluyla gelen Rabb'ının emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ile onları dine davet etmek, aynı zamanda, bu vahiylerin gelecek nesillere de intikalini sağlamak maksadıyle onları muhafaza edilebilecek bir hale getirmekti. Zaten bu, onun peygamberlik görevinin de bir gereğiydi. Bu sebeple, Hazret-i Peygamber, bir taraftan tebliğ görevini İfa etmiş, bir taraftan da müslümanlara kendilerine okuduğu vahiyleri, yahut âyetleri hıfzetmelerini emretmiştir. Esasen müslümanlar, yeni bir dine girmenin verdiği büyük bir heyecan ve yüksek bir îman ile Hazret-i Peygamber'e gelecek olan vahyi dört gözle bekliyor, ondan dinleyerek hıfzediyor, gece gündüz, dualarında, namazlarında, hazarlannda ve seferlerinde okuyorlardı. Bu sebeple daha ilk günlerden itibaren müslümanlar arasında bir hafızlar ordusu meydana gelmişti.

Ancak Hazret-i Peygaber, Kur'an-ı Kerim'den nazil olan âyetlerin ashabı tarafından hıfzedilmesin! yeterli görmüyordu. Çünkü onları asha­bından ne kadar çok kimse hıfzetmiş olursa olsun, hafıza, dâima unutkan­lık illetine maruz kalabilecek olan bir yetenektir ve belirli bir zaman için çok güçlü olsa bile, sonradan bu gücünü ve dolayısıyle güvenilir olma vasfını yitirebilir. İşte bu sebeple Hazret-i Peygamber, vahyi hıfzedenler yanında, onu bir de hatasız bir şekilde yazabilecek kâtipler edinmiş ve kendisine bir âyet nazil olduğu zaman, onu bu kâtiplere yazdırmıştır. Ebû Bekr es-Sıddîk, Ömer İbnu'i-Hattâb, Osman İbn Affân, Alî İbn Ebl Tâlib, ez-Zubeyr İbnu'l-Avvâm, Ubeyy İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit, Mu'âviye İbn Ebî Sufyan, Muhammed İbn Mesleme, Ebân İbn Sa'îd, Hazret-i Pey­gamber'e vahiy kâtipliği yapan sahabîlerden bazılarıdır. Zeyd ibn Sabit ve Mu'âviye, kâtiplik işini en çok yapanlardandı. Şunu da unutmamak gerekir ki, Mekke devrinde vahiy kâtipliği yapanlar sayıca ne kadar az olurlarsa olsunlar, yazı bilen diğer müslümanların da doğrudan doğruya Hazret-i Peygamber'den veya başkalarından duyup öğrendikleri âyetleri kendi şahıslan için yazdıkları bir gerçektir. Eğer böyle olmasaydı, Hazret-i Ömer'in İslâm'a girmesine vesile olan Tâ-Hâ sûresine â/f ilk âyetleri, kız kardeşinin evinde yazılı olarak bulmasını başka türlü izah etmek mümkün değildir.

Ancak, gerek Hazret-i Peygamber tarafından görevlendirilen vahiy kâtipleri ve gerekse kendi şahıslar için yazan sahabîler, yazı maddesi olarak, yaprak, ağaç parçası, kürek kemiği, lavha halinde taş ve deri kullanıyorlar ve âyetleri bu maddelerin üzerine yazıyorlardı. Bu sebeple Kur'an,vahyin devam ettiği sıralarda muntazam bir kitap halinde bulun­muyordu. Bununla beraber Hazret-i Peygamber, nazil olan her âyetin hangi sûreye ve hangi âyetten sonra yazılması gerektiğini bildiriyor, yazılı maddelerin numaralandırılmış bir şekilde tasnifi bu ikazla mümkün ol­masa bile, hafızlar, her âyeti ilgili olduğu sûrenin kendine âit yerine koyarak hıfzetmekte güçlük çekmiyorlardı. [9]

Hazret-i Peygamber'in hayatında ve vahyin devam ettiği sürece Kur'an-ı Kerlm'in nihâi şeklini aldığını söylemek elbette mümkün değildir. Zira sonradan nazil olan bir âyetin, Hazret-i Peygamber'in talimatıyle daha önce nazil olan bir âyetin önüne veya arkasına yerleştirilmesi ihtimali vardı. Nitekim Bakara sûresi Medine'ye hicreti müteakip nâzi! ol­maya başlayan ilk sûre olmasına rağmen, yine de en son tamamlanan sûre olmuştur. Zira İbn Abbâs'tan gelen rivayetlerden öğrenildiğine göre, «Allah'a döndürüleceğiniz o günden sakının» mealindeki 281 inci âyet en son nazil olan âyettir ve bu âyetin, Hazret-i Peygamber'in işareti olmaksı­zın, herhangi bir sahabî tarafından Bakara sûresinin mezkûr yerine ko­nulmuş olması mümkün değildir.

Diğer taraftan Kur'ân âyetlerinin tertibinde, Hazret-i Peygamber'in yalnız başına hareket etmediğini de gözönünde bulundurmak gerekir. Eğer Hazret-i Peygamber, kendisine nazil olan âyetlerin hangi sûreye gireceklerini işaret etmişse -ki bunda en ufak bir şüphe yoktur- O'nun, bu işareti, o âyetleri kendisine getiren Cebrail'in talimatına dayanarak yaptı­ğına da şüphe yoktur. Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîsinde Hazret-i Peygamber, her sene Ramazan ayında Cebrail (a.s.) ile Kur'ân'ı biribirlerine arzettiklerini, yani onu bazan kendisinin, bazan da Cebrail'in okuduğunu, vefatından önceki günlerde ise, Cebrail'in iki defa gelip mukabele ettiğini kızı Fatıma'ya haber vermiştir; hattâ bu son gelişini de, ecelinin yaklaştığına bir işaret saymıştır.[10] Bu hadîste, her ne kadar âyetlerin tertibine dâir herhangi bir işaret mevcud değilse de, vahyi getirmekle görevli olan bir meleğin onun tertibi hakkında da bir talimat getirmiş ve yapılan mukabelelerde onun tertip üzere okunmuş olması muhakkaktır. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber vefat ettiği zaman, âyetlerin, üzerine yazıldığı maddelerin elverişsiz olması dolayısıyle, her ne kadar tertip edilmiş bir mushaf mevcut değil idiyse de, her âyetin ilgili olduğu sûre içindeki yeri biliniyordu ve sahabîler, gerek ibadetlerinde ve gerekse ibadet dışında Kur'ân okudukları zaman onu bu tertip ile okuyorlardı. Ancak Hazret-i Peygamber'in vefatından kısa bir zaman sonradır ki, müslümanlar, Kur'ân âyetlerinin, müracaatı kolaylaştıran kullanışlı bir kitap veya mecmua haline getirilmesi gerektiğini anlamışlardır. Ebû Bekr'in hilâfetinin ilk senesinde, Yemâme'de yalancı Museylime pey­gamberlik iddiasıyte ortaya çıkmış ve bir çok arap kabilesini de peşine takmıştı. Museylime'den başka diğer bazı kimseler de peygamberlik iddiasında bulunuyorlar ve daha önce müslüman olmuş kabileleri de dînden dönmeye ve halîfeye karşı ayaklanmaya teşvik ediyorlardı. İslâ­miyet için büyük tehlike teşkil eden bu ayaklanmaları ve irtidad hareketle­rini bastırmak ve mürtedleri cezalandırmak gerekiyordu. Bu maksatla halîfe Ebû Bekr, muhtelif kumandanların idaresinde çeşitli yönlere sev-kedilmek üzere kuvvetler hazırlamış ve onları yalancı peygamberler ve mürtedler üzerine sevketmiştir. Ne var ki bu savaşlar uzun sürmemiş olsa bile savaşa katılan sahabîler arasında Kur'ân'ı hıfzetmiş pek çok kimse de bulunuyordu ve savaş sırasında bunlardan şehîd düşenler oluyordu. Bu ise, Kur'ân'in en önemli şâhidlerinin kaybolması demekti. Nitekim Buhârî tarafından nakledilen bir haber, böyle bir korkunun Ömer İbnu'l-Hattâb'ı harekete geçirdiğini ve halîfe Ebû Bekr'e gelerek «Yemâme'de Kur'ân kârilerinin ölümü çoğaldı. Diğer yerlerde de onların ölmelerinden ve Kur'ân'ın zayi olmasından korkuyorum. Bu sebeple Kur'ân'ın toplan­ması için emir vermeni zarurî görüyorum» dediğini gösterir. Ömer İbnu'l-Hattâb'ın bu tavsiyesi üzerine Ebû Bekr, önce, «Hazret-i Peygam­ber'in yapmadığı bir işi ben nasıl yaparım?» demişse de, Ömer'in «bunu yapman daha hayırlıdır» diyerek Kur'ân'ın toplanmasında ısrar etmesi üzerine, Zeyd İbn Sâbit'i bu işle görevlendirmiştir. Zeyd, müslümanların ellerinde çeşitli maddeler üzerine yazılı olan ve hafızların hıfzında bulu­nan âyetleri toplamış ve ilk kitabı böylece meydana getirmiştir.[11] Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, Zeyd İbn Sabit tarafından Kur'ân cem'olunurken, Kur'ân'a girecek olan âyetleri getirenlerden şâhid istenmiş ve bizzat Hazret-i Peygamber'in ağzından işiten iki şahidin şehâdet ettiği âyetler Kur'ân'a alınmıştır. Rivayetlere göre Ömer İbnu'l-Hattâb'ın zina edenlerin recmi hakkında getirdiği âyet, başka şahidi bulunmadığı için Kur'ân'a alınma­mıştır.

Ebû Bekr'in emriyle Zeyd İbn Sabit tarafından cem'olunan ve işlen­miş deri üzerine yazılan Kur'ân,-her ne kadar ciltli bir kitap haline getiril­memişse de, şahısların ellerinde bulunan dağınık metinlerden çok farklı idi ve ayrıca Hazret-i Peygamber'in Cebrail (a.s.) ile yaptıkları son muka­beleye uygun düşen âyetleri toplaması yönünden de ayrı bir özellik gösteriyordu.

Zeyd İbn Sabit çalışmasını bitirdikten sonra nüshayı Ebû Bekr'e, o da ölümünden önce Ömer İbnu'l-Hattâb'a teslim etmiştir. Hazret-i Ömer'in ölümünden kısa bir süre önce kızı ve Hazret-i Peygamber'in zevcesi Hafsa'ya emanet edilen bu nüsha, Hazret-i Osman tarafından gerçekleştirilen Kur'ân nüshalarının çoğaltılması ve neşri işinde temel nüsha olmuştur.

Buhârî tarafından rivayet edilen bir haberden öğrenildiğine göre, Ermenistan ve Azarbeycan fethine katılan İrak ve Suriye orduları, Kur'ân'ı birbirinden farklı okuyor ve meseleyi münakaşa konusu ederek, herbiri kendi kıraatinin daha doğru olduğunu Heri sürüyordu. Bu seferde hazır bulunan Hazret-i Peygamber'in ashabından Huzeyfe İbnu'l-Yemân, iki tarafın bu münakaşasından ve farklı kıraat şekillerinden dehşete düşmüş ve Medine'ye dönüşünde Halîfe Osman'a durumu anlatarak, yahudîve hıristiyanların kendi kitaplarında ihtilâfa düştükleri gibi bir durum hâsıl olmadan müslümanlara sahip' çıkmasını istemiştir. Bunun üzerine Hazret-i Osman, Ebü Bekr'in emriyle Zeyd İbn Sabit tarafından cem'edi­len ve halen Hazret-i Peygamber'in eşi Hafsa'nın elinde bulunan nüshayı getirtmiş, sonra da Zeyd İbn Sabit, Abdullah İbnu'z-Zubeyr, Sa'İd İbnu'l-As ve Abdurrahman İbnu'l-Hâris'ten müteşekkil bir komisyon ku­rarak bu nüshayı kopye edip çoğaltmalarını emretmiştir. Ayrıca şunu da hatırlatmıştır ki, eğer komisyon arasında, herhangi bir kelimenin yazılışı hususunda görüş ayrılığı çıkarsa, o kelime Kureyş lehçesiyle yazılmalıdır; çünkü Kur'ân bu lehçeye göre nazil olmuştur Komisyon Hazret-i Os­man'ın talimatına göre Kur'ân nüshalarını çoğaltmış, sonra da bu nüsha­lardan her biri ülkenin bir tarafına gönderilmiş, ayrıca bu resmî nüshalar dışındaki diğer nüshaların geçersiz oldukları bildirilerek yakılmaları is­tenmiştir.[12] İşte Hazret-i Osman tarafından gerçekleştirilen bu son derece önemli iş sayesinde müslümanlar, tek bir harfinde bile değişiklik bulunmayan ve zamanımıza kadar da değişikliğe uğramayan tek bir mushafa sahip olmuşlardır. Kıyamete kadar da böyle devam edeceğine şüphe yoktur. Çünkü Kur'ân 'm korunmasını, onu insanlığa mahza hidayet olmak üzere gönderen Allah Ta 'âlâ bizzat tekeffül etmiş ve bunu Hicr sûresinin 9 uncu âyetinde şöyle bildirilmiştir: «Kur'ân'ı biz indirdik, biz; Onun koruyucusu da elbette biziz.» [13]

 

6. Kur'ân'ın İcazı (Eşsizliği)

 

Daha Önceki bahislerde de açıkladığımız gibi, Kur'ân-t Kerîm, beşe­riyetin koyu bir zulmet ve dalâlet içinde yüzdüğü bir devirde nazil olmuş­tur. Allah'ın birliğine, Allah tarafından gönderilen peygamberlere, kitap­lara ve âhiret gününe inanmaları gereken yahudî ve hıristiyanlar, Allah'ı terkedip kendi âlim ve rahiplerini rab edinmişler, onların hevâ ve hevesle­rinin mahsulü olan emir ve yasaklarına uyarak hak yoldan ayrılmışlardır. Müşrikler ise, ağaçları, taşlan ve yıldızlan kendilerine ilâh yapmışlar, onlara ibadet ediyorlardı. İnsanların, içinde bulundukları bu zulmet ve dalâletten kurtulmaları, ancak ilâhî bir mucizeyle mümkün olabilirdi. Öyle bir mucize ki, onları zulmetten nura çıkarsın, dalâletten hidayete erdirsin. Bu mucize olmaksızın kurtuluş asiâ mümkün değildi. Filhakika beklenen bu mucize, Hazret-i Peygamber'in geJmesi ve kendisine bir kitap gönderilmesiyle gerçekleşti Bu kitaptan birbiri arkasına nazil olan âyetler, Hazret-i Peygamber tarafından hemşehrilerine okundukça, kanları çeki­liyor, dilleri bağlanıyor, korku ürpertileri içinde mukabele edecek veya cevap verecek gücü kendilerinde bulamıyorlardı.

Devir edebiyat devriydi ve edebiyatın altın çağını yaşıyorlardı. Yıllık panayırlarda, şâir ve hatipler arasında müsabakalar düzenleniyor, birinci gelenlere mükâfatlar veriliyor, şiirleri Kabe duvarlarına asılarak şaheser payesiyle halka takdim ediliyordu. Mu'allaka-i Seb'a, bu payeyi kazan­mış eserlerin başında geliyordu ve onu duvardan indirecek başka bir eser henüz çıkmamıştı.

İşte Kur'ân-ı Kerîm böyle bir devirde nazil olmaya başlamış ve âyet­leri, uslûb ve belâgatıyfe, edebiyat zevkini tadmış olan arapları şaşkınlık içinde bırakmıştı. Bu âyetler, kendilerinin yazıp Kabe duvarına astıkları şiirlere hiç benzemiyordu. Onları okuyanlar veya dinleyenler üzerinda bıraktığı tesir, kendi şiirlerinin hiçbirinde yoktu. Bahsettiği konular ise, o zamana kadar hiç işitmedikleri meseleleri ele alıyor, kâh müjdeliyor, kâh Cehennem azâbıyle tehdit edip korkutuyordu. Bunları, kendisini yakın­dan tanıdıkları, sözüne güvendikleri ve Emin lakabını verdikleri bir kimse­den duyuyorlardı. O zamana kadar, onun şiir söylediğini, panayırlarda hatiplerle müsabakaya girip hutbe îrad ettiğini hiç görmemişlerdi. Okuma yazma bilmediği için, söylediklerini başkalarının kitaplarından almış ol­ması da mümkün değildi. Hâsılı yakından tanıdıkları bu kimseyle söyle­dikleri arasında bir münasebet kuramıyorlar, söylediklerinin kaynağını bulamıyorlardı. Bu şaşkınlık içinde onun bir mecnûn, aklını yitirmiş bir deli olduğunu ileri sürdüler. Hicr sûresinin 6 net âyetinde de belirtildiği gibi «ey kendisine Kitap indirilen kimse! Sen mutlaka bir delisin. Eğer doğru söyleyenlerden isen bize melekleri getirsene, diyorlardı.» Fakat onla­rın bu iddia ve istekleri cevapsız kalmıyor ve her şeyin Hâlık'ı ve Mâlik'i, o Sözlerin de asıl Sahibi Olan Allah, «biz, melekleri ancak hak ile, hikmet ile indiririz; o zaman da hiç beklemeden cezalarını görürler» diyor, sonra da duydukları âyetlere bir türlü akıl erdiremiyen o inançsızlara, Allah'ın elçi­sinden duydukları sözlerin mahiyetini açıklıyarak şöyle buyuruyordu: «O Kur'ân'ı biz indirdik, biz; O'nun koruyucusu da, elbette biziz»- (Hicr sûresini. 9).

Mekkeli müşriklerin, şaşkınlık eseri olarak Hazret-i Peygamber'e isnâd ettikleri delilik vasfı tutmamıştı. Kendileri de bunun farkındaydılar; çünkü onun söylediklerinin bir defi sözü olması mümkün değildi. Zaten fiil ve hareketlerinde de hiç delilik alâmeti yoktu. Bu sebeple ona deli demekten vazgeçtiler; şâir, kâhin ve büyücü demeye başladılar. Aslında ne söyliyeceklerini de oilmiyorlardı. Enbiyâ sûresinin 4 üncü âyetinde de İşaret edildiği gibi «karışık rüyalardır, yahut onu uydurmuştur, yahut o şâirdir; haydi önceki peygamberler gibi bir mucize getirsin» diyorlar; sonra da biribİrlerine «bu, çok yalancı bir sihirbazdır. Tanrıları tek bir tanrı haline mi getirdi; doğrusu çok garib bir şey» (Sâd sûresi, 4-5) diyerek inançsızlıkla­rdı ortaya koyuyorlardı. Oysa Allah Ta'âlâ, onların gerek Hazret-i Pey­gamber ve gerekse kendisine indirilen Kur'ân hakkındaki şüphelerinin ne kadar mesnedsiz olduğunu yemin ederek ve hattâ yemine bile ihtiyaç duymıyacak kadar açık bir gerçek olduğunu belirterek onlara cevap veriyor ve şöyle buyuruyordu: «Kur'ân, şerefli bir elçinin getirdiği sözdür. O, şâir sözü değildir. Ne kadar az inanıyorsunuz. Kâhin sözü de değildir. Ne kadar az düşünüyorsunuz. Kur'ân, âlemlerin Rabb'ının indirdiği bir Ki-tap'tır» (Hakka sûresi, 40).

Aslında müşrikler, kendi atalarından görüp öğrendikleri dînlerini ter-ketmek istemiyorlardı. Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a inanmak istememeleri de bu yüzdendi. Saffât sûresinin 37 nci âyetinde de İşaret edildiği gibi, «deli bir şâir yüzünden tanrılarımızı mı bırakalım?» diyorlardı. Fakat dinledikleri Kur'ân âyetlerinin, ne kadar mahir olursa olsun, bir şâir veya kâhin sözü olabileceğinden de emin değildiler. Hiçbir şâirin ve hiçbir kâhinin insanları cezbeden ve kendilerinden geçiren bu derece tesirli sözler söylemesi mümkün değildi.Ahmed îbn Hanbel Mus-ned'inde Ömer İbnu'l-Hattâb'ın şu haberini nakletmiştir: «Müslüman ol­madan önce, Peygamberle konuşmak için onu aradım. Mescide gitmiş olduğunu öğrendim. Ben de gittim ve arkasına oturdum. Bu sırada Hakka sûresini okumaya başladı. Kur'ân'm telîfi beni hayran bırakmıştı. İşte o zaman kendi kendime, bu adam, Kureyş'in dediği gibi, bir şâir, dedim. Fakat ben böyle demiştim ki, o, sûrenin «bu şâir sözü değildir; ne kadar az inanıyorsunuz?» âyetini okudu. Ben, o bir kâhin, dediğim sırada, o, «bir kâhin sözü de değildir; ne kadar az düşünüyorsunuz. Kur'ân, âlemlerin Rabb 'ımn indirdiği bir kitaptır...» âyetlerini okudu. Sûreyi bitirdiği zaman, İslâm nurunun kalbime düştüğünü hissettim».

Hazret-i Ömer'in kalbine İslâm nurunu düşüren, Kur'ân'ın son de­rece tesirli uslûb ve belagatıydı. O, bu hâdiseden sonra hemen müslüman olmuş değildi. Fakat kalbindeki müşrik inançları, Kur'ân 'm o bir kaç âyetinden ilk darbeyi yemiş ve sarsılmıştı. İkinci bir darbe onların tama-miyle çökmesine ve yok olup gitmesine vesile olabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Kızkardeşi Fâtıma Bintu'l-Hattâb'ın müslüman olduğunu öğrenince hiddetle onun evine koşmuş ve orada, önce dinlediği, sonra da oku­duğu Tâ-Hâ sûresinin ilk âyetlerinin yazılı olduğu bir sahîfe, kelimeitevhidi tekrarlamasına ve müslüman olduğunu bildirmek için Hazret-i Peygamber'e koşturmasına vesîle olmuştur. Bu, şüphesiz, Kur'ân'a kalb gözüyle bakan ve onu can kulağıyle dinleyen kimseleri hidayete erdir­mek hususunda onun sahip olduğu ilâhî müessiriyetin bir neticesi ol­duğu kadar, Allah'ın hidayetlerine izin vermiş olmasına da bağlı bulunan bir iştir. Zira Kur'ân'a istihfafla bakan ve onu eliyle geri iten kimselerin ondan bir ışık almaları mümkün olmadığı gibi, böylelerinin zulmetten nura ve dalâletten hidayete çıkabilmelerinin de imkânsız olduğuna şüphe yoktur.

Kur'ân'ı küçümseyen ve onunla alay etmek cüretinde bulunan kim­seler, aslında onu anlamayan, anlamaya yanaşmıyan ve hattâ onun ne olduğunu bile bilmiyen zavallılardır. Böylelerine Kur'ân'dan söz ederek onun Allah kelâmı olduğunu ve Hazret-i Peygamber'e vahiy yoluyla gönderildiğini anlatmak mümkün değildir. İnançsızlıkları bütün idrak yol­larını kapamıştır. Kur'ân'ı küçümsemeleri ve ona dil uzatarak hakkında kötü ve çirkin sözler sarfetmeleri, ona inananları, onun yolundan sap­tırmak gayesine dayanır. İşte, Hazret-i Peygamber'e Kur'ân âyetleri nazil olmaya başladığı zaman Mekkeli müşriklerin Kur'ân karşısındaki davra­nışları böyleydi ve aralarından zaman zaman hidayete erip müslüman saflarına katılanlar dışında, hepsi de onu küçümsüyor, hakkında ağızla­rına geleni söylüyorlardı.

Maamafih bunların Kur'ân'a karşı takındıkları bu tavrın, ona her*-hangi bir zarar getirebileceğini düşünmek elbette mümkün değildi. Ak sine onlar saldırılarını ne derece artırırlarsa, Kur'ân da onların karşısınoa o derece büyüyor, yüceliyor ve onların hak ve hakikat karşısındaki bütün acizliklerini yüzlerine vuruyordu. İsrâ sûresinin 88 inci âyetinde, hem onlara meydan okuyan, hem de onların acizliklerini ortaya koyan Kur'ân üslûbunu görmek mümkündür. Bu âyette, Hazret-i Peygamber'e yol gösterilerek şöyle denilmiştir: «(Ey Muhammedi) De ki: İnsanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek için biraraya gelseler, biribir-lerine yardımcı da olsalar, yine de Onun benzerini getiremezler.» Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirmek, vezin, nazım, usiûb ve belagat gibi çişitli edebî sanatlar yönünden, onun ayarında bir kitap yazmak manâsmda-dır. Fakat bu kitabın muhtevasını ihmal etmemek gerekir. Bir taraftan asırlarca önce gelip gitmiş milletlerin gerçeğe uygun hayat hikâyelerin­den alınmış tablolar, ibret alınması için gözler önüne serilmeti, bir taraftan gerçekleştiği zaman, insanları şaşkınlık içinde bırakan gayba alt haberler verilmeli, bir taraftan da uyulduğu takdirde, insanları dalâletten hidayete ve zulmetten nura çıkaran, fakat yüz çevrildiği zaman da, içinde bulunduklan zulmet ve dalâletlerini kat kat artıran hükümler bildirilmelidir. Hâsılı kim Kur'ân 'dan şüphe'-ediyor ve onun Allah kelâmı olduğuna inanmıyor­sa, vezinde, nazımda, uslûb ve belagatta onun 'ayarında bir kitap getir­meli ve bu kitap, kıssaları, gâibten haberleri ve hükümleriyle insanlara mahza hidayet olmalıdır.

Kur'ân-ı Kerîm'in, kendisinden şüphe eden Mekkeii müşriklere karşı yürüttüğü bu meydan okuma, yukarıda işaret ettiğimiz İsrâ sûresinin 88 inci âyetinden sonra da devam etmiş ve birbiri arkasına nazil olan Yûnus ve Hûd sûrelerinde, Kur'ân'ın Allan kelâmı olduğuna inanmıyanları, onun sûreleri gibi bir veya on sûre getirmeye davet etmiştir. Yûnus sûresinin 38 inci âyetinde şöyle denilmiştir: «Yoksa Onu peygamber uydurdu mu diyorlar? (Ey Muhammedi Onlara) de ki: Eğer doğruyu söyleyen kimseler iseniz, siz de onun benzeri bir sûre getirin. Allah'tan başka gücünüzün yettiği kimseleri de yardıma çağırın.» Hûd sûresinin 13 üncü âyetinde ise, kâfirler, «uydurulmuş on sûre» getirmeye davet olun­muşlardır: «Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki; Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer sözünüzde sâdık iseniz, bu iş için Allah'tan başka çağırabildiitelerinizi de yardıma çağırın.»

Müslümanlar Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra  da, Kur'ân-ı Kerîm'in, yahudîlerin tecavüzlerine uğradığı görülür. Aslında yahudîler, kendilerine de kitap gönderilmiş olması ve kitap ehlinden sayılmaları dolaytsıyle, onların bu çeşit kitapların değerini bilmeleri ve onlara dil uzatmamaları gerekirdi. Fakat kendi kitaplarına bile inanmadık­ları için, onlardan Kur'ân hakkında saygılı olmalarını beklemek fazlaca bir iyimserlik olurdu. Bu sebepie onlar, yine de tıynetlerinin gereğini yapmış­lar ve ellerinde Kufân'a inanmalarını sağlayacak apaçık deliller bulun­masına rağmen, yine de müşrikler gibi ondan şüphe etmişler, kin ve düşmanlık içinde,  ona zarar verebilecek davranışlarda bulunmaktan çekinmemişlerdir. Maamafih Kur'ân-ı Kerîm, müşrikler gibi yahudîleri de şüphe ettikleri bu kitap hakkında müsabakaya davet etmiş ve hicretin akabinde nazil olmaya başlayan Bakara sûresinin 23 üncü âyetinde, onlardan, Kur'ân'daki sûrelerden birinin benzerini getirmelerini isteyerek şöyle buyurmuştur: «Kulumuz (Muhammed) a indirdiğimiz Kur'ân'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlüyseniz, Allah'tan başka, güvendiklerinizi de yardıma çağırın.»

Ne garibtir ki, gerek müşrikler ve gerekse yahudîler, Kur'ân'ın Allah tarafından Hazret-i Reygamber'e indirilmiş ilâhî bir kitap olduğuna inan­mamış olmalarına rağmen, onun, kendilerine meydan okuyuşu karşı­sında dilleri tutuluyor, yapabilecek, yahut söyleyebilecek hiçbir şey bulamıyorlardı. Oysa İslâm'ın akıllara durgunluk verecek bir süratte gelişip yayıldığını ve müslümanlann yine aynı süratte çoğaldıklarını görüyorlar ve bu gelişmenin kendileri aleyhine cereyan ettiğini adayabiliyorlardı. Bu durumda onlann yapmaları gereken iş, bu gelişmeyi durdurmak, sonra da geriletebilmek için, gelişme sebebi olan Kur'ân'ın düzmece bir kitap olduğunu isbat etmekti. Yakînen biliyorlardı ki, bu kitabın, kendisine Allah tarafından gönderildiğini söyleyen Peygamber, okuma yazma bilmeyen, şiir de söylemiyen bir kimseydi. Kur'ân âyetlerini böyle bir kimse söyle­yebildiğine göre, kendi aralarında bulunan ve ömürlerini şiir ve hutbe söylemekle geçiren nice büyük kimselerin, bu kitaptan daha alâsını yazıp söylemeleri gerekirdi. Fakat yine de garibtir, gerek müşriklerin ve ge­rekse yahudîlerin Kur'ân karşısındaki davranışları en azından böyle ol­ması gerekirken, Kur'ân'dan, küçük bir sûrenin benzerini dahî getirmeye teşebbüs edememişler, daha doğrusu teşebbüs etmeye cesaret göste­rememişlerdir. Onlann Allah kelâmı olduğundan şüphe ettikleri, sonra da hakkında en kötü sözleri ve en galiz küfürleri sarfetmekten çekinmedikleri bu kitabın, veya bir sûresinin benzerini getirmek söz konusu olunca suskunlaşmaları, sadece bir gerçeği isbat ediyordu. O da, aralarında ne kadar mahir şâir ve kâtipler bulunursa bulunsun, vezniyle, nazmıyle, uslûb ve belâgatıyle Kur'ân 'in bir benzerini getiremiyeceklerini, bir şeyler yazıp söyleseler bile, bu yaptıklanyle insanları zulmetten nura, dalâletten hidayete çıkaramiyacaklarını, Kısacası Kur'ân'ın yaptığını yapamıyacak-farını yakînen bilmeleriydi.

Kur'ân-ı Kerîm, bütün âyet ve sûreleri bugün elde mevcut tertip ve sırada tam bir kitap olarak bir defada değil, fakat 22 küsur senede ve hâdiselerin gerektirdiği şekilde, bazan âyet âyet, bazan bir kaç âyetten oluşan bir gurup halinde ve bazan da küçük bir sûre olarak nazil olmuş­tur. Bu sebeple her âyetin veya âyetler gurubunun bir nüzul tarihi bulun­duğu gibi, bir de nüzul sebebi vardır. Ayetlerin ihtiyaç hâsıl olduğu zamanlarda ve hâdiselerin gerektirdiği şekilde nazil olması, özellikle ahkâma taallûk eden hususlarda tederrücî bir gelişmeye imkân sağla­mış, bu ise, müslümanların vazolunan ahkâma uymalarını kolaylaştırmış­tır. Meselâ beş vakit namaz, zekât, oruç, hac gibi ibadetler, hemen farz kılınmamış, içki, kumar, bazı evlenme şekilleri, riba ve benzeri câhilî alışkanlıklar da keza ilk devirde ve birdenbire haram kılınmamıştır. Bu tederrücî gelişmenin hikmeti, katılaşmış nefisleri zor kullanmadan ve inada bindirmeden yumuşatmak ve onları kolayca ıslâh edebilmekti. Kur'ân-ı Kerîm nazil olmaya başladıktan kısa bir süre sonra bu iş başarıl­mış ve hitap ettiği kimseler, câhillyz devrhin zulmet ve dalâletinden,

İslâm'ın nurlu yoluna sokulmakta güçlük çekilmemiştir. Böyle bir işi Al­lah'ın Kitabından başka herhangi bir kitabın başarması elbette mümkün değildir ve târihte bu olayın başka bir benzerine rastlanmamıştır. [14]

 

B. Kur'an Tefsirine Giriş

 

 1, Tefsire Neden İhtiyaç Vardır?

 

Kur'ân, arapların fasih bir arapçayla konuştukları, şiirlerini ve hutbe­lerini fasîh bir arapçayla söyledikleri devirlerde, fasih bir arapçayla nazil olmuştur. Bu sebeple araplar, her ne kadar idrak ve anlayış yönünden biribirlerinden farklı olsalar bile, Kur'ân âyetlerinde hâkim olan maksadı anlayabiliyorlar, anlaşılmasını güçleştiren bir kelimeyle karşılaşsalar, ke­limenin manâsını sorup öğrenmekte güçlük çekmiyorlardı. Fakat böyle bir anlayışın, câhiliye devrinin zulmet ve dalâletinden kurtulup İslâm'ın nurlu yoluna girmek için yeterli olması mümkün değildi. Zira Kur'ân, kelime ve ibareleri, insan zihninde basit manevî intibalar bırakan ve bu intibalarla yetinilmesi mümkün olan bir kitapla mukayese edilemezdi. İbarelerindekİ icaz, yahut daha açık bir ifadeyle, iki kelimesine sıkıştırıl­mış hikmet dolu dev manâ, O'nun eşine hiç rastlanmamış ve bundan sonra da rastlanı/ması mümkün olmayan bir hazine olduğuna delâlet eder ki, bu hazinenin anahtarını elde etmedikçe içine nüfuz etmek hiç kimseye nasîb olmamıştır.

Kanaatimızca tefsîr, insanlığın ıslâhı ve insanoğlunun zulmet ve dalâ­letten kurtafânası için indirilen Kur'ân'ın içinde sakladığı bu hazinenin bir anahtarıdır. İbarelerine nüfuz etmek ve âyetlerinin ihtiva ettiği derin ve geniş manâyı anlayabilmek, ancak bunların keşf ve beyanıyle, yahut tefsîriyle mümkün olur; bu ise; her kelime ve her ibare üzerinde durup düşünmeyi, tefekkür ve tezekkür etmeyi gerektirir. Eğer müslümanlann, ellerinde Kur'ân gibi bir kitapları bulunduğu halde geri kalmışlıklarının sebebi sorulursa, denebilir ki, bu, Kur'ân'ı anlamak yerine, ya eve bere­ket getireceği inancıyle O'nu bir torbaya koyup evin duvarına asmaları, yahutta sadece matemli günlerinde ölülerine duâ makamında okumaları yüzündendir. Oysa Kur'ân-ı Kerîm, kendisini okuyanlara, Kur'ân'ı anla­maya, bunun için de üzerinde durup düşünmeye davet etmiş ve bu davetini sık sık tekrarlamıştır. S'ad sûresinin 29 uncu âyetinde şöyle buyumlmuştur: «Ey Muhammedi Sana indirdiğimiz bu mübarek kitap, akıl sahiplerinin   onun âyetlerini düşünmeleri ve ibret almaları içindir.» Muhammed sûresinin 24 üncü âyetinde Kur'ân üzerinde düşünmeyenler, kalpleri kilitli kimseler olarak tanıtılmış, Kamer sûresinin 17, 22, 32 ve 40 inci âyetlerinde dört defa tekrarlanarak «biz Kur'ân't öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mu?» buyurulmuştur.

Kur'ân âyetleri üzerinde düşünmek, onların hikmet dolu manâlarını zihne yerleştirip hazmetmek demektir. Bir şeyin hazmı ise, ondan gere­ken faydayı alabilmek manâsına gelir. Ancak bu faydanın gerçek bir fayda olabilmesi için, manânın doğru ve aslına uygun olması gerekir. Kur'ân âyetlerinin doğru anlaşılmasını da ancak tefsirler sağlayabilir. Bakara sûresinin oruçla ilgili 187 nci âyetinde «fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yeyip için » mealinde bir ibare yer almıştır. İmsak vaktini tayin eden bu âyet nazil olduğu zaman, ashabtan bazısı, Hazret-i Peygamber'i de güldürecek şekilde imsak vaktinin başlangıcını öğrenmek için biri beyaz, biri de siyah iki parça ip alarak sabah vakti bunların birbirinden ayırt edilecek zamanı kollamaya başlamışlardır. (Bu-

hârî'de Adiy İbn Hâtim'den gelen böyle bir haber için bkz. Sahih, V. 156.) Oysa âyet-İ kerîmedeki beyaz ve siyah İp .tabirleri mecazi manâda kullanılmış ve bunlarla, fecir vakti, gündüzün aydınlığıyle gecenin karanlığı bir ip gibi ufukta belirdiği zaman murad olunmuştur. Nitekim Hazret-i Peygamber, yukarıda söz konusu edilen Buhâri hadîsine göre, yastığının altında beyaz ve siyah ip bulundurup geceleyin bunlarla vakti tayin etmeye çalışıp da bir türlü beceremiyen Adiy İbn Hâtim'e, sözü edilen iplerin jfukta geceyle gündüzü birbirinden ayıran hat olduğunu beyan etmiştir. İşte Hazret-i Peygamberin bu beyanı, Kur'ân âyetindeki mezkûr ibarenin bir tefsîridir. Eğer bu tefsîr olmasaydı, pek çok kimsenin halen yastığının altında birer parça beyaz ve siyah ip bulundurup imsak vaktini öğrene­bilmek için onlara başvurmıyacağından kim emin olabilirdi?

Örnek olarak zikrettiğimiz bu âyet, tefsirin önemini ortaya koymak bakımından dikkate şayandır. Buna benzer daha pek çok âyet vardır ve tefsîr edilmeksizin bu âyetlerin doğru bir şekilde anlaşılması mümkün değildir. Bu sebepledir ki, sahabe, Kur'ân âyetlerinden kendilerine anla­şılması güç gelen bir ibareyle karşılaştıkları zaman, hemen Hazret-i Pey-gamber'e başvururlar ve âyetin manâsını ondan öğrenirlerdi. Aslında onlar, beyaz ve siyah ip meselesinde olduğu gibi, âyetin zahiri manâsını anlamakta güçlük çekmiyorlardı. Fakat önemli olan, kelime ve ibarelerin ifade ettikleri zahirî manâ değil, Allah Ta'âlâ'nın bu kelime ve ibarelerle .   murad ettiği manâdır. İşte sahabîler bu manâyı öğrenmek için Hazret-i Peygamber'e başvuruyorlar,    oda onlara âyetlerin manâlarını beyan ediyor, açıklıyordu. Zaten Hazret-i Peygamber'İn bir görevi de bu idi.

Nahl sûresinin 44 üncü âyetinde, Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'e hitap ederek «kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur'ân'ı indirdik; tâ ki onlar da düşünüp ibre! alsınlar» buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber'in Kur'ân'dan tefsir ettiği âyetlerin miktarı hak­kında kesin bir bilgi mevcut değildir. Bazılarına göre Kur'ân 'm tamamını, bazılarına göre de çok az bir kısmını tefsîr etmiştir. Ancak sahih hadis kitaplarında  tefsirle ilgili olarak gelen rivayetler gözden geçirilirse, Kur'ân'ın tamamına âit Hazret-i Peygamber'den gelmiş bir tefsirin bu­lunmadığı anlaşılır. Esasen buna gerek de yoktur. Çünkü Kur'ân âyetleri arasında öyleleri vardır ki, bunları arap dilini bilen herkes kolayca anlaya­bilir ve anlaşılan bu mânâ, Allah Ta'âlânın murad ettiği manâdan farklı değildir. Zira bu gibi âyetlerde bütün kelimeler tek bir manâya delâlet ederler ve okuyan yahut işiten herkes, bu manânın murad olunan asıl manâ olduğunu yaklnen bilirler. Bazı âyetler ise, gayba delâlet etmeleri dolayısıyla, bunların tevil ve tefsirini Allah'tan başkası bilmez. Binâana-leyh Hazret-i Peygamber'in, Allah Ta'âlânın vahiy yoluyla tefsirini öğret­tikleri dışında bu gibi âyetleri de tefsir ettiğini ileri sürmek mümkün değil­dir. Buna göre, Hazret-i Peygamber tarafından tefsîr edilen âyetlerin, manâları açık ve belli olanlarla, müteşâbih denilen ve Allah'tan başkası­nın bilmesi mümkün olmıyanlar dışındaki âyetler arasında bulunması akla yakın gelmektedir. Bu âyetlerin tefsiri, mücmelin beyanı, ârnmın tahsisi ve iki veya daha fazla manâya muhtemil olanların tayini gibi içtihada daya­nan tefsirlerdir ki, kaynağı ya Allah Ta'âlâ'nın vahiy veya ilhamıdır, ya-hutta Hazret-i Peygamber'in bizzat kendi içtihadıdır. Bu çeşit âyetlerden, Hazret-i Peygamber tarafından tefsiri yapılmamış olanlar ise, ancak Kur'ân ve sünnete vâkıf âlim müfessirler tarafından tefsîr edilebilir; zira biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, böyle âyetlerin tefsiri yalnız içtihada dayanır. İctihad ise, Kur'ân ve sünneti bilmel sizin yapılamaz. [15]

 

2, Tefsîr'in Kaynakları

 

Kur'ân-ı Kerîm, insanları zulmetten nura, dalâletten hidayete çıkar­mak ve onlara dünya ve âhiret saadetini hazırlamak için geldiğine göre, onun bu gayeyi gerçekleştirebilmesi ve insanları, hem Allah'ın, hem de kendilerinin hoşnud olacakları bir neticeye ulaştırabilmesi için, âyetlerinin Allah'ın murad ettiği manâları üzerinde durulup düşünülmesi ve insan için ibret teşkil edecek neticelere ulaşılması gerekir. Bunun için de âyet manâlarının bilinmesine ihtiyaç vardır. Yukarıda da açıkladığımz gibi, bu ihtiyaç, Hazret-İ Peygamber'in hayatta bulunduğu ilk devirden itibaren

Kur'ân âyetlerinin tefsir edilmeleri neticesini doğurmuş ve bu tefsir faali-

değildir.

Bu kaynaklar şunlardır:

1) Kur'ân-ı Kerîm

2)  Hazret-i Peygamber'in sünneti

3) Sahabe tefsîrleri. Daha sonraki devirlerde hazırlanmış olan tefsîr-ler de, şüphesiz yardımcı birer kaynaktır; fakat onlann da asıl kaynaklan-ntn bu üç ana kaynak uluduğunu unutmamak gerekir.

1) Bazı Kur'ân âyetleri, diğer Kur'ân âyetleriyle tefsir edilmiş ve manâlarının anlaşılması kolayiaştınimıştır. Buna göre, tefsiri yapılan âye­tin ilk kaynağının onu tefsîr eden diğer âyetler olduğu anlaşılır. Bu tefsîr, mücmelin mübeyyene, yahut mutlakın mukayyede, yahutta âmmın hâssa hamledilmesi gibi çeşitli şekillerde vukubuimuştur. Meselâ Bakara sûre­sinin 35-37 inci 'ayetlerinde Adem (a.s,) ve eşine Cennet'te kalmafan, diledikleri yerde Cennet nimetlerinden bol bol yemeleri bildirildikten sonra, «yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz» denil­mişti Ne var ki şeytan, onları kandırarak ağaca yaklaşmalarını sağlamış ve Cennet'ten tardedilmelerine sebep olmuştur. İşte bundan sonradır ki, 37 nci âyette de açıklandığı gibi, «Adem, Rabb'ından bir takım sözler alıp yalvarmış, Rabb'ı da Onun tövbesini kabul etmişti.» İşte bu âyet-i kerîme­de, Adem'in Rabb'ından alıp kendisiyle yalvardığı sözler, veya âyetteki ifadesiyle kelimeler, mücmeldir; yani bu söz veya kelimenin ne olduğu açtklanmamaştır. Fakat âyet-i kerîmeyi tefsîr eden bir kimse, Adem (a.s.) in hangi söz veya kelimeler   Rabb'ına duâ edip yalvardığını açıklamak gerektiğini hissettiği zaman, mücmel olan bu ibarenin, Araf sûresinin 22 nci âyetinde mübeyyene hamledildiğini, yani mücmel olanın diğer âyette mübeyyen kılındığını, yahut açıklandığını görmekte güçlük çekmez. Fil­hakika bu âyette, Adem ve eşinin, şu sözlerle duâ ettikleri görülmektedir, «Rabb'ımız! Biz nefislerimize zulmettik. Bizi bağışlamaz ve bize rahmet etmezsen, herhalde hüsrana düşenlerden oluruz»-

Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsîrine bir başka örnek, mutlak olan hükmün, mukayyed olana hamliyle mümkün olabilen hallerde görülür. Meselâ Mâide sûresinin 6 nci âyeti, bilindiği gibi, abdesti farz kılan âyettir ve hu âyetin başında «ey îman edenler! namaza kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın» buyuruimuştur. Allah Ta'âİâ, abdes alırken yıkanması gereken ellerinin hududunu dirseklerle tahdit etmiş olması daloyısıyle, âyetin bu ibaresi mukayyetidir. Bununla beraber, aynı âyetin içinde, su bulunmadığı hallerde teyemmüme izin verilmiş ve «temiz toprağa teyemmüm edin, yüzlerinizi ve ellerinizi onunla mesnedin» denil­miştir. Bu ibarede, meshedilmesi gereken eller için abdestte olduğu gibi bir hudud tayin olunmamıştır; dolayısıyle bu emir mutlaktır ve tefsîr yo­luyla elden meshedilecek yerlerin tayin olunmasına ihtiyaç vardır Nite­kim bazı mezhebler, mutlak olan bu emri, mukayyed olan abdestle ilgili emre hamlederek, su ile yıkanırken yapıldığı gibi teyemmümde de dirsek­lere kadar ellerin meshedilmesi gerektiğini söylemişlerdir.

Kur'ân'ın yine Kur'ân ile tefsîri, âmmın tahsisiyle, veya umumî ma­nâda gelen bir hükmün, hususî manâda gelen bir hükme hamliyle müm­kün olabilmektedir. Meselâ Bakara sûresinin 254 üncü âyetinde «ey îman edenler! Alışverişin, dostluğun ve şefaatin bulunmadığı o gün gelmeden önce sizi rızıklandırdığımız şeylerden infak edin» buyurulmuş ve gerek dostluk, gerekse şefaat umumî olarak nefyedilmiştir; hüküm âmm'dır. Bununla beraber Zuhruf sûresinin 67 nci âyetinde «o gün, Allah'tan korkanlar dışında, dost olanlar biribirlerine düşmandırlar» buyurulmak suretiyle dostlar Allah'tan korkanlara, Necm sûresinin 26 ncı âyetinde ise, «Allah, dilediği ve hoşnud olduğu kimseler için izin vermedikçe göklerde bulunan nice meleklerin şefâatları fayda vermez» buyurulmak suretiyle de meleklerin şefaati, Allah'ın dilediği ve hoşnud olduğu kimselere tahsis edilmiştir. Binâanaleyh Bakara sûresinin 154 üncü âyetine dayanarak kıyamet günü hiç kimse için dostluk ve şefaatin bulunmadığını ileri sür­mek hatalı olur. Bu sebeple, âmm olarak gelen bu âyetin hükmünü, hâs olarak gelen diğer âyetlerin hükümlerine hamlederek kıyamet günü Al­lah'tan korkanlara Allah'ın dilediği ve hoşnud olduğu kimseler dışında, diğer insanlar için dostluk ve şefaatin bulunmadığını söylemek gerekir. Kur'ân-ı Kerîm'de, yukanda örneklerini verdiğimiz pek çok tefsîr şekli vardır. Bu sebeple, bir âyeti tefsîr ederek, her şeyden önce onu beyân eden bir başka âyetin bulunup bulunmadığını araştırmak gerekir.

2) Tefsirin ikinci kaynağı Hazret-i Peygamber ve onun sünnetidir. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Hazret-i Peygamber'in, herhangi bir âyetin beyan ve tefsirinde başvurulacak ilk mercilerden olması kadar tabiî bir şey düşünülemezdi. Zira Kur'ân-ı Kerîm ona indirilmiş, insanlara tebliğ ve tebyîni ona emredilmiştir. Nahl sûresinin 44 üncü âyetinde kendisine hitap edilerek «kendilerine inidirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur ân'ı indirdik; tâ ki onlar da düşünüp ibret alsınlar» denilmiştir. Kur'ân'ı açıklamak Hazret-i Peygamber'in görevlerinden biri olduğuna

göre, Allah'ın kendisine talim ettiği ve açıklanmasına izin verdiği nisbette bu görevi yerine getirdiğine şüphe yoktur. Nitekim hadîs kitaplarına baş­vuranlar, bu kitaplar içinde tefsire tahsis edilmiş bir bâb ve bu bâbta Hazret-i Peygamber'den bir âyetin tefsîri hakkında rivayet edilmiş bir hadîs bulmakta güçlük çekmezler. Meselâ Tirmizî ve Ahmed İbn Han-bel'in, Adiy İbn Hâtim'den naklettikleri bir hadîsten öğrenildiğina göre, Hazret-i Peygamber, Fatiha süresindeki el-mağdûbi aleyhim'! yahudîler, ed~dâllfn'i htristiyanlar olarak tefsîr etmiştir.[16] Keza Bakara sûresinin 238 inci âyetinde es-salâtu'l-vustâ olarak geçen «orta namaz», Hazret-i Peygam­ber tarafından ikindi namazı (salâtu'l-asr) manâsında tefsîr edilmiştir.[17] Yine Hazret-i Peygamber, el-Kevser kelimesini, «Cennet'te Rabb'ımın bana ihsan ettiği bir nehirdir» buyurarak tefsîr etmiştir.[18]

Hazret-i Peygamber'den gelen tefsirle ilgili bu çeşit rivayetlere pek çok rastlanır. Ancak yalancılar tarafından uydurulup Hazreti Peygam­bere İsnad edilmiş olan haberleri de hatırdan çıkarmamak gerekir. Zira tefsîr ve Kur'ân 'in faziletleri hakkında uydurulduğu kadar hiçbir şey hak­kında hadis uydurulmamaştır. Bu sebepledir ki Ahmed İbn Hanbel, «üç şev vardır ki bunların aslı yoktur; Tefsîr, melâhım ve mağazî» demek zorunda kalmıştır. Ahmet İbn Hanbel bu sözüyle şüphesiz Hazret-i Pey­gamber'den nakledilen tefsirle ilgili bütün haberleri reddetmiş değildir. Fakat ona göre, tefsîr hakkında o kadar çokhadîs uydurulmuştur ki, sahîh olanları bunların arasından ayıklamak adetâ güçleşmiştir. Bu sebeple ancak sahîh hadîs kitaplarında yer alan ve sahîh isnadla gelen haberlere itibar etmek gerekir,

3) Hazret-i Peygamber'den sonra tefsirin üçüncü kaynağı sahabî-lerdir. Sahabîler, Hazret-i Peygamber devrini yaşamış, Hazret-i Pey­gamberle birlikte savaşlara katılmış, vahyin gelişine şâhid olmuş ve o devri yaşamanın kazandırdığı geniş bilgi ve tecrübeyle temayüz etmiş kimselerdi. Eğer herhangi bir âyetin manâsını beyan eden bir başka âyet bulamazlarsa, Hazret-i Peygamber'den de bu âyetin tefslriyle ilgili bir hadîsin bulunduğuna vâkıf olmamışlarsa, kendi içtihadlarıyle âyeti tefsir ederlerdi. Hâlis arap olmaları, arap dilinin esrarına vâkıf bulunmaları, Hazret-i Peygamber'in hayatını, çevresini, yahudî, hıristiyan ve müşrik­lerle olan münâsebetlerini ve mücadelelerini yakından bilmeleri, âyetlerin tefsîrinde onların en büyük yardımcısı oluyordu. Şu var ki, tefsir işinde hepsi de aynı kudret ve kaabiliyete sahip değildi. Bazısının bazısına nisbetle Hazret-i Peygamber7e daha çok sohbete nâii olması, bazısının bazısına nisbetle Hazret-i Peygamber'den daha çok tefsir işitmesi, sebeb-i nüzule daha çok vâkıf oiması, re'y ve içtihadda, akıl ve idrakte daha üstün bir kaabiliyete sahip bulunması.ve nihayet bütün mesaisini yalnız Kur'ân âyetlerinin tefsirine tahsis etmesi, sahabîler arasındaki bu farklılığın başlıca sebebini teşkil ediyordu. Bundan dolayı, ilk dört halîfe Ebû Bekr es-Sıddîk, Ömer İbnu'l-Hattâb, Osman Ibn Afîân ve Aiî İbn Ebî Tâlib ile İbn Mes'ud, İbn Abbâs, Ubeyy İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit, Ebû Mûsa'l-Eş'arî ve Abdullah İbnu'z-Zubeyr, diğer sahabîlere nisbetle en çok şöhret kazanan sahabilerdi. Bununla beraber bu on sahabî arasında kendilerinden daha çok tefsir rivayet edilenler ise, İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, Alî İbn Ebî Tâlib ve Ubeyy İbn Ka'b'tır.

Sahabe devrinde tefsirle uğraşan sahabılerin azlığı yanında, işaret edilmesi gereken hususlardan birkaçı da şöyledir: Bu devirde Kur'ân'ın tamamı tefsir edilmemiş, buna luzûm da görülmemiştir. Tefsir edilen âyetler, daha çok, manâsı kapalı ve anlaşılması güç olanlardı. Sahabe arasında, âyetlerin manâları üzerinde ortaya çıkmış herhangi bir görüş ayrılığının bulunmaması da, tefsir edilen âyetlerin az olmasında rol oyna­yan âmillerdendi. Tefsir edilen âyetlerin azlığı ise, tefsirle ilgili haberlerin müstekıl bir ilim dalı halinde tedvin edilmesine ihtiyaç duyurmamış, bu haberler, hadîs şeklinde ve diğer hadisler arasında rivayet edilmiştir. Yine bu azlık, âyetlerin tefsîrinde yahudî ve hıristiyan kaynaklara müra­caat etmekten sahabîleri alıkoymuş, böylece tefsîr, daha sonraki devir­lerde görülecek olan israil! boyadan masun kalmıştır.

Sahabe devrinin sona ermesi ve onlara talebelik etmiş ve dizleri dibinde yetişmiş olan tâbiûn devrinin başlamasıyla tefsîr faaliyeti, ilk devir faaliyetinden çok daha farklı bir şekle girmiştir. İslâm'ın çok geniş saha­lara yayılması ve İslâm ülkesinin genişlemesi, bir taraftan sahabîlerin fethedilen ülkelere dağılmaları, bir taraftan da bu ülkelerdeki arap olmı-yan gayr-i müslim unsurların İslâm'a girmeleri ve kendi bölgelerine gel­miş olan sahabîlere tiimizlik etmeleri neticesini doğurmuştur. Bu ise, yeni bir tefsîr zihniyetinin doğmasına sebep olmuştur. [19]

 

3. Tefsîr Faaliyetleri

 

Daha önce değişik görüş ve inançlara sahip olan ve farklı dînlere mensup bulunan insanların İslâm dînine girmiş olmaları, dâima kendi görüşlerinden ve kendi inanç ve itikadlarından tamamiyie sıyrılmalarını

sağlamamış, İslâm'ın inanç ve itikadını benimsemiş olsalar bile, kafala­rından ve kalplerinden, eski görüş ve inançlarından bazı kalıntıları söküp atamamışlardır. Diğer taraftan gelişen cemiyetlerde dâima hissedilen yeni ihtiyaçlar, duygusu, düşüncesi, istek ve arzusuyle sahabeden çok farklı bir cemiyetin vücut bulmasına sebep olmuştur. Bu farklılık, şüphe­siz, sahabeyle diğer müslümanlar arasında olduğu kadar, sahabe dışın­daki farklı milletlere mensup müslümanların kendi aralarında da vardı. İşte, hepsi de müslüman olsalar bile, ihtiyaçları, duygu ve düşünceleri yönünden birbirinden farklı olan bu toplulukların, Kur'ân karşısındaki tutumları da farklı olmuş, belki hepsi de ona aynı derecedeki bir inançla sarılmış olsalar bile, hallenmesini istedikleri müşkilleri ve karşılamasını bekledikleri ihtiyaçları yönünden ondan farklı şeyler ümıd etmişler, yahut onun , ümid ettikleri farklı şeyleri gerçekleştireceğine inanmışlardır. Kı­sacası, her farklı düşünceye, davranışa, inanç ve itikada sahip olan insan, Kur'ân7 kendi yanında ve kendinin müdafii olarak görmüştür. İşte bu vakıanın tabiî bir neticesi olarak tâbiûn devrinde bir taraftan hadis ve fıkıh gibi İslâm! ilimlere paralel olarak tefsîr iedvîn edilirken, bir taraftan da farklı duygu ve düşünceleri aksettiren tefsirler ortaya çıkmıştır. Şüphesiz her topluluğun kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir tefsirin, sahabe dev­rinde olduğu gibi Kur'ân'ın çok az âyetinin icmalen açıklanmasıyle vücud bulması mümkün değildi. Bu sebeple tâbiûn devrinde bir taraftan Kur'ân'ın tamamı tefsîr edilirken, bir taraftan da görüş ve iddiaların delil-fendirilmesi maksadıyle âyet içindeki kelime ve tabirlerin açıklanmasına geniş yer verilerek daha mufassal tefsirler vücuda getirilmiştir. Bunlara ilâveten âyetlerin tefsîrinde isrâiliyat dördüncü bir kaynak olarak değer kazanmış, Kur'ân kıssalanyle Tevrat kıssaları arasındaki benzerliklerden de faydalanılarak ehl-i kitabın ağzında dolaşan hikâyeler, bazı Kur'ân âyetlerinin tefsirlerinde kullanılmaya başlanmıştır,

Tâbiûn devrinde başlıca üç tefsîr medresesi şöhret kazanmıştır: Birincisi İbn Abbâs'ın tilmizlerinin meydana getirdikleri Mekke medrese-sidir. Sa'îd İbn Cubeyr(Ö. 95), Mücâhid İbn Cebr el-Mekkî (Ö. 103), İbn Abbâs'ın âzadlısı İkrime (Ö. 107), Tâvûs İbn Keysân el-Yemânî (Ö. 106) ve Atâ İbn Ebî Rabâh (Ö. 114) bu medresenin ileri gelen imamlarıdır ve tefsirleriyle şöhret kazanmışlardır.

İkincisi Medine medresesi olup müessisi Ubeyy İbn Ka'b'tır. Onun eliyle pek çok tabiî yetişmiş olmakla beraber, bunlar arasında bilhassa Zeyd İbn Eşlem (Ö. 136), Ebu'i-Âliye Rufey İbn Mihrân (Ö. 90) ve Mu-hammed İbn Ka'b el-Kurazî (Ö. 118) tefsîr sahasında şöhret kazanmış­lardır.

Üçüncü medrese ise, İbn Meş'ûd tarafından tesis edilmiş olan Irak. medresesidir. Mesrûk İbnu'l-Ecda (Ö. 63), el~Esved İbn Yezîd (Ö. 75), Alkame İbn Kays (Ö. 62), Amir eş-Şa'bî (Ö. 103), Katâde İbn Diâme (Ö. 117) ve el-Hasan el-Basrl (Ö. 110) bu medresenin yetiştirdiği meşhur müfessirlerdir.

Tâbiûn devrini takip eden tâbiu't-tâbiîn devri, tefsirin hadîs görünü­münü muhafaza etse bile, hadis içinden ayrılıp tamamiyle müstekî! bir ilim hüviyeti kazandığı ve tedvinine hız verildiği bir devir olarak görülür. Bu devirde, çoğu zamanımıza kadar intikal etmiyen büyük veya küçük ha­cimde pek çok tefsir telif edilmiştir. Bu tefsirlerin müellifleri arasında bilhassa şu isimlerin büyük şöhret kazandıkları görülür: Mukâtil İbn Sü­leyman (Ö. 150), Şube İbnu'l-Haccâc (Ö. 160), Sufvân es-Sevrî (Ö. 161), Veki İbnu'l-Cerrâh (Ö. 197), Sufyân İbn Uyeyne (Ö. 198), Yahya İbn Sellâm (Ö. 200), Yezîd İbn Hârûn (Ö. 206), Ravh İbn Ubâde (Ö. 205), Abdurrazzâk İbn Hemmâm (Ö. 211), İshak İbn Râhûye (Râhaveyh) (Ö. 238), Âdem İbn Ebî İyâs (Ö. 220). Bunlardan yalnız Mukâtil İbn Süley­man'ın, Sufyân es-Sevrî'nin, Yahya İbn Sellâm'ın ve Abdurrazzâk'in tefsirleri zamanımıza kadar gelmiş, diğer müfessirlerin tefsirleri ise, diğer bir çok eser gibi tarihin karanlıklarına gömülmüştür.

Maamafih zayi olduğu bilinen bu tefsirlerin ihtiva ettikleri geniş ilmin de kitaplarla birlikte tamamiyle yok olmadığı, kendilerini yakından takip eden diğer tefsirler tarafından hemen hemen aynen aktarıldığı görülür. Bu hizmeti yapanların başında otuz ciltlik büyük hacmiyle İbn Cerîr et-Taberî (Ö. 310) nin tefsiri gelir. Filhakika sahabe, tâbiûn ve tabiîleri devrinin tefsirleri müstekıllen zamanımıza kadar gelmemiş olsalar bile, tamamı elimizde bulunan Taberî'nin meşhur eseri, nüshaları kaybolmuş kendinden Önceki tefsirlerin muhteviyatını nakletmesi yönünden büyük şöhret kazanmıştır. Bu bakımdan taberî tefsiri, naklî tefsirlerin başta gelen örneklerinden biri sayılır. Maamafih âyetlerin ve kelimelerin tefsi­rinde arap kelâmına ve kadim şiire geniş Ölçüde müracaat etmesi, nahvi mezheblerin görüşleriyle, fıkhl ahkâm ve ifm-i kelâm meseleleriyle yakın­dan ilgilenmesi, bu tefsirin, aynı zamanda aklî tefsirler arasında yer almasını sağlamaya da yeterli olmuştur.

Yeri gelmişken buruda şu hususa işaret etmek gerekir ki, ilk devir­lerde müfessirler, başlıca iki guruba ayrılmışlardı. Bir kısmı Kur'ân'ı kendi re'y ve içtihadlarıyle tefsir etmeyi kesinlikle caiz görmüyor, Hazret-i Pey-gamber'den rivayet edilen «her kim Kur'ân hakkında kendi re'yivle konu­şursa, isabet etmiş olsa bile, hata etmiştir» hadîsini, görüşlerinin en kuvvetli delili Olarak İleri sürüyorlardı. [20]

Bunlar tarafından meydana""getirilen tefsirler ise, yalnız Hazret-i Peygamber'den, ashabından ve tâbiûndan nakledilen tefsirlerle ilgili haberlerden müteşekkildi. Bu sebeple bu çeşit tefsirlere naklî tefsir­ler adı verilmiştir.

Bazı müfessirler ise, dil sahasındaki dirayetlerine, esbab-ı nüzul, nâsih ve mensûh gibi çeşitli Kur'ân ilimlerindeki vukuflarına dayanak onu kendi re'y ve içtihadlarıyle tefsir etmekte herhangi bir mahzur gör­müyorlardı. Aklî tefsir denilen bu çeşit tefsir faaliyetinin öncülüğünü de, re'y medresesinin vatanı olan Irak müfessirleri yapıyordu.

Tefsir sahasındaki bu farklı iki görüş, tâbiûn devrinden sonra, hayati­yetini daima muhafaza etmiş ve zamanımıza kadar taraftar bulmakta güçlük çekmemiştir. Fakat şurası bir gerçektir ki, her iki tefsirin de birbi­rinden müstağni olması, veya birbirine ihtiyacı bulunmaması mümkün değildir. Kur'ân tefsir eden bir kimsenin her şeyden önce teşrî tarihine, nüzul sebeplerine, Mekkî ve Medeni âyetlere, nâsih ve mensûha, Hazret-i Peygamber'den, ashabından ve tâbiûndan nakledilen tefsire vâkıf olması gerekir. Eğer bunlardan herhangi bir âyetin tefsîriyle ilgili bir haber gelmemişse, veya gelmiş olsa bile, itimada şayan değilse, aklını ve re'yini Kur'ân ilimlerindeki bilgisinin hizmetine vererek âyeti tefsir etmesi gerekir. Aksi halde, tefsir edilmeyen âyet, hem müslümanlar tarafından gerektiği şekilde anlaşılmamış, hem de içinde bir hüküm bulunduruyor­sa, bu hükmün çıkarılması yolları kapalı tutulmuş olur. Hazret-i Peygam-ber'den ve ashabından gelen tefsirle ilgili haberlere hiç itibar edilmeksi­zin yalnız akla ve re'ye dayanılarak yapılan tefsirler ise, aklın, Kur'ân'in çoğu mûciz olan ibarelerini anlamakta, takdim ve tehirlerini, kısaltmalarını veya haziflerini bulup çıkarmakta ve doğru manâlarını vermekte güçlük çekmesi dolayısıyle hata ihtimali çok yüksek olur. Oysa Hazret-i Pey-gamber'den ve ashabından gelen haberler, böyle bir hata ihtimalini bazan tamamiyle önlerler; akla yol göstererek doğru olan manâya ulaş­masını sağlarlar. Nitekim tefsir tarihinde, Hazret-i Peygamber ve asha­bından gelen tefsirlere itibar edilmeksizin, yalnız akla ve re'ye dayanıla­rak yapılmış tefsire hemen hiç rastlanmaz; bununla beraber, aklî tefsirleri, nakle az veya çok yer vermeleri bakımından tasnife tâbi tutmak mümkün­dür.

Fakat kanaatımızca akli tefsirlerde asıl tasnife tâbi tutulması gereken husus, bu tefsirlerin çeşitli ilim ve meseleleri aksettirmeleri yönünden sahip oldukları renk veya boyadır. Zira sarf ve nahiv gibi lügat ilimlerinin tedvin edilmesinden, fıkhl ihtilâfların sebep olduklan fıkıh mezhebferinin zuhurundan, esasını bilhassa felsefe kitaplarının terceme edilmesinde sonra ortaca çıkıp gelişen kelâm? görüşlerin teşkil ettiği itikadı mezheple­rin belirmesinden, çeşitli siyasî fırka ve hiziplerin kendi görüş ve inançla­rını yayabilmek için geniş bir propaganda faaliyetine girişmelerinden sonra telif edilen bütün aklî tefsirlerin, bu hareketlerin tesiri altında kaldık­ları ve onların boyasıyie boyandıkları görülür. Bu sebeple bütün tefsir kitapları, herhangi bir ilmin yahut mezheb veya fırkanın ıstılahlanyle ko­nuşmaya ve taraftarlarına yalnız bu ıstılahlarla hitap etmeye başlamıştır. Böylece her tefsirde, müslümaniara â/f felsefî ve ilmi kültürden az veya çok bir örnek yer almıştır.

Tefsirin herhangi bir ilim dalına, bir mezhebe, yahut bir fırka veya hizbe mensubiyeti, onun bunlardan herhangi birine mensub olan ve onun müdâfasmı yapan müellifiyie doğrudan doğruya ilgilidir. Kısacası müfes-sir, hangi ilim dalında temayüz etmişse, yahut hangi mezheb veya fırkaya mensûbsa, tefsirini de o sahaya tahsis etmiş ve o sahanın dili ve ıstılahtyle konuşmuştur. Müfessir dilciyse ve nahivle ilgileniyorsa, tefsirinde kendi­sini, Kur'â'nm İrabından başka hiç bir şey ilgilendirmemiş, yalnız bu konuyla ilgili meselelerle görüşlere ve ihtilâflara yer vermiştir. Mesalâ ebû İshak ez-Zeccâc (Ö.311),Ebu'l-Hasan el-Vâhıdl (Ö.468) ve Ebû Hayyan el-Endelûsî (Ö.745), her üçü de dilci olup nahiv ilminde büyük şöhret kazanmışlardır. Bu sebeple, gerek Zeccâc'ın Ma'âni'l Kur'an, gerek VâhıdVnin el- Basit ve gerekse Ebû Hayyân'ın el-Bahru'l- muhit adlı tefsirleri, lügat yönünden şöhret kazanmışlardır.

Buna mukabil Fahruddln er-Râzî (Ö.606), fıkıh, usûl-i fıkıh ve kelâm ilimlerinde bir âlim olduğu kadar, edebiyat, felsefe, matematik, kimya, tıp ve astronomi ilimlerinde de büyük şöhret kazanmıştır. Kendisi Şâfil idi. Bu sebeple onun Mefatîhu'l-gayh adlı geniş tefsiri, ahlâk, ilahiyat, felsefe ve astronomi gibi konularda büyük şöhret kazandığı gibi, onda, kelâml meseleler, çeşitli yönlerden münakaşa edilmiş, fıkhî meseleler c 5 Şafiî fıkhı açısından ele alınmıştır. Hattâ Râzl, bu tefsirini, sûfiyye Lırîkına girdikten sonra yazdığı için, âyetlerin izahında bazı tasavvuf! ifadelere rastlanması da tabiî karşılanmak icabeder.

Ebû Bekr el-Cessâs (Ö.370), Rey şehrine mensup olup (er-Râzl) Bağdad'a göç etmiş ve orada ölmüş bir Hanefî müetehid ve fakîhiydi. Onun müetehid fi'l-mezheb mertebesine yükseldiği bile söylenir. Ces-sâs, bir mezheb müetehidi olduğuna göre, tefsirinin de bu sahaya tahsis edilmiş olması tabiîdir. Filhakika onun Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eseri, Hanefi mezhebi yönünde ahkâm âyetlerini tefsir eden, mezheb görüşünün müdâfasmı yapan, fıkıh ve usûl-i fıkıh sahasında kıymetli bir tefsirdir. Ancak Cessâs'ın mutezile mezhebine meyyal olduğu görüşüne yol açan bazı fikirlerine de bu tefsirde rastlamak mümkündür,

Buna mukabil Ebû Abdiliah el-Kurtubî (Ö.671) ise, bir Mâliki âlimi olup telif ettiği el-Câmi li-ahkâmVl-Kurân adlı eserinde, mezheb açışın­dan fıkhi ahkâma ve hılâfiyata ağırlık vermiştir.                                    |

Ebû İshak es-Sa'lebl (Ö. 427) ve el-Hâzin el-Bağdâdl (ö. 741), umumiyetle tirih sahasında şöhret kazanmışlardır: Bu sebeple, gerek Sa'iebl'nin el-Keşf ve'l-beyân ve gerekse Hâzin'in Lubâbu't-te'vîl fi ma'âni't-tenzîl adlı tefsirlerinde israiliyattan nakledilen kıssalara fazlasıyle yer verildiği görülür.

Ebû Abdirrahman es-Sulemî (Ö.412) ve Ebu'l-Kâsım el-Kuşeyrî (Ö.465), her ikisi de tasavvuf ehlinden olup hakayik ilimlerine, selef-i sûfiyenin siyer ve menâkıbıne vâkıf idiler. Bu sebeple gerek Şulemi Hakâyiku't-tefsîr ve gerekse Kuşeyrl Latâifu'l-işârât adlı tefsirlerini muta­savvıfların mesleği üzerine telif etmişler, âyet-i kerimelerin işârat ve latife­lerine yer vermişlerdir.

Bu tefsirler yanında, bir de bidat ehli tarafından telif edilen tefsirler vardır ki, bunlar, dil ve edebiyat yönünden ne derece temayüz etmiş olurlarsa olsunlar, gaye yönünden diğer tefsirlerden tamamiyle ayrılmış­lardır. Zira bu tefsirlerde, müfessirin mensup olduğu sapık fırkanın pro­pagandasını yapmak, onun itikadl görüşlerini yaymak ve ehl-i sünnet akaidine hâkim kılmak gayesi güdülmüştür. Meseli mutezile mezhebine mensup olan Ebû Alî el-Cubbâl (Ö.303), Ebu'l-Hasan el-Rummânl (Ö. 384), el-Kâzî Abdu'l-Cebbâr (0.415) ve ez-Zemahşerî (Ö. 538), tefsirle­rini mutezill esaslar üzerine telif etmişler ve bu esasların müdâfasmı yapmışlardır. Keza şla ve haricîlere mensup müfessirlerin eserlerinde de, sadece kendi mezheblerinin görüşlerine yer verilmiş, muhalif görüşler ise, cerhedilmiştir.

Yukarıda örneklerini verdiğimiz çeşitli ilim ve mesleklere göre telif edilmiş tefsir kitaplarına, umumiyetle geçmiş devirlerin mahsulü olarak bakmak gerekir. Bugün, şüphesiz zikredilen bu tefsir çeşitlerinden her­hangi birinin benzerini telif etmeye hiçbir engel yoktur. Arap diline, ede­biyatına, sarf ve nahvine vâkıf olan bir kimse, elbette nahvi bir tefsir yapabilir. Yahut tasavvuf erbabının yollarını ve usullerini bilen ve kendi­sini onlardan addeden bir kimse, Kur'ân'm işaretleri hususunda bir tefsir meydana getirebilir. Kısacası, konuyla ilgilenen her ilim sahibi, kendi ihtisası dâhilinde Kur'an âyetlerini tefsir edebilir. Ancak bugün, yani asrımızda, İslâm âleminde telif edilen tefsirleri, yukarıda verdiğimiz ör­nekler çerçevesi içinde değil, belki biraz daha farklı bir şekilde tasnif etmek gerekir; zira bugün, nahvi veya tasavvuf! tefsir yerine, meselâ

Kur'ân-ı elektriği

Kerim 'de fizik kanunlarını, yaratılışın esrannı, atomun mahiyetini,

bunun gibi modern fennin konusunu teşkil eden meseleleri araştırmaya daha fazla bir eğilim görülüyor. En'âm sûresinin 38 nci âyetindeki «biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.» 59 uncu âyetindeki «gaybın anahtarları O'nun yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde olan her şeyi bilir. Düşen hiçbir yaprak yoktur ki O'nu bilmesin; yerin karanlıkları içinde hiçbir dane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kitâb-ı Mübîn'de bulunmasın» mealindeki beyanlara dayanarak, modern dünyada yapılan bütün fennî keşiflerin Kur'an'da açık veya ka­palı bir işaretinin bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. 1940 senesinde vefat eden Şeyh Tantâvî Cevherî'nin el-Cevâhir fî tefsîri'l-Kur'ân adlı tefsiri, bu maksatla yapılmış tefsirlere bir örnek teşkil eder. Ancak diğer bazı mü-fessirler, böyle bir tefsir anlayışının, Kur'ân'ı bir fen veya ilim kitabı haline getireceğini ve onu asıl gayesinden uzaklaştıracağını ileri sürerek bu çeşit ilmî tefsirlere şiddetle karşı çıkmışlardır.

Asrımızda görülen diğer bir tefsir çeşidi, menşei İslâm olan ve za­manımıza kadar hayatiyetlerini muhafaza eden, yahut sonradan ortaya çıkan bir takım dinî mezheb ve fırkaların inanç ve itikadları istikametinde telif edilen mezhebi tefsirlerdir. Ehl-i sünnete mensup müfessirler yanın­da, İmamiyye İsnâ Aşeriyye, İsmâîliyye, Zeydiyye, İbâdiyye, Bâbiyye, Bahâiyye, Bâtınıyye, Ahmediyye ve Kâdıyâniyye gibi fırkalara mensup müfessirlerin de tefsîr faaliyetlerini yürüttüklerine şüphe yoktur.

İslâmiyet, zuhur ettiği günden bu yana, kendisine düşman olan, kin besleyen, ve fırsat bulunca onu yıkmak için elinden gelen her çeşit kötülüğü yapmaktan çekinmeyen kimselerden kurtulamamıştır. Bunlar, güçle, kuvvetle veya silâhla onu yıkamıyacaklarını bildikleri için, dâima hile ve desiseyle iş görmeye ve sûret-i haktan görünüp onu içten yık­maya çalışmışlardır. Bunun için çok defa başvurdukları ve tatbik ettikleri metod da, İslâm'ın üzerine bina kılılındığı îman, ibadet ve ahlâk esasla­rından müslümanlan uzaklaştırmaktır. Çünkü çok iyi bilinmektedir ki, kalpleri İmandan soyutlanır, ibadet ortadan kalkar ve ahlâk, gününü gün etme ve nefsi hiçbir lezzetten mahrum bırakmama prensibine dayandın-lırsa, dinden eser kalmaz. İşte bu gayeyi gerçekleştirmek isteyen bir takım mülhidler, Kur'ân âyetleri hakkında bir takım görüşler serdederler; onları güya açıklarlar, kendi kafalarından kendi zihniyetleri istikametinde hükümler çıkanp fetvalar verirler ve müslümanların bu sapık fetvalara uymalannı isterler. Böylelerinden, Kur'ân'ın başından sonuna bütün âyet­lerinin yapılmış bir tefsiri elbette gelmemiştir. Fakat yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, günün icablarına ve halkın o günkü temayüllerine uygun düşen âyetleri tefsîr ederler. Her devirde görülen bu çeşit tefsirlere tefsîr tarihinde, ilhâdi tefsîr adı verilmiştir.

Nihayet son asırda görülen ve büyük rağbet gören bir başka tefsîr çeşidi ise, edebi-ictimâî tefsirlerdir. Bu çeşit tefsirlerde, her bir âyetin tefsiri yapılırken, Kur'ân'ın Fatiha sûresinde ve onu takibeden Bakara sûresinin ilk âyetlerinde belirtilen hedefler hiçbir zaman hatırdan çıkarı­lamamış ve okuyucuya, dâima, Kur'ân'ın insanı ulaştırmak istediği he­defe ulaşmasından yardımcı olmak gayesi güdülmüştür. Nahvi tefsir­lerde olduğu gibi, Kur'ân'ın irabı üzerinde durulmamıştır. Mezhebi tefsir­lerde görülen mezheb taassubuna yer verilmemiştir. Tasavvuf erbabını fazlasıyle ilgilendiren Kur'ân işaretleri gözönünde bulundurularak her âyette mutlaka bir işaret keşfetmek gayesi güdülmemiştir. Kur'ân ne tıp, ne fizik, ne astronomi, ne jeoloji, ne biyoloji kitabıdır. Bu sebeple ilmî tefsirlerin yaptıkları gibi dâima değişmesi mümkün olan bir takım beşerî teorilerin ve kanunların menşeini Kur'an'da aramaya kalkışılmamıştır.

Buna mukabil bu çeşit tefsirlerde edebî-içtimâi bir program tesbit edilerek bu program çerçeves/ içinde, Kur'ân'ın belagat ve İcazı da gözönünde bulundurularak âyetlerin manâları açıklanmış ve öncelikle müslümanların sonra da bütün insanların, Kur'ân'ın irşad ettiği istika­mette müşkillerinin halline çalışılmıştır.

Kur'ânın gayesi, şüphesiz, insanları zulmetten nura dalâletten hida­yete çıkarmak ve onlara dünya ve âhiret saadetini müjdelemektir. Fakat bu müjdenin her iki saadeti hak edenlere âit olduğuna da şüphe yoktur. Oysa nice insanlar vardır ki, zulmete alışan gözlerini Kur'ân'ın nurlu ışığına karşı açamamış, zulmette kalmayı tercih etmişlerdir. Kur'ân, böy-lelerine de kötü akıbetlerini haber vermiş, onları Cehennem azâbıyle tehdit etmiştir. Kur'ân'ın bu aslî görevi karşısında insanların onun irşa­dına tâbi olarak kendilerini dünya ve âhiret saadetine ulaştıracak olan nurlu yola sülük etmeleri gerekir. Ancak bu da, onların, Kur'ân'ın bu ulvî gayesini ve aslî görevini iyi bilip anlamalarıyla mümkün olur. İşte, içtimâi tefsirlerin kusursuz bir şekilde gerçekleştirmeye çalıştıkları görevlerin başında, insanlara Kur'ân'ın bu aslî gayesini anlatmak olmuştur.

Kur'ân, bu gayenin gerçekleştirilmesi maksadıyle tarihin derinlikle­rine intikal etmiş, eski kavimlerin davranışlarını, yaşayış biçimlerini, îman ve küfürlerini, sonra da sevap ve ıkâb yönünden akıbetlerini kıssalar halinde gün ışığına çıkarmış ve bu kıssaları akıl ve idrak sahibi insanların ibret nazarlarına sunmuştur. Ancak bazı devirlerde bu kıssalar, yahudî ve hıristiyanlann dillerinde dolaşan hikâyelerle açıklanmaya çalışılmış ve böylece Kur'ânı bir kıssa, isrâilî bir renge boyanmıştır. İçtimâi tefsirlerde bu kıssaların boyaları temizlenmeye ve Kur'ânî hüviyetleri içinde tefsîr edilmeye çalışılmıştır.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, herhangi bir âyetin tefsirinde başvurulması gereken başlıca üç kaynak vardır. Ya o âyet, yine kendisi gibi bir başka âyet tarafından beyan edilmiştir: Mücmel ise mübeyyeni, mutlak ise mukayyedi, âmm ise hâssı vardı'r ve bunlardan ikincisi dâima ilkinin tefsiri için bir kaynak teşkil eder. Yahut âyet, Hazret-i Peygamber tarafından tefsîr edilmiştir, Yahutta sahabeden âyetin tefslriyie ilgili tefsire ışık tutan sahîh rivayetler gelmiştir. Eğer bu üç kaynaktan hiçbiri mevcut değilse, müfessir, diğer tefsirlerin yardımıyie çalışmasını sürdürür; Kendi içtihadına dayanarak ya daha önce yapılmış tefsirlerden gerçeğe yakın gördüğünü tercih eder, yahutta bunların hiçbirine itibar etmeksizin âyeti bizzat kendisi tefsîr eder. Edebî - içtimaî tefsirlerde âyetlerin tefsir metod-lanndan biri de bu olmuştur.

İşte, yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız bu son tefsîr şekil, son asırda İslâm âleminde revaçta olan ve kanaatımızca Kurfân-ı Kerîmin de irşad gayesine uygun düşen bir tefsîr şeklidir. Mümessilleri arasında Muhammed Abduh (Ö. 1905) Muhammed Reşîd Rıza (Ö.1935), Ahmed Mustafa Merâğl (Ö.1945) ve Seyyid Kutub (Ö.1966)u zikretmek gerekir.

Kur'ân tarihi ve tefsiri hakkında, mümkün olduğu kadar teferruata kaçmadan vermeye çalıştığımız bu kısa bilgiden sonra, Allah'ın bize tamamlanmasını nasîb ettiği fatiha ve Bakara sûrelerinin îefsîri hakkında şu mukaddimeye ilâve edebileceğimiz bir kaç kelimelik söz, bu çalış­mamızın da, biraz önce açıkladığımız edebl-ictirnâî tefsîr çeşidine girdi­ğini belirtmekten ibaret olacaktır. Ancak bunu belirtirken, şu hususa da hemen işaret etmek gerekir ki, bazı edebl-ictimâî tefsirlerin, akla fazla­sıyla yer vererek özellikle âhâd haberlere ve bu arada Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen sahih hadîslere itibar etmemeleri ve bazı mesele­lerde mutezileyi hatırlatır bir davranışa sahip olmaları dolayısıyla uğradık­ları itirazlar gözönünde bulundurularak, onların düştükleri bu çeşit hata­lara düşmekten titizlikle kaçınılmıştır. Bununla beraber, Cenâb-ı Hakk'ın, ihlâsla ve yalnız hayır murad ederek yün'jttüğümüz bu çalışmada, bilerek veya bilmeyerek düştüğümüz hatalar olmuşsa, bu hataları bağışlamasını dileriz. Çalışmamızı rızasına muvafık hayırlı amellerden eylemesini ve onun sayesinde dünya ve âhiretimizi hayra tebdil etmesini, sırf Allah'ın rızasını kazanmak için başlamak cesaretini gösterdiğimiz Kur'ân Tef-şifini, yine bu niyet içinde tamamlamayı bize nasîb etmesini ve bizi başarılı kılmasını niyaz ederiz. Tevfık Allah'tandır.

27 Ramazan 1402 19 Temmuz 1982[21]

 

Bibliyografya

 

Abduh Muhammed, Tefsîru'l-Menâr (Mısır 1366)

Abduh Muhammed, Cuz Amme (Mısır 1322)

Ahmed Emîn, Fecru'l- İslâm (Kahire 1945)

Ahmed İbn Hanbel, Musned (Mısır 1313)

Alî el-Cârim-Mustafa Emîn, el-Belâğatu'l-Vâzıha (Mısır 1963)

Afîes-Sâis, Tefsîru âyâtVÎ-Ahkâm (Mısır 1373/1953)

Alûsî Mahmûd, Rûhü'l-Ma'ânî (Beyrut)

Atay Hüseyin- Kutluay Yaşar, Kufân-ı Kerîm ve Türkçe anlamı

(Ankara)

Ateş Süleyman, Kur'ân-ı Kerîm ve yüce meali (Ankara 1980) Bâkıllâm, Îcâzu'l-Kur'ân (Mısır 1963) Beyzâvî, Envâru't-Tenzîl ve esrâm't-Te'vîl (İstanbul 1314) Bilmen Ömer Nasuhî, Tabakâtu'l-Mufessirîn (Ankara 1962) Buharı, Sahih (İstanbul 1315) Bursavî İsmail Hakkı, Rûhu'l-Beyân (İstanbul 1306) Cessâs Ebû Bekr, Ahkâmu'l-Kur'an (İstanbul 1325) Cevad Ali, Târîhu'l-Arab kable'l-İslâm (Bağdad 1375/1956) Curcânî Abdu'I-Kâhir, Delâ'ilu'l-haz (Mısır) Çantay Hasan Basri, Kur'ân-ı Hakîm ve Meali Kerîm

(İstanbul  1384/1965)

Dânî Ebû Amr, el-Muhkem fîNukati'l-Masâhıf(D\maşk 1960) Derveze Muhammed İzzet, et-Tefsîru'l-Hadis (Mısır 1383/1963) Dırâz Muhammed, İnitiation au Coran (Türkçesi: Dr. Salih Akdemir) Doğrul Ömer Rıza, Tanrı buyruğu (İstanbul 1955) Doğrul Ömer Rıza, Kur'ân nedir? (Ankara 1967) Ebû Dâvûd.Sunen (Mısır 1371/1952) Ebû Hayyân, el-Bahru'l-Muhît (Mısır 1328) Ebu'S-Su'ûd, İrşâdu'l-akli's-Selîm... (Mısır) Ebû Ubeyde, Mecâzu'l-Kur'ân (Mısır 1374/1954)

52

Ebyaıl İbrahim, Târîhu'l-Kur'ân (Mısır 1965)

Ferrâ Ebû Zekeriyye, Ma'âni'l-Kür'ân (Kahire 1374/1955)

Hazin, Lubâbu't-Te'vîl fi ma'âni't-Tenzîl (Mısır)

İbn Ebî Dâvûd, Kitâbu't-Mesâhıf (Mtsır 1355/1936)

İbn Hacer el-Askalânt, Fethu'l-Bârî (Mısır 1319)

İbn Hacer el-Askalânl, el-İsâbe (Mısır 1323)

İbn Hacer el-Askalânt, Tehzîbu't-Tehzîb (Haydarâbâd 1325)

İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l Azîm (Mısır)

İbn Kuteybe, Te'vîlu muşkili'l-Kur'ân (Kahire 1373/1954)

İbn Mâce, Sünen (Mısır 1349)

İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab (Beyrut 1388/1968)

Ibnu't-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân (Mısırl 376/1957)

İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-mesîr fi ılmi't-Tefsîr (Dımaşk 1384/1964)

İzmirli İsmail Hakkı, Ma'âni'l-Kur'ân (İstanbul 1343/1927)

Jeffery Arthur, Mukaâdemetân fi ulûmi'l-Kur'ân (Mısır 1954)

Kâzî Abdu'l-Fettâh, Esbâbu'n-Nuzûl ani's-Sahâbeti ve'l-Mufessirîn

(Mısır) Kâsıml   Muhammed   Cemâlu'd-Din,   Tefsîru'l-Kâsımi

(Mısır  1376/1957)

Keskioğlu Osman, Kur'ân Târihi (İstanbul 1953) Kurtubî, el-Câmi U-AhkâmVl-Kurân (Kahire 1372/1952) Mahallî-Suyûtî, Ceiâlu'd-Dln, Tefsîru'l-Celâleyn (Kahire) Mennâu'l-Kattân, Mebâhıs fi ulûmi'l-Kur'ân (Beyrut 1396/1976) Merâğî Ahmed Mustafa, Tefsîru'l-Merâğî (Mtsır 1382/1962) Mucâhid, Tefsîru Mucffid (Duna 1396/1976) eUMuntehab fi tejstri'l-Kur'âni'l'Kerîm (Kahire 1393/1973) Muhammed Hamidullah, Kur'ân Târihi (İstanbul 1965) Muhammed Ferid Vecdi, el-Mushaju'l-Mufesser (Mısır) Müslim İbnu'l-Haccâc, Sahîh (Mısır 1373/1955) Nesal Sünen (Mısır 1348/1930) Nesefî Mahmüd, Tefsîru'n-Nesefî (Mısır) Okiç Muhammed Tayyib, Kur'ân-ı Kerîm'in uslûb ve kıraati

(Ankara 1963)

Râfil Mustafa Sâdık, İcâzu'l-Kur'ân (Kahire 1375/1965) Sa'ldt Abdu'l-Muteâl, en-Nazmu't-Fenniy fi'l-Kur'ân (Mısır) Seyyid Kutub, Fî zılâlVUKur'ûn (Türkçesi: E. Saraç, İ.H. Şengüler,

B.Karlıga, İstanbul 1970)

Subhl es-Sâlih, Mebâhıs fi Ulûmi'l-Kur'ân (Beyrut 1969) Suyûtf Celâlu'd-D7n, Ed-Durru'l-Mensûr (Beyrut)

Suyûtl Celâlu'd-Dîn, el-îtkân fi Ulûmi'l-Kur'ân (Mısır 1370/1951) Suyûtî Celâlu'd-Dîn, Mu'tereku'l-Akrânfitcâzi'l-Kur'ân (Mısır 1969) Şahhâta   Abdullah   Mahmûd,   Târîhu'l-Kur'ân   ve't-Tefsîr        \

(Mısır 1392/1972)                                                             j

Şahhâta es-Seyyid, M.A.Ca'd Mevlâ, el-Becevl 'A.Muhammed,

M.Ebu'l-Fadl ibrahim, Kasasu't-Kur'ân (Kahire 1373/1954)! Şeltût Mahmud, ei-Fetâvâ (Mısır 1971)                                     

Şevkânî, Fethu'l-Kadîr (Mısır 1393/1973)                                  I

Taberî İbn Cerîr, Câmi'u'l-Beyân an te'vîli'l-Kur'ân (Mısır 1373/19Ş4) Tabersî Ebû Ali, Mecma'u'l-Beyân (Tahran) Tirmizl, Sünen (Mısır 1356/1937) Tûsî, Tefsîrü't-Tıbyân (Necef)

Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl (Mısır 1315)                                        \

Yazır Muhammed Hamdi, Hak Dîni Kur'ân Dili (İstanbul 1935); Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire 1373/1953)                                

Zehebl  Muhammed   Hüseyin,  et-Tefsîr  ve'l-Müfessirûn

(Mısır 1381/1961)

Zencânî Ebû Abdillah, Târîhu'l-Kur'ân (Beyrut 1388/1969) Zerkânî Muhammed Abdu'l-Azlm, Menâhılu'l-İrfân (Mısır 1372)' Zerkeşî, el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân (Mısır 1376/1957) [22]

 



[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/5-6.

[2] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/7-8

[3] Câhiliye devrindeki nikah şekilleriyle ilgili bu haber için bkz. Buhârî. Sahih. VI. 132: Ebû Dâvûd, Sünen. 1.528.

[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/8-17.

[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/17-22.

[6] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, 1.1-2; Müslim, Sahîh, IV. 1817.

[7] Hadis içînJokz. Müslim, Sahih, I. 300.

[8] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/22-26.

[9] Hazret-i Peygamberin, bir âyet nâzil olduğu zaman, vahiy kâtibini çağırarak «bu âyeti, şu sûrede zikredilen şu âyetlerin yanına koyun» dediğine dâir bir haber için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, 1.181.

[10] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, iv. 183; Müslim, Sahîh, iv. 1904.

[11] Kur'ân'm cem'iyie ilgili bu haber için bkz. Buhârî, Sahîh, v. 21 o

[12] Kur'ân'ın cem'i ve teksiri hakkındaki haber için bkz. Buhârî, Sahîh, VI. 98-99.

[13] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/26-30.

[14] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/30-36.

[15] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/36-38.

[16] Hadîs için bkz. Tirmizl, Sünen, v. 204; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, iv. 378

[17] Hadîs için bkz. Tirmizî, Sünen, V. 218; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1.153; V. 12

[18] Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, I. 300; Ebû Dâvûd, Sünen, I. 181; II. 538; Tirmizî, Sünen, IV. 680-681; Nesâî, Sünen, II. 134; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, III. 102, 220; VI. 281.

[19] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/38-42.

[20] Hadîs için bkz. Ebû Dâvûd, Sünen, II. 287; Tirmizî, Sünen, v. 200.

[21] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/42-50.

[22] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/51-53.