ALTINCI BÖLÜM... 1

GÖKLERDE HAYAT VE RIZIK.. 1

A - GÖKLERDE HAYAT. 1

1 - Göklerde, Hayat İçin Gerekli Su Ve Hava Ortamının Bulunup Bulunmadığı 2

2 - İçinde İnsan Ve Hayvan Türünde Canlılar Olan Başka Dünyalar 5

a - Kur'an-ı Kerîm'de Göklerdeki Hayata Değinen Genel İfâdeler 5

b - Göklerde İnsan Ve Hayvan Türünde Canlılar (: Devâbb) Olduğu İhtimâlini Güçlendiren Âyetler 9

c - Hz. Muhammed'in Göklerdeki Bazı Canlı Faaliyetlerine İlişkin Sözleri 16

3 - Gökten Yeryüzüne İndiği Düşünülen Bazı Canlılar Ve Hayvanlar 18

a - Gökten İnen Melekler Ordusu Ve İnsanların Düşüncesindeki Hızır Mefhumu. 18

aı - Gökten İnen Melekler Ordusu. 18

a2 -  İnsanların Düşüncesindeki Hızır Mefhumu. 18

b - Gökten Yeryüzüne İnen Hayvanlar 20

bı - Hz. Peygamber'in Mîrac Yolculuğunda Kullandığı Burak Ve Bazı Harplerde Meleklerce Kullanılan Atlar 20

b2 - Hz. İbrahim'in, Oğlu İsmail'e Bedel Kestiği Koç. 21

b3 - Etleri Yenilen Sekiz Eş Ehil Hayvanın İlk Yaratılış Mekânları 23

4 - Göklerdeki Bazı Mâbedler 24

B - GÖKLERDEKİ İMKÂNLAR VE NÎMETLER.. 26

1 - Nîmet Ve Rızık Kavramları 26

2 - Yer Ve Göklerdeki İmkânların İnsana Sunulması 27

3 - Göklerdeki Rızkı Konu Edinen Genel İfadeli Âyetler 30

4 - Gökten İndirildiği Bildirilen Ve Gökten Geldiği Düşünülen Bazı Yiyecek Ve Eşyalar 35

a - Kur'an'da Geçen "İnzal" Fiilinin Aldığı Anlamlar 35

b - Hz. Âdem'in Cennetten Beraberinde Getirdikleri 37

c - Hz' İbrahim'e Gelen Koçun Hikâyesi Ve Hz. Musa Kavmine Sunulan Yiyecekler Ve İndirilen Levhalar 39

cı - Hz. İbrahim'e Gelen Koçun Hikâyesi 39

c2 - Hz. Musa Kavmine Sunulan Bazı Yiyecekler 39

c3 -   Hz. Musa'ya İnen Levhalar 40

d - Hz. Meryem'e Gelen Yiyecekler Ve Hz. Îsa'ya Gökten İndirilen Sofra. 41

d1 - Hz. Meryem'e Gelen Yiyecekler 41

d2 - Hz. İsa'ya Gökten İndirilen Sofra. 43

e - Hz. Muhammed'in Mîracda Karşılaştığı Yiyecek Ve İçecekler İle Gökten Kendisine Sunulanlar 47

eı - Hz. Peygamber'e Mîracda Sunulan İçecekler 47

e2 - Sidretü'I-Müntehâ Ve Tayyibe Ağaçları 48

e3 - Hz. Peygamber'in Mîrac Yolculuğundan Getirdiği Yiyecek. 49

e4 - Hz. Peygamber'e Gökten Yiyecek Gelmesi, Mevcut Yiyeceklerin kendiliğinden Artıp Çoğalışı 50

e5 - Hz. Peygamber'in Gökten Sarkıtılan Bir Meyve Salkımını Almaya Çalışması 52

 

ALTINCI BÖLÜM

 

GÖKLERDE HAYAT VE RIZIK

 

A - GÖKLERDE HAYAT

 

Hayat ve rızkı birbirinden ayırmak aslında mümkün değildir. Bir yer­de hayat varsa orada rızık da vardır. Hayat ve nzık her ikisi de bazan aynı şey olarak karşımıza çıkarlar. Meselâ bazı hayvan ve bitkiler bizim için hem nzıktırlar ve hem de onlar hayat sahibidirler. İlerde göreceğimiz gibi rızkı geniş anlamında ele alırsak onu bazı bakımlardan hayattan ayırabiliriz. Hayat ve nzık her ne kadar büyük ölçüde birbirlerinden ayrılamaz iseler de biz sâdece konulan işlemek açısından burada onları birbirinden ayıracağız. Bununla beraber tam bir ayırıma gidemiyeceğimizi burada açıkça belirtme­liyiz.

Bir nesnenin hayat bulması veya canlı bir nesnenin yaratılması kâina­tın "yok" tan varlığa geçişten sonra en büyük olayıdır. Yüce Rabbin bizim açımızdan en büyük eseri bu "hayat" denilen şeyi yaratmış olma­sıdır. Hayat ve canlılık Öyle şeydirki o, mâhiyetini bilmediğimiz İlâhî ru­hun bir keyfiyyetidir. En küçük canlı bir varlığın ortaya çıkması belkide milyonlarca şartların bir araya gelmesine bağlıdır ve bu şartlan da tesadüf­ler değil ancak iradî olarak tek İlâhî Güç ortaya koyabilir. Durum böyle olunca maddeden en basit bir canlıya geçişi evrende en büyük bir olay ola­rak görmemiz yadırganmamalıdır. Bu en büyük olay olmalidırki insanlığın kulluk ve varlık kitabı olma özelliğine sahip Kur 'an 'da, insanlann en ha­kir ve basit gördükleri bir sivrisinek ve hatta ondan daha küçük canlı nesneler bile insana Allah'ın önemli eser örnekleri olarak sunulmuş ve bundan dolayı da Allah'ın bir utanç içinde olmiyacağı orada çok açık belirtilmiştir.[1]

En basit ve en ilkel bir canimin ortaya çıkması için bin bir şartın bir arada bulunması gerektiğini söylemiştik. Biz burada bazı gezegenlerde bulu­nabilecek hayat için gerekli temel unsurlardan sâdece bir kaçını ele alacağız. [2]

 

1 - Göklerde, Hayat İçin Gerekli Su Ve Hava Ortamının Bulunup Bulunmadığı

 

Günümüze kadar yapılan çalışmalarda göklerde, dünyamız gibi, bir hayat ortamının bulunduğu isbat edilmemiştir. Fakat bu alandaki bilgiler her gün değişebilir ve hergün yeni keşif ve bulguların olması söz konusudur. Uçsuz bucaksız göklerin küçücük bir noktasında bulunan bizlerin, evrene göre sınırlı bir çalışma ile onun hakkında hemen her şey söylememiz uygun ve mümkün değildir. Kâinatı elbet onun kendi içinde araştırmak gerekir. Biz burada bir kısım İslâmî kaynaklarda bulunan haberlerden ve yorumlardan söz edeceğiz ve önce, kendisi olmadan hayatı düşünemediğimiz "su1' dan işe başlayacağız.

Göklerde hayat denilince şüphesiz oralardaki gezegenleri düşünüyo­ruz. Acaba bir kısım gezegenler hayat için gerekli suya sahipmidirler? İşte şimdi üzerinde duracağımız konu budur. Biz daha önce, ilk maddeler ile yer ve göklerin yaratılışını, incelerken "su" denilen nesnenin ve onun temel unsurlarının bu yaratılışta yerlerinin ne olabileceğini, anlatmaya çalışmıştık. Yer ve gökler yaratılmadan önce Arş 'm su üstünde bulunduğunu ve yaratı­lışa sudan başlandığını bildiren âyet ile Hz. Muhammed (571-632 m)'in bu konudaki sözlerin [3]göz önünde bulundurulursa suyun veya onun temel unsurları olan gazların yâni hidrojen ile oksijenin kâinatta bol miktarda bu­lunduğu söylenebilir. Fakat bu iki temel unsurun bizzat suya dönüşebilmele-ri için gerekli şartların her yerde bulunabileceğini söylememiz imkânsızdır ve gördüğümüz kadarıyla da göklere hâkim unsur daha çok "ateş: nar" unsurudur. Bununla beraber, yaratılışta önceliğe sahib olan suyun tek dünya­mızda yeniden kendi tabiatına dönüşebildiğim veya suyun katkı maddeleri hidrojen ile oksijenin sâdece dünyamız ortamında çiftleştiklerini söyleme­miz de zordur. Evren hiç bir zaman boyutlarını ölçemiyeceğimiz kadar geniş ve büyüktür ve yüce Allah muhtemelen evrende tek olan bir şey yaratma­mıştır. Bu açıdan hayatın ve onun ihtiyaç duyduğu suyun tek bizim yerküre­mizde bulunduğunu söyleyemeyiz ve fakat başka dünyalar olduğunu da uzay araştırmalarına dayanan bir keşifle bilmiyoruz. Araştırmacılar bu alan­da çalışmalarına devam etsinler biz de burada İslâmî kaynaklarda söylenen­leri aktarmaya çalışacağız.

Hz. Muhammed (S)'in mîrac olayını herkes bilir. Biz burada böy­le bir olayın imkân ve mâhiyeti üzerinde durmayacağız. Bu bir îman mesele­sidir. Biz onun sâdece konumuzla ilgili, göklerde gördüklerinden söz edece­ğiz. Bu arada şunu da söyleyelim ki onun miracı, manevî unsurlarla ve ma­nevî misâl ve remizlerle doludur ve o, bazı şeyleri bizlere anlatabilmek için böyle bir yolu seçmek durumunda kalmış olabilir. Bununla beraber her şeyi bu anlatım içinde görmek de doğru değildir. Biz onun gökler hakkında ver­diği bilgi ve haberleri kendi konuları içerisine serpiştirmiş bulunmaktayız. Bu konumuzla ilgili gördüğüm bir sözlerinde Hz. Peygamber; yedinci gökte bulunduğu bir sırada oranın gökyüzüne baktığında orada gökgürültü-sü, şimşek ve yıldırımlar gördüğünü, anlatır.[4] Bu, yağmur ve hava hareket­leri olayına bir işaret sayılabilir. Hz. Peygamber gene miracı anlatırken 7. gökte dört nehir gördüğünü ve bunlardan derinlerde (bâtını) olan ikisinin cennette olmalarına karşılık diğer açıktaki iki nehrin Fırat ve Ni1 nehirleri olduklarını söyler.[5] Ünlü hadisçi Buhârî'nin kaydettiği diğer bir sözlerin­de ise o; dünyamızın dâhil bulunduğu en yakın gökte devamlı akan iki ırmak gördüğünü ve bunları Cebrail 'e sorduğunu, anlatır. Cebrail de ona; bunla­rın Fırat ve Nil 'in unsurları yâni asılları olduğunu, söyler. Göklerde yol alan Hz. Peygamber, bundan sonra, kıyısında inci ve zebercedden ya­pılmış bir saray bulunan bir başka nehir daha görür ve misk kokan bu neh­rin, kendisine Kevser olduğu söylenir.[6] Kevser ise bir cennet ırmağı ol­duğundan burada o bizi ilgilendirmemektedir. Göklerde Peygamber'e Fırat ve Nil nehirlerinin temel unsurları diye tanıtılan nehirlerden kasıt nedir? Acaba burada, devamlılık, istikrar ve verimlilik bakımından onların daha üs­tün oldukları mı anlatılmak istenmiştir? Burada, ilk müslümanlann tanıdık­ları, verimli toprakları sulayan bu nehirlerin bile o nehirler karşısında bir gölge oldukları mı anlatılıyordu? Yoksa, varlık dünyasında biri asıl öteki onun benzeri ve misâli iki ayrı varlık bulunduğundan mı söz ediliyordu? Şüphesiz bunlar bizim aklımıza gelen sorular olmuşlardır. Bütün bu durum­larda göklerde nehirler olduklarına hükmetmemiz gerekecektir.

Alimlerin Kur'an'a dayalı yorumlarına gelince bunlar yer ve göklerin oluşum merhalelerinin anlatıldığı Fussılet süresindeki bir âyet üzerinde yo­ğunlaşmaktadır. Burada önce yer ve göklerin oluşumu anlatılır ve ardından da şöyle denilir:

" Allah bu şekilde onları yedi gök olmak üzere iki gün (merhale) de vücuda getirdi ve her gökte ona âit emri (: kanun ve görevi) bildirdi..".[7]

Aslında bu âyette görünürde konumuz olan su ve hava ile ilgili bir şey söylenmemektedir. Arapçada "emr:" kanun koyma ve görevlendirme dışında, durum anlamına da gelmekte ve buna göre Allah, her gökte oluş­ması gereken varlık ve durumları bildirmiş olmaktadır. Diğer bir deyişle on­lara "ol" emrini vermiş bulunmaktadır. İşte bazıları bunlar arasında deniz ve buz dağlarını da düşünmüşler veya bu şekilde bir yoruma gitmişlerdir. Eğer biz göklerde emir alan canlıları sâdece melekler olarak düşünmez ve bundan ayrıca oralarda bizim gibi canlılar olduğu hükmünü de çıkarırsak bu takdirde göklerde gerekli hayat ortamını da kabul etmemiz gerekecektir.

Her gökte görevlendirilen veya bir hizmete yönlendirilen varlık ve nesnelerin neler olabileceği elbette Kur'an okuyucusu için bir merak konusu olur. Bu konuda müfessirler kendi anlayışlarına göre bir şeyler söylediler. Hz. Peygamber'i hariç tutarsak Kur'an'm ilk müfessirlerinden İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) sözkonusu âyetin tefsirinde; her gökte, meleklerin yanı sıra denizlerin ve buz dağlarının yaratıldıklarından söz eder.[8] İbn Abbas (r.)'in bu görüşü hicrî 2. asrın başlarında vefat eden dönemin ünlü âlimlerin­den Katâde (ö. 118 h/736 m) ve özellikle de onun çağdaşı ve kaynaklar­dan gök bilimine meraklı olduğu anlaşılan es-Suddî (ö. 127 h/744 m) ta­rafından da benimsenmiştir.[9] Bu arada müfessirlerin çoğunluğu tarafından; kızgın deniz yahut dolu veya fışkıran deniz, diye anlam verilen Tûr sûresin­de sözü edilen deniz, Hz. Ali (ö. 40 h/661 m) ve gene bazılarınca göklerde bir deniz olarak düşünülmüştür. Hz. Ali (r.) bu denizin yoğun ve kalın bir su ile dolu olduğunu söylerken diğer bazıları bunun, türkçede canlılar denizi anlamına gelen "bahru'l-hayvanadım taşıdığını söyler­ler.[10] Bu nitelikleriyle bir denizin ise biz, Peygamber (S)'in öğretileri ara­sında bir yerini bulamıyoruz.

Kur'an'da, arşın su üstünde (Ötesinde) olduğunun bildirilmesi yamnda[11] Hz. Peygamber de göklerde bir su âleminden bahsetmiştir. O bir konuşmasında yedi gök ve yedi dünyayı ve bunlar arasındaki mesafeleri anlatırken yedinci gökten sonra, derinliği iki gök arası kadar olan çok büyük bir deniz âleminden söz etmiştir ki A r ş bu deniz âleminden sonra gelmektedir.[12] Peygamber (S)'in verdiği bu bilgiden, Kur'an'da, yer ve gökler ya­ratılmadan önce varlığından söz edilen su âleminin hâlen varlığını sürdürdü­ğü, anlaşılmaktadır. Tefsir biliminde pîr sayılan İbn Abbas (r.) da muhte­melen Peygamber'den aldığı bir açıklamasında böyle bir su âleminin varlı­ğından söz etmiştir.[13] Bu su âlemi belkide sâdece hayata değil tüm yer ve göklerin oluşumuna kaynaklık etmiştir. Fakat burada konumuz açısından en önemlisi müstakil bir su âlemi değil bazı gezegenlerde suyun bulunması­dır.

Hayat için gerekli havaya gelince dünyamız gibi hava tabakasına sa­hip başka gezegenlerin olup olmadığını bilemiyoruz. Eğer bazı gezegenlerde su veya hayat varsa orada bunlar için gerekli hava da var demektir. [14]

 

2 - İçinde İnsan Ve Hayvan Türünde Canlılar Olan Başka Dünyalar

 

a - Kur'an-ı Kerîm'de Göklerdeki Hayata Değinen Genel İfâdeler

 

Cinler ve melekler, hayat sahibi olarak şüphesizki canlı varlıkla­ra dahildirler. Fakat biz burada, göklerde bu tür canlıların varlığı üzerinde değil, insan ve hayvan türünde canlılar olup olmadığı üzerinde duracağız. Her ne kadar Kur'an'daki bazı genel ifâdelerden göklerde canlılar olduğunu öğreniyor isek de biz bunların insan ve hayvan türünde olduklarını kesin bir şekilde söyliyemiyoruz. İnsanlar ötedenberiye gökleri kendi zihinlerinde meleklere tahsis etmişlerdir. Oysa biz Kur ' an-i Kerîm 'de, göklerin sâ­dece onlara tahsis edildiğine ve oralarda başka canlıların yaşamadığına dair kesin hükümler bulamıyoruz. Bunun aksine Kur'an'daki ve Hz. Peygam-ber'in ilgili bazı sözlerindeki genel ifâdeler, göklerde yeryüzündekilere ben­zer canlılar olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. Şu kadar varki bizler Kur'an âyetleri üzerinde her zaman peşin hükümlerimizi bir yana bırakıp düşünemiyoruz. Bazan Allah'ın, melek olsun, insan ve diğer nesneler olsun bütün yaratıkları için aynı genel hükmü ortaya koyması da bizi kesin kana-ata varmaktan alakoymaktadir. Bütün bunlara rağmen göklerde hayat olduğu işaretini veren âyetler vardır.

Bazı gezegenlerde insan için uygun ortamlar olmalıdır. İnsan bu gibi yerleri bulup oralara gidebilirse onun yüce Allah karşısındaki durumunda gene de hiç bir değişme olmaz ve Allah şu yerküresi üzerindeyken insan­dan istediği kulluğu oralarda da ondan ister ve kâinatın her yerinde O kendi rablığını ortaya koyar. İnsan ise Onun karşısında dâima âciz bir kul olarak kalır. Kur'an'daki bazı hitaplar acaba melekleremidir yoksa göklerde bizden ayrı bir insanlık var da bu hitaplar bizimle beraber onlaramı yönel­tilmiştir? Veyahutta fetihlerle yeryüzü insanlığından oralara gidip yerleşen­lerini olacaktır? İnsanlık böyle bir şeyi başarırsa buradan ayrılıp gidenler orada da aynı İlâhî çağrının muhatabı olma durumundadırlar. Bu girişten sonra biz şimdi bazı Kur'an âyetlerine dikkat çekeceğiz. Meselâ şu âyette hem yerde ve hem de gökte olan insanlığa seslenilmekte ve şöyle denilmek­tedir:

"Siz ne yeryüzünde ne de gökte Allah'ı âciz bırakamazsınız. Ve siz Allah'ı bırakıp da Ondan başka bir dost ve bir yardımcı da bulamazsınız"[15]

Bu âyet, insanlığa; yeryüzünde gezip yaratılışın nasıl başladığını araştırma­ları çağrısının yapıldığı bir âyetten hemen sonra gelmektedir ve dolayisiyle burada muhatap tamamiyle yeryüzü insanlığıdır. Burada yerde ve göklerde Allah'ın safdışı yapılıp Ondan kurtuluşun mümkün olmıyacağı ve insanlığın kendisine Ondan başka bîr dost ve yardımcı bulamıyacağı, anlatılmaktadır. Bu âyette açıkça gökyüzünde bir insanlık muhatap alınmıştır. Öte yandan; "Ne göklerde ve ne de yeryüzünde hiç bir şey Allah'ı âciz bırakamaz" [16]an­lamındaki âyette ise muhatap insanlar da dahil olmak üzere çok geneldir. Bu arada İnsanlığı doğrudan göğe çıkarıp yeryüzünde olduğu gibi Allah'ın var­lık ve birliğinin nişane ve belgeleri üzerinde insanları gezdiren âyetler de vardır. Konuyla ilgili âyette aynen şöyle denilir:

" Göklerde ve yeryüzünde nice deliller vardır ki onlar bu delillere aldırış etmeden üstlerinden basıp geçerler"[17]

Burada kendilerini Yüce Allah'a yöneltecek olan varlık âyetlerine ve tabiat belgelerine aldırış etmeyen, onları bu gözle incelemiyen inkarcı ve müşrikler tenkid edilmektedir. Bu âyetin ifâdesinden anlaşıldığına göre böy­le bir tutum içinde olanlar sâdece yeryüzünde değil aynı zamanda gökyüzü­ne gidip oralarda yaşayan kimselerdir. Bu da insanlık için oralarda yaşama imkânları bulunduğunu gösterir. Geçmişte ise müfessirler bu âyetten bizim anladığımız bir hüküm çıkarmamışlar ve onlardan bazıları da âyetteki dünya anlamında olan "ard:" kelimesini kendi anlayışları doğrultusunda ha-rekeliyerek buna göre insanları sâdece yeryüzü üzerinde dolaştirmişlar-dır. Bizim ise bunlara katılmamız mümkün değildir ve mushaflarımızdaki harekeleme de bizi destekler durumdadır. Biz uzayın yeryüzü insanlığınca fethini kendi özel konusu İçerisinde genişçe ele alacağımızdan burada daha çok esas konumuza yöneleceğiz.

Bazan biz Kur'an-ı Kerîm 'de; canlı, cansız, melek, insan ve hay­van bütün yaratıklar için ortak kullanılmakta olan; "herkes, herşey:" gibi isimler buluruz. Bu sebeple de âyette hangi tür canlının kastedildiğini kesin ortaya koymadığımızda, göklerdekileri meleklere ve bazan da cinlere, yerdekileri de insan ve hayvanlara yorumlarız. Meselâ şu âyet bunun çok ' güzel bir örneğini teşkil eder:

" Görmedinmi; göklerde olan herkes ve herşey ve yeryüzünde bulunan herkes ve herşey; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, bitkiler,

hayvanlar ve pek çok insan gerçekten Allah'a secde ediyorlar.

İnsanlardan çoğu da vardırki onlara azab hak olmuştur."

Burada biz bütün müfessirler gibi, göklerde olanları, oralarda secde ile meş­gul meleklere ve gene orada Allah'ın kanunlarına boyun eğen yıldız, ge-t zegen ve diğer cansız nesnelere yorumlarız. Âyetin öteki bölümünde yer ' alan insan, hayvan ve bitkileri de sâdece dünya için düşünürüz. Kur'an'da bu şekilde genel ifadeli pek çok âyet vardır. Bunların bazılarında meselâ; yerde ve gökte, Allah'tan başka hiç kimsenin gay bı ve nihâî sonlarının ne zaman geleceğini bilemiyecekleri analatılır. Bir âyette de; Allah'ın yerde ve göklerde gizlenen her sırrı açığa çıkarttığı, ifâde edilir. Burada biz is­ter istemez, göklerde kimin bir sırrı olabilir, diye düşünürüz ve melekle­rin sır gizleme gayreti içinde olmalarını kabullenenleyiz. Çünki onlar her zaman itaat içindedirler ve onların gizlemek isteyecekleri bir suçları bulunmaz. Şeytan da her şeyi aleni yapar. Geriye ise sâdece insan ve cin türü canlılar kalır. Ancak Allah'ın yer ve göklerin Rabbi olarak genel ifâdeler kullanmış olması mümkündür. Bir başka âyette İse, yüce Allah'ın dininden başka bir din ve yol peşinde koşanlara karşı çıkılarak yer ve göktekilerin is-teselerde istemeselerde Allah'a boyun eğdiklerinden söz edilir.[18] Burada benim anlayışıma göre anlatılan şudur; Yer ve göklerdeki herkes ve herşey sonuçta kendisini İlâhı kanunlar içinde ve Allah'ın gerek din ve gerek ta-bİat olarak koyduğu kanunların hükmü altında bulacaktır. Bu âyeti okudu­ğumuzda elbet, göklerde İlâhi kanunlara boyun eğmiş olanların kimler ve neler olduklarını düşünürüz. Aklımıza ilk gelen şüphesiz melekler ve diğer tüm cansız nesnelerdir. Şu âyette de gene biz buna benzer unsurlar ve anla­tımlar görmekteyiz:

" Göklerde ve yeryüzünde bulunanlarla, kanatlarını açıp çırpa­rak uçan kuşların hep Allah'ı tesbîh ettiklerini görmezmisin? Onların hepsi kendi düâ ve teşbihini bilmektedir, Allah da hep­sinin yaptıklarım bilir" [19].

Yüce Rab canlı - cansız yer ve göktekilerin hepsine kendi davranış biçimle­rini öğretip onları yönlendirmiştir. İşte burada bana öyle geliyorki inkarcılar, Allah yolunda ve Onun tabiî kanunları içinde yürüyen tüm kâinat varlıkları­na bakıp bundan ibret almaya ve hatta utanmaya davet ediliyorlar. Bir başka âyette ise, Allahm yanında durmadan ibâdet edenler, göklerde olanlardan ayrı tutulmuşlardır. Bu âyetin ifâdesi aynen şöyledir:

" Göklerde ve yeryüzünde kimler varsa hepsi Ona aittir. Onun yanında bulunanlar ise Ona ibâdetten büyüklük taslayıp geri durmazlar ve yorulmazlar da.[20]

Onun huzurunda sürekli ibadette bulunanlar şüphesiz meleklerdir. Fakat göklerdeki diğerleri kimlerdir? Âyette meleklerle ilgili bölüm göktekilerin özlüklerini anlatmak için getirilmiş de olabilir.

Daha önce de belirttiğim gibi yüce Allah, yeryüzünde olsun gökler­de olsun her yerde ve bütün mekânlarda herkesi kulluğa çağırmıştır. Bildi­ğim kadarıyla meleklerin sürekli ibâdette olmalarına karşın insanlar belli za­manlarda belli ibâdet şekillerini yerine getirmeğe çağrılmışlardır. Şu âyette ise namaz ibâdeti yerde olduğu gibi göklerde de belli zamanlarda istenmiş gibidir.

" Göklerde ve yerde hamd Onadır. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine ulaştığınızda Allah'ı teşbih edin".[21]

Allah'ı yüceleme ve Onun yüceliğini dile getirme anlamına gelen "tes­bîh" belli zamanlarda istenildiğinde bu, islâmda belli bir ibâdet şekli olan namazı ifâde eder. Burada İlâhî hitap doğrudan insanlığadır ve göklerde söz-konusu ibâdet için bir zaman tesbiti yapılmış gibidir. Yedi gök ve yerdekile-rin Allah'ı tesibih ettiğini ve fakat bizlerin onların teşbihlerini tam olarak anlayamiyacağımızi, söyleyen âyetin[22] tefsirinde bazı âlimler bu anlaşıl­maz teşbih işini hayvanata, nebatlara ve cansız nesnelere has olarak görür­lerken bir kısımları da onu sâdece ruh sahibi hayvan ve nebatlara tahsis et­mişlerdir.[23] Bu anlayış tarzı bizleri göklerde bu gibi canlılar olabileceği, düşüncesine götürürler.

Benim buradaki konumuz açısından fazlasıyla dikatimi çeken ve fa­kat tefsir kaynaklarında düşündüğümü bulamadığım âyetlerden biri de şöy­ledir:

" Göklerde ve yeryüzünde kimler varsa onlar da gölgelen de sa­bah, akşam ister istemez Allah'a secde ederler"[24]

Secde; boyun eğme ve itaatin en ileri mertebesidir. Din sözkonusu olunca herkeste bu derece bir itaat yoktur. Allah'ın tabiat kanunlarına gelince canlı ve cansız tüm varlıklar yüce Rabbin bu kanunları çerçevesinde seyrederler ve ister istemez buna uymak zorundadırlar. Dinlerin hepsi, Allah'ın iste­diği ibâdet biçiminin yalnız kendilerinde olduğunu savunurlar. Fakat aslında bunlardan yalnız biri doğrudur. Bununla beraber hiç bir varlık kendini Allah şuurundan kurtaramamış ve Onun koyduğu tabiat ve varlık kanunları sözko­nusu olunca dini inkâr etse bile onlara uymak zorunda olmuş ve onların dı­şına çıkamamıştır. Bu da insan nesli ile cin neslinden olan bir kısımlarına âit bir tutumdur ve bu, Allah'ın varlık kanunları ile önlerine konulan din ka­nunları arasında bir fark görmeyen meleklerin tutumu değildir. Onlar is­tekle itaat ve secde içindedirler. Şimdi gelelim benim burada asıl dikkatimi çeken noktaya: Bildiğimiz kadarıyla melekler ve cinler latîf varlıklardır. Böyle olunca da onların gölgeleri yoktur? Oysa âyette yeryüzünde olduğu gibi göklerde de kendileriyle birlikte gölgeleri de secde yapan kimselerden ve nesnelerden söz edilmiştir. Bunlar melek ve cinlerin dışında canlılar olmalıdır. Gölgelerin secdesine gelince bu, güneşin veya herhangi bir ışık kaynağının hareketine göre gölgenin uzama, kısalma ve yön değiştirme ha­reketidir ve bu konuda az önce bahsettiğim tabiat kanunlarından biri hük­münü icra etmektedir. İbadet içinde olan bir kimse de ona göre bir gölgeye yol açacaktır.

Kur'an-ı   Kerîm'de konumuzla ilgili, genel ifadeli daha başka âyetler de vardır. Bunlardan birinde şöyle denilir:

"Sûra üfürüleceği gün, Allah'ın diledikleri müstesna, göklerde kimler var, yeryüzünde kimler varsa dehşetle korkarlar ve hepsi de boynu bükük ve zelil olarak Ona gelirler".[25]

Buna benzer bir başka âyette de ilk sûrda, bazıları hâriç, yer ve göklerdeki herkesin öleceği, bildiriliri.[26] Müfessirler bu ilk surda ölmiyecek olan veya korkuya kapılmıyacak olanların büyük melekler yahut huriler veya şehitler olduğu görüşlerini ortaya koydula.[27] Buna karşılık onlar, gör­düğüm kadarıyla korkuya kapılan ve ölenlerin kimler olduğu üzerinde dur­madılar. Burada benim düşünüp de kendi kendime sorduğum şu olmuştur: Acaba meleklerden de isyancı diğer canlılar gibi Allah huzuruna hor ve ha­kir olarak gelenler olacakını? İlâhî hesap sözkonusu olunca tabii olarak her yaratık endişeye düşer. Fakat biz Kur'an'da meleklerden kötüleneni hiç gör­müyoruz. Göklerden İlâhî huzura boynu bükük ve hor kimler sevkedilecek? Bu konuda ilgimizi çeken diğer bir âyet de şöyledir:

" Göklerde ve yeryüzünde kimler varsa hepsi Ondan ister. O (Al­lah) her gün (her an) bir yaratma işindedir"[28]

Melekler dâhil bütün yaratıklar her an Allah'a muhtaçtırlar. Her yaratığın kendi varlığına göre istediği şey Allah'ın yarattığı bir şeydir.[29] Eğer gökler­de Allah'tan rızık isteyenler varsa bunlar meleklerin dışında varlıklar olma­lıdır. Fakat biz bu âyetin genel ifâdesi içinde istenen şeylerin neler olduğunu bilemiyoruz. Allah bu istekler için her an yaratma hâlinde olduğuna göre, is­teklerin maddî şeyler olma ihtimali manevî talepleri karşılama ihtimalinden daha az olmıyacaktir. Kur'an-ı Kerîm'de, göklerdeki hayatla ilgili bu genel ifadeli âyetlerden sonra biz şimdi konumuz açısından biraz daha açık olan âyetler üzerinde duracağız. [30]

 

b - Göklerde İnsan Ve Hayvan Türünde Canlılar (: Devâbb) Olduğu İhtimâlini Güçlendiren Âyetler

 

Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de bizleri ciddi düşüncelere yönelten âyetler vardır. Biz önce burada, bazı âyetlerde sözü edilen ve canlı anlamına gelen "dâbbe:" kelimesi üzerinde duracağız. Bu kelimenin geçtiği ve konumuz bakımından en ilgi çekici ifâdeye sahip âyetlerden birinde şöyle denilir:

" Göklerde ve yeryüzünde olan canlılar ve melekler, onlar hepsi de büyüklük göstermeden Allah'a secde ederler[31]

Diğer bazı âyetlerde de gördüğümüz ve bizim burada, canlı, diye ter­cüme ettiğimiz "dâbbe" mefhumu içerisine meleklerin dâhil olup olmadık­ları konumuzun önemli noktasını teşkil etmektedir. Bu âyetteki "dâbbe" kelimesi, mushaflarda esre harekelenmesine karşın "melâike" kelimesi ötre hareketi en m iştir. Bu da arap dili açısından secde işinde meleklerin "dâbbe" den ayrı kişilikleri olan diğer failler olduklarını gösterir. Buna göre sözkonusu âyette, yerde ve göklerde Allah'a secde eden canlılar ile bunlar­dan ayrı olarak aynı ibâdeti yapan meleklerin varlığından sözedilmiş olmak­tadır. Göklerde varlıklarından söz edilen "devâbb: canlılar" dan kasıt bazı müfessirlerin dediği gibi gerçekten sâdece melekler midir ve melekler bu tür canlılar içerisinde düşünülebilirini? Biz şimdi bazı müfessirlerin bu konuda­ki görüş ve düşüncelerine yer vereceğiz.

Türk Harzem ilinden dilci müfessir[32] Zemahşerî (467-538 h/1074-1143 m) sözkonusu âyetin anlam ve tefsiri üzerinde değişik ihtimallere yer verir ki bunlar arasında "dâbbe" nrn, göklerde insan gibi adımlarını atıp ge­zen canlılardan olması ihtimâli de vardır.[33] Çeşitli alanlarda eser veren Bağdat'ın ünlü bilginlerinden İbnu'l-Cevzî (508 - 597 h/1114-1200 m); meleklerin kanatlı olmalarından ötürü bu âyette "devâbb" türünde canlı­lara dâhil edilmediklerini yazar.[34] Bu müellif Zemahşerî'den yarım asır ka­dar sonra yaşamış ve onun çağdaşı sayılır. Türk ve İran illerinde büyüyüp yetişen, aslı Kureyşli ünlü müfessir Fahruddîn er Râzî (ö. 606 h/1210 m) ise, hareket etme anlamındaki "debb: va " filinden yola çıkarak melekle­ri de bu tür canlılara dâhil eder. Bununla beraber bu ünlü bilgin, göklerde de yerdeki insanlar gibi yürüyen canlıların olabileceği ihtimalini gözardı etmez.[35] Ondan sonra gelen Endülüslü Kurtubî (ö. 671 h/1272 m) de Râzî gibi melekleri "dâbbe" türü canlılar içerisinde görmekte ve diğer bir deyişle bu mefhumu tüm canlıları kuşatan bir genişlikte ele almakta ve o ayrıca kar­şıt görüşlere de yer vermektedir.[36] Aslmda kendisi de müfessir olduğu ka­dar bir filozof sayılan F. Râzî; İslâm filozoflarının; cismâni varlığı olup hareket eden ve ayaklarıyla yürüyen canlıları "dâbbe" olarak gördüklerini ve meleklerin âyette bu tür canlılardan ayrı tutulduklarını, savunduklarını ya­zar. Bu görüşte olan bilgin ve müfessirler; kuşların kanatlı olmaları dolayi-siyle onları "devâbb: " dan ayrı tutan Kur'an'ın bir başka âyetim delil olarak ileriye sürerleri [37]Gerçekten bu âyete baktığımız da uçan canlıların "devâbb" denilen, yerde gezen türlerden sayılamıyacakları kanaatini elde ederiz. Sözkonusu bu âyette şöyle denilir:

" Yeryüzünde yürüyen hiç bir hayvan (: dâbbe) ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş hâriç olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmet­lerdir..".[38]

Burada ana canlı türler sınıflandırılırken kuşlar "devâbb" denilen yerde yü­rüyenlerden ayn bir smıf oluşturmuşlardır. Bundan hareketle melek ve cin gibi uçarak gittiklerine inandığımız canlıların da onlara dâhil olamıyacakla-rını söyleyebiliriz, Kur'anın garib kelimeleri üzerine eser yazan Râgıb el-Isbahânî (ö. 502 veya 565 h) arapçada "debb" fiilinin hafif yâni yavaş yü­rüyen anlamına geldiğini yazar[39] ki uçarak giden hayvanlar ile melek ve cinler böyle yürümeyip hızlı giderler. Öte yandan biz Kur'ân-ı Kerîm'de doğrudan insan için de "dâbbe" denildiğini görmekteyiz.[40] Bu mefhum canlıların her türünü kapsamadığında biz ilk başta sunduğumuz âyete göre, göklerde adımlıyarak gezen canlılardan söz edebiliriz.

Melek ve cinlerin "devâbb" kavramı içinde yer alamıyacaklarına bir başka delil de şu âyet olabilir:

" Allah her canlıyı sudan yarattı. İste bunlardan kimi karnı üs­tünde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor ve kimi de dört ayağı üstünde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır" .[41]

Bu âyette her dâbbe (: canlı)mn sudan yaratıldığı bildirilmekte ve ardından da özellikle sürüngenler ile ayakları üstünde yürüyenler bu türün bir tanıtımı olarak sunulmaktadır. Daha önce gördüğümüz gibi melekler nurdan; cinler de nârdan yaratıldıklarına göre[42] onların sudan yaratılan bu canlılar içinde yer almamaları gerekir. Bununla beraber İbn Kesîr (ö. 774 h/1372 m) ve az önce kendilerinden bahsettiğimiz pek çok müfessir melekleri de bu mef­hum içine katmışlardı.[43] Daha Önceki âyette melekleri dâbbe kavramı için­de gören Kurtubî sudan yaratılış sözkonusu olunca burada onları bundan ayrı tutmuştur. Bu arada Kurtubî, bazı İslâm bilginlerinin; melek ve cinler dâhil her tür canlının ilk mebde (esas) olan sudan yaratıldıkarı görüşünde ol­duklarını, yazar. Onlara göre önce su, daha sonra da ondan ateş ve hava ve sonra da diğer her tür şey yaratılmıştır[44] ki biz önceden bu konuyu ge­nişçe işlemiştik.[45] Melek ve cinleri "dâbbe" mefhumu içinde gören F. Râzî de burada onların sudan yaratılmadıklarını kabul etmekte ve fakat ikinci görüş olarak da temelde her şeyin aslmm ilk esas olan suya dayandığı­nı ve bu sebeple onların da asılda sudan yaratıldıklarının söylenebileceğini, yazar. Konunun çeşitli yönleri üzerinde duran Râzî, en son olarak; devâb-bın yeryüzü canlıları olduklarını, melek ve cinlerin bunun içinde yer alma­dıklarım ve yeryüzündeki canlıların çoğunluğunun su mesabesindeki meni (tohum) dan yaratılmaları veya onların hayatları için suya muhtaç olmaları dolayisiyle âyette çoğunluğa ait hükmün genel hüküm mesabesine konuldu­ğunu anlatır.[46]

Göklerde melek ve cinlerden başka insan ve hayvan türünde bir canlı düşünemiyenler burada ilk başta verdiğimiz âyeti şu şekilde bir anlam ve tercümeye tâbi tutmuş olmaktadırlar:

" Göklerde olan (melek)ler, yeryüzünde olan canlılar ve o melek­ler; onlar büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler"

Bu tercüme ise bizim ilk başta sunduğumuz tercümeden farklıdır. Burada son kısımda yer alan melekler, göklerde olanların bir açıklaması gibi dü­şünülmüş ve buna görede oralarda insan ve hayvan türünden canlıların varlı­ğına hükmedilememiştir. Bu âyet ifâdesi itibariyle ise bizim oralarda aradı­ğımız canlıların varlığına hükmetmeğe daha uygun bulunmaktadır. Şu âyet de bu konuda önemli bir anlatıma sahiptir.

" Gökleri, yeryüzünü ve bunlar içinde üretip yaydığı canlıları yaratması da Onun (varlığının ve yüceliğinin) delillerindendir. O, dilediği zaman bunların hepsini bir araya toplamaya da güç yetirir.[47]

Bu âyette de "dâbbe" kelimesi kulanılmış ve bu canlıların üreyip bir nok­tadan diğer yerlere doğru yayılmasından söz edilmiştir. Meleklerde erkeklik ve dişilik olmadığından onların çoğalıp yayılma kanunlarını ve hatta çoğalıp çoğalmadıklarını bilemeyiz. Bu âyet daha çok, üreyen ve çoğalıp yayılan canlılardan söz eder durumdadır. Müfessirler her zaman olduğu gibi burada da gökleri meleklere, yeryüzünü de biz insanlara ve hayvanlara tahsis etmiş­ler ve âyetin son kısımmda yer alan yer ve gök canlılarının buluşmalarını da sâdece kıyamet sonrası hayatla ilgili görmüşlerdir[48] ki biz bu konuyu "Yer ve Göklerin Fethi" konusu içerisinde yeniden ele alacağız. Onlara göre gök­teki canlılar tabiiki melek ve cinlerden ibarettir. Esas görüş bu olmakla bera­ber önceden de kaydettiğimiz gibi Zemahşerî, Râzî, Neysabûrî ve hatta Ebu's-Suûd Efendi gibi müfessirler bu âyetin tefsirinde, gökler­de insan ve hayvanlar gibi yürüyüp gezen canlıların var olabileceği ihtimali üzerinde durmaktan da kendilerini alamamışlardı.[49]

Melekler için, bulundukları ortamdan başka bir ortama geçip git­mek zor olmasa gerekir. Burada önemli olan bu yerküresi insanlarının başka dünyaların insanlarıyla buluşmalarıdır. Buradaki insanlar ve eğer varsa baş­ka gezegenlerdeki insanlar birbirleriyle buluşmak için gerekli atılımları ya­pabilecek kabiliyetlerle donatılmışlarsa bu buluşma yer ve göklerin kıyamet günü bir yere toplanmalarından önce gerçekleşebilir. Kabiliyet ve imkânları yaratan, bunlara sahip olanları aynı yerde buluşturup bir araya getirmenin de gerçek faili olacaktır ki o da âyete göre Allah 'tır.

Kâinatta dünyamızdan ayrı dünyaların olma ihtimali dâima vardır. Günümüze kadar yapılan çalışmalar bu konuda kesin bir sonuca erişememiş­tir fakat evrenin büyüklüğüne bakılacak olursa henüz bu çalışmaların bir hiç mesabesinde olduğu kolayca anlaşılır. Biz daha önce "Yerlerin Sayısı" başlı­ğı altında Kur'an-ı Kerîm Men ve Peygamber (S)'in sözlerini içeren hadis kaynaklarından başlıyarak tefsirlerde bu konuda yer alan bilgi ve haberleri sunmuştuk. Orada da belirttiğimiz gibi Kur'an'da gök anlamında ki "se­mâ" kelimesinin çoğul gelmesine karşın yeryüzü anlamındaki "ard: kelimesi hep tekil olarak gelmiştir. Bu sebeple ilgili âyetler, yeryüzünü tekil gösterir biçimde "yer ve gökler" olarak tercüme edilmişlerdir. Bununla bera­ber Kur'an'da, yedi gök ifâdesi kadar açık olmasa bile, yerlerin de gökler sayısınca olduğunu bildiren bir âyet bulunmaktadır. Bu âyetin ifâdesi şöyle­dir;

" Allah yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratmış olandır. Onun emri bütün bunlar arasında durmadan iner durur. Al­lah'ın bunları yaratıp emirler indirmesi Onun gerçekten her şe­ye gücü yettiğini ve bilgisiyle her şeyi kuşatmış olduğunu, bil­meniz içindir" .[50]

Bir kısım müfessirler yerlerin sayısının yedi olduğunu gösteren Kur'an âye­tinin tek bu olduğunu söylerler. Fakat onlar çoğunlukla bunu yerin tabakları olarak anlarlar. Hz. Peygamber'in hadislerine gelince onun anlatımla­rında, yerler genellikle gökler gibi yedi adet olarak geçmektedir ki biz daha önce ele aldığımız bu konuyu burada aynen tekrarlamak durumunda olma­yacağız.[51] Eğer kâinatta başka dünyalar daha varsa bunlar elbet boş alanlar olmayıp dünyamız gibi kendi ortam ve şartlarına uygun canlılarla dolu ola­caklardır.

Peygamber (S) yedi arzdan, diğer bir deyişle gökler sayısınca yer­kürelerden söz ederken bununla o, içinde hayat ve hayat imkânları olmıyan içleri boş gezegenleri kasdetmiş olamaz. Eğer Peygamber onları arz (: yerküresi) olarak nitelendirmişse bu, oralarda dünyamızda olduğu gibi canlı­lar bulunduğunu anlatmak için olabilir. Öte yandan Hz. Peygamber, bizim dünyamızdan başlayarak diğer dünyaları sayarken sonuncu arz için "en uzak arz " tâbirini kullanmıştır. Bu, bizim yerküremiz için kullanı­lan, en yakın arz anlamındaki "dünya" kelimesinin zıddıdır. Yoksa burada dünyanın zıddı olan " süf1â " yi en aşağıdaki veyahutta değer ve hayat sevi­yesi bakımından en düşük şeklinde anlamak elbet doğru değildir. Peygam­ber, yerküreleri sayarken Önce bulunduğu yerden başladığı için en sonuncu­sunu bu şekilde nitelendirmiş olmalıdır. Aslında uzayda aşağılık ve yukarılık yoktur, sâdece uzaklık ve yakınlık vardır. Dünyamızı en yüksekte ve diğerle­rini hep aşağılarda düşünen bazı kimseler dünyamız için en yüksek anlamın­da "el-ulyâ:" tâbirini kullanmışlardı.[52] Oysa dünya kelime olarak en yakın anlamına geldiği gibi'" uly â"nın zıddı olarak en düşük anlamına da gelir. Diğer yandan böyle düşünenler dünyamızı en yüksekte düşünürler ve fakat onu yedinci gök içerisine değil de genede "dünyâ" anlamına uygun olarak "en yakın gök: " içerisine yerleştirirler. Her bir arz-küresi yaşamaya uygun bir yer olmalıdırki Hz. Muhammed (571-632 m) ilgili sözlerinde; "Eğer siz en uzak arza iple (bir yol bulup) bir adam sarkıtıp gönder seniz o adam orada da gene Allah'a (Onun hükümran oldu­ğu bir yere) inmiş olur"[53] demektedirler. Bu da orasının yaşanabilir bir yer olduğunu gösterir.

Başka dünyaların varlığını ve oralarda insanlar gibi canlıların bulun­duğunu ihtimalsiz ve açık olarak kabul eden, eğer kaynakların verdiği bilgi doğruysa, tek İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) olmuştur. Pek çok kaynak onun, yerlerin sayısıyla ilgili olarak üzerinde durduğumuz bu son âyetin tefsirinde şu sözlerine yer verirler ki biz onun bunu Peygamber'den alıp almadığını bi­lemiyoruz". "Allah yedi arz yaratmıştır. Her arzda sizin Peygamberiniz gibi bir Peygamber, Âdem gibi bir âdem, Nûh gibi bir nûh, ibrahim gibi bir ib­rahim ve İsa gibi bir isa vardır." [54]Her arzda dünyamız insanları gibi in­sanlar olduğunu söyliyen İbn Abbas (r.) bu sözleriyle oralarda bir halk ve onların da yol gösterici peygamberleri olduğunu anlatmak ister.[55] Bu, ibn Abbas 'in kendi görüşü veya benimsediği bir görüş olmalıdır. İlk müellif­lerden Taberî (ö. 310 h/922 m) ve daha diğer bazılarının yazdıklarına göre İbn Abbas yerkürelerin çokluğu ile ilgili âyeti bu şekilde açıkladıktan sonra; "Eğer size bu âyetin açıklamasını yaparsam kâfir olur yâni onları inkâr edersiniz" der.[56] Hatta İbn Abbas'a mâledilen bir sözlerinde o; kıyame­te doğru yeryüzüne inen çeşitli gök melekleriyle insanları konuşturacak ka­dar ileri gider.[57] Yerlerin birden fazla olduğunu kabul eden hicrî ilk asır âlimlerinden Katâde (ö. 118 h/736 m) ve gene onun çağdaşı B asra ken­tinden ünlü bilgin Hasan el-Basrî(ö. 110 h/728 m) oralarda insan şek­linde canlılar olduğundan söz etmezler. Fakat yerlerin çokluğu görüşüne sa­hip olanlar, üzerinde durduğumuz bu son âyete dayanarak Allah emrinin bü­tün yerlere ve göklere indiğinden söz ederler. Endülüslü Kurtubî'nin ese­rinde yer alan İbn Ebî H âli d'e âit diğer arzlardaki acaib yaratıklarla il­gili iddianın ise hiç bir sağlam ve mâkul bir dayanağı yoktur. Yerlerin çoklu­ğu görüşünde olanların birkısmı da az önce açıkladığımız gibi bizim içinde bulunduğumuz dünyayı dünyaların en yükseği ve en önde geleni olarak kabul etmişlerdir[58] ki bu görüşün ilk temsilcisinin de gene İbn Abbas (r.) olduğu anlaşılmaktadır. O bu konuyla ilgili sözlerinde şöyle der:

" Göklerin efendisi içinde arş olan göktür. Yerlerin efendisi de bi­zim üzerinde bulunduğumuz yeryüzüdür"[59]

Daha önce söylediğim gibi Hz. Peygamber (S) yedinci yere: "en aşa­ğı arz" derken o bununla onun düşüklüğünü kasdetmiş olamaz. Eğer baş­ka yerlerde hayat varsa biz oralardaki hayatın seviyesini şimdilik bilemeyiz. Bizler bu dünyanın sakinleri olarak diğerlerinden üstün olmaktan kıvanç du­yar isek de eğer faydası dokunacaksa bizden daha yüksek medeniyetlerle te­masa geçmeği de büyük bir nîmet sayarız. Öte yandan burada yedi sayısının çokluktan kinaye olarak kullanılmış olabileceğini unutmamak gerekir. Bu durumda gerçek sayı elbet çok farklı olacaktır.

Benim burada son olarak üzerinde durmak istediğim bir âyet daha vardır. Bilindiği gibi Allah, insanı yaratacağı sırada meleklere; yeryüzün­de bir halîfe yaratacağını bildirmiş ve melekler de; kendileri Allah'ı yüceltip takdis ederken Onun yeryüzünde kötülükler yapacak ve kan döke­cek bir varlık yaratmasını, yadırgamalardı.[60] Bu yeni canlı türün kötülük yapacağını ve kan dökeceğini melekler nereden biliyorlardı? Sözkonusu âyet değişik yorumlara konu olmuştur. Fakat gördüğüm kadarıyla burada hiç kimse meleklerin diğer dünyalardan böyle bir tecrübeye sahip bulunmuş ola­bilecekleri ihtimali üzerinde durmamıştır. Yeryüzünde hayvanlar insandan önce ortaya çıktılar ve bunların pek çoğu da kan döküp et yiyen canlıları oluşturuyorlardı. Melekler bu yeni canlının da böyle olacağını düşünmüş olabilirler. Burada elbet bu nokta üzerinde de durmak gerekir. Yeryüzünde Adem 'den önce âdemlerin olduğu görüşü ise hiç bir esasa dayanmamakta­dır.[61]

Burada insan için kullanılan "halîfe" sözcüğü üzerinde de durmak gerekir. Bu, bir üst makam adına iktidar ve idareyi üstlenen yahut öncekiler­den sonra idareye hâkim olan anlamlarına geldiği gibi sâdece "sonra gelen" anlamına da gelir. Hz.Dâvud 'un öncekilerden iktidarı ele alması ona ha­lîfe niteliğini kazandırmış[62] ve gene iktidar ve hâkimiyeti elde eden bir top­lum veya bir ümmet, öncekilere göre halîfe durumuna geçmiştir.[63] Yeryü-

zünde herhangi bir hayvan türünün ona hâkim duruma geçmesi elbet sözko-nusu değildir. Ancak insan hâkim duruma geçmiştir. Dünyamız insanlığı halîfe unvanını acaba kendisinden önce başka dünyalarda ortaya çıkan insanlıklar var da onlara göremi almıştır? Yoksa sâdece bu unvan ona kendi dünyasında İlâhî irâdeye uygun yaşayıp ona ters düşmiyen bir yaşantı ve toplum düzeni gerçekleştirme görev ve sorumluluğundan dolayı mı veril­miştir? Meleklerin bu yeni canlı türün yapacağı kötülükleri dile getirme­lerine bakılacak olursa burada her iki şıkka da birlikde hak vermek daha doğru olabilir. Bunu kabullendiğimizde diğer dünyaların hiç olmazsa bazıla­rında bizden önce bir insanlığın ortaya çıktığına hükmetmemiz gerekecektir.

Dünyamızın çeşitli iklim ve kıtalarına göre insanlarda renk değişikliği ve buna ek olarak da cüz'î de olsa bir şekil farklılığı ortaya çıkmıştır. Hay­van ve bitkilerde de aynı şey söz konusudur ve hatta onlar tabiî ortamlarına uygun olarak çok çeşitlenmişlerdir. Bizim dışımızda içinde canlılar olan dünyalar varsa oralardaki insan ve diğer canlıların da kendi tabiat ortamları­na göre farklı renk ve şekiller almaları tabiidir. Fakat bunlar kanaatımca hiç bir zaman bazı kimselerin tahayyül ettikleri biçimde acâib ve garâib mah­luklar olmazlar.

Göklerde bizim dünyamızdakiler gibi canlılar olduğu konusunda Kur'an'da Allah belkıde bizimle çok açık konuşuyor. Biz onlarla tamşa-madığımız için bu açık sözleri başka türlü anlama ve yorumlama yoluna sapmış olabiliriz. Eğer evrende bizden başka bir insanlık yoksa o takdirde bu yerküresi insanlığı Allah katında bizim bildiğimizden ve düşündüğümüz­den çok daha değerli olmalıdır. [64]

 

c - Hz. Muhammed'in Göklerdeki Bazı Canlı Faaliyetlerine İlişkin Sözleri

 

Peygamber (S)'in bir önceki konuda sözünü ettiğimiz, diğer dünyalar­la ilgili sözlerini burada da hatırlamamız gerekir. Kur'an'da olduğu gibi Peygamber de bazı sözlerinde göklerdeki yaratıklarla ilgili olarak melek ve diğer türlerden canlıları kapsıyacak şekilde genel ifâdeler kullanmıştır. Bazan o; "yer ve göktekiler"[65] derken bazanda biz onun, halk ve canlılar anlamında "ehl: " kelimesini kullandığını görürüz. Meselâ o, insanlığa fayda ve doğruyu anlatan bilim adamlarının üstünlüklerinden bahsederken şöyle bir konuşma yapar:

" .. Allah, Allah'ın melekleri, gökler halkı ve yerler halkı, hatta yuvasındaki karınca ve sudaki balıklar insanlığa hayrı öğreten (âlim)'e düa ederler".[66]

Burada Hz. Peygamber, dünyalardan çoğul olarak bahsetmiş ve diğer yandan meleklerden ayrı gökler halkından söz etmiştir. Bu ifâde melekle­rin bulundukları mekânların bir açıklaması da olabilir ise de bu sâdece bir yorumdan ibaret kalır. Hz. Peygamber bir başka konuşmasında; Allah'ın, hac mevsiminde Arafat alanında toplanan halkla gök halkına karşı övün­düğünü anlatırken;[67]

" Allah gök ehline karşı Arafat halkı ile övünür"

Burada gök ehli, şüphesizki öncelikle melekler olarak yorumlanacaktır. Peygamber'in pek çok kaynakta geçen şu sözleri de gene konumuz açısın­dan düşündürücü bulunmaktadır:

" Eğer Allah, gökler halkına ve yer halkına azap ederse haksız olarak azab etmez. Eğer onlara Allah merhametli davranırsa Onun bu rahmeti kendilerinin ibâdet ve iyi işlerinden daha üs­tün olur"[68]

Sırf itaat içinde olan meleklerin cezayı gerektirecek bir davranışları bulun­maz. Bu yönden "gök ehli" ifadesi burada onların dışındaki canlılara yo­rumlanabilir. Peygamber (s) bir konuşmasında da göktekiler için "abd: kul" tâbirini kullanır. O; Allah'a bir övgü ve Peygamber'e gönderilen bir selâmın; "gökteki veya gökle yer arasındaki her kula erişeceği"ni sÖyler.[69] Allah'a kul olma bakımından elbet melekle insan arasında bir fark yoktur. Her ikisi de aynı sıfatı taşıdıklarından burada yalnızca melekler kastedilmiş olmalıdır. Ancak Buhâra'Iı ünlü hadisçi İmam Buhârî (256 h./870 m.)' nin bu hadisi kitabının "Ezan" bölümüne kaydetmesi onun, ezanın da yeryüzünü aşıp tüm uzaya yayıldığı görüşüne sahip olduğunu gösterir.

Hz. Peygamber acaba bütün bu sözlerinde biz alelade insanların, meleklere ve bazan da onların yanı sıra cinlere tahsis ettiğimiz göklerde sâ­dece bu canlıları mı kasdediyor? Yoksa o, önce ki konuda kaydettiğimiz ilgi­li Kur'an âyetlerini bizden farklı anlıyarak oralarda başka canlıların da bu­lunduğuna mı hükmediyor? Veya o, miracında bizzat bu canlıları müşahede eden birisi olarak mı konuşuyor? Onun bazı sözleri bu sorulara bir nebze ışık tutacak gibidir. Hadisle ilgili pek çok kaynakta geçtiği üzere o, kıyamete doğru yerkürede meydana gelecek önemli değişiklikleri anlatırken bunlar arasında "kazf:" olayından da bahseder. Kazf; mancınıkla taş at­ma ve kuvvetle bir şeyi atıp fırlatma gibi anlamlara geliyorki daha sonra arap dilinde top v.s. mermilerinin atımı için de bu fiil kullanılmıştır. Hz. Peygamberdin ilgili sözlerinden, öteye beriye öldürücü bir şeylerin atılıp savrulacağı anlaşılıyor.[70] Bunlar uzaydan yeryüzüne top mermisi gibi düşe­cek olan gök taşları da olabilir ki onun aynı konuşmasında geçen yeryüzün­deki çöküntülerin sebebi de bunlar olabilir. O "kazf" ile gezegenler arası savaşları kasdetmiş de bulunabilir. Burada anlatılmak istenen bizim yorum ve tahminlerimizden tamamen ayrı bile olsa Pey gamber 'in bir anlatımın­dan bizim bu tür savaşların olacağı hükmünü çıkarmamıza bir engel bulun­maz. O bir konuşmasında, dünyayı tahribe yönelen Ye'cûc veMe'cûc toplumunun bu tahriplerini şöyle anlatır:

" .. Neticede Ye'cûc ve Me'cûc; işte şu dünya halkının işlerini bi­tirdik, şimdi gök halkının işlerini bitirelim, derler ve silâhlarını çekip göğe doğru atarlar. Mermiler kana bulanmış olarak (ye­re) geri döner. Bunun üzerine onlar göktekileri öldürdük derler. Bu sırada Allah, onları boğazlarından yakalıyan, çekirge öldü­rücü kurtçuklara benzer hayvancıkları onların üzerine gönderir de onlar çekirgeler gibi ölüp giderler"[71]

Atılan mermilerin yere kanlı düşmeleri, havada ve uzayda cereyan edecek savaşlara bir işarettir. Fakat bu savaşlarda öteki taraf kimdir? Buradaki anla­tımdan onların, gök insanları oldukları anlaşılmaktadır. Ayrıca hedeflerini vuran mermilerin orada imha olmayıp yere geri döndükleri anlaşılıyor. So­nuçta ise Ye'cûc ve Me'cûc'a fazla ileri gitme fırsatı verilmemekte ve onlar kesin bir imhaya tâbi tutulmaktadırlar. Bunlar hadisten anladıklarımız-dır. Buna göre muhtemelen 1. dünya, 2. dünya savaşları misâli artık 1. uzay 2. uzay savaşları gibi adlarla anılan savaşlardan söz edilecektir. Müsebbibleri ise dinde kötülenen bir kavimdir. Hz.Peygamber'in bu tür savaşlarla ve gökyüzü insanlığı ile ilgili olabilecek bir diğer sözleri de şöyledir:

"Eğer gök halkı ve yeryüzü halkı bir mü'min kişinin kanına or­tak olsalar Allah onların hepsini cehenneme atıp kapatır"[72]

Sahih hadis kaynaklarından sayılan Tirmizî'de yer alan bu hadis her ne kadar sıhhat bakımından garib görülmüşse de az önce sunduğumuz hadisle­rin konusuna benzer bir konuya değinmiş bulunmaktadır. Kim olursa olsun hukuk dışı cana kıymak aslında dinde şiddetle yasaklanmıştır. Burada Yüce Rabb inancma ve gerçek bir dine bağlananlara hayat hakkı verilmeyişinin günâh açısından büyüküğü dile getirilmekte ve bu suça katılanların çokluğu­na bakılmaksızın hepsinin şiddetli bir cezaya uğratılacakları bildirilmektedir. Burada, görüldüğü gibi yeryüzü halkının yanı sıra gökyüzü halkından da söz edilmektedir.

Gerek yeryüzünde ve gerek göklerde insana zarar verebilecek bir ta­kım kötüler olmalıdır ki biz Peygamber'in uzay duası diyebileceğimiz onun şöyle bir besmele çektiğini ve şöyle bir duada bulunduğunu görürüz:

"Allah'ın adıyla, öyleki (bir iş) Onun adıyla olunca ne gökte ne yerde hiç bir şey (bize) zarar veremez. O tam işiten ve tambilendir"[73]

 

3 - Gökten Yeryüzüne İndiği Düşünülen Bazı Canlılar Ve Hayvanlar

 

a - Gökten İnen Melekler Ordusu Ve İnsanların Düşüncesindeki Hızır Mefhumu

 

aı - Gökten İnen Melekler Ordusu

 

Biz meleklerin çeşitli görevlerle yeryüzüne indiklerine ve hatta bazı­larının burada bizimle yaşadıklarına inanırız. Esas itibariyle melekler ve öte­ki hayat bizim inceleme alanımızın dışında kalırlar. Bununla beraber biz bu­rada bir nebze gökten inen ordular üzerinde duracağız. Kur'an'da Allah, kendi dini adına büyük mücâdele veren bazı kişilere yardım için gökten or­dular indirdiğinden bahseder. İslâm öncesinde kendi hak dinini savunanlara yardım için bu ordular indirildiği gibi[74] Hz. Peygamber zamanında da Bedir, Hendek ve Huneyn savaşları gibi şiddetli çatışmalar sırasında bu ordulardan indirilmiştir. İlgili âyetlerin bir kısmında, mâhiyetlerinden bahsedilmeden görünmeyen ordular indirildiğinden söz edilir.[75] Bu ilk ba­kışta bize uzaydan buraya bir takım yaratıkların indiği intibaını verir ise de konuyla ilgili Kur'an'm bir kısım âyetlerinde bunların İlâhî irâde doğrultu­sunda bazı savaşlara katılan melekler oldukları açıkça anlaşılır ve hatta onla­rın sayıları hakkında bile bilgi verilir.[76] Hatta bir âyette bu gelen melekle­rin kendilerine özel bir nişanlan yâni özel işaret ve giysileri olduğundan söz edilir.[77]ki bazı tefsir kaynakları Peygamber (S)'in arkadaşlarına dayanarak bu nişanların renklerini bile verirler ve onların başlarına giydikleri başlıklar­dan ve kullandıkları atlardan bahsederler.[78] Bulundukları ortama göre çeşit­li şekillere girebilen melekler ve manevî unsurlarla dolu olan bu olaylar az önce söylediğim gibi bizim inceleme alanımızın dışında kalıyorlar. Fakat biz esas ele aldığımız konularla ilgilen Ölçüsünde onlardan bahsediyoruz. [79]

 

a2 -  İnsanların Düşüncesindeki Hızır Mefhumu

 

Hızır konusuna gelince insanlar onu gökten inen yardım melekleri gibi ve fakat insanla melek arasında kişiliğe sahip bir kimse olarak düşünürler. Gene insanların düşüncesinde Hızır (a.s.) melek ve cinler gibi değişik or­tamlara göre şekil değiştirebilen ve yeryüzünde olduğu gibi göklerde de dola-şabilen bir uzay adamıdır. Daha doğrusu çevremden bana gelen Hızır düşün­cesi böyle olmuştur. İnsanlar çok sıkıldıklarında son çâre olarak dâima Al­lah'tan yardım isterler ve bu yardımı beklerler. Bu yardımın âdeta melekleşen bir insan eliyle geleceği düşünülür. Yahutta onu insan kişiliğine bürünen bir melek getirmektedir. Bir kısım insanlar kendilerine Hızırm göründüğünden söz ederler. Hızır hep aniden göriinmezliğe karışmaktadır. Bazanda insanlar kendilerine gelen umulmadık bir yardımın Hızır eliyle geldiğini düşünürler.

Kur'an-ı Kerîm'de "Hızır" adı geçmemektedir. Orada Hz. Musa ile bilge bir kişi arasında geçen olaylar zinciri içerisinde biz bu bilge kişinin çeşitli ve hepsi bir hikmete dayanan yardımlarına şahit oluruz. Adı verilme­yen ve gerçek hüvviyyeti açıklanmayan bu kişinin Kur'an'da sâdece kulluğu dile getirilir ve ona Allah tarafından verilen bir rahmet ve gene Onun tara­fından verilen bilgiden söz edilir. Musa (S)'nin aklının ermediği ve her de­fasında kabulü mümkün olmayan pek çok iş yapan bu kişi sonuçta yaptıkla­rının sebeplerini açıkhyarak haklılığını ortaya koyar ve Hz. Musa'ya da; "Ben bunları kendiliğimden yapmadım" de.[80] Bütün bu olaylar zinciri içe­risinde, bilge kişinin, ileriyi gören yüksek ilmini insanî gayeler için kullandığı anlaşılıyor. Hz. Musa onun bu ileri bilgisine talip olmuş ve Kur'an'dan anlaşıldığına göre o bunun için bir yardımcısıyla pek kısa olmı-yan ve iki denizin birleştiği bir yere doğru bir yolculuğa çıkmıştır. Bugün burasının neresi olduğu kesin bilinmemekte ve tarife uygun yerlerden her bi­rine ora halkınca adı geçen "iki denizin birle§tiği yer" diye inanıl maktadır ki bunlardan biri de İstanbul boğazının başlangıç noktasıdır. Hâlen burada Hz. Musa'ya eşlik eden yardımcısı Hz. Yûşav adına bir mezar bulunmaktadır. Biz gelelim esas konumuza. Kendi zamanının peygamberini bile şaşırtan bu kişi geçmişi, ileriyi ve geleceği gören bilgisini Allah'tan hangi sıfatla almak­tadır? Bunu kesin olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da Kur'an'da ona "Allah'm bir kulu" denilmesidir.

Bu olaylarda geçen kişinin Hızır olduğu Peygamber (S)'den nakle­dilen bazı hadislerden öğrenilmektedir. Ondan nakledilen bir hadiste, Hı­zır'ın İsrail Oğullarından ileri bir kişi olduğu ve bir râhib tarafından eğitilerek onun daha sonra evlendiği, anlatılır[81] Hz. Peygamber gene bir ko­nuşmasında; Musa'nın kendisini en bilgili kişi olarak görmesi üzerine Al­lah'ın ona; ilimde kendisinden daha üstün Hızır denilen bir kulu bulunduğu­nu, söylediğini ve İsteği üzerine de M û s a 'yi onunla tanıştırdığını, anlatır.[82] Bütün bu anlatımlardan, Musa'nın, varlığından haberdar olmadığı ve yüksek ilmine hayran kaldığı bu bilge kişinin, ilmini Musa'nın dininden almadığı an­laşılmaktadır. Öyle olsaydı Musa (S) onun ilmine tâlib olmazdı. Onun İsrail Oğullarından olmasına gelince eğer bu konuda bazı hadisler olmasaydı Kur'an'dan bu hükmü çıkarmamız çok zor olurdu. Hz. Musa tüm kavmine peygamber olduğu halde bu kişinin ona uyması ve ona gitmesi sözkonusu ol­mamış aksine Musa onun peşine düşmüştür. Gene bu cümleden olarak sözko­nusu bilge kişi daha işin başında Mû s a 'ya kendisiyle yapamiyacağını bildir­miştir. Nitekim öyle olmuş ve sonunda da ondan ayrılmıştır. Hernekadar bu­rada konumuz açısından bu kişinin milliyeti değil sâdece hüvviyeti önem ta­şıyorsa da genede onun hakkında gelen hadislerin hadis uzmanlarınca sıhhat yönünden bir kere daha gözden geçirilmesi uygun olacaktır.

Peygamber (S)'in konuyla ilgili sözlerinde Hızır sâdece ileri gelen bir kişi olarak tanımlandığı halde büyük çoğunluk onu bir nebi olarak gör­müş ve gene bu çoğunluk onun Öldüğüne hükmetmiştir.[83] Bu arada onu sâ­dece iyi bir insan olarak görenler ve fakat o günden bugüne hâla yaşadığına inananlar vardır. Bunlara göre Hayat  Pınarından içen Hızır yaşamaya devam etmekte ve her yıl Kabe'yi ziyaret etmektedir. Bazılarına göre de o, aynı durumda olan İlyas Nebi ile her yıl Kabe'de buluşmaktadır. Bu arada Hızır'ın İran asıllı olduğunu savunanlar da olmuştur.[84] Dünyada ölümsüzlüğe erdikleri düşünülen Hızır ile İlyas (s.a)'m buluşma günleri ise bazı İslâm ülkelerinde her yıl bir bayram gibi karşılanmaktadır. Hizırın hâlen yaşadığını savunanların ellerinde kesin delilleri yoktur. Adetin dışmda çok uzun süre yaşamak mümkündür ve fakat ölümsüz hâle gelip kıyamete kadar hayat sürmek yeryüzü canlıları için ne tabii bir durumdur ve ne de mümkündür. Çeşitli rivayet ve görüşler ileriye süren taraflardan hiç biri ise gördüğüm kadarıyla Hızır'ın uzayla ilişkisinden söz etmemişlerdir. Hayat pınarından içmekle değil ve fakat o, yüksek bilgisini kullanarak uzun süre yaşamayı gerçekleştirmiş olabilir. Onun dünya var oldukça yaşıyabİlmesi için ise bizim dünyamızın bir canlısı olmaktan çıkması gerekir. Eğer Hızır yaşıyorsa hakkında yanlış bir şey yazmış olmamak ve onun yüksek ilminden faydalanmak için onunla tanışmayı elbet biz de isteriz. [85]

 

b - Gökten Yeryüzüne İnen Hayvanlar

 

bı - Hz. Peygamber'in Mîrac Yolculuğunda Kullandığı Burak Ve Bazı Harplerde Meleklerce Kullanılan Atlar

 

Meleklerin, bulundukları ortama ve aldıkları göreve göre çeşitli şekillere girebileceklerini düşünürüz. Bu düşüncemize uygun olarak bir me­leğin eğer gerekliyse bir binek şekline girebileceğini de kabul ederiz. Aslın­da meleklerin atlara ihtiyacı olmamakla beraber daha önce gördüğümüz gibi bazı harplerde onların kullandıkları atlardan bahsedilmiştir. Eğer bu doğruy­sa bu atların da şekil değiştirmiş birer melek olmaları gerekir. Bu olaya ina­nan insanlar, onların göklerden getirilmiş gerçek atlar olduklarım düşünebi­lirler. Fakat bu konuda dinde kesin bir delil bulunmaz. Ben, sahih hadis kay­naklarından sayılan Müslim'de kaydedilen İbn Abbas (r.)'m naklettiği bir olayı burada anlatmadan geçemiyeceğim:

" Bedir günü bir müslüman, önündeki müşriklerden birinin arka­sından hızla koştuğu bir sırada, yukardan bir kamçı darbesi ve ayrıca da; Haydi ya Hayzûm diyen bir süvari sesini işitti. Bu sırada önündeki müşriğe baktı, o düşüp arka üstü yatyordu. Yanına gelip baktığında onun burnu vurulmuştu ve yüzü de kamçı darbeleriyle yarılmıştı. Bütün bu dövük yerler yemyeşildi. Ensardan bunları gören kişi gördüklerini gelip Peygam­ber'e anlattı. O da; Doğru söyledin, bunlar üçüncü göğün yarr dımındandır, dediler".[86]

Bu olayda kullanılan atın mâhiyeti hakkında bir bilgi verilmemiş sâdece yar­dımın ulaştırıldığı göğün hangisi olduğu söylenmiştir. O dönemin harp im­kânlarına göre meleğin bir süvari olarak görünmesi tabiidir.

Hz. Muhammed (S)'in mîrac yolculuğunda kullandığı "Burak adındaki bineği herkes biliyor. Peygamber bu bineği şöyle anlatır:

" Bana katırdan küçük ve merkepten büyük olan Burak adında beyaz bir hayvan getirildi. O, adımlarını gözünün gördüğü en son yere atıyordu. İşte ben ona bindirildim".

Peygamber, Burak için, doğrudan hayvan veya genel anlamda canlı demek olan "dâbbe" sözcüğünü kullanmıştır. İlgili hadislerin bir kısmın­da bu hayvanın, Kudüs 'e gelindiğinde orada bir halkaya bağlandığı da an­latılır. Gene hadislerden anlaşıldığına göre Peygamber bu hayvanla yolculu­ğunun sâdece Mekke ile Kudüs arasındaki bölümünü katetmiştir. O, bundan sonra, göklere olan yolcuğunu hep Cebrail'le sürdürdüğünü anla­tır ve bu hayvandan bir daha bahsetmez.[87] Muhtemelen gökten gelen bu uzay binitinin görevi yer yüzündeki yolculukla sınırlıydı. Fakat bundan son­ra ona ne oldu? Hz. Peygamber'in doğrudan bir hayvan olarak tanıttığı bu binek de mîrac olayının diğer unsurları gibi bir rumuz ve mîsal olarak kal­maya devam edecektir. Fakat biz burada şunu söyleyelimki sözcük olarak "burak" şimşek anlamındaki "bark " kelimesiyle aynı kökten gel­mektedir. Buna göre Hz. peygamber nerdeyse sıfır zaman içerisinde kendisi­ni Kudüs'te bulmuş olacaktır. Biz miracın bundan sonraki kısmını ayrı bir başlik altında ele alacağız. [88]

 

b2 - Hz. İbrahim'in, Oğlu İsmail'e Bedel Kestiği Koç

 

Ibrahîm (S) peygamber'in oğlunu kurban etme hikâyesini herkes bilir. Allah tarafından Hz. İbrahim 'in kendisine bağlılık derecesi denenir. Ba­ba ve oğul bu sınavı başarıyla verirler. Bunun üzerine yüce Allah İsmail (S)'in yerine kurban edilmek üzere bir koç gönderir. Böylece bunun bir de­neme olup insanın kurban edilmesinin sözkonusu olamıyacağı anlatılmış olur. Bu olay belki de insan kanının akıtılamiyacağını da simgelemektedir. Kur'an-ı Kerim'de bu olay anlatılırken:

" Biz İsmail'e bedel ona büyük bir kurban verdik"[89]

denilir. Bu koçun gökten indirildiğine ilişkin Kur'an'da herhangi bir şey söylenmez. Hz. İbrahim bu sırada büyük ve muhtemelen çok güzel bir koça kavuşmuştur.

Hz. Peygamber (S)'den söz konusu koçun gökten geldiğine dâir her­hangi bir söz bize ulaşmış değildir. Bununla beraber ötedenberiye müslüman-lar bu koçun gökten indiği veya cennetten getirildiği düşüncesine sahip ol­muşlardır. Sahih hadis kaynaklarından sayılan Ahmed b. Hanbel (ö. 241 h/855 m)'in kitabında, Cebrail tarafından Mina'daki şeytan taşlama ye­rine getirilen koçun beyaz, iri gözlü ve boynuzlu olduğu kaydedilmiş ve fakat bu bilgiler Hz. Peygamber'e mâIedilmemiştir.[90] Eğer bu iş meleğe havale edilirse onun gökten gelme ihtimali güç kazanır. Fakat koçun yeryüzünden temini de dâima mümkündür. Bazı rivayet kaynaklarında, kurban edilen bu hayvan için, gökten söz edilmeden, sâdece "indi" fiili kullanılmaktadir.[91] Göklerdeki yerkürelerde insanlar gibi canlıların varlığını kabul eden İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) bu koçun cennette 40 yıl otladıktan sonra kurban için Hz. İbrahim'e getirildiğini, söyler. İbn Abbas (r.)'tan ve gene bazıların­dan gelen bir başka görüşe göre de bu koç Âdem'in oğlu Hâbıl'in kurban edip de sonra cennete sokulan koçun kendisidir.[92] Hatta hadisçi İbn S av d (ö. 230 h/845 m)'ın yazdığına göre İbn Abbas, ehil hayvanların başlan­gıçta, yeryüzüne cennetten çıkarılıp indirildiklerini savunur ki[93] biz bu hay­vanların yaratılışları ile ilgili Kur'an'da geçen "inzal: indirme" fiili üze­rindeki görüşleri bundan sonra ele alacağız. Bazı kaynaklar da İbrahim'in kurban ettiği hayvanın Mekke'de bir tepeden aşağı inip geldiği, yazılır ki bu rivayet Hz. Ali (r.) ve Hasan el-Basrî (ö. 110 h) gibilere dayanır. Genellikle bu görüşte olanlar sözkonusu hayvanın bir koç değil de dağ tekesi olduğunu söylerler.[94] Koçun cennet meralarında otladığını savunanlardan bazıları bu yüzden onun Kur'an'da söylendiği gibi çok irileştiğini söylerler ve bir kısımları da onun bu büyüklüğünü değeri ile açıklarlar.[95]

Taberî veZemahşerî gibi ilklerden sayılan tefsir müelliflerinin yazdıklarına göre, İbrahim peygamberin kurban ettiği koçun boynuzlanyla birlikte kafası Kabe'ye asılı duruyordu ve Haccac'in Mekke harbi sı­rasında bu kafa Kabe ile beraber yandı.[96] Böylece de uzmanların onu in­celeme fırsatı ortadan kalkmış oldu. Hz. İbrahim (S)'in koçunun hikâye­si de işte böyledir, görüldüğü gibi bu görüşlerin içerisinde Peygamber yok­tur. Diğer yandan ebedîlik cennetinden bir hayvanın çıkarılıp buraya getiril­mesiyle de onun ebedîliği bağdaşmaz. Bu koç bizzat yeryüzünden temin edilmiş olabilir fakat İlâhi irâde sözkonusu olunca onun başka bir gezegen­den buraya indirilmesi için de her hangi bir engel bulunmaz. [97]

 

b3 - Etleri Yenilen Sekiz Eş Ehil Hayvanın İlk Yaratılış Mekânları

 

Erkekli dişili olarak deve, sığır, koyun ve keçi olmak üzere etleri ye­nilen sekiz eş hayvanın yaratılışı için Kur'an'da, esas anlamı indirmek olan "inzal: " fiilinin kullanıldığı görülür ki biz bu fiile verilen an­lamları ilerde ayrı bir başlık altında yeniden ele alacağız.[98] Kısaca söylemek gerekirse, yaratma ve inşâ etme gibi anlamlarda da kullanılmış olan bu fiil, esas itibariyle vahiy ve emir gibi manevî ve gene aynı şekilde maddî şeyleri yukardan ve gökten indirme anlamlarına gelir. Sözkonusu hayvanla­rın yaratılışını bu fiille anlatan Kur'an âyetinin ifâdesi şöyledir:

" Allah sizi bir kişiden yarattı ve O sonra da ondan eşini meyda­na getirdi. O sizin için hayvanlardan da sekiz es indirdi"[99]

Genelde muteber bir görüş kabul edilmese de az sayıda müfessir burada sö­zü edilen hayvanların cennetten indirildiği görüşüne kapıldılar. Diğer bir de­ğişle onlar bu âyetteki indirme fiilini aslî anlamında ele aldılar.[100] Bir önce­ki konuda söylediğim gibi ebedîlik cennetinden bir canlının çıkarılışı onun bu ebedîlik niteliği ile bağdaşmaz.

Hz. Peygamber'e gelince bu konuda ondan herhangi bir açıklama bize ulaşmış değildir. Çok değerli bir yaratık olan Âdem 'in, biz, önce cennet gibi bir yerde korunup orada tekâmüle tâbi tutulduğunu biliyoruz. Sözkonu­su hayvanlar için ise böyle bir şey söylenmediği gibi onların yaratılışında "inzal" fiili hâricinde doğrudan gökle bir bağlantı da kurulmamıştır. Eğer burada "inzal" gerçek anlamında kullanılmışsa o takdirde bu hayvanların cennetten değil ve fakat onların, içinde hayat olan göklerdeki başka dünya­lardan buraya indirildiklerini düşünmek daha doğru olur. En doğrusu ise, canlı varlıkların ortaya çıkışında ve devamında yer ve gök her ikisinin ortak imkânlarının birlikte seferber edilmiş olabileceğini düşünmektir. Sözkonusu canlı varlıklar yer ve gök her ikisinin izdivacıyla vücut bulmuşlardır. Ancak bu canlılar hangisinden ne almıştır? Canlıların ilk yaratılışlarında ve ilk vü­cut bulurken yeryüzünden ve göklerden neler aldıklarını tesbit bir uzmanlık işidir. Güneş ışınları dışında gökten nelerin buraya gelip hayatı etkilediğini ve geçmişte gökten ne gibi madde ve nesnelerin dünyamıza serpilerek bura­da canlı türlerin ortaya çıkışına nasıl bir katkı yaptıklarını tesbit ise hiç ko­lay bir iş değildir. Genellikle biz insanlar yerküreden olan yaratılışları biliriz ve bu sebeple de Kur'an'da olayın göklerle bağlantısına dikkat çekilmiş olabilir. Muhtemelen bizim dünyamızda ortaya çıkan canlılar bir kısım te­mel elementlerini ve onları canlılığa götüren bazı temel madde ve iksirlerini göklerden aldılar. Sözkonusu canlıların yaratılışı için bu "inzal" fiili Kur'an'da rastgele seçilmiş olamaz. Bu olayın mutlaka gökle ve daha doğ­rusu diğer gezegen ve hatta yıldızlarla bir ilgisi olmalıdır. Uzaya serpilen ay­nı tür madde ve elementlerin hayata uygun diğer gezegenlerde de bu gibi canlıların vücut bulmasına yol açmış olmaları mümkündür. Burada dikkati çeken diğer bir husus da Hz. Peygamber'in, yedinci gök ile Arş ara­sındaki denge unsurlarından ve koruyucu güçlerden sözederken bu güçleri "sekiz dağ tekesi: " diye adlandırmış olmasıdır.[101] Bu sayı âyette sö­zü edilen hayvanlar sayısına eşit bulunmaktadır. Bu koruyucu güçleri me­lek olarak tanımlayanlar vardır. Bunlar burçlar gibi hayvan adlarını taşıyan bazı âlemler olabilirler. Sekiz eş hayvan ise İslâmda kurbanlığa kabul edile­bilen cinsleri oluştururlar. Hakka sûresi 17. âyette meleklere değinildikten sonra arşı tutan Sekiz 'den sözedilmiş ve bu da meleklere yorumlanmıştır. [102]

 

4 - Göklerdeki Bazı Mâbedler

 

Eğer göklerde yapılar varsa orada onları yapanlar vardır. Kur'an-ı Ke-rîm'de; "Andolsun mâmur eve" denilerek[103] içinde ibadet edilen ve bu yolla mecazî olarak îmara kavuşturulmuş sayılan bir eve yâni bir mabede yemin edilmiştir. Bu yapının yeri hakkında Kur'an'da herhangi bir bir şey söylen-memekle beraber biz Hz. Peygamber (S)'den gelen açıklamalardan bu­nun göklerde olduğunu öğreniyoruz. O, mîrac yolculuğunu anlatırken 7. gökte, Kur'an'daki adıyla; "el-beytü'l-mavmûr" denilen bir mâbedte Hz. İbrahim'le karşılaştığını ve bu mabedi, bir daha geri dönmemek üzere her gün 70 bin meleğin ziyaret ettiğini, söylei.[104] İbrahim burada da Kabe gi­bi merkez bir mabetle ilgili olabilir. Bir kere yapılan bu ziyaret acaba onların hac ibadetlerimidir. Yoksa bununla ziyaretçilerin çokluğumu anlatılıyor, bile­miyorum. Ölmüş peygamberlerin bedenî ve maddî varlıklarıyla buluşma mümkün olmaz. Ancak Hz. Peygamber'in miracına inananlar onun bu yükse­liş içinde Allah'ın müsâdesi ölçüsünde peygamberlerin ruhlarıyla ilişki kura­bileceğine inanmakta güçlük çekmezler. İlk hadis toplayıcılardan biri sayılan San'anî (Ö.-211 h/826 m)'nin kitabında kaydedilen anlatımında Hz. Peygam­ber; mâmur evin, dünya göğünde ve Kabe'nin hizasına gelen bir noktada bu­lunduğunu ve adına da "Durah:" denildiğini söyler. Bunu da öteki gibi günde 70 bin melek, ziyaretleriyle mâmur hâle getirmektedir ve yedinci gökte de aynı şekilde bir Harem (: ibâdete ayrılan bir yer ve bina) vardır.[105] Hz. Peygamber'in bu anlatımından her gökte böyle yapılar olduğu anlaşıl­maktadır. Öte yandan Buhârî'nin kaydettiği bir hadise göre; Peygamber (S), mîrac sırasında göklerde yol alırken, inci ve zebercedten yapılmış bir saray gördüğünden söz eder. Bu yapı Kevser denilen bir ırmağın kıyısına kurulmuş bulunmaktaydı.[106] Eğer burası cennette bir yer ise konumuz açısından o bizi ilgilendirmemektedir. Burası cennetteki aslından isim almış, göklerde bir yer ise elbet o bizi ilgilendirecektir. O takdirde de bu yerin çok zengin imkânlara sahip olduğunu hükmetmemiz gerekecektir.

Çeşitli İslâmî ilimler alanında ilk müelliflerden biri sayılan Taberî (ö. 31 0 h/922 m) Peygamber'in mîrac sırasında yedinci gökte "Beytül-mâ-mur" da namaz kıldığını kaydederken, müfessir İbn Kesîr, her gökte bu­lunan ibâdet evlerinden dünya göğündekinin, izzet ve şeref evi anlamında "beytü'l-'ızze" adım taşıdığını, yazar.[107] Hasan el-Basrî (ö. 110 h/728 m) Kur'an'da kendisine yemin edilen evin, doğrudan Mekke'deki beytüllah olduğunu söyler.[108] Göklerde, melekler dışında canlı hayatın varlığına inanan İbn Abbas (ö. 68 h) Kurtubî'nin yazdığına bakılırsa, ye­di gökte, yedi yerde ve bir de bizim dünyamızda olmak üzere toplam 15 merkezî ibadet evinin bulunduğunu savunurk[109] bu sayı aynı görüşü benim-siyen hicrî ilk asır âlimlerinden Mücâhid tarafından toplam 14 olarak ka­bul edilir.[110] Önceden de söylediğimiz gibi yedi yer ve gök ifâdesi aslında çokluktan kinaye olmalıdır ve o yüzden de burada sayı önemli değildir. Bir peygamberden öğrenilmesi gereken konuda elbet görüş beyanı olmaz. Bu sebeple de böyle haberlerin Peygamber (S)'e dayanması gerekir. Eğer bunlar önceki dinlerden alıntı haberler ise biz onların geçmiş peygamberlere âidiy-yetini bilemeyiz. Bu sebeple böylesi görüş ve haberlere İslâmda itibar edil­mez. Öteden beriye bilinen ve Kur'an'da da kendilerinden söz edilen burç­ları bazıları, göklerde bekçilerle korunmuş saray ve kaleler olarak düşün-müşlerse de genelde bu kabul görmemiştir'.[111]

Göklerdeki ibadet evleri ister istemez bazı soruları akla getirecektir. Neden buralar bir mekân olarak gösterilmeyip onlara "beyt:e v " denilmiş­tir? Ev bir yapıdır ve meleklerin de ibâdet için böyle yapılara ihtiyaçları ol­mamalıdır. Eğer bu tâbir, ibadet için ayrılan ve "harem" denilen özel bir mahalli ifâde ediyorsa ona diyecek bir şeyimiz yoktur, aksihalde insan aklı­na meleklerin dışında, bu yapılan yapan ve kullanan bazı canlılar olduğu dü­şüncesi gelecektir. Kur'an'da sözü edilen "Beytü ' 1-mâmur" kanaatımca öncelikle Mekke şehrindeki Beytü İlah olmalıdır ve ayrıca da göklerde, ibâdet için bunun benzeri merkezî mahal veya yapılar bulunmalıdır. Konu­muz açısından önemli olan ise bu mahallerde ne gibi canlıların ibâdet ettiği­dir. Peygamber (S)'den nakledilen sözlerde bu mâbedlerin ziyaretçileri me­lekler olarak gösterilmektedir. Buralar yalnız meleklere mahsus ibâdet yerlerimidir yoksa melekler bizim gibi canlıların ibadet yerlerini ziyaretmi etmektedirler? Bunlar hep kendi kendime sorduğum sorular olmuştur. Fakat gökler sözkonusu olunca insan zihninde melekler her zaman Önde gelirler. Ancak bu yapıların Mekke'deki BeytuIIah gibi merkezî yapılar veya harem­ler olduğu açıktır.

Biz buraya kadar, göklerde insan ve hayvan türünde canlılara ilişkin, gördüğümüz dinî metinlerde yer alan ifâdeleri ele alıp onları değerlendirme­ğe çalıştık. Elbetteki hayat sâdece bu türlerden ibaret değildir ve onlardan Önce bu türlerin muhtaç oldukları bitkisel hayat ve gıda olayı gelmektedir. Eğer bizim dışımızda bazı gezegenlerde bitkiler varsa bu, oralarda insan ve hayvan türünde canlıların da olacağını gösterir. Eğer göklerde hayvansal gı­dalardan söz ediliyorsa bu demektirki oralarda hayvanlar yaşamaktadır ve muhtemelen onlardan faydalanan insanlar vardır. Biz bundan sonraki konu­lar içerisinde gökte rızık olayını ele alarak aynı zamanda geçtiğimiz bu ko­nuları daha da geliştirmeğe çalışacağız. Biz elbet varlığı bizzat izleyerek ve gözleyerek araştıranlardan değiliz. Biz sâdece konuya dinî kaynaklardan ışık tutmaya çalışıyoruz. [112]

 

B - GÖKLERDEKİ İMKÂNLAR VE NÎMETLER

 

1 - Nîmet Ve Rızık Kavramları

 

Nîmet kelimesinin geçtiği Kur'an âyetlerine bakılacak olursa onun sâdece yediğimiz ve içtiğimiz şeylerden ibaret olmadığı anlaşılır. Faydası olan ve bizi mutlu kılan her şey bizler için birer nimettirler. Nîmet kav­ram olarak "rızık"dan daha geniş bir anlam ifâde eder. Yediğimiz, içtiği­miz ve giydiğimiz şeylerden tutun da kullandığımız her şey bizim için bi­rer nimettirler. Güneş ışığı ve sırasında karanlık birer nimettirler. Kokla­maktan veya görmekten yahut dinlemekten zevk duyduğumuz şeyler birer nîmettir. Hava hiç bir an kendisi olmadan yapamıyacağımız bir nimettir. Toprak en büyük nîmet ve nîmetlerin kaynağı olduğu gibi taş dahi bir nî­mettir ve hem de küçümsenmiyecek bir nîmettir. Kullandığımız ve kulla­nabileceğimiz tüm tabiat güçleri ve tüm tabiat varlıkları bizim için birer nî­met olmuşlardır. Hatta Kur ' an 'a göre doğru bir yolda olmak[113] bir bü­yük nîmet olduğu gibi huzur içinde olmak ve huzurlu bir toplumda yaşa­mak da gene bir nimettir.[114] Kur'an-ı Kerîm'de, nîmetlerin sayılamıyacak kadar çok oldukları ve Allah'ın insanlarca ihtiyaç duyulacak her şeyi ya­rattığı şöyle bir âyetle ifâde edilmiştir:

"O size (ihtiyaç duyup) istediğiniz her şeyi vermiştir. Eğer siz Onun nimetlerini tek tek saymaya kalkışırsanız, onları saya­mazsınız.[115]

Nimetin genelliğine karşılık Kur'an'da ilgili âyetlerin hepsinde "rı­zık" kelimesi sâdece yenilen ve içilen şeyler için kullanılmıştır [116]ki hal­kımız arasında da nîmet ve rızık mefhumları Kur'an'da olduğu gibi yerle­şip kullanılır olmuştur. Rızık; Kurtubî'nin de belirttiği gibi canlı varlık­ların gıdalandığı şeydir.[117] Biz bundan sonraki bölümlerde, nimetlerin ya­nı sıra daha çok, göklerde rızık olup olmadığına ilişkin konuları ele alacak ve böylece de "göklerde hayat" konusunu biraz daha ileriye götürmüş ola­cağız. [118]

 

2 - Yer Ve Göklerdeki İmkânların İnsana Sunulması

 

Yüce Allah yer ve gökleri imkânlarla doldurmuştur. Pek azı müs­tesna Allah nimetleri insanlara hazır olarak vermedi. Eğer böyle olsaydı insan tembelleşir ve yaratılıştan mevcut yeteneklerini geliştiremezdi. So­nuçta da insan gelişemezdi ve o, hayvandan fazla farkı olmayan bir hayata yönelirdi. Allah ise insanın daima sıçrama yapmasını ve gittikçe daha uzak­lardaki nîmet ve imkânlara doğru yönelmesini istemektedir. Eğer mâruz gö­rürseniz ben bunu, eğitmek için gittikçe daha yukarda tutulan bir yiyeceğe sıçratmak istediğimiz bir hayvanın durumuna benzetmek istiyorum. Şu ka­dar varki Allah'ın insandan istediği onu yiyeceğe tırmanması veya gösteri yapması değil, aksine, yükseldikçe Allah'ın yüceliğini daha iyi takdir etmesi ve insanın kâinattaki yerini daha iyi belirlemesidir. Böylece o, sonsuz yüce Rabbe doğru yönelip gidecektir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi üretim ve istihsalin temel unsurların­dan biri ve en başta olanı "tabiat varlıkları" dır. Bu varlıklar da yer ve gökle­re dağılmış durumdadırlar. Az sonra göreceğimiz âyetlerden anlaşılan şudur ki iktisadî alan olarak Kur'an'da sâdece yerküresi seçilmemiş, gökler de bu iktisadî kullanım alanı içerisine dâhil edilmişlerdir. Kur'an'ın gönderildi­ği insanlığın ilerde göklerdeki tabiat varlıklarından faydalanabilecek bir ge­lişme göstereceği biliniyordu ki onun dikkati buralardaki imkânlara çevrildi.

Kur'an-ı Kerîm'in pek çok âyetinde, yer ve gökyüzü imkân ve nimetlerinin insan için yaratılıp onun faydasına sunulduğundan söz edilir. Bu sunuluş, ilgili âyetlerde "sehhara:" fiiliyle dile getirilmiştir. Bu fiil arap dilinde; boyun eğdirme, emre verme, yaptırma ve tam istifâdeye sunma gibi anlamlar taşır. Kur'an'da, hemen her şeyin insana boyun eğdiri­lip onun istifade ve hizmetine sunulduğu vurgulanır. Deniz nimetlerinin ve onun içinde akıp gidecek olan gemilerin insan istifâde ve hizmetine sunulu­şu anlatılırken bu fiil kullanıldığı gibi[119] nehir sularının[120] ve rüzgâr gibi güçlerin[121] insan istifâde ve emrine verildiği anlatılırken de gene bu fiil kullanılmıştır. Irmağa bend yapılınca, çeşitli faydalar temini için o yedeğe alınmış oluyorki işte boyun eğdirip idare altına sokma; "tashîr" olayı bu­dur. Gemilerin olduğu gibi çeşitli binek hayvanlarının ve etleri yenilen diğer hayvanların insana teslim oluşları da Kur ' an'da gene bu "tashîr" fiiliy­le dile getirildi.[122]

Kur'an'da, bu sayılanlardan daha ileri mesafeler gösterilerek tüm yer-yüzündekiler olduğu gibi göktekilerin de insan faydasına sunulduğu açıkça ifâde edildi. Yerler olduğu gibi gökler de insan emrine hazır durumda tutul­maktadırlar. Meselâ bir kısım âyetlerde, gemiler ve nehirler gibi ay ve güne­şin de, faydalanması için insan emrine sokuldukları şöyle bir sıra takibiyle anlatılır:

" - (O öyle lütüfkâr) Allahtır ki gökleri ve yeri yarattı ve gökten de su indirip onunla size rızık olarak türlü meyve (ve ürün) ler çıkardı. Emriyle (-.tabiata koyduğu kanunlar içinde) denizde akıp gitmeleri için O, gemileri sizin yedeğinize verdi. Nehirleri de (aynı şekilde) faydalanmanız için size boyun eğdiren O'dur.

-  Adetleri üzere seyreden güneş ve ayı o sizin istifâdenize soktu ve O, gece ve gündüzü de gene sizin istifâdenize verdi,

-  (Kısacası) O, size (ihtiyaç duyup) istediğiniz her şeyi vermiştir. Eğer siz Onun nimetlerini tek tek saymaya kalkışırsanız, onları sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim ve nankördür".[123]

Zulüm asıl itibariyle, haksızlık edip herhangi bir nesneyi kendi ye­rinde kullanmamak anlamına gelir ki burada da insanın tabiata karşı haksız­lık yaptığı ve kendisinin yer ve göklerde sayılamıyacak kadar çok nîmet ve imkânlar içine bırakıldığı halde nankör olduğu yâni bunları takdir edemediği ona hatırlatılır. Burada sâdece ay ve güneşten söz edilmesi, diğer yıldız ve gezegenlerden istifâde edilemiyeceği anlamına gelmez. Müfessir İbn Ke-sîr'in dediği gibi bu ikisi en göze batar durumda olduklarından özellikle onlardan söz edilmiştir.[124] Aslında burada, Allah dünya da dahil olmak üzere uzay denizi içinde yüzüp gidenlerle denizlerde seyreden gemiler ara­sında bir ilgi kurarak hepsinin insan hizmetinde seyrettiklerini anlatmakta­dır.

Kur'an'da, insanın madde ve mâna yollarında yürüyüp ilerlemesi is­tendi ve insana madde ve mâna alemleri olabildiğince açıldı. İnsanın ve fizi­kî ve maddî âlemlerde ve de manevî bir alanda ilerleyip yükselmesine dinde bir engel konulmamıştır. İnsan her iki alanı da ihmal etmeden yükselebildiği kadar yükselmelidir. Ancak dinde, bir müslümanın günlük hayatı ile ilgili buyruklar vasat bir insan seviyesine göre ayarlanmıştır. Fakat bu dinde in­sanların Önü tıkanmamış, maddî ve manevî alemlerde yükselebilecek olanlara en ileri hedefler gösterilmiştir. Bunun için K u r ' a n, az önce sunduğumuz âyetlerde gösterilen hedefleri de aşıp daha ileri giderek yeryüzünün olduğu gibi tüm göklerin de insan emir ve istifâdesi altına sokulduğu duyurusunu yapmıştır. İşte o duyurunun yer aldığı âyetlerden bir kaçı şöyledir:

" Allah göklerde ve yerde ne varsa tümünü, kendi tarafından sizin hizmet ve istifâdenize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen toplu­luklar için birtakım dersler vardır".[125]

Bu âyetin bir üstündeki âyette, rızık için denizlere hükmetmekten ve bu mak­satla orada gemiler seyrettirmekten söz edilirken bu âyette âdeta uzay denizi­ne ve onun tüm adalarına açılmaktan söz ediliyor. Şeyhülislâm Ebu's-Su-ûd (ö. 982 h/1574 m)'un yorumladığı gibi burada bütün varlık insanların faydalanma vesilesi ve istifâde yeri hâline getirilmiş olmaktadır.[126] Bunun gibi, gökler çapında hedef gösteren âyetlerden biri de şöyledir:

" Allah'ın, göklerde ve yerde olan (nice varlık ve imkânjları sizin hizmet ve istifâdenize verdiğini ve nimetlerini açık ve gizli ola­rak size bolca yağdırmakta olduğunu, görmedinizmi? Bununla beraber insanlardan, bilgisi, doğru yol göstericisi ve aydınlatı­cı bir kitabı yokken Allah hakkında tartışan kimseler vardır.[127]

Burada açıkça yer ve göklerdeki nimetlerden sözedildi ve bu arada insana faydası olup da çıplak gözle görülmeyen nice nimetlere dikkat çekildi. De­nizdeki gemiyi insan nasıl evirip çeviriyor, dilediği faydayı temin için onu istediği yere götürüyorsa insan bunun gibi tabiat güçlerine, denizlere, nehir­lere hâkim olabilir, ay, güneş ve göklerden de faydalar temini yoluna gidebi­lir. İşte Kur'an'da bütün bunların hepsi için emrine ve istifâdesine verme an­lamında aynı "tashîr" fiili kullanılmıştır. Buna göre en azından nehir sula­rı gibi güneş ışınlarının da bir yere toplanmasıyla nice faydalar temini müm­kün olacaktır ki günümüzde güneş enerjisi üzerinde yapılan çalışmalar her­kesin malumudur.

Sunduğumuz bu âyetlerin yanı sıra, kâinatta hiç bir şeyin boş yere ya­ratılmadığını ve her şeyin bir görev için oluşturulduğunu vurgulayan âyetler de sayıyca az değildir. İnanan, düşünen ve araştıran bir insan, her şeyi ile tüm varlık ve kâinatın bir hedefi ve temel görevleri olduğunu kavrar ki Kur ' an 'da bu durum şöyle anlatılır;

" .. Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler ve; Rabbimiz Sen bunları boşuna yaratmadın, biz Seni yüce sıfatlarınla anarız, bizi ateş azabından koru, derler"[128]

Müfessir-filozof Fahruddîn er-Râzî'nin kaydettiğine göre, İslâm bil­ginleri bu âyete dayanarak, kâinatın maslahatı ve dünya sâkinlerinin de men­faati için her yıldız ve gezegene; onlara hareket veren ve onları birbirlerine bağlayan belli güçler yerleştirildiği hükmüne varmışlardır.[129] Başka bir âyette ise, yer ve göklere, daha açık ifâdeyle yıldız, gezegen ve diğer uydu­lar gibî ecrâma dahil olamıyan ve muhtemelen ilk oluşumlar sırasında dışar-da kalan ilkel madde unsurlarının da gereksiz olarak değil ancak bir görev için ve Yaratan ile yaratılış gerçeğinin ortaya çıkışma yardımcı olmaları için yaratıldıkları anlatılır.[130] İnsanın yaratılışının temel hedefi, onun Rabbi için gereken ibadetleri yapması ve güzel işler ortaya koymasıdn". Bu sorumluluk ve görevlerine karşılık o, imkân ve nimetleri çok geniş olan bir evren içine konulmuştur. Şu kadar varki insan daha henüz yeryüzünün bile tüm imkânlarını harakete geçirememiştir. Eğer burada insanlar açlıktan ölü­yorlar, yeterince beslenemiyorlar ve soğuktan donuyorlarsa bu, dünyanın ye­tersizliğinden değil insanın kusurundan ve bazan da aptallığından kaynakla­nır.

İnsanın yüce Allah'a ve Onun tarafından takdir görecek iş ve dav­ranışlara yönelmesi Kur ' an 'da, tüm evrenin yaratılış sebebi olarak göste­rilmiştir. Kur'an'ın konuyla ilgili âyeti şöyledir:

" - Yeıyüzünde yürüyen hiç bir canlı yokturki onun rızkı Allaha âit (Onun tekeffülünde) olmasın.

" - O, hanginizin ibâdet ve işlerinin daha güzel olacağı hususun­da sizi denemek için gökleri ve yeri altı gün (merhale)de yara­tandır. (Bundan Önce) Onun arşı su üstündeydi..''.[131]

İnsanlık için en büyük görev ve hatta insanlık kimliğine sahip olmanın tek şartı bu âyette gösterilen görev ve o hedefe yönelmektir. Evren, faydala­nılabilir imkânlarıyla insana sunulmuş bir ön ödeme gibidir ve cennet âlemi ona yapılacak esas bağışı teşkil edecektir. Fakat bu arada, insan­lık içinde, yönlerini cehenneme doğru çevirenler vardır. F.   Râzî  (544 - 606 h/1150-1210 m)'nin de belirttiği gibi bu âyete göre, toplam âlem, bir görev ve sorumluluk altına sokulan insanın menfaati için yaratılmış olmak­tadır.[132]

Bütün bu âyetlerden anlaşıldığı gibi Kur'an'da çizilen iktisadî kulla­nım alanı, bugün bile insanlığın düşünemiyeceği kadar geniştir ve bu kitaba göre, üretim ve istihsalin unsurlarından işlenebilir veya doğrudan kullanıla­bilir tabiat varlıklarını göklerde de bulmak imkân hârici değildir. Burada kaydettiğimiz âyetlerde de açıkça görüldüğü gibi Kur' an gerçekten, insan­lığı göklere doğru atılım yapmaya davet etmektedir. Şüphesiz sonsuz gibi görünen kâinatı tümüyle ele geçirmek mümkün değildir Fakat bu sonsuzluk denizine dalmak ve oralarda avlanmak ve oranın adalarına ayak basmak mümkündür. Biz burada göklerin Kur'an'da anlatılan genel imkânlarından söz ettikten sonra şimdi oralarda rızık ve nimetlerin var olup olmadığına iliş­kin Kur'an âyetlerini ve Peygamber (S)'in sözlerini ele alacağız. [133]

 

3 - Göklerdeki Rızkı Konu Edinen Genel İfadeli Âyetler

 

Kur'an-ı Kerîm'de rızka değinen âyetlerin bir kısmında, rızkm yerden ve gökten geldiği ifâde edilir. Bu tür anlatıma sahip pek çok âyet vardır ve bu âyetlerin hepsinde Allah; "yerden ve gökten mıhlandıran" tek varlık ve yaratcı olarak tanımlanmıştır.[134] Kur'an müfessirleri genellikle yerden gelen rızıkları çeşitli nebatlara yorumlarlarken gökten gelen rızkı da öncelik­le ve genellikle yağmura yormuşlardır.[135] Bu arada ilk müelliflerden biri sayılan ve aslen Taberistanlı olup daha çok Bağdat merkezli ilmî faaliyet­lerde bulunan ünlü bilgin Taberî (ö. 310 h/922 m) ve daha sonra Endülüs­lü müfessir Kurtubî (ö. 671 h/1272 m) gibi bazıları, yağmurla beraber yeryüzündeki hayat üzerinde etkili olan ay, güneş ve yıldızları da bu tür bir rızık içine almışlar[136] ve gene bu müellifler ve özellikle de Taberî bazı âyetlerin açıklanmasında, yer ve gök her ikisindeki menfaat ve rızıklara dik­kat çekmişlerdir. Kurtubî, daha yaratılışta yer ve göklerin canlılar için men-faatlarla donatıldıklarından sözede.[137] Bu yaklaşımlarına rağmen onlar, doğrudan göklerde bir hayat ve bu hayatın ihtiyaç duyacağı nzıktan sözet-memişler ve daha çok bu konuyu, dünyanın göklerden etkilenişi biçiminde ele almışlardır.

İlgili âyetlerde geçen "yerden ve gökten rızık" ifâdesi, elbetteki gö­ğün yeryüzü bitkisel ve canlı hayatı üzerindeki etkilerini anlatmakla beraber bol rızık anlamım da ifâde eder. Rızık konusunda süreklilik esas olup bir de­faya mahsus bolluk fazla bir değer taşımadığından Kur'an'da, yukardan ge­lip yeryüzü hayatı ve nimetleri üzerinde olumlu etkiler yapacak olan sürekli tesirlerden söz edilmiştir. Hud sûresi 52. âyette sözü edilen devri (:midrar IjljA* ) yâni muntazam süreli ve bol olarak gökten inen şeyin ne olduğu söylenmemiş olmakla beraber bunun öncelikle yağmura yorumlanacağı açıktır. Fakat sözkonusu âyetin ifadesiyle; gücümüze güc katacak olan bu şeyin sâdece yağmur olarak görülmesi de kanaatımca doğru olmaz. Yeryü­zünün nîmet ve rızıkları şüphesiz yer ve gök her ikisinin birden imkânlarıyla oluşmaktadırlar ki âyetlerde geçen; "yer ve gökten rızık" ifâdesinin altında yatan gerçek de bu o İmalıdır. Yerküresi, bizim dünyamız, içinde bulunduğu kâinatın bir parçası olduğundan onun elbet tek başına bir hayatı olamaz. Bir bütün içerisindeki parçacıkların dâima kendi bütünleriyle bağlantıları ve al iş-verişleri vardır. Kur ' an 'da, yerküresi ile gök arasında, görünen ve gö­rünmeyen alış - verişlere dikkat çekilmiştir. Çok düşündürücü bir anlatıma sahip olan şu âyette bu durum şöyle dile getirilmiştir:

" Yere ne giriyor, oradan ne çıkıyor, gökten ne iniyor ve oraya ne yükselip çıkıyorsa Allah onları bilir. O, çok merhamet eden ve çok bağışlayandır" .[138]

Burada yerküresinin kendi kütlesi üzerindeki ve tabakaları arasındaki giriş ve çıkışlar dile getirildiği gibi gökten yere inen ve yerden de göğe doğru yükselip gidenler de dile getirilmiş ve fakat bunların neler olduklarından söz edilmemiştir. Müfessirlerin aklına ilk gelen tabiatıyla, yerin derinliklerine doğru inen yağmur suları ve gene yerden çıkan nebatlar ve bir kısım hay­vancıklar olmuştur. Gene onlara göre gökten inen şey de öncelikle yağmur ve onun getirdiği nzıktir. Kur'an yorumcular] bu arada gene çeşitli bereket­lerden, yıldırım ve meleklerden söz etmişlerdir. Yerden göğe doğru çı­kışları da onlar, meleklere ve kulların yukarıya iletilen hesaplarına yormuş-lardır.[139] Gökten gelen ışınlar, ışın dalgaları, uzay tozlan, yerin mıknatıs dalgalar neşri gibi hususlar da şüphesiz ki bu âyetin kapsamı içerisine gire­ceklerdir. Fakat geçmiş dönemlerde bilim henüz bunları düşünecek bir dü­zeye gelmemiştir. Burada doğrudan bir rızkın gelişinden söz edilmemiştir. Şu kadar varki yeryüzünde rızkın olmuşumuna etki eden etkenlerden bazıla­rı yukardan gelmektedirler.

Gök olmadan rızık olmaz. Bu bakımdan rızık söz konusu olunca Kur'an'da onun genellikle gökle ilişkisi de ortaya konmuştur. Ayrıca "se­mâ: gök" Allah'ın takdirinin, insan zihninde bize göre geliş yönünü ifâde eder ve bize gelen azıklar Onun bu takdir ve yaratmasıyla gelirlerki bir kı­sım müfessirler gökten inen nzık konusunun bu yanını da dile getirmişlerdir. Bir kısım Kur'an âyetlerinde, yeryüzünde olduğu gibi göklerdeki bereketle­re de dikkat çekilmiş ve oralardaki nîmet hazînelerinden söz edilmiştir. Geç­mişte İlâhî iradenin tamamiyle dışına çıkıp azgınlık yolunu seçen toplumla­rın kötü akıbetlerini dile getiren bir âyet, onların yer ve gök bereketlerinden mahrum bırakıldıklarını anlatır.[140] Bir başka âyette ise; bütün her şeyin ha­zînelerinin Allah yanında olduğu ve oradan yeryüzüne ancak ölçülü ve belir­li miktarlarda indirme yapıldığı anlatılır.[141] Bu âyetlerde, yeryüzündeki ni­metler ve çeşitli nesneler üzerinde göğün ve güneşin etkilerinin yanı sıra İlâ­hî irade ve takdirden de söz edildiği açıktır. Hazîne söz konusu olunca onun içinde birikmiş güçlerin ve çeşitli nesnelerin belli bir ölçüye göre oradan dı­şarı çıkarılıp kulanımı da söz konusu olur ki bu tasarruf mecazî olarak "anahtar" sözcüğü ile ifâde edilir. Bazan anahtar sözcüğü kinaye olarak hazîne ve iktidar anlamını da ifâde eder. Hazîne kelimesi ise genellikle de­ğerli ve yararlı nesneler anbarı anlamında kullanılır. Bazı âyetlerde, yer ve göklerde bulunan bütün bu yararlı şeylerin ve topyekün kâinata âit anah­tarların Allah'ın olduğu bildirilir. Allah bu hazînelerinden rızkı istediğine bol verir ve kiminin rızkını da az tutar.[142] Yer ve göklerin tüm mülkiyet ve idaresinin Yüce Allah'a ait olduğu hususunda Kur'an'da pek çok âyet var­dır. Bir âyette bu mülkiyet içerisine gökten gelen rızık da dahil edilmiştir.[143] Zaten elde anahtar bulundurmak demek, hazîneler içindeki nîmet ve eşyaya mâlik olmak demektir ki anahtarların gerçek sahibi Allah'tır. Dinde insanlar Allah'ın rızkından kazandıkları ölçüde mâlî görevlere davet edilir­lerken sonuçta yer ve gökler mîrasmın dâima Allah'a kalacağı bildirilir. Böyle bir uyanda bulunan bir âyette:

" Ne oluyor sizeki Allah yolunda yerip harcamıyorsunuz! Halbu­ki göklerin ve yerin bütün mirası Allah'indir" [144]

deniliyor. Bu da insan oğlunun yerde olduğu gibi göklerde de mirası ola­cağına bir işaret olabilir. Muhtemelen bundan sonra insanların oralarda da sahip olacakları ve bırakacakları mirasları olacaktır. Ve belkide yakın gele­cekte uzay mülkiyet ve mîras hukuku devreye sokulacaktır.

İnsanlar gerçekten müsait gezegenlerde hayatı başlatıp oralarda üre­tim yapabilecekler mi yahut içi hayat ve nîmetler dolu birtakım gezegenler bulabilecekler mi? Göklerden getirip yeryüzü nimetleriyle birlikte soframıza koyacağımız yiyecekler olacak mı? Yer ve göklerin İnsanlığın istifâdesine sunulduğu duyurusunu yapan âyetleri burada hatırlamak uygun olacaktır. Buraya kadar gördüğümüz âyetlerin yanı sıra şimdi sunacağımız iki âyet özellikle konumuz açısından daha düşündürücü ifâdelere sahiptirler. Bunla­rın ilkinde şöyle denilir:

" Eğer onlar Tevratı, İncili ve (bunlardan sonra) Rablerinden kendilerine indirilen (Kur'an hükümlerini) dosdoğru uygulasa­lardı şüphesiz hem üstlerindekinden hem ayaklarının altında-kinden yiyeceklerdi. Onların içinde orta yolu tutan (iktisatlı) bir zümre de vardır. Fakat çoğunun yapmakta oldukları ne ka­dar kötüdür".[145]

Semavî dediğimiz kitaplar kaynak itibariyle Allah'tan gelirler ve hepsi de insanlığın yücelmesini hedef almışlardır. Biz Kur'an öncesi kitaplarda za­manla yapılan tahrifat üzerinde durmıyacağız. Allah'tan geldiği biçimiyle her kitap, insanlığı belli bir yere getirmeyi amaçlamış ve sonra devreye bir yenisi sokulmuştur. Sunduğumuz bu âyette; Allah'tan geldiği biçimiyle ki­taplarda gösterilen yolun izlenmesiyle insanlığın iktisadî bakımdan yükse­leceği vurgulanmıştır. Kur'an insanın kazançlarını ve basanlarını tabiatiyle ancak onun çalışmasına bağlamış ve bunu İlâhî bir kanun olarak tesbit et­miştir.[146] Burada "orta yolu tutan" diye tercüme ettiğimiz bu son ayetteki "muktasid" kelimesi; önceki din mensuplarından olup da dinî taassuba takılı kalmayıp Kur'an gerçeklerine inanan kimseler demektir. Bol ni­metlere erişme olayının anlatıldığı bu âyette sözkonusu kelime "iktisatçı" gibi bir anlam daha kazanabilir.[147] İnanıp inanmamak bir tarafa Kur'an'da gösterilen hedeflere doğru yüründüğünde, insanlık âyette anla­tıldığı biçimde hem ayağının altındaki yeryüzünden ve hem de üstündeki gökten bol nîmet ve rızıklara kavuşacaktır. Bu âyetin, gökten indirilen sof­radan isim alan M aide sûresinde yer alışı da kunumuz açısından ayrıca önem taşımaktadır. Görüldüğü gibi bu âyette yer ve gök kelimeleri kullamlmayıp onların yerine alt ve üst sözcükleri kullanılmıştır. Yeryüzündeki nimetlere sebep olma dışında göklerde bizatihi nîmet ve rızık kabul etmi-yen müfessirler her zaman olduğu gibi burada da genellikle, üstten gelecek bereketi yağmura alttan geleni de ekinlere, meyvelere ve her çeşît nebatla­ra yormuşlardır. Bu arada bazıları genel bir ifâdeyle gökten gelecek nzık-tan söz etmişlerse de bununla onların herkesçe bilinen yağmuru kasdettik-Ieri açıktır. Bir kısım müfessirler de, yukardan gelen rızkı, meyve yüklü sarkık ağaç dallarıyla açıklamışlardır. Bütün müfessirler bu âyete, her ta­raftan gelecek bol ve sürekli nimetler, anlamını vermekte birleşmişlerdü.[148]

Bu âyetin benzeri bir başka âyette ise şöyle denilir:

" O ülkeler halkı iman edip de (Allah ve kul haklarını yerine ge­tirmemekten) sakınsalardt elbet onlara gökten ve yerden nice bereketler açardık. Fakat onlar yalanladılar da Biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik"[149]

Burada geçmiş bazı toplumların durumları dile getirilmektedir. Bu âyetlerde, isyandan ve haksızlıklardan anndrnlmış bir yeryüzünün nimetler açısından âdeta cennete çevrileceği anlatılır.

Konumuz açısından esas dikkatimizi çeken ikinci âyette İse şöyle de­nilir:

" Göklerde de rızkınız ve size vâdedilen şeyler vardır".[150]

Bu âyetin üst tarafındaki âyetlerde insanlar toplumsal güvenlik için mâlî görevlerini yerine getirmeğe davet ediliyorlar, yeryüzünü ve kendilerini incelemeğe teşvik ediliyorlar. Öyle anlaşilıyorki bu görevleri yerine getiren­ler göklerdeki rızka da hak kazanacaklar. İnsan oğlu yeryüzünü ve kendisini incelemeden ve burada huzurlu ve sağlam dayanaklara dayanmadan göklere atılım yapamaz. Yahut çok sınırlı bir atılım içinde olur. Bu âyette insanlara göklerde rızıklari olduğu haber verilmiş ve bu arada başka şeyler de vâdedil-miştir. Daha önceki açıklamalarından da anlaşılacağı gibi müfessirlerin pek çoğu göklerdeki rızkı yağmurla ve ondan ayrı olarak vâdedilen şeyi de cenımetle açıklamışlardır. Hiç bir müfessir burada, bizzâtihi göklerde rızık ve ni­met düşünmemiştir.[151]

Gökten rızık beklemek ile göklerde rızık ve canlı hayatın varlığını dü-fünmek veya böyle bir şeye inanmak ayrı ayrı şeylerdir. İslâm İnsanlara, flkydasız zühd olan birinci yolu tavsiye etmedi ve kutup noktalarına kadar öffiünyayı işliyerek onun nimetlerinden yemelerini emretti.[152] Geçmişte üm­metler ise peygamberlik müessesesine tam inanabilmek veya onu inkâra bir bulmak için hemen gökten yiyecekler ve servetler isteme yoluna gitmiş-İktrdir. Havariler Hz. îsâ (S)'dan, içlerindeki şüphe kalıntılarını gidermek gibi haklı bir sebeple gökten bir sofra isterlerken,[153] Firavn; Hz. Musa gökten altun zînetler gelmiyor diye saltanatı karşısında peygamberliği Ürece saydı.[154] Mekkeli inkarcılar da aynı gelenekle Hz. Muhammed için benzer şeyler talep ettiler.[155] Ona inananların ise hiç bir zaman Miyle bir beklentileri olmadı ve onlar sâdece İlâhî emirlerin ve aydınlatıcı Hgilerin peşine düşmüşlerdi. Hz. Muhammed (571-632 m)'in onlara Söylediği şey ise; "Rızkı, arzın hazînelerinde arayın"[156] demek olmuştu. Endülüslü müfessir Kurtubî 'nin de belirttiği gibi temel kaide; çalışmak ve sebeplere sarılmaktır ve hiç bîr topluma gökten kaplarla ekmek ve et indiril­diği görülmemiştir. Bununla beraber bazı şahıslar, özel sebeplerle İlâhî ikrâ-ıma mazhar kılınmış olabilirleri.[157]

Çalışmadan gökten rızık beklemek ile göklerin iktisadî açıdan imkân-İkrını araştırma işini birbirine karıştırmamak gerekir. Tüm göklerin insan ögftn yaratılıp onun istifâdesine sunulduğu ve çalışmadan da bir yere vanlayacağı anlatılarak[158] Kur'an'da bu ikinci yolun izlenmesinden yana bir  konulmuştur. Diğer yandan göklerin, Kur'an'da, sâdece maddî fay- sağlamak için araştırılması istenmemiş, onun yanı sıra ve hatta ondan af&ha çok insanın kâinattaki yerini belirliyerek yüce ve tek Rabb inancına yönelmesi için bu istenmiştir. Bu araştırmaların kaçınılmaz sonucu olarak  maddî ve iktisadî faydalar da sağlanmış olacaktır. Biz bundan sonra, erin iktisadî imkânları hususunda ip uçları olabilecek Kur'an ve hadis-flförde geçen bazı olaylar üzerinde duracağız. [159]

 

4 - Gökten İndirildiği Bildirilen Ve Gökten Geldiği Düşünülen Bazı Yiyecek Ve Eşyalar

 

Dünyada kendisine her şey verilmiş olmasına rağmen tarihte insanlık gene de göklerden bir şeyler ummuştur. O, bunu bir merak olarak veya aç gözlülüğünden yahut tembelliğinden ummuş olabilir. Fakat onun, düşünen bir varlık olarak merak dürtüsüyle böyle bir umut ve istek içine girmiş olma­sı burada ağır basmış olabilir. Allah, insanı, göklerde imkânlar olduğu bilin­cine erdirmek için bir mucize olarak oradan bazı şeyler göndermiş de olabi­lir. Kendi nezdinden vahiy gönderen ve burada onu konuşulan bir dile çe­virip seslendiren Allah, bazı hikmetlerle ve bizim bilemiyeceğimiz bir yol­dan maddî birtakım şeyleri göklerden buraya indirmiş olabilir. Vahyin gelişi­ni imkân dâhilinde görenler, Onun tarafından maddî bazı şeylerin gönderil­miş olabileceğini de imkân dâhilinde görebilirler. Eğer Allah, maddî bazı şeyler gönderdiyse bunu, ihtiyaçları karşılamak için değil ancak bir fikir ver­mek için yapmış olabilir. Kur 'an'da ve Hz. Muhammed (S)'den gelen bazı haberler içinde geçen, konumuzla ilgili olabilecek bir kısım olayları biz burada tarihî sırasıyla ele alacağız. Bu konudaki yorum ve düşüncelere yer vereceğiz. [160]

 

a - Kur'an'da Geçen "İnzal" Fiilinin Aldığı Anlamlar

 

Kur'an-ı Kerîm'de geçen "inzal" fiili genellikle gökten ve yukar­dan yapılan indirme ve gelişleri ifâde eder. Bu fiil vahiy gibi hem manevî ve hem de meselâ yağmur gibi maddî nesnelerin indirilişi için kullanılır. Bu cümleden olarak, ilâhî Takdirin, bir oluşum ve yaratmayı başlatmak üzere il­gili mahalline inmesi için de bu fiil kullanılmıştır. Bu yolla ilâhı Emir bir oluşum ve bir varlık olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer ilâhî irâde bir şeyin ol­masını isterse ona sâdece "ol" der ve o da istenilen biçimde oluşup Olur[161] Burada ya yokluktan bir varlık doğar, yahutta mevcut olan bir nes­ne başka bir oluşum ve yapıyla ortaya çıkar. Kur'an'dan anladığım kadarıyla "inzal" olayı, bir nesnenin mekân değiştirmesi ve yeni mekânda başka bir oluşum veya nitelikte ortaya çıkması olayıdır. Bunun için, indirime tâbi tutu­lan nesne başka nesneleri de bünyesi içine almış olabilir. Bazı nesneler te­mel maddelerini yeryüzünden ve bir kısım cüzlerini de gökyüzünden almış olabilirler veya bunun tersi de olabilir. Bir "inzal" olayında, İlâhî "ol: kün" emrinin bulunduğunu unutmamak gerekir. Bu sebeple gökten geliş­lerde esas fâü dâima yüce Allah olmuştur.

Daha önce de bazı vesilelerle değindiğim gibi, demir mâdeninin ve et­leri yenilen sekiz çift ehil hayvanın yaratılışları, Kur'an-ı Kerîm'de "in­zal" fiiliyle ifâde edilmiştir. Demir mâdeninin gökle bağlantısının vahyin bağlantısı gibi kesin olduğu şuurunu vermek için olmahdırki her iki olay da aynı âyet içinde anlatıma konu olmuşlardır. İlgili âyette bu olay şöyle anlatı­lır:

" Andolsun Biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanla­rın adaleti yerine getirmeleri için onlara kitaplar ve ölçüler in­dirdik. Biz ayrıca, kendisinde hem çetin bir sertlik ve hem de insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik. ."[162]

Bu anlatım tarzı, demir cevherinin, vahiy gibi peyderpey bir toz hâlinde yeryüzüne indiğini gösterir. Bu inme olayı, onun arzın yüzeyinden merkezi­ne doğru çökelmesini de ifâde edebilir. Bu olsa olsa ikinci bir safha olmalı­dır. Vahyin ışığı ve onunla konulan hükümler ve adaletle nasıl insanlığa bir yön ve düzen verilmek isteniliyorsa bunun gibi gökten serpilen demir cevheriyle de yerküresi yapısal olarak ve boşluktaki konumu itibariyle bir denge-( ye kavuşturulmuş olmaktadır. Âyet bu iki olay arasında bir benzerlik kur­maktadır. Bazı tefsir kaynakları Hz.   Peygamber'in şöyle bir sözlerine yer verirler:

" Allah, gökten yeryüzüne; demir, nar (ateş), su ve tuz olmak üze­re dört bereket indirmiştir"[163]

Bu sözün Peygamber (S)'e âidiyyeti doğruysa, demir gibi tuz mâdeninin de buraya uzaydan serpildiği söylenebilir.

Ote yandan, erkeği ve dişisiyle birlikte deve, sığır, koyun ve keçi ol­mak üzere sekiz çift hayvanm[164] ve ayrıca da çeşitli giyimliklerin ve zînetlerin[165] yaratılışları gene Kur'an'da, indirme anlamındaki bu "inzal: fiiliyle dile getirilmiştir. Görüldüğü gibi burada olaya bazı canlı unsur­lar da dâhil edilmiştir. Daha önce de açıkladığımız gibi, hayvan ve bitki var­lığının oluşumu ve hayatlarının devamında başta güneş ve ailesi olmak üzere içinde bulunduğumuz gökadanın elbet katkıları vardır. Biz burada dte-mir mâdeninde olduğu gibi temel unsurun uzaydan indiğini söyliyemiytöir isek de bazı önemli veya hayatî madde ve elementlerin oradan gelmiş olabi­leceğini söyleyebiliriz ki günümüzde de bilim bu noktaya gelmiş durumdadir.

Müfessirlerin bir kısmı bütün bu âyetlerde ve rızıkla ilgili diğer âyet­lerde geçen "inzal" fiilini, İlâhî emir ve takdirin mahalline gönderilişi ve dolaylı olarak da yaratma, inşâ etme ve hazır hâle getirme anlamlarında efe alırlarken diğer bir kısmı hayat ve rızık söz konsu olunca onu, bunlar üze­rinde en büyük etkiye sahip olan yağmurla açıklamıslardır. Bu arada, yeni­ne göre söz konusu fiili, insana üretim yollarının ilham edilişi biçimimde anlıyanlar da olmuştur.[166] Bundan sonra ele alacağımız konularda bütiâm bu anlam ve anlayışların göz önünde bulundurulması elbetteki uygun çaktır. [167]

 

b - Hz. Âdem'in Cennetten Beraberinde Getirdikleri                

 

Hz.   Âdem (S)'in, içine konulduğu cenneti, onun yaratılışını koma alan başlık içerisinde daha önce ele almıştık. Eğer bu cennet yeryüzünüm herhangi cennet gibi bir köşesi değil de göklerde bir yer ise elbette bu tak­dirde Âdem ve Havva'nın bu dünyaya inişlerinden söz edilecektim. Âdem bu arzküresi içinde ve burası için yaratılmıştır. Onun cennet gibi bir [ yere konulusu bu esası değiştirmez. Âdem önce burada yaratıldı. Cennette 1 konulusu bundan sonra gelir. Hz.   Âdem herhangi bir gezegenden buraya bırakılmış olamaz. Eğer böyle olsaydı, o, daha işin başlangıcında çok iltenü bir medeniyet ve sanayi ile tanışmış olur ve burada da kısa süre de aynı oliat-' yi gerçekleştirme yoluna giderdi. Hatta o, içinden kopup geldiği o yüksdk 1 medeniyetle temasa geçerdi veya onu buraya bırakan medeniyet burada oma ! yalnız bırakmaz ve o günden bugüne dünya ile sürekli, görünür ilişkiler ne girerdi. Bunların hiç biri olmadı. Âdem yüce Allah tarafından, doğrudbm bu dünyanın âdemi olarak yaratılmıştır.

Âdem ve Havva'nın buradan alınıp geçici süre için konulduklara cennet eğer göklerde bir yer ise acaba bu ikisi oradan buraya tamamiyle elbisesiz, çıplak ve eşyasız olarakmı gönderildiler? Daha ilk dönemlerde İbm Abbas (ö. 68 h/687 m)'dan başlıyarak bir kısım müfessirler burada yâni dünyada kendilerine lâzım olacak bazı yolcu beraberi eşyadan ve gene Adem'in oradan getirdiği meyve bitkilerinden söz etmişlerdir. Dünyada çe­şitli giyimliklerin yaratılışını konu alan âyette bu yaratılışın "inzal: in­dirme" fiiliyle ifâde edilişine bakarak bazıları, Hz. Âdem ve Hav­va'nın, beraberlerinde giyimlik eşyalar getirdikleri zannına kapılmışlardr.[168] Bu, itibar görmiyen bir yorum olarak kalmıştır. Âdem (S)'in bera­berinde, demirden mamul bazı eşya getirdiğini ileri sürenler, bir önceki ko-nuda geçen; demirin ve mîzanın indirilişini ifâde eden âyete tutundular. Kaynaklarîbn Abbas (r.)'a dayanarak Hz. Âdem'in, cennetten berabe-' rinde; örs, çekiç, kürek, kerpeten, kırbaçrirrve-iğne gibi eşyalar getirdiğin den söz ederler.[169] Hatta tarihçi ve hadisçi İbn Sad (ö. 230 h/845 m) bu eşyalara ek olarak İbn Abbas'm adını vermeden Hz. Musa'nın asası ile Haceru'l-esved'i ve çam ağacını yahut onun zamkını Âdem'in cennetten getirdikleri arasında kaydeder ve hatta bu eserde verilen bilgiye göre Âdem bu getirdikleri edavâtm da yardımıyla ilk defa iri bir bıçak ve daha sonra da Hz. Nûh 'un gemisinde kullandığı fırrnfyapa.[170] Sa V bu bilgileri İbn Abbas'm adını vermeden nakleder. Allah'ın Hz. Âdem'e bütün sanatları öğrettiği gene gelen haberler arasındadır.[171] Sözkonusu bu eşyalar şüphesiz bir ev için veya yaban bir yerde yahut ilkel bir sanayiye başlangıç için gerekli olan âletlerdir. Fakat hiç bir kaynak bu tür haberleri Hz. Pey-1 gamber'e mâledememiş, bunlardan bazıları ancak en son İbn Abbas (r.)'a bağlanabiimiştir. Öte yandan, birinci derecede sağlam hadis kaynaklarında bu haberleri bulmak mümkün olmamaktadır.

Hz. Nûh 'un, gemisinde kullandığı fırına gelince biz Kur'an-i Ke-rîm'den bu geminin bir fırm (tennûr) yardımıyla çalıştığı sonucunu çıka­rabilmekteyiz. Kur'an'da; fırın ateşlenince geminin harekete hazır hâle gel­diğinden açıkça söz edilmektedir[172] İlgili âyette bu geminin, Allah'ın gö­zetim ve talimatı altında inşâ edildiği anlatılmaktadır ki buna göre sözkonu­su fırın ve ona âit kazanın Âdem tarafından yapılmış olma ihtimali bulunma­maktadır. Bu, tamamiyle, ikinci Âdem olarak da nitelenen Hz. Nuh'un eseridir. Ne varki o günki sanayi bunu yapacak düzeyde olmadığı için Hz. Nûh bu konuda Allah'tan gerekli beceri ve bilgileri almıştır.

Demirin indirilişinden söz eden Kur'an âyetinde; kitapların ve bir de mîzanm indirilişinden söz edilmiştir. "Mîzan"; terazi, denge ve ölçü gibi anlamlara geliyor ki kutsal kitapların yanı sıra mîzanm indirilişi olayına başka bir âyette de değinilmiştir!.[173] İbn Abbas (r.), Katâde (ö. 118 h/736 m) ve diğer müfessirlerin çoğu buradaki "mîzan"ı adalet olarak yo­rumlarlarken pek azı da bunu terazi denilen o malum âlet olarak anlamışlar­dır. Bu anlayışın başını çekenlerden Mücâhid (ö. 100 h/718 m) âyete; te­razi yapım ve kullanımının insana ilham edildiği şeklinde anlam verirken gene bu kümede yer alan bazıları onu, doğrudan gökkten terazi indirildiği biçiminde anlamışlardır.[174]

Ayetlerde sözü edilen demir ve mîzanın indiriliş olaylarını, göklerden basit eşyanın gelişine yormak elbettekİ doğru olmaz. Bunu, daha önce açık­ladığım gibi yerküresi demir cevherinin, toz hâlinde uzaydan buraya inişi ile açıklamak en doğru olur. Bunun gibi buradaki "mîzan"ı da terazi ve diğer ölçüm âletleri olarak görmek uygun bir anlayış değildir. Mizanı, insanlar arasında denge sağlıyan adalet olarak anlamak elbetteki mümkündür. Fakat bu adalet ilkeleri Allah tarafından gönderilen kutsal kitapların içinde olduğuna göre, onlardan ayrı indiriliş konusu yapılan bu mîzanı nasıl onlarla açıklıyacağız? Mîzan, gene Allah'ın ilhamı ile, kitaplara ek olarak peyam-berler tarafından yapılan düzenlemeler olabilir. Mîzan, insanlığın ruhuna yerleştirilen tabii adalet duygusu da olabilir. İlâhî kitaplarla peygamberler ve gene ilâhî kitaplarla bu tabii adalet duygusu insanlığa yön verirler. Fakat biz mîzanı, toplumsal hayatta olduğu gibi, yerküresi fizikî yapısında, coğrafya­sında ve canlı hayatındaki dengeler olarak da anhyabiliriz. Bu dengeler de mukaddes kitaplar gibi İlâhî irâdeyle oluşturulmuşlardır ve her ikisinin de ihmali o iradeye ters düşmekle kalmıyacak aynı zamanda beraberinde denge bozuklukları ve felâketler getirecektir. Ancak Allah önceki kitapları Kur ' an içinde özetliyerek ve onların özünü bu kitap içinde koruyarak on­ları yürürlükten kaldırmış ve böylece dünyaya uzay çağı insanlığına uygun yeni bir kitap sunmuştur. Rahman sûresinde göklerdeki dengeler için "mî­zan" kelimesinin kullanılışı, bizim yerküresi için burada da aynı şeyi dü­şünmemizi güçlendirmektedir.[175] İddia edildiği gibi gökten bazı edevat bu­raya indirilmiş olsa bile sözkonusu âyetleri bu basit eşyalarla açıklayıp onla­rın değindiği o büyük oluşum ve dengeleri görememek isabetli bir anlayış ve uygun bir tefsir olmaz.

Biz burada yeniden Adem'in gökten getirdikleri şeyler konusuna dö­nüyoruz. Zehebî ve Hâkim gibi hadisçiler Ebû Musa el-Eş'arî (r.) 'nin oğluna dayanarak şöyle bir haber kaydederler:

"Allah Adem'i cennetten çıkardığında onu cennet meyveleriyle donattı ve ona her şeyin sanatını öğretti. Sizin şu meyveleriniz cennetin meyvelerindendir. Şu kadar varki bunlar değişikliğe uğrar (bozulurlar, onlar ise değişikliğe uğramazlar".[176]

Hz, Peygamber (S)'e bağlanamıyan bu haberi, ilk râvinin nereden aldığını bilemiyoruz. Biz kaynaklardaki bilgileri, kendi değelendirmelerimizle sizle­re aktardık. Bilim ilerledikçe neyin gerçek olduğu daha iyi ortaya çıkacak­tır. [177]

 

c - Hz' İbrahim'e Gelen Koçun Hikâyesi Ve Hz. Musa Kavmine Sunulan Yiyecekler Ve İndirilen Levhalar

 

cı - Hz. İbrahim'e Gelen Koçun Hikâyesi

 

Biz Hz. İbrahim (S)'e gönderilen koçtan daha önce genişçe söz etmiştik. Ne Kur'an'da ve ne de Hz. Peygamber (S)'in sözlerinde bu koçun gökten indirildiği şeklinde bir ifâde bulunmamaktadır. Buna karşılık bazı ha­berlerde sözkonusu bu koçu Cebrail'in getirdiği kaydedilmektedir. Gök­lerde canlı hayatın varlığını kabul eden İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) ve onu izliyen bazıları da bu koçun cennetten gönderildiği görüşüne sahip ol­muşlardır. Hz. Peygambere mâledilemiyen bu görüşlerin nereden kaynaklan­dığını bilemiyoruz. [178]

 

c2 - Hz. Musa Kavmine Sunulan Bazı Yiyecekler

 

Kavmi ile Hz. Musa Mısır'dan Sina'ya geldiğinde buradaki Tûr dağı yamaçlarında Allah onları bazı yiyecek ve içeceklerle nziklandırrr. Hz. Musa burada Allah'ın talimatı üzere asasının darbesiyle 12 kaynak su elde eder. Gene bu sıralarda yüce Allah onları belli bir bulutla gölgeler ve arkasından da onlara yukardan kudret helvasıyla bıldırcın indirir. Bunlar Kur'an-ı Kerîm'de anlatılanlardır".[179] Yahudiler Hz.  Meryem veîsa'ya dil uzattıkları zaman Hz. Peygamber, Allah'ın bu ikisine bazı mucizeler verip ihsanlarda bulunduğunu söyler ve Allah'ın daha önce yahudilere indir­diği bıldırcın ve kudret helvasını onlara hatırlatır.[180] Kur'an'da bu iki nes­nenin indirilişinden söz edilirken gökten bahsedilmez. Gölge yapmak üzere gelen bulutun bu olayla bir ilgisi olup olmadığını da biz bilemiyoruz. Muh­temelen bu sırada hava çok nemli ve boğanak idi ve sözkonusu kuşlar uça-mayıp yerlere döküldüler; bu da mümkündür.

Kudret helvası (: menn) aslında, havadaki nem ile çiçek tozlarının bir­leşmesi sonucu oluşan süzülmüş bal gibi bir mâyidir. Bu karışım, ortamını bulunca ağaç yapraklan üzerine yağmur gibi yağar. İbn Abbas (r.)'dan başhyarak müfessirlerin pek çoğu sözkonusu kudret helvasının bu şekilde oluştuğu kanaatındadırlar. Bazıları onun tatlı bir içecek ve bazıları da onun yufka ekmeği olduğunu savunurlar. Bu arada sözkonusu tatlının kardan be­yaz ve baldan tatlı olduğu da gelen haberler arasındadır. Bıldırcın kuşuna gelince bazı tefsirlerde onu güney rüzgârlanmn getirdiği yazılıdır. Kudret helvası o kadar çok ve bıldırcın o kadar büyüktürki istiyen onlardan dilediği kadar alabilmektedir.[181] Bunlar benim kanaatim dünyanın kendi nîmetle-rindendir. Onların gökten geldiklerine dâir bir şey söylenmemektedir, fakat onlar yukardan inmişlerdir. [182]

 

c3 -   Hz. Musa'ya İnen Levhalar

 

Hz. Musa (S)'ya gelen Tevrat levhalarını herkes bilir. Bunlar gökten yazılı olarakmı indirildiler yoksa diğer kutsal kitaplar gibi vahyin yeryüzünde yazıya geçirilmesi ile mi ortaya çıktılar? Kur'an'da bu levha­lardan söz edilir. Buzağıya tapan milletine kızan Musa, bundan sorumlu tuttuğu kardeşini hırpalamak için bir ara sözkonusu levhaları yere bırakır ve öfkesi geçince de onlan yerden kaldırır.[183] Kur'an'da levhaların gök­ten yazılı olarak indirildikleri söylenmez.[184] Buna karşılık Taberî, Zemah-serî ve Kurtubî gibi şöhretli müelliflerin eserlerinde zümrüt, zeberced veya yakut mâdeninden olan bu levhaların cennetten geldiğine dâir görüşlere yer verilir. Hasan el-Basrî (ö. 110 h/728 m)'nin, gökten gelen bu levhalann ahşap olduğu, görüşüne sahip bulunduğu kaydedilmektedir. Zümrüt olan bu levhaların Cebrail tarafından getirildiğine dâir görüşler de vardır. Cebrail aslında kutsal kitapların vahyini getirir. Bunların yamsıra levha­ların sert taştan olduğuna ve bu taş levhaların bizzat Allah tarafından veya Onun emri üzere Cebrail eliyle nakşedilip yazıldığına ve hatta bunların bezden olduğuna dâir görüşler de vardır. İbn Abbas (r.)'a dayandırılan rivayetlere göre Hz. Musa Levhaları yere attığında bunlar kinlmış ve onlardan pek çoğu alınıp göğe çekilmiş ve levhalardan ancak altıda biri gi­bi az bîr kısmı yerde kalmıştır. Levhalardakİ özet bilgiden başka bütün ay­rıntıların ortadan kalktığına dair haberler de vardır. Tefsir kaynaklarında levhaların boyut ve sayılarına da yer verilmektedir. İki levhadan 70 deve yükü levhaya kadar sayı verilmektedir. Burada dikkati çeken şey, Levhalar hakkındaki bütün bu rivayet ve görüşlerin içinde ibn Abbas, Hasan el-Bas-rîg Mücâhid, Mukatil ve Saıd b. Cubeyr gibi şahsiyetlerin yer alması ve fa­kat rivayet zincirlerinin başında Hz. Peygamber (S)'in bulunmamasıdir[185] Buda haberlerin yahudilerden kaynaklandığım göstermekte veya en azından böyle bir ihtimali güçlendirmektedir. Aynı rivayet ve görüşleri kitabına alan F. er-Râzî (ö. 606 h/1210 m); Kur'an'm, sözkonsu Levha­lar hakkında bu türlü açıklamalar getirmediğim ve bu durumda onlar hak­kında bir şey söylenemiyeceğini, yazar.[186]

Yüce Allah m her şeye kadir olduğu münakaşa edilemez. O, emir ve irâdesini, istediği yerde ve istediği biçimde yazılı talimatlara dönüştürebi­lir. Fakat Levhalara geçen vahyin göklerde yazıya dönüştürüldüğünü kabul edebi I cm iz için kesin deliller gerekir. Diğer yandan Allah'tan doğrudan emir alan Musa (S), onlan burada yazıya geçirme imkân ve iktidarına da sahiptir. Dahî tâli matla an. yukardan yazılı olarak geldiği kanaati, pek çok­larında, vahyin kaynağı hakkında bir şüphe uyandırabilir. İster istemez bu, bir kısmı insanların zihnine, bunların göklerdeki muhtemel medeniyetler tarafından buraya alılmış olabileceği şüphesini getirir. Inanmıyanlar için gerçi bahaneler çoktur ve onlar din olayını burada insanların uydurduğu kanaatındadırlar. Fakat bu da onlara söz fırsatı verir. Göklerde bir medeni­yetin olması elbetteki hiç bir zaman Allah 'ı mâbud olmaktan çıkaramaz. Semavî dinler, insanın sâdece Yaratan 'a ibâdet etmelerini istemişler, yer ve göklerin neresinde olurlarsa olsunlar, başka varlıklara ibâdeti en büyük ve bağışlanmaz isyan saymışlardır. Kur'an-i Kerîm bu türlü uyanlarla do­ludur. [187]

 

d - Hz. Meryem'e Gelen Yiyecekler Ve Hz. Îsa'ya Gökten İndirilen Sofra

 

d1 - Hz. Meryem'e Gelen Yiyecekler

 

Bilindiği gibi Hz. Meryem küçük yaşta teyzesinin kocası Zekeriyya(S)'mn görevli bulunduğu mabedin bir odasında kalmaya başlar. Bu­rası manevî gelişme için ayrılan küçük bir odadır ki arap dilinde böyle yerle­re "mıhrâb" denilir ve camilerin mihrapları da küçük bir oda şeklinde ol­dukları için bu kelimeden isim almışlardır. İşte küçük Meryem, muhteme­len mabedin bahçesinde olan böyle bir odada hem bedenî ve hem de ruhî ge­lişmesini sürdürür. Bu dönemde ve onun bölgesinde Hz. Musa (S)'nm dî­ni yürürlüktedir ve Hmstiyanlık, daha sonra, onun oğlu Isa (S) tarafından getirilip tebliğ edilecektir. Kur'an-ı Kerîm'de ve onun yanı sıra Hz. Muhammed (571-632 m)'in öğretilerinde bütün insanların saygıya davet edildiği bu büyük kadının hayatı bir peygamber gibi mucizelerle doludur ve bunların en büyüğü de o nezih kadının evlenmeden bir çocuk doğurmasıdır. Onun yolundan gidip bekâr kalan rahibelerin ise evlenmeden bir çocuk do­ğurmaları mümkün değildir. Bu olay hem Meryem 'in ve hem de oğlunun evet bu ikisinin bizzat kendi milleti ve dindaşları tarafından hakaretlerle do­lu reddedilmelerine yol açmıştır. Daha sonra İslâm, Hz. isa'nın mucizevî doğuşunu kabul etmekle kalmamış aynı zamanda bu ikisini, bugünki hırıstı-yanhktan ayrılarak beşerî çerçevede en nezih yerlerine oturtmuştur. İslâm, bu mucizevî doğumu gerçekleştiren Meryem 'in karşılaştığı başka bir olayı daha kendi gündemi içerisine almıştır. Bu da, odasında Hz. Meryem'e sunulan yiyeceklerin hikâyesidir. Kur'an'da bu olay şöyle bir ifâdeyle anla­tılır:

"Bunun üzerine Rabbi, Meryem'e hüsnü kabul gösterdi ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya onun yanma, ibâdet odasına her giri­şinde orada bir rızık bulur ve; Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor, diye sorardı. O da; bu Allah tarafındandır; Allah dile­diğine sayısız rızık verir, derdi".[188]

Bazı camilerin mihraplarına da yazılan bu âyette sözkonusu edilen yi­yecekler neden ibarettir ve nereden gelmektedirler? Kur'an müfessirlerinin büyük çoğunluğu, odada Meryem'in, yaz mevsiminde kış meyvelerini ve kış aylarında da yaz meyvelerini bulduğunu yazarlar. Genellikle kaynaklarda meyvelerin cinsinden söz edilmez. Ancak ilk tefsir müelliflerinden biri sayı­lan Taberî (ö. 310 h/922 m) eserinde, çoğunlukla bu meyvelerin üzüm ol­duğuna dâir görüşleri kaydeder. Onun yazdığına göre İbn Abbas (r.) bu üzümlerin ona bir sepetle gönderildiğini söyler![189] Burada olağanüstü bir olayın gerçekleştiğini gören Zekeriyya, bundan cesaret alarak, hanımı yaşlı ve kısır olmasına rağmen Allah'tan bir çocuk isteme hevesine kapılır. Kur'an'da anlatıldığına göre bunun üzerine kendisine Yahya isminde bir  oğlan çocuğu verilir.[190] Hz. isa'ya doğru giderken böylece bazı olağa­nüstü şeyler gerçekleşir ve bir imkânsızlık içinde Yahya'yı yaratan güç Hz.  Isa'yi daha büyük bir mucizeyle ortaya çıkarır.

 Tefsircilerin pîri sayılan İbn Abbas (o. 68 h)'dan başlıyarak müfessirlerin çoğuna göre bu meyveler Hz. Meryem 'e cennetten gelmektedirler.  Gerek Hasan el-Basrî(ö. 110 h) ve gerek Zemahşerî (ö. 538 h/1443 m) Mer­yem 'in hiç ana sütü emmediğini ve oun gıdasının bu cennet meyveleri oldu­ğunu, söylerlerdi. [191]Gerçekte Hasan el-Basrî sözkonusu bu meyvelerin gök­ten geldiği veya Cebrail aracılığıyla getirildikleri görüşünü, savunur.[192] Bu arada meyvelerin bazı müminlerce getirildiği görüşünü savunan râfizî e1-Cübbâî, er-Râzî tarafından tenkitlere uğramış ve R â z î tarafından bu olayın tamamiyle olağanüstü bir yolla gerçekleştiği vurgulanmıştır.[193] Bu arada ge­ne bazı kaynaklar Hz. Meryem'in, odada kilitli tutulduğunu ve gelen meyvelerin de hiç dünyadakilere benzemediğini ve bütün bunların Hz. Ze-keriyya'nm hayretine yol açtığını yazarlar.[194] Eğer bu yiyecekler, gökler­deki bir yerden indirildiyse insanların onları hemen cennete mâledecekleri ve onun dışında, hayat dolu başka âlemler düsünemiyecekJeri açıktn\

Sözü edilen bu yiyeceklerin Kur'an'da sâdece Allah tarafından veril­diği söylenmiş ve bazı müfessirlerin anlattıkları gibi onların gökten indirildi­ği açıkça söylenmemiştir. İbn Abbas da dâhil olmak üzere bu görüşte olanlar böyle bir bilgiyi nereden almışlardır? Bunu bilemiyoruz. Bazı tefsir­lerde, Hz. Peygamber (S)'in çok aç olduğu bir sırada, kızı Fâtıma (r.)'nın ona azıcık bir yiyecek verdiği ve bunun kendiliğinden çoğalması üzerine de Peygamber'in, kızını Hz.  Meryem'e benzettiği kaydedilir.[195]

Hz. Meryem 'in yaşadığı bölge, deniz ve kara yollan bakmr.ıdan dünyanın bütün mevsimleriyle temasa geçilebilecek bir konumdadır. Ancak mucize ve kerametler için zorluklar yoktur ve nice esrar daha henüz bilim ötesi olmaya devam edecektir ve bazı şeyler de belki hiç bir zaman çözülemiyecektir. Hz. Meryem'e sunulan bu yiyecekler, eğer bölge halkının yetiştirip ikram ettiği şeyler olsaydı bu olay Kur'an'da önemli bir olay ola­rak verilmezdi. Daha küçük yaşta olağanüstü gıdalarla beslenen Hz. Mer­yem kim bilir belkide böylece İlâhî nefha (: üfleme) ile, evlenmeden bir çocuk doğurmaya hazırlanıyordu. Belkide yaşlı Zekeriyy a ve aynı du­rumdaki ve üstelik kısır olan hanımı da bu gıdalardan yedikleri için çocukla­rı oldu. Yaratıcı Güc için aslında imkân söz konusu değildir. Ancak bu Güç, kendisinin genel bir kanunu olarak varlık lan bazı hazırlıklardan geçirir. Eğer bu gıdalar Hz. Meryem'e, göklerdeki bahçelerden derlenip getiriliyorsa bu takdirde oralarda bir hayatı ve onun eşsiz nimetlerini düşünmeye bir en­gel kalmaz. Eğer bu olay bir mucizeye bağlanacaksa ha yedi gökten ha dün­yanın yedi ikliminden gelmiş olsun arada bir fark olmaz. Âl-i Imrân sûresi 37. âyette geçen: "Rabbi onu güzel bir nebat gün yetiştirdi" tarzındaki ifade­nin biz bu yiyeceklerle bir bağlantısı olup olmadığı konusunda da elbet bir şey söyleyecek durumda değiliz. [196]

 

d2 - Hz. İsa'ya Gökten İndirilen Sofra

 

Kur'an-ı Kerîm'de Hz. İsâ (S)'ya gökten indirilen bir sofradan söz edilir. Kur'an'ın en uzun sûrelerinden biri olan Mâide, admı bu sofradan alınıştır. Bu surede anlatıldığına göre; Havarilerin isteği üzerine Hz. îsa, Allah'tan bir sofra göndermesini niyaz eder ve yüce Allah da ona olumlu cevap vererek istenen sofrayı gökten indirir. Şimdi biz bunun ayrıntı­larını Kur'an'dan izliydim:

" - Hani Havariler; Ey Meryem oğlu Isa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilirini? demişlerdi de o da; Eğer inanmış insanlar-sanız Allah'tan (Onun gücünden şüphelenmekten) korkun, ceva­bım vermişti.

''"- (Bunun üzerine) Onlar; IstiyoruzM biz ondan yiyelim de böyle­ce kalplerimiz yatışsın, senin bize gerçekten doğru söylediğini bilelim ve biz görerek ona şahitlerden olalım, demişlerdi.

Bu konuda ayrıca maddelerin yaratılması, maddelerde bölünme başlığına bak.

-  Meryem oğlu îsa da düa ederek şöyle demişti: Ey Allah, ey Rabbimiz! Gökten bize bir sofra indir ki o bizim için; bizim hem bu ilklerden olanlarımız ve hem de bizden sonra gelecekler için bir bayram ve Senden de bir mucize olsun. Bizi nzıklandır; Sen rızık verenlerin en iyisisin.

-  Bunun üzerine Allah da şöyle buyurdu: Ben onu size şüphesiz indireceğim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse Ben kâinatta hiç kimseye yapmıyacağım bir azab ile onu cezalandı­racağım".[197]

Bir konuşmasında bu olaya değinen ve Kur'an'a ek açıklamalarda bulunan Hz. Muhammed(S)bu sofra hakkında şu bilgiyi verirler:

" Sofra gökten, üzerinde ekmek ve et olarak indirildi. Onlara; hiyânet etmemeleri ve sofradaki yiyeceklerden ertesi güne bir şey ayırmamaları emri verildi. Onlar ise hıyanet edip biriktirme yoluna gittiler; sofradan ertesi günler için yiyecek kaldırıp ayırdılar. Bunun üzerine onlar maymunlara ve domuzlara çevrildiler.[198]

Olağanüstü istek ve arzular karşılanınca bunun sorumluluğunun da büyük olacağı açıktır. Burada sofrayla ilgili son âyette bu durum dile getirilmiştir. Orada sözkonusu edilen ceza muhtemelen Hz. Peygamber 'in, ilgili ko­nuşmasında açıkladığı bünye ve şekil değişikliğine uğrama cezasıdır.

Tefsir kaynaklarında H z. İsa 'nın bu sofrası hakkında geniş bir bilgi verilmektedir ki biz o bilgileri Kur'an'da ve hadis kaynaklarında bulamıyo­ruz. Bu da ister istemez o bilgilerin inandırıcılığım ortadan kaldırmaktadır.

Sofranın gökten geldiği konusunda Kur'an'ın anlatımı açıktır. Fakat az sayıda da olsa gene de bazı müfessirler, gökten bir sofra inmediği görüşü­ne sahib olmuşlardır. Onlara göre, böyle bir sofra istiyenler, kendilerine gü-venemeyip verilecek cezadan korktukları için bu isteklerinden vazgeçmişler ve sofra da inmemiştir. Büyük çoğunluk ise bu sofranın indiği kanatındadır-lar. Bu sofra gökten inmiş olsa da olmasa da konumuz açısından önemli olan bunun imkânı meselesidir. Hicrî ilk asır âlimlerinden Hasan el-Basrt ve Mü-câhid (Ö. 100 h/718 m) sofranın inmediği görüşünü savunan kişiler olarak gösteriIiyorlar ise de bu konuda onlardan nakledilen görüşlerin de birbirini tutmadığı görülmektedir.[199] îlk müelliflerden büyük çoğunluk Allah'ın, vaadine muhalefet etmiyeceği ilkesine dayanarak sofranın indirildiği görü­şünü savunmuştur ki ilk müelliflerden Taberî (ö. 310 h/922 m) de bu çoğunluk içinde yer almıştır. Ondan sonra Harzern ilinden Zemahşerî (ö. 538 h/113 m) ve onları izleyen diğerleri de hep bu görüşü benimsediler.[200] İbn Abbas, Selmân el-Fârisî ve Ammâr b. Yâsir (r.a) gibi sahabenin ileri ge­lenlerinden başhyarak tefsirle ilgilenen hicri ilk asır bilginleri arasında da Hasan eUBasrî ve Mücâhid müstesna aksi görüşü savunan çıkmamıştır. Az önce söylediğimiz gibi bu ikisine âit haberler de birbirini tutmamaktadır.[201]

Gerek Kur'an'da ve gerek Hz, Peygamber (S)'in daha önce sunduğu­muz hadisinde sÖzkonusu sofranın doğrudan gökten indirildiği açıkça söy­lenmişken, çoğunluktan ayrılan bazıları sofranın cennetten geldiği görüşünü savunmuşlardır kiAmmar b.Yâsir ve Katâde (ö. 118 h) bu kanaatta-dırlar.[202] Şu kadar varki Ammâr (r.)'in Hz. Peygamber'den rivayet ettiği yukardaki ilgili hadiste bu sofranm geldiği yer gök olarak ifâde edilmiştir. Konumuz açısından gök ve cennet ayrı ayrı şeylerdir. İnsanlar genellikle fa­raza gökten gelen yiyecek ve hayvanları cennetin dışında bir yere mâlede-mezler. Cennet ise bu dünyadayken beşeriyetin erişemiyeceği bir âlem ol­duğu için konumuz açısından bizi burada, erişebileceğimiz göklerin imkân­ları ilgilendirmektedir. Bazı tefsir kaynaklarında yazıldığına göre Hz. İsa 'ya; bu sofradakilerin dünya yiyeceklerinden rni yoksa cennet yiyecekle­rinden mi olduğu sorulur. O verdiği cevapta; "Onların ne dünya ve ne de cennet her ikisine de âit olmadıklarını, bu yiyeceklerin Allah'ın sâdece ol emri ile yarattığı şeyler olduğunu'1 söyler.[203] Allah'ın gücü sözkonusu olunca söylenecek hiç bir şey olmaz. Şu kadar varki Kur'an'daki ifâdeye ba­kılırsa bu sofra gökten indirilmektedir. Bu da bizi, sofrada sunulan yiyecek­lerin, göklerde muhtemel bitkisel ve canlı hayata âit mahsul ve ürünlerden olacağı düşüncesine götürür. Şüphesiz ki Allah aynı yiyecekleri dünyanın imkânlarından da derleyip sunabilir. Daha önce de söylediğim gibi eğer mu­cize sözkonusu ise onun yön ve sahası önem taşımaz.

Kur'an-ı Kerîm'de, Hz.İsa'ya sunulan sofrada ne gibi yiyeceklerin bulunduğuna değinilmezken Hz.   Peygamber'in ilgili sözlerinde, sofradakilerin ekmek ve etten ibaret olduğu bildirilmiştir. Bu iki çeşit yiyecek Hz. Peygamber'in kendi hayatındaki basit sofralara da uygundur. Acaba burada Peygamber (S), et ve un olmak üzere bu iki nev'iden mamul çeşitli yiye­cekleri mi kasdetmektedir. Onu bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da tefsir kitaplarında, bugün dahi zenginlerin özellikle sabah sofralarında zor bulunduracakları mükellef bir sofradan bahsedilmiş olduğudur. Onlardan, hadiste olduğu gibi basit bir sofradan söz edenler de olmuştur. Bize mükellef bir sofra tarifesi verenler bunu Hz. Peygamber'den almadılarsa onlar, gökten Allah tarafından indirilen bir sofranın basit olamıyacağı noktasından hareket etmiş olmalıdırlar veya bu bilgileri ehli kitaptan almış bulunmalıdırlar. İbn Abbas (r.) genellikle ekmek ve balıktan ve bazan da tirit yemeğinden bah­seder. Hicrî birinci asır ile ikinci asrm ilk çeyreğinde yaşamış olan Savîd b. Cubeyr (ö. 95 h), Süddî ve Ata gibiler ise sofrada et, balık ve hatta ekmek de hâriç olmak üzere her şeyin bulunduğunu söylerler. Bunların sâde­ce et ve ekmekten söz eden hadisten haberleri olmasa gerekir. Kaynaklarda birbirinden az farklarla verilen ve Kurtubî 'nin eserinde Selmân el-Fâ­risî (r.)'ye mâledilen mükellef sofra tarifesi genelde şöyledir: Pulsuz ve kılçıksız balık, Balığın baş tarafında tuz, kuyruk tarafında sirke, balığın çev­resinde pırasa hâriç bütün sebze çeşitleri. Beş adet çörek; birinin üstünde zeytin, diğerlerinden her birinin üstünde bal, tereyağı, peynir ve sucuk. Bazı kaynaklarda çöreklerin üstüne konulanlar biraz değişiktir. Meselâ çörekler­den birinin üstünde beş nar tanesi, bir diğerinde hurmalar ve ötekinde de yu­murta vardır. Sofranm ayrıca görülmemiş enfes bir koku yaydığı da söylen­mektedir.[204]

Bazı kaynaklarda halkın korkudan, önce bu sofraya oturamadıklan ve Isa peygamberin de bunun üzerine onu fakirlere, körlere, kötürüm ve cüz-zamlılara ve diğer hastalara ikram ettiği ve ondan yiyen bütün bu hastaların hepsinin iyileştiği kaydedilir. Sonra da bunu gören herkes sofraya üşüşür. Gene bazı kaynakların verdiği bilgiye göre, sofra bir kere değil çok kereler ve hatta gün aşırı olarak yahutta 40 gün veya daha çok süreyle sabah- akşam olmak üzere günde iki kere inmiş ve sofradan binlerce kişi yemek yemiştir. 40 günden sonra sofranın sâdece fakirlere tahsis edildiğine dâir görüşler de vardır. Sofranın bir özelliği de yenilenlerin hiç eksilip tükenmemesidir ki biz bu özelliğe, ileride göreceğimiz gibi, Hz. Muhammed (S)'in bazı muci­ze sofralarında rastlarız.

Kaynaklar sofranın geliş ve gidiş şekli hakkında da bazı bilgiler ver­mektedirler; Sofra yuvarlak şekilde ve kırmızı renktedir. O, İki bulut arasın­da ve üstünde bir örtü ile gelmekte ve geri giderken de insanlar onun gölge­sini bile izlemektedirler.[205] Bu tür sofraların İsa peygamberden sonra bazı kişilere daha indiğine dâir iddialar da vardır.[206]

Kur'an-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in açıklamalarında yer almıyan bütün bu teferruatın o günki hıristiyanlardan alındığı açıktır. Aslı Kur'an'da yer alan bu olayın ayrıntıları hakkında ilgili toplumdan rivayetler toplamak yadırganacak bir şey değildir. Tefsir müelliflerinin daha sonra, hıristiyan kaynaklarına değil de bu ilk asır müslüman araştırmacılarına dayandıkları anlaşılmaktadır. Sözkonusu rivayetler içerisinde bazı doğrular olsa bile onla­rı tarih ve rivayet bilimi açısından sağlıklı kabul etmemiz mümkün değildir. Fakat burada konumuz açısından önemli olan bu ayrıntılar değil olayın aslı­dır. O da Kur' an-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber 'İn bir açıklama­sında yer almıştır. Bu sofranın hangi âlemlerin ürünlerinden donatıldığını bilmiyoruz ve onun mâhiyeti hakkında da hiç bir şey söyleyemiyoruz. Bu önemli bir olay ve bir vakıa olmasaydı Kur'an'da yer almazdı. İlâhî Yüce Güc onları buradamı yaratmıştır yoksa onları, içinde hayat ve nîmetler bulu­nan ve gene kendi eseri olan başka bir âlemdenmi getirmiştir? Kaynağı keş­fedilmeden bu sofra bir gayb ve îman konusu olmaya devam edecektir. Eğer Hz. İsa rûh olarak değil de ölmeden bedenen göklerde bir yere götürüldüy-se o bu sofranın kaynağına ve dünyadayken tattığı o nimetlerin içine götü­rülmüş olmalıdır. [207]

 

e - Hz. Muhammed'in Mîracda Karşılaştığı Yiyecek Ve İçecekler İle Gökten Kendisine Sunulanlar

 

eı - Hz. Peygamber'e Mîracda Sunulan İçecekler       

 

Her peygamberin hayatı olağanüstü olaylarla doludur. Aslında vahye muhatab olmak bütün mucizelerin üstünde bir olaydır ve mucizeler onun yanında bir peygamber için daha hafif kalmaktadırlar. Bizim ise aklımız, daha çok, tabiat kanunlarıyla açıklayamadığımız mucizelere takılır. Hz. Muhammed (S)'in hayatında da her peygamber gibi mucizeler olmuştur. Şu kadar varkİ İslâm dininde bizzat Kur'an'in kendisi en büyük mucize sayılmış ve insanlar diğer mucizelerin değil Kur'an'ın peşinden gitmeye davet edilmişlerdir. Peygamberin Kur'an'da anlatılan mucizelerinden biri "İsrâ" olayıdır. Hz. Muhammed bir gece Mekke'den Kudüs'eğit­miş ve kendisinin anlattığına göre oradan da göklere çıkıp dolaşmıştır ki onun yolculuğunun göklerle ilgili bölümü küçük bir istisna dışında Kur'an'da anlatılmamaktadır. Göklere çıkma olayına ise "mîrac" denil­mektedir ki bu herkesçe bilinir. Mîrac olayı manevî unsur ve remizlerle do­lu bir olaydır. Bazı kavramlar bize böyle bir yolla anlatılmış olabilir. Bu an­latımlardan konumuz açısından bazı ip uçları elde etmek mümkündür. Bİz konuyu işte bu yaklaşımla ele alıyoruz.

Biz Hz. Peygamber'in, gökleri dolaşırken karşılaştığı nehirler hakkında daha önce bilgi vermiştik. Peygamber bu nehirlerden söz eder ve sonra da Cebrail ile eriştiği en son nokta olan ve bir ağaçtan ismini alan "Sidretü'I-müntehâ"da veya daha ileri bir yerde bulunduğu sırada kendisine bazı içecekler sunulduğunu, anlatır ve şöyle der:

" Bana üç kadeh getirildi. Onlardan birinde süt, diğerinde bal, ötekinde de şarap vardı. Ben içinde süt olan kadehi seçtim ve onu içtim. Bana; sen tam kendinin ve ümmetinin yaratılışına uygun olanı seçtin, denildi"

Önde gelen hadis kaynaklarından Buhârî'den aldığım bu hadis Müslim'in kitabındaki hadisten biraz farklıdır. Oradaki kayda göre; Hz. peygamber'e, süt ve şarap olarak iki tür içecek sunulur ve bunlar da Beytü'l-mâmur denilen ibâdet evinin bulunduğu mekânın ötesindeki bir gökte sunulmuşlardır. Hatta Müslim'deki bir başka hadise göre de bu içecek­ler kendisine daha Kudüs'deyken Cebrail eliyle takdim edilmiştir.[208] Bazı tefsir kaynaklarında ise bu sunulan içeceklerden biri su olarak gösteri­lir.[209] Eğer biz bunları maddî çerçevede ve kendi aslî tabiat ve nitelikleriyle ele alırsak bu takdirde göklerde süt, bal ve şarap gibi içecek ve yiyecekleri meydana getiren hayvan ve bitki türünden canlı bir hayatm varlığını düşün­mekten kendimizi alamayız. [210]

 

e2 - Sidretü'I-Müntehâ Ve Tayyibe Ağaçları

 

Sidre;   Trabzon hurmasına benzeyen Arabistan kirazı denilen bir ağacın adıdır. "Sidretü'I-müntehâ" son sidre ağacı anlamına gelir.

Kur'an'da anlatıldığına göre Hz. Peygamber (S) bir defasında Cebra­il (a.s.)'i bu ağacın yanında görmüştü. "Cennetü'1-me'vâ" denilen ve sığınma cenneti anlamına gelen cennet bu son ağaç noktasına yakın bir yer­dedir veyahutta bundan sonra böyle bir cennet âlemi başlamaktadır. Bu konunun anlatıldığı Kur'an âyetlerinde şöyle denilir.

-O (Muhammed) andolsunki onu diğer bir defa da Sidretü'l-müntehanın yanında görmüştü.

- Cennetü'î-me'vâ da onun yanındadır.

- Ki o zaman Sidreyi kaplayan kaplamıştı" .[211]

Sidre gerçekten bir ağaçmıdır ve o neden bir âlem ile diğer âlem ara­sında bir sınır teşkil etmiştir? Sidre Hz. Peygamber'in miraçla ilgili bir anlatımından Öğrendiğimize göre 7. göğün üst noktasında bir yerdedir ve bu­rada kendisini, az önce kaydettiğimiz son âyette de işaret edildiği gibi bir sis ve bir bulut kaplamıştır. Onun hadis kaynaklarından Nesâî'de kaydedilen sözleri aynen şöyledir:

"Sonra ben yedi göğün üstüne çıkarıldım. Biz orada Sidretü'l-müntehâ'ya vardık. Orada beni bir sis (bulut) kaplayıverdi"[212]

Sözkonusu âyette Sidre ağacı kaplanmışken bu anlatımda bulut Hz. Pey­gamber 'İ kaplamış olmaktadır. Öyle anlaşılıyorki "Sidre" aralarında pek çok farklar olmakla beraber gene de benzer fizikî ve maddî özellikler ta­şıyan yedi gök âleminin bitiş noktasını işaretlemektedir ve bundan sonra da Arş ve çeşitli cennetler gibi çok daha değişik özellikleri olan âlemler başlamaktadır. Burada "Sidre"yi ve dolay isiyle Hz. Peygamber'i örten sis ve bulut, bu iki farklı âlemler arasını dolduran ve birinden ötekine görüntü­yü engelliyen ilk basit madde kalıntıları ve ilk basit gazlar olabilir. Diğer bir değişle bu bulut âlemi, göklerin ilk duman hâlinden[213] kalma ve herhangi bir değişikliğe uğramamış bir kalıntı tabakası olabilir. Burada ağaçtan söz edildiğine göre bu bulut gerçek yağmur bulutu olarak da düşünülebilir. Eğer Arş altındaki tamamıyla sudan ibaret bir âlem olan su göğünün[214] bu­harı buraya kadar sarkıyorsa orası zaman zaman bulutlara gömülmüş olabilir. Belkide burası su âleminden çıkan hidrojen bulutlarıyla yedi göğün oluş­maya başladığı bu evrenin ilk var oluş noktasıdır. Peygamber tüm evrene bu noktadan bakmış olmalıdır.

Sidre'nin ne olduğuna gelince Hz. Peygamber (S) onu bize ger­çek bir meyve ağacı gibi tanıtmıştır. Biz bu ağacı onun dilinden dinleyelim:

"Sonra Cebrail beni Sidretü'l-müntehâ'ya çıkardı. Gördümki onun meyveleri Hecer bölgesi testilerine, yaprakları da fil ku­laklarına benziyor"[215]

Hadisçi Müslim'in kitabında Hecer bölgesi kaydı bulunmamaktadır.[216] Hecer, Arabistanın bugünki Birleşik Emirlikler tarafına doğru me-cûsî yerleşim bölgesiydi ve bu bölge halkı, eski dinlerinde kalmak şartıyla peygamberin devletine tâbi olmuşlardı.[217] Eğer "Sidre" gerçek bir ağaç ise şüphesiz o tek bir ağaçtan ibaret olmayıp bir türü temsil edecektir.

Hz. Peygamber'in miracda görüp karşılaştıkları ile bir ilgisi olma­makla beraber Sidre ağacı gibi bizi düşündüren bir başka ağaç da " Şeceratayyibe" denilen ağaçtır. Kur'an'da buna bir benzetme içerisinde değinil­miştir kİ bu benzetme şöyledir:

" Görmüyormusun Allah nasıl bir misâl veriyor? Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit ve dalları gökte olan güzel bir ağaca benzer.

O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir durur. Düşü- nüp öğüt alsınlar diye işte Allah insanlara böyle meseller geti­rir".[218]

Burada Allah'a iman ve Onun Peygamber aracılığıyla gönderdiklerini kabul sözü (: kelime-i tevhid) güzel bir ağaca benzetilmiştir. Acaba bu sâde­ce bir mesel midir? Yoksa göklerde her an meyve veren böylesi ağaçlar var da mesel onun üzerine mi kurulmuştur? İşte ben, müfessirlerin düşünmedik­leri bu hususu düşünmekten kendimi alamamış bulunuyorum. Benzetme böyle bir ağaçla yapılmış olsa bile bu mesel mânevi boyutlarından bir şey kaybetmiş olmaz. Bu takdirde de gene biz, göklerde çok değişik türden bir iklim ve tabiat şartları olan ve zamanın çok hızlı akıp gittiği bir hayat orta­mını düşünmekten kendimizi alamayız. Öyleki bu ortam içinde bir meyvenin oluşması için geçen zaman sâdece bir "an" dan ibaret kalacaktır. Tam bir İslâmî İman hududu içine giren bir kimse her an meyve veren bu ağaç gibi her an güzel ve makbul iş ve ameller üretip ortaya koyacaktır ki burada söz-konusu ağaç misâli ile esas anlatılan işte budur. [219]

 

e3 - Hz. Peygamber'in Mîrac Yolculuğundan Getirdiği Yiyecek

 

İnsanlar uzak ve hele zengin ülkelere gittiklerinde yakınları onlardan bazı hediyeler bekler ve ayrıca da dönüşlerinde onlara gittikleri yerler hak­kında merak ettikleri bazı şeyleri sorarlar. Hz. Peygamber de göklere bir se­fer yaptığını ilân edince ister istemez bazı sorularla karşılaştı. Hz. Muhammed (S)'in miracı diğer mucizelerden ayrı bir özellik taşıyordu. Muci­zeler insanlara gösterildikleri halde burada olayı yaşıyan sâdece Peygamber olmuştu. İnsanlara da buna inanma işi düşmüş ve Mîrac onların önüne Hz. Muhammed'e inanma sınavı olarak konulmuştu. O, çevresindekile­re, bu yolculuğunda görüp karşılaştıklarını anlattı. Tamamiyle manevî unsur ve rumuzlarla dolu olan bu seyahattan o, maddî değil gene manevî şeyler ge­tirmişti. Bunların başında da beş vakit namaz ibadeti geliyordu. İnsanlar ona çok çeşitli şeyler sormuş olmalılar ki biz bir meraklının ona; göklerden bir yiyecek getirip getirmediğini sorduğunu görmekteyiz. Onun buna verdiği cevap iki ayrı hadis kitabında yer almıştır. Konuşma bu kaynaklara şöyle geçmiştir:

" Seleme es-Sukûnî anlatıyor: Bir adam; yâ Resûlellah! Gökten bir yiyecek getirdinmi, diye sordu da Resûlüllah; evet getirdim, dedi. Adam (hayretle); neyle getirdin, deyince, Peygamber, sahanla getirdiğini söyledi. Oradakiler hep birden (ve merakla); senden o yiyecekten bir şey arttımı, dediler. O da; evet dedi. Bu sefer adam, bu artana ne olduğunu sordu. Peygamber de; o, göğe kaldırıldı, (çünki) bana sizin aranızda fazla kalmıyacağım ve sizin de benden sonra uzun süre kalmıyacağınız, bildirildi, dedi"[220]

Hadisçi Dârimî (ö. 255 h/869 m) bu konuşmayı kaydettiği başlığa "Resûlüllah'in gökten indirilen yiyeceği ikram etmesi" admı verdi. Onun tesbit ettiği konuşmada, yiyeceğin konulduğu sahan kaydı bulunmamaktadır. Hz. Peygamber'in miraçtan getirdiği tek maddî şey bu olsa gerek. Ha­disin son ibarelerinden öyle anlaşılıyorki bu gelen yiyecekten devamlı yiyenler çok uzun bir ömür kazanacaklardı. Oysa insanların burada çok uzun yaşamaları istenmemektedir. Muhtemelen göklerde bu yiyeceklerle besle­nenler çok uzun bir ömre sahip oluyorlar.

H z. Isa 'nm sofrasına inananların buna inanmamaları için hiç bir se­bep bulunmaz. Ancak ne varki bu yiyeceği gökten Hz. Peygamber'in kendisi alıp getirmiştir. Bununla beraber îsa gibi onun ayağına getirilen sofralara ilişkin haberler de az değildir. Biz şimdi bu tür haberler üzerinde duracağız. [221]

 

e4 - Hz. Peygamber'e Gökten Yiyecek Gelmesi, Mevcut Yiyeceklerin kendiliğinden Artıp Çoğalışı

 

Pek çok kaynakta, Hz. Peygamber (S)'in az miktarda bir yiye­cekle, onda hiç bir eksilme olmadan, çok sayıda kişiyi doyurduğundan söz edilir. Hadisçi Dârimî böyle bir olayla ilgili bir hadisi bir önceki konuda sözünü ettiğimiz; "gökten gelen yiyeceklerin ikramı" başlığı altında vermiş­tir. Değişik kaynaklarda yer alan bu hadisin metni şöyledir:

" Semüre h. Cundeb şöyle anlatmıştır; Peygamber (S) bir tepsi tirit yemeği getirip topluluğun Önüne koydu. Onlar sabahtan öğlene kadar nöbetleşe bu tiritten yediler. Bir küme insan doyup kalkıyor, diğerleri gelip sofraya oturuyordu. Birisi Semure'ye; Bu nereden ve nasıl arttırılıyor, diye sordu. O da, eliyle göğe işaret ederek, neden şaşıyorsun? Bu, ancak şuradan arttırılıyor, dedi"

Bazı rivayetlerde herhangi bir yiyecek çeşidinden söz edilmemekte ziyafet süresi de değişik verilmektedir.[222] Burada göğe yapılan işaret, onun, Al­lah'tan olduğu, anlamına gelebileceği gibi, sözkonusu bu yiyeceğin bizzat gökten çoğaltıldığı anlamına da gelir.

Bu yukardaki olaya benzer bir başka olağanüstü olay da Buhârî ve diğer pek çok hadis kaynağında yer almaktadır. Anlatıldığına göre; H z. Peygamber'in çok aç olduğunu gören Ebû Talha, annesi Ümmü Süleym (r.a)'e, yalnızca Peygamber'e yetecek kadar yiyecek hazırlatır ve

Resûlüllah'in hizmetinde olan Enes (r.) aracılığıyla onu davet eder. Resû­lüllah (S) yanındaki herkesi alarak davete gidince Ebû Talha telâşa düşer ve durumu Peygamber'e bildirir. Resûlüllah bir bereket duası yapar ve Ebû Talha'ya, insanları 10'ar 10'ar içeri almasını söyler. Bu şekilde 70 ve bir rivayete göre de 80 kişi yemek yediler ve ev halkı da doyduktan sonra gene de yiyecekler arttı.[223] Hendek kazımı sırasında da gene buna benzer bir olayın geçtiği anlatılmaktadır.[224] Bunlara benzer bir başka olay da bazı tefsir kaynaklarında kaydedilmektedir. Hz. Peygamber'in kızı Fâtima (r.) kendi ailesinin ihtiyacına rağmen babasına bir yiyecek hazırlar. Bu yiyecek o kadar artıp çoğalırki hem Peygamber ve hem de Ali (r.) ailesi ondan yeyip doyarlar ve kalanı da komşulara ikram ederler. Peygamber, bu bereketin nereden geldiğini kızma sorduğunda oHz. Meryem gibi cevap verir ve bunun üzerine babası onu Meryem'e benzetir.[225]

Bir diğer mucize de bir sefer sırasmda Hz. Peygamber'in içinde az su kalan bir su kabına elini daldırıp bereket duasıyla parmakları arasında su akıtması ve bu şekilde 300 kişinin su ihtiyacını temin etmesidir.[226] Bu nasıl olmakta ve bu şekilde su nasıl oluşmaktadır! Bir kişilik bir yiyecek nasıl sü­rekli yenilenip 100'e yakın insanı doyuracak miktarlara ulaşmaktadır! Bun­lar bizim için bir sır olmaya devam ediyor. Yalnız şu bilinmelidirki bunlar bir sihirbazlık işi değildir. Burada gerçekten yeyip doyan ve içip suya kanan insanlar vardır. Sürekli yenilenip oluşan bir yiyecek insanlar tarafından bîz-zat ele alınıp yenilmektedir. Bu, göz boyama değil gerçekten bir karın do­yurmadır. Bu, bir doygunluk hissetmek değildir. Bunlar, göklerin imkânları­na dikkat çekmek için, Allah tarafından oranın imkânlarından mı sunuluyor­lar? Yoksa Onun yüce gücü bunları o andamı yaratıyor? Bunu bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da Allah'ın Peygamberler eliyle sunduğu mucize­lerle insanlığa bazı işaretler verdiğidir. Belkide burada Peygamber elindeki güçle havanın oksijen ve hidrojenini birleştirip onları parmaklarından su ola­rak akıtıyordu. Bizler aslında, farkında olmadığımız çok yüksek güçlerin içinde yaşıyoruz. Peygamber bazan elleriyle temizlediği bir kaynaktan da bu şekilde su fışkırtmış olabilir. [227]

 

e5 - Hz. Peygamber'in Gökten Sarkıtılan Bir Meyve Salkımını Almaya Çalışması

 

Sahih hadis kaynaklarının pek çoğunda, Hz.   Peygamber (S)'in küsûf (: güneş tutulması) namazını kılarken epey bir süre namaza ara verip eliyle yukardan bir şeyler almaya çalıştığı ve sonra yeniden namaza devam et­tiği kaydedilir. Göğe doğru elini uzatıp oradan bir şeyler yakalamaya çalışan Peygamber'in, daha önce hiç yapmadığı bu tutumu cemaatta bir şaşkınlığa yol açar ve namazın sonunda kendisine bunun sebebi sorulur. O da bu soruya:

" Ben cenneti gördüm. Oradan meyve salkımı almaya çalıştımsa başaramadım. Eğer onu elime geçirebilseydim, hiç eksilmeden, dünya durdukça ondan yiyecektiniz" [228]cevabını verir.

Bu olay, Hz. Peygamber'in oğlu İbrahim'in defni sırasında vu­ku bulan güneş tutulması dolayisiyle kılınan bir zikir namazı içerisinde oldu. Resûlüllah gökten kendisine doğru sarkıtılmış üzüm veya diğer bir meyve salkımını almaya çalışıyordu. Onu halka ikram edecekti, fakat olmadı. Her nedense bu ve benzeri bütün olaylarda gökle veya cennetle bağlantılı olan yiyeceklerin bitmez tükenmez vasıfta oldukları veya ara verilmeden her an yenilenip tekrarlandıkları dile getirilmektedir. Biz diğer önceki misâllerde de hep bunu görüyoruz. Burada Hz. Peygamber'e uzatılıp gösterilen meyve sal­kımı acaba gerçek cennettenim uzatılmıştır yoksa ona başka dünyaların bah­çelerinden mi bir şeyler gösterilmiştir? Eğer burada sözü edilen gerçek cen­net ise o bizim bu araştırmamızın dışında kalacaktır. Güneşin tutulduğu bir sırada uzayın derinliklerine doğru görüş mesafesinin de derinleşeceği bir gerçektir. Hz. Peygamber bu namaz sırasında hem göklerin derinliklerini ve hem de oğlunun gideceği cenneti düşünmüş olmalıdır. Manevî yükseliş mer­halesinin belli bir basamağında onun gözünün önündeki maddî bazı engelle­rin kalkmış olması da sözkonusudur ve bu durum Peygamber ve pey­gamberler (s.a.) için yadırganmamalıdır.

Burada göklerde hayat ve rızık konularını bitirmiş olduk ki aslında bu iki konu birbirinin tamamlayıcı s ıdıriar. A1l a h 'in yüce gücü tartışılmaz. Bi­zim dünyamızda hayatı başlatıp çeşitlendiren ve her çeşidin kendine has ih­tiyaçlarını eksiksiz yaratan İlâhî Güç, buna benzer, belki daha basit belki daha yüksek seviyede başka âlemler, başka dünyalar da yaratmış olabilir. Uzayda yakın komşu dünyalar ve bize komşu olmayan ve fakat aynı göğü paylaştığımız uzak dünyalar bulunabilir. Bitirdiğimiz bu bölüm içerisinde gördüğümüz konular bizde göklerde pek yalnız olmadığımız kanaatini mey­dana getiriyor. Fakat biz içinde hayat olan herhangi bir dünya ile bağlantı kuramadığımız sürece gene de bir şüphe içinde olmaya devam edeceğiz. Eğer oralarda bizimkinden daha yüksek medeniyetler kurmuş dünyalar varsa onlar şimdiye kadar bizimle temasa geçmiş olmalıdırlar. Yoksa onlar bizim varlığımızdan haberdarmıdırlar? Eğer böyleyse bizi ilgilenmeğe değmeycek kadar ilkelmi buluyorlar? Kur'an-ı Kerîm'de insanlığa verilen de­ğere bakılırsa bizim önemsiz ve ilkel olmamız düşünülemez. Gerçekten bu Ki t ab insanlığa en büyük önemi vermiş ve onu sâdece bu dünya canlıları arasında değil aynı zamanda kâinat içinde de çok değerli bir yere oturtmuş­tur. Yalnızca bu dünyanın değil, olabildiğince kâinatın imkânları da bu in­sanlığa sunulmuştur ki bu da dünyamız insanlığına Yüce Rab tarafından en büyük önemin verildiğini gösterir. Gerçekte kâinat her yerdeki ve her se­viyedeki medeniyetlerin tüm ihtiyaçlarını karşılıyacak imkânlara sahiptir ve bizim de bu kâinat içinde önemli bir yerimiz vardır veya biz kendi türümüz­de bu kâinatın en önemli varlığını oluşturuyoruz. Yüce Rab tarafından in­sanlığa, onun kendi içinden elçiler veLevh-ı mahfuz'dan da kitaplar gönderilmesi ona verilen değeri gösteriyor. Bizatihi son kitap Kur'an'da insanlığa ve onun hayatma verilen önem en açık biçimde ortaya çıkmıştır? Bu kitapta insanlığa verilen yön ve ondan istenen hayat biçimi ona verilen büyük önemin bir kanıtıdır. Biz göklerdeki hayatla ilgili sorulara ise cevap verecek durumda değiliz.. Fakat bildiğimiz bir şey varsa oda insanın kendi­ni, göklerde başka dünyalar düşünmekten alakoyamadığı ve göklerdekileri dâima kendinden daha mükemmel olarak düşündüğüdür.

Biz göklerin tüm meleklerine ve selâmımızı alabilecek tüm canlılarına 'Selâm" diyoruz. Bundan sonra biz Kur'an ve hadisler çerçevesinde, gökle­rin, dünyamız insanlığı tarafından fethini ele alacağız. [229]

 



[1] Bakara, 2/26; Bu âyetin açıklaması için "Kur'an'da insanın Kâinatı araştırıp öğrenmeğe yöneltilmesi" başlığına bak.

[2] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 391-394.

[3] İlgili âyet ve hadisler için, Suyun yaratılışı ite Su Âlemi, başlıklarına bak.

[4] el-Hcysemî,vni/131.

[5] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar, 42, Eşribe, 2; Müslim, İman, 264; Nesâî, Salat, 1; Bir sözlerin­de de Peygamber cennet nehirlerinin Arş'tan çıktığını söyler. Bak. İbn Mâce, Zühd, 39.

[6] Buhârî, Tevhid, 37.

[7] Fussılet. 41/12.

[8] Beyhakî, el-Rsmâ ve's-Sıfât, 380; Kurtubî, 1/257.

[9] Kurtubî, XV/345; Taberî, XXIV/64; F. Râzî, XXVII/107; Katâde'nin görüşünü sâdece Kurtubî kaydeder.

[10] Taberî, :XXVII/12; Suyûtî, el-Hey'e, v. 2/a; F. Râzî, XXVIII/239; Kurtubî, XVII/6I-62.

[11] Hûd, 11/7.

[12] Ebû Dâvud, Sünnet, 18; İbn Mâce, Mukaddime, 13; Bagâvî, IV/29, No. 4454; Hâkim, 11/378; Zehebî, 11/378; Suyûtî, el-Hey'e, v. 5/b, 6/a.

[13] Taberî, XXVIII/99.

[14] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 395-399.

[15] Ankebût, 29/22.

[16] Fâtir, 35/44.

[17] Yûsuf, 12/105.

[18] Al-i Imran, 3/83.

[19] Nûr, 24/41.

[20] Enbiyâ, 21/19.

[21] Rûm, 30/18.

[22] İsrâ, 17/44.

[23] Bak. İbn Kesîr, 11/379; Kurlubî, X/266 vd; F Râzî, XX/218 vd.

[24] Rad, 13/15.

[25] Nemi, 27/87.

[26] Zümer, 39/68.

[27] Bak. Taberî, XXIV/20-21; İbnu'l-Cevzî, VI/195.

[28] Rahman, 55/29.

[29] Âyetin tefsiri ve değişik istekler için bak Kurtubî, XVn/166.

[30] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 399-404.

[31] Dilci müfessir demek, Kur'anı arapçamn incelikleriyle açıklayıp bunun için başka ilimlere ihtiyaç duymiyan, demek.

[32] Nahl, 16/49.

[33] Zemahşerî, III/I50.

[34] İbnu'l-Cevzî, IV/454.

[35] F. Râzî,XXVII/170.

[36] Kurtubî, X/113.

[37] F. Râzî, XX/44; Ayrıca bak. Neysabûrî, XIV/72; Kurtubî, X/l 13.

[38] En'am, 6/38.

[39] Râgıb el-Isbahânî, 237.

[40] Fâtır, 35/45; Nahl, 16/61.

[41] Nûr, 24/45.

[42] Melekler ve Cinler, başlığına bak..

[43] İbn Kesîr, III/278.

[44] Kurlubî,XII/291.

[45] îlk maddelerin ve suyun yaratılışı, konusuna bak.

[46] F. Râzî,XXIV/16.

[47] Şûra, 42/29.

[48] Bak. Tabcrî, XXV/20; Kurtubî, XVI/29; İbn Kcsîr, IH/278.

[49] Zemahşerî, IH/150; F. Râzî, XXVII/170; Neysabûrî, XXV/42; Ebu's-Suûd, VIII/32.

[50] Talak, 65/12.

[51] İlgili hadisler ve müfessirlerin görüşleri için "Yerlerin Sayısı" baslığına bak.

[52] Bak. Kurlubî,XVIII/174-I75.

[53] Tirmizî, Tefsir, 57,1 ; Ahmed. Müsned, 11/370; Taberî, XXVII/124; Kurtubî, 1/259-260.

[54] Beyhakî, el-Esmâ, 389-390; Hâkim, 11/493; Zehebî, 11/493; Suyûtî, el-Dürru'1-mensûr, VI/238; Kurtubî, 1/260; Bu sözün İbn Abbas'a isnadını zayıf bulanlar ve hatia onu İsrâ-iliyyattan almış olabileceği ihtimali üzerinde duranlar da vardır. Bak. Neysabûrî, XXVI-11/94-95; Mevzuât-ı Aliyyu'1-Karî, 37, (tere. Ahmed Serdaroğlu), Ankara 1966; el-'Aclû-nî. Keşfu'1-Hafâ, 1/113, Beyrut 1351.

[55] Bak. Taberî, XXVIII/99; İbnu'l-Cevzî, VIII/300.

[56] Taberî, XXVIII/99; Suyûtî, el-Dürrü'I-Mensur, VI/238; İbn Kesîr, IH/518.

[57] Hâkim, IV/569; Zehebî, İV/569 (Haşiyede).

[58] Bak. Kurtubî, XI/283, XVI1I/174-I76, XIX/228; F. Râzî, XXX/40; İbnu'l-Cevzî, VIII/300.

[59] Suyûtî, el-Dürr, VI/239.

[60] Bakara, 2/30.

[61] Bu görüş için bak. "Yeryüzünde insanın ortaya çıkışı" başlığı.

[62] Sad, 38/26.

[63] En am, 6/165; Yûnus, 10/14, 73, A'raf, 7/69, 74; Nemi, 27/62; Fâtır, 35/39.

[64] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 405-412.

[65] İbn Mâce, İkame, 180, Mukaddime, 20; Ebû Dâvud, İüm, 1.

[66] Tirmizî, İlim, 19.

[67] Hâkim, Müstedrek, 1/465; Zehebî, Tcihîs, 1/465.

[68] İbn Mâce, Mukaddime, 10; Ahmcd, Müsned, V/182; İbn Hıbban, Sahîh, N/55, No. 725.

[69] Buhârî, Ezan, 150; San'anî, U/199.

[70] EbûDâvud, Melâhım, 10; Tirmizî, Kader, 16, Fİten, 21, 38; İbn Mâce, Fiten. 29.

[71] İbn Mâce, Filen, 33; Tirmizî, Fiten, 59, Tefsir, 19.

[72] Tırmizî, Dıyât, 8; Bağâvî, 11/508, No. 2601.

[73] İbn Mâce, Düa, 14.

Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları:412-415.

[74] Yasin, 36/28.

[75] Tevbe, 9/26,40; Ahzâb, 33/9.

[76] Âl-i İmran, 3/124-125; Enfâl, 8/9; Tefsir için bak. Zemahşerî, H/194, V/94; İbnu'l-Cevzî, IH/416..

[77] Âİ-ı İmran. 3/125.

[78] Taberî, IV/54-55; Kurtubî. İV/198; İbn Kesîr, 1/316.

[79] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 415-416.

[80] Kchf, 18/65-82.

[81] İbn Mâce. Filen, 11.

[82] Bııhârî, İlim, 16; İbn Hıbban, VIII/36, No. 6187; Kurtubî, XI/10-16.

[83] Hızırın öldüğünü savunanların delili için bak. Taberânî. cl-Mu'cem el-Kebîr, XH/279, No. 13110.

[84] Kıırtubî. XI/10-16, 41 vd. ; İbnu'l-Cevzî, IX/168.

[85] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 416-418.

[86] Müslim, Cihad, 58; Ayrıca bak. Zehebî, el-Megâzî, 85.

[87] Bak. Buhârî, Bed'ül-halk, 6, Menâkıbu'I-Ensar, 42; Müslim, îman 259-264; İbn Hıbbân, Sahih, I/İ28, No.47.

[88] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 418-419.

[89] Ahmed, 1/297.

[90] Ahmed, 1/297.

[91] Hâkim, 11/556; Zehebî, Telhis, 11/556 (haşiyede).

[92] İbn Sa'd, 1/14; Taberî, XXIII/53-56; Zcmahşerî, V/120; İbn el-Cevzî, VII/77; F. Razî, XXIII/53-56; İbn Kesîr, III/178.

[93] İbn Sa'd, 1/36.

[94] Hâkim, 11/556; Zcmahşerî, V/120-125; Kurtubî, XV/104-107; îbn Kcsîr, 111/178; İbnıTl-Cevzî, VII/77.

[95] F. Râzî, XXVI/158; Kurtubî, XV/107.

[96] Taberî, XXIII/53-56; Zemahşerî, V/121; Kıırtubî, XV/I04 vd..

[97] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 419-421.

[98] Bıı fiil için ayrıca "Maddelerin yaratılması, Maddelerde bölünme" başlığına bak.

[99] Zümer, 39/6; Bu sekiz çift hayvan için bak. En'âm, 6/143-144.

[100] Bak. Zemahşerî, V/155; F. Râzî. XXVI/245; Kurtubî, XV/235.

[101] İbn Mâce, Mukaddime, 13, Ebû Dâvud, Sünnet, 18; Bagâvî, IV/29, no. 4454; Hâkim, 11/378; Suyûtî, d-Hey'e, v. 5/b; Zehebî, Telhis, 11/378.

[102] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 421-422.

[103] Tur, 52/4.

[104] Müslim, İman, 259; Ayrıca bak. Ncsâî, Salat, 1; Taberî, XXVII/IO.

[105] San" anî, Musannef, V/28.

[106] Buhârî.Tevhîd, 37.

[107] Taberî, XV/11; İbn Kesîr, IH/388.

[108] İbnu'l-Cevzî, VIII/46-47.

[109] Kurtııbî, XVII/59-60.

[110] Taberî, XXVIII/99.

[111] İbnul-Cevzî, IV/387.

[112] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 422-424.

[113] Fatiha, 1/7; Mâide, 5/3.

[114] Âl-İ İmran, 3/103.

[115] İbrahim, 14/34; Ayrıca bak. Nahl, 16/18.

[116] Rızk" kelimesinin geçtiği yerler için bak. M. Fııad Abdülbakı, el-MıfcemıTl-Müfehres li'l-Kıır'an, "Razaka" md..

[117] Kurlubî, IX/6.

[118] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 425.

[119] Nahl, 16/14; Câsiyc, 46/12; Hacc, 22/65.

[120] İbrahîm, 14/32.

[121] Sad, 38/36; Sebc', 34/12.

[122] Zuhruf, 43/13-14.

[123] İbrahîm, 14/32-34; Güneş ve ayın tashîri için ayıca bak Rad  13/2.

[124] İbn Kesîr, 11/269.

[125] Ebu's-Suûd, Tefsir, VIH/70.

[126] Ebu's-Suûd, Tefsir, VIH/70.

[127] Lokman, 31/20.

[128] Âl-imran, 3/191.

[129] F. Râzî, VITI/140.

[130] Câsiye, 46/3.

[131] Hûd. 11/6-7.

[132] F.Razî,XVII/188.

[133] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 426-430.

[134] Yûnus, 10/31; Nemi, 27/64; Sebe\ 34/24; Fâtır, 35/3.

[135] Bak. F. Râzî, XVII/86; Nesefî, 11/162; Kurtubî, XIV/322.

[136] Taberî, XXII/64; Kurtubî, XVl/298; Ayrıca bak. Zemahşerî, III/ll.

[137] Taberî, IV/139-140; Kıırtubî. XV/343.

[138] Sebe',34/2; Ayrıca bak. Hadîd, 57/4.

[139] bak. Zemahşerî, V/58; F. Râzî, XXV/239-240; Kurtubî, XIV/259; İbıı Kesîr, III/I20.

[140] A'raf, 7/96; Tefsir için bak. Zemahşcrî, 11/122; Kurtubî, VH/253.

[141] Hıcr, 15/20; Ayrıca bak. Miinâfıkûn, 63^7; İbnu'l-Cevzî, IV/392.

[142] Zümer, 39/63; Şûra, 42/12; Tefsir için bak. Taberî, XXIV/16; İbn Kutcybe. 391; İbııu'I-Ccvzî. VII/194; Kurtubî, XV/274; İbn Kcsîr, III/228.

[143] Müminûn, 40/13.

[144] Hadîd, 57/10.

[145] Mâide, 5/66.

[146] Necm, 53/39.

[147] H. Basrı Çantay mezkur kelimeyi 'iktisatçı" diye tercüme etmiştir.

[148] îbn Kuteybe, 144; Taberî, VI/197; Zemahşerî, 11/38; f. Râzî, XII/47; ibnu'l-Cevzî, 11/395; İbn kesîr, f/533; Kurtubî, VI/241; Ebu's-Suûd, IH/60.

[149] A raf, 7/96.

[150] Zâriyat, 51/22.

[151] Taberî, XXVI/126-127 Zemahşerî, VI/35; E Râzî, XXVIII/208; İbnu'l-Cevzî, VIII/34; Kurtubî, XVII/41; Ebu's-Suûd, VIII/I39.

[152] Mülk, 67/15.

[153] Mâide,5/112-115.

[154] Zuhruf, 43/51-53.

[155] İsrâ, 17/90-93.

[156] İbnHacer, el-Matâlibel-~Aliyye, 1290; Kurtubî, XII1/15.

[157] Kurtubî, X1I1/15.

[158] Necm, 53/39.

[159] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 430-435.

[160] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 436.

[161] Bakara, 2/177; Âl-i İmrart, 3/47, 59; En-âm. 6/73: Nahl, 16/40; Meryem, 19/35; Yasin, 36/82; Gâfir, 40/68.

[162] Hadîd, 57/25

[163] Zemahşerî. VI/86; E Râzî, XXIX/242; Kurtııbî, XVII/26O.

[164] Zümer, 39/6.

[165] Araf, 7/26.

[166] Râgıb el-Isbahânı, 744; Zemahşcrî, V/155; F. Râzî, XIV/51, XVII/120, XXVI/245\, XX°IX/242; İbnu']-CcvzîT IH/181, IV/41, VII1/174; Kurtubî, VII/I84, VIII/354, X/li5,, XV/235; İlâcın indirilişi için bak. İbn Hıbbân, 11/621,6039.

[167] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 436-438.

[168] Bak. Kurtubî, VIİ/184.

[169] Tabcrî, XXVH/137; F. Râzî, XXIX/241-242; İbnu'I-Cevzî. VIII/174; Kurtubî, XVII/260-261; İbn Kuteybe, 454; Zemâh^erî, VI/86 (Bu son iki müellif İbn Abbas'ın adını vermezler).

[170] İbn Sa'd, 1/35.

[171] Hâkim, Müstedrek, 11/543, Zehebî, Telhis, 11/543.

[172] Hûd, 11/40; Muminûn, 23/27.

[173] Hadîd, 57/25; Şûra, 42/1S.

[174] Taberî, XXVI/137; Zemahşerî, VI/86; F. Râzî, XXIX/241; İbn eİ-Cevzî, VII/280; Kıırtııbî, XVI/15; İbn Kesîr, III/455.

[175] Rahman, 55/7; Buradaki mîzanı da ölçü âleti olarak anhyanlar olmuştur. Bak. Nesefî, Tef-sîr, IV/208; İbnu'l-Cevzî, VIII/107; Ebu's-SuÛd, VIH/177.

[176] Hâkim. 11/543; Zehebî, Tehlîs, 11/543.

[177] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 438-441.

[178] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 441.

[179] Bakara, 2/57; Araf, 7/160; Tâha, 20/80

[180] Ebû Dâvud, Akdıya, 27.

[181] A'râf, 7/145, 150, 154.

[182] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 441-442.

[183] A'râf, 7/145, 150, 154.

[184] Levhaların bizzat Allah taralından yazıldığına dâir bir hadis de rivayet edilmektedir. Bak. Taberî, IX/45-46 Kurtubî, VII/281. Tabii bunu gerçek anlamında kabul etmek mümkün değildir..

[185] Görüşler îçso bat Taberî, K/46; Zemahşerî, 11/134; İbn el-Cevzî, 111/258; Kurtubî. VII28I,288.

[186] F.Râd,XIVİ237.

[187] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 442-443.

[188] AI-i İmran, 3/37 444.

[189] Taberî, III/165-166.

[190] Âl-i İmran, 38-41.

[191] Zemahşcrî, 1/172; el-Basrî için bak. İbnıı'l-Cevzî, 1/380; Zekeriyya tarafından bakımı üstlenildiğindc Meryem'in sütten kesilmiş olup olmadığı hakkındaki görüşleri çin bak. E Râzî, VIIİ/29.

[192] Taberî, 111/166; Suyûtî, el-Dürr el-Mensûr, 11/20-21

[193] F.Râzî, VIII/30-31.

[194] Zcmahşerî, 1/172; İbnu'l-Cevzî, 1/380; E Râzî, VIII/30.

[195] Zemahşerî, 1/172; Suyûtî, e!-Diirr, 11/20-21.

[196] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 444-446.

[197] Mâide, 5/112-115.

[198] Tirmizî, Tefsir, 7; Bagâvî, III/414, No. 39%; Teberi, VII/86 vd. Kurtubî, VI/372; İbn Ke-sîr, 1/563.

[199] Bak. Taberî, VII/86-88; Zemahşerî, 11/55; F. Razı, XII/132 vd.; Kiirtubî, VI/366-370; İb-nu'1-Cevzî, 11/458-462; İbn Kesir, 1/563-564.

[200] Taberî, VII/86-S8; Zemahşerî, 11/55.

[201] Bu salıabe için bak. Kurtubî, Vl/370-372; İbnu'l-Ccvzî, 11/459-462; Taberî, VII/S6.

[202] Taberî, VII/86-88: Ammar ve Katâda için bak. İbnu'l-Ccvzî, 11/459-462.

[203] Zemahserî, U/55; İbnıf 1-Cevzî, "59-460; F. Râzî, XIi/133; Kurtııbî, VI/370 vd.

[204] Bak. Zemahşerî, 11/55; F. Râzî. XH/133; Kurtubî, VI/370; İbnu'l-Cevzî, 11/459-460; Ayrı­ca bak. Taberî, VII/86 vd.

[205] Sofranın tüm özellikleri İçin bak. Tabcrî, VII/86; Zemahşerî, 11/55; F. Râzî, XII/133; İb-nu'1-Cevzî, VI/371, 372, 458-462; Kurtubî, Vl/366-370.

[206] Kurtubî, VJ/372-373.

[207] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 446-450.

[208] Buhârî, Eşribe, 12; Mcnâkıbu'l-Ensar, 42; Müslim, İman, 259, 264, 272.

[209] ibn Kesîr, 11/357-360.

[210] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 450-451.

[211] Necm, 53/13-16.

[212] Nesâî, Saiat, 1.

[213] Fussilct, 41/11; Geniş bilgi için "İlk maddeden bulutsu kütleye geçiş" başlığı ile "Yer ve göklerin tek kütle hâli" başlıklarına bak.

[214] Hud, 11/7; Geniş bilgi için "Su âlemi" başlığına bak.

[215] Nesâî, Salat, I.

[216] Müslim, İman, 259; Ayrıca bak. İbn Kesir, 11/357.

[217] Celâl Yeniçeri, îslâmda Devlet Bütçesi, 200,242, 304.

[218] İbrahim, 14/24-25.

[219] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 451-454.

[220] Ahmed, Müsned, IV/10; Dârimî, Mukaddime, 9.

[221] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 454-455.

[222] Dârimî, Mukaddime, 9; Tirmizî, Menâkıb, 50 (Ha. No. 3625), Bâb fî âyât-ı isbâiı'n-nu-buvve, 5; Bağâvî IV/121, No. 4644; Hâkim, 11/618; Zehebî, 11/618.

[223] Buhârî, Al'ıma.6, Menâkıb, 25; Müslim, Eşribe,141-l42; Mâlik, Muvatta, Sıfat en-Nebî, 19.

[224] Müslim, Eşribe, 141.

[225] Zemahşerî, 1/172-173; İbn Kesîr, 1/279.

[226] Buharı, Menâkıb, 25.

[227] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 455-456.

[228] Buharı, Küsûf, 9, Nikâh, 88, Ezan, 91; Müslim, Küsûf, 9-10, 17; Nesâî, Küsûf, II, 17; Mâlik, Muvatta', Küsûf, 2; Ahmed, Müsned, V/137; İbn Hibban, Sahih, IV/21S, 223, No. 2830,2842.

[229] Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 456-458.