DÖRDÜNCÜ BÖLÜM... 1

KÂİNATTA CANLI VARLIKLARIN ORTAYA ÇIKIŞI VE YERKÜRESİNDEKİ HAYATIN KORUNMASI 1

A - MELEKLER VE CİNLER.. 1

B - DÜNYADA CANLI VARLIKLARIN ORTAYA ÇIKIŞI 5

1 - Bitki Ve Hayvanların Ortaya Çıkışı Ve Yayılıp Çeşitlenmeleri 5

2 - Yeryüzünde İnsanın Ortaya Çıkışı Ve İnsanın Ana Karnındaki Yaratılış Safhaları 14

C - KUR'AN VE HZ. MUHAMMED (S)'İN UYGULAMALARI IŞIĞINDA ÇEVRE VE HAYAT DENGELERİNİN KORUNMASINA BAKIŞ. 32

1 - Hayvan Türlerinin Korunması 32

2 - Yeryüzü Bitki Varlığının Korunması 39

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

 

KÂİNATTA CANLI VARLIKLARIN ORTAYA ÇIKIŞI VE YERKÜRESİNDEKİ HAYATIN KORUNMASI

 

A - MELEKLER VE CİNLER

 

İster akıllı ve zeki olsunlar, ister iç güdüleriyle hareket eden canlılar­dan olsunlar ve ister bitki türünden olsunlar, hayat sahibi olmak evrende en büyük, en esrarlı ve en güzel bir olaydır. Akıl ve zekâya sahib olmanın ise mükemmellikteki derecesini ortaya koyamayız. Maddeden hayata geçiş ne kadar büyük bir olay ise bir akıl ve zekâya sahib olmak da o kadar ve belki ondan daha da büyük bir olaydır. Akıl denilen nesne toplam kâinatın en üs­tünde bir değere sahiptir. Çünki kâinat onunla bilinir. Akıl okadar büyüktür ki çok kere o bile kendi kendine akıl erdiremez. İnsanlığın melek ve cinler gibi böyle bir yetenekle donatılmış olması onu da Yüce Allah'a karşı so­rumlu hâle getirmiştir. İmana gelince o akıldan sonraki bir aşamadır ve iman insandaki en yüce değer olarak akıldan da büyük bir olgudur. Çünki Allah onunla bilinir. Akıldan gerçek Allah îmanına gidemiyenler, evreni veya kendi daracık dünyalarını aşamıyan ve onların maddî boyutları içinde sıkışıp kalanlardır. Hatta bunlar sahip oldukları kendi manevî insanlık kişi­liklerini keşfedemeyip onun maddî ve hayvanı hudutlarını öteye geçemiyen ve hayatı bu çerçevede yaşıyan kişilerdir. îman için gerekli olduğundan sö­zünü ettiğimiz canlılar akılla donatıldılar.

Benim düşünceme göre bu akıllı yaratıklardan meleklerde en yük­sek derecede îman ile en yüksek derecede akıl eşitlenmiş ve onlardan cinsi­yetin kaldırıldığı gibi bu ikilik de kaldırılmıştır. Bunun için olmalıdırki onlar her an, en yüksek derecedeki bir imanın gereğini yerine getirirler. Melek­ler, nardan kaynaklanan ışıktan çok daha süratli olması gereken nurdan ya­ratıldıklarından onların bazılarına evren çapında görevler verilmiştir. Meselâ Cebrail onlardan biridir. Nûr ayrıca hiç bir enerji türünün sahip olamıya-cağı bir güce sahip olmalıki melekler evrenin korkunç güçlerini aşabil­mekte ve kendilerine verilen görev çerçevesinde onlara hâkim olabilmekte­dirler. Onlar cehennemde bile görev alabilmektedirler. Meleklerin bu du­rumlarına rağmen, insanlığın Allah katında çok özel bir yeri olmalıdırki onun yücelmesi için görevlendirilen melekler olmuştur. İnsanlığın kendi maddî kalıplarını, şeytan ve nefis engelini aşıp doğru olarak Rabb'e yönelmelerini sağlamak için seçilen peygamberlere çok kere bir melek yar­dımcı olmuş ve elçi olarak hep en büyük melek gönderilmiştir. Bu da yalnız davetin büyüklüğünü göstermekle kalmaz aynı zamanda insanlığa verilen değeri gösterir.

BizKur'an-ı Kerîm'den ve Peygamber (S)'in sözlerinden; melekler, cinler ve İnsanlar olmak üzere üç tür akıllı yaratık oluğunu an­lıyoruz. Bunlardan melekler "nûr"dan, cinler "nâr"dan, insanlar ise topraktan yaratılmışlardır.[1] Melekler akıllarını dâima doğru kullanan ve kâinatta büyük görevler üstlenen varlıklar olmuşlardır. Cinler ise insanlar gibi her zaman akü ve zekâlarını doğru kullanamıyabilirler. Cinlerden bir tür olan şeytan ise aklı yanlış kullanan ve A11a h' a itaattan çıkan bir ya­ratığı temsil etmektedir. Kur'an'da insanlık, onun gibi olmaması için sü­rekli uyarılmıştır. Çoğunun zannettiği gibi şeytan isyankâr bir melek değil o itattan çıkan bir cindir ki bu durum Kur'an-ı Kerîm'de açık olarak bildi­rilmişti.[2] Burada sözkonusu âyete: "O, cinlerden oldu" yerine; "O, cin­lerdendi" anlamı verilmelidir. Melekler üreyen canlılar değildir. Oysa pek çok âyette şeytanlardan çoğul olarak bahsedilir. Bu da İblisin ürediğini gösterir. Diğer yandan şeytan nardan yaratıldığı halde melekler aksine nur­dan yaratıldılar. Âdem'i yarattığı için meleklerle beraber, kendi türünü temsîlen olacak, İblisin de Allah'a secde ve bu yeni akıllı yaratığa say­gıda bulunması istenmiş ve fakat o kendisinin daha üstün bir esastan yara­tıldığım ileriye sürerek bu saygıyı reddetmiştir.[3] Böylece Şeytan ateşi toprağa üstün tutmuş olmaktadır. Oysa evrende toprağa, ateşten sonraki bir aşamada geçilmiş ve toprak, tekâmül merhaleleri içerisinde, bildiğimiz en son merhalede yer almıştır. İnsanlardan da kendi yüce değerini anlama-yıp bizzat kendi varlığını bir hayvan türü olarak görerek ona göre yaşıyan-ların sayısı hiç bir zaman az olmamıştır. Bunlar kendi varlıklarına şeytanî bir gözle bakmış olmakta ve en büyük saygı ifâdesi olan secdeyi reddet­mektedirler.

Allah bütün yaratıkları ve bütün kâinatı birtek takdir ile [4]ve fakat değişik devrelerde varlık dünyasına getirmiştir. Biz Kur'an'dan şeytanın ve dolayisiyle cinlerin ateşten, insanın da topraktan yaratıldığını öğrenmemize karşın meleklerin neden yaratıldıklarını öğrenemiyoruz. Onların nurdan ya­ratıldıkları ancak hadislerde ve bazı tefsir kitaplarında söylenmektedir. Biz toprağın, ateş ve bazı enerji türlerinin ne oldukarmı biliyoruz. Fakat "nûr" denilen ve çok güzel olarak tahayyül ettiğimiz o nesne hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Nûr bütün enerji türlerinin ve tüm madde ve madde ötesi var­lıkların öz ve sesası olmalıdır. Tüm varlık bu öz ve hulâsa temeline dayan­malıdır ki Kur'an-i Kerîm'de: "Allah yer ve göklerin nurudur" denil­miştir.[5] İşte melekler, Allah'ın, varlıklarına cevher oluşturduğu bu parlak ve aydınlık özden yaratılmış ilk akıllı canlılardır. Bu nûr cevherinden yara­tılan meleklere erkeklik ve dişilik yerine teklik hâkim olmuş ve onların varlıklarının devamı da bizim gibi yeme ve içmeğe bağlanmamıştır. Bu da onlarda üreme ve büyüyüp gelişmenin sözkonusu olmadığını gösterir. On­lar olgun olarak yaratılan varlıklardır. Biz meleklerin madde ve evrenin hangi aşamasında yaratıldıklarını bilemiyoruz. Melekler ilk akıllı yaratıklar iken insanlar cinlerin ardından son halkayı teşkil ederler. Mâhiyetlerini bi­lemediğimiz melekler ve cinler hakkında Kur'an'da pek çok âyet bulun­maktadır.

Daha önce ayrıntılı şekilde ele aldığımız üzerek[6] Yüce Allah, henüz insanın yaratılacağı toprak oluşmadan önce dünyanın ateş ve gaz döneminde cinlerin babası olan "cânn"ı yaratmıştır. Kur'an onun yaratıldığı ateşin iki ayrı özelliğini vermiştir ki biz daha önce "Dünyanın ateş-gaz Dönemi" baş­lığı altında ele aldığımız bu konunun burada ayrıntısına girmiyeceğiz. Şunu söyliyebilirimki değişik anlayışları bir tarafa bırakırsak bu ateş; zehirleyici ve vücudun gözeneklerine işleyici bir ateştir ve ayrıca o bir karışımdan ibarettir veya diğer bir anlayışa göre tam tersi, o yalın bir ateşti.[7] Cinler bu niteliklere sahip tüm gezegenlerde ortaya çıkmış olmalıdırlar.

Kur'an-ı Kerîm'de "nâr" denilen nesne çeşitli enerji türlerinin genel bir adı olmalıdır. Biz cin ve onların soyundan olan şeytanların bu türlerin hangisinden yaratıldıklarını bilemiyoruz.[8] Cinlerin bizim dünyamızın ilk ortamı içerisinde yaratılmalarına karşılık melekler bu arz küresinin madde­sinden yaratılmamışlardır. Bildiğimiz bir şey varsa o da cinlerin bizimle dünyanın gıdalarını paylaşmadıkları ve bu yönde herhangi bir zarar ve zi­yanlarının görülmediğidir. Şeytana gelince herhalde o insanların günâhıy-la besleniyor veya insanların günâh ve hataları onun en büyük zevk ve eğ­lencesi oluyor. Cinler kaybettikleri enerjiyi yaratılışlarına uygun maddeler­den alıyor olmalılar.

Cinlerin insanlarla olan ilişkilerine gelince genelde onların insanlara zararları yoktur. Cinler dünyanın imkânlarını insanlarla paylaşmadıklarından onlarla insanlar arasında geçmişte bir kavga sözkonusu olmadığı gibi gele­cekte de böyle bir şey söz konusu olamaz. Bununla beraber Kur'an-ı Kerîm'de, onlardan gelebilecek kötü düşünce ve zararlı hayallere karşı in­sanların dikkati çekilerek bundan Allah'a sığınılması istenmiştir. Fakat ora­da insana bizzat kendi cinsi insandan gelebilecek kötü düşüncelere ve vesve­selere de dikkat çekilmiştir.[9] Buna karşılık gene Kur'an'da anlatıldığına göre Hz. Süleyman önemli işlerin yapılmasında ve bir kısım îmalat işle­rinde cinleri istihdam etmeği başarmış; onlara kaleler ve çok büyük kazan ve leğenler ile dilediği diğer şeyler yaptırmış ve hatta o, aynı soydan gelen şeytanları bile istihdam edebilecek bir bilgi ve güce sahip kılınmıştır. Bu ko­nuda gelen âyetlerde aynen şöyle denilir:

" - (Büyük bir iktidar ve hâkimiyet istemesi üzerine) Biz de rüz­gârları onun emri altına soktuk da bu rüzgârlar onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi.

-  Biz, bina yapan, dalgıçlık yapan şeytanları

-  Ve gene zincirlere vurulmuş diğerlerini de onun emri altına soktuk"[10]

Bu âyetlerden şöyle bir hüküm çıkarılabilir ki; şeytanın insan üzerin­de hâkimiyet kurup ona dilediğini yaptırması yerine insan şeytan üzerinde hâkimiyet kurup ona dilediğini yaptırabilir. Bu ise herhalde, peygamberlerde olduğu gibi, Allah'a yüksek seviyede bir itaatla mümkün olabilir. Doğru yolda yürüyen insanlar ise en azından şeytanları etkisiz hâle getirirler. İnsan, şeytan ve cinlerden değil o kendi kötülüğünden korkmalıdır. Hele yüce Al­lah insan için hiç bir zaman korkulacak bir varlık değildir. O, sevilen en bü­yük dosttur. Kur'an'da insan Allah'tan korkutulmamış, o aslında yaptığı ve­ya yapacağı kötülükten korkutulmuştur.

Cinler hiç ağırlığı olmıyan nesneler olmayıp onlar belli bir ağırlığa da sahiptirler ki Kur'an'da buna da işaret edilmiştir.[11] Elbet bir zerre (:atom) nin bile bir ağırlığı vardır. Ateşten yaratılmalarına rağmen onların yıldız-güneşlerde ve arzın derinliklerindeki yüksek derece hararetlere daya­nıklı olmadıklarını gene biz Kur'an'dan öğreniyoruz.[12] Buna göre cinler in­sanlar gibi her ortamda bulunamazlar. Bu da cinlerin yaratıldığı ateşin yük­sek derecede olmadığını ve bunların yaratıldığı sırada dünya hararetinin nis-beten düşük derecede bulunduğunu gösterir. Hatta Hz. Süleyman tara­fından istihdam edilen işçi cinlerden emre uymıyanlar, Allah tarafından şid­detli bir ateş çeşidiyle cezalandırılmışlardır.[13] Onlara insanlara tatbik edilen cezaların etkili olmıyacağı açıktır. Ateşten olan nasıl ateşten etkileniyor? Bu sorunun cevabını müfessir-filozof Fahru d dîn er-Râzî (544-606 h/1150-1210 m) ve ondan etkilenen Neysabûrî (ö. 728 h/1328 m) verdi­ler; Aynı cinsten de olsalar güçlü zayıfı etkileme ve onu yok etme gücüne sahiptir.[14] Kur'an'dan öğrendiğimize göre insanlar gibi gaybı bilemiyen cinler[15] gene onlar gibi çeşitli dinlere mensupturlar ve meselâ Cin ismini taşıyan bir sûrede; Allah'a ortak koşan bir bölük müşrik cinin Kur'an-ı din­ledikten sonra tevhid dini İslâm'a girişleri anlatılır".[16] Bu da cinlerin, kendi­lerine gerçekler anlatılmayınca doğruyu bulamıyacaklarını ve tevhid konu­sunda, gerektiğinde onların bizim kitaplarımızdan yararlandıklarını gösterir. Cinler elbet insanlarla mukayese edilemiyecek bazı yeteneklere sahip olma­lıdırlar. Be İki s'm tahtının bir an içerisinde Yemen'den Filistin'e veya Ş a m 'a getirilmesi olayında olduğu gibi[17] bir cin herhangi bir eşyayı, yaratıldığı enerji hızıyla hareket ettirebilir. Onun bunu nasıl yapabileceğini bile­miyoruz. O bir eşyayı enerjiye dönüştürüp onu yeniden eski hâline getirme yeteneğine sahip midir? Bunu da bilemiyoruz.[18]

Kur'an'dan anlaşıldığına göre uzayın tehlikesiz bölgelerinde dolaşıp oturabilen[19] fakat aslında bizim dünyamızın sessiz ve zararsız sakinleri olan cinler hakkında fazla bir şey söylemek imkânına sahip değiliz. Biz cin­lerle ve hatta bazı meleklerle bir arada yaşıyoruz. Biri latîf, öbürü kesif ve aralarında yaratılış farkları bulunan varlık ve âlemler aynı yerde iç içe yaşıyabiliyorlar. [20]

 

B - DÜNYADA CANLI VARLIKLARIN ORTAYA ÇIKIŞI

 

1 - Bitki Ve Hayvanların Ortaya Çıkışı Ve Yayılıp Çeşitlenmeleri

 

Dünyada hayatın doğuşu olayını ele alırken önce, tüm tabiat ve kâina­tı araştırma kurumlarının kapılarına yazılması gereken şu âyetle konuya baş­lamak istiyorum:

" (Ey Muhammed) deki; yeryüzünde gezip dolaşında, Allah'ın ilk yaratmaya nasıl başladığını gözleyip araştırın. Bundan sonra Allah, son oluşumu (âhiret hayatım) da (bunun gibi) meydana getirecektir".[21]

Bizim dünyamızdan çok daha büyük olan gezegenler vardır. Fakat şu ana kadar bildiğimiz kadarıyla bir tek bizim gezegenimiz en büyük olaya yâni hayat olayına sahne olmuştur. Öyle bir hayatki içinde biz insanlar da olmak üzere onun milyonlarca türü vardır. Diğer pek çok gezegene göre küçücük olan bu yerküresi için "dünya en büyük" diye haykırmak yanlış bir davranış olmasa gerek.

Yeryüzünün tahmin edilen 4,6 milyar yıllık yaşı içerisinde bitkiler ve hayvanlar olarak hayata geçiş elbetteki çok uzun süreleri kaplamış olmalıdır. Milyonlarca yıl ötelerden gelen canlıların hayat sahnesine çıkışları aynı sü­reç içerisinde olmamıştır. En son ortaya çıkan insan ne yazık ki bugün her canlının kaderini elinde bulundurmaya başlamıştır. Bu noktada insan kendi medeniyet ve yaşantısını gözden geçirmelidir. Kur'an-ı Kerîm'den ve Hz. Muhammed (571-632 m)'in bazı sözlerinden anlaşıldığına göre, yeryüzü canlı hayatı pek çok tekâmül devrelerinden geçerek çeşitlenmiştir. Hz. Ali (ö. 40 h/661 m) den gelen ve Peygamber (S)'e aidiyeti bilinmiyen bir sözde şöyle denilir:

" Allah, dünyayı yedi zaman üzere yaratmıştır. Bunlardan her de­vir, miktarını Allah'dan başka hiç kimsenin bilemiyeceği uzun bir süreçtir. İnsanın yaratılışından önce dünya üzerinden altı devir geçmiştir. Adem'in yaratılışından kıyamete kadar olan sü­re ise bir tek devirdir"[22]

Şüphesiz dünya ayrı ayrı özellikleri olan çeşitli merhalelerden geçmiş ve her merhale ayrı canlı türlerin yaratılışına sahne olmuştur. Bir merhaleden diğe­rine geçişle birlikte elbet türler de çeşitlenip çoğalmıştır. Her bir canlı, yaşı-yabileceği bir ortamda ortaya çıkmış ve milyonlarca yıl içerisinde her bir tür zincirleme diğerine bağımlı hâle gelmiştir. Şüphesizki hayata geçişte ilk bü­yük ve temel aşama, dünyanın güneş ailesi içinde uygun bir yere konulma­sından sonra, gaz ve ateş olan kütle yüzeyinin su ve toprağa dönüşmüş ol­masıdır. Güneşten sonra su ve toprak hayatın iki kaynağıdırlar. Toprak ha­yat bakımından o kadar sihirli bir yapıya sâhib olmuşturki ona cansız demek bile pek mümkün değildir. Nitekim 3 gram toprağın milyonlarca küçük (mikrobik) canlıya sahip olduğu anlaşılmıştır.[23] Bunlar da hayatın temel taşlarıdır. Toprak en büyük bir kimyadır ve hayatın sırlarının büyük bir kısmı onda gizlidir. O bir hayat iksiridir ve daha doğrusu o bin bir hayatın iksiridir. Evrende ilk maddelerden, gâz ve ateş dönemlerinden toprağa geçiş en büyük tekâmül merhalelerinden biri olmuştur. Bundan sonra daha büyük bir merhale elbet hayata geçiştir. Hayattan akla yâni insana geçiş ise elbet çok daha büyük bir olaydır. Şu kadar varki insan için tekâmül ve evrim bu noktada durdurulmamıştır. Bundan sonra îman gelir. Akıldan îmana geçiş, îslâmda daha ileri yâni en son merhale olarak gösterilmiş ve bu merhaleye yükselenlere uygun yerler olarak da âlemlerin en mütekâmili olan cennet­ler hazırlanmıştır. Tabiî bu son iki merhale akıl ve imanın kendine göre so­rumlulukları vardır. Hz. Mu h amme d (S) bir konuşmasında, dünyada canlı ve cansız çeşitli türlerin hayat ve varlık sahnesine çıkış süreçlerini şöy­le anlatmıştır:

" Yüce Allah toprağı cumartesi günü, ondaki dağları da pazar günü yaratmışta: Ot ve ağaçlan ise pazartesi günü yarattı. Mekruhu (sevilmiyen şeyleri) salı günü, nuru ise çarşamba gü­nü yarattı. Hayvanları yeryüzüne perşembe günü yayıp dağıttı. Adem'i de bütün yaratıkların ardından, cuma günü ikindiden sonra - cuma günü saatlerinden bir saatin sonunda- ikindi ile akşam arasındaki bir zaman içinde yarattı"[24]

Hz. Ali (r.)'den gelen yukardaki haber Peygamber (S)'in bu açıklamasının bir Özeti gibi görünüyor. Her ikisinde de yedi ayrı aşama bulunmaktadır. Biz ya­ratılış süreçleriyle ilgili bazı Kuran âyetlerinde geçen "gün" kelimesinin uzunca bir devri ifâde ettiğini daha önce açıklamıştık.[25] Hz.   Muhammed 'in bu açıklamasından anlaşılan şudur ki; 1. zamanı temsil eden cumar­tesi günü toprak yaratılmış, 2. zaman olan pazar günü yerin yüzey kısmı şe­killenip dağlar ortaya çıkmış, 3. zamanda bitkiler, 6. zamanda İse hayvanlar yaratılmıştır. İnsan ise 7. zamanın son çeyreğinde ortaya çıkmıştır. Peygam-ber'e isnadı daha zayıf olan bir başka sözlerinde ise O, 1. zamanı pazardan başlatmakta ve toprağın ilk iki zamanda oluştuğunu, söylemektedir. Bu açık­lamada; yeryüzünün düzenlenmesiyle beraber bitkilerin ve ardından hayvan­ların ortaya çıkışı 3. ve 4. zamanlara rastlamaktadır. Yaratılışın son halkası gene cuma günü fakat bu sefer 6. zaman dilimi içerisinde tamamlanmaktadır. Bu konuşmada ayrıca göklerdeki düzenlemelere de değinilmiştir.[26] Her iki hadise göre de, bitkiler (: şecer) hayvanlardan önce yaratılmışlardır. Hay­vanlar da insandan bir devir önce ortaya çıkmıştır. Müslümanların, topluca ibadetleriyle bir bayram havası içinde insanla birlikte ilk kulluk sorumlulu­ğunun da ortaya çıktığı Cuma gününe büyük önem verdikleri açıktır.

Hz. Peygamber 'in, bitkilerle hayvanlar arası merhalede yaratıldı­ğını söylediği mekruh (:istenmiyen ve hoşlanılmıyan şey) ile "nûr" dan neyi kasdettiğini bilemiyoruz. O dönemde sâdece bitkiler bulunduğuna ve hayvanlar henüz yaratılış süreci içerisinde olduklarına göre bunlar doğrudan bitkilerle ilgili ve fakat hayvanların yaratılıp gelişmelerini tamamlayıcı bir şey olmalıdırlar. Bu dönemde bitkiler ve çeştili hayvanları meydana getire­cek elementler ile bakteri türünde canlılar bulunduğuna göre artık onlar açı­sından iyilik-kötülük, fayda-zarar ortaya çıkmış olmalıdır. Muhtemelen Hz. Peygamber, nûr ve mekruh ile böyle bir durumu kastediyor veya o bun­larla güneş ailesi içinde yapılan düzenleme sonucu ortaya çıkan ışık ve ka­ranlık olayını ve bunların faydalı ve zararlı yönlerini kastediyor.

Daha önce yer ve göklerin oluşum safhalarını anlatırken ele aldığımız gibi Kur'an-ı Kerîm, tüm yer ve göklerin yaratılış ve oluşum devreleri­ni altı ana merhale olarak vermektedir. Her bir âlemin kendi özelliğine göre ayrıca dahilî oluşumlara sahne olması da tabiidir. İç düzenlemeler elbet za­man farkına ihtiyaç gösterirler. Yeryüzeyinin orada yaşıyacak canlılar için uygun hâle getirilmesi ve öncelikle ilk canlılarm ihtiyaç duyacakları gıdalar akvât) a kavuşturulması elbetteki göklerdeki oluşumlardan ayrı bir seyir izliyecektir. Kur'an'da biz böyle bir durumdan sözedildiğini görürüz. Fussilet sûresinde anlatıldığına göre, yer ve gök her ikisi varlık âlemine bir­likte getirilirlerken, yeryüzünde gıdalar dört ayrı süreç içerisinde yaratılmış­lardır. Burada ilgili âyette şöyle denilir;

"Allah orada üstten, ağırlık sabit dağlar yerleştirdi. Orada bol­luk ve bereketler yarattı ve onda, isteyip anyanlara yeter, dört gün (devir) de, onun gıdalarım yaratıp tamamladı".[27]

Bu sûrede peşi sıra ve bazan İç içe pek çok merhaleden sözedilmiştir. Bu âyete göre ya hemen bütün müfessirlerin dedikleri gibi ondan bir önceki âyette belirtilen, dünyanın ilk yaratılış safhası da dahil olmak üzere toplam dört merhalenin son ikisinde bu gıdalar yaratıldılar veyahutta tek başına gı­daların yaratılışı dört merhalelik bir süreci kapladı. Diğer yandan gıdalar diye tercüme ettiğimiz "akvât:" kelimesi üzerinde birbirine yakın ve fakat gene de değişik görüşler ortaya çıkmıştır. Hasan el-Basrî (ö. 110 h/728 m) gibileri buna; rızık ve geçimlikler, diye esas kelime anlamını verirlerken bir kısımları da onu, genel anlamda, dünya menfaatma uygun şeyler, olarak yorumladılar. Katâde (ö. 118 h/736 m) akvâta; dağ, nehir ve denizler ile bitki ve hayvan türünden canlılar anlamını verirken gene ay­nı devrin yâni hicrî birinci asır âlimlerinden Mücâhid (Ö. 100 h/718 m) ona sâdece yağmur anlamını vermiştir. Bunlara ilâve çeşitli mâdenleri "akvât" olarak görenler vardır. Böylece hayat için gerekli her şey "kut: azık" mefhumu içine dâhil edilmiş olmak tadır .[28] Hayat sözkonusu olun­ca her şey basitten mürekkebe, aşağıdan yukarıya doğru biri diğerinin azığı olmaktadır. Su elbetteki bütün bunların başında gelir ve fakat o canlı değil­dir. Mâdenler bitkilere, bitkiler hayvanlara ve sonra hepsi insanlara gıda olabilmektedirler. Böylece üçüncü ve dördüncü zamanda ortaya çıkan bitki ve hayvanlar ihtiyaçları olan gıdaları varlık dünyasına gelişlerinde hazır buldular ve sonra onlar buna ek olarak birbirlerinin gıdası oldular. Bu ba­kımdan "akvât: azıklar" içerisine sonradan bitki ve hayvan türleri de dahil olmuşlardır. Onlardan önce ise dünya, bitki ve hayvanları ortaya çı­karabilecek ve onları yaşatabilecek, toprak, mâdenler, su ve nihayet hava ortamına kavuşturulmuştur. Nitekim sözkonusu âyette temel gıdalar anla­mındaki "akvât"dan önce dünyada yaratılan bereketlere değinilmiştirki bunlar hayata kaynak oluşturan nesneler olmalıdır. Meselâ Şam beldesin­den İbn Kesîr (ö. 774 h/1372 m) bunu; dünyanın tohum ve fide ekimini kabule uygun ve faydalanılır bir duruma getirilmesi olarak yorumlamış­tır.[29]

Kur'an-1  Kerîm'de, bitki ve hayvanların ortaya çıkış merhaleleri ile ilgili başka âyetler de bulunmaktadır. Göklere yükseklik ve derinlik boyutu (: semk ) nun kazandırıldığını anlatan âyetlerden hemen sonra yer­kürenin durumuna değinen âyetlerde şöyle denilir:

" - Allah göğün gecesini kararttı, gün aydınlığını ortaya çıkardı.

-    Bundan sonra da O, yeri yayıp döşedi; Ondan suyunu, otlağını çıkardı,

-    Dağlarını derinliklere oturtup sağlamlaştırdı

-    Allah (bütün bunları) size ve hayvanlarınıza fayda olması için yapmıştır"[30]

Görüldüğü gibi burada önce, gece ve gündüz olayına kavuşması için dünyanın güneş ailesi içinde uygun bir yere yerleştirilmesinden söz edilmek­te ve sonra da yeryüzeyinin döşenmesi anlatılmaktadır. Tanzim edilen yü­zeyde bundan sonra su ve ardından da otlaklar ortaya çıkmış ve böylece hayvan ve insanlara gıdalar hazırlanmıştır. Hayvanlar içinden "eiTâm: " denilip bir sûreye de ismini veren ve insanlar için son derece faydalı; koyun, keçi, deve ve sığırdan ibaret erkekli-di sili sekiz çift hayvan yaratılıp ortaya çıkarılmıştır.[31] Bu hayvanlar genel hayvan varlığı içerisinde, insan­lara faydalı olmak bakımından en gelişmiş türleri temsil ederler ve bunlara gelmeden önce tek hücreli canlılardan tutun da bunlardan daha mürekkeb ve gelişmiş olanlarına kadar niceleri ortaya çıkmışlardır. En gelişmiş ve insanlı­ğa et ve sütleriyle en faydalı türler olan "eiTâm" İslâm dininde, Allah'a kurban edilebilir hayvanlar olmuşlar ve diğerleri bu seviyenin altında kal­mışlardır. Tabiatta her hayvanın ayrı bir yeri olmakla beraber bu hayvanlar için ve bu hayvanlarla insanlığın Allah'a özel bir şükürde bulunması isten­miştir.

Az önce sunduğumuz âyetlerde geçen ve yer yüzeyinin döşenip düzlenmesi anlamındaki "dahv:", aslında sâdece yeryüzeyinin şekillen-dirilmesi hâdisesi değildir. Bu ameliyye içerisinde, yüzeyin çeşitli su kaynaklarına sahip kılınması ve bundan sonra meralardan başlanarak onun çeşitli bitki örtüsü ve hayvanlara kavuşturulması işlemleri de vardır.[32] Bu, yeryüzünde hayatı başlatmak için onu düzenleyip dengeleme olayıdır ki genel anlamda bunun içine canlı türlerin yaratılış ve dağılımı da girmektedir.

Yukardaki sözkonusu âyetlerde, hayatın başlamasından önce, dünya­nın gök İçerisinde gece ve gündüze imkân veren bir konuma getirilmesinden söz edilmiştir. Rahman süresindeki bir âyette İse dünyanın yeri ve konumu ile hayat arasındaki bağlantı çok daha düşündürücü bir anlatımla ortaya ko­nulmuştur ki bu âyet şöyledir:

" Yeryüzüne gelince onu da Allah canlılar olsun diye (uygun) bir yere koymuştur"[33]

Bu âyet hayatın başlıyabilmesi için dünyanın önce güneş ailesi içerisinde uygun bîr yere konulusunu ve sonra da yüzeyin hayat için elverişli bir konu­ma getirilişini ifâde ediyor ki bunların her ikisi de hayata geçiş ve hayatın çeşitlenmesi için bir ön şart olarak karşımıza çıkarlar. Nitekim aynı sûrede bu âyetten sonra çeşitli türden bitkilerin ve sonra da insanın yaratılış olayı ele alınmış bulunmaktadır.

Canlıların hangi şeyden yaratıldıkları sorusuna gelince Kur'an-ı Kerîm buna; cinler için ateş, insanlar için toprak ve genel bir esas olarak da "su" dan cevabını vermiştir. Yer ve göğün bitişik olup bun­ların sonra birbirlerinden ayrıldıklarını anlatan âyet, sonunda, yerkürede her canlı şeyin sudan yaratıldığını, bildirmiştir. Göklerin yaratılış ve oluşumu ile hayata geçiş hakkındaki bu ilgi çekici âyette aynen şöyle denilir:

" Göklerle yer biti§ik bir bütünken Bizim onları yarıp birbirinden ayırdığımızı ve her canlı şeyi de sudan yarattığımızı o inkarcı­lar görmüyorlar mı? Hâla inanmıyacaklar mı onlar!"[34]

Bu âyet, melekler, cin ve insanlar da dâhil olmak üzere diğer bütün hayvan ve bitkilerin temelde sudan yaratıldıklarını ifâde eden bir genelliğe sahiptir. Acaba nurdan yaratılan melekleri, ateşten yaratılan cinleri ve niha­yet topraktan olan insanı bu âyetin genel hükmünden çıkarmak mümkünmü-dür veya bunlardan hangisi bu genel hükmün dışında kalmaktadır? Eğer bunların hepsi sudan yaratıldılarsa o takdirde burada tüm kâinatı oluşturan ilk temel maddeye doğru gitmek gerekecektir. Daha önce kendisinden söz ettiğimiz su âlemi, göklerin oluşmuna kaynaklık etmiş olabilir veya su­yun en büyük katkı maddesi hidrojen göklerin ilk temel maddesi olabilir. Burada sudan kasıt doğrudan yeryüzündeki bildiğimiz su da olabilir. Suyu meydana getiren hidrojen ve oksijen gazları ateşe doğru giden yolda ilk te­mel maddeleri meydana getiriyorlarsa o takdirde ateşten yaratılan bir şeyin esasta su ile aynı maddelere dayandıklarını söylemek mümkün olur. Hatta bu durumda bizzat ateşin kendisi bile su ile aynı temele dayanırlar. Nite­kim kelâmcı müfessir Neysabûrî (ö. 728 h/1328 m)'nin yazdığına göre, es-Sekkâkî adındaki âlim; ayrı ayrı maddelerden yaratılmış olsalar bile melek, cin ve insanların yaratıldıkları bu maddelerin hepsinin ilk esas olarak su unsuruna dayandıkları, görüşünü savunur.[35] "İlk Maddelerin Ortaya Çı­kışı" ana başlığı altında genişçe ele aldığımız gibi Hz. Peygamber (S)'den gelen bazı hadislerde; her şeyin sudan yaratıldığı, ifâde edilmekte ve pek çok İslâm bilgini de kâinatı oluşturan ilk temel maddenin "su:" ol­duğunu kabul etmektedirler,[36] Acaba Hz. Peygamber bu sözleriyle sâ­dece canlı olan varlıkları mı kasdetmiştir ve diğer yandan cin ve melek­leri bu genel hükümden hâriç mi tutmuştur? Bunu bilemiyoruz. Her canlı şeyin sudan yaratıldığını söyleyen âyet sâdece canlı nesnelerden sözetmiştir ki müfessirlerin bir kısmı buna yanlız hayvanları dâhil ederlerken diğer bir kısım müfessir, bitkileri de aynı esasa dayandırmışlardır. Bu olayı, canlının yaşaması için suya olan ihtiyacı açısından ele alanlar olduğu gibi bunu nes­lin devamı için su gibi olan menî olarak yorumlıyanlar da vardır.[37] Burada hiç kimse, hayatın önce denizlerde başlamış olacağı ihtimali üzerinde dur­mamıştır. Bir başka âyette insanlar da dahil olmak Üzere özellikle hayvanlar (:dâbbe)ın sudan yaratıldıkları ifâde edilmiştir. Sözkonusu âyetlerde ha­yatın önce deniz ve göllerde başladığı açıkça ifâde edilmemiştir.

Kur'an-ı Kerîm 'de insanların bir tek kişiden yaratılıp çoğaldık­ları söylenmesine karşın bu kitapta hayvan ve bitkilerin bir tekten çoğalıp çeşitlendikleri söylenmemektedir. Kur'an'da; bitki türünden olsun, hayvan ve insan türünden olsun canlıların döllenip üreme ve çoğalmaları olayı için "zer':" fiili kullanılmıştır ki[38] biz daha önce genişçe ele aldığımız bu konulan burada özetlemekle yetineceğiz.[39] Arapçada ilk ekin için "ez-Zeri':" denildiği gibi bu fiil araziye tohum serpme anlamını da taşı­yor. Döllenip üreme tarzında bir yaratılış sözkonusu olunca orada bir türün erkek ve dişi iki cinsine ihtiyaç vardır. Bu sebeple üretip çoğaltma anlamın­daki "zer"' olayında bir türün ilkinden o türü çoğaltma işi vardır. Durum böyle olunca ilk merhalede aynı türün erkek ve dişisini yaratmak gereke­cektir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen fiilin kullanıldığı bir âyette şöyle denilir:

" Allah yarıp bölerek gökleri ve yeri yaratandır. O size kendi nev inilden eşler yaptığı gibi hayvanlara da kendi cinslerinden esler yaptı. O, sizi bu şekilde döllendirip üretiyor. Hiç bir şey Allah benzeri değildir. O her şeyi işiten ve görendir"[40]

Canlı olsun cansız olsun bir nesnenin diğeriyle birleşip başka bir yara­tık meydana getirebilmesi için onların erkekli - dişili olmaları veya artı-eksi enerji yüklere sahip bulunmaları gerekir. Kur'an'da; her şeyin, erkek ve dişi olarak çift yaratıldığı bildirilmektedir. Bu durum hem bitki, hayvan ve insan gibi canlılar için ve hem de bunların dışındaki cansız nesneler için sözkonusu edilmiştir. Bu kitapda erkekli-dişili veya artılı-eksilî yahut biri di­ğerinin karşıtı olan çiftli yaratılışlara dikkat çekilmiştir. Meselâ şu âyette bu­nu açıkça görmek mümkündür:

" Yerin bitirmekte olduğu şeylerden, insanların kendilerinden ve onların (henüz mâhiyetlerini) bilmedikleri diğer şeylerden bü­tün çiftleri yaratan Allah münezzeh (yüce nitelikler sahibi) dir[41]

Bilim çağı Öncesinde Kuran 'm, varlığa ve hayata ilişkin temel ka­nunları ortaya koyması ve bu cümleden olarak o dönemde hayvanların yanı sıra bitkilerde de erkeklik ve dişiliğe değinmesi ve bunu artı ve eksi güçler olarak cansız nesnelere de teşmil etmesi elbet ilgi çekicidir. Ve meselâ özel­likle bitkilerdeki bu iki çeşit cinsiyete değinen bir âyette de şöyle denilir:

" - Yeryüzüne bakmıyorlarmı ki Biz orada her değerli çiftten nice nebatlar bitirdik.

- Şüphesizki bunlarda (Allah'ın gücüne) deliller vardır. Fakat on­ların çoğu inanıcı olmadılar"[42]

Burada, değerli diye tercüme ettiğimiz "kerîm" sıfatı aslında; iyilik­te bulunan, karşı tarafa iyi ve değeri olan şeyler veren anlamındadır. Bitkiler­de eş çiçekler birbirlerine iyilikte bulunuyor. Bu yolla hem onların nesilleri devam ediyor ve hem de bitkiler tüm insanlığa ve hayvanlara iyilikte bulunu­yorlar. Bitkiler gerçekten bütün aile ve türleriyle bu kerîm sıfatına lâyık ol­muşlardır. Bilindiği gibi bu sıfat yüce Allah'ın sıfatlarından biridir ve O, kar­şılıksız nice nimetler bahşedendir. Allah'ın kendi sıfatını bitkilere vermesinin herhalde bize anlatmak istediği çok yüksek bir anlamı olmalıdır. Diğer bazı âyetlerde ise onlara âit çiftler (: ezv âc) doğrudan güzel ve iç açıcı anlamında "behîc" sıfatıyla nitelendirildiler. Burada onların hem çeşit çeşit güzellikle­riyle göze hitap etmeleri ve hem de nefes alıp vermemize yaptıkları katkı bu sıfatın anlam boyutları içinde düşünülebilir. Bu "behîc" sıfatının Kur'an'da iki kere geçmesi bitkilerin bu iki yönlü işlev ve katkısına bir işaret olabilir ki biz çevre ve hayat dengeleriyle ilgili başlıkta bu konuya tekrar döneceğiz. Önce topraktan ve sonra da insan suyundan yaratılıp üremeye devam eden in­sanlığın bu durumlarını anlatan âyet, sonunda şu cümlelerle biter:

" Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü bir halde görürsün. Fakat Biz onun üstüne su indirdiğimiz zaman o hareketlenir, kaharır ve her güzel; iç açıcı çiftten (ve türden) nebatlar bitirir".[43]

Güzel ve iç açıcı çiftlerden sözeden bir diğer âyetin ifâdesi de şöyle­dir:

" Onlar yeryüzüne bakmıyorlarmı, Onu nasıl serip döşedik. Ona nasıl sabit dağlar atıp yerleştirdik ve orada her güzel; iç açıcı çiftten nebatlar bitirdik".[44]

Biz Kur'an'da, bitkilerdeki cinsiyete, değişik tür ve ailelere değinen daha başka âyetler de görmekteyiz. Onlardan birinde şöyle denilir:

" O Allah ki yeryüzünü size bir döşek yapmış, orada sizin için yollar açıp gökten de su indirmiştir. İşte Biz onunla çeşitli bitki­lerden çiftler (ve türler) bitirmişizdir".[45]                               _

Canlıların değişik cins ve türlerde ve çift çift yaratıldıklarını anlatan Kur'an[46] nihayet bu hususta ilk sunduğumuz âyette görüldüğü gibi çok daha genel bir anlatım içinde konuyu bir kere daha şöyle takdim eder:

" - Biz göğü kuvvetle bina ettik ve Biz gerçekten ve cidden (onu) genişleticiyiz.

-  Yeryüzünü de Biz yayıp döşedik. (Bakın) Biz ne güzel döşeyicileriz.

-  Biz her şeyden de iki çift yarattık, olurki düşünüp ibret alırsı­nız".[47]

Burada göklerin genişletilmesi ve yeryüzeyinin döşenip tanziminden sonra her şeyden de iki çift yaratıldığının dile getirilişi bu ikiliğin genel olduğunu göstermektedir. Yeryüzündeki canlıların üreyip çoğalması ve çeşitlenmesine bu ikilik sebep olduğu gibi muhtemelen göklerdeki genişlemeğe de madde­lerdeki bu İki zıtlıktan kaynaklanan çoğalma ve çeşitlenme yol açmaktadır. Sözkonusu âyetlerde geçen "zevc-ezvâc" kelimlerine, erkek ve dişiden ibaret çiftler yahut cansız nesneler sözkonusu olduğunda artı ve eksi güç yüklü çiftler anlamını vermek mümkün olduğu gibi bunları sınıf, aile ve tür­ler olarak mânalandırmak da mümkündür. Fakat birinciler olmadan ikincile­re nasıl erişilecektir? Bütün meyvelerde iki çift bulunduğu ifâde edilen bir âyette onların çiçeklerinde ortaya çıkan ikiliğe dikkat çekilmiş gibidir. Yer­yüzünün tanzimini de konu edinen bu âyetin meyvelerle ilgili bölümünde şöyle denilir:

" Allah, meyvelerin hepsinden, yine kendilerinin içinde (erkekli-disili) ikişer çift yaratmıştır"

İlk yaratılışta erkek ve dişiden hangisi öncedir veya her ikisi berabermidir? Biz insan misâlinde erkeğin önce olduğunu, Havva'nın Adem'den yara­tıldığını görüyoruz. Diğer canlıların ve bitkilerin durumları hakkında ise kesin bir şey söylemek durumunda değiliz.

Kur'an-1 Kerîm'de yaratılışla ilgili fiillerden bir diğeri de "bess: " fiilidir. Bunda sâdece üretip çoğaltma anlamı yoktur. Bununla beraber ve özellikle de onun yayma anlamı vardır ve Kur'anda, yanlızca üreyip yürüyen ve yayılıp dağılan insani ve hayvan türünden canlılar İçin bu fiil kullanılmış, bitkiler için ise kullanılmamıştır. Bunun sebebi nedir? Acaba insan ve hayvanlardan her türün ilki önce bir tek yerde ortaya çıkıp sonra bunlar dünyaya oradan mı yayıldılar? Bu fiilin yanlız onlara tahsisi böyle bir durumu anlatmak için olabilir. Bitkilere gelince onlar, türlerine gö­re, aralarında zaman farkı olmakla beraber, yeryüzünün uygun olan her ye­rinde yaygın olarak mı ortaya çıktılar? Bunu bilemiyoruz. Biz Hz. Adem (S) misâlinde ise insanlığın açıkça bir tek kişiden ve bir tek yerden üreyip yayıldığını görüyoruz. "Bess" fiili Kur'an'in bazı âyetlerinde; saçma, da­ğıtma ve toz kaldırma gibi anlamlarda kullanılmıştır. Fakat bitkilerin yayılışi Kur'an'da böyle bir anlatıma konu olmamıştır.

"Bess:  fiili canlılar hakkında kullanıldığında özellikle sıçrayarak ve yürüyerek yer değiştiren türden olan İnsan ile hayvan türleri "devâbb:" için kullanılmış [48]ve hatta kuşların bunlara dahil olup olmıyacağı mü-fessirlerce tartışma konusu yapılmıştır. Biz yere indiklerinde kuşların Önce­likle bu sınıfa dâhil olacaklarını söyliyebiliriz. Çünki onlar yerde debelenip giderler, "debb:" arap dilinde, sıçrama ve yürüme anlamlarına gelir. Bunda uçma anlamı yoktur. Ancak Kur'an âyetlerinde bu fiil, genelleştirme yoluyla uçma eylemini de içine alabilmektedir.[49] Canlıların yeryüzüne ilk dağıldıkları sırada muhtemelen kuşlar henüz uçma tekâmülüne erişememiş­lerdi ve onlar da sıçrayarak ve yürüyerek hareket ediyorlardı. Kur'an-1 Kerîm'de, yayılma hareketlerinin; deprencrek ve sıçrayarak veya düzgün yürüyerek yer değiştiren canlılar olan "devâbb" için sözkonusu edilişi, böyle bir gerçeği anlatma gayesine yönelik olabilir.

İnsan topraktan yaratıldığına göre daha basit yaratıklar olan bitki ve hayvanlar da elbet topraktan yaratıldılar. Acaba ilk yaratılışta ve ilk hamu­run mayalanmasında göklerden alınan bir şey olmuşmudur? Kur'an-1 Kerîm 'de, demirin yaratılışı anlatılırken yukardan aşağıya ve gökten yere indirme anlamında olan "inzal" fiili kullanıldığı gibi[50] özellikle etleri yenilen, sütleri içilen; deve, sığır, koyun-keçi ve bunların erkek ve dişileri olmak üzere sekiz çift hayvan (:erTânı)ın yaratılışlarından söz edilir­ken de aynı fiil kullanılmıştır.[51] Acaba "inzal" ilk oluşumun göklerde başlayıp sonra dünya şartlan içerisinde tamamlanan bir yaratma dayımıdır? Demir mâdeninin Kur'an'da anlatıldığı biçimde bir evrim geçirdiği bugün konunun uzmanlarınca ifâde edilmektedir. Kur'an-ı Kerîm'de neden; her yönden bir nîmet olarak insana sunulan sözkonusu bu gelişmiş hayvan­ların yaratılışları da aynı fiille ifâde edilmiştir? Bu fiil, bir kısım müfessirle-rin anladığı şekilde doğrudan yaratma anlamına gelebileceği gibi gene on­lardan bir kısımlarının dedikleri gibi bu fiil, sözkonusu hayvanların oluşu­mu ile İlgili ilâhi irade ve kararın yaratılış mahalline indirilmesi olarak da yorumlanabilir. Bu arada bazı müfessirler de, H z. Âdem misâlinde oldu­ğu gibi bu hayvanları da yeryüzüne cennetten indirmişlerdir.[52] Çeşitli tür­de giysiliklerin indirildiğine dair olan âyet de gene aynı tarz yorumlara ko­nu olmuştur.[53] Bugün kendilerinden elbise yaptığımız keten ve pamuk gibi bitkiler yeryüzü ortamı içerisinde yaratılmışlardır ki biz bunun için Araf sûresi 32. âyette "inzal" in zıddı olarak "ihraç: " fiilinin kullanıl­dığını görürüz. Oysa az önce söylediğimiz gibi aynı sûrenin 26. âyetinde giysiliklerin yaratılışı "inzal" fiiliyle ifâde edilmiştir. Bunlar bitkilerden değil de hayvanların tüy ve derilerinden elde edilen giysilikler olmalıdır. Biz buradan, bitkiler "ihraç" biçiminde, hayvanlar ise inzal biçiminde bir yaratılış ve oluşuma tâbi tutulmuşlardır, diyebiliriz. Fakat bîz bu oluşumla­rın mâhiyetlerini bilimsel araştırmalara bırakmak durumundayız. Eğer yer­yüzünde demirin oluşumuna göklerin maddî katkıları varsa yaratılışları aynı fiille anlatılan sözkonusu hayvanların oluşumlarında da bazı gezegen ve yıldızların katkıları var demektir? Bunlar insanlar nezdinde gözde hayvan­lar oldukları için onlar insan önüne bir misâl olarak konulmuş olabilirler. Belkide tüm hayvanlar aynı yolla yaratıldılar veya muayyen bir devrede göklerden inen bazı madde ve elementlerle bu gelişmiş hayvanlar aşaması­na geçilmiştir. Öyle görülüyorki hayvanların yaratılışına yardımcı bazı madde ve elementler göklerde hazırlanıp buraya indirildiler. Demir de aynı şekilde insan Önüne diğer mâdenleri de temsilen bir misal olarak konulmuş olabilir.

Bütün bu anlattıklarımız tesadüfi oluşumlar olmayıp her biri İlâhı kudret ve irâdeyle meydana gelmişlerdir. İlk oluşumlarda İlâhî irâde bu­lunduğu gibi ondan sonraki gelişimlerin hepsinde ve her bir türün ortaya çıktığı aşamalarda gene İlâhî irâde ve O'nun etkin gücü vardır. Kur'an'm ilgili âyetleri bu durumu özellikle vurgulamaktadırlar. Hayat bütün çeşitle­riyle Yüce Allah 'm takdirine göre ve O'nun elinden meydana gelmiştir. Kim bilir dünya, bitkilerden olsun diğer canlılardan olsun her bir varlığı ve her bir türü ne kadar uzun devirler içinde ortaya çıkarmıştır. Biz dünyamızın bundan sonra da başka türlere gebe kalıp kalmıyacağını bilmiyoruz. Bildiği­miz bir şey varsa o da bu kürenin, üzerindeki bitki ve hayvanlardan pek çok canlı türünü kaybettiği ve artık onun mevcut canlıları bile barındıramaz bir hâle getirildiğidir. İnsan denilen o hârika varlığın atası Âdem'in yaratılış ve gökten indirilişine gelince biz bundan sonra bu konuyu ele alacağız. Şu ka­darını söyliyelimki Âdem'in cennetten indiriliri için "inzal" fiili değil daha değişik anlamlara gelebilecek "hubût" fiili kullanılmışım Yüce Al­lah, bitki ve hayvanlarıyla tüm canlı hayatı işte şimdi göreceğimiz bu varlığa bahsetmiştir. Ancak bu bir emânettir, ilk insandan son insana aynen götürü­lüp teslim edilmesi gereken bir emânet. İnsan bu hayat içinde büyüktür. Onu daralttıkça kendisi de küçülür. [54]

 

2 - Yeryüzünde İnsanın Ortaya Çıkışı Ve İnsanın Ana Karnındaki Yaratılış Safhaları

 

İnsan dünyaya bitki ve hayvanlar yaratıldıktan sonra davet edildi. H z. Peygamber (S) bir önceki konuda kaydettiğimiz sözlerinde görüldüğü gi­bi, dünya Ömrünü yedi devreye ayırmışlardır. İnsan bu devrelerin sonuncu­sunda ve bu dönemin de sonlarına doğru yaratılmıştır. Peygamber (S)'in anlatımına göre;

" Yüce Allah, Adem'i bütün canlı yaratıkların ardından, cuma gü­nü, ikindiden sonra- cuma (günü) saatlerinden bir saatin sonun­da- ikindi ile akşam arasındaki bir zaman içinde yarattı" .[55]

Bu açıklamadan, insanlık tarihinin diğer canlılannkine göre çok yeni olduğu anlaşılır. Peygamber'in bu açıklamasına dayanarak bugün 4,6 milyar yaşında talimin edilen dünyanın bu ömrüne göre bir hesap yapacak olursak, ilk insanın yaklaşık bir hesapla son 55 milyon yıl içerisindeki her hangi bir zamanda ortaya çıktığı sonucuna varabiliriz. Önceki konuda tamamını yaz­dığımız Peygamber'in bu açıklamasında dünyanın ömrü yedi zaman di­limine ayrılmış ve bunun en son diliminin en son saati içerisinde ilk insan yaratılmıştır. Hadiste bu saat gündüz saati içerisinde verilmiştir. Gündüzü ortalama 12 saat kabul eder ve dünyanın tahminî ömrünü önce 7'ye, daha sonra da 12'ye bölersek yaklaşık 55 milyon yıllık bir süre buluruz. Bu hese-ba göre insanlığın ilk atası bu dilim içerisindeki bir zamanda ortaya çıkmış olacaktır. Sağlamlık yönünden ikinci derecede sayılan bazı hadis kaynakla­rında ise dünya'nin yaşı altı devre olarak verilirki[56] buna göre bir hesap ya­pıldığında ilk insanın ortaya çıktığı son zaman dilimi yaklaşık 64 milyon yıl öncesinden başlıyacak ve dünyanın yaşı büyütüldüğünde de bu son dilim da­ha da büyüyecektir. Gerçekten bugün insanlığın tahmin edilen yaşı, Pey­gamber 'iıı bu açıklamasından hareketle yaptığımız hesaplarla ortaya çıkan süreçlere uygun düşmektedir. Buna göre insan son 55 veya 65 milyon yıllık bir süreç içinde ve bu sürecin herhangi bir diliminde ortaya çıkmıştır.

Tüm bitki ve hayvanların kendisi için yaratıldığı bu insan denen canlı onlara karşı büyük bir üstünlüğe sahip olarak ortaya çıkmıştır. Yüce Al­lah bu yaratığı ile diğer akıllı türleri oluşturan melek ve cinlerin karşısına âdeta övünerek çıkmış ve onlardan bu mükemmel yeni eserinin karşısında saygıyla eğilmelerini istemiştir. Melekler, İlâhî istek doğrultusunda bu hârika yaratığın önünde ve fakat aslında onu yarattığı için yüce Allah 'a gereken saygılarını secdeleriyle ortaya koydular. Cinlerin temsilcisi İb­lis ise bu yeni canlıyı saygıya değer bulmadı. O kendisinin ateşten yaratıl­dığını İleriye sürerek topraktan olana saygı gösteremiyeceği itirazında bu­lundu. Oysa melekler, ateşten daha üstün bir niteliğe sahip olan nurdan yara­tıldıkları halde onu saygıya değer bulmuşlardı. Aslında melekler için önemli olan Allah'ın irâde ve emridir ve O'nun bir şeye önem verilmesini istemesi­dir. Kur'an-ı Kerîm'de insana bu saygı olayını anlatan pek çok âyet bulun­maktadır.[57] Yüce Allah, ateş (:nar)in topraktan üstün olduğu iddiasını onun sahibi ile beraber reddetti. Gerçekten kâinatta ateşten sonraki bir evrim ve aşama olan "toprak" bin bir çeşit hayatın kaynağıdır ve her canlı türün sırrı onun içinde bulunmaktadır. İnsanın da temel maddesini işte bu toprak, bu sihirli madde teşkil etmiş ve mâhiyeti bilinemiyen "ruh" insanı diğer canlılardan farklı bir konuma getirmiştir.

Kur'an-ı Kerîm'de, melekleri ve cinler temsilcisini insana saygı anlamında secdeye davet eden yedi ayrı emir âyeti bulunmakta, bunlardan beşinde emir doğrudan secde fiiliyle[58] ve diğer ikisinde de yere kapanma anlamında bir başka fiil ile gelmiştir.[59] Bizzat bu beş secde emri daha sonra İslâm dininde beş vakit namaz biçiminde farz bir ibâdet olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Daha düşük derecede vitir ve bayram namazları türünden sec-deli diğer namazlar ile bu sayı sözkonusu âyetlerde olduğu gibi toplam yedi­ye ulaşmış olmaktadır. Cuma namazı ise haftada bir öğle namazının yerini alan bir ibâdet olmuştur. Öte yandan kuşluk ve teheccüd (gece) namazlarının Peygamber için farz olmasına bakılırsa onun bakımından farzların yediye ta­mamlandığı görülür. Bu da Kur'an'm evrendekine eş bir düzen temeline oturduğunu gösteren delillerden biridir. İlk insana saygı gösterilmesi için ve­rilen secde emirleri bu dinde artık, insanın kendi kendine saygısı ve yüce R a b b i n e kulluk ve teşekkürü için bizzat onun kendisinden istenir olmuştur. Bu noktada hiç kimsenin İblis gibi bir yanılgıya düşmesi de arzulanmamış tır.

Görüldüğü gibi insan türüne saygı secdesiyle ilgili toplam âyet sayısı, göklerin sayısına eşittir. Böylece Kur'an, insana gökler çapında bir mâna ka­zandırmıştır ve ona tüm göklerin Allah'a itaatma eş değerde bir ibadet göre­vini bir hediye gibi yüklemiştir. Müslüman için her bir namaz ibadeti melek­lerin Ademe secdesi kadar ve hatta ondan daha fazla önemli olmuştur. Çün­kü müslümanm secdesi Adem yerine doğrudan Yüce Allah'a yönelik bulun­maktadır. Bundan geri duran insan Yüce Yaratıcıyı dinlememe yanında o kendi insanlığına da saygı göstermiyor ve o kendi kendisi karşısında şeytan durumuna düşüyor demektir. Her insan insanlığın eşit bir üyesi olduğundan dinde kim olursa olsun insanın insana secde, rukûu ve bu ölçülere varan say­gısı yasaklanmıştır. Namazın tarihi bu ilk secde olayına kadar uzanmalı ki şeytan en çok bu İbadetin ihmali için uğraş verir görünüyor.

Buraya kadar ele aldığımız konularda görüldüğü gibi Kur'an-ı Ke­rîm; tüm yer, gökler ve bunların içindeki canlı-cansiz bütün her şeyin yaratı­lışta kendine göre bir tekâmül devresinden geçtiğini açıkça ortaya koymakta­dır? Kur'an'daki anlatımlara bakılırsa hiç bir şey bir anda oluşmamış ve her-şey ve her âlem bulunduğu son noktaya kendisine ait evrim kanunlarına uya­rak gelmiştir. Şu kadar varki yaratılış için verilen emir bir tekdir[60] ve bun­dan sonra her şey kendi sırasında ve kendi tekâmül ve evrim kanunlarına uyarak oluşumunu ve gelişmesini tamamlamıştır. Evrende elbet bölünebilen en küçük zaman birimi içerisinde yaratılan ve oluşan şeyler de vardır. Evre­nin ilk temel maddesi şüphesizki bir anda ortaya çıkmış olmalıdır. Bazı şey­ler de bir anlık zaman içinde yaratılırlar. Fakat evren bir bütün olarak belli aşamalardan geçer ve belli zaman süreçleri içerisinde akıp şekillenir. İşte in­san denilen bu canlının ilk atası ve ilk anası da aynı tekâmül devrelerinden geçmişlerdir. Fakat ilk insan Âdem daha ilk anda insan olmak üzere ayarla­nıp yaratılmıştır. İnsanın ham maddesi olan toprak bütün çeşitleriyle İlâhî El tarafından toplanmış ve onun hamurunu sâdece ve sâdece bu El yoğunıp şekillendirmiştir. Âdem ile ilgili bütün Kur'an âyetlerinde o, bağımsız bir canlı türün ilk atası olarak gösterilmekte ve her şeyde olduğu gibi onun da yaratılışı tesadüflere değil yüce İlâhî irâdeye bağlanmış bulunmaktadır. Bu irâde cinler hâriç tutulursa yeryüzünün tüm canlıları arasından bir tek insan oğlunu mükellef tutmuş ve yalnız ona sorumluluklar yüklemiştir.

Kur'an-ı Kerîm'de insanın ayrı ayrı yaratılış ve oluşum safhala­rından söz edilmektedir. O daha henüz insan denilen bir yaratık hüviyetini kazanmadan önce uzun bir merhale geçirmiştir. Kur'an onun bu safhasını şöyle anlatır;

" İnsan üzerinden, henüz kendisinin anılmaya değer bir şey ol­madığı uzun devirden bir süre geçmiştir"[61]

Kur'an müfessirlerinin çoğu bu uzun süreyi, Âdem'in geçirdiği safhalar şeklinde anlarlarken bazıları da bunu insanın ana rahminde geçirdiği dönem­ler olarak düşünürler.[62] Her iki oluşum ve yaratılışın Kur'an 'da anlatılan belli safhaları vardır ve insanın yeryüzünde ilk yaratıldığı maddeyi toprak oluşturmaktadır ve bu toprak insan şeklinde bir varlığa dönüşünceye kadar gene belli aşamalardan geçmiştir. İbn Abbas (ö. 68 H/687 m), Fahrud-dîn er-Râzî (1150-1210 m) ve Endülüslü Kurtubî (ö. 671 h/1272 m)'nin de dahil bulundukları çoğu müfessirin yaptıkları sıralamaya göre, topraktan başlıyan bu aşamaların ikincisi çamur (:tîn) hâli, üçüncüsü insan biçiminde şekillenmiş kara balçık (hamev mesnûn hâli, dördüncüsü de pişmiş kuru çömlek gibi olan balçık (salsâl) dö­nemidir.[63] Bazı kaynaklarda İse 3. ve 4. safhalar İbn Abbas (r.)'ın sıra­lamasında yer değiştirmiştir.[64]

Tik insanın topraktan yaratıldığına dâir Kur'an'da altı âyet[65] ve onun niteliksiz sâdece çamur safhası hakkında gene altı âyet vardır.[66] Bu çamu­run değişik nitelik ve safhalarım veren âyetler sayısı da gene altıdır.[67] Elbet bu sayılar tesadüfi bir anlatımla ortaya çıkmış olamaz. Bunlar bize belli sü­reçleri ve belli oluşum ve gelişmeleri anlatıyor olmalıdırlar. Kur'an ifâde ve düzenleme olarak evren gibi bir düzen ve denge temeline oturduğu için bu durumun elbet bize anlatmak istediği şeyler vardır. Nitekim insanın, ana kar­nında, hücre bölünmesi ve molekül sıralanması yoluyla oluşup gelişmesini ifâde eden "fatr: " fiili ve Allah'ın buna ilişkin yaratıcılığı Kur' an 'da altı yerde dile getirilmiş ve nihayet, az sonra ele alacağımız bir âyette bebeğin, doğuncaya kadar ana karnında geçirdiği altı safhaya dikkat çekilmiştir.[68] Buradan anlaşılan şudurki ilk insan da ana rahmi dışında tabi­atta benzer safhalar geçirmiş veyahutta onun tabiattaki bu oluşum ve gelişim safhalarına benzer merhalelerin yerini bu sefer ana karnındaki bu safhalar almıştır. Bütün bunlar, ayrıca göklerin altı oluşum safhasıyla eşleşmiş bulun­maktadır. Hatta hamilelik ve çocuğun sütten kesilmesine ilişkin sûreleri ve­ren iki ayrı âyetin ortaya koyduğu rakamlar [69]birbirinden çıkarıldığında asgari hamilelik süresi tam 6 ay olarak ortaya çıkmaktadır. Bu da fıkıh usûlü biliminde 7. aya ayak basmış olma demektir. İşte burada da bir bebeğin ya­şayabilme şansı ceninin asgarî 6 ayını bitirmiş olmasına bağlanmış bulun­maktadır. Burada ilgi çekici olan, ayrı sûrelerde olmalarına rağmen bu âyet­lerden biri 14, toplam daha uzun süreyi veren öteki de buna uygun olarak 15. rakam sırasında yer almış olmasıdır. Varlığın derinliğinden gelen bu safhalar 0-6, 12, 18 yaşları olarak oyun hayâtının önemli dönemlerini de oluşturuyor gibidirler. Biz burada şu noktaya da yer vermekten geçemiyo­ruz. İnsanın yaratılması için atılıp koşan meni Kur'an-ı Kerim'de atılgan su anlamında :mâ'un d âfık" tabiriyle ifade edilmiştir.

Topraktan insana geçişin tamamlanmasından sonra üreyip çoğalmanın ana karnındaki aşamalarına gelince bu hâdise meni denilen erlik suyu İle başlatılmıştır. Yeni bir insanın oluşması için bu suyun duraklamadan sür'atle yerine ve hedefine ulaşması gerekmiştir. Onun canlılık güç ve atılganlığım muhafaza etmesi şarttır. İşte bu hassas noktaya değinen Kur'an-ı Kerîm ilgi­li ayette buradaki fışkırma ve atılganlık (:dıfk) olayına dikkat çekmiştir. Tâ­rik sûresinde yer alan bu âyet orada, insanın oluşum safhaları sayısı olan 6. âyet şuasına konulmuş bulunmaktadır. Bu bir tesadüf olmamalıdır. Patlayıp yahut bölünüp ayrışma (:fatk ) suretiyle felekî (:kozmik) bir çekirdekten 6 safhada göklerin ortaya çıkışı ile buradaki "dıfk" hâdisesi arasında ben­zerlikler vardır. Her iki hâdise hakkında da birer âyet gelmiştir ve her ikisin­de de biri insana öteki evrene ait olmak üzere ilk çekirdekler 6'şar safhadan geçerek Yüce İradenin hedeflediği varlıkları oluşturmuşlardır. Her ikisinin kendi iç safhalarındaki yapılanmaları da daha önce belirttiğimiz gibi aynı "fatr" fiiliyle sözkonusu edilmiştir. Her büyük başlangıç kendi çapında bü­yük bir hareket ve canlılıkla başlamaktadır. Âyette belirtilen "mâ'un dâfık" ile adı geçen Târik sûresine adını veren ve çok yüksek gücüyle delip geçme özelliğine sahip bulunan yıldız "necin sâkıb" arasında da her iki hâdise­nin akışı bakımından bir benzerlik kurulduğu söylenebilir. Kur'an'da hayatî (: biyolojik) oluşumlar ile felekî (: kozmik) oluşumların yer yer bir bütünlük içinde birlikte ele alındığı bir vakıadır. Biz bu noktadan sonra şunu da belir­telim ki dişi yumurtanın ilk döllenme aşaması Kur'an'da '" alak:" ve­ya "a 1 a k a " tabiriyle ifade edilmiştir. Bu arap dilinde tutunma ve asılma an­lamına gelir. Biri diğerine tutunmuş veya öteki bunu alıp tutmuştur. İşte ana karnında yaradılış bu noktada başlar. İlk nazil olan âyetlerin yer aldığı 'Alak sûresi adını işte bu olaydan almıştır. Yüce Allah yeryüzüne Hz. Muham-med (S)'e ikinci olarak indirdiği âyette kendi yaratma güç ve sıfatını ilk de­fa bu nokta için dile getirmiştir. Artık tüm insanlığa İlâhî Hitap başlamıştır ve insanın da varlığı işte buradan başlamaktadır. İlk âyette ise "Yaratan Rabbin adı ile" ifadesi yer almakta ve Yüce Rabb insan denen bu eserini âdeta kendi isim ve mührüyle yaratmış olmaktadır. Sanatkârların eserleri kendi mühürlerini taşır. Ancak burada Yüce Allah kendisinden sonra insana gene kendisini yani insanı anlatmaya başlamıştır. İlk başa ise "Besmele" yerleştirilmiştir. Allah her zaman bu eseriyle övünmek istemiş, melek ve ib­lisin karşısına da onu, övünerek çıkarmıştır. Allah insandan da hep Övgüye lâyık amel, iş ve davranışlar beklemiştir.

İnsan denilen canlıyı oluşturacak olan toprak hamurunun yâni çamu­run Kur 'an 'da dört ayrı özelliğinden ve daha doğrusu dört ayrı aşama­sından söz edilir. Bunlardan biri ve daha doğrusu ilk aşama için şöyle deni­lir:

" Andolsun biz İnsanı çamurdan (süzülmüş) bir hulâsadan yarat­tık"[70]

Bu âyete göre süzülen bir çamurun özü (:sülâle min tîn ) in­sanın ilk temel hamurunu teşkil ederken[71] diğer bir âyette bu çamurun ya­pışkan (:tîn lâzib ) özelliği ve daha doğrusu böyle bir aşaması di­le getirilmiştir. Bu âyette de şöyle denilir:

" Şimdi (Ey Muhammed) onlara sor: onları yaratmak mı daha güçtür, yoksa yarattığımız diğer şeyleri yaratmakmı? Gerçek şu ki Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yaratmışızdır"[72]

Burada, yapışkan çamur olarak geçen ifâde İbn Abbas (r.) dan başlıyarak İslâmî ilk devir müfessirlerince; "içinde kum olmıyan, güzel, temiz ve yapı­şıp uzayan bir çamur" diye mânalandırılmıştır.[73] Gene aynı dönem müfes-sirlerindenMücâhid (ö. 100 h/718 m) veDahhak (ö. 105 h/723 m) gi­biler ek olarak ona "kokuşmuş çamur" anlamını da vermişlerdir.[74] Bu ça­murun yapışkan olmasına karşılık, süzülmüş çamurun da akışkan olması sözkonusu olabilir. Bir kimsenin sülâlesi onun kendisinden akıp gelen özü­dür. Bunun gibi ilk insan da çeşitli toprak numunelerinden yoğrulan bir ça­mur özünden vücut bulmuştur.

İnsanın ilk maddesi olan toprağın bu çamur merhalesinde elbetteki Su, toprak kadar önemli bir unsur olacaktır. Çünki çamur, su ve topraktan ibaret bir karışımdır. İran ve Türk illerinde ilmî faaliyetlerde bulunan müfessir-filozof Fahruddîn er-Râzî; insan ve hayvanların gıdasını bit­kilerin teşkil ettiğini, bitkilerin de toprak ile suyun karışımı olan ve âyette belirtilen nitelikteki çamurdan doğduklarını kaydettikten sonra, insana gıda olup onda hayat bulan madde terkibinin böyle bir çamurda da hayata dönü­şebileceğini anlatır.[75] Yapışkan ve kokuşmuş bu çamurda bazı hayati faali­yetlerin harekete geçtiği açıktır. Diğer yandan çamur hâlinin uzun süre devam edebilmesi için bu nesnenin sulak bir ortamda bulunmasının zarureti de ortadadır. İnsana doğru giden böyle bir nesne kendi içindeki hayatiyet gücü­nü sudaki hayatiyet ile birleştirip besliyerek canlılığa doğru bir gelişme gös­termiş olmalıdır.

" Her canlı şeyi sudan yarattık" [76]anlamındaki âyet böyle bir oluşumu da kapsamı içine alacak genişliktedir.

İnsana doğru giden oluşumun dördüncü aşaması-ki bu İbn Ab­bas 'dan gelen bir sıralamaya göre üçüncü aşamadır- çömlek gibi kuru bal­çık dönemidir. Biz daha önce bu merhaleyi de çamur aşaması içinde göster­miştik. Tabiiki bu çamur döneminin kendi içinde, âyetlerde görüldüğü gibi, pek çok aşamalardan geçtiği söz konusudur. Yapışkan çamurdan çömlek gibi kum balçık merhalesine geçiş ile ilgili âyetlerden birinde şöyle denilir:

" Andolsun Biz insanı, kuru bir çamurdan, kokusu değişmiş ve şekillenmiş kara bir balçıktan yarattık"[77]

Burada belli bir değişim geçiren çamurun kaba taslak insan biçiminde şekil­lendiği ve onun belli bir katılık ve kıvama geldiği anlatılır.[78] Şu kadar varki bu kaba taslağın düzenlenmeğe ve bünyesinde dengelerin kurulmasına ihti­yacı vardır. İşte bu durum hemen bir sonraki âyette şöyle dile getirilir:

" Ben onun son düzenlemesini yaptığım ve ruhumdan ona üfledi­ğim zaman siz (melekler ve iblis) hemen onun için secdeye kapanın[79]

Ana hatlariyle ortaya çıkan şekille ilgili bu son düzenleme işlemi için sözko­nusu âyetlerde "tesviye" kelimesi kullanılır. Böylece daha ilk başta he­deflenen yapı ortaya çıkınca ona insan kişiliğini verecek olan İlâhî ruh üflenir. Artık meleklerin ardından, evrende, saygıya değer bir varlık daha or­taya çıkmıştır.

İnsan için en güzeli onun yerkürenin aslî maddeleri olan toprak ve su­dan yaratılmış olmasıdır. İnsanın bunların karışımı çamurdan yaratılmış ol­ması ne Allah için bir eksikliktir ve ne de bu, insana bir eksiklik getirir. Biz Kur'an-i Kerîm'de bunu şöyle bir ifâdeyle anlatılmış buluruz:

" O Allah, yarattığı her şeyi güzel yapan ve inşam yaratmaya da çamurdan başlıyandir".[80]

Burada, dünya şartları içerisinde, insan için en güzelinin onun topraktan ya­ratılmış olması, gösterilir. Çünki insan toprak ve suyun nimetleriyle besle­necek ve yeryüzü imkânlarını kullanacaktır. İnsanın bu durumu ona, eğer varsa, dünyamız gibi başka gezegenlerden faydalanma imkânı da bahşede­cektir.

Kur'an'ın bir diğer ayetinde insan heykelini oluşturan balçığın bir çömlek kuruluğundaki durumuna değinilire[81] ki bu, daha önce söylediğimiz gibi müfessirlerin büyük çoğunluğunca, kendisine ruh verilmeden önce, Âdem'in toprak döneminin en son merhalesi olarak kabul edilir. Endülüs ülkesinden şöhretli müfessir Kurtubî (ö. 671 h/1272 m) bu konuda Kur'an müfessirlerinden büyük çoğunluğun görüşünü anlatırken şunları yazar:

" Âdem önce dağınık durumda bir topraktı. Sonra bu toprak ısla­nıp çamur oldu ve beklemeğe terkedildi. Bu dönemde o çürüdü ve değişken kara bir balçık hâlini aldı. Ondan sonra da kuru balçık hâline geldi"[82]

Bu son evresinde taslak vücudun, önceki dönemlerine göre daha da katılaştığı ve nerdeyse bir çömlek sertliğine yaklaştığı anlaşılmaktadır. Fakat o, bazı müfessirlerin de dedikleri gibi genede kokuşmuş bir çamur özelliği taşıyor olabilir.[83] İnsan denilen bu canlıya dönüşecek bir bedeni elbetteki pişmiş bir çömlek sertliğinde düşünmek doğru olmaz. Bu onun önceki duru­muna kıyasla bir benzetmeden ibaret olmalıdır. Nitekim ilgili âyette de ben­zetme edatı kullanılmıştır. Ayrıca bizim, kuru balçık olarak tercüme ettiği­miz sözkonusu âyetlerdeki "salsal: kelimesi eski arapçada; et ko­kuşması, anlamına da geliyor.[84] Bu da onda hayatî faaliyetlerin son aşama­ya doğru geldiğini gösterir. Bütün bunlardan sonra az önce kaydettiğimiz âyetlerden birinde anlatıldığı üzere eksiklerini tamamlama ve uzuvlarını dengeleme devresine sokulmuş ve bunun sonunda da ona insanî kişiliğini kazandıran o muamma ruh üflenmiş ve artık o, saygıya değer bir varlık hâli­ne gelmiştir. Âyetler göz önünde bulundurulduğunda insanın oluşum ve ge­lişmesini altı ana devrede tamamladığı görülür. Bunlar; toprak, çamur, sü­zülmüş çamur, yapışkan çamur, değişken ve şekil tutan kara balçık ve nihâyet çömlek benzeri sertleşmiş balçık devreleridir. Bu en son safhadan sonra toprak ve çamura ait bütün safhalar bitmiş ve insan heykeli artık bütün bu merhaleleri geride bırakarak kanlı canlı etten ibaret bir bünye özelliğini ka­zanmıştır. Bu dönemin başında ona doldrulan İlâhî ruh ve beşerî duygu­lar şüphesiz bir anda onu donukluktan kurtarıp en sevimli bir yaratık hâline getirmiş ve bundan sonra o artık yeni bir safhaya girmiştir. Dil bakımından "âdem" kelimesi ise; yer yüzeyinin görünen kabuk kısmı yahut esmer ve­ya öncü olmak gibi anlamı olan bir fiil kökünden gelmektedir.[85]

Biz Adem'in ilk safhaları üzerinde biraz daha duracağız. Sağlamlık yönünden ikinci derecedeki bir kısım hadis kaynaklarında Hz. Muhammet (S) 'in, Âdem 'in yaratılışı ile ilgili şöyle bir sözüne yer verilir:

" Yüce Allah, Âdem'i, yeryüzünün tümünden aldığı bir Hitam top­raktan yaratmıştır. Âdem'in çocukları insanlar da yeryüzeyi toprağının çeşidi miktannea çeşitlenip geldiler. Onlardan kimi ova gibi (uyumlu ve yumuşak), kimi yeryüzünün yüksek ve katı kısmı gibidirler. Kimi pis, kimi de temiz ve hoş olur. Bazıları da ikisi arası bir durumdadır" .[86]

İnsanlardaki ruhî ve bedenî farklılıkların kaynağını temelde yeryüzeyi topra­ğındaki çeşitliliğe bağlıyan Peygamber, ilk insanın yaratılışına esas olan cevherin tüm yeryüzeyinin ve yerkabuğunun bir hulâsası olduğunu söyler. Bu açıklaması, daha Önce kaydettiğimiz; "Andolsun Biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hulâsadan yarattık" âyetiyle de uyum içindedir. Bu, bir ihtimal, yüzey topraklarının denizlere sürüklenip orada birbirine karışan nü-mûııe bir çamur özü olabilir. Bu öz, denizle bağlantısı bulunan sulak bir yer­de uzun devirler sürecek bir işleme tâbi tutulmuş olabilir. Bu yerin daha son­ra yavaş yavaş su ile bağlantısı kesilmiş olmalı ki insan adayı çamur nesne sertleşmeye yüz tutsun. Böylece o, belli şekilleri kabul eder bir hâle gelecek­tir. Elbet denizler tüm yer kabuğundan örnekler toplıyan bir hazîne duru­mundadırlar. Eğer insan her çeşit toprak örneklerinin bir özünden oluşmuşsa araya deniz aracılığının girmesi mantıkî olacaktır. Â d e m ' in hamuru çok yağmur alan ve nemli bir yerde sürekli sulanıp nemlendirilmiş de olabilir. Kur'an'da ilk insan hakkında verilen bunca temel bilgiye rağmen gene de onun yaratılışı ve hayatı sırlarla doludur. Ve biz burada Kur'an ve hadisler doğrutusunda sâdece bazı tahminler yürütüyoruz.

Âdem'in hayatındaki sırlardan bir diğeri onun önce cennete konul­muş olması ve sonra oradan yere indirilmiş bulunmasıdır. Nasıl oluyor da il­gili âyet ve hadislerde görüldüğü gibi, yeryüzü toprağından ve onun tabiat ve şartları içerisinde yaratılan Âdem eşi Havva ile beraber önce cennete yerleştiriliyor! Bu cennet insanların öteki hayatlarında içinde olmak istedik­leri cehennem karşıtı olan bir cennetmidir yoksa orası, yeryüzünün cennet gibi ve fakat yüksek bir arazi kesimimidir? Bu konuda İslâm kesiminde iki ayrı görüş ortaya çıkmıştır. Hz. Âdem'in cennetten indirilişi ile ilgili âyetlerde yukarıdan ve özellikle gökten yere inme anlamındaki "nüzul" yeri­ne sâdece yukardan aşağıdaki bir yere inme veya bir yerden diğerine intikal anlamındaki "hubût: fiili kullanılmıştır. Peygamber (S) de Âdem'in cennetten yere indirilişiyle ilgili anlatımlarında hep aynı fiili kul­lanmış bulunmaktadır. Kur'an'da bu fiil Hz. Nuh'un gemisinden karaya inmesi[87] Hz. Musa'nın bir şehre inip yerleşmesi[88] ve bir kayanın yu­kardan aşağı düşme[89] olaylarının anlatımında kullanılmıştır. Cennette is­kân edilen Âdem ile Havva'nın oradan çıkarılış olayı Kur'an-ı Kerîm'de şöyle anlatılır:

" - Hani meleklere; Âdem için secde edin, demiştik de İblisten başka hepsi secde etmişlerdi. O ise dayatmıştı.

-  Biz de demiştik ki; Ey Adem, bu hem senin hem de eşinin düş­manıdır. Sakın o sizi cennetten çıkarmasın; sonra mutsuzluğa

uğrarsın.

-  (Ve gene demiştik ki;) Senin için burada aç kalmak ve çıplak kalmak da yoktur,

- Ve sen gerçekten burada susamıyacaksın, güneş sıcağında da kalmıyacaksın.

-  Sonunda şeytan onu kötü düşünceye saptırdı. Ona; Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve son bulmıyacak bir devleti göstere­yim mi, dedi.

- Bunun üzerine ikisi de o bitkiden yediler de hemen çirkin yerleri açılıp kendilerine görülüverdi. Onlar üstlerini cennet yaprakla-rıyla örtmeğe başladılar. Böylece Âdem Rabbine karşı gelmiş ve yoldan şaşmıştı.

- En sonunda yine Rabbi onu seçti de tevbesini kabul etti ve onu doğru yola iletti.

-  Ve onlara söyle buyurdu; ikiniz oradan, hep birden, birbirlerini-zin düşmanları olarak inin. (Bundan sonra) artık ne zaman Benden size doğru yol (göstericisi) gelir de kim Benim bu doğ­ru yoluma uyarsa o sapmaz ve mutsuz da olmaz"[90]

Kur'an-ı Kerîm'in bu anlatımından Âdem ile Havva'nın başlan­gıçta sindirim olayına yol açrnıyan gıdalar aldıkları ve sonra yasaklanan ağaç veya bitkiden yeyince böyle bir olayla karşılaştıkları anlaşılır. İlk başta onların henüz sindirim cihazları faaliyet hâlinde değildir ve muhtemelen o tam teşekkül etmemiştir. Ne kadar zaman sonra olduğu bilinmez, onlar sin-dirimsiz hazmı mümkün olmayan ağaçtan yediklerinde dışarı çıkma olayı gerçekleşir. Bunun üzerine onlar, daha Önce farkına varamadıkları mahrem yerlerini tanırlar ki bu sindirim olayı onlardaki bedenî gelişmenin cennette de sürdüğünü ve orada dünya hayatına tam hazırlığın yapıldığını gösterir.

Âdem ile Havva sindirim posalarını dışarı attıkları anda, bir tînet olarak ilk defa kendilerinde beşerî bir utanma duygusu belirir ve onlar açık kalmasını istemedikleri yerlerini cennet ağaçlarının çok geniş yaprakların­dan edindikleri örtülerle örterler. Böylece fıtrat insanda bir haya ve terbiye olgusuna yol açar. Bu ilk İkİ insan birbirlerinden utanır olmuşlardır. Muhte­melen orada bu cennete uygun başka hayvanlar da vardır. Fakat onlardan utanılacak bir durum olmamalıdır. Âdem ile Havva'nın cennette edindik­leri bu ilk giysiler gidecekleri yerde bir işe yaramıyacağından onlara yeni yerlerinde giysiler edinecek imkânlar hazırlanmıştır. Âyette görüldüğü gibi ilk iki insan sıcak ve soğuğa karşı değil birbirlerine karşı giyindiler. Henüz bu safhada kendilerine Allah tarafından verilmiş bir giyinme emri yoktu. Fa­kat İlâhî irâde onları böyle duygularla ve tabiî bir terbiye ile donatmış bulu­nuyordu. İşte daha sonra İlâhî din bu duygular ve bu fıtrat üzerine kurula­caktır. Nitekim sonradan insanlar, şeytanın böyle fıtrî bir duygu ve terbi­yeyi ortadan kaldırmaya çalışacağı ve bunun yol açacağı kötülüklere karşı uyarıldılar. Bunlar Kur'an'da ilgili konu içerisinde şöyle dile getirilir:

" - Ey âdem oğullan! size çirkin yerlerinizi Örtecek giysiler ve bir de süsleneceğiniz zînet ve süsler indirdik. Takva giysisi ise daha hayırlıdır. (Bu giysi ve zînetlerin indirilişi) Allah'ın delillerin-dendir. Olaki onlar iyice düşünüp öğüt alırlar.

- Ey Âdem oğullan! Şeytan ana ve bahanızı, çirkin yerlerini bir­birlerine göstermek için, giysilerini soyup nasıl cennetten çı­karmayı sağladıysa sakın sizi de aldatıp kötülüklere düşürme­sin. O ve taraftarları, sizin onları görmediğiniz yerden sizi gö­rürler. Biz §eytanları inanmıyanların dostları yapmışızdır".[91]

Bu yukardaki âyete göre Âdem ile Havva cennetten, orada edin­dikleri yaprak giysilerden soyunmuş olarak çıkarıldılar veya bu giysiler yol­culuğun ilk başlarında yırtılıp gittiler. Bu da söz konusu giysilerin âyette be­lirtildiği gibi çok basit şeyler olduğunu gösterir. Böylece bu iki insan gide­cekleri yerde başka örtüler ve daha sağlam giysiler buluncaya kadar çıplak kaldılar ki bu da, dünyada kendilerinden başka insan olmamasına rağmen gene de onlar için bir utanç vesilesi olmuştur. Hayvanlarda bulunmıyan böy­le duygular onların insanlıklarından kaynaklanmaktadır. Günümüzde âdem (erkek) giyinme konusunda fıtrata ya da ilâhî uyarıya dikkat ettiği halde ço­ğu havva (kadın) kendisini şeytanî İsteklere kaptırarak ebedî huzur ve hürri­yeti kendi açılıp saçılmasında arama yoluna girmiş ve onlar çoğu erkek tara­fından da sâdece kendi erkeklik hesaplarına desteklenmişlerdir. Fakat bu du­rum çok geçmeden âdemin havvaya karşı duygularını zayıflatarak ve bazan da tamamen ortadan kaldırarak cinsel duygu bozukluklarına yol açmıştır. Bu yola giren toplumlarda, Öldürücü sârî hastalıklar gibi eşcinsellik ve diğer cinsel duygu bozuklukları ileri boyutlara ulaşmıştır. Dünyamız çevre kirliliği gibicinsel duygu kirliliğine mâruz kalmakta ve bu yönde kurtarıl­mayı beklemektedir. Ademin dikkatini çekmek için olabildiğince açılan hav­va sonuçta bu dünya cennetinde âdemsiz yaşama tehlikesine mâruz kalacak­tır. Nitekim daha şimdiden yerküremizin pek çok kadım ve pek çok ülkede milyonlara varan ileri yaşlardaki kızları kendilerine eş bulamamanın sıkıntı­ları içine düşmüşlerdir. Kadın zamanla, açıldığı noktaya kadar cazibesini kaybeder. Ondan sonra o itilen bir varlık olmakta gecikmez. Bu durum onda da pek çok ruhî ve duygusal bozukluklara yol açar. Elbet toplumda erkekler­le kadınların birbirleriyle her türlü kayıttan uzak bir şekilde haşir-neşir ol­maları da zamanla duygusal kayıp ve tahriplere yol açacak olan en büyük et­kenlerden biridir. Sonuçta en büyük zararı âdemin mi yoksa havvanın mı gö­receği ise bir araştırma konusudur. Kur'an, kadınları bir tarafa iten Lut kavminin yaşadığı durumun yaşanmaması için insanlığı uyarmıştır. Top­lum ve ruh bilimciler bilimsel olmak için dini karşılarına almaktan vazgeçip bu konuları gerçekçi bir yaklaşımla araştırıp siyasetçilere yol gösterici olma­lıdırlar. Biz her âdem ve havvanın duygusal kirlilik ve tahrip ortamından kurtularak onların erkek ve kadın kalmalarını ve her birinin îlâhî irâde doğ­rultusunda huzur bulacakları bir yuva kurmalarını dileyerek esas konumuza dönüyoruz. Şu da bir gerçektir ki dünyanın çoğu havvasi da ilk yaratıldığı fıtratmdaki o nezih ruh ve duygusunu olanca şeytanlara karşı bütün sâfiye-tiyle koruyarak tam bir kadınlık ve hanımlık kişiliğini sergilemiş ve sergile­mektedirler.

Âdem ve Havva'yı cennetten çıkartan iblis şüphesizki onları takibe almıştır. İlk başta karşı çıktığı bu yeni yaratıkların yücelmesi onu son derece rahatsız ediyor. Fakat o doğrudan insana bir zarar veremez. İnsan kendisine gene kendi yaptığıyla zarar verir. Bunun için K u r ' a n ' d a; insana özellikle kendi yaptıklarından korkması, sâdece ve sâdece Allah'tan çekinmesi uyarı­sı yapılır. Allah'tan af dileyen Âdem yeniden Onun nezdinde makbul bir yere sahip olurken[92] İblis hâla üstünlük iddiasını sürdürmekte ve kendini yüceltme yolunu seçme yerine, insanı küçük düşürerek ona kıyasla kendisini üstün gösterme çabalarına devam eder. Birini alçaltarak ve yıkarak kendini üstün gösterme yolu gerçek dinde sâdece şeytan yolu olmuştur.

Âdem cennet denilen ortamdan daha henüz iyi ile kötüyü ayırabil­me yeteneğini kazanamamış tır. Şeytan tecrübesinden sonra ancak onun ken­disinde böyle bîr temyiz yeteneği belirmiş olmalıdır. Şüphesiz onun Al­lah'tan af dilemesinde böyle bir yetenek etkili olmuştur ki bu onun ili: defa bir yanlışın farkına varması ve ilk af dilemesidir. Nitekim Kur'an-ı Ke­rîm'de, cennetten çıkarıldıktan sonra ona doğru yolun gösterildiği söyle­nir.[93] Bu ise iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı bilmek demektir.

Adem, ölüm ötesi hayat hâriç burası yâni dünya için ve burada îlâhî istek doğrultusunda bir zaman geçirmek için yaratıldı. Bu, Kur'an'da açıkça ifâde edilmektedir.[94] Durum böyle olunca onun cennet veya cennet gibi bir yere geçici bir süre için konulduğu açıktır. Öyle anlaşılıyorki o ve Havva böyle bir yerde bedenî ve ruhî bazı eksiklerini tamamladılar. İblisin isyan edip melekler diyarından kovulduktan sonra[95] Âdem'in cennetinde bulun­ması bu yerin gerçek cennet olduğu konusunda bir şüphe uyandırmaktadır. Nitekim bu cennetin mâhiyeti İslâm bilginlerince tartışılmıştır. Fahruddîn er-Râzî ve onun ardından aynı şeyleri yazan kelamcı - müfessir Neysa-bûrî (Ö. 728 h/1328 m) bu tartışmaların; bahsi geçen cennetin gökyüzündemi yoksa yeryüzündemi olduğu noktasında yoğunlaştığını yazarlar. Onu gök­yüzünde kabul edenler de bu cennetin, bilinen ebedî cennet olup olamıyacağı hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Ebu'l-Kâsim el-Belhî ile Ebû Müslim el-Is-fahânî(ö. 322 h/ 934 m) ve Kurtubî'nin yazdığına bakılırsa gene mutezile mezhebinden bazı kişiler ki Ebû Müslim de bunlardandır, sozkonusu cennetin yeryüzünde olduğuna inanırlar. Bunlara karşılık, mutezile mezhebi­nin önemli sımalarından olan el-Cubbâî bu cennetin gökyüzünde bulun­duğunu ve fakat onun bilinen ebedî cennet olmadığını savunurken sünnî mezheplerin teşkil ettiği büyük çoğunluk onun bilinen ebedîlik cenneti olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bu konuda her bir zümre kendine göre bazı deliller ileriye sürmüşler ve bazıları da susmayı tercih etmişlerdir. Adem'in cennetim göklerde kabul edenler daha önce sozkonusu ettiğimiz ilgili âyet ve hadislerde geçen "hubût: " fiiline gökten ve yukardan aşağı inme anlamını verirlerken ötekiler buna, dünyada bir yerden diğer yere geçiş anlamını verirler.[96] Bu görüş ayrılıklarına karşılık, Adem'in dünya toprağından yaratıldığı hususunda herkes görüş birliği içinde olmuştur.

Kur'an ve sahih hadislerde Adem ile Havva'nın cennetten dünya­ya indirildikleri yer ve bu yeni yerlerindeki yaşantıları hakkında bir bilgi bu­lunmaz. Onların gökyüzündeki cennetten dünyada indikleri yer hakkında söylenenler sağlıklı rivayetlere dayanmaz. Bunların bir kısmı Adem'i Hin­distan'a Havva anamızı da Cedde (:Cidde) şehrinin bulunduğu yere in­dirmişlerdir. Hâkim, Zehebî ve Ibn Sa^d gibi hadisçilerin kaydettiklerine gö­re Hz. Ali ve Ibn Abbas (r.a.); Âdem'in Hindistan'a indiğini söylemişler­dir.[97] Ayrıca İbn Abbas. Havva'nın Cedde mevkiine indiğini söylemekte­dir. Gene ondan gelen görüşe göre bunlar cennette dünya senesiyle 500 yıl kalmışlardır.[98] Cedde arapçada nine anlamına gelirken "Cidde" bu dil­de sahil şehri anlamına gelir. Acaba Mekke'nin liman şehri bu adını hangi­sinden almıştır? Bunu bilemiyorum. Bir kısım islâm tarihçilerinin Kur'an ve hadise dayanmadan naklettiklerine göre; Âdem Hindistan veya Seylân (:Serendîb) adasına, Havva da Cidde şehrine inmiş ve sonra onlar birbirle­rini Mekke'nin Arafat mevkiinde bulmuşlardır.[99] Gene halk arasında dolaşan rivayetlere göre, bu ikisi Arafat'tan sonra hemen onun yanı başında­ki Müzdelife mevkiinde karı-koca olarak insanlığın ilk ailesini kurmuş­lardır. Müzdelife kelime olarak "yakınlaşma" anlamını taşır. Müslümanlar Arafat ovasında âdeta bu ilk buluşmayı ve Müzdelife'de de ilk insanlık âi-lesİnİn bu ilk gecelemesini temsîlen hac mevsiminde bu yerlerde buluşurlar. Bundan sonra onlar artık bu dünyadaki hayatlarında şeytana yer oJmıyacağım ifâde için Mina vadisinde şeytanları taşlarlar. Arafat buluşması ayrıca İnsanlı­ğın, öteki hayatta yeni yerleri olan cennet veya cehenneme intikal etmeden önce hesap meydanında toplanmalarının bir temsili olmuştur.

Önceden de söylendiği gibi Peygamber (S)'den gelen hadislerde Âdem ve Havva'nın indikleri yerler hakkında bir bilgi verilmez. Onun sözle­rinde sâdece Âdem'in cuma günü yere indirildiğinden söz edilirki bu gün aynı zamanda Âdem'in yaratıldığı ve gene bu gün onun cennetten çıkarıldığı gündür.[100] Öte yandan Cuma, Peygamber (S)'in sözlerinde, dünya ömrünün devirleri arasında en sonuncusunu temsil eden bir zaman dilimidir. Âdem ile Havva'nın, biri Hindistan, öteki Cidde gibi birbirinden çok uzak yerlere in­dirildiğine ilişkin görüşlere gelince bunun akla sığar tarafı pek yoktur. Onlar aynı yere veya birbirine çok yakın yerlere indirilmiş olmalıdırlar. Âdem'in topraktan şekillenip hayata geçişi ve daha genel bir ifâdeyle toprak ve sudan bütün çeşitleriyle hayatın fışkırması nasıl hâla bizi düşündürmeğe devam ediyorsa bu ilk iki insanın önce cennete konulmaları olayı da aynı şekilde bi­zi düşündürmeğe devam ediyor. Ortak kanı şudurki Âdem ve Havva bir cen­nete konuldular. Kur'an'da yer alan bu hükme herhangi bir itiraz yoktur. Fa­kat bu cennetin yeri ve mâhiyeti üzerinde düşünceler ve yorumlar farklı ol­muştur. Bu cennetin çok lezzetli meyve ve yiyecekleri olmalıdır ki ünlü ha-disçilerden Ahmed b. HanbeV'm kitabında yer alan bir habere göre, Hz. Âdem ölüm hastalığmdayken buranın meyvelerini özlemiş ve oğullarından bu meyveleri bulup getirmelerini istemiştir.[101]

İnsanlığın bir tek insandan çoğalıp çeşitlenmesine gelince Kur'anı Kerîm 'de bu durum açıkça ortaya konulmuştur. Bu konuda gelen ve birbi­rine benzer dört âyetten birinin ifâdesi aynen şöyledir:

" Ey insanlar! Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da esini vare-den ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rab-binizden sakının..."[102]

Bu âyetlerde insanlığın anası Havva'nın Âdem'den yaratıldığı ve bütün in­sanlığın bu ikisinden türediği açık bir dille bildirilirken bir başka âyette; kabile, boy ve milletlerin bu iki çekirdek insandan meydana geldikleri anlatılır. İnsan haklarının temel nas ve ifâdesi olan ve Birleşmiş Milletler teşkilât bi­nalarının kapılarına yazılması gereken bu âyette şöyle denilir:

" Ey insanlar! Gerçekten Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizi tanıyasımz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Gerçek şuki; Allah yanında en değerli ve üstün olanınız takva­ca en önde olanınız (:O'nun kanunlarını ve yaratıklarının hak­larını en çok gözeteniniz) dır. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır"[103]

Burada, kök ve asılları bir olan insan ve milletlerin kendilerini diğerlerinden üstün görmemeleri ve üstünlüğün; Allah'ın belirlediği yolda yürüyenlere; Allah'ın kanunlarını ve insanlığın hukukunu en üst düzeyde gözetenlere âit olacağı, anlatılır. Bundan sonra gene Kur'an'da, insanlardaki dil ve renk farklılığına değinen ve bu farklılıkları Allah'ın varlığının delil ve belge­lerinden sayan âyetler vardır.[104] Gene Kur'an'da; meyveler olsun, hayvan ve insanlar olsun bütün bu türlerin kendi içlerindeki renk farklılıklarını dile getiren ve bu münâsebetle iklim ve tabii çevreye değinen âyetler bulunmak­tadır'[105]. Böylece iklim ve tabii çevrenin renkler üzerindeki etkilerine işaret edilmiş olmaktadır. Yüce Allah'ın, kendi varbğına ilişkin belge (:âyet)lerden olan bu farklılıkların ortadan kaldırılmasını islemediği açıktır. Bitki ve hay­vanlarda renk farklılıkları bir güzellik oluyorda bu farklılıklar neden insan­larda bil" güzellik, kabul edilmiyorlar! Neden kuşların farklı farklı ötüşleri bir güzellik ve tabiat zenginliği oluyorda milletlerin ayrı ayrı dillerden konuşup ayrı ayrı türküler söylemeleri bir zenginlik sayılmıyor! Bir tek aileden bu farklılıklar bu zenginlikler nasıl ortaya çıkmıştır! Elbet bütün bunlar Al­lah 'm yüce güç ve sanatının eseridirler.

Havva'nın bîr erkek olan Adem'den nasıl yaratıldığına gelince Kur'an sâdece bu olayı haber vermekle yetiniyor. Elbet bu bir doğum olayı değildir. Bu sırada, karşıt cinsiyet olmadığından Âdem'in tam adamlığı tartı­şılabilir. Çünkü herşey tam anlamını zıddıyla kazanır. Hz. Muhammed (S)'in sözlerinden anlaşıldığına göre, Âdem'den alınan bir parça Hz. Hav­va'nın vücuduna esas olan ilk nüveyi teşkil etmiştir. Burada hücre bölünme­si misâli bir bölünme sözkonusu olabilir ki anlatımlar esas alındığında elbet ana unsur Âdem olarak gelişmiş olacaktır. Havva ise ondan bir fer' ve fakat müstakil bir şahsiyet olarak kemale erecektir.

Bütün Kur'an mü fes s Merinin esas aldıkları bir sözlerinde Peygamber şöyle söylemektedirler:

" Gerçek şuki kadın (erkeğin) kaburga kemiğinden yaratılmıştır. O senin memnun olacağın şekilde dosdoğru olamaz. Eğer on­dan istifâde etmek istersen bu eğrilik ondayken istifâde edersin. Onu (arzuna göre) tam düzeltmeğe kalkışırsan kırarsın. Onun kırılması da boşanıp ayrılması demektir".[106]

Genellikle müfessirler Havva'nın, sol kaburga kemiğinden yaratıldığını ve hatta bu kemik kendisinden alınacağı sırada Âdem'in uyku devresine girdi­ğini yazarlar.[107] Görüldüğü gibi kadının, ruhî ve duygusal yapısını ve erke­ğinin ona karşı olması gereken tutumunu anlatırken Hz. Muhammed, Havva'nın yaratıldığı ilk asla dikkat çekmektedir.

Şüphesizki Âdem, Havva olmadan kendisinin erkek olduğu bilincine varamazdı. O kendi varlığındaki dişi unsuru dışan attıktan ve onun gelişip karşısına geçmesinden sonra ancak her ikisi de farklı kişilik ve duyguları olan insanlar olduklarım anlamış olmalıdırlar. Bundan sonra Âdem'in er­keklik duyguları karşı cins olan Havva'ya yönelmiş ve onda bir sükûnet ve huzur aramış, sonuçta da Havva dünyanın ilk bebeğine veya ilk bebeklerine hâmile kalmıştır. Bu olay Kur'an-ı Kerîm'in anlatımında şöyledir:

" O, sizi bir tek kişiden yaratan ve kendisinde huzur bulsun diye ondan da eşini yaratmış olandır. O, eşine kapanınca eşi hafif bir yük yüklendi de onu bir süre (karnında) taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca ikisi de Rableri Allah'a; Eğer bize düzgün bir çocuk verirsen andolsunki şükredenlerden olacağız, diye düa ettiler.[108]

İşte böyle insanlığın ilk doğum olayı gerçekleşmiş ve bundan böyle bilinen üreme yolu devreye sokulmuştur. Âdemden Havva'nın vücud bulmasında olduğu gibi şimdi de bu sefer erlik suyundaki kromozomlar kadın olsun erkek olsun cinsiyetleri belirleyici olmaktadırlar. Böylece şimdiki âdem (adam) gene havyaların ilk kaynağı olmaktadırlar. Kadın ise bebek erkek olsun dişi olsun kendi bünyesinde onu örüp vücudlandıran durumdadır. Adem ve Havva cennetten iki kişi olarak çıkarıldıklarına göre bu do­ğum olayı elbet cennet denilen yerin dışında gerçekleşmiştir. İlk gerçekleşen doğumdan sonra diğerleri de hep aynı yolun merhalelerini izliyerek gelirler. Ana karnındaki safhalar, Kur 'an'da, o günki tıbbın bilmesi mümkün ol-mıyan bir gerçeklikle şöyle anlatılır:

" - Andolsun Biz insanı çamurdan süzülüp çıkarılmış bir özden yarattık.

-  (Adem yaratıldıktan) sonra insan Özünü sağlam bir karargâhta meni (tohum) hâline getirdik.

- Sonra meniyi 'alaka (:aşılanmış yumurta) yaptık ve daha sonra da bu "alakayı bir parçacık et hâline çevirdik. Bu et parçacığı­nı da kemiklere (iskelete) döndürdük. Ardından da bu kemikleri et giydirip kapladık. En sonunda onu başka bir yaratılışla inşâ edip ortaya çıkardık. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir"[109]

Kur'an'ın pek çok âyetinde insana, toprak ve daha sonra meni (tohum) olan aslıhatırlatılır.[110] Böylece yüce Rabb'm gücü ona gösterilerek bir yanlış­lık yapmaması için o sürekli uyarılır. Aksi halde yaratıldığı ilk temel madde­ler gibi önemsizlik onun yakasını bırakmıyacaktır.

Görüldüğü gibi insanlık bir tek kişiden ve bir tek numuneden çoğaltıl­mıştır. İlk insanı meydana getiren toprak neden birden fazla âdem meydana getirememiştir. Nasıl olmuştur da bir tek örnek ortaya konulmuştur. Eğer biz bu noktada işi tabiata havale edersek bunun içinden çıkamayız. Daha önce de söylediğimiz gibi şüphesiz bunda îlâhî irâdenin ve bir tek O'nun eli var­dır. Yüce Rab hem bu durumu anlatmak ve hem de insana verdiği deeeri göstermek için Kur'an'da, insanı bizzat kendi elleriyle yaptığını söyleyerek şeytana şöyle seslenir:

" Ey iblis! iki elimle yarattığıma secde etmenden seni alakoyan nedir?"[111]

İnsan soyunun bir evrim sonucu maymunlardan veya herhangi bir hayvandan geldiği düşüncesi genel ifâde olarak bu ve önceden verdiğimiz âyetlere ters düşmektedir. Bütün bu âyetlerde görüldüğü gibi insan daha işin başında ve hatta yaratılmadan önce bizzat insan kimliği ile takdir edilip ona göre yaratılmıştır. Allah 'in; "Onu bizzat kendi ellerimle yaptım' tarzında­ki ifâdesi bunu gösterdiği gibi O'nun meleklere; yeryüzünde hâkim (halîfe)

bir insan yaratacağını, haber vermesi de bunu gösterir.[112] Diğer yandan Âdem'e, içinde bulunduğu dünyaya âit ve muhtemelen birazda göklere ait nesnelere ilişkin adların öğretilmesi onun varlık âlemine akıl, zekâ, temyiz ve bilim kabiliyetleriyle donatılmış olarak geldiğinin Kur'an'daki bir başka kanıtıdır. Burada ad ve isimler, şüphesizki nesnelere ilişkin özellikler ve kavramlar anlamında kullanılmış olmalıdır. Hatta Kur'an'daki anlatıma göre Âdem bunları kendi sahası içerisinde meleklerden daha iyi bilir durumdadır ve bu da meleklerin hayretine mûcib olmuştur.[113] Âdem ve Havva'nın bazı eksiklerini tamamlamaları için bir orman yerine ilkten cennet gibi bir yere konulmaları da onlara işin başında hayvan değil bir insan muamelesi yapıl­dığını gösterir. Kur'an'dan öğrendiğimize göre bu insan, hatasına karşılık Allah'tan af dilemeği bilen ve din denilen İlâhî yola girmiş bulunan bir var-lıktır.[114] Bunlar ise insana âit özelliklerdir. Cennette yeme yasağı olmama­lıdır. Belli bir meyveye yaklaşma yasağının konulması Âdem ve Havva'yı dinî buyruklara uyma eğitimine tâbi tutma hikmetlerine yönelik olabilir. On­ların önüne artık ilâhî bir düzen konulmaktadır. Daha işin başında insana karşı tavır alan şeytan da bu düzenin baş düşmanı olarak tanıtılır.

İnsanlığın babası Âdem'in peygamber olup olmadığına ilişkin müna­kaşalar bir yana o, ilk insan olarak Allah tarafından eğitilmiştir; Ona eşya isim ve özelliklerinin öğretilmesi bunu gösterdiği gibi cennetten indirildiğin­de ona, Allah buyrukları karşısında hataya düşmemesi için doğru yolun gös­terilmiş olması da"[115] bunu gösterir. Âdem'in, Rabbi ile konuşup Ondan kullukla ilgili bazı bilgiler almış olması[116] onun peygamberliğinin Kur'an'daki bir delili kabul edilebilir. Allah tarafından eğitilen ve buna göre yol bulup kendi soyuna yol gösteren bu insana peygamber demekten başka ne söyliyebiliriz. Şüphesiz onun peygamberliği bu halkanın sonunda gelen Hz. Muhammed (571-632 m)'in peygamberliği gibi en mükemmeli ge­tirip ortaya koyan bir peygamberlik olmıyacaktır. Fakat o, kendi soyu insan­lığa ilk Allah'ı anlatan ve ilk yolunu gösteren kişidir. O bunubir baba olarak değil bir Peygamber olarak yapmış olmalıdır. Bütün bunlar Adem'in doğru­dan bir insan olarak yaratılıp ona göre eğitildiğini gösterir.

Biz Kur'an-ı Kerîm'de, insanın hayvandan geldiği iddiaları bir yana, tam tersi, bazı İlâhî hudutları aşan insanların maymun ve domuzlara çevril­diğine dair âyetler buluruz.[117] Eğer bu ifâdelerde hakaret kastedilmiyor ve gerçek bir olaydan sözediliyorsa bu şekilde yapı değiştirip insanlıktan çıkma elbetteki çok düşündürücü bir olay olacaktır. îlâhî güç elbettekî tartışılamaz. Acaba onların molekül yapı ve düzenlemeleri değiştirilip onlar sözkonusu hayvanlardaki molekül yapısıylamı yapılandılar. Yoksa bu yalnızca bir haka-rettenmi ibarettir? Bunlar zamanla aydınlığa kavuşabilir. Pek sağlıklı olmı-yan bazı kaynaklarda, insanlardan çevrilen pek çok hayvan adı verilmektedir.[118] Kur'an'ın anlatımında, insanın geriye dönüşü gibi bir şey söz konu­su değildir. Orada sâdece insandan hayvana bir başkalaşımdan sözedilmiştir.[119]

Bazıları bugünki insanlığın babası Hz. Âdem'den önce milyonlarca âdemlerin gelip geçtiği inancındadırlar. Fahruddîn er-Râzî Şia mezhebi kitaplarında Muhammed b. Ali el-Bâkır'aait böyle bir görüşe yer verildiğini yazar. Fakat Râzî, teselsül yoluyla, sonuçta ilk olanın insanlığın babası sayılacağını ileri sürerek bu görüşü reddeder.[120] Kur'an ve Hz. Pey­gamber (S)'in açıklamalarına dayanmıyan bu görüş İslâm öncesi devirlerden beri bazılarınca savunula gelmiştir.[121]

İnsanlık yeryüzüne bir tek kişiden çoğalıp bir tek yerden yayılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de; "bess: fiiliyle ifâde edilen bu bir tek noktadan yayılış şöyle ifâde edilmektedir:

" O ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar yaratıp onları (yeryü­züne) yayan Rabinizden sakının"[122]

Cinleri hâriç tutarsak insanoğlu bu yerküresinde tek akıl sahibi varlık­tır. Maddeden hayata geçiş evrende ne kadar büyük bir olay ise hayattan ak­la geçiş ve akıllı bir varlığın ortaya çıkışı ondan daha da büyük bir olaydır. Bu olay işte insanda gerçekleşmiştir. Akıl toplam kâinatın üstünde bir de­ğere sahiptir. Çünkü tüm bu kâinat ve insanın insan olduğu ve hepsinden de öte Yüce Bir Yaratıcı ancak bu akıl yardımıyla bilinip tanınır. Akıl Al­lah'ın o kadar büyük bir eseri olmuşturki o çok kere kendi kendine bile akıl erdiremez. Biz burada daha çok insanın maddî varlığının ortaya çıkışı üze­rinde durduk. İnsan ise bu yapı ve bu varlığıyla değil akıl, ruh, kendine özgü duygular ve akim da ötesinde bir aşama olan îmanıyla bir insandır. İnsan ak­lıyla tüm evrenle bütünleşir. Ruh ve duygularıyla o kendi cinsleriyle, diğer tüm canlılarla ve hatta cansız nesnelerle bütünleşir. İnsan, akıldan daha son­raki bir aşama olan "îman" la ise Yüce Rabb ile bütünleşir. Böylece "İman" insandaki en yüce değer olarak akıldan da ilerdeki bir merhaledir. Çünkü insan bu merhalede Allah ile buluşur. Bu da topraktan vücut bulan insanın en yüksek bir yere çıkması demektir. Akıl İmana giden yoldaki en büyük yetenektir. O olmadan îmana erişilemez ve fakat iman onun zarurî so­nucu değildir. Akıldan Yüce, Bir Allah imanına gidemiyenler evreni veya kendi daracık dünyalarını ve daha doğrusu akıllarını aşamıyan ve bunların maddî ve bir ölçüde dar boyutları içinde sıkışıp kalanlardır. Bunlar sahip ol­dukları kendi manevî ve yüksek İnsanlık kişiliklerini keşfedemeyip onun maddî ve hayvanı hudutlarını öteye geçemiyen ve hayatı bu çerçevede yaşı-yan kişiler olarak kalmışlardır. İnsan îman için gerekli olduğu için akılla do­natılmıştır.

Kur'an-ı Kerîm 'de, insanın maddî varlık ve yapısıyla ortaya çı­kışını konu edinen âyetlerin yanı sıra onun ruh ve duygu dünyasını ele alan çok sayıda âyet vardır. Ancak biz burada onun bu yönlerini ana konumuzu ilgilendirdiği ölçüde ele alabildik.

Kur'an 'da insana aklını ve diğer manevî yeteneklerini kullanıp Yü­ce ve Bir Yaratıcıya îman merhalesine ulaşması emir ve görevi verilmiştir. Fakat Kur'an'da insana Allah'ı sevme emri verilmemiştir. Allah bu kitapta tek yaratıcı olarak kendini tanıtmış, insana kendi eseri olduğunu bildirmiş ve ona sayısız nimetler verdiğini, onun dünyasını ve göğünü sayısız imkânlarla donattığım ona anlatmıştır. Bu kitapta Allah insana görev ve sorumluluklar yüklemiş ve ona insanlık çizgisinden ayrılmaması talimatını vermiş ve fakat ona Rabbini sevme emrini vermemiştir. Bu neden böyledir? Çünki sevmek emirle olacak bir şey değildir. Eğer insan bütün bu anlatılanlardan sonra kendi Yüce Yaratıcısını hâlâ sevmiyorsa veya sevemiyorsa o artık ken­disini gözden geçirmek durumundadır. Bu sebeple "sevme" Kur'an'da bir emir konusu olmamıştır. Buna karşın orada görevlerin yerine getirilmemesi, yasakların çiğnenmesi ve insanlık çizgisinden ayrılma konusunda Allah kul­larını uyarmıştır. Bu noktada insan Allah'tan sakınma ve korkma emrine muhatap olmuştur. Görevlerini ihmal eden ve yoldan çıkanlar için elbet üst makam yaptırımlar ortaya koyacaktır. Eğer insan Rabbine karşı görevlerin­den başlıyarak diğer tüm hak ve görevleri severek yerine getiriyorsa işte bu takvadır. Gerçekte Kur'an'da sakınma ve korkma uyarıları Allah'ın ken­dine değil insanın kendi davranış ve tutumuna yönelik bulunmaktadır. Hay­vanlar ise böyle uyarılara muhatap olmamıştır. Bu, Allah'ın insanı yüceltme arzu ve iradesinden kaynaklanmaktadır. Allah safha safha yaratılışını anlattığı insanın çok yükseklere çıkmasını istemektedir. Buna karşın da çok kor­kunç bir aşağılık vardır. Bütün bu safhalardan sonra artık insan iman ve dav­ranışlarıyla kendini Rabbine sevdirtmeğe çalışacaktır.

Çamurdan hamuru İlâhî ruhla yoğrulan insan, artık kâinat çapında ve hatta onun da üstünde bir mâna kazanmış olmakta ve O, bu yüksekliğine uy­gun olarak da Rabbine karşı, imana dayanan, iradî ve şuurla yerine getirece­ği görevler üstlenmiş bulunmaktadır. Kur'an'dan anlaşıldığına göre, yerkü­reyi temsilen onun yüksek dağları ve tüm gökleri [123]ise bu niteliklerde bir görev üstlenememişlerdir. Artık insan kendini bilmeli ve kendisine saygı göstererek kendi yüksek değerine ulaşma gayreti içinde olmalıdır.

Bir gün belki de göklere bile yayılacak olan insanlığın ortaya çıkış hi­kâyesi, müfessirlerin açıklamaları ve benim yaptığım yorumlarla birlikte Kur ' an 'da ve Hz. Muhammed (S)'in anlatımlarında işte böyledir. Biz üyesi olduğumuz bu insanlığın karşısında şeytan gibi olmayıp Yüce Allah'ın bir emri olarak melekler gibi saygıyla eğiliyor ve onun her iki âlemde de saygın yerini korumasını diliyoruz. [124]

 

C - KUR'AN VE HZ. MUHAMMED (S)'İN UYGULAMALARI IŞIĞINDA ÇEVRE VE HAYAT DENGELERİNİN KORUNMASINA BAKIŞ

 

1 - Hayvan Türlerinin Korunması

 

Hayat olmasa yeryüzü bir işe yaramaz. Çünki fayda hayata bağlıdır. Hayat yoksa fayda da yoktur. Canlı türler ne kadar çeşitli olursa faydalanma olayı da o kadar çeşitlenir. Yeryüzünde hayat milyonlarca yıl eskilerde baş­lamış ve hayatın başhyabilmesi için de dünya milyarlarca yıl geçirmiştir. Her canlı tür, kendi Özelliği ile binler ve milyonlarca yıl içerisinde ortaya çı­kabilmiştir. Bir türü ortadan kaldıran insanoğlu, milyonlar ve yüz milyonlar­ca yıllık bir sürecin bir daha yerine koyamıyacağı bir mahsulünü bir oluşu­munu ortadan kaldırmış olmaktadır. O bununla sâdece bir türü ortadan kal­dırmış olmamakta ayrıca türler arası dengeleri de bozmuş olmaktadır. Bu, meleklerin saygıya davet edildiği saygın insanın yolu değildir. Yeryüzünde hayatı başlatan ve bitkiler olsun, hayvanlar olsun canlı türler arasında ve hatta bizzat yeryüzeyinin kendi fizikî yapısı içerisinde dengeleri kuran insan değildir. O halde insanın her hangi bir türü ortadan kaldırmaya ve dengeleri bozmaya hiç bir şekilde hakkı yoktur.

Yeryüzündeki tüm hayatı veya her hangi bir canlı türü yok etmeğe yö­nelik zararlı faaliyetler ya bilgisizlikten veya kasıttan kaynaklanabilir. İktisa­dî zaruretler de insanları bu yola itmiş olabilir. Bazan bir türün çekiciliği ve­ya ondan sağlanacak iktisadî faydalar onun yok edilmesine yol açtığı gibi bazan da nefret bir türün imhasına yol açabilir. İnsan oğlunun, bir türden kendisine gelebilecek zarar ile ona karşı duyduğu nefreti birbirinden ayırma­sı gerekir. Kim bir canlıdan nefret ediyorsa bu canimin kendisine bir zararı olup olmadığını ve onun tabiattaki yerini düşünmelidir. İnsan bu konuda ge­reksiz korkulara kapılmamalıdır. Hz. Muhammed (571-632 m)'in bir sözleri bu alanda bize yol göstericidir. O, bu sözlerinde;

" Allah'ın bütün yaratıkları güzeldir"[125]

diyorlar. Canlılara bu gözle bakılmayınca onlar gereksiz tahribata uğrarlar. Eğer canlılardan sinekler ve fareler gibi zararlı olanlar varsa onların imhası­na dinde izin verilmiştir. İslâmda bir kaideye göre önüne geçilemiyen zararlı hayvanlar öldürülürler. Bunun da yerleşim yerleri ve ziraat alanlarıyla sınırlı olacağı açıktır.

İslâm dininde insanın yalnız insan ve devletle olan ilişkileri değil aynı zamanda insanın tabiat ve çevreyle olan ilişkileri de düzenlenmiştir. İnsan bu dinde tabiattan ve hayvanlardan Allah'a karşı sorumlu tutulmuştur. Biz Hz. Muhammed (S)'in, gereksiz yere her hangi bir canlının öldürülme­sini yasakladığım görürüz. Meselâ o bir defasında şöyle konuşur:

" Kim haklı bir sebebe dayanmadan bir serçeyi, hatta ondan da­ha küçük bir canlıyı öldürürse o canlı kıyamet günü dâvasını Allah'a götürür ve; ey Rabbim, falan kimse beni, bir fayda ol­maksızın öldürdü, der"[126]

Peygamberin, tabiattaki canlıların korunması için yaptığı benzer bir ko­nuşma da şöyle olmuştur.

" (Gereksiz yere) bir serçe öldüren hiç kimse yoktur ki öteki ha­yatta bu serçe ondan Allah'a davacı olmasın. Serçe bu dâvasını Allah'a şöyle açar; Rabbim! Şu kimse beni boş yere öldürdü. O beni öldürmekle bir fayda temin etmediği gibi Senin dünyanda benim yaşamama izin de vermedi".[127]

Peygamber 'in bu sözlerinden dinde; bir canlının sâdece bir faydaya yö­nelik avlanmasına veya bir zararın giderilmesi için öldürülmesine izin veril­diği anlaşılıyor. O, bu konuşmalarında özellikle kuşların en küçüğü olup İn­sanlarca Önemsiz görülen serçeden söz etmiş ve ayrıca o daha küçük canlıla­ra dikkat çekmiştir. Nitekim biz başka konuşmalarında, bir örnek olarak, onun bu gibi canlıların isimlerini verdiğini görürüz. Bu hayvanlar yanlış ka­naat veya insanların onları önemsememesinden öldürülüyor olmalılar ki on­lar yasak içerisinde ismen söylenmişlerdir. Onun koyduğu bu yasakta aynen şöyle denilir.

" Gerçek şuki Peygamber (S); karıncanın, (yaban) arının, hudhu-dun ve serçe yiyen göçeğen kuşu ile kurbağanın öldürülmeleri­ni yasaklamışlardır"[128]

Burada görüldüğü gibi bir kuş türünü yiyen öteki türün öldürülmesi yasakla­narak tabiat kendi kanunlarıyla başbaşa bırakılmıştır.

Bu sözünü ettiğimiz yasaklara karşılık biz, Peygamber 'in, yılan ve benzeri bazı zararlıların öldürülmelerine izin verdiğini görmekteyiz. Hatta hadisçi Taberânî (260-360 h/874-971 m) onun bütün yılanların öldürül­mesiyle ilgili bir sözlerini nakleder. O, ilgili sözlerinde şöyle der: "Bütün yı­lanları öldürün, Kim onların intikamından korkarak, öldürmeyip onları ser­best bırakırsa o benden değildir" .[129] Birinci derecede sahih hadis kaynakla­rından almadığımız bu sözün Peygamber (S)'e aidiyeti tartışılabilir. Fakat onun yılanların öldürülmesiyle ilgili en muteber kaynaklardaki sözleri kıs­men bunu destekler mâhiyettedir. Şu kadar varki Hz. Peygamber burada bazı sınırlamalar getirmiştir. Nitekim o, öldürülecek ve öldürülmiyecek yılanlara âit tarifler vermiştir. Hatta Peygamber devrinde her çeşit yılanı öldürmeğe kalkışanların uyarıldığı olmuştur.[130] Bu arada, Hz. Peygamber'in; yılan, ak­rep, fare, ısırgan köpek, alaca karga ve çaylakların öldürülmelerinin günâhı olmadığına ilişkin sözlerine gelince bu onlardan gelebilecek zararlarla kayıt­lanmıştır. Çünki o gerekçe olarak bunların kötü yola giriş (:fısk) lerini göster-miştir.[131] Yılanların hepsinin öldürülmesiyle ilgili emrin hangi ortamda ve­rildiğini bilemiyoruz. Bu, bir sefer sırasında konaklama yerinin onlardan te­mizlenmesi için verilmiş bir emir olabilir, Diğer yandan burada esas gaye on­ların intikamından korkanlara bunun yersizliğini anlatmaktır. Burada bazı is­lâm hukukçularının tesbit ettikleri bir kaideyi de hatırlatmak gerekir. Buna göre; yasaktan sonra gelen emir tarzındaki ifâdeler, gerçek bir emir olmayıp sâdece bir müsaadeden ibarettirler. Burada da aynı şey söz konusu olabilir.

Hayvanlar elbet zararlı olacakları yerlerde öldürülürler. Böyle olmı-yan yerlerde onlan imha hareketine girişmenin zararı bertaraf etmekle bir il­gisi bulunmaz. Onlar kendi dünyalarında serbest bırakılmalıdırlar. Tabiat kendi dengeleri içerisinde onlar üzerindeki hükmünü icra edecektir. Akrep ve yılan gibi kendilerinden korktuğumuz ve tiksindiğimiz hayvanların bazan bizlere zararları dokunsa da onlardan sağlıyacağımız faydalar çok olmalıdır. Diğer yandan onlar da genel dengenin bir parçasını teşkil ederler.

Hadisçi Ebû Dâvud'dan öğrendiğimize göre Peygamber (S) kuş yavrularının yuvalarından alınmasını yasaklamıştır. Bir yuvadan aldığı yavruları torbasına doldurup şehre getiren birisine Hz. Peygamber; on­ları derhal analarının yanına, aldığı yuvaya iade etmesi uyarısında bulun­muştur.[132] Yavrular ana merhametiyle kendi tabii ortamlarında büyümeğe terkedilmişlerdir.

Peygamber, istihdam edilen hayvanlara, insanlar gibi dinlenme hakkı vermiş ve yolculuk sırasında yapılan dinlenmelerde önce hayvanların İhtiyaç ve istirahatları teinin edilmiştir. Enes b.  Mâlik bu durumu şöyle anlatır:

"Biz bir konaklama yerine geldiğimizde hayvanların yüklerini çözüp (onları istirahata terketmeden) namaza başlamazdık. Gene Medine'de Peygamber aç bırakılmış ve çok yorgun düşürülmüş develerin sahiplerini araştırıp buna müdahale etmeyi de ihmal etmemiştir."[133]

Hayvanlar insanlar gibi can taşıdıklarından onların da işkence yapıl­mama ve rahatsız edilmeme hakları bulunmaktadır. Kullandığımız ehil hay­vanların, istihdam ettiğimiz insanlar gibi kendilerine göre haklan vardır ve meselâ onlara güçlerini aşan işler yaptırmak ve sırtlarına taşıyamıyacakları yükler vurmak onların haklarını çiğnemek olur. Taberânî'nin kaydettiği bir sözlerinde Hz. Peygamber, bir.binek hayvanın üzerine üç kişinin birden bindiğini görünce; "Üçüncüsü lanetlenmiştir1' diye söylemiştir.[134] Hayvana yapılan bu eziyet tenkitlerde kullanılan en ağır dille tenkid edilmiş­tir. Sahih hadis kaynaklarında yazıldığına göre, Peygamber (S) hangi türden olursa olsunlar hayvanlara işkence ve eziyetin her çeşidini yasaklamıştır ki bunlar arasında, hayvanı bir yere hapsederek veya bağlıyarak onu silâhla vurmak da vardır.[135] Hayvanlar bizim gibi yaşama haklarına sahiptirler. Biz onları ancak nesillerini tüketmemek şartıyla yararlanmak için veya za­rarlarından korunmak için öldürürüz. Hz. Muhammed, hayvanlara hiç bir hak tanımıyan zihniyetleri yıkmış ve bu cümleden olarak o; bir kediyi bağlayıp onu aç-susuz ölüme mâruz bırakan bir kadının cehennemi hak etti­ğini bildirmiş[136] ve Öte yandan da; susuzluktan ölmekte olan bir köpeği ha­yata döndüren bir günahkârın cenneti kazandığını haber vermişlerdir. Dinle­yicilerden birinin; hayvanlara yaptığımız iyiliklerden sevapmi alacağız, so­rusuna Hz. Peygamber;

" Her yaş ciğeri olana yapılan iyilikte sevap vardır"[137]

karşılığını vermiştir. Hayvanların bile baş ve yüzlerine vurulmasını yasakla­yan Peygamber bu cümleden olarak onların yüzlerine damga vurulmasını da yasaklamiştır.[138] Bu yasağın hikmeti elbet araştırılmalıdır.

Bilim adamları tabiatı araştırarak ona fayda ve zarar getiren faaliyet­leri insanlığa öğretmek durumundadırlar. Aksi halde çoğu insan yaptıklannın tabiat açısından durumunu değerlendiremez. Çünki onlar tabiat varlıkla­rın] bitmez tükenmez olarak görürler. Bu konuda insanlığı eğitmek bilim adamlarına düşen bir görevdir ki onlar bunu yaptıklarında tüm canlı tabiat varlıklarının dualarına mazhar olurlar. Bunu söyliyen Hz. Muhammed (S)'den başkası değildir. Her çeşit hayrın öğretilmesiyle ilgili geniş anlamlı sözlerinde o şöyle diyor:

" Gerçek şuki; Allah, melekler, gökler ve yerler halkı hatta yuva-sındaki karınca ve (sudaki) balıklar insanlara hayır ve (fayda­yı) öğretene düa ederler".[139]

Her tür canlı ancak kendi yaşadığı dünyanın ve yaşadığı çevrenin korunması sayesinde varlığını sürdürür. Eğer balıklar ve karıncalar kendi dünyalarında yaşayıp varlıklarını sürdürebiliyorlarsa onların dualarından söz edilebilir. Eğer onlar bundan mahrum bırakılmışlar ve ortadan kaldırılmış larsa orada hayır kalmamıştır ve dolayisiyle orada dualar yerlerini en az bizim kadar hayvanların da Rabbi olan yüce Allah'a şikâyetlere bırakmıştır ki biz Pey-gamber'in serçe örneğinde bunu açıkça görürüz.

Hz. Peygamber (S)'in tebliğ ve uyanları doğrultusunda İslâm hu­kukçuları yazdıkları eserlerine avlanma hukukuna ilişkin bir bölüm koymayı da ihmal etmemişlerdir. Peygamber'in öğretilerini toplayan hadis kaynakla­rında da bunlara ilişkin "ez-Zebâıh ve'ssayd: hayvan kesimi ve Avcılık" adı altında özel bölümler bulunmaktadır. Hatta biz Peygamberin tabiatla ve can­lıların hukuku ile ilgili sözlerini hadis kaynaklarının Edeb, ilim, ve yüksek ahlâk anlamına gelen el-Birr gibi bölümleri içerisinde de görebilmekteyiz. Bundan anlaşılan şudurki müslüman kişinin yalnız insanlar karşısında değil tabiat ve hayvanlar karşısında da uyması gereken bir edebi ve onlar için yap­ması gereken şeyler vardır ve o en yüksek ahlâka ancak bir bütün içinde ula­şabilir. Bu bölümlerden öğrendiğimize göre avlanma bir kıyım ve vahşete dönüşmeden sâdece bir ihtiyacın teminine yönelik olmalıdır ve iktisadîlik il­kesine uygun bulunmalıdır. Gerçekten İslâm hukukunda gelişmiş bir avlan­ma hukuku ve tabiat varlıklarının korunması konusunda gelişmiş bir ahlâk vardır. Hayvanlara vahşî duygularla yaklaşanların insanlara yaklaşımları da vahşî olabilir. İnsan elbet gereken yerde, avlanmanın hukuk ve ahlâkına uya­rak avın ve tüm tabiatın nîmetlerinden faydalanacaktır. Önceden de söyledi­ğimiz gibi Hz. Muhammed (S)'in bildirimleri içerisinde hayvanlara da haklar tanınmıştır. Onun bu tebliğinden dolayıdirki İslâm fıkhında (Huku­kunda) hayvan haklarının son derece gözetilmesi istenmekte ve hayvanlardan af dileyip onlarla helâlleşmek mümkün olmadığından öteki hayatta bu­nun mutlaka cezasının çekileceği hatırlatılmaktadır.[140] Bu konuda ilginç olan bir şey de rivayet biliminin en önde gelen ustası Buhara kentinden İmam Buhârî (194-256 h/809-869 m)'nin hayvanlarla ilgili Peygam-ber'in bazı öğretilerini; "yaratılışın başlangıcı: bed'ü'l-halk" adını taşıyan bir başlık altına kaydetmiş olmasıdır. Hadisleri kendi anlayışına göre başlık-landıran Buhârî şüphesiz burada, canlıların gereksiz yere ortaya çıkmadık­larını ve onların devam ettirilmesi gerektiğini anlatmak istiyordu. Yâni, o in­sanların dikkatini ilk başa çeviriyordu, neden yaratıldılar ve ne için öldürü­lüyorlar? Az sonra "Bitki Varlığının korunması" başlığı altında daha ayrıntılı ele alacağımız üzere Hz. Peygamber, Medîne çevresinin belli bir kesi­minde her tür avcılığı yasaklıyarak bu kesimin hayvan ve bitki varlığını ke­sin korumaya almış ve Mekke 'yi fethettikten sonra aynı uygulamayı orada da başlatmıştır.[141] Peygamber (S)'in hâkim olduğu bölgelerde gecikmeden böyle bir uygulama başlatması onun tabiatın korunmasına verdiği önemi gösterir. Ebû Hureyre Medine'deki yasaktan sonra gerek bu kırda ve gerek Medîne içinde yayılıp duran ceylanlar görülse onların ürkütülemiyeceğini söylerken Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) Peygamberin vefatından sonraki zaman­larda bu yasaklar çerçevesinde, birinin elinde kuş görse onun ipini çözdürüp serbest bıraktırmıştır.[142]

îslâmda hukukî mezhepler, bitkilerden olsun hayvanlardan olsun canlı mal varlıklarına gerekli bakımı yapmayıp onların ölümüne ve zarar görmele­rine yol açan kişilere kanunî bir müdahale yapılıp yapılamıyacağıni tartışmış­lardır. Genellikle İslâm hukukçuları hayvan sahiplerini, etleri yenilen cinsten olsun yenilmiyen cinsten olsun sahip oldukları hayvanların nafakalarım temi­ne mecbur ederler. Şu kadar varki hukukçular hayvan sahiplerine bazı seçe­nekler tanımışlardır. Hayvanlarının nafakasını temine yanaşmıyan kişi, etleri yenilen türden olan hayvanlarını; mülkünden çıkarma, kiraya verme ya da kesme şıklarından birini tercihe mecbur edilir. Etleri yenilmez türden hayvan­larını ise o mülkünden çıkarma yahut kiraya verme zorunda bırakılır. Şafiî .veHanbelî mezheplerinden hukukçulara göre hayvanlarm bu yollardan biriyle nafakaları temin edilemez ve etleri yenilenlerin kesimi de uygun ve mümkün görülmezse onların nafakaları sahipleri adına borç olarak devlet ha­zinesinden karşılanır. Hatta Şâfiîlere göre böyle bir durumda hayvan sahi­bi mâlî acz içindeyse onun hayvanları Hazîneden karşılıksız yemlenirler. Kisinin malları üzerinde tasarruf hürriyetini en önde tutan ünlü hukukçu Ebû Hanîfe (ö. 150 h/767 m) hâkime hayvan sahiplerini sâdece uyarma yetkisi verirken onun talebelerinden ve Harun Reşid devrinde kadılar başkam (:kadi'l-kudât) olarak görev yapan Ebû Yûsuf (ö. 182 h/798 m) hayvan sahiplerini onların nafakalarını temine veya onları satmaya mahkemece mec­bur tutar. Irak'da doğup bir ara Endülüs'te uygulama alanı bulan Zâhi-riyye mezhebinin görüşü de bu konuda Ebû Yusuf'un görüşünden farklı olmamıştır. Bu mezhebe göre de herkes hayvanının nafakasını temine veya onu yaşıyabileceği bir meraya salmaya mecburdur. Bunlardan kaçınanın hayvanları hâkim tarafından onun adına satılır. Bu mezhebin ünlü hukukçusu İbn Hazm (ö. 456 h)1063 m)'a göre, hayvanın yaşama ve gelişmesini sağ-lıyan şeylerden onu mahrum bırakana kanunen müdahale edilir. Sözkonusu mezhep bu görüşlerini Kur'an' dan bir âyete dayandırmaktadır. Bu âyette; inançsız ve kötü niyetli olup da idareyi ele geçiren ve ülkeye hâkim olan güç­lerin ülke ziraat ve hayvancılığını ve bir diğer anlayışa göre de ülkenin genç nesillerini tahribe yönelecekleri uyarısı yer almaktadır.[143]

Bu yukardaki görüşlere ilâve çeşitli mezheplerden İslâm hukukçuları; sağmal hayvanların, yavrularına zarar verecek ölçüde sağılmalarını ve ko­vanlardan arılara yeter miktarda yiyecek bırakılmadan bal alınmasını din açısından istenmiyen bir tutum (:mekruh) olarak nitelendirdiler. Gene onlar hayvanlara ağır yükler yüklenmesini yahut onların çok yorucu yürüyüşlere zorlanmasını ve hayvanlara eziyet olan her türlü muameleyi hayvan hakları­na aykırı gördüler ve İslâm dininde bunların istenmiyen davranışlar olduğu­nu vurguladılar. Bu arada şunu da söyliyelimki E bu Hanîfe gibi bazı hu­kukçular bu konularda hâkime sâdece uyarma yetkisi verdiler ve hayvanları hakkında, kişiyi kendi dindarlık ve ahlâkı ile başbaşa bıraktılar.[144] Hâkimin veya H ı s b e gibi diğer yetkili kuruluşların sürekli uyarıları elbet insan üze­rinde faydalı bir etki yapacaktır. Bu konuda kanunî zorlamalardan çok, kişi­lerin eğitimi ve onlara kazandırılan ahlâk önem taşımaktadır ve insanlarda bu gibi alt yapılar oluşturulmadan sâdece kanun yoluyla istenen sonucu sağ­lamak süreklilik gösteremez ve bu, hayvanlara karşı da bir münafıklık olur. Dinde istenen bu değildir. İstenen içten ve gönülden gelen davranışlardır.

İslâm din olarak hiç bir canlıya eziyeti tecviz etmez ve hiç bir canlının gereksiz ortadan kaldırımı asına müsaade etmez. İnsan olsun hayvan olsun her canlının kendine göre hakları vardır ve bunlara saldıranlar ya kanunî yet­kililerce engellenirler veya onlar öteki hayatta bunun hesabını verirler. Hiç kimse kendi üstün gücünü diğerine zulüm ve onun hayatına son vermek için kullanamaz. Hz. Muhammed (S) bu durumları anlatmak için bir gün şöyle bir konuşma yapar:

" Şu bir gerçekti?- ki öteki hayatta hak sahiplerine bütün haklarım ödiyeceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun kendisine vuran boynuzlu koyundan kısas yoluyla hakkını alacaktır"[145]

Peygamber'in burada esas muhatabının insanlar olduğu açıktır. O bu sözleriyle insanlara; yaratılıştan kaynaklanan veya sonradan kazandıkları güçlerini birbirleri aleyhine ve hatta hayvanlara karşı bile kullanamıyacakla-rmı anlatmak istiyordu.

Hayvanların sâdece yem ve su haklan yoktur, onlar insanlar gibi teda­vi olma hakkına da sahiptirler. Hukukçular hayvanların nafaka haklarım mü­nakaşa ede dursunlar biz Abbasîler döneminde ünlü vezir Ali b. isa'nın hicrî 3. asır (milâdî 9. asır) sonlarında veya 4. asır başlarında he­kimler başına onun başvurusu üzerine gönderdiği ilgi çekici bir talimatına rastlamaktayız. O bu talimatında gezici sağlık görevlilerinin din farkı gözet­meden insanları tedavi etmelerini istemekte ve insanlardan sonra da bu hak­kın hayvanlara geçtiğini bildirmektedir. Hekimler başı Sinan b. Sa­bit'in; gayri müslim halka sağlık hizmeti götürmelerinin görevleri arasında olup olmadığını bir yazıyla sorması üzerine vezirden o böyle bir talimat al­mıştı.[146] Baytarlıkla hekimliğin henüz daha birbirinden ayrılmadığı o dö­nemde hayvanlara da tedavi olma hakkı tanınması İslâm din ve hukukunun hayata yaklaşımını göstermektedir. Şu kadar varki canlı hayata yönelik bu erken dönemde ortaya çıkan anlayış ve hukuk İslâm devletleri tarafından ge­rekli müesseselerine kavuşturulamadi. Ancak İslâm hisbe(:be1ediyecilik) kuruluşu, ehil hayvanlarla ilgili bazı hakların korunması görevini üst­lendi. Hicrî 5. asır hukukçularından Mâ verdî eserinde belediye (hisbe) ku­ruluşunun, hayvan sahiplerini; hayvanlarını yemlemekteki kusurlarından ve onları köle işçilerde olduğu gibi güçlerini aşan işlerde ve yükler altında ça­lıştırmaktan sorumlu tutacağını yazar ki [147]onun bu anlayışı şüphesiz Hz. Peygamber'in uygulama ve uyarılarıyla ayrıca Hz. Ömer'in uygulama­sından kaynaklanmaktadır. Nitekim Ömer de hilafeti zamanında hayvanlara ağır yükler vurulmasına izin vermemiştir.[148] O dönemlerde hayvan haklarının idare ve amme hukuku içine alınması gerçekten önemli bir gelişmedir ve İslâm medeniyetinin büyüklüğünü gösterir. Osmanlılar döneminde de bazı hayvanların yararlanabileceği küçük çapta hizmetler kendini göster­di. Cami duvarlarına yapılan kuş sarayları ile kedi, köpek ve kuş gibi çeşitli türden hayvanların su ihtiyaçlarını giderebilmeleri için evlerin bahçelerine konulan su yalakları bunlar arasında sayılabilir. Hukukta ise hayvan haklan konusu hâkimlere havale edilen bir ciddiyetle ele alındı. Şüphesiz bu husus­ta önemli olan hayvan haklarıyla ilgilenecek ve kanunî yaptırım gücü olan bir kuruluşun bulunmasıdır. Bugün şehirler, en basitinden, hayvanların su ih­tiyaçlarını karşılıyamıyacakları bir duruma getirilmişler ve ayrıca onlar yeşil alanlardan mahrum bırakılmışlar ve böylece de çoğu şehri terk edip gitmiş ve kalanlar da sıkıntılar içine düşmüşlerdir. Şehirlerimiz ve hatta medeniye­timizin önemli bir kısmı yanlış temeller üzerine kurulmuştur. Gereksiz yere bir serçenin ve hatta bir böceğin öldürülmesine izin vermiyen Hz. Mu­hammed (571-632 m)'in getirdiği dinin Öngördüğü medeniyet böyle değil­dir. Cılız hayvanların barınıp beslenmeleri için mer'a ve çayır vakıflar kuran Osmanlılar bu medeniyeti iyi anlamışlardır.[149] Hatta onlar zamanında göçe devam edemeyen leğleklerin bakım ve korunması ve diğer kuşlar için çok sayıda vakıf kurulduğu da bilinmektedir. [150]

 

2 - Yeryüzü Bitki Varlığının Korunması

 

Canlı hayatın en büyük bölümünü teşkil eden bitkiler hem hayvanlar ve hem de insanlar için yaratılmışlardır. Bitkisiz bir dünyada diğer iki türün varlığını düşünmek mümkün değildir. Hatta bitkiler kendi dünyaları içinde kendi aralarında büyük bir dayanışma içindedirler. Durum böyle olunca bit­kisiz bitkiyi düşünmek de mümkün olmaz.

Yer ve göklerin genel ölçü ve dengelerinin konu edinildiği Rahman sûresinde ay ve güneşin tam bir hesab içindeki hareketleri dile getirildikten sonra âdeta bu ikili gibi, biri yukarılara doğru öteki yerde yayılarak büyüyen iki ana türde bitkilerin de "secde" içinde oldukları vurgulanır. Burada sec­de onların kendileri için konulan kanunlarına tam itaat içinde bulunduklarını ifade için kullanılmış olmalıdır. Eğer İnsanoğlu onların fıtrat ve kanunlarını tam bilebilse İlâhî Kudret karşısında kendisi secdeye kapanır. Zâten Rahman sûresinin genel çağrı ve hedefi de budur. Burada 10. âyette başta insanoğlu olmak üzere yeryüzünün tüm canlılar için belli bir konuma getirilip düzen­lendiği dile getirilir ve ardından da bazı misalleriyle orada oluşan bitkilerden söz edilir. Ondan sonra da insanoğlunun yaratılışı gelir. 8. âyette bu İnsana, göklerdekine benzer, yeryüzü için konulan ölçü ve dengeleri bozmaması uyarısı yapılır. İnsan için burada ve ebedî hayatında hazırlanan çeşitli nîmet ve imkânların söz edildiği bu Sûreye Allah, kendisinin en yüce isim ve sı­fatlarından olan "Rahman" adıyla başlamıştır. Yeryüzünün denge ve im­kânları içinde ortaya çıkan canlı hayat ve onun ilkini oluşturan bitkiler âlemi işte bu Rahman isminden bir tecelli olarak varlık dünyasında yerlerini almış­lardır. Şimdi biz de Allah'ın, bütün merhametleri içinde barındıran bu yüce sıfatının bize vermek istediği yüksek insanlık ilhamını içimize alıp yerleştir­meliyiz.

İnsanoğlunun dışında yeryüzünde canlı hayat, bilindiği gibi hayvanlar ve bitkilerden oluşmaktadır. Her iki tür de akıl almaz bir şekilde çeşitlenmiş­lerdir. Bizim burada daha çok üzerinde duracağımız bitkiler; hem hayvanlar ve hem de insanlar için yaratılmışlardır. Bitkisiz bir dünyada diğer iki türün varlığını düşünmek mümkün değildir. Biz Kur'an-ı Kerîm'de, bu kitabın in­diği ortamda görülemeyen bir bitki örtüsü anlatımını görürüz. İlk müslü-manlar Kur'an'da anlatıldığı şekilde; bağlık, bahçelik, sık ağaçlı, çeşitli mahsul ve hububatın yetiştiği, hayvanların yayıldığı çayırlan bol, yer altı ve yer üstü su kaynaklarıyla sulanabilen yeşil bir dünyayı çevrelerinde bulama­yınca onun ne kadar tahrib edilmiş olduğunu anlamış olmalıdırlar. Hz. Peygamber (S) binlerce yıl öncesini görerek çöl arap topraklarının geç­mişte verimli ova ve bahçeler ile bol akarsulara sahip olduklarını anlamıştı. O, gene binlerce yıl ileriyi görerek bu bölgelerin yeniden ilk hâline kavuşa­cağını şu sözleriyle anlatıyordu:

"Arap topraklan, eskiden olduğu gibi verimli ova ve bahçelere ve nehirlerine kavuşmadıkça kıyamet kopmaz.[151]

O, şüphesiz sâdece içinde bulunduğu bölgeyi misal veriyor ve dünya­nın diğer çöl bölgelerinin de geçmişte böyle olup imara müsait imkânlar ta­şıdıklarını anlatmak istiyordu.

Kur'an'da, bitkiler arasındaki erkekli-dişili cinsiyetlere ve onlardaki çeşitliliğe değinilirken iki ayrı yerde onlar için "kerîm" sıfatı kullanılmıştır[152] onıarın yüksek değerler taşıdıklarını ve cömertçe birbirlerine kendilerindeki hayatî değerleri aktarıp iyilikler yaptıklarını anlatmak için olabilir. Bu sıfata ayrıca azız ve saygın anlamını vermek de mümkündür. Bu da bizim onlara karşı tavrımızı belirleyici olacaktır. Bilindiği gibi bu sıfat Yüce Allah'ın da sıfatlarından biridir ve O, karşılıksız nice nimetler bahşe­der. Allah'ın bitkilere kendi sıfatını vermesinin herhalde çok yüksek bir an­lamı olmalıdır. Hayvan türleri ve daha sonra insan hep bu bitkiler âleminin cömertliği ile ayakta dururlar. Sözkonusu âyette erkekli-dişili bitkilerin birer aile (:zevc) oluşturdukları ifade edilirken onların bu sıfatı dile getirilmiştir. İnsan eşleri de birbirlerine karşı herhalde öyle olmalıdır. Bu kerîm sıfatı, kö­kü itibariyle bulutla beraber kullanıldığında arapçada; bol yağmur getiren anlamına gelmektedir. Burada Şuarâ süresindeki âyette hem bitkilerin bitiş kanunlarına ve hem de onlardaki erkekli-dişili çeşitlere dikkat çekilmiş olmaktadır. "Kerîm" sıfatına karşılık iki ayrı âyette de bitki aile ve türleri için, arapçada; güzel, ferahlık, iç açıcı, sevinç getiren ve tazelik gibi anlam­lara gelen "behîc" sıfatı kullanılmıştık.[153] Burada önce onların göze hitab eden durumları ele alınmış görünüyor. Belki nefes alıp verme gibi bir hayat iksirine yaptıkları katkılar da onun anlam boyutları içinde yer alıyor. Nefes alma ve verebilme gibi hayatiyyete yol açan iki büyük olay insan ve pek çok canlı için ve belki de, alıp verme şekilleri farklı olarak bütün canlılar için İlâhî bir nefha sayılır. Bu sebeple aralıkla iki yerde kullanılan "behîc" sıfa­tı iki göze verdiği sururun yanı sıra alınan ve verilen nefeslerin de güç kay­nağı olmaktadır.

Biz, Kur'an-ı Kerîm'in yanı sıra Hz. Muhammed (S)'in de insan­ları, dünyalarını îmar etme bilincine sahip kılmaya çalıştığını görürüz. Bu yolla tabiat, kendisinden alınanların bir kısmına yeniden kavuşmuş olacaktır. Onun uygulaması; mevcudu korumak ve onlara yeni şeyler ilâve etmek şek­linde kendini gösteriyor. O bu gaye ile insanları tabiatı îmara ve ona birşey-Ier katmaya özendiriyordu. Bu maksatla Hz. Peygamber; kurdun, kuşun ye­diklerinin insanlar için sadaka olacağını duyuruyor ve şöyle diyordu:

"Hiç bir müslüman yokturki o bir ağaç diksin yahut bir ekin ek­sin de bir insan veya bir hayvan ondan yeyince bu onun için bir sadaka olmasın.[154]

Ağacın verdiği meyve kadar ve gene dikilen ağaçtan yenildiği sürece o ağaçları dikenlere sevap yazılacağı da gelen hadisler arasındadır.[155] Bu arada Peygamber, çevrede bulunan yabanî hurma ağaçlarını ziraî bir gaye olmadan kesenlere cehennemde bir yuva hazırlanacağı uyarısında bulunur.[156]

Hz. Muhammed (S) Kur'an'daki anlatımlara dayanarak kentlerin yakın çevresini çok tahrib edilmiş bulmalıki o, Medine'de devletini kurunca bu şehrin çevresindeki belli bir kuşağı koruma altına almıştır. Peygamber, Özellikle ehil hayvanlar için tabiatı korunmaya alınan yer anlamına gelen "hımâ : koruluk" lar tâyin etmiştir ki biz bu yerlerin isimlerini dahi bi-lebiliyoruz.[157] Bu arada o, Medine'nin 12 mil kadar genişliğindeki bütün çevresini Hımâ veya mutlak anlamıyla Haram Bölge îlan edip korumaya almıştır ki ünlü fakıh İmam Ebû Yûsuf (ö. 182 h / 798 m) kitabında Hz. Pey-gamber'in bu koruma bölgesi hakkında şu bilgileri verir:

"Muhammed (S) Medine'nin ağaçlık kesiminden ve çevresinden 12 mil kadar bir kuşağı dokunulmaz (:haram) bölge îlan etti. Bunun 4 mil genişliğindeki bir kesiminde ise (her çeşit) avlan­mayı yasakladı. (Önceki) âlimlerden bir kısmı bunun; otluk ve ağaçlık kısımların olduğu gibi bırakılması demek olduğunu söylerler. Çünki bu bölümler deve, sığır ve koyun gibi hayvan­ların otlağıdır. İnsanların ihtiyacı ancak süttür ve halkın gıdaya olan ihtiyacı oduna olan ihtiyacından daha önde gelir".[158]

Günümüzde millî bahçe gibi adlarla anılan "hımâ" ve gene bunun gibi ve belki daha sert koruma kanunlarına tâbi "haram bölge "Ierin türk-çe tam karşılığı koruluktur ve bu yerler her şeyi ile tabiatın tam korunmaya alındığı bölgelerdir. Ağaç ve otların yetişmesine engel tüm faaliyetler bu bölgelerde yasak olduğu gibi, Hz. Peygamber'in uygulamasmda görüldüğü üzere, duruma göre bu yerlerde her çeşit avlanmanın yasaklandığı bazı ke­simler de vardır. Bu kesimler tabii çevrenin tüm vahşî hayatıyla korunmaya alındığı yerler olmuştur. Genişliği yaklaşık 20 km.yi bulan Medine kuşağı­nın, kentin havası ve mesîre yeri oluşu bakımından da büyük faydalar sağla­yacağı açıktır.[159] Şüphesiz korunmaya alınan bölgeler dışında da Peygam­ber (S)'in koyduğu genel av hükümleri uygulanacak ve oralarda da sorum­suz davranışlar ahlakî veya hukukî görülmeyecektir.

Hz. Peygamber'in, Medine bölgesinde, tabiatını korumaya aldığı şüp­hesiz daha başka bölgeler de vardır. Meselâ kaynakların, adını Bakî ve bazan Nakı' olarak verdikleri Medine'ye 20 fersah uzaklıktaki ağaçlık ve sulak bir bölgeyi O, özellikle de at sürüleri için korunmuş bölge îlan etmiş bulunmak-tadır.[160] Burası korumaya alman bir mer'a olmuştur.

Hz.   Muhammed (S)'in sâdece Medine çevresini korumaya alma­dığı, onun aynı şeyi Mekke'nin fethinden sonra orada da başlattığına ilişkin pek çok hadis vardı.[161] Hatta o, bazı hadislerden anlaşıldığına göre Medi­ne'de sözkonusu uygulamaya geçerken Hz. İbrahim'in Mekke'deki gelene­ğini hatırlatmış ve ondan yola çıkmıştır. Hz. Peygamber işi o kadar resmileş­tirmiş ve sağlama almıştır ki meselâ o, Medine, Curaş ve diğer bazı yerlerde olduğu gibi yasak bölge hudutlarını ve oralardaki yasak faaliyetleri ve cezaî müeyyidelerini resmen yazıyla da tesbit etmiş veya antlaşma maddeleri içe­risine koymuştur. Müslim, Ebû Dâvud ve diğer kaynaklarda yer alan bazı hadislerden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber'in, Medine haram bölgesi ile diğer bazı fıkhı konulara ilişkin tanzim ettirdiği bir yazı, daha sonra hilâfeti zamanında Hz. Ali (r.)'ye intikal etmiş ve o da bunu kılıcının mahfazasında taşır olmuştur. Hz. Peygamber'in Medîne bölgesi ile ilgili düzenlemesinin sonunda bunu ihlal edenler için bir de manevî müeyyide olarak lanet derece­sinde bir beddua bölümleri vardır. Gene Mekke'nin, fethi günlerinde o bura­sını da Medine'deki gibi haram bölge îlan ettiği sırada yaptığı konuşmayı Yemenli Ebû Şâh adında bir müslüman kendisi için yazılı olarak isteyince Resûlüllah ona özel bir yazı tanzim ettirmiştir. Peygamber avlanmaya yasak bölgelerde silâh taşınmasını da yasaklamıştır. Ebû Hureyre (r.) onun yasak­larından söz ederken; "Ben Medine'de şehir içinde ceylanların yayılıp otla-dtğıni bile görsem onları rahatsız edemem" der. Mekke, Medîne yasak böl­gelerinde hayvan otlatmak serbest bırakıldığı halde buralarda ot biçmek de yasaklar arasına girmiştir.[162] Sahabeden Abdullah b. Sellâm (r.) Medîne yasak bölgesini anlatırken kendisinin bu yerde ne bir ağaç kesebildiğinden ve ne de kuş avlayabildiğinden söz eder.[163]

Hz. Peygamber (S)'in diğer bazı yerleşim yerlerinde de aynı yönde bir uygulama içine girdiği görülür. Eğer onun ömrü yetseydi şüphesiz o bü­tün kent çevrelerinde de aynı uygulamayı başlatır ve dünyanın daha İslâm öncesi devirlerinde bu çokça tahrib edilmiş bölgesinde gerekli tüm tedbirleri alırdı. Nitekim Hz. Peygamber Tâ i f kenti İslâm'a teslim olduktan sonra ve­ya muhasara öncesinde oranın vadisini de tabiatına dokunulmaz (:haram) bölge îlan etmiştir. Onun bu bölge için koyduğu yasağın metni şöyledir:

"Vacc (:Tâif) vadisinin dikenli ağaçları ve (diğer) ağaçları tahrib edilmeyecektir. Orasının av hayvanları da öldürülmeyecektir.

Bunları yapan birisi görülürse o, kamçı ile dövülecek ve elbise­si de soyulup alınacaktır. Bu yasaklan çiğneyen yakalanıp Peygamber Muhammed'e götürülecektir. Bu emir Peygamber Muhammed'dendir".[164]

Ebû Yûsuf'un yazdıklarından anladığımıza göre Tâif vadisinde arıcılık yapılmaktadır. Hz. Peygamber burasını dokunulmaz bölge (:hımâ) îlan ettik­ten sonra arıcılar bal ürününden öşür (zekât) ödemeğe başladılar. Arıcılar Hz. Ömer (r.)'in hilafeti zamanında ondan da buranın korunmasını istedi­ler. Hz. Ömer de baldan öşür ödemeleri şartıyla buranın korunacağını bölge valisi aracılığıyla onlara bildirdi. Bazı hadislere bakılırsa burada korunması istenen iki ayrı ana vadi olduğu anlaşılır.[165] Ebû Davud'un kaydettiği bir hadise bakılırsa Hz. Peygamber Tâif vadisini, henüz kenti muhasaraya yönel­meden önce orayı ele geçirdiği sırada dokunulmaz (haram) bölge îlan etmiş olmaktadır. Hatta Vâkıdî (ö. 207 h) Peygamberin Sa'd b. Ebî Vakkas (r).'ı buraya korucu yaptığını yazar[166]  Peygamber, geri çekildikten sonra bura­nın tahribine yönelik faaliyetlere engel olmak için acele etmiş olabilir. O'nun, hicret öncesinde Taife yaptığı o malum işkenceli ziyaretten döner­ken yolda uğradığı üzüm bağı da muhtemelen bu bölgede bulunuyordu. O, buranın tüm yeşilliğinin korunması gerektiğine o zaman karar vermiş olabilir. Nitekim biz Hz. Peygamberin ticarî bir seferle gittiği Yemen yönündeki Cu-raş kasabası çevresini daha sonra korumaya alırken de aynı tahminlerde bu­lunmaktan kendimizi alamıyoruz.

Hz. Peygamber uygun gördüğü daha pek çok yerde tabiatı korumaya almış ve bazı yerlerde de ormanlar tesisi yoluna gitmiştir. Ünlü tarihçi Belâ­zurî (Ö.279 h / 892 m)'den öğrendiğimize göre meselâ O, Zî-Kard denilen bir gazveden dönerken uğradığı ensardan Harise Oğulları mer' asını onların muracâtı üzerine dokunulmaz bölge îlan etmiştir. Burası nisbeten ormanlık bir yerdi ve orada hayvanlar otlayıp barınıyor, hanımlar oraya gezintiye gi­diyorlardı. Peygamber burada tabiatı korumaya aldıktan sonra: "Bir ağaç ke­sen onun yerine bir fide dikip yetiştirecektir" talimatını verdi. Burası kısa zamanda tam bir ormanlık haline dönüştü .[167] Harise Oğulları'nm, vakit geçirmeden Medine çevresindeki yeşil kuşak uygulaması benzeri bir uygula­madan faydalanmak istedikleri anlaşılıyor. Hz. Peygamber'in Yemen tarafındaki Curaş kasabası çevresindeki tabiatı da belli sınırlarla korumaya

aldığını az önce görmüştük. Burada ilginç olan, bu kasabanın çevresindeki yeşil kuşağın korunacağına ilişkin bir şartın, Hz. Peygamber tarafından bu bölgenin İslâm devletine tâbi olma şartları arasına yazdırılmasıdrr.[168] Hz. Peygamber'in, peygamberlik öncesinde ticarî bir seferle gittiği bu yerin [169]yeşilliği hakkında bir bilgisi olmalıdır. Onun bu yöre temsilcilerinin karşıla­rına böyle bir şartla çıkması bu ihtimali güçlendirmektedir. Ağaç dikimine çok önem veren ve bunu sahibine meyvesiyle sürekli sevap getiren bir sada­ka ilân eden Peygamber bir köleye yardım amacıyla da olsa kendisi de biz­zat bu dikim işlerinde bulunmuştur!.[170] Tabii bunlar yöreye uygun ağaçlar­dır ve bunların başmda da hurma gelmektedir. Yasak bölgeler hukukuna ve Peygamber (S)'in uyarılarına baktığımızda onun ağaçlar arasında herhangi bir ayırım yapmadığı görülür. Ona göre canlı tabiat bütün çeşitleriyle kendi ortamı içinde yaşatılmalıdır.

Yasak Bölgeler (: haram) hukukunu çiğneyenler Hz. Peygamber tara­fından konulan cezalar doğrultusunda cezalandırılır ve onların suç malzeme­lerine ve hatta elbiselerine bile el konulur. Halk bile bu konuda duyarlı ve hatta bir ölçüde yetkili ve de hak sahibi hale getirilmiştir. Meselâ sahabeden Sa'd b. Ebî Vakkas (r.) suçüstü yakaladığı birisinin malzeme ve elbiselerini kendi hesabına bir ganîmet gibi onun elinden almıştır. Çünki korunmaya alı­nan bir tabiatı Hz. Peygamber döneminin imkânları içinde başka türlü koru­mak çok zordur. Bazı hadis kaynaklarında yer alan hadislerden anlaşıldığına göre Sa'd Hz. Peygamber'in vefatından sonraki bir zamanda Medîne yasak alanında ağaç kesen ve oranın hukukunu çiğneyen bir köle işçiye onun efen­dileri aleyhine olmak üzere bu türlü bir ceza uygulamıştır. Belâzurî (ö. 279 h / 892 m)'den öğrendiğimize göre ise Hz. Ömer kendi zamanında bu gibi yerlerin korunması için korucular tâyin etmiş ve onlara suç âlet ve malzeme­lerine el koyma emrini vermiş ve kendi döneminin şart ve imkânları içerisin­de elbiselerin soyulup alınmasına gerek olmadığını bildirmiştir.[171] Bölge olarak korumaya alınamayan, çöllerde ve yolcuların uğrak yerlerinde kalmış tek tük ağaç topluluklarına gelince elbet bunlar için Devletin bir müeyyide getirmesi düşünülemezdi. Hz. Peygamber bunlar için manevî müeyyide­ler haber vermiş ve; onları ortadan kaldıranların başlarının cehennem ateşi­ne sokulacağı, uyarısında bulunmuştur.[172] Buna göre burada insan ve hay­vanların kızgın güneş altında başlarını sokacak gölgeler bırakmayanlar ötede başlarını ateşe sokmuş olurlar. Günümüzden 1400 sene kadar önce Hz. Muhammed'in kentler etrafında, hiç olmazsa kalan mevcutları koruyarak yeşil bir kuşak oluşturmaya çalışması herhalde günümüzde dünyanın takdir edeceği, tarihte ilk uygulama olsa gerekir. Ne yazık ki dünyanın Ortadoğu ve Orta Asya bölgeleri tarihî hareket ve çalkantılardan kaynaklanan en büyük bir tahribata mâruz kalmışlar ve bugün tabiatlarındaki yaraları kapatabilmek için ciddî bir eğitim ve köklü çâre ve çalışmalara ihtiyaç duyar hale gelmiş­lerdir. Afrika ve diğer bazı bölgeler de ötekilerden daha az beter değildir. Hz. Peygamber'in gösterdiği hedefler doğrultusunda ilerleyen İslâmî ilk çağlar­daki büyük îmar çalışmalarının meyveleri daha sonraki zamanların karışıklık veya bilinçsizliğine dayanamamışlardır. Oysa dünyanın bu gibi hassas bölge­lerinde tabiat ve ziraat ancak sürekli bakım ve geliştirmekle ayakta durabilir.

Biz burada Hz. Muhammed (S.)'in bir başka uygulamasına daha yer vereceğiz. Onun, koruluk (:hımâ) veya "haram" bölgeler dışında kalan yerlerin ihyası için de bir duyuru ve teşvik yaptığını görmekteyiz. O bu du­yurusunda:

"(Ülke topraklarından sahipsiz) ölü bir yeri ihya eden o yerin sa­hibi olacaktır"[173]

diyordu. Peygamber bununla da kalmamış ayrıca o, bu duyurusuna; İnsan ve hayvanların buradan temin edeceği faydaların orayı canlandıran adına bir sa­daka olacağı, bildiriminde de bulunmuşlardu [174]ki biz onun benzer bir teş­vikine ilk başlarda da yer vermiştik[175] O, Tâif'in güneyinde Bîşe bölgesine gönderdiği yazısında halkı ölü toprakları ihyaya ve koruluklar oluşturmaya teşvik ediyordu [176]

Tabiatta hiç birşey tükenmez ve yok olmaz değildir. Biz, bize yeter ve fakat imkânları sınırlı bir dünyada yaşıyoruz. Kâinat ise bütün imkân ve bo­yutlarıyla sonsuzluklara doğru gider ve fakat biz o sonsuz imkânların tümü içinde değiliz. Biz buradakileri akıllıca kullanıp onlarla yetinmek durumun­dayız. Bu gerçek Kur'an'da şöyle dile getirilmektedir:

"Sizin yanınızdakiler tükenir ve fakat Allah katındakiler bitip tü­kenmez"

Gene Kur'an'da; Kâinatın bitmez tükenmez hazineleri yanında yeryü­zü bitki örtüsünün dengelerinden ve bu arada imkân sınırlılığından söz edi­lerek şöyle denilir:

"-Biz yeri yayıp döşedik ve orada sabit dağlar yaratıp (yerlerine) yerleştirdik ve gene orada miktar ve ölçüsü belli (ve dengeli) her çeşidinden bitkiler bitirdik

-Orada hem sizin için ve hem de nzıkları size ait olmayan varlık­lar için (gerekli) geçim sebepleri yarattık.

-Her şeye ait hazîneler sâdece ve sâdece Bizim yanımızdadır. Biz onları ancak belli bir miktar ve ölçüde indiririz.

-Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten de bir su in­dirdik ve onunla sizleri sıvardık. Bunların hazinedarları da siz­ler değilsiniz"[177]

Burada ilk âyette, yeryüzü bitki örtüsündeki ölçülmüş ve dengelen­miş (ımevzûn) duruma dikkat çekilmiş ve daha sonra; insan, hayvan ve bit­kilerin ihtiyaç duydukları gıda ve diğer şeylerin onlara yeterince verildiği anlatılmıştır. Şüphesiz bitki örtüsünün tahrib edilip dengelerin bozulması, yeryüzündeki tüm canlıların hayatlarını etkileyecek ve bu durum bazı hay­van türlerinin de yok olmasına yol açacaktır. Her bir tür genel dengenin bir parçası olduğundan bir türün ortadan kalkması ile umumî dengede bir gedik açılmış olacaktır. Kelamcı müfessirlerden Neysabûrî (ö. 728 h/1328 m) bu yukardaki âyetleri açıklarken; "Bitki örtüsünün hikmet terazisiyle dengele-nidiğini ve bunun ihtiyaç ölçüsünde takdir edilip belirlendiğini" yazar[178] Türk ve fars illerinde yetişip bu bölgelerde İlmî faaliyetlerini yürütmüş olan müfessir-filozof Fahruddîn er-Râzt (Ö.606 h/1210 m) söz konusu âyetleri daha geniş açıklamaya tâbi tutar. O, bu açıklamasında; dünyamızın ve âle­min sebepler âlemi olduklarını, mâden, nebat ve canlıların bu âlemin terki­biyle yaratıldıklarını, hayata yol açan unsurların ve bütün bunların onları oluşturan sebeplere bağlı olarak belli ve kendilerine özel ölçü ve miktarlar­da olacağım, anlatır. Râzî bu âyetlerde Yüce Allah'ın bizlere; mâden, nebat ve canlıların oluşmaları için gerekli olan şeyleri, bunların oluşmasına imkân vermeyecek bir fazlalık ve eksiklikte yaratmadığını, anlatmaktadır, tjerd [179]bu arada biz bazı Kur'an müfessirlerinin âyette geçen ve belli mik­tar ve ölçüde ve dengelenmiş anlamlarına gelen "mevzun" ifadesini dağla­rın terkibinde yer alan mâdenler için düşündüklerini de burada kaydetmeliyiz.[180]

Varlığın ve evrenin özetini bize veren Kur'an-i Kerîm tüm kâinattaki denge kanunlarını ve denge unsurunu bir bütün olarak ele almış ve bizim dünyamızı da bu genel denge içerisine yerleştirmiştir. Evrenin ve onun bazı sırlarının özet olarak anlatıldığı Rahman sûresinde bu denge ve ölçü unsuru meselâ şöyle ifâde edilmiştir:

"-Göğe gelince onu da Allah yükseltti ve birde ölçü (ve dengeler) koydu;

- Ki sizler de ölçü ve dengeleri, taşkınlık yapıp da bozmayasınız, diye" .[181]

Burada gökleri ayakta tutan denge kanunlarına dikkat çekilerek, bir toplumun ayakta durup huzurla yükselebilmesi ve hayatın tümüyle varlığını sürdürebilmesi için Yaratıcı'mn toplum ve tabiat her iki kesim için koy­duğu kanunlarına uymak gerekeceği vurgulanmaktadır. Varlık terazisinin ke­feleri dengesiz olunca tüm hayatın düzeni bozulur. Meselâ bitki örtüsünü bozduğumuzda, ayağımızın altında ince bir hesapla döşenmiş olan o güze­lim yeryüzeği kendi dengesini kaybedip ihtiyarlar. Artık o, hayvan türünde canlılar için bir hayat kaynağı olmaktan da çıkar. Onun ölüme giden kırışık suratı artık gülümseyemez. Bu durum çok geçmeden dünyanın, tahrib olma­mış bölgelerini de tehdide başlar. Çünki dünya bölünmez bir denge üzerine kurulmuştur.

Yüce Allah bir kısım Kur'an âyetlerinde; akıllıca kullanmamız için bize bu yerin dengelerini ve sınırlı imkânlarını anlatırken öte yandan da nî-met ve imkânların sayilamıyacak kadar çokluğundan bahsederek şöyle der:

"O, size (ihtiyaç duyup da) istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışırsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim ve çok nankördür"[182]

Bu âyetten önce aynı sûrede; ay, güneş ve dünya imkânlarının insan emrine verilip ona tahsis edildiği anlatılır. Fakat bu âyetin son ifadesinde gö­rüldüğü gibi, nîmet ve imkânların değerini bilmemek anlamındaki "nan­körlük" insana yakıştırılmamış ve insanın bunları "zâlimce" kullanması Allah katında tasvib görmemiştir. Dünyanın bugün ki yüzüne baktığımızda gerçekten insanın nankörlük ettiği ve ona karşı zâlimce davrandığı sonucuna varırız. Burada zulmün sâdece insana karşı sözkonusu olmadığı görülür. Nî­met ve imkânların sayısız olması onlardan hiç birini ortadan kaldırma hakkım insana vermez. İmkânlar ve tabiat varlıkları her çeşidiyle korundukça ve akıllıca kullanıldıkça nimetleri saymak mümkün olmaz. Fakat dünya tabiatı­nı tahribe başladığımızda bu durumda; "Sizin yanımzdakiler tükenir" anla­mındaki âyet hükmünü icra eder. Bunun için olmalıdır kiHz. Peygam­ber (S); akan bir nehirden abdest alırken dahi israf yasağına uyulmasını is­temiştir[183] Nehir ve göllerde yıkanmanın yasak olmadığı bir dinde Pey-gamber'in böyle bir israftan bahsetmesi; ırmakların kirletilmemesine dikkat edilmesi ve kaynakların kötü ve gereksiz tüketilmemesi bilincini insanlara yerleştirmek için olabilir. Bu bilince ulaşılamadığı içindir ki bugün, dünya ırmak ve gölleri kirlenmiş durumdadır.

Günümüzde yeryüzünde yaklaşık altı milyar insan yaşamaktadır. Eğer her bir insanın bir defa gereksiz herhangi bir ağacı kesmesi ve herhangi bir hayvanı öldürmesi hoşgörü ile karşılansa dünyadan altı milyar ağaç ve bir o kadar da hayvan yok edilmiş olur ki yerküremizin bu tahribe dayanması mümkün olmaz. Bitki olsun hayvan olsun yok ettiğimiz hiç bir türü uzaydan getirip onun yerine koymamız mümkün değildir veya şimdilik mümkün gö­rünmüyor. Hatta kirlettiğimiz su, hava ve toprağı uzaydan temizleriyle de-ğiştiremeyiz. Bu noktada; "Irmak kenarında abdest alan birinin bile onun sularını israf edemiyeceğini" söyleyen Peygamber'in, buradan ileri han­gi boyutları düşündüğünü kavramak gerekir. Bu konuda Kur'an'da insan tü­rü için konulmuş bir esası bütün tabiat için düşünmemize hiç bir engel yok­tur ve aslmda tüm canlı tabiatın korunması bu kaidenin genelleştirilip uygu­lanmasına bağlıdır. Kur'an'ın bu âyetinde şöyle söylenir:

"Bir can veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarma karşılığı olma­dan kim haksız yere bir cana kıyarsa o bütün insanları öldür­müş gibi olur. Her kim de bir cam hayata döndürürse, o bütün insanları hayata döndürmüş gibi olur."[184]

insanlık ailesinin bir üyesi olarak tek bir insanın hayatı yüce Allah ka­tında bu ölçüde bir değer taşıyınca tüm insanlığın hayatını tehdit eden bir ta­biat ortamının insan eliyle hazırlanışı Allah'ın hiç bir zaman bağışlayacağı birşey olamaz. Kur'an'da; "İnsanların kendi elleriyle hayatlarını tehlikeye atamıyacakları" genel bir ilke olarak kaydedilmiştir[185] Toprağı, su kaynak­larım, bitki örtüsü ve her çeşit canlı türüyle tabiatı kirletip yok eden insanlık bu yerkürede kendi eliyle kendi varlığını tehlikeye atmış olmaktadır. İnsan­lık bu noktada medeniyetini gözden geçirmek durumundadır. Bir serçenin ve ondan daha küçük bir canlının gereksiz yere öldürülüşünü[186] ve yabanî hur­ma ağaçlarının ziraî gayeler dışında kesilmesini İlâhî Mahkemede yargılatan bir din tüm tabiatı tehdit eden davranışlara ve gelecekte dünyamızı etkileye­cek uzay tahribatına elbet izin vermeyecektir.

İslâm hukuk ve ahlâkında bitki sahipleri onların bakımından sorumlu tutulmuşlardır. Kur'an'da; hayvan varlığının yanı sıra ekin ve ziraatı yok eden kasithı kötü idare kınanmıştır.[187] İlgili âyet Devlete, hayvan varlığını ve ziraatı geliştirme görevini yüklerken bunların tahrib ve geriletilmesine yönelik kasdî davranışlara da hukukî bakımdan engel olma hakkını verir. Mâliki, Hanbelî ve Şafiî gibi hukukî mezhepler,ekin ve ağaçlarına bakmasını şahsın görevi saymışlar ve bunu yapmayıp onları kurumaya terkedenlerin mekruh (istenmeyen) bur tutuma girecekleri, görüşünü benimsemişlerdir. Mâlikfler bu konuda hâkime sâdece uyarı yetkisini verirlerken[188] Zahirîle­rin ünlü hukukçusu Ibn Hazm (ö. 456 h/1063 m) az önce değindiğimiz âyete dayanarak, kişinin ekin ve ağaçlarına bakmaya mahkemece mecbur tutulaca­ğı görüşüne varmıştır.[189] Sözkonusu âyetten ve Hz. Peygamber'in beyan ve uygulamalarından anlaşılan şudur ki sahipsiz yerlerin yeşİllendirilmesi ve bu yerlerde tabiatın korunması Devletin görevleri arasında yer almaktadır. Eğer toprak ve su korunmazsa âyette öngörülen ziraat ve hayvan varlığının koru­nup geliştirilmesi mümkün olmaz. Müslümanların idaresi kendi hâkimiyyet alanı içerisinde itisadî kullanıma aykırı olarak hayvan ve tabiat varlıklarına yönelik tahribata izin veremiyeceği gibi fütuhat alanlarında da savaş zaruret­leri olmadan bu tür işlere izin veremez. Peygamber Mûte'ye ordusunu uğurlarken onlara; ağaçları kesmemeleri, hurmalara zarar vermemeleri tali­matını vermişti. Halîfe Ebû Bekir (r.)'in, Şam seferine uğurlarken ordu komutanına verdiği talimat da ilgi çekicidir ve peygamberinkinin tekrarı mahiyetindedir. O bu talimatında; halkın hayvan varlıklarına, anlara ve yuvalarına zarar verilmesini yasakladığı gibi ziraî bitkilerin ve ağaçların ke­silmesini de yasaklıyordu.[190] Eğer düşman, Nadir Oğulları harbinde oldu­ğu gibi ağaçları siper olarak kullanma yoluna giderse o takdirde Kur'an, bunların ortadan kaldırılmasına müsamaha gösterilip izin verilmiştir.[191] Bu da harp dahi olsa asıl olanın bitkilere zarar vermemek olduğunu ifade eder. Hele bir fetih harekâtı zaruret olmadan böylesi tahriblere dayandıralamaz.

Konumuzun sonuna doğru gelirken Hz. Peygamber'in bir iki sözüne daha yer vermek istiyorum. O, sâdece insanî ilişkiler ve toplum alanında de­ğil aynı zamanda bu konumuzun da ilkesi olacak olan bir sözlerinde şöyle buyururlar.

"Merhamet etmeyene merhamet olunmaz"[192]

Rivayet biliminin ünlü üstadı İmam Buharı (Ö.256 h/870 m)'nin bu hadîsi sâdece "Çocuklara merhamet" başlığı altma değil aynı zamanda "hayvanla­ra merhamet" başlığı altına da kaydetmesi bu merhamet ve insancıl yaklaşı­mın tüm canlı hayatı kapsayacağını gösterir. Tüm canlı hayata sevgi ve mer­hametle yaklaştığımızda o bize sayısız nîmet ve güzellikleriyle kucak açar. Biz ona kötü yaklaşırsak o da bize kendisine yaklaştığımız gibi yaklaşır. Hz. Muhammed (57İh/632 m) bir başka sözlerinde; "Kıyamet koparken birinizin elinde ağaç fidesi varsa hemen onu diksin'''[193] diyerek yeryüzü ye­şilliğini son anına kadar korumamızı ve onun eksiğini tamamlayıp geliştir­memizi istiyor. İnsanlığın işi kıyameti koparmak değil, dünyayı yaşanır hal­de Allah'a teslim etmektir. însan hayatına olduğu gibi dünya hayatmada son vermek sâdece ve sâdece Allah'a âit bir iştir.

Bütün dengeleri ve bütün güzellikleri korunmuş cennet bir dünyadan insanlık kendini mahrum etmemelidir. Ayrıca şunu da bilmeli ve insanlığa hatırlatmalıyız ki Yüce Allah burada, bu yerküresinde bizimle beraber hay­vanlara da yaşama ve var olma hakkını tanımıştır. Onlarda insanlık gibi bitki örtüsüne ve karmaşık bir hayatın dengelerine muhtaçtırlar. Kur'an'daki ifâ­deye göre; her bir hayvan türü, bu yerküresinde insanlık gibi ve onlardan ay­rı birer ümmet ve birer topluluk olarak bulunmaktadırlar. İlgili bir âyette bu şöyle dile getirilir:

"Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan her bir tür ancak sizler gibi birer ümmettirler"[194]

Bu dünya hayvanlara ve bitki türünden canlılara hayat ve huzur vere­miyorsa bunları insanlara da veremez. Kur'an-ı Kerîm'den ve Hz. Muham­med (S)'in sözlerinden açıkça anlaşılan şudur ki; Allah sâdece insanların de­ğil O, aynı zamanda hayvanların, bitkilerin ve tüm cansız nesnelerin de Rab-bidir. İnsan Yüce Allah'ı sâdece kendi Rabbi olarak görme hatasından vaz­geçmelidir. Bütün bu söz ve uygulamalara baktığımızda dünya Hz. Mu­hammed (57 İh/632 m)M insaniliğin ilk çevrecisi olarak îlan edip kutlama­ya hazır olmalıdır, dersek bilmem hata etmiş olurmuyuz. Ona selâm olsun. [195]

 



[1] Müslim, Zühd, 60; Ahmed, Müsned, VI/133, 168; San'anî, XI/425. No. 20904; F. Râzî, XXIV/I6; İbn Kesir, IH/417.

[2] Kchf, 18/50.

[3] Araf, 7/12; Sâd, 38/76.

[4] Kamer, 54/49-50.

[5] Nur, 24/35.

[6] Bu konuda geniş bilgi için Delici ve Kovalayıcı Yıldızlar ile Dünyanın Ateş-Gaz Dönemi gibi başlıklara bak.

[7] Rahman, 55/15; Hıcr, 15/27; Âyetlerin îefsiri İçin sözünü ettiğimiz başlığa bak. Cinler hakkında ayrıca "Delici ve kovalayıcı yıldızlar" başlığına bak.

[8] Sebe', 34/12-13.

[9] Bak. "Nâs" sûresi.

[10] Sâd, 38/36-38.

[11] Rahman, 55/31.

[12] Rahman, 33-35.

[13] Sebe', 34/12.

[14] F.Râzî,XXVI/122; Neysabûrî, XXIII /45-46, X1V/II; Aynntnçin bak. "Delici ve kova-layıcı Yıldızlar" başlığı.

[15] Bak. Sebc', 34/14.

[16] Cin, 72/1 vd.

[17] Nemi, 27/39.

[18] Geniş bilgi için "Yeryüzü şartlarında uzay hızını gerçekleştirme" konusuna bak.

[19] Cin, 72/8-9.

[20] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 279-284.

[21] Ankebut, 29/20.

[22] cl-Hindî, Kenzu'l-'Ummâl, VI/I5215.

[23] Taşkın Tuna, uzayın Sırları, 50.

[24] Müslim, Münafıkûn, 27; cl-Hındî, XI, No. 15125; Taberî, XII/3, XXIV/61.

[25] Bak. "Yer ve göklerin oluşum devreleri" ile "Kâinatta mesâfe-zaman" başlıkları.

[26] Hâkim, Mîistedrek, 11/451: Zehebî Telhîs, 11/451; Farklı hir rivayet için bak. Hakim, 11/453; Hadis için ayrıca bak. Taberî, XXIV/61.

[27] Fussılet, 41/10.

[28] Bu görüşler için bak. Taberi, XIV/62-63; F. Râzî, XXVII/102-103; Kuriubî, XV/342-343; İbnıTl-Cevzi XI1/243 vd.; Neysabûrî, XXIV/63.

[29] İbn Kcsîr. III/257.

[30] Nâzial, 79/29-33.

[31] En'âm, 6/143-144.

[32] Bak. Taberânî, cl-Mu'cem el-Kebîr, X/3O1-3O2 No. 10594.

[33] Rahman, 55/10; bu âyetin geniş tefsiri için "Yer kabuğunun oluşumuna genel bakış" başlı­ğına bak.

[34] Enbiya, 21/30.

[35] Neysabûrî, XVII/18-19.

[36] Hadis için "suyun Yaralılışı" başlığına bak.

[37] Bak. Râzt, XX1I/163-164; Kurtubî, XI/284.

[38] Şûra, 42/11; Mu'minûn, 23/79; Mülk, 67/24; En'âm, 6/136; Nahl, 16/13.

[39] Bak. '-Maddelerin yaratıl ması-Maddelerde bölünme" başlığı.

[40] Şûra, 42/11.

[41] Yasin, 36/36 (Bütün rakamların 36 olması garip bir tesadüf).

[42] Şuarâ. 26/7-8; Benzer âyet için bak. Lokman, 31/10.

[43] Hâcc, 22/5.

[44] Kaf. 50/7.

[45] Tâhâ, 20/53.

[46] Zuhruf, 43/12.

[47] Zârıyat. 51/47-49.

[48] Bakara, 2/164; Lokman, 31/10; Şûra, 42/29.

[49] Bak. Kıırlubî, 11/196.

[50] Hadîd, 57/25.

[51] Zümcr, 39/6.

[52] Bu görüşler için bak. KurtubîXV/235; F. Râzî, XXVI/245; Zemahşerî, V/155.

[53] Kurtubî, VII/84; İbnu'l-Ccvzî, 111/181; F. Râzî, XIV/51.

[54] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:285-296.

[55] Müslim, Münafıkûn, 27: el-Hindî, XI/Î5İ25; Taherî, IH/1, XXIV/61.

[56] Hâkim, Müsledrek, 11/453; Zeiıebî,EI/453: Ayrıca bak. Tabcrî, XXI V/61.

[57] Bakara, 2/34; A"raf, 7/11-12; Isrâ, 17/61; Kehf, 18/50; Tâhâ, 20/116; Hıcr, 15/30-33; Sad, 38/73-75.

[58] Bakara, 2/34; A"raf, 7/11; İsrâ, 17/61; Kehf, 18/50; Tâhâ, 20/116.

[59] Hıcr, 15/29; Sad, 38/72.

[60] Kamer, 54/50.

[61] İnsan, 76/1.

[62] Bak. Tiîbcrî, XXIX/126; F. Râzî, XXX/235; Kurtubî, XIX/1I9; İhnıTI -Cevzî, VIII/428.

[63] F. Râzî, X1X/179; Kurtubî, X/21, X1X/1I9.

[64] F. Râzî, XXX/235; Neysabûrî, XXIX/I09.

[65] Âl-i İmran, 3/59; Kehf, İS/37: Hâcc,22/5; Rûm, 30/20; Fâtır, 35/il; Gâfir, 40/67.

[66] En'âm, 6/2; A'râf, 7/12; İsrâ\ 17/61; Secde, 32/7; Sâcî, 38/71, 76.

[67] Hıcr, 15/26, 28, 33: Mu'miniin, 23/12; Saffât, 37/11; Rahman, 55/14.

[68] "Falara" için bak. Hfıd. il/51; fsrâ, 17/51; Tâhâ, 20/72; Rûm, 30/30; Yâsîn, 36/22; Zuh-rııf, 43/27; Ana karındaki safhalar için bak. Mu'minûn, 23/14.

[69] Lokman 31/14; Ahkaf. 46/15.

[70] Mu'mınûn, 23/12.

[71] Bak. Kurtubî, 12/109; E Rib.î, XIV/84; Kadı Beydâvi, 11/115; Suyûlî, 11/100; Neysabûrî, XVIII/8.

[72] Saffât, 37/11.

[73] Taberî, XXlII/28; Kurtubî, XV/69.

[74] Neysabûrî, XXIII/48; Kurtubî, XV/69.

[75] F.Râzî, XXVI/125.

[76] Enbiya, 21/30.

[77] Hıcr, 15/26; Diğer âyetler için bak. 15,28,33.

[78] Dilciler ve müfessirler bu âyetin ikinci kısmına çok değişik anlamiar verdiler ki biz bunla­rı tercümede yansıtmaya çalıştık. Bak. Kurtubî, X/21-22; F. Râzî, XIX/I79 vd.

[79] Hıcr, 15/29; Sâd, 38/72.

[80] Secde, 32/7.

[81] Rahman, 55/14

[82] Kurtubî, X/21.

[83] Bak. Kurtubî, X/621, XVII/]60.

[84] Kurtubî, X/21; Ayrıca bak. Taberî, XVII/73.

[85] Bak. Arapça sözlükle; Ayrıca bak. S. Hayri Bolay, T.D.İ.A. "Âdem" md.

[86] İbn.Saad. 1/26. İbnHibbân, Salîh. VIIİ/ll.No. M27: d-Himiî, Kcnzü"l- 'Ummal. VI. No. I5126.

[87] Hûd, 11/48.

[88] Bakara, 2/61.

[89] Bakara, 2/74.

[90] Tahâ, 20/116-123; Bakara, 2/36-38: A"raf, 7/19-24.

[91] A'raf, 7/26-27.

[92] Tânâ, 20/122.

[93] Bakara, 2/38; Yâsin, 20/122.

[94] Bakara, 2/30; Adem'in gökler için değil dünya için yaratıldığı konusundaki bir haber için bak. İbn Sa'd, 1/34-35.

[95] A'raf. 7/13, 18.

[96] Bu görüler için bak. F. er-Râzî, III/3, 4, i 6: Ncysabîirî, 1/253: Kurlubî, 1/302 vd., 327; Ibn Kesîr, 1/54.

[97] Bak. Hâkim, el-Mîistcdrek, 11/542; Zehebî, Telhis, 11/542: Ibn Sa'd, 1/34-35; Kurtubı, 1/319-320.

[98] İbn Sa"d, 1/34-35.

[99] Bu tarihçiler için bak. S. Hayrı Bolay. "Adem" md. T.Ü.I.A.

[100] Müslim, Kader, 14-15; Ahmcd, Müsned, H/134; Tirmizî, Cuma, 2; İbn Mâcc, İkâmet, 79; Mâlik, Mııvatta1, Cuma. 16; Hâkim, H/544: İbn Sa'd, 1/30.

[101] Ahmed, Müsned, V/136.

[102] Nîsâ, 4/1; Diğer âyeiler için bak. EiTâm, 6/98; A'râf, 7/189; Zümer, 39/6; Hııcıirât, 49/13.

[103] Hııcurat, 49/13.

[104] Bak. Rûm, 30/22.

[105] Fâtir, 35/27-28.

[106] Müslim, Radâ\ 61-65; Biraz farklı bir rivayet için bak. Buhârî, Bed'ü"!-halk, 19, Nikâh, 80; Ahmed-Müsned, V/8, 151.

[107] F. Razî, IN/2-3; Taheri. 1/182; Neysabûrî, 1/252.

[108] A'raf, 7/189.

[109] Mu'minûn, 23/12-14; Peygamer'den rivayet cdiien bir hadise göre, insanda 360 eklem bu­lunmaktadır, bak. San'anî, XI/37.

[110] Bir misâl olarak bak. Fâtır, 35/11.

[111] Sâd, 38/75.

[112] Bakara, 2/30.

[113] Bakara, 31-33.

[114] Bakara, 37-38.

[115] Bakara, 38; Tâhâ. 20/122.

[116] Bakara, 37.

[117] Bakam, 2/65; Mâide, 5/60; Asraf, 7/166.

[118] Bak.cl-Hindî,VI/15254.

[119] Olayın geçtiği Fılislınde ve Eyle liman bölgelerinde bunlara âit garip fosiller bulmak mümkün olabilir.

[120] F. Râzî, XIX/179.

[121] Bak. S. H. Bolay, "Âdem"md. T.D.İ.A.

[122] Nisa, 4/1.

[123] Haşr, 59/21; Ahzâb. 33/72.

[124] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 297-318.

[125] Ahmed, Müsned, IV/390; el-Hisıdf, Kenzü'I-Ummâl, VI/15211.

[126] San"anî, Musanncf, IV/450, No. 8413; Nesâî, Sayd, 34. Dalıâyâ. 42; Alımccl, Müsncd. İH/166.

[127] Taberâm, el-Mu'ccm el-Kebîr. XXII/245, No. 638.

[128] Taberânî. VI/156, No. 5728.

[129] Taberânî, X/211, No. 10355.

[130] Bak. Buhârî, Bed'ü'1-halk, 14-15.

[131] Buhârî, Bed'ü'1-Halk, 16; Bu hadiste yılan sâdece Müslimdeki bir hadiste yer almıştır. Müslim. Hacc, 66-67 vd.

[132] Ebû Dâvud, Cenâiz, 1.

[133] Ebû Dâvud, Cihad, 47.48, No. 2548-49.

[134] Taberânî, XX/33O, No. 782.

[135] Bııhârî, Zebâih, 25; Müslim, Sayd, 58.

[136] Bulıârî, Bcd'ü'1-halk, 16: Müslim, Birr, 135.

[137] Buharı. Bed'ii'1-halk. 17, Edeb. 27.

[138] Müslim, Libas, 106; Timıizî, Cihâd, 30 Ebû Dâvud, Cilıâd, 52.

[139] Timıizî, İlim, 19.

[140] Halîl b. Abdülkadir el-Nahlavî, el-Hazar ve'1-İbâha, 271.

[141] Ebû Yûsuf, Kitabu'I-Harac, 112; Mekke İçin bak. Taberânî, XI/335, No. 11928.

[142] Müslim, Hâcc, 471-72, 478; Ağaç kesim ve kuş avlama yasağı için bak. Ahmed, Müsned, V/451

[143] Bakara, 2/205.

[144] Hukukçuların bu görümleri için bak. Ö. Nasuhı Bilmen, Hukuki İslâmiyye, 11/511, İstan­bul, 1968; Zahİriyye mezhebi için bak. İbn Hazm, el-Muhallâ, X/İ00, Mısır, 1347-1352 h.

[145] Müslim, Birr, 60; Alımed, Müsned, 11/235.

[146] Vezîr Cemâlüddîn Ebu eİ-Hasan, İhbâru'l-"Ulemâ bî- Ahbâri'I-Hukemâ, 132.; Ayrıca bak. Celâl Yeniçeri İslâmda Devlel Bülçcsi, 325.

[147] Mâverdî, 399 (Beyni! 1990 m/l 010 h).

[148] Kcllanî'den naklen, C. Yeniçeri, İslâmda Devlet Bütçesi, 356.

[149] Bilmen, IV/302.

[150] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 319-327.

[151] Müslim, Zekâ!. 60; Ahmed, Miisnet, II/370,4]7.

[152] Şuarâ, 26/7; Lokman 31/10.

[153] Hâcc, 22/5, Kaf, 50/7.

[154] Buharı, Edeb, 27; ayrıca bak. Ebû 'Ubeyd, el-Emvâl, 285, No: 700.

[155] Ahmed. Müsned,V/4I5.

[156] Taberanî, XVII/41, No: 86.

[157] Ehil hayvanlar için korumaya alınan yerier için bak. Buharı, Müsâkat, 12; el-Mâverdî, 176.

[158] Ebû Yûsuf, Harâc, 112.

[159] Hımâlar konusunda daha geniş bilgi için bak. Celâl Yeniçeri, İslâm İktisadının Esasları, 42-43,55 vd.; C. Yeniçeri, İslâmda Devlet Bütçesi, 86, 131.

[160] el-Huzfiî, 653.

[161] Müslim, Hâcc, 445 vd; Ebû Dâvud. Mcnâsİk, 90 vd. 20! 8 vd,; Taberânî, XI/335, No:! 1928.

[162] bak. Müslim, Hâcc, (bâb 82 vd.) No: 445 vd., Hz. Ali için bak. 466, Ebû Hureyre için bak, 471; Ebû Dâvud, Menâsik, 99 vd. No: 2034 vd.; Tirmizî, Velâ', 3.

[163] Ahmed, Müsned, V/45I.

[164] M. Hamdullah. el-Vesâık el-Siyâsiyye, 287, No: 182.

[165] Ebû Yûsuf, 76; Hz. Ömer'e yapılan şahsî başvurular için bak. Ebû Dâvııd, Zekât, 12, No: 1600.

[166] Ebû Dâvud. Menâsik, 97, No: 2032, Vâkıdî. III/972 vd..

[167] Belâzuri, Futûh el-Buldân, 17.

[168] ibn Sa'd, et-Tabakat, 11/102.

[169] İbnu'l-Kayyum,Zadu'l-me'âd, 1/161-162.

[170] Ahmed-Müsned, V/354,415,440; Müslim, Musâkat, 7-12.

[171] Müslim, Hâcc, 461; Ebû Dûvud, Menâsik, 99, No:2037; Alımed, Müsned, 1/168; Belâzurî, 14-16.

[172] bak. Ebû Dâvud, Edeb, 171, No. 5239.

[173] Mâlik, Muvatra', Akdıya, 24 (C. 11/43); Ebû 'Ubeyd, 286.

[174] Ebû'Ubcyd.285. No. 700.

[175] İhya lıarekelleri konusunda geniş bilgi için bak. C. Yeniçeri, islâm İktisadı, 37-59 168/b. M. Hamıdullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 292, No. 188.

[176] NahI, 16/96.

[177] Hıcr, 15/19-22.

[178] Neysabûrî. XIV/13.

[179] F. Râzî, Tefsir X1X/I7I-172.

[180] bak Taberî, Tefsir. XIV/12.

[181] Rahman, 55/7-8.

[182] İbrahim. 14/34.

[183] İbn Mâce, Taharet, 48; Ahmed, Müsned, 11/221.

[184] Mâide,5/32.

[185] Bakara, 2/195.

[186] San'anî, Musannef, IV/450, No.8413: Nesâî, Sayd, 34, Dalıâyâ. 42: Ahmcd, Müsncd, 111/166.

[187] Bakara, 2/205.

[188] O. Nasuhİ Bilmen, 11/511.

[189] İbnHazm.el-Muhallâ, X/100.

[190] Muvatta', Cihad,10 (bab.3); Peygamberin talimatı için bak. Vâkıdî, 11/758.

[191] Haşr,59/5.

[192] Buharı, Edeb, 18,27; Müslim. Fadâii, 65; Ebhu Dâvd, Edcb 145; ayrıca bk. Tirmizî, Birr,16.

[193] Ahmcd, Müsncd, 111/184,191.

[194] En'âm,6/38.

[195] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:327-339.