KÂİNATTA
CANLI VARLIKLARIN ORTAYA ÇIKIŞI VE YERKÜRESİNDEKİ HAYATIN KORUNMASI
B -
DÜNYADA CANLI VARLIKLARIN ORTAYA ÇIKIŞI
1 -
Bitki Ve Hayvanların Ortaya Çıkışı Ve Yayılıp Çeşitlenmeleri
2 -
Yeryüzünde İnsanın Ortaya Çıkışı Ve İnsanın Ana Karnındaki Yaratılış Safhaları
1 -
Hayvan Türlerinin Korunması
2 -
Yeryüzü Bitki Varlığının Korunması
İster akıllı ve zeki
olsunlar, ister iç güdüleriyle hareket eden canlılardan olsunlar ve ister
bitki türünden olsunlar, hayat sahibi olmak evrende en büyük, en esrarlı ve en
güzel bir olaydır. Akıl ve zekâya sahib olmanın ise mükemmellikteki derecesini
ortaya koyamayız. Maddeden hayata geçiş ne kadar büyük bir olay ise bir akıl ve
zekâya sahib olmak da o kadar ve belki ondan daha da büyük bir olaydır. Akıl
denilen nesne toplam kâinatın en üstünde bir değere sahiptir. Çünki kâinat
onunla bilinir. Akıl okadar büyüktür ki çok kere o bile kendi kendine akıl
erdiremez. İnsanlığın melek ve cinler gibi böyle bir yetenekle donatılmış
olması onu da Yüce Allah'a karşı sorumlu hâle getirmiştir. İmana gelince o
akıldan sonraki bir aşamadır ve iman insandaki en yüce değer olarak akıldan da
büyük bir olgudur. Çünki Allah onunla bilinir. Akıldan gerçek Allah îmanına
gidemiyenler, evreni veya kendi daracık dünyalarını aşamıyan ve onların maddî
boyutları içinde sıkışıp kalanlardır. Hatta bunlar sahip oldukları kendi manevî
insanlık kişiliklerini keşfedemeyip onun maddî ve hayvanı hudutlarını öteye
geçemiyen ve hayatı bu çerçevede yaşıyan kişilerdir. îman için gerekli
olduğundan sözünü ettiğimiz canlılar akılla donatıldılar.
Benim düşünceme göre
bu akıllı yaratıklardan meleklerde en yüksek derecede îman ile en yüksek
derecede akıl eşitlenmiş ve onlardan cinsiyetin kaldırıldığı gibi bu ikilik de
kaldırılmıştır. Bunun için olmalıdırki onlar her an, en yüksek derecedeki bir
imanın gereğini yerine getirirler. Melekler, nardan kaynaklanan ışıktan çok
daha süratli olması gereken nurdan yaratıldıklarından onların bazılarına evren
çapında görevler verilmiştir. Meselâ Cebrail onlardan biridir. Nûr ayrıca hiç
bir enerji türünün sahip olamıya-cağı bir güce sahip olmalıki melekler evrenin
korkunç güçlerini aşabilmekte ve kendilerine verilen görev çerçevesinde onlara
hâkim olabilmektedirler. Onlar cehennemde bile görev alabilmektedirler.
Meleklerin bu durumlarına rağmen, insanlığın Allah katında çok özel bir yeri
olmalıdırki onun yücelmesi için görevlendirilen melekler olmuştur. İnsanlığın
kendi maddî kalıplarını, şeytan ve nefis engelini aşıp doğru olarak Rabb'e
yönelmelerini sağlamak için seçilen peygamberlere çok kere bir melek yardımcı
olmuş ve elçi olarak hep en büyük melek gönderilmiştir. Bu da yalnız davetin
büyüklüğünü göstermekle kalmaz aynı zamanda insanlığa verilen değeri gösterir.
BizKur'an-ı Kerîm'den
ve Peygamber (S)'in sözlerinden; melekler, cinler ve İnsanlar olmak üzere üç
tür akıllı yaratık oluğunu anlıyoruz. Bunlardan melekler "nûr"dan,
cinler "nâr"dan, insanlar ise topraktan yaratılmışlardır.[1]
Melekler akıllarını dâima doğru kullanan ve kâinatta büyük görevler üstlenen
varlıklar olmuşlardır. Cinler ise insanlar gibi her zaman akü ve zekâlarını
doğru kullanamıyabilirler. Cinlerden bir tür olan şeytan ise aklı yanlış
kullanan ve A11a h' a itaattan çıkan bir yaratığı temsil etmektedir. Kur'an'da
insanlık, onun gibi olmaması için sürekli uyarılmıştır. Çoğunun zannettiği
gibi şeytan isyankâr bir melek değil o itattan çıkan bir cindir ki bu durum
Kur'an-ı Kerîm'de açık olarak bildirilmişti.[2]
Burada sözkonusu âyete: "O, cinlerden oldu" yerine; "O, cinlerdendi"
anlamı verilmelidir. Melekler üreyen canlılar değildir. Oysa pek çok âyette
şeytanlardan çoğul olarak bahsedilir. Bu da İblisin ürediğini gösterir. Diğer
yandan şeytan nardan yaratıldığı halde melekler aksine nurdan yaratıldılar.
Âdem'i yarattığı için meleklerle beraber, kendi türünü temsîlen olacak, İblisin
de Allah'a secde ve bu yeni akıllı yaratığa saygıda bulunması istenmiş ve
fakat o kendisinin daha üstün bir esastan yaratıldığım ileriye sürerek bu
saygıyı reddetmiştir.[3]
Böylece Şeytan ateşi toprağa üstün tutmuş olmaktadır. Oysa evrende toprağa,
ateşten sonraki bir aşamada geçilmiş ve toprak, tekâmül merhaleleri içerisinde,
bildiğimiz en son merhalede yer almıştır. İnsanlardan da kendi yüce değerini
anlama-yıp bizzat kendi varlığını bir hayvan türü olarak görerek ona göre
yaşıyan-ların sayısı hiç bir zaman az olmamıştır. Bunlar kendi varlıklarına
şeytanî bir gözle bakmış olmakta ve en büyük saygı ifâdesi olan secdeyi reddetmektedirler.
Allah bütün
yaratıkları ve bütün kâinatı birtek takdir ile [4]ve
fakat değişik devrelerde varlık dünyasına getirmiştir. Biz Kur'an'dan şeytanın
ve dolayisiyle cinlerin ateşten, insanın da topraktan yaratıldığını öğrenmemize
karşın meleklerin neden yaratıldıklarını öğrenemiyoruz. Onların nurdan yaratıldıkları
ancak hadislerde ve bazı tefsir kitaplarında söylenmektedir. Biz toprağın, ateş
ve bazı enerji türlerinin ne oldukarmı biliyoruz. Fakat "nûr" denilen
ve çok güzel olarak tahayyül ettiğimiz o nesne hakkında hiç bir şey bilmiyoruz.
Nûr bütün enerji türlerinin ve tüm madde ve madde ötesi varlıkların öz ve sesası
olmalıdır. Tüm varlık bu öz ve hulâsa temeline dayanmalıdır ki Kur'an-i
Kerîm'de: "Allah yer ve göklerin nurudur" denilmiştir.[5] İşte
melekler, Allah'ın, varlıklarına cevher oluşturduğu bu parlak ve aydınlık özden
yaratılmış ilk akıllı canlılardır. Bu nûr cevherinden yaratılan meleklere
erkeklik ve dişilik yerine teklik hâkim olmuş ve onların varlıklarının devamı
da bizim gibi yeme ve içmeğe bağlanmamıştır. Bu da onlarda üreme ve büyüyüp
gelişmenin sözkonusu olmadığını gösterir. Onlar olgun olarak yaratılan
varlıklardır. Biz meleklerin madde ve evrenin hangi aşamasında yaratıldıklarını
bilemiyoruz. Melekler ilk akıllı yaratıklar iken insanlar cinlerin ardından son
halkayı teşkil ederler. Mâhiyetlerini bilemediğimiz melekler ve cinler
hakkında Kur'an'da pek çok âyet bulunmaktadır.
Daha önce ayrıntılı
şekilde ele aldığımız üzerek[6] Yüce
Allah, henüz insanın yaratılacağı toprak oluşmadan önce dünyanın ateş ve gaz
döneminde cinlerin babası olan "cânn"ı yaratmıştır. Kur'an onun
yaratıldığı ateşin iki ayrı özelliğini vermiştir ki biz daha önce
"Dünyanın ateş-gaz Dönemi" başlığı altında ele aldığımız bu konunun
burada ayrıntısına girmiyeceğiz. Şunu söyliyebilirimki değişik anlayışları bir
tarafa bırakırsak bu ateş; zehirleyici ve vücudun gözeneklerine işleyici bir
ateştir ve ayrıca o bir karışımdan ibarettir veya diğer bir anlayışa göre tam
tersi, o yalın bir ateşti.[7]
Cinler bu niteliklere sahip tüm gezegenlerde ortaya çıkmış olmalıdırlar.
Kur'an-ı Kerîm'de
"nâr" denilen nesne çeşitli enerji türlerinin genel bir adı
olmalıdır. Biz cin ve onların soyundan olan şeytanların bu türlerin hangisinden
yaratıldıklarını bilemiyoruz.[8]
Cinlerin bizim dünyamızın ilk ortamı içerisinde yaratılmalarına karşılık
melekler bu arz küresinin maddesinden yaratılmamışlardır. Bildiğimiz bir şey
varsa o da cinlerin bizimle dünyanın gıdalarını paylaşmadıkları ve bu yönde
herhangi bir zarar ve ziyanlarının görülmediğidir. Şeytana gelince herhalde o
insanların günâhıy-la besleniyor veya insanların günâh ve hataları onun en
büyük zevk ve eğlencesi oluyor. Cinler kaybettikleri enerjiyi yaratılışlarına
uygun maddelerden alıyor olmalılar.
Cinlerin insanlarla
olan ilişkilerine gelince genelde onların insanlara zararları yoktur. Cinler
dünyanın imkânlarını insanlarla paylaşmadıklarından onlarla insanlar arasında
geçmişte bir kavga sözkonusu olmadığı gibi gelecekte de böyle bir şey söz
konusu olamaz. Bununla beraber Kur'an-ı Kerîm'de, onlardan gelebilecek kötü
düşünce ve zararlı hayallere karşı insanların dikkati çekilerek bundan Allah'a
sığınılması istenmiştir. Fakat orada insana bizzat kendi cinsi insandan
gelebilecek kötü düşüncelere ve vesveselere de dikkat çekilmiştir.[9] Buna
karşılık gene Kur'an'da anlatıldığına göre Hz. Süleyman önemli işlerin
yapılmasında ve bir kısım îmalat işlerinde cinleri istihdam etmeği başarmış;
onlara kaleler ve çok büyük kazan ve leğenler ile dilediği diğer şeyler
yaptırmış ve hatta o, aynı soydan gelen şeytanları bile istihdam edebilecek bir
bilgi ve güce sahip kılınmıştır. Bu konuda gelen âyetlerde aynen şöyle
denilir:
" - (Büyük bir
iktidar ve hâkimiyet istemesi üzerine) Biz de rüzgârları onun emri altına
soktuk da bu rüzgârlar onun dilediği yere yumuşacık akar giderdi.
- Biz, bina yapan, dalgıçlık yapan şeytanları
- Ve gene zincirlere vurulmuş diğerlerini de
onun emri altına soktuk"[10]
Bu âyetlerden şöyle
bir hüküm çıkarılabilir ki; şeytanın insan üzerinde hâkimiyet kurup ona
dilediğini yaptırması yerine insan şeytan üzerinde hâkimiyet kurup ona
dilediğini yaptırabilir. Bu ise herhalde, peygamberlerde olduğu gibi, Allah'a
yüksek seviyede bir itaatla mümkün olabilir. Doğru yolda yürüyen insanlar ise
en azından şeytanları etkisiz hâle getirirler. İnsan, şeytan ve cinlerden değil
o kendi kötülüğünden korkmalıdır. Hele yüce Allah insan için hiç bir zaman korkulacak
bir varlık değildir. O, sevilen en büyük dosttur. Kur'an'da insan Allah'tan
korkutulmamış, o aslında yaptığı veya yapacağı kötülükten korkutulmuştur.
Cinler hiç ağırlığı
olmıyan nesneler olmayıp onlar belli bir ağırlığa da sahiptirler ki Kur'an'da
buna da işaret edilmiştir.[11]
Elbet bir zerre (:atom) nin bile bir ağırlığı vardır. Ateşten yaratılmalarına
rağmen onların yıldız-güneşlerde ve arzın derinliklerindeki yüksek derece
hararetlere dayanıklı olmadıklarını gene biz Kur'an'dan öğreniyoruz.[12] Buna
göre cinler insanlar gibi her ortamda bulunamazlar. Bu da cinlerin yaratıldığı
ateşin yüksek derecede olmadığını ve bunların yaratıldığı sırada dünya
hararetinin nis-beten düşük derecede bulunduğunu gösterir. Hatta Hz. Süleyman
tarafından istihdam edilen işçi cinlerden emre uymıyanlar, Allah tarafından
şiddetli bir ateş çeşidiyle cezalandırılmışlardır.[13]
Onlara insanlara tatbik edilen cezaların etkili olmıyacağı açıktır. Ateşten
olan nasıl ateşten etkileniyor? Bu sorunun cevabını müfessir-filozof Fahru d
dîn er-Râzî (544-606 h/1150-1210 m) ve ondan etkilenen Neysabûrî (ö. 728 h/1328
m) verdiler; Aynı cinsten de olsalar güçlü zayıfı etkileme ve onu yok etme
gücüne sahiptir.[14] Kur'an'dan öğrendiğimize
göre insanlar gibi gaybı bilemiyen cinler[15] gene
onlar gibi çeşitli dinlere mensupturlar ve meselâ Cin ismini taşıyan bir
sûrede; Allah'a ortak koşan bir bölük müşrik cinin Kur'an-ı dinledikten sonra
tevhid dini İslâm'a girişleri anlatılır".[16] Bu
da cinlerin, kendilerine gerçekler anlatılmayınca doğruyu bulamıyacaklarını ve
tevhid konusunda, gerektiğinde onların bizim kitaplarımızdan yararlandıklarını
gösterir. Cinler elbet insanlarla mukayese edilemiyecek bazı yeteneklere sahip
olmalıdırlar. Be İki s'm tahtının bir an içerisinde Yemen'den Filistin'e veya
Ş a m 'a getirilmesi olayında olduğu gibi[17] bir
cin herhangi bir eşyayı, yaratıldığı enerji hızıyla hareket ettirebilir. Onun
bunu nasıl yapabileceğini bilemiyoruz. O bir eşyayı enerjiye dönüştürüp onu
yeniden eski hâline getirme yeteneğine sahip midir? Bunu da bilemiyoruz.[18]
Kur'an'dan
anlaşıldığına göre uzayın tehlikesiz bölgelerinde dolaşıp oturabilen[19]
fakat aslında bizim dünyamızın sessiz ve zararsız sakinleri olan cinler
hakkında fazla bir şey söylemek imkânına sahip değiliz. Biz cinlerle ve hatta
bazı meleklerle bir arada yaşıyoruz. Biri latîf, öbürü kesif ve aralarında
yaratılış farkları bulunan varlık ve âlemler aynı yerde iç içe
yaşıyabiliyorlar. [20]
Dünyada hayatın doğuşu
olayını ele alırken önce, tüm tabiat ve kâinatı araştırma kurumlarının
kapılarına yazılması gereken şu âyetle konuya başlamak istiyorum:
" (Ey Muhammed)
deki; yeryüzünde gezip dolaşında, Allah'ın ilk yaratmaya nasıl başladığını
gözleyip araştırın. Bundan sonra Allah, son oluşumu (âhiret hayatım) da (bunun
gibi) meydana getirecektir".[21]
Bizim dünyamızdan çok
daha büyük olan gezegenler vardır. Fakat şu ana kadar bildiğimiz kadarıyla bir
tek bizim gezegenimiz en büyük olaya yâni hayat olayına sahne olmuştur. Öyle
bir hayatki içinde biz insanlar da olmak üzere onun milyonlarca türü vardır.
Diğer pek çok gezegene göre küçücük olan bu yerküresi için "dünya en
büyük" diye haykırmak yanlış bir davranış olmasa gerek.
Yeryüzünün tahmin edilen
4,6 milyar yıllık yaşı içerisinde bitkiler ve hayvanlar olarak hayata geçiş
elbetteki çok uzun süreleri kaplamış olmalıdır. Milyonlarca yıl ötelerden gelen
canlıların hayat sahnesine çıkışları aynı süreç içerisinde olmamıştır. En son
ortaya çıkan insan ne yazık ki bugün her canlının kaderini elinde bulundurmaya
başlamıştır. Bu noktada insan kendi medeniyet ve yaşantısını gözden
geçirmelidir. Kur'an-ı Kerîm'den ve Hz. Muhammed (571-632 m)'in bazı
sözlerinden anlaşıldığına göre, yeryüzü canlı hayatı pek çok tekâmül
devrelerinden geçerek çeşitlenmiştir. Hz. Ali (ö. 40 h/661 m) den gelen ve
Peygamber (S)'e aidiyeti bilinmiyen bir sözde şöyle denilir:
" Allah, dünyayı
yedi zaman üzere yaratmıştır. Bunlardan her devir, miktarını Allah'dan başka
hiç kimsenin bilemiyeceği uzun bir süreçtir. İnsanın yaratılışından önce dünya
üzerinden altı devir geçmiştir. Adem'in yaratılışından kıyamete kadar olan süre
ise bir tek devirdir"[22]
Şüphesiz dünya ayrı
ayrı özellikleri olan çeşitli merhalelerden geçmiş ve her merhale ayrı canlı
türlerin yaratılışına sahne olmuştur. Bir merhaleden diğerine geçişle birlikte
elbet türler de çeşitlenip çoğalmıştır. Her bir canlı, yaşı-yabileceği bir
ortamda ortaya çıkmış ve milyonlarca yıl içerisinde her bir tür zincirleme
diğerine bağımlı hâle gelmiştir. Şüphesizki hayata geçişte ilk büyük ve temel
aşama, dünyanın güneş ailesi içinde uygun bir yere konulmasından sonra, gaz ve
ateş olan kütle yüzeyinin su ve toprağa dönüşmüş olmasıdır. Güneşten sonra su
ve toprak hayatın iki kaynağıdırlar. Toprak hayat bakımından o kadar sihirli
bir yapıya sâhib olmuşturki ona cansız demek bile pek mümkün değildir. Nitekim
3 gram toprağın milyonlarca küçük (mikrobik) canlıya sahip olduğu
anlaşılmıştır.[23] Bunlar da hayatın temel
taşlarıdır. Toprak en büyük bir kimyadır ve hayatın sırlarının büyük bir kısmı
onda gizlidir. O bir hayat iksiridir ve daha doğrusu o bin bir hayatın
iksiridir. Evrende ilk maddelerden, gâz ve ateş dönemlerinden toprağa geçiş en
büyük tekâmül merhalelerinden biri olmuştur. Bundan sonra daha büyük bir
merhale elbet hayata geçiştir. Hayattan akla yâni insana geçiş ise elbet çok
daha büyük bir olaydır. Şu kadar varki insan için tekâmül ve evrim bu noktada
durdurulmamıştır. Bundan sonra îman gelir. Akıldan îmana geçiş, îslâmda daha ileri
yâni en son merhale olarak gösterilmiş ve bu merhaleye yükselenlere uygun
yerler olarak da âlemlerin en mütekâmili olan cennetler hazırlanmıştır. Tabiî
bu son iki merhale akıl ve imanın kendine göre sorumlulukları vardır. Hz. Mu h
amme d (S) bir konuşmasında, dünyada canlı ve cansız çeşitli türlerin hayat ve
varlık sahnesine çıkış süreçlerini şöyle anlatmıştır:
" Yüce Allah
toprağı cumartesi günü, ondaki dağları da pazar günü yaratmışta: Ot ve ağaçlan
ise pazartesi günü yarattı. Mekruhu (sevilmiyen şeyleri) salı günü, nuru ise
çarşamba günü yarattı. Hayvanları yeryüzüne perşembe günü yayıp dağıttı.
Adem'i de bütün yaratıkların ardından, cuma günü ikindiden sonra - cuma günü
saatlerinden bir saatin sonunda- ikindi ile akşam arasındaki bir zaman içinde
yarattı"[24]
Hz. Ali (r.)'den gelen
yukardaki haber Peygamber (S)'in bu açıklamasının bir Özeti gibi görünüyor. Her
ikisinde de yedi ayrı aşama bulunmaktadır. Biz yaratılış süreçleriyle ilgili
bazı Kuran âyetlerinde geçen "gün" kelimesinin uzunca bir devri ifâde
ettiğini daha önce açıklamıştık.[25]
Hz. Muhammed 'in bu açıklamasından
anlaşılan şudur ki; 1. zamanı temsil eden cumartesi günü toprak yaratılmış, 2.
zaman olan pazar günü yerin yüzey kısmı şekillenip dağlar ortaya çıkmış, 3.
zamanda bitkiler, 6. zamanda İse hayvanlar yaratılmıştır. İnsan ise 7. zamanın
son çeyreğinde ortaya çıkmıştır. Peygam-ber'e isnadı daha zayıf olan bir başka
sözlerinde ise O, 1. zamanı pazardan başlatmakta ve toprağın ilk iki zamanda
oluştuğunu, söylemektedir. Bu açıklamada; yeryüzünün düzenlenmesiyle beraber
bitkilerin ve ardından hayvanların ortaya çıkışı 3. ve 4. zamanlara
rastlamaktadır. Yaratılışın son halkası gene cuma günü fakat bu sefer 6. zaman
dilimi içerisinde tamamlanmaktadır. Bu konuşmada ayrıca göklerdeki düzenlemelere
de değinilmiştir.[26] Her
iki hadise göre de, bitkiler (: şecer) hayvanlardan önce yaratılmışlardır. Hayvanlar
da insandan bir devir önce ortaya çıkmıştır. Müslümanların, topluca
ibadetleriyle bir bayram havası içinde insanla birlikte ilk kulluk sorumluluğunun
da ortaya çıktığı Cuma gününe büyük önem verdikleri açıktır.
Hz. Peygamber 'in,
bitkilerle hayvanlar arası merhalede yaratıldığını söylediği mekruh
(:istenmiyen ve hoşlanılmıyan şey) ile "nûr" dan neyi kasdettiğini
bilemiyoruz. O dönemde sâdece bitkiler bulunduğuna ve hayvanlar henüz yaratılış
süreci içerisinde olduklarına göre bunlar doğrudan bitkilerle ilgili ve fakat
hayvanların yaratılıp gelişmelerini tamamlayıcı bir şey olmalıdırlar. Bu
dönemde bitkiler ve çeştili hayvanları meydana getirecek elementler ile
bakteri türünde canlılar bulunduğuna göre artık onlar açısından
iyilik-kötülük, fayda-zarar ortaya çıkmış olmalıdır. Muhtemelen Hz. Peygamber,
nûr ve mekruh ile böyle bir durumu kastediyor veya o bunlarla güneş ailesi
içinde yapılan düzenleme sonucu ortaya çıkan ışık ve karanlık olayını ve
bunların faydalı ve zararlı yönlerini kastediyor.
Daha önce yer ve
göklerin oluşum safhalarını anlatırken ele aldığımız gibi Kur'an-ı Kerîm, tüm
yer ve göklerin yaratılış ve oluşum devrelerini altı ana merhale olarak
vermektedir. Her bir âlemin kendi özelliğine göre ayrıca dahilî oluşumlara
sahne olması da tabiidir. İç düzenlemeler elbet zaman farkına ihtiyaç
gösterirler. Yeryüzeyinin orada yaşıyacak canlılar için uygun hâle getirilmesi
ve öncelikle ilk canlılarm ihtiyaç duyacakları gıdalar akvât) a kavuşturulması
elbetteki göklerdeki oluşumlardan ayrı bir seyir izliyecektir. Kur'an'da biz
böyle bir durumdan sözedildiğini görürüz. Fussilet sûresinde anlatıldığına
göre, yer ve gök her ikisi varlık âlemine birlikte getirilirlerken, yeryüzünde
gıdalar dört ayrı süreç içerisinde yaratılmışlardır. Burada ilgili âyette
şöyle denilir;
"Allah orada
üstten, ağırlık sabit dağlar yerleştirdi. Orada bolluk ve bereketler yarattı
ve onda, isteyip anyanlara yeter, dört gün (devir) de, onun gıdalarım yaratıp
tamamladı".[27]
Bu sûrede peşi sıra ve
bazan İç içe pek çok merhaleden sözedilmiştir. Bu âyete göre ya hemen bütün
müfessirlerin dedikleri gibi ondan bir önceki âyette belirtilen, dünyanın ilk
yaratılış safhası da dahil olmak üzere toplam dört merhalenin son ikisinde bu
gıdalar yaratıldılar veyahutta tek başına gıdaların yaratılışı dört merhalelik
bir süreci kapladı. Diğer yandan gıdalar diye tercüme ettiğimiz
"akvât:" kelimesi üzerinde birbirine yakın ve fakat gene de değişik
görüşler ortaya çıkmıştır. Hasan el-Basrî (ö. 110 h/728 m) gibileri buna; rızık
ve geçimlikler, diye esas kelime anlamını verirlerken bir kısımları da onu,
genel anlamda, dünya menfaatma uygun şeyler, olarak yorumladılar. Katâde (ö.
118 h/736 m) akvâta; dağ, nehir ve denizler ile bitki ve hayvan türünden
canlılar anlamını verirken gene aynı devrin yâni hicrî birinci asır
âlimlerinden Mücâhid (Ö. 100 h/718 m) ona sâdece yağmur anlamını vermiştir.
Bunlara ilâve çeşitli mâdenleri "akvât" olarak görenler vardır.
Böylece hayat için gerekli her şey "kut: azık" mefhumu içine dâhil
edilmiş olmak tadır .[28]
Hayat sözkonusu olunca her şey basitten mürekkebe, aşağıdan yukarıya doğru
biri diğerinin azığı olmaktadır. Su elbetteki bütün bunların başında gelir ve
fakat o canlı değildir. Mâdenler bitkilere, bitkiler hayvanlara ve sonra hepsi
insanlara gıda olabilmektedirler. Böylece üçüncü ve dördüncü zamanda ortaya
çıkan bitki ve hayvanlar ihtiyaçları olan gıdaları varlık dünyasına
gelişlerinde hazır buldular ve sonra onlar buna ek olarak birbirlerinin gıdası
oldular. Bu bakımdan "akvât: azıklar" içerisine sonradan bitki ve
hayvan türleri de dahil olmuşlardır. Onlardan önce ise dünya, bitki ve
hayvanları ortaya çıkarabilecek ve onları yaşatabilecek, toprak, mâdenler, su
ve nihayet hava ortamına kavuşturulmuştur. Nitekim sözkonusu âyette temel
gıdalar anlamındaki "akvât"dan önce dünyada yaratılan bereketlere
değinilmiştirki bunlar hayata kaynak oluşturan nesneler olmalıdır. Meselâ Şam
beldesinden İbn Kesîr (ö. 774 h/1372 m) bunu; dünyanın tohum ve fide ekimini
kabule uygun ve faydalanılır bir duruma getirilmesi olarak yorumlamıştır.[29]
Kur'an-1 Kerîm'de, bitki ve hayvanların ortaya çıkış
merhaleleri ile ilgili başka âyetler de bulunmaktadır. Göklere yükseklik ve
derinlik boyutu (: semk ) nun kazandırıldığını anlatan âyetlerden hemen sonra
yerkürenin durumuna değinen âyetlerde şöyle denilir:
" - Allah göğün
gecesini kararttı, gün aydınlığını ortaya çıkardı.
- Bundan sonra da O, yeri yayıp döşedi; Ondan
suyunu, otlağını çıkardı,
- Dağlarını derinliklere oturtup
sağlamlaştırdı
- Allah (bütün bunları) size ve
hayvanlarınıza fayda olması için yapmıştır"[30]
Görüldüğü gibi burada
önce, gece ve gündüz olayına kavuşması için dünyanın güneş ailesi içinde uygun bir
yere yerleştirilmesinden söz edilmekte ve sonra da yeryüzeyinin döşenmesi
anlatılmaktadır. Tanzim edilen yüzeyde bundan sonra su ve ardından da otlaklar
ortaya çıkmış ve böylece hayvan ve insanlara gıdalar hazırlanmıştır. Hayvanlar
içinden "eiTâm: " denilip bir sûreye de ismini veren ve insanlar için
son derece faydalı; koyun, keçi, deve ve sığırdan ibaret erkekli-di sili sekiz
çift hayvan yaratılıp ortaya çıkarılmıştır.[31] Bu
hayvanlar genel hayvan varlığı içerisinde, insanlara faydalı olmak bakımından
en gelişmiş türleri temsil ederler ve bunlara gelmeden önce tek hücreli
canlılardan tutun da bunlardan daha mürekkeb ve gelişmiş olanlarına kadar
niceleri ortaya çıkmışlardır. En gelişmiş ve insanlığa et ve sütleriyle en
faydalı türler olan "eiTâm" İslâm dininde, Allah'a kurban edilebilir
hayvanlar olmuşlar ve diğerleri bu seviyenin altında kalmışlardır. Tabiatta
her hayvanın ayrı bir yeri olmakla beraber bu hayvanlar için ve bu hayvanlarla
insanlığın Allah'a özel bir şükürde bulunması istenmiştir.
Az önce sunduğumuz
âyetlerde geçen ve yer yüzeyinin döşenip düzlenmesi anlamındaki
"dahv:", aslında sâdece yeryüzeyinin şekillen-dirilmesi hâdisesi
değildir. Bu ameliyye içerisinde, yüzeyin çeşitli su kaynaklarına sahip
kılınması ve bundan sonra meralardan başlanarak onun çeşitli bitki örtüsü ve
hayvanlara kavuşturulması işlemleri de vardır.[32] Bu,
yeryüzünde hayatı başlatmak için onu düzenleyip dengeleme olayıdır ki genel
anlamda bunun içine canlı türlerin yaratılış ve dağılımı da girmektedir.
Yukardaki sözkonusu
âyetlerde, hayatın başlamasından önce, dünyanın gök İçerisinde gece ve gündüze
imkân veren bir konuma getirilmesinden söz edilmiştir. Rahman süresindeki bir
âyette İse dünyanın yeri ve konumu ile hayat arasındaki bağlantı çok daha
düşündürücü bir anlatımla ortaya konulmuştur ki bu âyet şöyledir:
" Yeryüzüne
gelince onu da Allah canlılar olsun diye (uygun) bir yere koymuştur"[33]
Bu âyet hayatın
başlıyabilmesi için dünyanın önce güneş ailesi içerisinde uygun bîr yere
konulusunu ve sonra da yüzeyin hayat için elverişli bir konuma getirilişini
ifâde ediyor ki bunların her ikisi de hayata geçiş ve hayatın çeşitlenmesi için
bir ön şart olarak karşımıza çıkarlar. Nitekim aynı sûrede bu âyetten sonra
çeşitli türden bitkilerin ve sonra da insanın yaratılış olayı ele alınmış
bulunmaktadır.
Canlıların hangi
şeyden yaratıldıkları sorusuna gelince Kur'an-ı Kerîm buna; cinler için ateş,
insanlar için toprak ve genel bir esas olarak da "su" dan cevabını
vermiştir. Yer ve göğün bitişik olup bunların sonra birbirlerinden
ayrıldıklarını anlatan âyet, sonunda, yerkürede her canlı şeyin sudan
yaratıldığını, bildirmiştir. Göklerin yaratılış ve oluşumu ile hayata geçiş
hakkındaki bu ilgi çekici âyette aynen şöyle denilir:
" Göklerle yer
biti§ik bir bütünken Bizim onları yarıp birbirinden ayırdığımızı ve her canlı
şeyi de sudan yarattığımızı o inkarcılar görmüyorlar mı? Hâla inanmıyacaklar
mı onlar!"[34]
Bu âyet, melekler, cin
ve insanlar da dâhil olmak üzere diğer bütün hayvan ve bitkilerin temelde sudan
yaratıldıklarını ifâde eden bir genelliğe sahiptir. Acaba nurdan yaratılan
melekleri, ateşten yaratılan cinleri ve nihayet topraktan olan insanı bu
âyetin genel hükmünden çıkarmak mümkünmü-dür veya bunlardan hangisi bu genel
hükmün dışında kalmaktadır? Eğer bunların hepsi sudan yaratıldılarsa o takdirde
burada tüm kâinatı oluşturan ilk temel maddeye doğru gitmek gerekecektir. Daha
önce kendisinden söz ettiğimiz su âlemi, göklerin oluşmuna kaynaklık etmiş
olabilir veya suyun en büyük katkı maddesi hidrojen göklerin ilk temel maddesi
olabilir. Burada sudan kasıt doğrudan yeryüzündeki bildiğimiz su da olabilir.
Suyu meydana getiren hidrojen ve oksijen gazları ateşe doğru giden yolda ilk temel
maddeleri meydana getiriyorlarsa o takdirde ateşten yaratılan bir şeyin esasta
su ile aynı maddelere dayandıklarını söylemek mümkün olur. Hatta bu durumda
bizzat ateşin kendisi bile su ile aynı temele dayanırlar. Nitekim kelâmcı
müfessir Neysabûrî (ö. 728 h/1328 m)'nin yazdığına göre, es-Sekkâkî adındaki
âlim; ayrı ayrı maddelerden yaratılmış olsalar bile melek, cin ve insanların
yaratıldıkları bu maddelerin hepsinin ilk esas olarak su unsuruna dayandıkları,
görüşünü savunur.[35]
"İlk Maddelerin Ortaya Çıkışı" ana başlığı altında genişçe ele
aldığımız gibi Hz. Peygamber (S)'den gelen bazı hadislerde; her şeyin sudan
yaratıldığı, ifâde edilmekte ve pek çok İslâm bilgini de kâinatı oluşturan ilk
temel maddenin "su:" olduğunu kabul etmektedirler,[36]
Acaba Hz. Peygamber bu sözleriyle sâdece canlı olan varlıkları mı kasdetmiştir
ve diğer yandan cin ve melekleri bu genel hükümden hâriç mi tutmuştur? Bunu
bilemiyoruz. Her canlı şeyin sudan yaratıldığını söyleyen âyet sâdece canlı
nesnelerden sözetmiştir ki müfessirlerin bir kısmı buna yanlız hayvanları dâhil
ederlerken diğer bir kısım müfessir, bitkileri de aynı esasa dayandırmışlardır.
Bu olayı, canlının yaşaması için suya olan ihtiyacı açısından ele alanlar
olduğu gibi bunu neslin devamı için su gibi olan menî olarak yorumlıyanlar da
vardır.[37]
Burada hiç kimse, hayatın önce denizlerde başlamış olacağı ihtimali üzerinde
durmamıştır. Bir başka âyette insanlar da dahil olmak Üzere özellikle
hayvanlar (:dâbbe)ın sudan yaratıldıkları ifâde edilmiştir. Sözkonusu âyetlerde
hayatın önce deniz ve göllerde başladığı açıkça ifâde edilmemiştir.
Kur'an-ı Kerîm 'de insanların
bir tek kişiden yaratılıp çoğaldıkları söylenmesine karşın bu kitapta hayvan
ve bitkilerin bir tekten çoğalıp çeşitlendikleri söylenmemektedir. Kur'an'da;
bitki türünden olsun, hayvan ve insan türünden olsun canlıların döllenip üreme
ve çoğalmaları olayı için "zer':" fiili kullanılmıştır ki[38] biz
daha önce genişçe ele aldığımız bu konulan burada özetlemekle yetineceğiz.[39]
Arapçada ilk ekin için "ez-Zeri':" denildiği gibi bu fiil araziye
tohum serpme anlamını da taşıyor. Döllenip üreme tarzında bir yaratılış
sözkonusu olunca orada bir türün erkek ve dişi iki cinsine ihtiyaç vardır. Bu
sebeple üretip çoğaltma anlamındaki "zer"' olayında bir türün
ilkinden o türü çoğaltma işi vardır. Durum böyle olunca ilk merhalede aynı
türün erkek ve dişisini yaratmak gerekecektir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de adı
geçen fiilin kullanıldığı bir âyette şöyle denilir:
" Allah yarıp
bölerek gökleri ve yeri yaratandır. O size kendi nev inilden eşler yaptığı gibi
hayvanlara da kendi cinslerinden esler yaptı. O, sizi bu şekilde döllendirip
üretiyor. Hiç bir şey Allah benzeri değildir. O her şeyi işiten ve
görendir"[40]
Canlı olsun cansız
olsun bir nesnenin diğeriyle birleşip başka bir yaratık meydana getirebilmesi
için onların erkekli - dişili olmaları veya artı-eksi enerji yüklere sahip
bulunmaları gerekir. Kur'an'da; her şeyin, erkek ve dişi olarak çift
yaratıldığı bildirilmektedir. Bu durum hem bitki, hayvan ve insan gibi canlılar
için ve hem de bunların dışındaki cansız nesneler için sözkonusu edilmiştir. Bu
kitapda erkekli-dişili veya artılı-eksilî yahut biri diğerinin karşıtı olan
çiftli yaratılışlara dikkat çekilmiştir. Meselâ şu âyette bunu açıkça görmek
mümkündür:
" Yerin
bitirmekte olduğu şeylerden, insanların kendilerinden ve onların (henüz
mâhiyetlerini) bilmedikleri diğer şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah
münezzeh (yüce nitelikler sahibi) dir[41]
Bilim çağı Öncesinde
Kuran 'm, varlığa ve hayata ilişkin temel kanunları ortaya koyması ve bu
cümleden olarak o dönemde hayvanların yanı sıra bitkilerde de erkeklik ve dişiliğe
değinmesi ve bunu artı ve eksi güçler olarak cansız nesnelere de teşmil etmesi
elbet ilgi çekicidir. Ve meselâ özellikle bitkilerdeki bu iki çeşit cinsiyete
değinen bir âyette de şöyle denilir:
" - Yeryüzüne
bakmıyorlarmı ki Biz orada her değerli çiftten nice nebatlar bitirdik.
- Şüphesizki bunlarda
(Allah'ın gücüne) deliller vardır. Fakat onların çoğu inanıcı olmadılar"[42]
Burada, değerli diye
tercüme ettiğimiz "kerîm" sıfatı aslında; iyilikte bulunan, karşı
tarafa iyi ve değeri olan şeyler veren anlamındadır. Bitkilerde eş çiçekler
birbirlerine iyilikte bulunuyor. Bu yolla hem onların nesilleri devam ediyor ve
hem de bitkiler tüm insanlığa ve hayvanlara iyilikte bulunuyorlar. Bitkiler
gerçekten bütün aile ve türleriyle bu kerîm sıfatına lâyık olmuşlardır.
Bilindiği gibi bu sıfat yüce Allah'ın sıfatlarından biridir ve O, karşılıksız
nice nimetler bahşedendir. Allah'ın kendi sıfatını bitkilere vermesinin
herhalde bize anlatmak istediği çok yüksek bir anlamı olmalıdır. Diğer bazı âyetlerde
ise onlara âit çiftler (: ezv âc) doğrudan güzel ve iç açıcı anlamında
"behîc" sıfatıyla nitelendirildiler. Burada onların hem çeşit çeşit
güzellikleriyle göze hitap etmeleri ve hem de nefes alıp vermemize yaptıkları
katkı bu sıfatın anlam boyutları içinde düşünülebilir. Bu "behîc"
sıfatının Kur'an'da iki kere geçmesi bitkilerin bu iki yönlü işlev ve katkısına
bir işaret olabilir ki biz çevre ve hayat dengeleriyle ilgili başlıkta bu
konuya tekrar döneceğiz. Önce topraktan ve sonra da insan suyundan yaratılıp
üremeye devam eden insanlığın bu durumlarını anlatan âyet, sonunda şu
cümlelerle biter:
" Sen yeryüzünü
kupkuru ve ölü bir halde görürsün. Fakat Biz onun üstüne su indirdiğimiz zaman
o hareketlenir, kaharır ve her güzel; iç açıcı çiftten (ve türden) nebatlar
bitirir".[43]
Güzel ve iç açıcı
çiftlerden sözeden bir diğer âyetin ifâdesi de şöyledir:
" Onlar yeryüzüne
bakmıyorlarmı, Onu nasıl serip döşedik. Ona nasıl sabit dağlar atıp
yerleştirdik ve orada her güzel; iç açıcı çiftten nebatlar bitirdik".[44]
Biz Kur'an'da,
bitkilerdeki cinsiyete, değişik tür ve ailelere değinen daha başka âyetler de
görmekteyiz. Onlardan birinde şöyle denilir:
" O Allah ki
yeryüzünü size bir döşek yapmış, orada sizin için yollar açıp gökten de su
indirmiştir. İşte Biz onunla çeşitli bitkilerden çiftler (ve türler)
bitirmişizdir".[45] _
Canlıların değişik
cins ve türlerde ve çift çift yaratıldıklarını anlatan Kur'an[46]
nihayet bu hususta ilk sunduğumuz âyette görüldüğü gibi çok daha genel bir
anlatım içinde konuyu bir kere daha şöyle takdim eder:
" - Biz göğü
kuvvetle bina ettik ve Biz gerçekten ve cidden (onu) genişleticiyiz.
- Yeryüzünü de Biz yayıp döşedik. (Bakın) Biz
ne güzel döşeyicileriz.
- Biz her şeyden de iki çift yarattık, olurki
düşünüp ibret alırsınız".[47]
Burada göklerin
genişletilmesi ve yeryüzeyinin döşenip tanziminden sonra her şeyden de iki çift
yaratıldığının dile getirilişi bu ikiliğin genel olduğunu göstermektedir.
Yeryüzündeki canlıların üreyip çoğalması ve çeşitlenmesine bu ikilik sebep olduğu
gibi muhtemelen göklerdeki genişlemeğe de maddelerdeki bu İki zıtlıktan
kaynaklanan çoğalma ve çeşitlenme yol açmaktadır. Sözkonusu âyetlerde geçen
"zevc-ezvâc" kelimlerine, erkek ve dişiden ibaret çiftler yahut
cansız nesneler sözkonusu olduğunda artı ve eksi güç yüklü çiftler anlamını
vermek mümkün olduğu gibi bunları sınıf, aile ve türler olarak mânalandırmak
da mümkündür. Fakat birinciler olmadan ikincilere nasıl erişilecektir? Bütün
meyvelerde iki çift bulunduğu ifâde edilen bir âyette onların çiçeklerinde
ortaya çıkan ikiliğe dikkat çekilmiş gibidir. Yeryüzünün tanzimini de konu
edinen bu âyetin meyvelerle ilgili bölümünde şöyle denilir:
" Allah,
meyvelerin hepsinden, yine kendilerinin içinde (erkekli-disili) ikişer çift
yaratmıştır"
İlk yaratılışta erkek
ve dişiden hangisi öncedir veya her ikisi berabermidir? Biz insan misâlinde
erkeğin önce olduğunu, Havva'nın Adem'den yaratıldığını görüyoruz. Diğer
canlıların ve bitkilerin durumları hakkında ise kesin bir şey söylemek
durumunda değiliz.
Kur'an-1 Kerîm'de
yaratılışla ilgili fiillerden bir diğeri de "bess: " fiilidir. Bunda
sâdece üretip çoğaltma anlamı yoktur. Bununla beraber ve özellikle de onun
yayma anlamı vardır ve Kur'anda, yanlızca üreyip yürüyen ve yayılıp dağılan
insani ve hayvan türünden canlılar İçin bu fiil kullanılmış, bitkiler için ise
kullanılmamıştır. Bunun sebebi nedir? Acaba insan ve hayvanlardan her türün
ilki önce bir tek yerde ortaya çıkıp sonra bunlar dünyaya oradan mı yayıldılar?
Bu fiilin yanlız onlara tahsisi böyle bir durumu anlatmak için olabilir.
Bitkilere gelince onlar, türlerine göre, aralarında zaman farkı olmakla
beraber, yeryüzünün uygun olan her yerinde yaygın olarak mı ortaya çıktılar?
Bunu bilemiyoruz. Biz Hz. Adem (S) misâlinde ise insanlığın açıkça bir tek kişiden
ve bir tek yerden üreyip yayıldığını görüyoruz. "Bess" fiili
Kur'an'in bazı âyetlerinde; saçma, dağıtma ve toz kaldırma gibi anlamlarda
kullanılmıştır. Fakat bitkilerin yayılışi Kur'an'da böyle bir anlatıma konu
olmamıştır.
"Bess: fiili canlılar hakkında kullanıldığında
özellikle sıçrayarak ve yürüyerek yer değiştiren türden olan İnsan ile hayvan
türleri "devâbb:" için kullanılmış [48]ve
hatta kuşların bunlara dahil olup olmıyacağı mü-fessirlerce tartışma konusu
yapılmıştır. Biz yere indiklerinde kuşların Öncelikle bu sınıfa dâhil
olacaklarını söyliyebiliriz. Çünki onlar yerde debelenip giderler,
"debb:" arap dilinde, sıçrama ve yürüme anlamlarına gelir. Bunda uçma
anlamı yoktur. Ancak Kur'an âyetlerinde bu fiil, genelleştirme yoluyla uçma
eylemini de içine alabilmektedir.[49]
Canlıların yeryüzüne ilk dağıldıkları sırada muhtemelen kuşlar henüz uçma
tekâmülüne erişememişlerdi ve onlar da sıçrayarak ve yürüyerek hareket
ediyorlardı. Kur'an-1 Kerîm'de, yayılma hareketlerinin; deprencrek ve
sıçrayarak veya düzgün yürüyerek yer değiştiren canlılar olan
"devâbb" için sözkonusu edilişi, böyle bir gerçeği anlatma gayesine
yönelik olabilir.
İnsan topraktan
yaratıldığına göre daha basit yaratıklar olan bitki ve hayvanlar da elbet
topraktan yaratıldılar. Acaba ilk yaratılışta ve ilk hamurun mayalanmasında
göklerden alınan bir şey olmuşmudur? Kur'an-1 Kerîm 'de, demirin yaratılışı
anlatılırken yukardan aşağıya ve gökten yere indirme anlamında olan
"inzal" fiili kullanıldığı gibi[50]
özellikle etleri yenilen, sütleri içilen; deve, sığır, koyun-keçi ve bunların
erkek ve dişileri olmak üzere sekiz çift hayvan (:erTânı)ın yaratılışlarından
söz edilirken de aynı fiil kullanılmıştır.[51]
Acaba "inzal" ilk oluşumun göklerde başlayıp sonra dünya şartlan
içerisinde tamamlanan bir yaratma dayımıdır? Demir mâdeninin Kur'an'da
anlatıldığı biçimde bir evrim geçirdiği bugün konunun uzmanlarınca ifâde
edilmektedir. Kur'an-ı Kerîm'de neden; her yönden bir nîmet olarak insana
sunulan sözkonusu bu gelişmiş hayvanların yaratılışları da aynı fiille ifâde
edilmiştir? Bu fiil, bir kısım müfessirle-rin anladığı şekilde doğrudan yaratma
anlamına gelebileceği gibi gene onlardan bir kısımlarının dedikleri gibi bu
fiil, sözkonusu hayvanların oluşumu ile İlgili ilâhi irade ve kararın
yaratılış mahalline indirilmesi olarak da yorumlanabilir. Bu arada bazı
müfessirler de, H z. Âdem misâlinde olduğu gibi bu hayvanları da yeryüzüne
cennetten indirmişlerdir.[52]
Çeşitli türde giysiliklerin indirildiğine dair olan âyet de gene aynı tarz
yorumlara konu olmuştur.[53]
Bugün kendilerinden elbise yaptığımız keten ve pamuk gibi bitkiler yeryüzü
ortamı içerisinde yaratılmışlardır ki biz bunun için Araf sûresi 32. âyette
"inzal" in zıddı olarak "ihraç: " fiilinin kullanıldığını
görürüz. Oysa az önce söylediğimiz gibi aynı sûrenin 26. âyetinde giysiliklerin
yaratılışı "inzal" fiiliyle ifâde edilmiştir. Bunlar bitkilerden
değil de hayvanların tüy ve derilerinden elde edilen giysilikler olmalıdır. Biz
buradan, bitkiler "ihraç" biçiminde, hayvanlar ise inzal biçiminde bir
yaratılış ve oluşuma tâbi tutulmuşlardır, diyebiliriz. Fakat bîz bu oluşumların
mâhiyetlerini bilimsel araştırmalara bırakmak durumundayız. Eğer yeryüzünde
demirin oluşumuna göklerin maddî katkıları varsa yaratılışları aynı fiille
anlatılan sözkonusu hayvanların oluşumlarında da bazı gezegen ve yıldızların
katkıları var demektir? Bunlar insanlar nezdinde gözde hayvanlar oldukları
için onlar insan önüne bir misâl olarak konulmuş olabilirler. Belkide tüm
hayvanlar aynı yolla yaratıldılar veya muayyen bir devrede göklerden inen bazı
madde ve elementlerle bu gelişmiş hayvanlar aşamasına geçilmiştir. Öyle
görülüyorki hayvanların yaratılışına yardımcı bazı madde ve elementler göklerde
hazırlanıp buraya indirildiler. Demir de aynı şekilde insan Önüne diğer mâdenleri
de temsilen bir m
Bütün bu
anlattıklarımız tesadüfi oluşumlar olmayıp her biri İlâhı kudret ve irâdeyle
meydana gelmişlerdir. İlk oluşumlarda İlâhî irâde bulunduğu gibi ondan sonraki
gelişimlerin hepsinde ve her bir türün ortaya çıktığı aşamalarda gene İlâhî
irâde ve O'nun etkin gücü vardır. Kur'an'm ilgili âyetleri bu durumu özellikle
vurgulamaktadırlar. Hayat bütün çeşitleriyle Yüce Allah 'm takdirine göre ve
O'nun elinden meydana gelmiştir. Kim bilir dünya, bitkilerden olsun diğer
canlılardan olsun her bir varlığı ve her bir türü ne kadar uzun devirler içinde
ortaya çıkarmıştır. Biz dünyamızın bundan sonra da başka türlere gebe kalıp
kalmıyacağını bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da bu kürenin, üzerindeki
bitki ve hayvanlardan pek çok canlı türünü kaybettiği ve artık onun mevcut
canlıları bile barındıramaz bir hâle getirildiğidir. İnsan denilen o hârika
varlığın atası Âdem'in yaratılış ve gökten indirilişine gelince biz bundan
sonra bu konuyu ele alacağız. Şu kadarını söyliyelimki Âdem'in cennetten
indiriliri için "inzal" fiili değil daha değişik anlamlara
gelebilecek "hubût" fiili kullanılmışım Yüce Allah, bitki ve
hayvanlarıyla tüm canlı hayatı işte şimdi göreceğimiz bu varlığa bahsetmiştir.
Ancak bu bir emânettir, ilk insandan son insana aynen götürülüp teslim
edilmesi gereken bir emânet. İnsan bu hayat içinde büyüktür. Onu daralttıkça
kendisi de küçülür. [54]
İnsan dünyaya bitki ve
hayvanlar yaratıldıktan sonra davet edildi. H z. Peygamber (S) bir önceki
konuda kaydettiğimiz sözlerinde görüldüğü gibi, dünya Ömrünü yedi devreye
ayırmışlardır. İnsan bu devrelerin sonuncusunda ve bu dönemin de sonlarına
doğru yaratılmıştır. Peygamber (S)'in anlatımına göre;
" Yüce Allah,
Adem'i bütün canlı yaratıkların ardından, cuma günü, ikindiden sonra- cuma
(günü) saatlerinden bir saatin sonunda- ikindi ile akşam arasındaki bir zaman
içinde yarattı" .[55]
Bu açıklamadan,
insanlık tarihinin diğer canlılannkine göre çok yeni olduğu anlaşılır.
Peygamber'in bu açıklamasına dayanarak bugün 4,6 milyar yaşında talimin edilen
dünyanın bu ömrüne göre bir hesap yapacak olursak, ilk insanın yaklaşık bir
hesapla son 55 milyon yıl içerisindeki her hangi bir zamanda ortaya çıktığı
sonucuna varabiliriz. Önceki konuda tamamını yazdığımız Peygamber'in bu
açıklamasında dünyanın ömrü yedi zaman dilimine ayrılmış ve bunun en son
diliminin en son saati içerisinde ilk insan yaratılmıştır. Hadiste bu saat
gündüz saati içerisinde verilmiştir. Gündüzü ortalama 12 saat kabul eder ve
dünyanın tahminî ömrünü önce 7'ye, daha sonra da 12'ye bölersek yaklaşık 55
milyon yıllık bir süre buluruz. Bu hese-ba göre insanlığın ilk atası bu dilim
içerisindeki bir zamanda ortaya çıkmış olacaktır. Sağlamlık yönünden ikinci
derecede sayılan bazı hadis kaynaklarında ise dünya'nin yaşı altı devre olarak
verilirki[56] buna göre bir hesap yapıldığında
ilk insanın ortaya çıktığı son zaman dilimi yaklaşık 64 milyon yıl öncesinden
başlıyacak ve dünyanın yaşı büyütüldüğünde de bu son dilim daha da
büyüyecektir. Gerçekten bugün insanlığın tahmin edilen yaşı, Peygamber 'iıı bu
açıklamasından hareketle yaptığımız hesaplarla ortaya çıkan süreçlere uygun
düşmektedir. Buna göre insan son 55 veya 65 milyon yıllık bir süreç içinde ve
bu sürecin herhangi bir diliminde ortaya çıkmıştır.
Tüm bitki ve
hayvanların kendisi için yaratıldığı bu insan denen canlı onlara karşı büyük
bir üstünlüğe sahip olarak ortaya çıkmıştır. Yüce Allah bu yaratığı ile diğer akıllı
türleri oluşturan melek ve cinlerin karşısına âdeta övünerek çıkmış ve onlardan
bu mükemmel yeni eserinin karşısında saygıyla eğilmelerini istemiştir.
Melekler, İlâhî istek doğrultusunda bu hârika yaratığın önünde ve fakat aslında
onu yarattığı için yüce Allah 'a gereken saygılarını secdeleriyle ortaya
koydular. Cinlerin temsilcisi İblis ise bu yeni canlıyı saygıya değer bulmadı.
O kendisinin ateşten yaratıldığını İleriye sürerek topraktan olana saygı
gösteremiyeceği itirazında bulundu. Oysa melekler, ateşten daha üstün bir
niteliğe sahip olan nurdan yaratıldıkları halde onu saygıya değer bulmuşlardı.
Aslında melekler için önemli olan Allah'ın irâde ve emridir ve O'nun bir şeye
önem verilmesini istemesidir. Kur'an-ı Kerîm'de insana bu saygı olayını
anlatan pek çok âyet bulunmaktadır.[57] Yüce
Allah, ateş (:nar)in topraktan üstün olduğu iddiasını onun sahibi ile beraber
reddetti. Gerçekten kâinatta ateşten sonraki bir evrim ve aşama olan
"toprak" bin bir çeşit hayatın kaynağıdır ve her canlı türün sırrı
onun içinde bulunmaktadır. İnsanın da temel maddesini işte bu toprak, bu
sihirli madde teşkil etmiş ve mâhiyeti bilinemiyen "ruh" insanı diğer
canlılardan farklı bir konuma getirmiştir.
Kur'an-ı Kerîm'de,
melekleri ve cinler temsilcisini insana saygı anlamında secdeye davet eden yedi
ayrı emir âyeti bulunmakta, bunlardan beşinde emir doğrudan secde fiiliyle[58] ve
diğer ikisinde de yere kapanma anlamında bir başka fiil ile gelmiştir.[59]
Bizzat bu beş secde emri daha sonra İslâm dininde beş vakit namaz biçiminde
farz bir ibâdet olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Daha düşük derecede vitir
ve bayram namazları türünden sec-deli diğer namazlar ile bu sayı sözkonusu
âyetlerde olduğu gibi toplam yediye ulaşmış olmaktadır. Cuma namazı ise
haftada bir öğle namazının yerini alan bir ibâdet olmuştur. Öte yandan kuşluk
ve teheccüd (gece) namazlarının Peygamber için farz olmasına bakılırsa onun
bakımından farzların yediye tamamlandığı görülür. Bu da Kur'an'm evrendekine
eş bir düzen temeline oturduğunu gösteren delillerden biridir. İlk insana saygı
gösterilmesi için verilen secde emirleri bu dinde artık, insanın kendi kendine
saygısı ve yüce R a b b i n e kulluk ve teşekkürü için bizzat onun kendisinden
istenir olmuştur. Bu noktada hiç kimsenin İblis gibi bir yanılgıya düşmesi de
arzulanmamış tır.
Görüldüğü gibi insan
türüne saygı secdesiyle ilgili toplam âyet sayısı, göklerin sayısına eşittir.
Böylece Kur'an, insana gökler çapında bir mâna kazandırmıştır ve ona tüm
göklerin Allah'a itaatma eş değerde bir ibadet görevini bir hediye gibi
yüklemiştir. Müslüman için her bir namaz ibadeti meleklerin Ademe secdesi
kadar ve hatta ondan daha fazla önemli olmuştur. Çünkü müslümanm secdesi Adem
yerine doğrudan Yüce Allah'a yönelik bulunmaktadır. Bundan geri duran insan
Yüce Yaratıcıyı dinlememe yanında o kendi insanlığına da saygı göstermiyor ve o
kendi kendisi karşısında şeytan durumuna düşüyor demektir. Her insan insanlığın
eşit bir üyesi olduğundan dinde kim olursa olsun insanın insana secde, rukûu ve
bu ölçülere varan saygısı yasaklanmıştır. Namazın tarihi bu ilk secde olayına
kadar uzanmalı ki şeytan en çok bu İbadetin ihmali için uğraş verir görünüyor.
Buraya kadar ele
aldığımız konularda görüldüğü gibi Kur'an-ı Kerîm; tüm yer, gökler ve bunların
içindeki canlı-cansiz bütün her şeyin yaratılışta kendine göre bir tekâmül
devresinden geçtiğini açıkça ortaya koymaktadır? Kur'an'daki anlatımlara
bakılırsa hiç bir şey bir anda oluşmamış ve her-şey ve her âlem bulunduğu son
noktaya kendisine ait evrim kanunlarına uyarak gelmiştir. Şu kadar varki
yaratılış için verilen emir bir tekdir[60] ve
bundan sonra her şey kendi sırasında ve kendi tekâmül ve evrim kanunlarına
uyarak oluşumunu ve gelişmesini tamamlamıştır. Evrende elbet bölünebilen en
küçük zaman birimi içerisinde yaratılan ve oluşan şeyler de vardır. Evrenin
ilk temel maddesi şüphesizki bir anda ortaya çıkmış olmalıdır. Bazı şeyler de
bir anlık zaman içinde yaratılırlar. Fakat evren bir bütün olarak belli
aşamalardan geçer ve belli zaman süreçleri içerisinde akıp şekillenir. İşte insan
denilen bu canlının ilk atası ve ilk anası da aynı tekâmül devrelerinden
geçmişlerdir. Fakat ilk insan Âdem daha ilk anda insan olmak üzere ayarlanıp
yaratılmıştır. İnsanın ham maddesi olan toprak bütün çeşitleriyle İlâhî El
tarafından toplanmış ve onun hamurunu sâdece ve sâdece bu El yoğunıp
şekillendirmiştir. Âdem ile ilgili bütün Kur'an âyetlerinde o, bağımsız bir
canlı türün ilk atası olarak gösterilmekte ve her şeyde olduğu gibi onun da
yaratılışı tesadüflere değil yüce İlâhî irâdeye bağlanmış bulunmaktadır. Bu
irâde cinler hâriç tutulursa yeryüzünün tüm canlıları arasından bir tek insan
oğlunu mükellef tutmuş ve yalnız ona sorumluluklar yüklemiştir.
Kur'an-ı Kerîm'de
insanın ayrı ayrı yaratılış ve oluşum safhalarından söz edilmektedir. O daha
henüz insan denilen bir yaratık hüviyetini kazanmadan önce uzun bir merhale
geçirmiştir. Kur'an onun bu safhasını şöyle anlatır;
" İnsan
üzerinden, henüz kendisinin anılmaya değer bir şey olmadığı uzun devirden bir
süre geçmiştir"[61]
Kur'an müfessirlerinin
çoğu bu uzun süreyi, Âdem'in geçirdiği safhalar şeklinde anlarlarken bazıları
da bunu insanın ana rahminde geçirdiği dönemler olarak düşünürler.[62] Her
iki oluşum ve yaratılışın Kur'an 'da anlatılan belli safhaları vardır ve
insanın yeryüzünde ilk yaratıldığı maddeyi toprak oluşturmaktadır ve bu toprak
insan şeklinde bir varlığa dönüşünceye kadar gene belli aşamalardan geçmiştir.
İbn Abbas (ö. 68 H/687 m), Fahrud-dîn er-Râzî (1150-1210 m) ve Endülüslü
Kurtubî (ö. 671 h/1272 m)'nin de dahil bulundukları çoğu müfessirin yaptıkları
sıralamaya göre, topraktan başlıyan bu aşamaların ikincisi çamur (:tîn) hâli,
üçüncüsü insan biçiminde şekillenmiş kara balçık (hamev mesnûn hâli, dördüncüsü
de pişmiş kuru çömlek gibi olan balçık (salsâl) dönemidir.[63] Bazı
kaynaklarda İse 3. ve 4. safhalar İbn Abbas (r.)'ın sıralamasında yer
değiştirmiştir.[64]
Tik insanın topraktan
yaratıldığına dâir Kur'an'da altı âyet[65] ve
onun niteliksiz sâdece çamur safhası hakkında gene altı âyet vardır.[66] Bu
çamurun değişik nitelik ve safhalarım veren âyetler sayısı da gene altıdır.[67]
Elbet bu sayılar tesadüfi bir anlatımla ortaya çıkmış olamaz. Bunlar bize belli
süreçleri ve belli oluşum ve gelişmeleri anlatıyor olmalıdırlar. Kur'an ifâde
ve düzenleme olarak evren gibi bir düzen ve denge temeline oturduğu için bu
durumun elbet bize anlatmak istediği şeyler vardır. Nitekim insanın, ana karnında,
hücre bölünmesi ve molekül sıralanması yoluyla oluşup gelişmesini ifâde eden
"fatr: " fiili ve Allah'ın buna ilişkin yaratıcılığı Kur' an 'da altı
yerde dile getirilmiş ve nihayet, az sonra ele alacağımız bir âyette bebeğin,
doğuncaya kadar ana karnında geçirdiği altı safhaya dikkat çekilmiştir.[68]
Buradan anlaşılan şudurki ilk insan da ana rahmi dışında tabiatta benzer
safhalar geçirmiş veyahutta onun tabiattaki bu oluşum ve gelişim safhalarına
benzer merhalelerin yerini bu sefer ana karnındaki bu safhalar almıştır. Bütün
bunlar, ayrıca göklerin altı oluşum safhasıyla eşleşmiş bulunmaktadır. Hatta
hamilelik ve çocuğun sütten kesilmesine ilişkin sûreleri veren iki ayrı âyetin
ortaya koyduğu rakamlar [69]birbirinden
çıkarıldığında asgari hamilelik süresi tam 6 ay olarak ortaya çıkmaktadır. Bu
da fıkıh usûlü biliminde 7. aya ayak basmış olma demektir. İşte burada da bir
bebeğin yaşayabilme şansı ceninin asgarî 6 ayını bitirmiş olmasına bağlanmış
bulunmaktadır. Burada ilgi çekici olan, ayrı sûrelerde olmalarına rağmen bu
âyetlerden biri 14, toplam daha uzun süreyi veren öteki de buna uygun olarak
15. rakam sırasında yer almış olmasıdır. Varlığın derinliğinden gelen bu
safhalar 0-6, 12, 18 yaşları olarak oyun hayâtının önemli dönemlerini de oluşturuyor
gibidirler. Biz burada şu noktaya da yer vermekten geçemiyoruz. İnsanın
yaratılması için atılıp koşan meni Kur'an-ı Kerim'de atılgan su anlamında
:mâ'un d âfık" tabiriyle ifade edilmiştir.
Topraktan insana
geçişin tamamlanmasından sonra üreyip çoğalmanın ana karnındaki aşamalarına
gelince bu hâdise meni denilen erlik suyu İle başlatılmıştır. Yeni bir insanın
oluşması için bu suyun duraklamadan sür'atle yerine ve hedefine ulaşması
gerekmiştir. Onun canlılık güç ve atılganlığım muhafaza etmesi şarttır. İşte bu
hassas noktaya değinen Kur'an-ı Kerîm ilgili ayette buradaki fışkırma ve
atılganlık (:dıfk) olayına dikkat çekmiştir. Târik sûresinde yer alan bu âyet
orada, insanın oluşum safhaları sayısı olan 6. âyet şuasına konulmuş
bulunmaktadır. Bu bir tesadüf olmamalıdır. Patlayıp yahut bölünüp ayrışma
(:fatk ) suretiyle felekî (:kozmik) bir çekirdekten 6 safhada göklerin ortaya
çıkışı ile buradaki "dıfk" hâdisesi arasında benzerlikler vardır.
Her iki hâdise hakkında da birer âyet gelmiştir ve her ikisinde de biri insana
öteki evrene ait olmak üzere ilk çekirdekler 6'şar safhadan geçerek Yüce
İradenin hedeflediği varlıkları oluşturmuşlardır. Her ikisinin kendi iç
safhalarındaki yapılanmaları da daha önce belirttiğimiz gibi aynı
"fatr" fiiliyle sözkonusu edilmiştir. Her büyük başlangıç kendi
çapında büyük bir hareket ve canlılıkla başlamaktadır. Âyette belirtilen
"mâ'un dâfık" ile adı geçen Târik sûresine adını veren ve çok yüksek
gücüyle delip geçme özelliğine sahip bulunan yıldız "necin sâkıb"
arasında da her iki hâdisenin akışı bakımından bir benzerlik kurulduğu
söylenebilir. Kur'an'da hayatî (: biyolojik) oluşumlar ile felekî (: kozmik)
oluşumların yer yer bir bütünlük içinde birlikte ele alındığı bir vakıadır. Biz
bu noktadan sonra şunu da belirtelim ki dişi yumurtanın ilk döllenme aşaması
Kur'an'da '" alak:" veya "a 1 a k a " tabiriyle ifade
edilmiştir. Bu arap dilinde tutunma ve asılma anlamına gelir. Biri diğerine
tutunmuş veya öteki bunu alıp tutmuştur. İşte ana karnında yaradılış bu noktada
başlar. İlk nazil olan âyetlerin yer aldığı 'Alak sûresi adını işte bu olaydan
almıştır. Yüce Allah yeryüzüne Hz. Muham-med (S)'e ikinci olarak indirdiği
âyette kendi yaratma güç ve sıfatını ilk defa bu nokta için dile getirmiştir.
Artık tüm insanlığa İlâhî Hitap başlamıştır ve insanın da varlığı işte buradan
başlamaktadır. İlk âyette ise "Yaratan Rabbin adı ile" ifadesi yer
almakta ve Yüce Rabb insan denen bu eserini âdeta kendi isim ve mührüyle
yaratmış olmaktadır. Sanatkârların eserleri kendi mühürlerini taşır. Ancak
burada Yüce Allah kendisinden sonra insana gene kendisini yani insanı anlatmaya
başlamıştır. İlk başa ise "Besmele" yerleştirilmiştir. Allah her zaman
bu eseriyle övünmek istemiş, melek ve iblisin karşısına da onu, övünerek
çıkarmıştır. Allah insandan da hep Övgüye lâyık amel, iş ve davranışlar
beklemiştir.
İnsan denilen canlıyı
oluşturacak olan toprak hamurunun yâni çamurun Kur 'an 'da dört ayrı özelliğinden
ve daha doğrusu dört ayrı aşamasından söz edilir. Bunlardan biri ve daha
doğrusu ilk aşama için şöyle denilir:
" Andolsun biz
İnsanı çamurdan (süzülmüş) bir hulâsadan yarattık"[70]
Bu âyete göre süzülen
bir çamurun özü (:sülâle min tîn ) insanın ilk temel hamurunu teşkil ederken[71]
diğer bir âyette bu çamurun yapışkan (:tîn lâzib ) özelliği ve daha doğrusu
böyle bir aşaması dile getirilmiştir. Bu âyette de şöyle denilir:
" Şimdi (Ey
Muhammed) onlara sor: onları yaratmak mı daha güçtür, yoksa yarattığımız diğer
şeyleri yaratmakmı? Gerçek şu ki Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan
yaratmışızdır"[72]
Burada, yapışkan çamur
olarak geçen ifâde İbn Abbas (r.) dan başlıyarak İslâmî ilk devir
müfessirlerince; "içinde kum olmıyan, güzel, temiz ve yapışıp uzayan bir
çamur" diye mânalandırılmıştır.[73] Gene
aynı dönem müfes-sirlerindenMücâhid (ö. 100 h/718 m) veDahhak (ö. 105 h/723 m)
gibiler ek olarak ona "kokuşmuş çamur" anlamını da vermişlerdir.[74] Bu
çamurun yapışkan olmasına karşılık, süzülmüş çamurun da akışkan olması
sözkonusu olabilir. Bir kimsenin sülâlesi onun kendisinden akıp gelen özüdür.
Bunun gibi ilk insan da çeşitli toprak numunelerinden yoğrulan bir çamur
özünden vücut bulmuştur.
İnsanın ilk maddesi
olan toprağın bu çamur merhalesinde elbetteki Su, toprak kadar önemli bir unsur
olacaktır. Çünki çamur, su ve topraktan ibaret bir karışımdır. İran ve Türk
illerinde ilmî faaliyetlerde bulunan müfessir-filozof Fahruddîn er-Râzî; insan
ve hayvanların gıdasını bitkilerin teşkil ettiğini, bitkilerin de toprak ile
suyun karışımı olan ve âyette belirtilen nitelikteki çamurdan doğduklarını
kaydettikten sonra, insana gıda olup onda hayat bulan madde terkibinin böyle
bir çamurda da hayata dönüşebileceğini anlatır.[75]
Yapışkan ve kokuşmuş bu çamurda bazı hayati faaliyetlerin harekete geçtiği
açıktır. Diğer yandan çamur hâlinin uzun süre devam edebilmesi için bu nesnenin
sulak bir ortamda bulunmasının zarureti de ortadadır. İnsana doğru giden böyle
bir nesne kendi içindeki hayatiyet gücünü sudaki hayatiyet ile birleştirip
besliyerek canlılığa doğru bir gelişme göstermiş olmalıdır.
" Her canlı şeyi
sudan yarattık" [76]anlamındaki
âyet böyle bir oluşumu da kapsamı içine alacak genişliktedir.
İnsana doğru giden
oluşumun dördüncü aşaması-ki bu İbn Abbas 'dan gelen bir sıralamaya göre
üçüncü aşamadır- çömlek gibi kuru balçık dönemidir. Biz daha önce bu merhaleyi
de çamur aşaması içinde göstermiştik. Tabiiki bu çamur döneminin kendi içinde,
âyetlerde görüldüğü gibi, pek çok aşamalardan geçtiği söz konusudur. Yapışkan çamurdan
çömlek gibi kum balçık merhalesine geçiş ile ilgili âyetlerden birinde şöyle
denilir:
" Andolsun Biz
insanı, kuru bir çamurdan, kokusu değişmiş ve şekillenmiş kara bir balçıktan
yarattık"[77]
Burada belli bir
değişim geçiren çamurun kaba taslak insan biçiminde şekillendiği ve onun belli
bir katılık ve kıvama geldiği anlatılır.[78] Şu
kadar varki bu kaba taslağın düzenlenmeğe ve bünyesinde dengelerin kurulmasına
ihtiyacı vardır. İşte bu durum hemen bir sonraki âyette şöyle dile getirilir:
" Ben onun son
düzenlemesini yaptığım ve ruhumdan ona üflediğim zaman siz (melekler ve iblis)
hemen onun için secdeye kapanın[79]
Ana hatlariyle ortaya
çıkan şekille ilgili bu son düzenleme işlemi için sözkonusu âyetlerde
"tesviye" kelimesi kullanılır. Böylece daha ilk başta hedeflenen
yapı ortaya çıkınca ona insan kişiliğini verecek olan İlâhî ruh üflenir. Artık
meleklerin ardından, evrende, saygıya değer bir varlık daha ortaya çıkmıştır.
İnsan için en güzeli
onun yerkürenin aslî maddeleri olan toprak ve sudan yaratılmış olmasıdır.
İnsanın bunların karışımı çamurdan yaratılmış olması ne Allah için bir
eksikliktir ve ne de bu, insana bir eksiklik getirir. Biz Kur'an-i Kerîm'de
bunu şöyle bir ifâdeyle anlatılmış buluruz:
" O Allah,
yarattığı her şeyi güzel yapan ve inşam yaratmaya da çamurdan
başlıyandir".[80]
Burada, dünya şartları
içerisinde, insan için en güzelinin onun topraktan yaratılmış olması,
gösterilir. Çünki insan toprak ve suyun nimetleriyle beslenecek ve yeryüzü
imkânlarını kullanacaktır. İnsanın bu durumu ona, eğer varsa, dünyamız gibi
başka gezegenlerden faydalanma imkânı da bahşedecektir.
Kur'an'ın bir diğer
ayetinde insan heykelini oluşturan balçığın bir çömlek kuruluğundaki durumuna
değinilire[81] ki bu, daha önce
söylediğimiz gibi müfessirlerin büyük çoğunluğunca, kendisine ruh verilmeden
önce, Âdem'in toprak döneminin en son merhalesi olarak kabul edilir. Endülüs
ülkesinden şöhretli müfessir Kurtubî (ö. 671 h/1272 m) bu konuda Kur'an
müfessirlerinden büyük çoğunluğun görüşünü anlatırken şunları yazar:
" Âdem önce
dağınık durumda bir topraktı. Sonra bu toprak ıslanıp çamur oldu ve beklemeğe
terkedildi. Bu dönemde o çürüdü ve değişken kara bir balçık hâlini aldı. Ondan
sonra da kuru balçık hâline geldi"[82]
Bu son evresinde
taslak vücudun, önceki dönemlerine göre daha da katılaştığı ve nerdeyse bir
çömlek sertliğine yaklaştığı anlaşılmaktadır. Fakat o, bazı müfessirlerin de
dedikleri gibi genede kokuşmuş bir çamur özelliği taşıyor olabilir.[83]
İnsan denilen bu canlıya dönüşecek bir bedeni elbetteki pişmiş bir çömlek
sertliğinde düşünmek doğru olmaz. Bu onun önceki durumuna kıyasla bir
benzetmeden ibaret olmalıdır. Nitekim ilgili âyette de benzetme edatı
kullanılmıştır. Ayrıca bizim, kuru balçık olarak tercüme ettiğimiz sözkonusu
âyetlerdeki "salsal: kelimesi eski arapçada; et kokuşması, anlamına da
geliyor.[84] Bu da onda hayatî
faaliyetlerin son aşamaya doğru geldiğini gösterir. Bütün bunlardan sonra az
önce kaydettiğimiz âyetlerden birinde anlatıldığı üzere eksiklerini tamamlama
ve uzuvlarını dengeleme devresine sokulmuş ve bunun sonunda da ona insanî
kişiliğini kazandıran o muamma ruh üflenmiş ve artık o, saygıya değer bir
varlık hâline gelmiştir. Âyetler göz önünde bulundurulduğunda insanın oluşum
ve gelişmesini altı ana devrede tamamladığı görülür. Bunlar; toprak, çamur, süzülmüş
çamur, yapışkan çamur, değişken ve şekil tutan kara balçık ve nihâyet çömlek
benzeri sertleşmiş balçık devreleridir. Bu en son safhadan sonra toprak ve
çamura ait bütün safhalar bitmiş ve insan heykeli artık bütün bu merhaleleri geride
bırakarak kanlı canlı etten ibaret bir bünye özelliğini kazanmıştır. Bu
dönemin başında ona doldrulan İlâhî ruh ve beşerî duygular şüphesiz bir anda
onu donukluktan kurtarıp en sevimli bir yaratık hâline getirmiş ve bundan sonra
o artık yeni bir safhaya girmiştir. Dil bakımından "âdem" kelimesi
ise; yer yüzeyinin görünen kabuk kısmı yahut esmer veya öncü olmak gibi anlamı
olan bir fiil kökünden gelmektedir.[85]
Biz Adem'in ilk
safhaları üzerinde biraz daha duracağız. Sağlamlık yönünden ikinci derecedeki
bir kısım hadis kaynaklarında Hz. Muhammet (S) 'in, Âdem 'in yaratılışı ile
ilgili şöyle bir sözüne yer verilir:
" Yüce Allah,
Âdem'i, yeryüzünün tümünden aldığı bir Hitam topraktan yaratmıştır. Âdem'in
çocukları insanlar da yeryüzeyi toprağının çeşidi miktannea çeşitlenip
geldiler. Onlardan kimi ova gibi (uyumlu ve yumuşak), kimi yeryüzünün yüksek ve
katı kısmı gibidirler. Kimi pis, kimi de temiz ve hoş olur. Bazıları da ikisi
arası bir durumdadır" .[86]
İnsanlardaki ruhî ve
bedenî farklılıkların kaynağını temelde yeryüzeyi toprağındaki çeşitliliğe
bağlıyan Peygamber, ilk insanın yaratılışına esas olan cevherin tüm
yeryüzeyinin ve yerkabuğunun bir hulâsası olduğunu söyler. Bu açıklaması, daha
Önce kaydettiğimiz; "Andolsun Biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hulâsadan
yarattık" âyetiyle de uyum içindedir. Bu, bir ihtimal, yüzey topraklarının
denizlere sürüklenip orada birbirine karışan nü-mûııe bir çamur özü olabilir.
Bu öz, denizle bağlantısı bulunan sulak bir yerde uzun devirler sürecek bir
işleme tâbi tutulmuş olabilir. Bu yerin daha sonra yavaş yavaş su ile
bağlantısı kesilmiş olmalı ki insan adayı çamur nesne sertleşmeye yüz tutsun.
Böylece o, belli şekilleri kabul eder bir hâle gelecektir. Elbet denizler tüm
yer kabuğundan örnekler toplıyan bir hazîne durumundadırlar. Eğer insan her
çeşit toprak örneklerinin bir özünden oluşmuşsa araya deniz aracılığının
girmesi mantıkî olacaktır. Â d e m ' in hamuru çok yağmur alan ve nemli bir
yerde sürekli sulanıp nemlendirilmiş de olabilir. Kur'an'da ilk insan hakkında
verilen bunca temel bilgiye rağmen gene de onun yaratılışı ve hayatı sırlarla
doludur. Ve biz burada Kur'an ve hadisler doğrutusunda sâdece bazı tahminler
yürütüyoruz.
Âdem'in hayatındaki
sırlardan bir diğeri onun önce cennete konulmuş olması ve sonra oradan yere
indirilmiş bulunmasıdır. Nasıl oluyor da ilgili âyet ve hadislerde görüldüğü
gibi, yeryüzü toprağından ve onun tabiat ve şartları içerisinde yaratılan Âdem
eşi Havva ile beraber önce cennete yerleştiriliyor! Bu cennet insanların öteki
hayatlarında içinde olmak istedikleri cehennem karşıtı olan bir cennetmidir
yoksa orası, yeryüzünün cennet gibi ve fakat yüksek bir arazi kesimimidir? Bu
konuda İslâm kesiminde iki ayrı görüş ortaya çıkmıştır. Hz. Âdem'in cennetten
indirilişi ile ilgili âyetlerde yukarıdan ve özellikle gökten yere inme
anlamındaki "nüzul" yerine sâdece yukardan aşağıdaki bir yere inme
veya bir yerden diğerine intikal anlamındaki "hubût: fiili kullanılmıştır.
Peygamber (S) de Âdem'in cennetten yere indirilişiyle ilgili anlatımlarında hep
aynı fiili kullanmış bulunmaktadır. Kur'an'da bu fiil Hz. Nuh'un gemisinden
karaya inmesi[87] Hz. Musa'nın bir şehre
inip yerleşmesi[88] ve bir kayanın yukardan
aşağı düşme[89] olaylarının anlatımında
kullanılmıştır. Cennette iskân edilen Âdem ile Havva'nın oradan çıkarılış
olayı Kur'an-ı Kerîm'de şöyle anlatılır:
" - Hani
meleklere; Âdem için secde edin, demiştik de İblisten başka hepsi secde
etmişlerdi. O ise dayatmıştı.
- Biz de demiştik ki; Ey Adem, bu hem senin hem
de eşinin düşmanıdır. Sakın o sizi cennetten çıkarmasın; sonra mutsuzluğa
uğrarsın.
- (Ve gene demiştik ki;) Senin için burada aç
kalmak ve çıplak kalmak da yoktur,
- Ve sen gerçekten
burada susamıyacaksın, güneş sıcağında da kalmıyacaksın.
- Sonunda şeytan onu kötü düşünceye saptırdı.
Ona; Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve son bulmıyacak bir devleti göstereyim
mi, dedi.
- Bunun üzerine ikisi
de o bitkiden yediler de hemen çirkin yerleri açılıp kendilerine görülüverdi.
Onlar üstlerini cennet yaprakla-rıyla örtmeğe başladılar. Böylece Âdem Rabbine
karşı gelmiş ve yoldan şaşmıştı.
- En sonunda yine
Rabbi onu seçti de tevbesini kabul etti ve onu doğru yola iletti.
- Ve onlara söyle buyurdu; ikiniz oradan, hep
birden, birbirlerini-zin düşmanları olarak inin. (Bundan sonra) artık ne zaman
Benden size doğru yol (göstericisi) gelir de kim Benim bu doğru yoluma uyarsa
o sapmaz ve mutsuz da olmaz"[90]
Kur'an-ı Kerîm'in bu
anlatımından Âdem ile Havva'nın başlangıçta sindirim olayına yol açrnıyan
gıdalar aldıkları ve sonra yasaklanan ağaç veya bitkiden yeyince böyle bir
olayla karşılaştıkları anlaşılır. İlk başta onların henüz sindirim cihazları
faaliyet hâlinde değildir ve muhtemelen o tam teşekkül etmemiştir. Ne kadar
zaman sonra olduğu bilinmez, onlar sin-dirimsiz hazmı mümkün olmayan ağaçtan yediklerinde
dışarı çıkma olayı gerçekleşir. Bunun üzerine onlar, daha Önce farkına
varamadıkları mahrem yerlerini tanırlar ki bu sindirim olayı onlardaki bedenî
gelişmenin cennette de sürdüğünü ve orada dünya hayatına tam hazırlığın
yapıldığını gösterir.
Âdem ile Havva
sindirim posalarını dışarı attıkları anda, bir tînet olarak ilk defa
kendilerinde beşerî bir utanma duygusu belirir ve onlar açık kalmasını
istemedikleri yerlerini cennet ağaçlarının çok geniş yapraklarından
edindikleri örtülerle örterler. Böylece fıtrat insanda bir haya ve terbiye
olgusuna yol açar. Bu ilk İkİ insan birbirlerinden utanır olmuşlardır. Muhtemelen
orada bu cennete uygun başka hayvanlar da vardır. Fakat onlardan utanılacak bir
durum olmamalıdır. Âdem ile Havva'nın cennette edindikleri bu ilk giysiler
gidecekleri yerde bir işe yaramıyacağından onlara yeni yerlerinde giysiler
edinecek imkânlar hazırlanmıştır. Âyette görüldüğü gibi ilk iki insan sıcak ve
soğuğa karşı değil birbirlerine karşı giyindiler. Henüz bu safhada kendilerine
Allah tarafından verilmiş bir giyinme emri yoktu. Fakat İlâhî irâde onları
böyle duygularla ve tabiî bir terbiye ile donatmış bulunuyordu. İşte daha
sonra İlâhî din bu duygular ve bu fıtrat üzerine kurulacaktır. Nitekim
sonradan insanlar, şeytanın böyle fıtrî bir duygu ve terbiyeyi ortadan
kaldırmaya çalışacağı ve bunun yol açacağı kötülüklere karşı uyarıldılar.
Bunlar Kur'an'da ilgili konu içerisinde şöyle dile getirilir:
" - Ey âdem
oğullan! size çirkin yerlerinizi Örtecek giysiler ve bir de süsleneceğiniz
zînet ve süsler indirdik. Takva giysisi ise daha hayırlıdır. (Bu giysi ve
zînetlerin indirilişi) Allah'ın delillerin-dendir. Olaki onlar iyice düşünüp
öğüt alırlar.
- Ey Âdem oğullan!
Şeytan ana ve bahanızı, çirkin yerlerini birbirlerine göstermek için,
giysilerini soyup nasıl cennetten çıkarmayı sağladıysa sakın sizi de aldatıp
kötülüklere düşürmesin. O ve taraftarları, sizin onları görmediğiniz yerden
sizi görürler. Biz §eytanları inanmıyanların dostları yapmışızdır".[91]
Bu yukardaki âyete
göre Âdem ile Havva cennetten, orada edindikleri yaprak giysilerden soyunmuş
olarak çıkarıldılar veya bu giysiler yolculuğun ilk başlarında yırtılıp
gittiler. Bu da söz konusu giysilerin âyette belirtildiği gibi çok basit
şeyler olduğunu gösterir. Böylece bu iki insan gidecekleri yerde başka örtüler
ve daha sağlam giysiler buluncaya kadar çıplak kaldılar ki bu da, dünyada
kendilerinden başka insan olmamasına rağmen gene de onlar için bir utanç
vesilesi olmuştur. Hayvanlarda bulunmıyan böyle duygular onların
insanlıklarından kaynaklanmaktadır. Günümüzde âdem (erkek) giyinme konusunda
fıtrata ya da ilâhî uyarıya dikkat ettiği halde çoğu havva (kadın) kendisini
şeytanî İsteklere kaptırarak ebedî huzur ve hürriyeti kendi açılıp
saçılmasında arama yoluna girmiş ve onlar çoğu erkek tarafından da sâdece
kendi erkeklik hesaplarına desteklenmişlerdir. Fakat bu durum çok geçmeden
âdemin havvaya karşı duygularını zayıflatarak ve bazan da tamamen ortadan
kaldırarak cinsel duygu bozukluklarına yol açmıştır. Bu yola giren toplumlarda,
Öldürücü sârî hastalıklar gibi eşcinsellik ve diğer cinsel duygu bozuklukları
ileri boyutlara ulaşmıştır. Dünyamız çevre kirliliği gibicinsel duygu
kirliliğine mâruz kalmakta ve bu yönde kurtarılmayı beklemektedir. Ademin
dikkatini çekmek için olabildiğince açılan havva sonuçta bu dünya cennetinde
âdemsiz yaşama tehlikesine mâruz kalacaktır. Nitekim daha şimdiden
yerküremizin pek çok kadım ve pek çok ülkede milyonlara varan ileri yaşlardaki
kızları kendilerine eş bulamamanın sıkıntıları içine düşmüşlerdir. Kadın
zamanla, açıldığı noktaya kadar cazibesini kaybeder. Ondan sonra o itilen bir
varlık olmakta gecikmez. Bu durum onda da pek çok ruhî ve duygusal bozukluklara
yol açar. Elbet toplumda erkeklerle kadınların birbirleriyle her türlü
kayıttan uzak bir şekilde haşir-neşir olmaları da zamanla duygusal kayıp ve
tahriplere yol açacak olan en büyük etkenlerden biridir. Sonuçta en büyük
zararı âdemin mi yoksa havvanın mı göreceği ise bir araştırma konusudur.
Kur'an, kadınları bir tarafa iten Lut kavminin yaşadığı durumun yaşanmaması
için insanlığı uyarmıştır. Toplum ve ruh bilimciler bilimsel olmak için dini
karşılarına almaktan vazgeçip bu konuları gerçekçi bir yaklaşımla araştırıp
siyasetçilere yol gösterici olmalıdırlar. Biz her âdem ve havvanın duygusal
kirlilik ve tahrip ortamından kurtularak onların erkek ve kadın kalmalarını ve
her birinin îlâhî irâde doğrultusunda huzur bulacakları bir yuva kurmalarını
dileyerek esas konumuza dönüyoruz. Şu da bir gerçektir ki dünyanın çoğu havvasi
da ilk yaratıldığı fıtratmdaki o nezih ruh ve duygusunu olanca şeytanlara karşı
bütün sâfiye-tiyle koruyarak tam bir kadınlık ve hanımlık kişiliğini sergilemiş
ve sergilemektedirler.
Âdem ve Havva'yı
cennetten çıkartan iblis şüphesizki onları takibe almıştır. İlk başta karşı
çıktığı bu yeni yaratıkların yücelmesi onu son derece rahatsız ediyor. Fakat o
doğrudan insana bir zarar veremez. İnsan kendisine gene kendi yaptığıyla zarar
verir. Bunun için K u r ' a n ' d a; insana özellikle kendi yaptıklarından
korkması, sâdece ve sâdece Allah'tan çekinmesi uyarısı yapılır. Allah'tan af
dileyen Âdem yeniden Onun nezdinde makbul bir yere sahip olurken[92]
İblis hâla üstünlük iddiasını sürdürmekte ve kendini yüceltme yolunu seçme
yerine, insanı küçük düşürerek ona kıyasla kendisini üstün gösterme çabalarına
devam eder. Birini alçaltarak ve yıkarak kendini üstün gösterme yolu gerçek
dinde sâdece şeytan yolu olmuştur.
Âdem cennet denilen
ortamdan daha henüz iyi ile kötüyü ayırabilme yeteneğini kazanamamış tır.
Şeytan tecrübesinden sonra ancak onun kendisinde böyle bîr temyiz yeteneği
belirmiş olmalıdır. Şüphesiz onun Allah'tan af dilemesinde böyle bir yetenek
etkili olmuştur ki bu onun ili: defa bir yanlışın farkına varması ve ilk af
dilemesidir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de, cennetten çıkarıldıktan sonra ona
doğru yolun gösterildiği söylenir.[93] Bu
ise iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı bilmek demektir.
Adem, ölüm ötesi hayat
hâriç burası yâni dünya için ve burada îlâhî istek doğrultusunda bir zaman
geçirmek için yaratıldı. Bu, Kur'an'da açıkça ifâde edilmektedir.[94]
Durum böyle olunca onun cennet veya cennet gibi bir yere geçici bir süre için
konulduğu açıktır. Öyle anlaşılıyorki o ve Havva böyle bir yerde bedenî ve ruhî
bazı eksiklerini tamamladılar. İblisin isyan edip melekler diyarından
kovulduktan sonra[95]
Âdem'in cennetinde bulunması bu yerin gerçek cennet olduğu konusunda bir şüphe
uyandırmaktadır. Nitekim bu cennetin mâhiyeti İslâm bilginlerince
tartışılmıştır. Fahruddîn er-Râzî ve onun ardından aynı şeyleri yazan kelamcı -
müfessir Neysa-bûrî (Ö. 728 h/1328 m) bu tartışmaların; bahsi geçen cennetin
gökyüzündemi yoksa yeryüzündemi olduğu noktasında yoğunlaştığını yazarlar. Onu
gökyüzünde kabul edenler de bu cennetin, bilinen ebedî cennet olup olamıyacağı
hususunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Ebu'l-Kâsim el-Belhî ile Ebû Müslim
el-Is-fahânî(ö. 322 h/ 934 m) ve Kurtubî'nin yazdığına bakılırsa gene mutezile
mezhebinden bazı kişiler ki Ebû Müslim de bunlardandır, sozkonusu cennetin
yeryüzünde olduğuna inanırlar. Bunlara karşılık, mutezile mezhebinin önemli
sımalarından olan el-Cubbâî bu cennetin gökyüzünde bulunduğunu ve fakat onun
bilinen ebedî cennet olmadığını savunurken sünnî mezheplerin teşkil ettiği
büyük çoğunluk onun bilinen ebedîlik cenneti olduğu görüşünü benimsemişlerdir.
Bu konuda her bir zümre kendine göre bazı deliller ileriye sürmüşler ve
bazıları da susmayı tercih etmişlerdir. Adem'in cennetim göklerde kabul edenler
daha önce sozkonusu ettiğimiz ilgili âyet ve hadislerde geçen "hubût:
" fiiline gökten ve yukardan aşağı inme anlamını verirlerken ötekiler
buna, dünyada bir yerden diğer yere geçiş anlamını verirler.[96] Bu
görüş ayrılıklarına karşılık, Adem'in dünya toprağından yaratıldığı hususunda
herkes görüş birliği içinde olmuştur.
Kur'an ve sahih
hadislerde Adem ile Havva'nın cennetten dünyaya indirildikleri yer ve bu yeni
yerlerindeki yaşantıları hakkında bir bilgi bulunmaz. Onların gökyüzündeki
cennetten dünyada indikleri yer hakkında söylenenler sağlıklı rivayetlere
dayanmaz. Bunların bir kısmı Adem'i Hindistan'a Havva anamızı da Cedde
(:Cidde) şehrinin bulunduğu yere indirmişlerdir. Hâkim, Zehebî ve Ibn Sa^d
gibi hadisçilerin kaydettiklerine göre Hz. Ali ve Ibn Abbas (r.a.); Âdem'in
Hindistan'a indiğini söylemişlerdir.[97]
Ayrıca İbn Abbas. Havva'nın Cedde mevkiine indiğini söylemektedir. Gene ondan
gelen görüşe göre bunlar cennette dünya senesiyle 500 yıl kalmışlardır.[98]
Cedde arapçada nine anlamına gelirken "Cidde" bu dilde sahil şehri
anlamına gelir. Acaba Mekke'nin liman şehri bu adını hangisinden almıştır?
Bunu bilemiyorum. Bir kısım islâm tarihçilerinin Kur'an ve hadise dayanmadan
naklettiklerine göre; Âdem Hindistan veya Seylân (:Serendîb) adasına, Havva da
Cidde şehrine inmiş ve sonra onlar birbirlerini Mekke'nin Arafat mevkiinde
bulmuşlardır.[99] Gene halk arasında
dolaşan rivayetlere göre, bu ikisi Arafat'tan sonra hemen onun yanı başındaki
Müzdelife mevkiinde karı-koca olarak insanlığın ilk ailesini kurmuşlardır.
Müzdelife kelime olarak "yakınlaşma" anlamını taşır. Müslümanlar
Arafat ovasında âdeta bu ilk buluşmayı ve Müzdelife'de de ilk insanlık
âi-lesİnİn bu ilk gecelemesini temsîlen hac mevsiminde bu yerlerde buluşurlar.
Bundan sonra onlar artık bu dünyadaki hayatlarında şeytana yer oJmıyacağım
ifâde için Mina vadisinde şeytanları taşlarlar. Arafat buluşması ayrıca İnsanlığın,
öteki hayatta yeni yerleri olan cennet veya cehenneme intikal etmeden önce
hesap meydanında toplanmalarının bir temsili olmuştur.
Önceden de söylendiği
gibi Peygamber (S)'den gelen hadislerde Âdem ve Havva'nın indikleri yerler
hakkında bir bilgi verilmez. Onun sözlerinde sâdece Âdem'in cuma günü yere
indirildiğinden söz edilirki bu gün aynı zamanda Âdem'in yaratıldığı ve gene bu
gün onun cennetten çıkarıldığı gündür.[100] Öte
yandan Cuma, Peygamber (S)'in sözlerinde, dünya ömrünün devirleri arasında en
sonuncusunu temsil eden bir zaman dilimidir. Âdem ile Havva'nın, biri
Hindistan, öteki Cidde gibi birbirinden çok uzak yerlere indirildiğine ilişkin
görüşlere gelince bunun akla sığar tarafı pek yoktur. Onlar aynı yere veya birbirine
çok yakın yerlere indirilmiş olmalıdırlar. Âdem'in topraktan şekillenip hayata
geçişi ve daha genel bir ifâdeyle toprak ve sudan bütün çeşitleriyle hayatın
fışkırması nasıl hâla bizi düşündürmeğe devam ediyorsa bu ilk iki insanın önce
cennete konulmaları olayı da aynı şekilde bizi düşündürmeğe devam ediyor.
Ortak kanı şudurki Âdem ve Havva bir cennete konuldular. Kur'an'da yer alan bu
hükme herhangi bir itiraz yoktur. Fakat bu cennetin yeri ve mâhiyeti üzerinde
düşünceler ve yorumlar farklı olmuştur. Bu cennetin çok lezzetli meyve ve
yiyecekleri olmalıdır ki ünlü ha-disçilerden Ahmed b. HanbeV'm kitabında yer
alan bir habere göre, Hz. Âdem ölüm hastalığmdayken buranın meyvelerini özlemiş
ve oğullarından bu meyveleri bulup getirmelerini istemiştir.[101]
İnsanlığın bir tek
insandan çoğalıp çeşitlenmesine gelince Kur'anı Kerîm 'de bu durum açıkça
ortaya konulmuştur. Bu konuda gelen ve birbirine benzer dört âyetten birinin
ifâdesi aynen şöyledir:
" Ey insanlar!
Sizi bir tek kişiden yaratan ve ondan da esini vare-den ve ikisinden bir çok
erkekler ve kadınlar üretip yayan Rab-binizden sakının..."[102]
Bu âyetlerde
insanlığın anası Havva'nın Âdem'den yaratıldığı ve bütün insanlığın bu
ikisinden türediği açık bir dille bildirilirken bir başka âyette; kabile, boy ve
milletlerin bu iki çekirdek insandan meydana geldikleri anlatılır. İnsan
haklarının temel nas ve ifâdesi olan ve Birleşmiş Milletler teşkilât binalarının
kapılarına yazılması gereken bu âyette şöyle denilir:
" Ey insanlar!
Gerçekten Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizi tanıyasımz
diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Gerçek şuki; Allah yanında en
değerli ve üstün olanınız takvaca en önde olanınız (:O'nun kanunlarını ve
yaratıklarının haklarını en çok gözeteniniz) dır. Şüphesiz Allah her şeyi
bilen ve her şeyden haberdar olandır"[103]
Burada, kök ve
asılları bir olan insan ve milletlerin kendilerini diğerlerinden üstün
görmemeleri ve üstünlüğün; Allah'ın belirlediği yolda yürüyenlere; Allah'ın
kanunlarını ve insanlığın hukukunu en üst düzeyde gözetenlere âit olacağı,
anlatılır. Bundan sonra gene Kur'an'da, insanlardaki dil ve renk farklılığına
değinen ve bu farklılıkları Allah'ın varlığının delil ve belgelerinden sayan
âyetler vardır.[104]
Gene Kur'an'da; meyveler olsun, hayvan ve insanlar olsun bütün bu türlerin
kendi içlerindeki renk farklılıklarını dile getiren ve bu münâsebetle iklim ve
tabii çevreye değinen âyetler bulunmaktadır'[105].
Böylece iklim ve tabii çevrenin renkler üzerindeki etkilerine işaret edilmiş
olmaktadır. Yüce Allah'ın, kendi varbğına ilişkin belge (:âyet)lerden olan bu
farklılıkların ortadan kaldırılmasını islemediği açıktır. Bitki ve hayvanlarda
renk farklılıkları bir güzellik oluyorda bu farklılıklar neden insanlarda
bil" güzellik, kabul edilmiyorlar! Neden kuşların farklı farklı ötüşleri
bir güzellik ve tabiat zenginliği oluyorda milletlerin ayrı ayrı dillerden
konuşup ayrı ayrı türküler söylemeleri bir zenginlik sayılmıyor! Bir tek
aileden bu farklılıklar bu zenginlikler nasıl ortaya çıkmıştır! Elbet bütün
bunlar Allah 'm yüce güç ve sanatının eseridirler.
Havva'nın bîr erkek
olan Adem'den nasıl yaratıldığına gelince Kur'an sâdece bu olayı haber vermekle
yetiniyor. Elbet bu bir doğum olayı değildir. Bu sırada, karşıt cinsiyet
olmadığından Âdem'in tam adamlığı tartışılabilir. Çünkü herşey tam anlamını
zıddıyla kazanır. Hz. Muhammed (S)'in sözlerinden anlaşıldığına göre, Âdem'den
alınan bir parça Hz. Havva'nın vücuduna esas olan ilk nüveyi teşkil etmiştir.
Burada hücre bölünmesi misâli bir bölünme sözkonusu olabilir ki anlatımlar
esas alındığında elbet ana unsur Âdem olarak gelişmiş olacaktır. Havva ise
ondan bir fer' ve fakat müstakil bir şahsiyet olarak kemale erecektir.
Bütün Kur'an mü fes s
Merinin esas aldıkları bir sözlerinde Peygamber şöyle söylemektedirler:
" Gerçek şuki
kadın (erkeğin) kaburga kemiğinden yaratılmıştır. O senin memnun olacağın
şekilde dosdoğru olamaz. Eğer ondan istifâde etmek istersen bu eğrilik
ondayken istifâde edersin. Onu (arzuna göre) tam düzeltmeğe kalkışırsan
kırarsın. Onun kırılması da boşanıp ayrılması demektir".[106]
Genellikle müfessirler
Havva'nın, sol kaburga kemiğinden yaratıldığını ve hatta bu kemik kendisinden
alınacağı sırada Âdem'in uyku devresine girdiğini yazarlar.[107]
Görüldüğü gibi kadının, ruhî ve duygusal yapısını ve erkeğinin ona karşı
olması gereken tutumunu anlatırken Hz. Muhammed, Havva'nın yaratıldığı ilk asla
dikkat çekmektedir.
Şüphesizki Âdem, Havva
olmadan kendisinin erkek olduğu bilincine varamazdı. O kendi varlığındaki dişi
unsuru dışan attıktan ve onun gelişip karşısına geçmesinden sonra ancak her
ikisi de farklı kişilik ve duyguları olan insanlar olduklarım anlamış
olmalıdırlar. Bundan sonra Âdem'in erkeklik duyguları karşı cins olan Havva'ya
yönelmiş ve onda bir sükûnet ve huzur aramış, sonuçta da Havva dünyanın ilk
bebeğine veya ilk bebeklerine hâmile kalmıştır. Bu olay Kur'an-ı Kerîm'in
anlatımında şöyledir:
" O, sizi bir tek
kişiden yaratan ve kendisinde huzur bulsun diye ondan da eşini yaratmış
olandır. O, eşine kapanınca eşi hafif bir yük yüklendi de onu bir süre
(karnında) taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca ikisi de Rableri Allah'a; Eğer bize
düzgün bir çocuk verirsen andolsunki şükredenlerden olacağız, diye düa ettiler.[108]
İşte böyle insanlığın
ilk doğum olayı gerçekleşmiş ve bundan böyle bilinen üreme yolu devreye
sokulmuştur. Âdemden Havva'nın vücud bulmasında olduğu gibi şimdi de bu sefer
erlik suyundaki kromozomlar kadın olsun erkek olsun cinsiyetleri belirleyici
olmaktadırlar. Böylece şimdiki âdem (adam) gene havyaların ilk kaynağı
olmaktadırlar. Kadın ise bebek erkek olsun dişi olsun kendi bünyesinde onu örüp
vücudlandıran durumdadır. Adem ve Havva cennetten iki kişi olarak
çıkarıldıklarına göre bu doğum olayı elbet cennet denilen yerin dışında
gerçekleşmiştir. İlk gerçekleşen doğumdan sonra diğerleri de hep aynı yolun
merhalelerini izliyerek gelirler. Ana karnındaki safhalar, Kur 'an'da, o günki
tıbbın bilmesi mümkün ol-mıyan bir gerçeklikle şöyle anlatılır:
" - Andolsun Biz
insanı çamurdan süzülüp çıkarılmış bir özden yarattık.
- (Adem yaratıldıktan) sonra insan Özünü sağlam
bir karargâhta meni (tohum) hâline getirdik.
- Sonra meniyi 'alaka
(:aşılanmış yumurta) yaptık ve daha sonra da bu "alakayı bir parçacık et
hâline çevirdik. Bu et parçacığını da kemiklere (iskelete) döndürdük. Ardından
da bu kemikleri et giydirip kapladık. En sonunda onu başka bir yaratılışla inşâ
edip ortaya çıkardık. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir"[109]
Kur'an'ın pek çok
âyetinde insana, toprak ve daha sonra meni (tohum) olan aslıhatırlatılır.[110]
Böylece yüce Rabb'm gücü ona gösterilerek bir yanlışlık yapmaması için o
sürekli uyarılır. Aksi halde yaratıldığı ilk temel maddeler gibi önemsizlik
onun yakasını bırakmıyacaktır.
Görüldüğü gibi
insanlık bir tek kişiden ve bir tek numuneden çoğaltılmıştır. İlk insanı
meydana getiren toprak neden birden fazla âdem meydana getirememiştir. Nasıl
olmuştur da bir tek örnek ortaya konulmuştur. Eğer biz bu noktada işi tabiata
havale edersek bunun içinden çıkamayız. Daha önce de söylediğimiz gibi şüphesiz
bunda îlâhî irâdenin ve bir tek O'nun eli vardır. Yüce Rab hem bu durumu
anlatmak ve hem de insana verdiği deeeri göstermek için Kur'an'da, insanı
bizzat kendi elleriyle yaptığını söyleyerek şeytana şöyle seslenir:
" Ey iblis! iki
elimle yarattığıma secde etmenden seni alakoyan nedir?"[111]
İnsan soyunun bir
evrim sonucu maymunlardan veya herhangi bir hayvandan geldiği düşüncesi genel
ifâde olarak bu ve önceden verdiğimiz âyetlere ters düşmektedir. Bütün bu
âyetlerde görüldüğü gibi insan daha işin başında ve hatta yaratılmadan önce
bizzat insan kimliği ile takdir edilip ona göre yaratılmıştır. Allah 'in;
"Onu bizzat kendi ellerimle yaptım' tarzındaki ifâdesi bunu gösterdiği
gibi O'nun meleklere; yeryüzünde hâkim (halîfe)
bir insan
yaratacağını, haber vermesi de bunu gösterir.[112]
Diğer yandan Âdem'e, içinde bulunduğu dünyaya âit ve muhtemelen birazda göklere
ait nesnelere ilişkin adların öğretilmesi onun varlık âlemine akıl, zekâ,
temyiz ve bilim kabiliyetleriyle donatılmış olarak geldiğinin Kur'an'daki bir
başka kanıtıdır. Burada ad ve isimler, şüphesizki nesnelere ilişkin özellikler
ve kavramlar anlamında kullanılmış olmalıdır. Hatta Kur'an'daki anlatıma göre
Âdem bunları kendi sahası içerisinde meleklerden daha iyi bilir durumdadır ve
bu da meleklerin hayretine mûcib olmuştur.[113]
Âdem ve Havva'nın bazı eksiklerini tamamlamaları için bir orman yerine ilkten
cennet gibi bir yere konulmaları da onlara işin başında hayvan değil bir insan
muamelesi yapıldığını gösterir. Kur'an'dan öğrendiğimize göre bu insan,
hatasına karşılık Allah'tan af dilemeği bilen ve din denilen İlâhî yola girmiş
bulunan bir var-lıktır.[114]
Bunlar ise insana âit özelliklerdir. Cennette yeme yasağı olmamalıdır. Belli
bir meyveye yaklaşma yasağının konulması Âdem ve Havva'yı dinî buyruklara uyma
eğitimine tâbi tutma hikmetlerine yönelik olabilir. Onların önüne artık ilâhî
bir düzen konulmaktadır. Daha işin başında insana karşı tavır alan şeytan da bu
düzenin baş düşmanı olarak tanıtılır.
İnsanlığın babası
Âdem'in peygamber olup olmadığına ilişkin münakaşalar bir yana o, ilk insan
olarak Allah tarafından eğitilmiştir; Ona eşya isim ve özelliklerinin
öğretilmesi bunu gösterdiği gibi cennetten indirildiğinde ona, Allah
buyrukları karşısında hataya düşmemesi için doğru yolun gösterilmiş olması
da"[115] bunu gösterir. Âdem'in,
Rabbi ile konuşup Ondan kullukla ilgili bazı bilgiler almış olması[116]
onun peygamberliğinin Kur'an'daki bir delili kabul edilebilir. Allah tarafından
eğitilen ve buna göre yol bulup kendi soyuna yol gösteren bu insana peygamber
demekten başka ne söyliyebiliriz. Şüphesiz onun peygamberliği bu halkanın
sonunda gelen Hz. Muhammed (571-632 m)'in peygamberliği gibi en mükemmeli getirip
ortaya koyan bir peygamberlik olmıyacaktır. Fakat o, kendi soyu insanlığa ilk
Allah'ı anlatan ve ilk yolunu gösteren kişidir. O bunubir baba olarak değil bir
Peygamber olarak yapmış olmalıdır. Bütün bunlar Adem'in doğrudan bir insan
olarak yaratılıp ona göre eğitildiğini gösterir.
Biz Kur'an-ı Kerîm'de,
insanın hayvandan geldiği iddiaları bir yana, tam tersi, bazı İlâhî hudutları
aşan insanların maymun ve domuzlara çevrildiğine dair âyetler buluruz.[117]
Eğer bu ifâdelerde hakaret kastedilmiyor ve gerçek bir olaydan sözediliyorsa bu
şekilde yapı değiştirip insanlıktan çıkma elbetteki çok düşündürücü bir olay
olacaktır. îlâhî güç elbettekî tartışılamaz. Acaba onların molekül yapı ve
düzenlemeleri değiştirilip onlar sözkonusu hayvanlardaki molekül yapısıylamı
yapılandılar. Yoksa bu yalnızca bir haka-rettenmi ibarettir? Bunlar zamanla
aydınlığa kavuşabilir. Pek sağlıklı olmı-yan bazı kaynaklarda, insanlardan
çevrilen pek çok hayvan adı verilmektedir.[118]
Kur'an'ın anlatımında, insanın geriye dönüşü gibi bir şey söz konusu değildir.
Orada sâdece insandan hayvana bir başkalaşımdan sözedilmiştir.[119]
Bazıları bugünki
insanlığın babası Hz. Âdem'den önce milyonlarca âdemlerin gelip geçtiği
inancındadırlar. Fahruddîn er-Râzî Şia mezhebi kitaplarında Muhammed b. Ali
el-Bâkır'aait böyle bir görüşe yer verildiğini yazar. Fakat Râzî, teselsül
yoluyla, sonuçta ilk olanın insanlığın babası sayılacağını ileri sürerek bu
görüşü reddeder.[120]
Kur'an ve Hz. Peygamber (S)'in açıklamalarına dayanmıyan bu görüş İslâm öncesi
devirlerden beri bazılarınca savunula gelmiştir.[121]
İnsanlık yeryüzüne bir
tek kişiden çoğalıp bir tek yerden yayılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de; "bess:
fiiliyle ifâde edilen bu bir tek noktadan yayılış şöyle ifâde edilmektedir:
" O ikisinden bir
çok erkekler ve kadınlar yaratıp onları (yeryüzüne) yayan Rabinizden
sakının"[122]
Cinleri hâriç tutarsak
insanoğlu bu yerküresinde tek akıl sahibi varlıktır. Maddeden hayata geçiş
evrende ne kadar büyük bir olay ise hayattan akla geçiş ve akıllı bir varlığın
ortaya çıkışı ondan daha da büyük bir olaydır. Bu olay işte insanda
gerçekleşmiştir. Akıl toplam kâinatın üstünde bir değere sahiptir. Çünkü tüm
bu kâinat ve insanın insan olduğu ve hepsinden de öte Yüce Bir Yaratıcı ancak
bu akıl yardımıyla bilinip tanınır. Akıl Allah'ın o kadar büyük bir eseri
olmuşturki o çok kere kendi kendine bile akıl erdiremez. Biz burada daha çok
insanın maddî varlığının ortaya çıkışı üzerinde durduk. İnsan ise bu yapı ve
bu varlığıyla değil akıl, ruh, kendine özgü duygular ve akim da ötesinde bir
aşama olan îmanıyla bir insandır. İnsan aklıyla tüm evrenle bütünleşir. Ruh ve
duygularıyla o kendi cinsleriyle, diğer tüm canlılarla ve hatta cansız
nesnelerle bütünleşir. İnsan, akıldan daha sonraki bir aşama olan
"îman" la ise Yüce Rabb ile bütünleşir. Böylece "İman"
insandaki en yüce değer olarak akıldan da ilerdeki bir merhaledir. Çünkü insan
bu merhalede Allah ile buluşur. Bu da topraktan vücut bulan insanın en yüksek
bir yere çıkması demektir. Akıl İmana giden yoldaki en büyük yetenektir. O
olmadan îmana erişilemez ve fakat iman onun zarurî sonucu değildir. Akıldan
Yüce, Bir Allah imanına gidemiyenler evreni veya kendi daracık dünyalarını ve
daha doğrusu akıllarını aşamıyan ve bunların maddî ve bir ölçüde dar boyutları
içinde sıkışıp kalanlardır. Bunlar sahip oldukları kendi manevî ve yüksek
İnsanlık kişiliklerini keşfedemeyip onun maddî ve hayvanı hudutlarını öteye
geçemiyen ve hayatı bu çerçevede yaşı-yan kişiler olarak kalmışlardır. İnsan
îman için gerekli olduğu için akılla donatılmıştır.
Kur'an-ı Kerîm 'de,
insanın maddî varlık ve yapısıyla ortaya çıkışını konu edinen âyetlerin yanı
sıra onun ruh ve duygu dünyasını ele alan çok sayıda âyet vardır. Ancak biz
burada onun bu yönlerini ana konumuzu ilgilendirdiği ölçüde ele alabildik.
Kur'an 'da insana
aklını ve diğer manevî yeteneklerini kullanıp Yüce ve Bir Yaratıcıya îman
merhalesine ulaşması emir ve görevi verilmiştir. Fakat Kur'an'da insana Allah'ı
sevme emri verilmemiştir. Allah bu kitapta tek yaratıcı olarak kendini
tanıtmış, insana kendi eseri olduğunu bildirmiş ve ona sayısız nimetler
verdiğini, onun dünyasını ve göğünü sayısız imkânlarla donattığım ona
anlatmıştır. Bu kitapta Allah insana görev ve sorumluluklar yüklemiş ve ona
insanlık çizgisinden ayrılmaması talimatını vermiş ve fakat ona Rabbini sevme
emrini vermemiştir. Bu neden böyledir? Çünki sevmek emirle olacak bir şey
değildir. Eğer insan bütün bu anlatılanlardan sonra kendi Yüce Yaratıcısını
hâlâ sevmiyorsa veya sevemiyorsa o artık kendisini gözden geçirmek
durumundadır. Bu sebeple "sevme" Kur'an'da bir emir konusu
olmamıştır. Buna karşın orada görevlerin yerine getirilmemesi, yasakların
çiğnenmesi ve insanlık çizgisinden ayrılma konusunda Allah kullarını
uyarmıştır. Bu noktada insan Allah'tan sakınma ve korkma emrine muhatap
olmuştur. Görevlerini ihmal eden ve yoldan çıkanlar için elbet üst makam
yaptırımlar ortaya koyacaktır. Eğer insan Rabbine karşı görevlerinden başlıyarak
diğer tüm hak ve görevleri severek yerine getiriyorsa işte bu takvadır.
Gerçekte Kur'an'da sakınma ve korkma uyarıları Allah'ın kendine değil insanın
kendi davranış ve tutumuna yönelik bulunmaktadır. Hayvanlar ise böyle
uyarılara muhatap olmamıştır. Bu, Allah'ın insanı yüceltme arzu ve iradesinden
kaynaklanmaktadır. Allah safha safha yaratılışını anlattığı insanın çok
yükseklere çıkmasını istemektedir. Buna karşın da çok korkunç bir aşağılık
vardır. Bütün bu safhalardan sonra artık insan iman ve davranışlarıyla kendini
Rabbine sevdirtmeğe çalışacaktır.
Çamurdan hamuru İlâhî
ruhla yoğrulan insan, artık kâinat çapında ve hatta onun da üstünde bir mâna
kazanmış olmakta ve O, bu yüksekliğine uygun olarak da Rabbine karşı, imana
dayanan, iradî ve şuurla yerine getireceği görevler üstlenmiş bulunmaktadır.
Kur'an'dan anlaşıldığına göre, yerküreyi temsilen onun yüksek dağları ve tüm
gökleri [123]ise bu niteliklerde bir
görev üstlenememişlerdir. Artık insan kendini bilmeli ve kendisine saygı
göstererek kendi yüksek değerine ulaşma gayreti içinde olmalıdır.
Bir gün belki de
göklere bile yayılacak olan insanlığın ortaya çıkış hikâyesi, müfessirlerin
açıklamaları ve benim yaptığım yorumlarla birlikte Kur ' an 'da ve Hz. Muhammed
(S)'in anlatımlarında işte böyledir. Biz üyesi olduğumuz bu insanlığın
karşısında şeytan gibi olmayıp Yüce Allah'ın bir emri olarak melekler gibi
saygıyla eğiliyor ve onun her iki âlemde de saygın yerini korumasını diliyoruz. [124]
Hayat olmasa yeryüzü
bir işe yaramaz. Çünki fayda hayata bağlıdır. Hayat yoksa fayda da yoktur.
Canlı türler ne kadar çeşitli olursa faydalanma olayı da o kadar çeşitlenir.
Yeryüzünde hayat milyonlarca yıl eskilerde başlamış ve hayatın başhyabilmesi
için de dünya milyarlarca yıl geçirmiştir. Her canlı tür, kendi Özelliği ile
binler ve milyonlarca yıl içerisinde ortaya çıkabilmiştir. Bir türü ortadan
kaldıran insanoğlu, milyonlar ve yüz milyonlarca yıllık bir sürecin bir daha
yerine koyamıyacağı bir mahsulünü bir oluşumunu ortadan kaldırmış olmaktadır.
O bununla sâdece bir türü ortadan kaldırmış olmamakta ayrıca türler arası
dengeleri de bozmuş olmaktadır. Bu, meleklerin saygıya davet edildiği saygın
insanın yolu değildir. Yeryüzünde hayatı başlatan ve bitkiler olsun, hayvanlar
olsun canlı türler arasında ve hatta bizzat yeryüzeyinin kendi fizikî yapısı
içerisinde dengeleri kuran insan değildir. O halde insanın her hangi bir türü
ortadan kaldırmaya ve dengeleri bozmaya hiç bir şekilde hakkı yoktur.
Yeryüzündeki tüm
hayatı veya her hangi bir canlı türü yok etmeğe yönelik zararlı faaliyetler ya
bilgisizlikten veya kasıttan kaynaklanabilir. İkt
" Allah'ın bütün
yaratıkları güzeldir"[125]
diyorlar. Canlılara bu
gözle bakılmayınca onlar gereksiz tahribata uğrarlar. Eğer canlılardan sinekler
ve fareler gibi zararlı olanlar varsa onların imhasına dinde izin verilmiştir.
İslâmda bir kaideye göre önüne geçilemiyen zararlı hayvanlar öldürülürler.
Bunun da yerleşim yerleri ve ziraat alanlarıyla sınırlı olacağı açıktır.
İslâm dininde insanın
yalnız insan ve devletle olan ilişkileri değil aynı zamanda insanın tabiat ve
çevreyle olan ilişkileri de düzenlenmiştir. İnsan bu dinde tabiattan ve
hayvanlardan Allah'a karşı sorumlu tutulmuştur. Biz Hz. Muhammed (S)'in,
gereksiz yere her hangi bir canlının öldürülmesini yasakladığım görürüz.
Meselâ o bir defasında şöyle konuşur:
" Kim haklı bir
sebebe dayanmadan bir serçeyi, hatta ondan daha küçük bir canlıyı öldürürse o
canlı kıyamet günü dâvasını Allah'a götürür ve; ey Rabbim, falan kimse beni,
bir fayda olmaksızın öldürdü, der"[126]
Peygamberin,
tabiattaki canlıların korunması için yaptığı benzer bir konuşma da şöyle
olmuştur.
" (Gereksiz yere)
bir serçe öldüren hiç kimse yoktur ki öteki hayatta bu serçe ondan Allah'a
davacı olmasın. Serçe bu dâvasını Allah'a şöyle açar; Rabbim! Şu kimse beni boş
yere öldürdü. O beni öldürmekle bir fayda temin etmediği gibi Senin dünyanda
benim yaşamama izin de vermedi".[127]
Peygamber 'in bu
sözlerinden dinde; bir canlının sâdece bir faydaya yönelik avlanmasına veya
bir zararın giderilmesi için öldürülmesine izin verildiği anlaşılıyor. O, bu
konuşmalarında özellikle kuşların en küçüğü olup İnsanlarca Önemsiz görülen
serçeden söz etmiş ve ayrıca o daha küçük canlılara dikkat çekmiştir. Nitekim
biz başka konuşmalarında, bir örnek olarak, onun bu gibi canlıların isimlerini
verdiğini görürüz. Bu hayvanlar yanlış kanaat veya insanların onları
önemsememesinden öldürülüyor olmalılar ki onlar yasak içerisinde ismen
söylenmişlerdir. Onun koyduğu bu yasakta aynen şöyle denilir.
" Gerçek şuki
Peygamber (S); karıncanın, (yaban) arının, hudhu-dun ve serçe yiyen göçeğen
kuşu ile kurbağanın öldürülmelerini yasaklamışlardır"[128]
Burada görüldüğü gibi
bir kuş türünü yiyen öteki türün öldürülmesi yasaklanarak tabiat kendi
kanunlarıyla başbaşa bırakılmıştır.
Bu sözünü ettiğimiz
yasaklara karşılık biz, Peygamber 'in, yılan ve benzeri bazı zararlıların
öldürülmelerine izin verdiğini görmekteyiz. Hatta hadisçi Taberânî (260-360
h/874-971 m) onun bütün yılanların öldürülmesiyle ilgili bir sözlerini
nakleder. O, ilgili sözlerinde şöyle der: "Bütün yılanları öldürün, Kim onların
intikamından korkarak, öldürmeyip onları serbest bırakırsa o benden
değildir" .[129]
Birinci derecede sahih hadis kaynaklarından almadığımız bu sözün Peygamber
(S)'e aidiyeti tartışılabilir. Fakat onun yılanların öldürülmesiyle ilgili en
muteber kaynaklardaki sözleri kısmen bunu destekler mâhiyettedir. Şu kadar
varki Hz. Peygamber burada bazı sınırlamalar getirmiştir. Nitekim o,
öldürülecek ve öldürülmiyecek yılanlara âit tarifler vermiştir. Hatta Peygamber
devrinde her çeşit yılanı öldürmeğe kalkışanların uyarıldığı olmuştur.[130] Bu
arada, Hz. Peygamber'in; yılan, akrep, fare, ısırgan köpek, alaca karga ve
çaylakların öldürülmelerinin günâhı olmadığına ilişkin sözlerine gelince bu
onlardan gelebilecek zararlarla kayıtlanmıştır. Çünki o gerekçe olarak bunların
kötü yola giriş (:fısk) lerini göster-miştir.[131]
Yılanların hepsinin öldürülmesiyle ilgili emrin hangi ortamda verildiğini
bilemiyoruz. Bu, bir sefer sırasında konaklama yerinin onlardan temizlenmesi
için verilmiş bir emir olabilir, Diğer yandan burada esas gaye onların
intikamından korkanlara bunun yersizliğini anlatmaktır. Burada bazı islâm
hukukçularının tesbit ettikleri bir kaideyi de hatırlatmak gerekir. Buna göre;
yasaktan sonra gelen emir tarzındaki ifâdeler, gerçek bir emir olmayıp sâdece bir
müsaadeden ibarettirler. Burada da aynı şey söz konusu olabilir.
Hayvanlar elbet
zararlı olacakları yerlerde öldürülürler. Böyle olmı-yan yerlerde onlan imha
hareketine girişmenin zararı bertaraf etmekle bir ilgisi bulunmaz. Onlar kendi
dünyalarında serbest bırakılmalıdırlar. Tabiat kendi dengeleri içerisinde onlar
üzerindeki hükmünü icra edecektir. Akrep ve yılan gibi kendilerinden
korktuğumuz ve tiksindiğimiz hayvanların bazan bizlere zararları dokunsa da
onlardan sağlıyacağımız faydalar çok olmalıdır. Diğer yandan onlar da genel
dengenin bir parçasını teşkil ederler.
Hadisçi Ebû Dâvud'dan
öğrendiğimize göre Peygamber (S) kuş yavrularının yuvalarından alınmasını
yasaklamıştır. Bir yuvadan aldığı yavruları torbasına doldurup şehre getiren
birisine Hz. Peygamber; onları derhal analarının yanına, aldığı yuvaya iade
etmesi uyarısında bulunmuştur.[132]
Yavrular ana merhametiyle kendi tabii ortamlarında büyümeğe terkedilmişlerdir.
Peygamber, istihdam
edilen hayvanlara, insanlar gibi dinlenme hakkı vermiş ve yolculuk sırasında
yapılan dinlenmelerde önce hayvanların İhtiyaç ve istirahatları teinin
edilmiştir. Enes b. Mâlik bu durumu
şöyle anlatır:
"Biz bir
konaklama yerine geldiğimizde hayvanların yüklerini çözüp (onları istirahata
terketmeden) namaza başlamazdık. Gene Medine'de Peygamber aç bırakılmış ve çok
yorgun düşürülmüş develerin sahiplerini araştırıp buna müdahale etmeyi de ihmal
etmemiştir."[133]
Hayvanlar insanlar
gibi can taşıdıklarından onların da işkence yapılmama ve rahatsız edilmeme
hakları bulunmaktadır. Kullandığımız ehil hayvanların, istihdam ettiğimiz
insanlar gibi kendilerine göre haklan vardır ve meselâ onlara güçlerini aşan
işler yaptırmak ve sırtlarına taşıyamıyacakları yükler vurmak onların haklarını
çiğnemek olur. Taberânî'nin kaydettiği bir sözlerinde Hz. Peygamber, bir.binek
hayvanın üzerine üç kişinin birden bindiğini görünce; "Üçüncüsü
lanetlenmiştir1' diye söylemiştir.[134]
Hayvana yapılan bu eziyet tenkitlerde kullanılan en ağır dille tenkid edilmiştir.
Sahih hadis kaynaklarında yazıldığına göre, Peygamber (S) hangi türden olursa
olsunlar hayvanlara işkence ve eziyetin her çeşidini yasaklamıştır ki bunlar
arasında, hayvanı bir yere hapsederek veya bağlıyarak onu silâhla vurmak da
vardır.[135] Hayvanlar bizim gibi
yaşama haklarına sahiptirler. Biz onları ancak nesillerini tüketmemek şartıyla
yararlanmak için veya zararlarından korunmak için öldürürüz. Hz. Muhammed,
hayvanlara hiç bir hak tanımıyan zihniyetleri yıkmış ve bu cümleden olarak o;
bir kediyi bağlayıp onu aç-susuz ölüme mâruz bırakan bir kadının cehennemi hak
ettiğini bildirmiş[136] ve
Öte yandan da; susuzluktan ölmekte olan bir köpeği hayata döndüren bir
günahkârın cenneti kazandığını haber vermişlerdir. Dinleyicilerden birinin;
hayvanlara yaptığımız iyiliklerden sevapmi alacağız, sorusuna Hz. Peygamber;
" Her yaş ciğeri
olana yapılan iyilikte sevap vardır"[137]
karşılığını vermiştir.
Hayvanların bile baş ve yüzlerine vurulmasını yasaklayan Peygamber bu cümleden
olarak onların yüzlerine damga vurulmasını da yasaklamiştır.[138] Bu
yasağın hikmeti elbet araştırılmalıdır.
Bilim adamları tabiatı
araştırarak ona fayda ve zarar getiren faaliyetleri insanlığa öğretmek
durumundadırlar. Aksi halde çoğu insan yaptıklannın tabiat açısından durumunu
değerlendiremez. Çünki onlar tabiat varlıkların] bitmez tükenmez olarak
görürler. Bu konuda insanlığı eğitmek bilim adamlarına düşen bir görevdir ki
onlar bunu yaptıklarında tüm canlı tabiat varlıklarının dualarına mazhar
olurlar. Bunu söyliyen Hz. Muhammed (S)'den başkası değildir. Her çeşit hayrın
öğretilmesiyle ilgili geniş anlamlı sözlerinde o şöyle diyor:
" Gerçek şuki;
Allah, melekler, gökler ve yerler halkı hatta yuva-sındaki karınca ve (sudaki)
balıklar insanlara hayır ve (faydayı) öğretene düa ederler".[139]
Her tür canlı ancak
kendi yaşadığı dünyanın ve yaşadığı çevrenin korunması sayesinde varlığını
sürdürür. Eğer balıklar ve karıncalar kendi dünyalarında yaşayıp varlıklarını
sürdürebiliyorlarsa onların dualarından söz edilebilir. Eğer onlar bundan
mahrum bırakılmışlar ve ortadan kaldırılmış larsa orada hayır kalmamıştır ve
dolayisiyle orada dualar yerlerini en az bizim kadar hayvanların da Rabbi olan
yüce Allah'a şikâyetlere bırakmıştır ki biz Pey-gamber'in serçe örneğinde bunu
açıkça görürüz.
Hz. Peygamber (S)'in
tebliğ ve uyanları doğrultusunda İslâm hukukçuları yazdıkları eserlerine
avlanma hukukuna ilişkin bir bölüm koymayı da ihmal etmemişlerdir. Peygamber'in
öğretilerini toplayan hadis kaynaklarında da bunlara ilişkin "ez-Zebâıh
ve'ssayd: hayvan kesimi ve Avcılık" adı altında özel bölümler bulunmaktadır.
Hatta biz Peygamberin tabiatla ve canlıların hukuku ile ilgili sözlerini hadis
kaynaklarının Edeb, ilim, ve yüksek ahlâk anlamına gelen el-Birr gibi bölümleri
içerisinde de görebilmekteyiz. Bundan anlaşılan şudurki müslüman kişinin yalnız
insanlar karşısında değil tabiat ve hayvanlar karşısında da uyması gereken bir
edebi ve onlar için yapması gereken şeyler vardır ve o en yüksek ahlâka ancak
bir bütün içinde ulaşabilir. Bu bölümlerden öğrendiğimize göre avlanma bir
kıyım ve vahşete dönüşmeden sâdece bir ihtiyacın teminine yönelik olmalıdır ve
ikt
îslâmda hukukî
mezhepler, bitkilerden olsun hayvanlardan olsun canlı mal varlıklarına gerekli
bakımı yapmayıp onların ölümüne ve zarar görmelerine yol açan kişilere kanunî
bir müdahale yapılıp yapılamıyacağıni tartışmışlardır. Genellikle İslâm
hukukçuları hayvan sahiplerini, etleri yenilen cinsten olsun yenilmiyen cinsten
olsun sahip oldukları hayvanların nafakalarım temine mecbur ederler. Şu kadar
varki hukukçular hayvan sahiplerine bazı seçenekler tanımışlardır.
Hayvanlarının nafakasını temine yanaşmıyan kişi, etleri yenilen türden olan
hayvanlarını; mülkünden çıkarma, kiraya verme ya da kesme şıklarından birini
tercihe mecbur edilir. Etleri yenilmez türden hayvanlarını ise o mülkünden
çıkarma yahut kiraya verme zorunda bırakılır. Şafiî .veHanbelî mezheplerinden
hukukçulara göre hayvanlarm bu yollardan biriyle nafakaları temin edilemez ve
etleri yenilenlerin kesimi de uygun ve mümkün görülmezse onların nafakaları
sahipleri adına borç olarak devlet hazinesinden karşılanır. Hatta Şâfiîlere
göre böyle bir durumda hayvan sahibi mâlî acz içindeyse onun hayvanları
Hazîneden karşılıksız yemlenirler. Kisinin malları üzerinde tasarruf
hürriyetini en önde tutan ünlü hukukçu Ebû Hanîfe (ö. 150 h/767 m) hâkime
hayvan sahiplerini sâdece uyarma yetkisi verirken onun talebelerinden ve Harun
Reşid devrinde kadılar başkam (:kadi'l-kudât) olarak görev yapan Ebû Yûsuf (ö.
182 h/798 m) hayvan sahiplerini onların nafakalarını temine veya onları satmaya
mahkemece mecbur tutar. Irak'da doğup bir ara Endülüs'te uygulama alanı bulan
Zâhi-riyye mezhebinin görüşü de bu konuda Ebû Yusuf'un görüşünden farklı
olmamıştır. Bu mezhebe göre de herkes hayvanının nafakasını temine veya onu
yaşıyabileceği bir meraya salmaya mecburdur. Bunlardan kaçınanın hayvanları
hâkim tarafından onun adına satılır. Bu mezhebin ünlü hukukçusu İbn Hazm (ö.
456 h)1063 m)'a göre, hayvanın yaşama ve gelişmesini sağ-lıyan şeylerden onu
mahrum bırakana kanunen müdahale edilir. Sözkonusu mezhep bu görüşlerini
Kur'an' dan bir âyete dayandırmaktadır. Bu âyette; inançsız ve kötü niyetli
olup da idareyi ele geçiren ve ülkeye hâkim olan güçlerin ülke ziraat ve
hayvancılığını ve bir diğer anlayışa göre de ülkenin genç nesillerini tahribe
yönelecekleri uyarısı yer almaktadır.[143]
Bu yukardaki görüşlere
ilâve çeşitli mezheplerden İslâm hukukçuları; sağmal hayvanların, yavrularına
zarar verecek ölçüde sağılmalarını ve kovanlardan arılara yeter miktarda
yiyecek bırakılmadan bal alınmasını din açısından istenmiyen bir tutum
(:mekruh) olarak nitelendirdiler. Gene onlar hayvanlara ağır yükler
yüklenmesini yahut onların çok yorucu yürüyüşlere zorlanmasını ve hayvanlara
eziyet olan her türlü muameleyi hayvan haklarına aykırı gördüler ve İslâm
dininde bunların istenmiyen davranışlar olduğunu vurguladılar. Bu arada şunu
da söyliyelimki E bu Hanîfe gibi bazı hukukçular bu konularda hâkime sâdece
uyarma yetkisi verdiler ve hayvanları hakkında, kişiyi kendi dindarlık ve
ahlâkı ile başbaşa bıraktılar.[144]
Hâkimin veya H ı s b e gibi diğer yetkili kuruluşların sürekli uyarıları elbet
insan üzerinde faydalı bir etki yapacaktır. Bu konuda kanunî zorlamalardan
çok, kişilerin eğitimi ve onlara kazandırılan ahlâk önem taşımaktadır ve
insanlarda bu gibi alt yapılar oluşturulmadan sâdece kanun yoluyla istenen
sonucu sağlamak süreklilik gösteremez ve bu, hayvanlara karşı da bir
münafıklık olur. Dinde istenen bu değildir. İstenen içten ve gönülden gelen
davranışlardır.
İslâm din olarak hiç
bir canlıya eziyeti tecviz etmez ve hiç bir canlının gereksiz ortadan kaldırımı
asına müsaade etmez. İnsan olsun hayvan olsun her canlının kendine göre hakları
vardır ve bunlara saldıranlar ya kanunî yetkililerce engellenirler veya onlar
öteki hayatta bunun hesabını verirler. Hiç kimse kendi üstün gücünü diğerine
zulüm ve onun hayatına son vermek için kullanamaz. Hz. Muhammed (S) bu
durumları anlatmak için bir gün şöyle bir konuşma yapar:
" Şu bir
gerçekti?- ki öteki hayatta hak sahiplerine bütün haklarım ödiyeceksiniz. Hatta
boynuzsuz koyun kendisine vuran boynuzlu koyundan kısas yoluyla hakkını
alacaktır"[145]
Peygamber'in burada
esas muhatabının insanlar olduğu açıktır. O bu sözleriyle insanlara;
yaratılıştan kaynaklanan veya sonradan kazandıkları güçlerini birbirleri
aleyhine ve hatta hayvanlara karşı bile kullanamıyacakla-rmı anlatmak istiyordu.
Hayvanların sâdece yem
ve su haklan yoktur, onlar insanlar gibi tedavi olma hakkına da sahiptirler.
Hukukçular hayvanların nafaka haklarım münakaşa ede dursunlar biz Abbasîler
döneminde ünlü vezir Ali b.
Canlı hayatın en büyük
bölümünü teşkil eden bitkiler hem hayvanlar ve hem de insanlar için
yaratılmışlardır. Bitkisiz bir dünyada diğer iki türün varlığını düşünmek
mümkün değildir. Hatta bitkiler kendi dünyaları içinde kendi aralarında büyük
bir dayanışma içindedirler. Durum böyle olunca bitkisiz bitkiyi düşünmek de
mümkün olmaz.
Yer ve göklerin genel
ölçü ve dengelerinin konu edinildiği Rahman sûresinde ay ve güneşin tam bir
hesab içindeki hareketleri dile getirildikten sonra âdeta bu ikili gibi, biri
yukarılara doğru öteki yerde yayılarak büyüyen iki ana türde bitkilerin de
"secde" içinde oldukları vurgulanır. Burada secde onların kendileri
için konulan kanunlarına tam itaat içinde bulunduklarını ifade için kullanılmış
olmalıdır. Eğer İnsanoğlu onların fıtrat ve kanunlarını tam bilebilse İlâhî
Kudret karşısında kendisi secdeye kapanır. Zâten Rahman sûresinin genel çağrı
ve hedefi de budur. Burada 10. âyette başta insanoğlu olmak üzere yeryüzünün
tüm canlılar için belli bir konuma getirilip düzenlendiği dile getirilir ve
ardından da bazı m
İnsanoğlunun dışında
yeryüzünde canlı hayat, bilindiği gibi hayvanlar ve bitkilerden oluşmaktadır.
Her iki tür de akıl almaz bir şekilde çeşitlenmişlerdir. Bizim burada daha çok
üzerinde duracağımız bitkiler; hem hayvanlar ve hem de insanlar için
yaratılmışlardır. Bitkisiz bir dünyada diğer iki türün varlığını düşünmek
mümkün değildir. Biz Kur'an-ı Kerîm'de, bu kitabın indiği ortamda görülemeyen
bir bitki örtüsü anlatımını görürüz. İlk müslü-manlar Kur'an'da anlatıldığı
şekilde; bağlık, bahçelik, sık ağaçlı, çeşitli mahsul ve hububatın yetiştiği,
hayvanların yayıldığı çayırlan bol, yer altı ve yer üstü su kaynaklarıyla
sulanabilen yeşil bir dünyayı çevrelerinde bulamayınca onun ne kadar tahrib
edilmiş olduğunu anlamış olmalıdırlar. Hz. Peygamber (S) binlerce yıl öncesini
görerek çöl arap topraklarının geçmişte verimli ova ve bahçeler ile bol
akarsulara sahip olduklarını anlamıştı. O, gene binlerce yıl ileriyi görerek bu
bölgelerin yeniden ilk hâline kavuşacağını şu sözleriyle anlatıyordu:
"Arap topraklan,
eskiden olduğu gibi verimli ova ve bahçelere ve nehirlerine kavuşmadıkça
kıyamet kopmaz.[151]
O, şüphesiz sâdece
içinde bulunduğu bölgeyi m
Kur'an'da, bitkiler
arasındaki erkekli-dişili cinsiyetlere ve onlardaki çeşitliliğe değinilirken
iki ayrı yerde onlar için "kerîm" sıfatı kullanılmıştır[152]
onıarın yüksek değerler taşıdıklarını ve cömertçe birbirlerine kendilerindeki
hayatî değerleri aktarıp iyilikler yaptıklarını anlatmak için olabilir. Bu
sıfata ayrıca azız ve saygın anlamını vermek de mümkündür. Bu da bizim onlara
karşı tavrımızı belirleyici olacaktır. Bilindiği gibi bu sıfat Yüce Allah'ın da
sıfatlarından biridir ve O, karşılıksız nice nimetler bahşeder. Allah'ın
bitkilere kendi sıfatını vermesinin herhalde çok yüksek bir anlamı olmalıdır.
Hayvan türleri ve daha sonra insan hep bu bitkiler âleminin cömertliği ile
ayakta dururlar. Sözkonusu âyette erkekli-dişili bitkilerin birer aile (:zevc)
oluşturdukları ifade edilirken onların bu sıfatı dile getirilmiştir. İnsan
eşleri de birbirlerine karşı herhalde öyle olmalıdır. Bu kerîm sıfatı, kökü
itibariyle bulutla beraber kullanıldığında arapçada; bol yağmur getiren
anlamına gelmektedir. Burada Şuarâ süresindeki âyette hem bitkilerin bitiş
kanunlarına ve hem de onlardaki erkekli-dişili çeşitlere dikkat çekilmiş
olmaktadır. "Kerîm" sıfatına karşılık iki ayrı âyette de bitki aile
ve türleri için, arapçada; güzel, ferahlık, iç açıcı, sevinç getiren ve tazelik
gibi anlamlara gelen "behîc" sıfatı kullanılmıştık.[153]
Burada önce onların göze hitab eden durumları ele alınmış görünüyor. Belki
nefes alıp verme gibi bir hayat iksirine yaptıkları katkılar da onun anlam boyutları
içinde yer alıyor. Nefes alma ve verebilme gibi hayatiyyete yol açan iki büyük
olay insan ve pek çok canlı için ve belki de, alıp verme şekilleri farklı
olarak bütün canlılar için İlâhî bir nefha sayılır. Bu sebeple aralıkla iki
yerde kullanılan "behîc" sıfatı iki göze verdiği sururun yanı sıra
alınan ve verilen nefeslerin de güç kaynağı olmaktadır.
Biz, Kur'an-ı Kerîm'in
yanı sıra Hz. Muhammed (S)'in de insanları, dünyalarını îmar etme bilincine
sahip kılmaya çalıştığını görürüz. Bu yolla tabiat, kendisinden alınanların bir
kısmına yeniden kavuşmuş olacaktır. Onun uygulaması; mevcudu korumak ve onlara
yeni şeyler ilâve etmek şeklinde kendini gösteriyor. O bu gaye ile insanları
tabiatı îmara ve ona birşey-Ier katmaya özendiriyordu. Bu maksatla Hz.
Peygamber; kurdun, kuşun yediklerinin insanlar için sadaka olacağını duyuruyor
ve şöyle diyordu:
"Hiç bir müslüman
yokturki o bir ağaç diksin yahut bir ekin eksin de bir insan veya bir hayvan
ondan yeyince bu onun için bir sadaka olmasın.[154]
Ağacın verdiği meyve
kadar ve gene dikilen ağaçtan yenildiği sürece o ağaçları dikenlere sevap
yazılacağı da gelen hadisler arasındadır.[155] Bu
arada Peygamber, çevrede bulunan yabanî hurma ağaçlarını ziraî bir gaye olmadan
kesenlere cehennemde bir yuva hazırlanacağı uyarısında bulunur.[156]
Hz. Muhammed (S)
Kur'an'daki anlatımlara dayanarak kentlerin yakın çevresini çok tahrib edilmiş
bulmalıki o, Medine'de devletini kurunca bu şehrin çevresindeki belli bir
kuşağı koruma altına almıştır. Peygamber, Özellikle ehil hayvanlar için tabiatı
korunmaya alınan yer anlamına gelen "hımâ : koruluk" lar tâyin
etmiştir ki biz bu yerlerin isimlerini dahi bi-lebiliyoruz.[157] Bu
arada o, Medine'nin 12 mil kadar genişliğindeki bütün çevresini Hımâ veya
mutlak anlamıyla Haram Bölge îlan edip korumaya almıştır ki ünlü fakıh İmam Ebû
Yûsuf (ö. 182 h / 798 m) kitabında Hz. Pey-gamber'in bu koruma bölgesi hakkında
şu bilgileri verir:
"Muhammed (S)
Medine'nin ağaçlık kesiminden ve çevresinden 12 mil kadar bir kuşağı dokunulmaz
(:haram) bölge îlan etti. Bunun 4 mil genişliğindeki bir kesiminde ise (her
çeşit) avlanmayı yasakladı. (Önceki) âlimlerden bir kısmı bunun; otluk ve
ağaçlık kısımların olduğu gibi bırakılması demek olduğunu söylerler. Çünki bu
bölümler deve, sığır ve koyun gibi hayvanların otlağıdır. İnsanların ihtiyacı
ancak süttür ve halkın gıdaya olan ihtiyacı oduna olan ihtiyacından daha önde
gelir".[158]
Günümüzde millî bahçe
gibi adlarla anılan "hımâ" ve gene bunun gibi ve belki daha sert
koruma kanunlarına tâbi "haram bölge "Ierin türk-çe tam karşılığı
koruluktur ve bu yerler her şeyi ile tabiatın tam korunmaya alındığı
bölgelerdir. Ağaç ve otların yetişmesine engel tüm faaliyetler bu bölgelerde
yasak olduğu gibi, Hz. Peygamber'in uygulamasmda görüldüğü üzere, duruma göre
bu yerlerde her çeşit avlanmanın yasaklandığı bazı kesimler de vardır. Bu
kesimler tabii çevrenin tüm vahşî hayatıyla korunmaya alındığı yerler olmuştur.
Genişliği yaklaşık 20 km.yi bulan Medine kuşağının, kentin havası ve mesîre
yeri oluşu bakımından da büyük faydalar sağlayacağı açıktır.[159]
Şüphesiz korunmaya alınan bölgeler dışında da Peygamber (S)'in koyduğu genel
av hükümleri uygulanacak ve oralarda da sorumsuz davranışlar ahlakî veya
hukukî görülmeyecektir.
Hz. Peygamber'in,
Medine bölgesinde, tabiatını korumaya aldığı şüphesiz daha başka bölgeler de
vardır. Meselâ kaynakların, adını Bakî ve bazan Nakı' olarak verdikleri
Medine'ye 20 fersah uzaklıktaki ağaçlık ve sulak bir bölgeyi O, özellikle de at
sürüleri için korunmuş bölge îlan etmiş bulunmak-tadır.[160]
Burası korumaya alman bir mer'a olmuştur.
Hz. Muhammed (S)'in sâdece Medine çevresini
korumaya almadığı, onun aynı şeyi Mekke'nin fethinden sonra orada da
başlattığına ilişkin pek çok hadis vardı.[161]
Hatta o, bazı hadislerden anlaşıldığına göre Medine'de sözkonusu uygulamaya
geçerken Hz. İbrahim'in Mekke'deki geleneğini hatırlatmış ve ondan yola
çıkmıştır. Hz. Peygamber işi o kadar resmileştirmiş ve sağlama almıştır ki
meselâ o, Medine, Curaş ve diğer bazı yerlerde olduğu gibi yasak bölge
hudutlarını ve oralardaki yasak faaliyetleri ve cezaî müeyyidelerini resmen
yazıyla da tesbit etmiş veya antlaşma maddeleri içerisine koymuştur. Müslim,
Ebû Dâvud ve diğer kaynaklarda yer alan bazı hadislerden anlaşıldığına göre Hz.
Peygamber'in, Medine haram bölgesi ile diğer bazı fıkhı konulara ilişkin tanzim
ettirdiği bir yazı, daha sonra hilâfeti zamanında Hz. Ali (r.)'ye intikal etmiş
ve o da bunu kılıcının mahfazasında taşır olmuştur. Hz. Peygamber'in Medîne
bölgesi ile ilgili düzenlemesinin sonunda bunu ihlal edenler için bir de manevî
müeyyide olarak lanet derecesinde bir beddua bölümleri vardır. Gene Mekke'nin,
fethi günlerinde o burasını da Medine'deki gibi haram bölge îlan ettiği sırada
yaptığı konuşmayı Yemenli Ebû Şâh adında bir müslüman kendisi için yazılı
olarak isteyince Resûlüllah ona özel bir yazı tanzim ettirmiştir. Peygamber
avlanmaya yasak bölgelerde silâh taşınmasını da yasaklamıştır. Ebû Hureyre (r.)
onun yasaklarından söz ederken; "Ben Medine'de şehir içinde ceylanların
yayılıp otla-dtğıni bile görsem onları rahatsız edemem" der. Mekke, Medîne
yasak bölgelerinde hayvan otlatmak serbest bırakıldığı halde buralarda ot
biçmek de yasaklar arasına girmiştir.[162]
Sahabeden Abdullah b. Sellâm (r.) Medîne yasak bölgesini anlatırken kendisinin
bu yerde ne bir ağaç kesebildiğinden ve ne de kuş avlayabildiğinden söz eder.[163]
Hz. Peygamber (S)'in
diğer bazı yerleşim yerlerinde de aynı yönde bir uygulama içine girdiği
görülür. Eğer onun ömrü yetseydi şüphesiz o bütün kent çevrelerinde de aynı
uygulamayı başlatır ve dünyanın daha İslâm öncesi devirlerinde bu çokça tahrib
edilmiş bölgesinde gerekli tüm tedbirleri alırdı. Nitekim Hz. Peygamber Tâ i f
kenti İslâm'a teslim olduktan sonra veya muhasara öncesinde oranın vadisini de
tabiatına dokunulmaz (:haram) bölge îlan etmiştir. Onun bu bölge için koyduğu
yasağın metni şöyledir:
"Vacc (:Tâif)
vadisinin dikenli ağaçları ve (diğer) ağaçları tahrib edilmeyecektir. Orasının
av hayvanları da öldürülmeyecektir.
Bunları yapan birisi
görülürse o, kamçı ile dövülecek ve elbisesi de soyulup alınacaktır. Bu
yasaklan çiğneyen yakalanıp Peygamber Muhammed'e götürülecektir. Bu emir
Peygamber Muhammed'dendir".[164]
Ebû Yûsuf'un
yazdıklarından anladığımıza göre Tâif vadisinde arıcılık yapılmaktadır. Hz.
Peygamber burasını dokunulmaz bölge (:hımâ) îlan ettikten sonra arıcılar bal
ürününden öşür (zekât) ödemeğe başladılar. Arıcılar Hz. Ömer (r.)'in hilafeti
zamanında ondan da buranın korunmasını istediler. Hz. Ömer de baldan öşür
ödemeleri şartıyla buranın korunacağını bölge valisi aracılığıyla onlara
bildirdi. Bazı hadislere bakılırsa burada korunması istenen iki ayrı ana vadi
olduğu anlaşılır.[165] Ebû
Davud'un kaydettiği bir hadise bakılırsa Hz. Peygamber Tâif vadisini, henüz
kenti muhasaraya yönelmeden önce orayı ele geçirdiği sırada dokunulmaz (haram)
bölge îlan etmiş olmaktadır. Hatta Vâkıdî (ö. 207 h) Peygamberin Sa'd b. Ebî
Vakkas (r).'ı buraya korucu yaptığını yazar[166] Peygamber, geri çekildikten sonra buranın
tahribine yönelik faaliyetlere engel olmak için acele etmiş olabilir. O'nun,
hicret öncesinde Taife yaptığı o malum işkenceli ziyaretten dönerken yolda
uğradığı üzüm bağı da muhtemelen bu bölgede bulunuyordu. O, buranın tüm
yeşilliğinin korunması gerektiğine o zaman karar vermiş olabilir. Nitekim biz
Hz. Peygamberin ticarî bir seferle gittiği Yemen yönündeki Cu-raş kasabası
çevresini daha sonra korumaya alırken de aynı tahminlerde bulunmaktan
kendimizi alamıyoruz.
Hz. Peygamber uygun
gördüğü daha pek çok yerde tabiatı korumaya almış ve bazı yerlerde de ormanlar
tesisi yoluna gitmiştir. Ünlü tarihçi Belâzurî (Ö.279 h / 892 m)'den
öğrendiğimize göre meselâ O, Zî-Kard denilen bir gazveden dönerken uğradığı
ensardan Harise Oğulları mer' asını onların muracâtı üzerine dokunulmaz bölge
îlan etmiştir. Burası nisbeten ormanlık bir yerdi ve orada hayvanlar otlayıp
barınıyor, hanımlar oraya gezintiye gidiyorlardı. Peygamber burada tabiatı
korumaya aldıktan sonra: "Bir ağaç kesen onun yerine bir fide dikip
yetiştirecektir" talimatını verdi. Burası kısa zamanda tam bir ormanlık
haline dönüştü .[167]
Harise Oğulları'nm, vakit geçirmeden Medine çevresindeki yeşil kuşak uygulaması
benzeri bir uygulamadan faydalanmak istedikleri anlaşılıyor. Hz. Peygamber'in
Yemen tarafındaki Curaş kasabası çevresindeki tabiatı da belli sınırlarla
korumaya
aldığını az önce görmüştük.
Burada ilginç olan, bu kasabanın çevresindeki yeşil kuşağın korunacağına
ilişkin bir şartın, Hz. Peygamber tarafından bu bölgenin İslâm devletine tâbi
olma şartları arasına yazdırılmasıdrr.[168] Hz.
Peygamber'in, peygamberlik öncesinde ticarî bir seferle gittiği bu yerin [169]yeşilliği
hakkında bir bilgisi olmalıdır. Onun bu yöre temsilcilerinin karşılarına böyle
bir şartla çıkması bu ihtimali güçlendirmektedir. Ağaç dikimine çok önem veren
ve bunu sahibine meyvesiyle sürekli sevap getiren bir sadaka ilân eden
Peygamber bir köleye yardım amacıyla da olsa kendisi de bizzat bu dikim
işlerinde bulunmuştur!.[170]
Tabii bunlar yöreye uygun ağaçlardır ve bunların başmda da hurma gelmektedir.
Yasak bölgeler hukukuna ve Peygamber (S)'in uyarılarına baktığımızda onun
ağaçlar arasında herhangi bir ayırım yapmadığı görülür. Ona göre canlı tabiat
bütün çeşitleriyle kendi ortamı içinde yaşatılmalıdır.
Yasak Bölgeler (:
haram) hukukunu çiğneyenler Hz. Peygamber tarafından konulan cezalar
doğrultusunda cezalandırılır ve onların suç malzemelerine ve hatta
elbiselerine bile el konulur. Halk bile bu konuda duyarlı ve hatta bir ölçüde
yetkili ve de hak sahibi hale getirilmiştir. Meselâ sahabeden Sa'd b. Ebî
Vakkas (r.) suçüstü yakaladığı birisinin malzeme ve elbiselerini kendi hesabına
bir ganîmet gibi onun elinden almıştır. Çünki korunmaya alınan bir tabiatı Hz.
Peygamber döneminin imkânları içinde başka türlü korumak çok zordur. Bazı
hadis kaynaklarında yer alan hadislerden anlaşıldığına göre Sa'd Hz.
Peygamber'in vefatından sonraki bir zamanda Medîne yasak alanında ağaç kesen ve
oranın hukukunu çiğneyen bir köle işçiye onun efendileri aleyhine olmak üzere
bu türlü bir ceza uygulamıştır. Belâzurî (ö. 279 h / 892 m)'den öğrendiğimize
göre ise Hz. Ömer kendi zamanında bu gibi yerlerin korunması için korucular
tâyin etmiş ve onlara suç âlet ve malzemelerine el koyma emrini vermiş ve
kendi döneminin şart ve imkânları içerisinde elbiselerin soyulup alınmasına
gerek olmadığını bildirmiştir.[171]
Bölge olarak korumaya alınamayan, çöllerde ve yolcuların uğrak yerlerinde
kalmış tek tük ağaç topluluklarına gelince elbet bunlar için Devletin bir
müeyyide getirmesi düşünülemezdi. Hz. Peygamber bunlar için manevî müeyyideler
haber vermiş ve; onları ortadan kaldıranların başlarının cehennem ateşine
sokulacağı, uyarısında bulunmuştur.[172]
Buna göre burada insan ve hayvanların kızgın güneş altında başlarını sokacak
gölgeler bırakmayanlar ötede başlarını ateşe sokmuş olurlar. Günümüzden 1400
sene kadar önce Hz. Muhammed'in kentler etrafında, hiç olmazsa kalan mevcutları
koruyarak yeşil bir kuşak oluşturmaya çalışması herhalde günümüzde dünyanın
takdir edeceği, tarihte ilk uygulama olsa gerekir. Ne yazık ki dünyanın
Ortadoğu ve Orta Asya bölgeleri tarihî hareket ve çalkantılardan kaynaklanan en
büyük bir tahribata mâruz kalmışlar ve bugün tabiatlarındaki yaraları
kapatabilmek için ciddî bir eğitim ve köklü çâre ve çalışmalara ihtiyaç duyar
hale gelmişlerdir. Afrika ve diğer bazı bölgeler de ötekilerden daha az beter
değildir. Hz. Peygamber'in gösterdiği hedefler doğrultusunda ilerleyen İslâmî
ilk çağlardaki büyük îmar çalışmalarının meyveleri daha sonraki zamanların
karışıklık veya bilinçsizliğine dayanamamışlardır. Oysa dünyanın bu gibi hassas
bölgelerinde tabiat ve ziraat ancak sürekli bakım ve geliştirmekle ayakta
durabilir.
Biz burada Hz.
Muhammed (S.)'in bir başka uygulamasına daha yer vereceğiz. Onun, koruluk
(:hımâ) veya "haram" bölgeler dışında kalan yerlerin ihyası için de
bir duyuru ve teşvik yaptığını görmekteyiz. O bu duyurusunda:
"(Ülke
topraklarından sahipsiz) ölü bir yeri ihya eden o yerin sahibi olacaktır"[173]
diyordu. Peygamber
bununla da kalmamış ayrıca o, bu duyurusuna; İnsan ve hayvanların buradan temin
edeceği faydaların orayı canlandıran adına bir sadaka olacağı, bildiriminde de
bulunmuşlardu [174]ki
biz onun benzer bir teşvikine ilk başlarda da yer vermiştik[175] O,
Tâif'in güneyinde Bîşe bölgesine gönderdiği yazısında halkı ölü toprakları
ihyaya ve koruluklar oluşturmaya teşvik ediyordu [176]
Tabiatta hiç birşey
tükenmez ve yok olmaz değildir. Biz, bize yeter ve fakat imkânları sınırlı bir
dünyada yaşıyoruz. Kâinat ise bütün imkân ve boyutlarıyla sonsuzluklara doğru
gider ve fakat biz o sonsuz imkânların tümü içinde değiliz. Biz buradakileri
akıllıca kullanıp onlarla yetinmek durumundayız. Bu gerçek Kur'an'da şöyle
dile getirilmektedir:
"Sizin
yanınızdakiler tükenir ve fakat Allah katındakiler bitip tükenmez"
Gene Kur'an'da;
Kâinatın bitmez tükenmez hazineleri yanında yeryüzü bitki örtüsünün
dengelerinden ve bu arada imkân sınırlılığından söz edilerek şöyle denilir:
"-Biz yeri yayıp
döşedik ve orada sabit dağlar yaratıp (yerlerine) yerleştirdik ve gene orada
miktar ve ölçüsü belli (ve dengeli) her çeşidinden bitkiler bitirdik
-Orada hem sizin için
ve hem de nzıkları size ait olmayan varlıklar için (gerekli) geçim sebepleri
yarattık.
-Her şeye ait
hazîneler sâdece ve sâdece Bizim yanımızdadır. Biz onları ancak belli bir
miktar ve ölçüde indiririz.
-Biz rüzgârları
aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten de bir su indirdik ve onunla sizleri
sıvardık. Bunların hazinedarları da sizler değilsiniz"[177]
Burada ilk âyette,
yeryüzü bitki örtüsündeki ölçülmüş ve dengelenmiş (ımevzûn) duruma dikkat
çekilmiş ve daha sonra; insan, hayvan ve bitkilerin ihtiyaç duydukları gıda ve
diğer şeylerin onlara yeterince verildiği anlatılmıştır. Şüphesiz bitki
örtüsünün tahrib edilip dengelerin bozulması, yeryüzündeki tüm canlıların
hayatlarını etkileyecek ve bu durum bazı hayvan türlerinin de yok olmasına yol
açacaktır. Her bir tür genel dengenin bir parçası olduğundan bir türün ortadan
kalkması ile umumî dengede bir gedik açılmış olacaktır. Kelamcı müfessirlerden
Neysabûrî (ö. 728 h/1328 m) bu yukardaki âyetleri açıklarken; "Bitki
örtüsünün hikmet terazisiyle dengele-nidiğini ve bunun ihtiyaç ölçüsünde takdir
edilip belirlendiğini" yazar[178]
Türk ve fars illerinde yetişip bu bölgelerde İlmî faaliyetlerini yürütmüş olan
müfessir-filozof Fahruddîn er-Râzt (Ö.606 h/1210 m) söz konusu âyetleri daha
geniş açıklamaya tâbi tutar. O, bu açıklamasında; dünyamızın ve âlemin
sebepler âlemi olduklarını, mâden, nebat ve canlıların bu âlemin terkibiyle
yaratıldıklarını, hayata yol açan unsurların ve bütün bunların onları oluşturan
sebeplere bağlı olarak belli ve kendilerine özel ölçü ve miktarlarda olacağım,
anlatır. Râzî bu âyetlerde Yüce Allah'ın bizlere; mâden, nebat ve canlıların
oluşmaları için gerekli olan şeyleri, bunların oluşmasına imkân vermeyecek bir
fazlalık ve eksiklikte yaratmadığını, anlatmaktadır, tjerd [179]bu
arada biz bazı Kur'an müfessirlerinin âyette geçen ve belli miktar ve ölçüde
ve dengelenmiş anlamlarına gelen "mevzun" ifadesini dağların
terkibinde yer alan mâdenler için düşündüklerini de burada kaydetmeliyiz.[180]
Varlığın ve evrenin
özetini bize veren Kur'an-i Kerîm tüm kâinattaki denge kanunlarını ve denge
unsurunu bir bütün olarak ele almış ve bizim dünyamızı da bu genel denge
içerisine yerleştirmiştir. Evrenin ve onun bazı sırlarının özet olarak
anlatıldığı Rahman sûresinde bu denge ve ölçü unsuru meselâ şöyle ifâde
edilmiştir:
"-Göğe gelince
onu da Allah yükseltti ve birde ölçü (ve dengeler) koydu;
- Ki sizler de ölçü ve
dengeleri, taşkınlık yapıp da bozmayasınız, diye" .[181]
Burada gökleri ayakta
tutan denge kanunlarına dikkat çekilerek, bir toplumun ayakta durup huzurla
yükselebilmesi ve hayatın tümüyle varlığını sürdürebilmesi için Yaratıcı'mn
toplum ve tabiat her iki kesim için koyduğu kanunlarına uymak gerekeceği
vurgulanmaktadır. Varlık terazisinin kefeleri dengesiz olunca tüm hayatın
düzeni bozulur. Meselâ bitki örtüsünü bozduğumuzda, ayağımızın altında ince bir
hesapla döşenmiş olan o güzelim yeryüzeği kendi dengesini kaybedip ihtiyarlar.
Artık o, hayvan türünde canlılar için bir hayat kaynağı olmaktan da çıkar. Onun
ölüme giden kırışık suratı artık gülümseyemez. Bu durum çok geçmeden dünyanın,
tahrib olmamış bölgelerini de tehdide başlar. Çünki dünya bölünmez bir denge
üzerine kurulmuştur.
Yüce Allah bir kısım
Kur'an âyetlerinde; akıllıca kullanmamız için bize bu yerin dengelerini ve
sınırlı imkânlarını anlatırken öte yandan da nî-met ve imkânların sayilamıyacak
kadar çokluğundan bahsederek şöyle der:
"O, size (ihtiyaç
duyup da) istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya
kalkışırsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim ve çok nankördür"[182]
Bu âyetten önce aynı
sûrede; ay, güneş ve dünya imkânlarının insan emrine verilip ona tahsis
edildiği anlatılır. Fakat bu âyetin son ifadesinde görüldüğü gibi, nîmet ve
imkânların değerini bilmemek anlamındaki "nankörlük" insana
yakıştırılmamış ve insanın bunları "zâlimce" kullanması Allah katında
tasvib görmemiştir. Dünyanın bugün ki yüzüne baktığımızda gerçekten insanın
nankörlük ettiği ve ona karşı zâlimce davrandığı sonucuna varırız. Burada
zulmün sâdece insana karşı sözkonusu olmadığı görülür. Nîmet ve imkânların
sayısız olması onlardan hiç birini ortadan kaldırma hakkım insana vermez.
İmkânlar ve tabiat varlıkları her çeşidiyle korundukça ve akıllıca
kullanıldıkça nimetleri saymak mümkün olmaz. Fakat dünya tabiatını tahribe
başladığımızda bu durumda; "Sizin yanımzdakiler tükenir" anlamındaki
âyet hükmünü icra eder. Bunun için olmalıdır kiHz. Peygamber (S); akan bir
nehirden abdest alırken dahi israf yasağına uyulmasını istemiştir[183]
Nehir ve göllerde yıkanmanın yasak olmadığı bir dinde Pey-gamber'in böyle bir
israftan bahsetmesi; ırmakların kirletilmemesine dikkat edilmesi ve kaynakların
kötü ve gereksiz tüketilmemesi bilincini insanlara yerleştirmek için olabilir.
Bu bilince ulaşılamadığı içindir ki bugün, dünya ırmak ve gölleri kirlenmiş
durumdadır.
Günümüzde yeryüzünde
yaklaşık altı milyar insan yaşamaktadır. Eğer her bir insanın bir defa gereksiz
herhangi bir ağacı kesmesi ve herhangi bir hayvanı öldürmesi hoşgörü ile
karşılansa dünyadan altı milyar ağaç ve bir o kadar da hayvan yok edilmiş olur
ki yerküremizin bu tahribe dayanması mümkün olmaz. Bitki olsun hayvan olsun yok
ettiğimiz hiç bir türü uzaydan getirip onun yerine koymamız mümkün değildir
veya şimdilik mümkün görünmüyor. Hatta kirlettiğimiz su, hava ve toprağı
uzaydan temizleriyle de-ğiştiremeyiz. Bu noktada; "Irmak kenarında abdest
alan birinin bile onun sularını israf edemiyeceğini" söyleyen
Peygamber'in, buradan ileri hangi boyutları düşündüğünü kavramak gerekir. Bu
konuda Kur'an'da insan türü için konulmuş bir esası bütün tabiat için
düşünmemize hiç bir engel yoktur ve aslmda tüm canlı tabiatın korunması bu
kaidenin genelleştirilip uygulanmasına bağlıdır. Kur'an'ın bu âyetinde şöyle
söylenir:
"Bir can veya
yeryüzünde bozgunculuk çıkarma karşılığı olmadan kim haksız yere bir cana
kıyarsa o bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim de bir cam hayata
döndürürse, o bütün insanları hayata döndürmüş gibi olur."[184]
insanlık ailesinin bir
üyesi olarak tek bir insanın hayatı yüce Allah katında bu ölçüde bir değer
taşıyınca tüm insanlığın hayatını tehdit eden bir tabiat ortamının insan
eliyle hazırlanışı Allah'ın hiç bir zaman bağışlayacağı birşey olamaz.
Kur'an'da; "İnsanların kendi elleriyle hayatlarını tehlikeye
atamıyacakları" genel bir ilke olarak kaydedilmiştir[185]
Toprağı, su kaynaklarım, bitki örtüsü ve her çeşit canlı türüyle tabiatı
kirletip yok eden insanlık bu yerkürede kendi eliyle kendi varlığını tehlikeye
atmış olmaktadır. İnsanlık bu noktada medeniyetini gözden geçirmek
durumundadır. Bir serçenin ve ondan daha küçük bir canlının gereksiz yere
öldürülüşünü[186] ve yabanî hurma
ağaçlarının ziraî gayeler dışında kesilmesini İlâhî Mahkemede yargılatan bir
din tüm tabiatı tehdit eden davranışlara ve gelecekte dünyamızı etkileyecek
uzay tahribatına elbet izin vermeyecektir.
İslâm hukuk ve
ahlâkında bitki sahipleri onların bakımından sorumlu tutulmuşlardır. Kur'an'da;
hayvan varlığının yanı sıra ekin ve ziraatı yok eden kasithı kötü idare
kınanmıştır.[187] İlgili âyet Devlete,
hayvan varlığını ve ziraatı geliştirme görevini yüklerken bunların tahrib ve
geriletilmesine yönelik kasdî davranışlara da hukukî bakımdan engel olma
hakkını verir. Mâliki, Hanbelî ve Şafiî gibi hukukî mezhepler,ekin ve
ağaçlarına bakmasını şahsın görevi saymışlar ve bunu yapmayıp onları kurumaya
terkedenlerin mekruh (istenmeyen) bur tutuma girecekleri, görüşünü
benimsemişlerdir. Mâlikfler bu konuda hâkime sâdece uyarı yetkisini verirlerken[188]
Zahirîlerin ünlü hukukçusu Ibn Hazm (ö. 456 h/1063 m) az önce değindiğimiz
âyete dayanarak, kişinin ekin ve ağaçlarına bakmaya mahkemece mecbur tutulacağı
görüşüne varmıştır.[189]
Sözkonusu âyetten ve Hz. Peygamber'in beyan ve uygulamalarından anlaşılan şudur
ki sahipsiz yerlerin yeşİllendirilmesi ve bu yerlerde tabiatın korunması
Devletin görevleri arasında yer almaktadır. Eğer toprak ve su korunmazsa âyette
öngörülen ziraat ve hayvan varlığının korunup geliştirilmesi mümkün olmaz.
Müslümanların idaresi kendi hâkimiyyet alanı içerisinde it
Konumuzun sonuna doğru
gelirken Hz. Peygamber'in bir iki sözüne daha yer vermek istiyorum. O, sâdece
insanî ilişkiler ve toplum alanında değil aynı zamanda bu konumuzun da ilkesi
olacak olan bir sözlerinde şöyle buyururlar.
"Merhamet
etmeyene merhamet olunmaz"[192]
Rivayet biliminin ünlü
üstadı İmam Buharı (Ö.256 h/870 m)'nin bu hadîsi sâdece "Çocuklara
merhamet" başlığı altma değil aynı zamanda "hayvanlara
merhamet" başlığı altına da kaydetmesi bu merhamet ve insancıl yaklaşımın
tüm canlı hayatı kapsayacağını gösterir. Tüm canlı hayata sevgi ve merhametle
yaklaştığımızda o bize sayısız nîmet ve güzellikleriyle kucak açar. Biz ona
kötü yaklaşırsak o da bize kendisine yaklaştığımız gibi yaklaşır. Hz. Muhammed
(57İh/632 m) bir başka sözlerinde; "Kıyamet koparken birinizin elinde ağaç
fidesi varsa hemen onu diksin'''[193]
diyerek yeryüzü yeşilliğini son anına kadar korumamızı ve onun eksiğini
tamamlayıp geliştirmemizi istiyor. İnsanlığın işi kıyameti koparmak değil,
dünyayı yaşanır halde Allah'a teslim etmektir. însan hayatına olduğu gibi
dünya hayatmada son vermek sâdece ve sâdece Allah'a âit bir iştir.
Bütün dengeleri ve
bütün güzellikleri korunmuş cennet bir dünyadan insanlık kendini mahrum
etmemelidir. Ayrıca şunu da bilmeli ve insanlığa hatırlatmalıyız ki Yüce Allah
burada, bu yerküresinde bizimle beraber hayvanlara da yaşama ve var olma
hakkını tanımıştır. Onlarda insanlık gibi bitki örtüsüne ve karmaşık bir
hayatın dengelerine muhtaçtırlar. Kur'an'daki ifâdeye göre; her bir hayvan
türü, bu yerküresinde insanlık gibi ve onlardan ayrı birer ümmet ve birer
topluluk olarak bulunmaktadırlar. İlgili bir âyette bu şöyle dile getirilir:
"Yeryüzünde
yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşlardan her bir tür ancak sizler gibi
birer ümmettirler"[194]
Bu dünya hayvanlara ve
bitki türünden canlılara hayat ve huzur veremiyorsa bunları insanlara da
veremez. Kur'an-ı Kerîm'den ve Hz. Muhammed (S)'in sözlerinden açıkça
anlaşılan şudur ki; Allah sâdece insanların değil O, aynı zamanda hayvanların,
bitkilerin ve tüm cansız nesnelerin de Rab-bidir. İnsan Yüce Allah'ı sâdece
kendi Rabbi olarak görme hatasından vazgeçmelidir. Bütün bu söz ve
uygulamalara baktığımızda dünya Hz. Muhammed (57 İh/632 m)M insaniliğin ilk
çevrecisi olarak îlan edip kutlamaya hazır olmalıdır, dersek bilmem hata etmiş
olurmuyuz. Ona selâm olsun. [195]
[1] Müslim, Zühd, 60; Ahmed,
Müsned, VI/133, 168; San'anî, XI/425. No. 20904; F. Râzî, XXIV/I6; İbn Kesir,
IH/417.
[2] Kchf, 18/50.
[3] Araf, 7/12; Sâd, 38/76.
[4] Kamer, 54/49-50.
[5] Nur, 24/35.
[6] Bu konuda geniş bilgi için
Delici ve Kovalayıcı Yıldızlar ile Dünyanın Ateş-Gaz Dönemi gibi başlıklara
bak.
[7] Rahman, 55/15; Hıcr, 15/27;
Âyetlerin îefsiri İçin sözünü ettiğimiz başlığa bak. Cinler hakkında ayrıca
"Delici ve kovalayıcı yıldızlar" başlığına bak.
[8] Sebe', 34/12-13.
[9] Bak. "Nâs" sûresi.
[10] Sâd, 38/36-38.
[11] Rahman, 55/31.
[12] Rahman, 33-35.
[13] Sebe', 34/12.
[14] F.Râzî,XXVI/122; Neysabûrî,
XXIII /45-46, X1V/II; Aynntnçin bak. "Delici ve kova-layıcı
Yıldızlar" başlığı.
[15] Bak. Sebc', 34/14.
[16] Cin, 72/1 vd.
[17] Nemi, 27/39.
[18] Geniş bilgi için
"Yeryüzü şartlarında uzay hızını gerçekleştirme" konusuna bak.
[19] Cin, 72/8-9.
[20] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 279-284.
[21] Ankebut, 29/20.
[22] cl-Hindî, Kenzu'l-'Ummâl,
VI/I5215.
[23] Taşkın Tuna, uzayın Sırları,
50.
[24] Müslim, Münafıkûn, 27;
cl-Hındî, XI, No. 15125; Taberî, XII/3, XXIV/61.
[25] Bak. "Yer ve göklerin
oluşum devreleri" ile "Kâinatta mesâfe-zaman" başlıkları.
[26] Hâkim, Mîistedrek, 11/451:
Zehebî Telhîs, 11/451; Farklı hir rivayet için bak. Hakim, 11/453; Hadis için
ayrıca bak. Taberî, XXIV/61.
[27] Fussılet, 41/10.
[28] Bu görüşler için bak.
Taberi, XIV/62-63; F. Râzî, XXVII/102-103; Kuriubî, XV/342-343; İbnıTl-Cevzi XI1/243
vd.; Neysabûrî, XXIV/63.
[29] İbn Kcsîr. III/257.
[30] Nâzial, 79/29-33.
[31] En'âm, 6/143-144.
[32] Bak. Taberânî, cl-Mu'cem
el-Kebîr, X/3O1-3O2 No. 10594.
[33] Rahman, 55/10; bu âyetin
geniş tefsiri için "Yer kabuğunun oluşumuna genel bakış" başlığına
bak.
[34] Enbiya, 21/30.
[35] Neysabûrî, XVII/18-19.
[36] Hadis için "suyun
Yaralılışı" başlığına bak.
[37] Bak. Râzt, XX1I/163-164;
Kurtubî, XI/284.
[38] Şûra, 42/11; Mu'minûn,
23/79; Mülk, 67/24; En'âm, 6/136; Nahl, 16/13.
[39] Bak. '-Maddelerin yaratıl
ması-Maddelerde bölünme" başlığı.
[40] Şûra, 42/11.
[41] Yasin, 36/36 (Bütün rakamların
36 olması garip bir tesadüf).
[42] Şuarâ. 26/7-8; Benzer âyet
için bak. Lokman, 31/10.
[43] Hâcc, 22/5.
[44] Kaf. 50/7.
[45] Tâhâ, 20/53.
[46] Zuhruf, 43/12.
[47] Zârıyat. 51/47-49.
[48] Bakara, 2/164; Lokman,
31/10; Şûra, 42/29.
[49] Bak. Kıırlubî, 11/196.
[50] Hadîd, 57/25.
[51] Zümcr, 39/6.
[52] Bu görüşler için bak.
KurtubîXV/235; F. Râzî, XXVI/245; Zemahşerî, V/155.
[53] Kurtubî, VII/84;
İbnu'l-Ccvzî, 111/181; F. Râzî, XIV/51.
[54] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:285-296.
[55] Müslim, Münafıkûn, 27: el-Hindî,
XI/Î5İ25; Taherî, IH/1, XXIV/61.
[56] Hâkim, Müsledrek, 11/453;
Zeiıebî,EI/453: Ayrıca bak. Tabcrî, XXI V/61.
[57] Bakara, 2/34; A"raf,
7/11-12; Isrâ, 17/61; Kehf, 18/50; Tâhâ, 20/116; Hıcr, 15/30-33; Sad, 38/73-75.
[58] Bakara, 2/34; A"raf,
7/11; İsrâ, 17/61; Kehf, 18/50; Tâhâ, 20/116.
[59] Hıcr, 15/29; Sad, 38/72.
[60] Kamer, 54/50.
[61] İnsan, 76/1.
[62] Bak. Tiîbcrî, XXIX/126; F.
Râzî, XXX/235; Kurtubî, XIX/1I9; İhnıTI -Cevzî, VIII/428.
[63] F. Râzî, X1X/179; Kurtubî,
X/21, X1X/1I9.
[64] F. Râzî, XXX/235; Neysabûrî,
XXIX/I09.
[65] Âl-i İmran, 3/59; Kehf,
İS/37: Hâcc,22/5; Rûm, 30/20; Fâtır, 35/il; Gâfir, 40/67.
[66] En'âm, 6/2; A'râf, 7/12;
İsrâ\ 17/61; Secde, 32/7; Sâcî, 38/71, 76.
[67] Hıcr, 15/26, 28, 33:
Mu'miniin, 23/12; Saffât, 37/11; Rahman, 55/14.
[68] "Falara" için bak.
Hfıd. il/51; fsrâ, 17/51; Tâhâ, 20/72; Rûm, 30/30; Yâsîn, 36/22; Zuh-rııf,
43/27; Ana karındaki safhalar için bak. Mu'minûn, 23/14.
[69] Lokman 31/14; Ahkaf. 46/15.
[70] Mu'mınûn, 23/12.
[71] Bak. Kurtubî, 12/109; E
Rib.î, XIV/84; Kadı Beydâvi, 11/115; Suyûlî, 11/100; Neysabûrî, XVIII/8.
[72] Saffât, 37/11.
[73] Taberî, XXlII/28; Kurtubî,
XV/69.
[74] Neysabûrî, XXIII/48;
Kurtubî, XV/69.
[75] F.Râzî, XXVI/125.
[76] Enbiya, 21/30.
[77] Hıcr, 15/26; Diğer âyetler
için bak. 15,28,33.
[78] Dilciler ve müfessirler bu
âyetin ikinci kısmına çok değişik anlamiar verdiler ki biz bunları tercümede
yansıtmaya çalıştık. Bak. Kurtubî, X/21-22; F. Râzî, XIX/I79 vd.
[79] Hıcr, 15/29; Sâd, 38/72.
[80] Secde, 32/7.
[81] Rahman, 55/14
[82] Kurtubî, X/21.
[83] Bak. Kurtubî, X/621,
XVII/]60.
[84] Kurtubî, X/21; Ayrıca bak.
Taberî, XVII/73.
[85] Bak. Arapça sözlükle; Ayrıca
bak. S. Hayri Bolay, T.D.İ.A. "Âdem" md.
[86] İbn.Saad. 1/26. İbnHibbân,
Salîh. VIIİ/ll.No. M27: d-Himiî, Kcnzü"l- 'Ummal. VI. No. I5126.
[87] Hûd, 11/48.
[88] Bakara, 2/61.
[89] Bakara, 2/74.
[90] Tahâ, 20/116-123; Bakara,
2/36-38: A"raf, 7/19-24.
[91] A'raf, 7/26-27.
[92] Tânâ, 20/122.
[93] Bakara, 2/38; Yâsin, 20/122.
[94] Bakara, 2/30; Adem'in gökler
için değil dünya için yaratıldığı konusundaki bir haber için bak. İbn Sa'd,
1/34-35.
[95] A'raf. 7/13, 18.
[96] Bu görüler için bak. F.
er-Râzî, III/3, 4, i 6: Ncysabîirî, 1/253: Kurlubî, 1/302 vd., 327; Ibn Kesîr,
1/54.
[97] Bak. Hâkim, el-Mîistcdrek,
11/542; Zehebî, Telhis, 11/542: Ibn Sa'd, 1/34-35; Kurtubı, 1/319-320.
[98] İbn Sa"d, 1/34-35.
[99] Bu tarihçiler için bak. S.
Hayrı Bolay. "Adem" md. T.Ü.I.A.
[100] Müslim, Kader, 14-15; Ahmcd,
Müsned, H/134; Tirmizî, Cuma, 2; İbn Mâcc, İkâmet, 79; Mâlik, Mııvatta1, Cuma.
16; Hâkim, H/544: İbn Sa'd, 1/30.
[101] Ahmed, Müsned, V/136.
[102] Nîsâ, 4/1; Diğer âyeiler
için bak. EiTâm, 6/98; A'râf, 7/189; Zümer, 39/6; Hııcıirât, 49/13.
[103] Hııcurat, 49/13.
[104] Bak. Rûm, 30/22.
[105] Fâtir, 35/27-28.
[106] Müslim, Radâ\ 61-65; Biraz
farklı bir rivayet için bak. Buhârî, Bed'ü"!-halk, 19, Nikâh, 80;
Ahmed-Müsned, V/8, 151.
[107] F. Razî, IN/2-3; Taheri.
1/182; Neysabûrî, 1/252.
[108] A'raf, 7/189.
[109] Mu'minûn, 23/12-14;
Peygamer'den rivayet cdiien bir hadise göre, insanda 360 eklem bulunmaktadır,
bak. San'anî, XI/37.
[110] Bir misâl olarak bak. Fâtır,
35/11.
[111] Sâd, 38/75.
[112] Bakara, 2/30.
[113] Bakara, 31-33.
[114] Bakara, 37-38.
[115] Bakara, 38; Tâhâ. 20/122.
[116] Bakara, 37.
[117] Bakam, 2/65; Mâide, 5/60;
Asraf, 7/166.
[118] Bak.cl-Hindî,VI/15254.
[119] Olayın geçtiği Fılislınde ve
Eyle liman bölgelerinde bunlara âit garip fosiller bulmak mümkün olabilir.
[120] F. Râzî, XIX/179.
[121] Bak. S. H. Bolay,
"Âdem"md. T.D.İ.A.
[122] N
[123] Haşr, 59/21; Ahzâb. 33/72.
[124] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 297-318.
[125] Ahmed, Müsned, IV/390;
el-Hisıdf, Kenzü'I-Ummâl, VI/15211.
[126] San"anî, Musanncf,
IV/450, No. 8413; Nesâî, Sayd, 34. Dalıâyâ. 42; Alımccl, Müsncd. İH/166.
[127] Taberâm, el-Mu'ccm el-Kebîr.
XXII/245, No. 638.
[128] Taberânî. VI/156, No. 5728.
[129] Taberânî, X/211, No. 10355.
[130] Bak. Buhârî, Bed'ü'1-halk,
14-15.
[131] Buhârî, Bed'ü'1-Halk, 16; Bu
hadiste yılan sâdece Müslimdeki bir hadiste yer almıştır. Müslim. Hacc, 66-67
vd.
[132] Ebû Dâvud, Cenâiz, 1.
[133] Ebû Dâvud, Cihad, 47.48, No.
2548-49.
[134] Taberânî, XX/33O, No. 782.
[135] Bııhârî, Zebâih, 25; Müslim,
Sayd, 58.
[136] Bulıârî, Bcd'ü'1-halk, 16:
Müslim, Birr, 135.
[137] Buharı. Bed'ii'1-halk. 17,
Edeb. 27.
[138] Müslim, Libas, 106; Timıizî,
Cihâd, 30 Ebû Dâvud, Cilıâd, 52.
[139] Timıizî, İlim, 19.
[140] Halîl b. Abdülkadir
el-Nahlavî, el-Hazar ve'1-İbâha, 271.
[141] Ebû Yûsuf, Kitabu'I-Harac,
112; Mekke İçin bak. Taberânî, XI/335, No. 11928.
[142] Müslim, Hâcc, 471-72, 478;
Ağaç kesim ve kuş avlama yasağı için bak. Ahmed, Müsned, V/451
[143] Bakara, 2/205.
[144] Hukukçuların bu görümleri
için bak. Ö. Nasuhı Bilmen, Hukuki İslâmiyye, 11/511, İstanbul, 1968;
Zahİriyye mezhebi için bak. İbn Hazm, el-Muhallâ, X/İ00, Mısır, 1347-1352 h.
[145] Müslim, Birr, 60; Alımed,
Müsned, 11/235.
[146] Vezîr Cemâlüddîn Ebu
eİ-Hasan, İhbâru'l-"Ulemâ bî- Ahbâri'I-Hukemâ, 132.; Ayrıca bak. Celâl
Yeniçeri İslâmda Devlel Bülçcsi, 325.
[147] Mâverdî, 399 (Beyni! 1990
m/l 010 h).
[148] Kcllanî'den naklen, C.
Yeniçeri, İslâmda Devlet Bütçesi, 356.
[149] Bilmen, IV/302.
[150] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 319-327.
[151] Müslim, Zekâ!. 60; Ahmed,
Miisnet, II/370,4]7.
[152] Şuarâ, 26/7; Lokman 31/10.
[153] Hâcc, 22/5, Kaf, 50/7.
[154] Buharı, Edeb, 27; ayrıca
bak. Ebû 'Ubeyd, el-Emvâl, 285, No: 700.
[155] Ahmed. Müsned,V/4I5.
[156] Taberanî, XVII/41, No: 86.
[157] Ehil hayvanlar için korumaya
alınan yerier için bak. Buharı, Müsâkat, 12; el-Mâverdî, 176.
[158] Ebû Yûsuf, Harâc, 112.
[159] Hımâlar konusunda daha geniş
bilgi için bak. Celâl Yeniçeri, İslâm İkt
[160] el-Huzfiî, 653.
[161] Müslim, Hâcc, 445 vd; Ebû
Dâvud. Mcnâsİk, 90 vd. 20! 8 vd,; Taberânî, XI/335, No:! 1928.
[162] bak. Müslim, Hâcc, (bâb 82
vd.) No: 445 vd., Hz. Ali için bak. 466, Ebû Hureyre için bak, 471; Ebû Dâvud,
Menâsik, 99 vd. No: 2034 vd.; Tirmizî, Velâ', 3.
[163] Ahmed, Müsned, V/45I.
[164] M. Hamdullah. el-Vesâık
el-Siyâsiyye, 287, No: 182.
[165] Ebû Yûsuf, 76; Hz. Ömer'e
yapılan şahsî başvurular için bak. Ebû Dâvııd, Zekât, 12, No: 1600.
[166] Ebû Dâvud. Menâsik, 97, No:
2032, Vâkıdî. III/972 vd..
[167] Belâzuri, Futûh el-Buldân,
17.
[168] ibn Sa'd, et-Tabakat,
11/102.
[169] İbnu'l-Kayyum,Zadu'l-me'âd,
1/161-162.
[170] Ahmed-Müsned, V/354,415,440;
Müslim, Musâkat, 7-12.
[171] Müslim, Hâcc, 461; Ebû
Dûvud, Menâsik, 99, No:2037; Alımed, Müsned, 1/168; Belâzurî, 14-16.
[172] bak. Ebû Dâvud, Edeb, 171,
No. 5239.
[173] Mâlik, Muvatra', Akdıya, 24
(C. 11/43); Ebû 'Ubeyd, 286.
[174] Ebû'Ubcyd.285. No. 700.
[175] İhya lıarekelleri konusunda
geniş bilgi için bak. C. Yeniçeri, islâm İkt
[176] NahI, 16/96.
[177] Hıcr, 15/19-22.
[178] Neysabûrî. XIV/13.
[179] F. Râzî, Tefsir X1X/I7I-172.
[180] bak Taberî, Tefsir. XIV/12.
[181] Rahman, 55/7-8.
[182] İbrahim. 14/34.
[183] İbn Mâce, Taharet, 48;
Ahmed, Müsned, 11/221.
[184] Mâide,5/32.
[185] Bakara, 2/195.
[186] San'anî, Musannef, IV/450,
No.8413: Nesâî, Sayd, 34, Dalıâyâ. 42: Ahmcd, Müsncd, 111/166.
[187] Bakara, 2/205.
[188] O. Nasuhİ Bilmen, 11/511.
[189] İbnHazm.el-Muhallâ, X/100.
[190] Muvatta', Cihad,10 (bab.3);
Peygamberin talimatı için bak. Vâkıdî, 11/758.
[191] Haşr,59/5.
[192] Buharı, Edeb, 18,27; Müslim.
Fadâii, 65; Ebhu Dâvd, Edcb 145; ayrıca bk. Tirmizî, Birr,16.
[193] Ahmcd, Müsncd, 111/184,191.
[194] En'âm,6/38.
[195] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:327-339.