1 -
Göklerde, Hayat İçin Gerekli Su Ve Hava Ortamının Bulunup Bulunmadığı
2 -
İçinde İnsan Ve Hayvan Türünde Canlılar Olan Başka Dünyalar
a -
Kur'an-ı Kerîm'de Göklerdeki Hayata Değinen Genel İfâdeler
b -
Göklerde İnsan Ve Hayvan Türünde Canlılar (: Devâbb) Olduğu İhtimâlini
Güçlendiren Âyetler
c -
Hz. Muhammed'in Göklerdeki Bazı Canlı Faaliyetlerine İlişkin Sözleri
3 -
Gökten Yeryüzüne İndiği Düşünülen Bazı Canlılar Ve Hayvanlar
a -
Gökten İnen Melekler Ordusu Ve İnsanların Düşüncesindeki Hızır Mefhumu
aı -
Gökten İnen Melekler Ordusu
a2
- İnsanların Düşüncesindeki Hızır
Mefhumu
b -
Gökten Yeryüzüne İnen Hayvanlar
b2 -
Hz. İbrahim'in, Oğlu İsmail'e Bedel Kestiği Koç
b3 -
Etleri Yenilen Sekiz Eş Ehil Hayvanın İlk Yaratılış Mekânları
B -
GÖKLERDEKİ İMKÂNLAR VE NÎMETLER
2 -
Yer Ve Göklerdeki İmkânların İnsana Sunulması
3 -
Göklerdeki Rızkı Konu Edinen Genel İfadeli Âyetler
4 -
Gökten İndirildiği Bildirilen Ve Gökten Geldiği Düşünülen Bazı Yiyecek Ve
Eşyalar
a -
Kur'an'da Geçen "İnzal" Fiilinin Aldığı Anlamlar
b -
Hz. Âdem'in Cennetten Beraberinde Getirdikleri
c -
Hz' İbrahim'e Gelen Koçun Hikâyesi Ve Hz. Musa Kavmine Sunulan Yiyecekler Ve
İndirilen Levhalar
cı -
Hz. İbrahim'e Gelen Koçun Hikâyesi
c2 -
Hz. Musa Kavmine Sunulan Bazı Yiyecekler
c3
- Hz. Musa'ya İnen Levhalar
d -
Hz. Meryem'e Gelen Yiyecekler Ve Hz. Îsa'ya Gökten İndirilen Sofra
d1 -
Hz. Meryem'e Gelen Yiyecekler
d2 -
Hz. İsa'ya Gökten İndirilen Sofra
e -
Hz. Muhammed'in Mîracda Karşılaştığı Yiyecek Ve İçecekler İle Gökten Kendisine
Sunulanlar
eı -
Hz. Peygamber'e Mîracda Sunulan İçecekler
e2 -
Sidretü'I-Müntehâ Ve Tayyibe Ağaçları
e3 -
Hz. Peygamber'in Mîrac Yolculuğundan Getirdiği Yiyecek
e4 -
Hz. Peygamber'e Gökten Yiyecek Gelmesi, Mevcut Yiyeceklerin kendiliğinden Artıp
Çoğalışı
e5 -
Hz. Peygamber'in Gökten Sarkıtılan Bir Meyve Salkımını Almaya Çalışması
Hayat ve rızkı
birbirinden ayırmak aslında mümkün değildir. Bir yerde hayat varsa orada rızık
da vardır. Hayat ve nzık her ikisi de bazan aynı şey olarak karşımıza çıkarlar.
Meselâ bazı hayvan ve bitkiler bizim için hem nzıktırlar ve hem de onlar hayat
sahibidirler. İlerde göreceğimiz gibi rızkı geniş anlamında ele alırsak onu
bazı bakımlardan hayattan ayırabiliriz. Hayat ve nzık her ne kadar büyük ölçüde
birbirlerinden ayrılamaz iseler de biz sâdece konulan işlemek açısından burada
onları birbirinden ayıracağız. Bununla beraber tam bir ayırıma gidemiyeceğimizi
burada açıkça belirtmeliyiz.
Bir nesnenin hayat
bulması veya canlı bir nesnenin yaratılması kâinatın "yok" tan
varlığa geçişten sonra en büyük olayıdır. Yüce Rabbin bizim açımızdan en büyük
eseri bu "hayat" denilen şeyi yaratmış olmasıdır. Hayat ve canlılık
Öyle şeydirki o, mâhiyetini bilmediğimiz İlâhî ruhun bir keyfiyyetidir. En
küçük canlı bir varlığın ortaya çıkması belkide milyonlarca şartların bir araya
gelmesine bağlıdır ve bu şartlan da tesadüfler değil ancak iradî olarak tek
İlâhî Güç ortaya koyabilir. Durum böyle olunca maddeden en basit bir canlıya
geçişi evrende en büyük bir olay olarak görmemiz yadırganmamalıdır. Bu en
büyük olay olmalidırki insanlığın kulluk ve varlık kitabı olma özelliğine sahip
Kur 'an 'da, insanlann en hakir ve basit gördükleri bir sivrisinek ve hatta
ondan daha küçük canlı nesneler bile insana Allah'ın önemli eser örnekleri
olarak sunulmuş ve bundan dolayı da Allah'ın bir utanç içinde olmiyacağı orada
çok açık belirtilmiştir.[1]
En basit ve en ilkel
bir canimin ortaya çıkması için bin bir şartın bir arada bulunması gerektiğini
söylemiştik. Biz burada bazı gezegenlerde bulunabilecek hayat için gerekli
temel unsurlardan sâdece bir kaçını ele alacağız. [2]
Günümüze kadar yapılan
çalışmalarda göklerde, dünyamız gibi, bir hayat ortamının bulunduğu isbat
edilmemiştir. Fakat bu alandaki bilgiler her gün değişebilir ve hergün yeni
keşif ve bulguların olması söz konusudur. Uçsuz bucaksız göklerin küçücük bir
noktasında bulunan bizlerin, evrene göre sınırlı bir çalışma ile onun hakkında
hemen her şey söylememiz uygun ve mümkün değildir. Kâinatı elbet onun kendi
içinde araştırmak gerekir. Biz burada bir kısım İslâmî kaynaklarda bulunan
haberlerden ve yorumlardan söz edeceğiz ve önce, kendisi olmadan hayatı
düşünemediğimiz "su1' dan işe başlayacağız.
Göklerde hayat
denilince şüphesiz oralardaki gezegenleri düşünüyoruz. Acaba bir kısım
gezegenler hayat için gerekli suya sahipmidirler? İşte şimdi üzerinde
duracağımız konu budur. Biz daha önce, ilk maddeler ile yer ve göklerin
yaratılışını, incelerken "su" denilen nesnenin ve onun temel
unsurlarının bu yaratılışta yerlerinin ne olabileceğini, anlatmaya çalışmıştık.
Yer ve gökler yaratılmadan önce Arş 'm su üstünde bulunduğunu ve yaratılışa
sudan başlandığını bildiren âyet ile Hz. Muhammed (571-632 m)'in bu konudaki
sözlerin [3]göz
önünde bulundurulursa suyun veya onun temel unsurları olan gazların yâni
hidrojen ile oksijenin kâinatta bol miktarda bulunduğu söylenebilir. Fakat bu
iki temel unsurun bizzat suya dönüşebilmele-ri için gerekli şartların her yerde
bulunabileceğini söylememiz imkânsızdır ve gördüğümüz kadarıyla da göklere
hâkim unsur daha çok "ateş: nar" unsurudur. Bununla beraber,
yaratılışta önceliğe sahib olan suyun tek dünyamızda yeniden kendi tabiatına
dönüşebildiğim veya suyun katkı maddeleri hidrojen ile oksijenin sâdece
dünyamız ortamında çiftleştiklerini söylememiz de zordur. Evren hiç bir zaman
boyutlarını ölçemiyeceğimiz kadar geniş ve büyüktür ve yüce Allah muhtemelen
evrende tek olan bir şey yaratmamıştır. Bu açıdan hayatın ve onun ihtiyaç
duyduğu suyun tek bizim yerküremizde bulunduğunu söyleyemeyiz ve fakat başka
dünyalar olduğunu da uzay araştırmalarına dayanan bir keşifle bilmiyoruz.
Araştırmacılar bu alanda çalışmalarına devam etsinler biz de burada İslâmî
kaynaklarda söylenenleri aktarmaya çalışacağız.
Hz. Muhammed (S)'in
mîrac olayını herkes bilir. Biz burada böyle bir olayın imkân ve mâhiyeti
üzerinde durmayacağız. Bu bir îman meselesidir. Biz onun sâdece konumuzla
ilgili, göklerde gördüklerinden söz edeceğiz. Bu arada şunu da söyleyelim ki
onun
Alimlerin Kur'an'a
dayalı yorumlarına gelince bunlar yer ve göklerin oluşum merhalelerinin
anlatıldığı Fussılet süresindeki bir âyet üzerinde yoğunlaşmaktadır. Burada
önce yer ve göklerin oluşumu anlatılır ve ardından da şöyle denilir:
" Allah bu
şekilde onları yedi gök olmak üzere iki gün (merhale) de vücuda getirdi ve her
gökte ona âit emri (: kanun ve görevi) bildirdi..".[7]
Aslında bu âyette
görünürde konumuz olan su ve hava ile ilgili bir şey söylenmemektedir. Arapçada
"emr:" kanun koyma ve görevlendirme dışında, durum anlamına da
gelmekte ve buna göre Allah, her gökte oluşması gereken varlık ve durumları
bildirmiş olmaktadır. Diğer bir deyişle onlara "ol" emrini vermiş
bulunmaktadır. İşte bazıları bunlar arasında deniz ve buz dağlarını da
düşünmüşler veya bu şekilde bir yoruma gitmişlerdir. Eğer biz göklerde emir alan
canlıları sâdece melekler olarak düşünmez ve bundan ayrıca oralarda bizim gibi
canlılar olduğu hükmünü de çıkarırsak bu takdirde göklerde gerekli hayat
ortamını da kabul etmemiz gerekecektir.
Her gökte
görevlendirilen veya bir hizmete yönlendirilen varlık ve nesnelerin neler
olabileceği elbette Kur'an okuyucusu için bir merak konusu olur. Bu konuda
müfessirler kendi anlayışlarına göre bir şeyler söylediler. Hz. Peygamber'i
hariç tutarsak Kur'an'm ilk müfessirlerinden İbn Abbas (ö. 68 h/687 m) sözkonusu
âyetin tefsirinde; her gökte, meleklerin yanı sıra denizlerin ve buz dağlarının
yaratıldıklarından söz eder.[8] İbn
Abbas (r.)'in bu görüşü hicrî 2. asrın başlarında vefat eden dönemin ünlü
âlimlerinden Katâde (ö. 118 h/736 m) ve özellikle de onun çağdaşı ve kaynaklardan
gök bilimine meraklı olduğu anlaşılan es-Suddî (ö. 127 h/744 m) tarafından da
benimsenmiştir.[9] Bu arada müfessirlerin
çoğunluğu tarafından; kızgın deniz yahut dolu veya fışkıran deniz, diye anlam
verilen Tûr sûresinde sözü edilen deniz, Hz. Ali (ö. 40 h/661 m) ve gene
bazılarınca göklerde bir deniz olarak düşünülmüştür. Hz. Ali (r.) bu denizin
yoğun ve kalın bir su ile dolu olduğunu söylerken diğer bazıları bunun,
türkçede canlılar denizi anlamına gelen "bahru'l-hayvanadım taşıdığını
söylerler.[10] Bu nitelikleriyle bir
denizin ise biz, Peygamber (S)'in öğretileri arasında bir yerini bulamıyoruz.
Kur'an'da, arşın su
üstünde (Ötesinde) olduğunun bildirilmesi yamnda[11] Hz.
Peygamber de göklerde bir su âleminden bahsetmiştir. O bir konuşmasında yedi
gök ve yedi dünyayı ve bunlar arasındaki mesafeleri anlatırken yedinci gökten
sonra, derinliği iki gök arası kadar olan çok büyük bir deniz âleminden söz
etmiştir ki A r ş bu deniz âleminden sonra gelmektedir.[12]
Peygamber (S)'in verdiği bu bilgiden, Kur'an'da, yer ve gökler yaratılmadan
önce varlığından söz edilen su âleminin hâlen varlığını sürdürdüğü,
anlaşılmaktadır. Tefsir biliminde pîr sayılan İbn Abbas (r.) da muhtemelen
Peygamber'den aldığı bir açıklamasında böyle bir su âleminin varlığından söz
etmiştir.[13] Bu su âlemi belkide
sâdece hayata değil tüm yer ve göklerin oluşumuna kaynaklık etmiştir. Fakat
burada konumuz açısından en önemlisi müstakil bir su âlemi değil bazı
gezegenlerde suyun bulunmasıdır.
Hayat için gerekli
havaya gelince dünyamız gibi hava tabakasına sahip başka gezegenlerin olup
olmadığını bilemiyoruz. Eğer bazı gezegenlerde su veya hayat varsa orada bunlar
için gerekli hava da var demektir. [14]
Cinler ve melekler,
hayat sahibi olarak şüphesizki canlı varlıklara dahildirler. Fakat biz burada,
göklerde bu tür canlıların varlığı üzerinde değil, insan ve hayvan türünde
canlılar olup olmadığı üzerinde duracağız. Her ne kadar Kur'an'daki bazı genel
ifâdelerden göklerde canlılar olduğunu öğreniyor isek de biz bunların insan ve
hayvan türünde olduklarını kesin bir şekilde söyliyemiyoruz. İnsanlar
ötedenberiye gökleri kendi zihinlerinde meleklere tahsis etmişlerdir. Oysa biz
Kur ' an-i Kerîm 'de, göklerin sâdece onlara tahsis edildiğine ve oralarda
başka canlıların yaşamadığına dair kesin hükümler bulamıyoruz. Bunun aksine
Kur'an'daki ve Hz. Peygam-ber'in ilgili bazı sözlerindeki genel ifâdeler,
göklerde yeryüzündekilere benzer canlılar olabileceği ihtimalini
güçlendirmektedir. Şu kadar varki bizler Kur'an âyetleri üzerinde her zaman
peşin hükümlerimizi bir yana bırakıp düşünemiyoruz. Bazan Allah'ın, melek
olsun, insan ve diğer nesneler olsun bütün yaratıkları için aynı genel hükmü
ortaya koyması da bizi kesin kana-ata varmaktan alakoymaktadir. Bütün bunlara
rağmen göklerde hayat olduğu işaretini veren âyetler vardır.
Bazı gezegenlerde
insan için uygun ortamlar olmalıdır. İnsan bu gibi yerleri bulup oralara gidebilirse
onun yüce Allah karşısındaki durumunda gene de hiç bir değişme olmaz ve Allah
şu yerküresi üzerindeyken insandan istediği kulluğu oralarda da ondan ister ve
kâinatın her yerinde O kendi rablığını ortaya koyar. İnsan ise Onun karşısında
dâima âciz bir kul olarak kalır. Kur'an'daki bazı hitaplar acaba melekleremidir
yoksa göklerde bizden ayrı bir insanlık var da bu hitaplar bizimle beraber
onlaramı yöneltilmiştir? Veyahutta fetihlerle yeryüzü insanlığından oralara
gidip yerleşenlerini olacaktır? İnsanlık böyle bir şeyi başarırsa buradan
ayrılıp gidenler orada da aynı İlâhî çağrının muhatabı olma durumundadırlar. Bu
girişten sonra biz şimdi bazı Kur'an âyetlerine dikkat çekeceğiz. Meselâ şu
âyette hem yerde ve hem de gökte olan insanlığa seslenilmekte ve şöyle denilmektedir:
"Siz ne
yeryüzünde ne de gökte Allah'ı âciz bırakamazsınız. Ve siz Allah'ı bırakıp da
Ondan başka bir dost ve bir yardımcı da bulamazsınız"[15]
Bu âyet, insanlığa;
yeryüzünde gezip yaratılışın nasıl başladığını araştırmaları çağrısının
yapıldığı bir âyetten hemen sonra gelmektedir ve dolayisiyle burada muhatap
tamamiyle yeryüzü insanlığıdır. Burada yerde ve göklerde Allah'ın safdışı
yapılıp Ondan kurtuluşun mümkün olmıyacağı ve insanlığın kendisine Ondan başka
bîr dost ve yardımcı bulamıyacağı, anlatılmaktadır. Bu âyette açıkça gökyüzünde
bir insanlık muhatap alınmıştır. Öte yandan; "Ne göklerde ve ne de
yeryüzünde hiç bir şey Allah'ı âciz bırakamaz" [16]anlamındaki
âyette ise muhatap insanlar da dahil olmak üzere çok geneldir. Bu arada
İnsanlığı doğrudan göğe çıkarıp yeryüzünde olduğu gibi Allah'ın varlık ve
birliğinin nişane ve belgeleri üzerinde insanları gezdiren âyetler de vardır.
Konuyla ilgili âyette aynen şöyle denilir:
" Göklerde ve
yeryüzünde nice deliller vardır ki onlar bu delillere aldırış etmeden
üstlerinden basıp geçerler"[17]
Burada kendilerini
Yüce Allah'a yöneltecek olan varlık âyetlerine ve tabiat belgelerine aldırış
etmeyen, onları bu gözle incelemiyen inkarcı ve müşrikler tenkid edilmektedir.
Bu âyetin ifâdesinden anlaşıldığına göre böyle bir tutum içinde olanlar sâdece
yeryüzünde değil aynı zamanda gökyüzüne gidip oralarda yaşayan kimselerdir. Bu
da insanlık için oralarda yaşama imkânları bulunduğunu gösterir. Geçmişte ise
müfessirler bu âyetten bizim anladığımız bir hüküm çıkarmamışlar ve onlardan
bazıları da âyetteki dünya anlamında olan "ard:" kelimesini kendi
anlayışları doğrultusunda ha-rekeliyerek buna göre insanları sâdece yeryüzü
üzerinde dolaştirmişlar-dır. Bizim ise bunlara katılmamız mümkün değildir ve
mushaflarımızdaki harekeleme de bizi destekler durumdadır. Biz uzayın yeryüzü
insanlığınca fethini kendi özel konusu İçerisinde genişçe ele alacağımızdan
burada daha çok esas konumuza yöneleceğiz.
Bazan biz Kur'an-ı
Kerîm 'de; canlı, cansız, melek, insan ve hayvan bütün yaratıklar için ortak
kullanılmakta olan; "herkes, herşey:" gibi isimler buluruz. Bu
sebeple de âyette hangi tür canlının kastedildiğini kesin ortaya
koymadığımızda, göklerdekileri meleklere ve bazan da cinlere, yerdekileri de
insan ve hayvanlara yorumlarız. Meselâ şu âyet bunun çok ' güzel bir örneğini
teşkil eder:
" Görmedinmi;
göklerde olan herkes ve herşey ve yeryüzünde bulunan herkes ve herşey; güneş,
ay, yıldızlar, dağlar, bitkiler,
hayvanlar ve pek çok
insan gerçekten Allah'a secde ediyorlar.
İnsanlardan çoğu da
vardırki onlara azab hak olmuştur."
Burada biz bütün
müfessirler gibi, göklerde olanları, oralarda secde ile meşgul meleklere ve
gene orada Allah'ın kanunlarına boyun eğen yıldız, ge-t zegen ve diğer cansız
nesnelere yorumlarız. Âyetin öteki bölümünde yer ' alan insan, hayvan ve
bitkileri de sâdece dünya için düşünürüz. Kur'an'da bu şekilde genel ifadeli
pek çok âyet vardır. Bunların bazılarında meselâ; yerde ve gökte, Allah'tan
başka hiç kimsenin gay bı ve nihâî sonlarının ne zaman geleceğini
bilemiyecekleri analatılır. Bir âyette de; Allah'ın yerde ve göklerde gizlenen
her sırrı açığa çıkarttığı, ifâde edilir. Burada biz ister istemez, göklerde
kimin bir sırrı olabilir, diye düşünürüz ve meleklerin sır gizleme gayreti
içinde olmalarını kabullenenleyiz. Çünki onlar her zaman itaat içindedirler ve
onların gizlemek isteyecekleri bir suçları bulunmaz. Şeytan da her şeyi aleni
yapar. Geriye ise sâdece insan ve cin türü canlılar kalır. Ancak Allah'ın yer
ve göklerin Rabbi olarak genel ifâdeler kullanmış olması mümkündür. Bir başka
âyette İse, yüce Allah'ın dininden başka bir din ve yol peşinde koşanlara karşı
çıkılarak yer ve göktekilerin is-teselerde istemeselerde Allah'a boyun
eğdiklerinden söz edilir.[18]
Burada benim anlayışıma göre anlatılan şudur; Yer ve göklerdeki herkes ve
herşey sonuçta kendisini İlâhı kanunlar içinde ve Allah'ın gerek din ve gerek
ta-bİat olarak koyduğu kanunların hükmü altında bulacaktır. Bu âyeti okuduğumuzda
elbet, göklerde İlâhi kanunlara boyun eğmiş olanların kimler ve neler
olduklarını düşünürüz. Aklımıza ilk gelen şüphesiz melekler ve diğer tüm cansız
nesnelerdir. Şu âyette de gene biz buna benzer unsurlar ve anlatımlar
görmekteyiz:
" Göklerde ve
yeryüzünde bulunanlarla, kanatlarını açıp çırparak uçan kuşların hep Allah'ı
tesbîh ettiklerini görmezmisin? Onların hepsi kendi düâ ve teşbihini
bilmektedir, Allah da hepsinin yaptıklarım bilir" [19].
Yüce Rab canlı -
cansız yer ve göktekilerin hepsine kendi davranış biçimlerini öğretip onları
yönlendirmiştir. İşte burada bana öyle geliyorki inkarcılar, Allah yolunda ve
Onun tabiî kanunları içinde yürüyen tüm kâinat varlıklarına bakıp bundan ibret
almaya ve hatta utanmaya davet ediliyorlar. Bir başka âyette ise, Allahm
yanında durmadan ibâdet edenler, göklerde olanlardan ayrı tutulmuşlardır. Bu
âyetin ifâdesi aynen şöyledir:
" Göklerde ve
yeryüzünde kimler varsa hepsi Ona aittir. Onun yanında bulunanlar ise Ona
ibâdetten büyüklük taslayıp geri durmazlar ve yorulmazlar da.[20]
Onun huzurunda sürekli
ibadette bulunanlar şüphesiz meleklerdir. Fakat göklerdeki diğerleri kimlerdir?
Âyette meleklerle ilgili bölüm göktekilerin özlüklerini anlatmak için
getirilmiş de olabilir.
Daha önce de
belirttiğim gibi yüce Allah, yeryüzünde olsun göklerde olsun her yerde ve
bütün mekânlarda herkesi kulluğa çağırmıştır. Bildiğim kadarıyla meleklerin
sürekli ibâdette olmalarına karşın insanlar belli zamanlarda belli ibâdet
şekillerini yerine getirmeğe çağrılmışlardır. Şu âyette ise namaz ibâdeti yerde
olduğu gibi göklerde de belli zamanlarda istenmiş gibidir.
" Göklerde ve
yerde hamd Onadır. Gündüzün sonunda ve öğle vaktine ulaştığınızda Allah'ı
teşbih edin".[21]
Allah'ı yüceleme ve
Onun yüceliğini dile getirme anlamına gelen "tesbîh" belli
zamanlarda istenildiğinde bu, islâmda belli bir ibâdet şekli olan namazı ifâde
eder. Burada İlâhî hitap doğrudan insanlığadır ve göklerde söz-konusu ibâdet
için bir zaman tesbiti yapılmış gibidir. Yedi gök ve yerdekile-rin Allah'ı
tesibih ettiğini ve fakat bizlerin onların teşbihlerini tam olarak anlayamiyacağımızi,
söyleyen âyetin[22] tefsirinde bazı âlimler
bu anlaşılmaz teşbih işini hayvanata, nebatlara ve cansız nesnelere has olarak
görürlerken bir kısımları da onu sâdece ruh sahibi hayvan ve nebatlara tahsis
etmişlerdir.[23] Bu anlayış tarzı bizleri
göklerde bu gibi canlılar olabileceği, düşüncesine götürürler.
Benim buradaki konumuz
açısından fazlasıyla dikatimi çeken ve fakat tefsir kaynaklarında düşündüğümü
bulamadığım âyetlerden biri de şöyledir:
" Göklerde ve
yeryüzünde kimler varsa onlar da gölgelen de sabah, akşam ister istemez
Allah'a secde ederler"[24]
Secde; boyun eğme ve
itaatin en ileri mertebesidir. Din sözkonusu olunca herkeste bu derece bir
itaat yoktur. Allah'ın tabiat kanunlarına gelince canlı ve cansız tüm varlıklar
yüce Rabbin bu kanunları çerçevesinde seyrederler ve ister istemez buna uymak
zorundadırlar. Dinlerin hepsi, Allah'ın istediği ibâdet biçiminin yalnız
kendilerinde olduğunu savunurlar. Fakat aslında bunlardan yalnız biri doğrudur.
Bununla beraber hiç bir varlık kendini Allah şuurundan kurtaramamış ve Onun
koyduğu tabiat ve varlık kanunları sözkonusu olunca dini inkâr etse bile
onlara uymak zorunda olmuş ve onların dışına çıkamamıştır. Bu da insan nesli
ile cin neslinden olan bir kısımlarına âit bir tutumdur ve bu, Allah'ın varlık
kanunları ile önlerine konulan din kanunları arasında bir fark görmeyen
meleklerin tutumu değildir. Onlar istekle itaat ve secde içindedirler. Şimdi
gelelim benim burada asıl dikkatimi çeken noktaya: Bildiğimiz kadarıyla
melekler ve cinler latîf varlıklardır. Böyle olunca da onların gölgeleri
yoktur? Oysa âyette yeryüzünde olduğu gibi göklerde de kendileriyle birlikte
gölgeleri de secde yapan kimselerden ve nesnelerden söz edilmiştir. Bunlar
melek ve cinlerin dışında canlılar olmalıdır. Gölgelerin secdesine gelince bu,
güneşin veya herhangi bir ışık kaynağının hareketine göre gölgenin uzama,
kısalma ve yön değiştirme hareketidir ve bu konuda az önce bahsettiğim tabiat
kanunlarından biri hükmünü icra etmektedir. İbadet içinde olan bir kimse de
ona göre bir gölgeye yol açacaktır.
Kur'an-ı Kerîm'de konumuzla ilgili, genel ifadeli
daha başka âyetler de vardır. Bunlardan birinde şöyle denilir:
"Sûra üfürüleceği
gün, Allah'ın diledikleri müstesna, göklerde kimler var, yeryüzünde kimler
varsa dehşetle korkarlar ve hepsi de boynu bükük ve zelil olarak Ona
gelirler".[25]
Buna benzer bir başka
âyette de ilk sûrda, bazıları hâriç, yer ve göklerdeki herkesin öleceği,
bildiriliri.[26] Müfessirler bu ilk surda
ölmiyecek olan veya korkuya kapılmıyacak olanların büyük melekler yahut huriler
veya şehitler olduğu görüşlerini ortaya koydula.[27] Buna
karşılık onlar, gördüğüm kadarıyla korkuya kapılan ve ölenlerin kimler olduğu
üzerinde durmadılar. Burada benim düşünüp de kendi kendime sorduğum şu
olmuştur: Acaba meleklerden de isyancı diğer canlılar gibi Allah huzuruna hor
ve hakir olarak gelenler olacakını? İlâhî hesap sözkonusu olunca tabii olarak
her yaratık endişeye düşer. Fakat biz Kur'an'da meleklerden kötüleneni hiç görmüyoruz.
Göklerden İlâhî huzura boynu bükük ve hor kimler sevkedilecek? Bu konuda
ilgimizi çeken diğer bir âyet de şöyledir:
" Göklerde ve
yeryüzünde kimler varsa hepsi Ondan ister. O (Allah) her gün (her an) bir
yaratma işindedir"[28]
Melekler dâhil bütün
yaratıklar her an Allah'a muhtaçtırlar. Her yaratığın kendi varlığına göre
istediği şey Allah'ın yarattığı bir şeydir.[29] Eğer
göklerde Allah'tan rızık isteyenler varsa bunlar meleklerin dışında varlıklar
olmalıdır. Fakat biz bu âyetin genel ifâdesi içinde istenen şeylerin neler
olduğunu bilemiyoruz. Allah bu istekler için her an yaratma hâlinde olduğuna
göre, isteklerin maddî şeyler olma ihtimali manevî talepleri karşılama
ihtimalinden daha az olmıyacaktir. Kur'an-ı Kerîm'de, göklerdeki hayatla ilgili
bu genel ifadeli âyetlerden sonra biz şimdi konumuz açısından biraz daha açık
olan âyetler üzerinde duracağız. [30]
Bu konuda Kur'an-ı
Kerim'de bizleri ciddi düşüncelere yönelten âyetler vardır. Biz önce burada, bazı
âyetlerde sözü edilen ve canlı anlamına gelen "dâbbe:" kelimesi
üzerinde duracağız. Bu kelimenin geçtiği ve konumuz bakımından en ilgi çekici
ifâdeye sahip âyetlerden birinde şöyle denilir:
" Göklerde ve
yeryüzünde olan canlılar ve melekler, onlar hepsi de büyüklük göstermeden
Allah'a secde ederler[31]
Diğer bazı âyetlerde
de gördüğümüz ve bizim burada, canlı, diye tercüme ettiğimiz "dâbbe"
mefhumu içerisine meleklerin dâhil olup olmadıkları konumuzun önemli noktasını
teşkil etmektedir. Bu âyetteki "dâbbe" kelimesi, mushaflarda esre
harekelenmesine karşın "melâike" kelimesi ötre hareketi en m iştir.
Bu da arap dili açısından secde işinde meleklerin "dâbbe" den ayrı
kişilikleri olan diğer failler olduklarını gösterir. Buna göre sözkonusu
âyette, yerde ve göklerde Allah'a secde eden canlılar ile bunlardan ayrı
olarak aynı ibâdeti yapan meleklerin varlığından sözedilmiş olmaktadır.
Göklerde varlıklarından söz edilen "devâbb: canlılar" dan kasıt bazı
müfessirlerin dediği gibi gerçekten sâdece melekler midir ve melekler bu tür
canlılar içerisinde düşünülebilirini? Biz şimdi bazı müfessirlerin bu konudaki
görüş ve düşüncelerine yer vereceğiz.
Türk Harzem ilinden
dilci müfessir[32] Zemahşerî (467-538
h/1074-1143 m) sözkonusu âyetin anlam ve tefsiri üzerinde değişik ihtimallere
yer verir ki bunlar arasında "dâbbe" nrn, göklerde insan gibi
adımlarını atıp gezen canlılardan olması ihtimâli de vardır.[33]
Çeşitli alanlarda eser veren Bağdat'ın ünlü bilginlerinden İbnu'l-Cevzî (508 -
597 h/1114-1200 m); meleklerin kanatlı olmalarından ötürü bu âyette
"devâbb" türünde canlılara dâhil edilmediklerini yazar.[34] Bu
müellif Zemahşerî'den yarım asır kadar sonra yaşamış ve onun çağdaşı sayılır.
Türk ve İran illerinde büyüyüp yetişen, aslı Kureyşli ünlü müfessir Fahruddîn
er Râzî (ö. 606 h/1210 m) ise, hareket etme anlamındaki "debb: va "
filinden yola çıkarak melekleri de bu tür canlılara dâhil eder. Bununla
beraber bu ünlü bilgin, göklerde de yerdeki insanlar gibi yürüyen canlıların
olabileceği ihtimalini gözardı etmez.[35]
Ondan sonra gelen Endülüslü Kurtubî (ö. 671 h/1272 m) de Râzî gibi melekleri
"dâbbe" türü canlılar içerisinde görmekte ve diğer bir deyişle bu
mefhumu tüm canlıları kuşatan bir genişlikte ele almakta ve o ayrıca karşıt
görüşlere de yer vermektedir.[36]
Aslmda kendisi de müfessir olduğu kadar bir filozof sayılan F. Râzî; İslâm
filozoflarının; cismâni varlığı olup hareket eden ve ayaklarıyla yürüyen
canlıları "dâbbe" olarak gördüklerini ve meleklerin âyette bu tür
canlılardan ayrı tutulduklarını, savunduklarını yazar. Bu görüşte olan bilgin
ve müfessirler; kuşların kanatlı olmaları dolayi-siyle onları "devâbb:
" dan ayrı tutan Kur'an'ın bir başka âyetim delil olarak ileriye sürerleri
[37]Gerçekten
bu âyete baktığımız da uçan canlıların "devâbb" denilen, yerde gezen
türlerden sayılamıyacakları kanaatini elde ederiz. Sözkonusu bu âyette şöyle
denilir:
" Yeryüzünde
yürüyen hiç bir hayvan (: dâbbe) ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş hâriç
olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir..".[38]
Burada ana canlı
türler sınıflandırılırken kuşlar "devâbb" denilen yerde yürüyenlerden
ayn bir smıf oluşturmuşlardır. Bundan hareketle melek ve cin gibi uçarak
gittiklerine inandığımız canlıların da onlara dâhil olamıyacakla-rını
söyleyebiliriz, Kur'anın garib kelimeleri üzerine eser yazan Râgıb el-Isbahânî
(ö. 502 veya 565 h) arapçada "debb" fiilinin hafif yâni yavaş yürüyen
anlamına geldiğini yazar[39] ki
uçarak giden hayvanlar ile melek ve cinler böyle yürümeyip hızlı giderler. Öte
yandan biz Kur'ân-ı Kerîm'de doğrudan insan için de "dâbbe" denildiğini
görmekteyiz.[40] Bu mefhum canlıların her
türünü kapsamadığında biz ilk başta sunduğumuz âyete göre, göklerde adımlıyarak
gezen canlılardan söz edebiliriz.
Melek ve cinlerin
"devâbb" kavramı içinde yer alamıyacaklarına bir başka delil de şu
âyet olabilir:
" Allah her
canlıyı sudan yarattı. İste bunlardan kimi karnı üstünde yürüyor, kimi iki
ayağı üstünde yürüyor ve kimi de dört ayağı üstünde yürüyor. Allah ne dilerse
yaratır" .[41]
Bu âyette her dâbbe (:
canlı)mn sudan yaratıldığı bildirilmekte ve ardından da özellikle sürüngenler
ile ayakları üstünde yürüyenler bu türün bir tanıtımı olarak sunulmaktadır.
Daha önce gördüğümüz gibi melekler nurdan; cinler de nârdan yaratıldıklarına
göre[42]
onların sudan yaratılan bu canlılar içinde yer almamaları gerekir. Bununla
beraber İbn Kesîr (ö. 774 h/1372 m) ve az önce kendilerinden bahsettiğimiz pek
çok müfessir melekleri de bu mefhum içine katmışlardı.[43] Daha
Önceki âyette melekleri dâbbe kavramı içinde gören Kurtubî sudan yaratılış
sözkonusu olunca burada onları bundan ayrı tutmuştur. Bu arada Kurtubî, bazı
İslâm bilginlerinin; melek ve cinler dâhil her tür canlının ilk mebde (esas)
olan sudan yaratıldıkarı görüşünde olduklarını, yazar. Onlara göre önce su,
daha sonra da ondan ateş ve hava ve sonra da diğer her tür şey yaratılmıştır[44] ki
biz önceden bu konuyu genişçe işlemiştik.[45]
Melek ve cinleri "dâbbe" mefhumu içinde gören F. Râzî de burada
onların sudan yaratılmadıklarını kabul etmekte ve fakat ikinci görüş olarak da
temelde her şeyin aslmm ilk esas olan suya dayandığını ve bu sebeple onların
da asılda sudan yaratıldıklarının söylenebileceğini, yazar. Konunun çeşitli
yönleri üzerinde duran Râzî, en son olarak; devâb-bın yeryüzü canlıları
olduklarını, melek ve cinlerin bunun içinde yer almadıklarım ve yeryüzündeki
canlıların çoğunluğunun su mesabesindeki meni (tohum) dan yaratılmaları veya
onların hayatları için suya muhtaç olmaları dolayisiyle âyette çoğunluğa ait
hükmün genel hüküm mesabesine konulduğunu anlatır.[46]
Göklerde melek ve
cinlerden başka insan ve hayvan türünde bir canlı düşünemiyenler burada ilk
başta verdiğimiz âyeti şu şekilde bir anlam ve tercümeye tâbi tutmuş
olmaktadırlar:
" Göklerde olan
(melek)ler, yeryüzünde olan canlılar ve o melekler; onlar büyüklük taslamadan
Allah'a secde ederler"
Bu tercüme ise bizim
ilk başta sunduğumuz tercümeden farklıdır. Burada son kısımda yer alan
melekler, göklerde olanların bir açıklaması gibi düşünülmüş ve buna görede
oralarda insan ve hayvan türünden canlıların varlığına hükmedilememiştir. Bu
âyet ifâdesi itibariyle ise bizim oralarda aradığımız canlıların varlığına
hükmetmeğe daha uygun bulunmaktadır. Şu âyet de bu konuda önemli bir anlatıma
sahiptir.
" Gökleri,
yeryüzünü ve bunlar içinde üretip yaydığı canlıları yaratması da Onun
(varlığının ve yüceliğinin) delillerindendir. O, dilediği zaman bunların
hepsini bir araya toplamaya da güç yetirir.[47]
Bu âyette de
"dâbbe" kelimesi kulanılmış ve bu canlıların üreyip bir noktadan
diğer yerlere doğru yayılmasından söz edilmiştir. Meleklerde erkeklik ve
dişilik olmadığından onların çoğalıp yayılma kanunlarını ve hatta çoğalıp
çoğalmadıklarını bilemeyiz. Bu âyet daha çok, üreyen ve çoğalıp yayılan
canlılardan söz eder durumdadır. Müfessirler her zaman olduğu gibi burada da
gökleri meleklere, yeryüzünü de biz insanlara ve hayvanlara tahsis etmişler ve
âyetin son kısımmda yer alan yer ve gök canlılarının buluşmalarını da sâdece
kıyamet sonrası hayatla ilgili görmüşlerdir[48] ki
biz bu konuyu "Yer ve Göklerin Fethi" konusu içerisinde yeniden ele
alacağız. Onlara göre gökteki canlılar tabiiki melek ve cinlerden ibarettir.
Esas görüş bu olmakla beraber önceden de kaydettiğimiz gibi Zemahşerî, Râzî,
Neysabûrî ve hatta Ebu's-Suûd Efendi gibi müfessirler bu âyetin tefsirinde,
göklerde insan ve hayvanlar gibi yürüyüp gezen canlıların var olabileceği
ihtimali üzerinde durmaktan da kendilerini alamamışlardı.[49]
Melekler için,
bulundukları ortamdan başka bir ortama geçip gitmek zor olmasa gerekir. Burada
önemli olan bu yerküresi insanlarının başka dünyaların insanlarıyla
buluşmalarıdır. Buradaki insanlar ve eğer varsa başka gezegenlerdeki insanlar
birbirleriyle buluşmak için gerekli atılımları yapabilecek kabiliyetlerle
donatılmışlarsa bu buluşma yer ve göklerin kıyamet günü bir yere
toplanmalarından önce gerçekleşebilir. Kabiliyet ve imkânları yaratan, bunlara
sahip olanları aynı yerde buluşturup bir araya getirmenin de gerçek faili
olacaktır ki o da âyete göre Allah 'tır.
Kâinatta dünyamızdan
ayrı dünyaların olma ihtimali dâima vardır. Günümüze kadar yapılan çalışmalar
bu konuda kesin bir sonuca erişememiştir fakat evrenin büyüklüğüne bakılacak
olursa henüz bu çalışmaların bir hiç mesabesinde olduğu kolayca anlaşılır. Biz
daha önce "Yerlerin Sayısı" başlığı altında Kur'an-ı Kerîm Men ve
Peygamber (S)'in sözlerini içeren hadis kaynaklarından başlıyarak tefsirlerde
bu konuda yer alan bilgi ve haberleri sunmuştuk. Orada da belirttiğimiz gibi
Kur'an'da gök anlamında ki "semâ" kelimesinin çoğul gelmesine karşın
yeryüzü anlamındaki "ard: kelimesi hep tekil olarak gelmiştir. Bu sebeple
ilgili âyetler, yeryüzünü tekil gösterir biçimde "yer ve gökler"
olarak tercüme edilmişlerdir. Bununla beraber Kur'an'da, yedi gök ifâdesi
kadar açık olmasa bile, yerlerin de gökler sayısınca olduğunu bildiren bir âyet
bulunmaktadır. Bu âyetin ifâdesi şöyledir;
" Allah yedi göğü
ve yerden de bir o kadarını yaratmış olandır. Onun emri bütün bunlar arasında
durmadan iner durur. Allah'ın bunları yaratıp emirler indirmesi Onun gerçekten
her şeye gücü yettiğini ve bilgisiyle her şeyi kuşatmış olduğunu, bilmeniz
içindir" .[50]
Bir kısım müfessirler
yerlerin sayısının yedi olduğunu gösteren Kur'an âyetinin tek bu olduğunu
söylerler. Fakat onlar çoğunlukla bunu yerin tabakları olarak anlarlar. Hz.
Peygamber'in hadislerine gelince onun anlatımlarında, yerler genellikle gökler
gibi yedi adet olarak geçmektedir ki biz daha önce ele aldığımız bu konuyu
burada aynen tekrarlamak durumunda olmayacağız.[51] Eğer
kâinatta başka dünyalar daha varsa bunlar elbet boş alanlar olmayıp dünyamız
gibi kendi ortam ve şartlarına uygun canlılarla dolu olacaklardır.
Peygamber (S) yedi
arzdan, diğer bir deyişle gökler sayısınca yerkürelerden söz ederken bununla
o, içinde hayat ve hayat imkânları olmıyan içleri boş gezegenleri kasdetmiş
olamaz. Eğer Peygamber onları arz (: yerküresi) olarak nitelendirmişse bu,
oralarda dünyamızda olduğu gibi canlılar bulunduğunu anlatmak için olabilir.
Öte yandan Hz. Peygamber, bizim dünyamızdan başlayarak diğer dünyaları sayarken
sonuncu arz için "en uzak arz " tâbirini kullanmıştır. Bu, bizim
yerküremiz için kullanılan, en yakın arz anlamındaki "dünya"
kelimesinin zıddıdır. Yoksa burada dünyanın zıddı olan " süf1â " yi
en aşağıdaki veyahutta değer ve hayat seviyesi bakımından en düşük şeklinde
anlamak elbet doğru değildir. Peygamber, yerküreleri sayarken Önce bulunduğu
yerden başladığı için en sonuncusunu bu şekilde nitelendirmiş olmalıdır.
Aslında uzayda aşağılık ve yukarılık yoktur, sâdece uzaklık ve yakınlık vardır.
Dünyamızı en yüksekte ve diğerlerini hep aşağılarda düşünen bazı kimseler
dünyamız için en yüksek anlamında "el-ulyâ:" tâbirini
kullanmışlardı.[52] Oysa dünya kelime olarak
en yakın anlamına geldiği gibi'" uly â"nın zıddı olarak en düşük
anlamına da gelir. Diğer yandan böyle düşünenler dünyamızı en yüksekte
düşünürler ve fakat onu yedinci gök içerisine değil de genede "dünyâ"
anlamına uygun olarak "en yakın gök: " içerisine yerleştirirler. Her
bir arz-küresi yaşamaya uygun bir yer olmalıdırki Hz. Muhammed (571-632 m)
ilgili sözlerinde; "Eğer siz en uzak arza iple (bir yol bulup) bir adam sarkıtıp
gönder seniz o adam orada da gene Allah'a (Onun hükümran olduğu bir yere)
inmiş olur"[53] demektedirler. Bu da
orasının yaşanabilir bir yer olduğunu gösterir.
Başka dünyaların
varlığını ve oralarda insanlar gibi canlıların bulunduğunu ihtimalsiz ve açık
olarak kabul eden, eğer kaynakların verdiği bilgi doğruysa, tek İbn Abbas (ö.
68 h/687 m) olmuştur. Pek çok kaynak onun, yerlerin sayısıyla ilgili olarak
üzerinde durduğumuz bu son âyetin tefsirinde şu sözlerine yer verirler ki biz
onun bunu Peygamber'den alıp almadığını bilemiyoruz". "Allah yedi
arz yaratmıştır. Her arzda sizin Peygamberiniz gibi bir Peygamber, Âdem gibi
bir âdem, Nûh gibi bir nûh,
" Göklerin
efendisi içinde arş olan göktür. Yerlerin efendisi de bizim üzerinde bulunduğumuz
yeryüzüdür"[59]
Daha önce söylediğim
gibi Hz. Peygamber (S) yedinci yere: "en aşağı arz" derken o bununla
onun düşüklüğünü kasdetmiş olamaz. Eğer başka yerlerde hayat varsa biz
oralardaki hayatın seviyesini şimdilik bilemeyiz. Bizler bu dünyanın sakinleri
olarak diğerlerinden üstün olmaktan kıvanç duyar isek de eğer faydası
dokunacaksa bizden daha yüksek medeniyetlerle temasa geçmeği de büyük bir
nîmet sayarız. Öte yandan burada yedi sayısının çokluktan kinaye olarak
kullanılmış olabileceğini unutmamak gerekir. Bu durumda gerçek sayı elbet çok
farklı olacaktır.
Benim burada son
olarak üzerinde durmak istediğim bir âyet daha vardır. Bilindiği gibi Allah,
insanı yaratacağı sırada meleklere; yeryüzünde bir halîfe yaratacağını
bildirmiş ve melekler de; kendileri Allah'ı yüceltip takdis ederken Onun
yeryüzünde kötülükler yapacak ve kan dökecek bir varlık yaratmasını,
yadırgamalardı.[60] Bu yeni canlı türün
kötülük yapacağını ve kan dökeceğini melekler nereden biliyorlardı? Sözkonusu
âyet değişik yorumlara konu olmuştur. Fakat gördüğüm kadarıyla burada hiç kimse
meleklerin diğer dünyalardan böyle bir tecrübeye sahip bulunmuş olabilecekleri
ihtimali üzerinde durmamıştır. Yeryüzünde hayvanlar insandan önce ortaya
çıktılar ve bunların pek çoğu da kan döküp et yiyen canlıları oluşturuyorlardı.
Melekler bu yeni canlının da böyle olacağını düşünmüş olabilirler. Burada elbet
bu nokta üzerinde de durmak gerekir. Yeryüzünde Adem 'den önce âdemlerin olduğu
görüşü ise hiç bir esasa dayanmamaktadır.[61]
Burada insan için
kullanılan "halîfe" sözcüğü üzerinde de durmak gerekir. Bu, bir üst
makam adına iktidar ve idareyi üstlenen yahut öncekilerden sonra idareye hâkim
olan anlamlarına geldiği gibi sâdece "sonra gelen" anlamına da gelir.
Hz.Dâvud 'un öncekilerden iktidarı ele alması ona halîfe niteliğini
kazandırmış[62] ve gene iktidar ve
hâkimiyeti elde eden bir toplum veya bir ümmet, öncekilere göre halîfe
durumuna geçmiştir.[63]
Yeryü-
zünde herhangi bir
hayvan türünün ona hâkim duruma geçmesi elbet sözko-nusu değildir. Ancak insan
hâkim duruma geçmiştir. Dünyamız insanlığı halîfe unvanını acaba kendisinden
önce başka dünyalarda ortaya çıkan insanlıklar var da onlara göremi almıştır?
Yoksa sâdece bu unvan ona kendi dünyasında İlâhî irâdeye uygun yaşayıp ona ters
düşmiyen bir yaşantı ve toplum düzeni gerçekleştirme görev ve sorumluluğundan
dolayı mı verilmiştir? Meleklerin bu yeni canlı türün yapacağı kötülükleri
dile getirmelerine bakılacak olursa burada her iki şıkka da birlikde hak
vermek daha doğru olabilir. Bunu kabullendiğimizde diğer dünyaların hiç olmazsa
bazılarında bizden önce bir insanlığın ortaya çıktığına hükmetmemiz
gerekecektir.
Dünyamızın çeşitli
iklim ve kıtalarına göre insanlarda renk değişikliği ve buna ek olarak da cüz'î
de olsa bir şekil farklılığı ortaya çıkmıştır. Hayvan ve bitkilerde de aynı
şey söz konusudur ve hatta onlar tabiî ortamlarına uygun olarak çok
çeşitlenmişlerdir. Bizim dışımızda içinde canlılar olan dünyalar varsa
oralardaki insan ve diğer canlıların da kendi tabiat ortamlarına göre farklı
renk ve şekiller almaları tabiidir. Fakat bunlar kanaatımca hiç bir zaman bazı
kimselerin tahayyül ettikleri biçimde acâib ve garâib mahluklar olmazlar.
Göklerde bizim
dünyamızdakiler gibi canlılar olduğu konusunda Kur'an'da Allah belkıde bizimle
çok açık konuşuyor. Biz onlarla tamşa-madığımız için bu açık sözleri başka
türlü anlama ve yorumlama yoluna sapmış olabiliriz. Eğer evrende bizden başka
bir insanlık yoksa o takdirde bu yerküresi insanlığı Allah katında bizim
bildiğimizden ve düşündüğümüzden çok daha değerli olmalıdır. [64]
Peygamber (S)'in bir
önceki konuda sözünü ettiğimiz, diğer dünyalarla ilgili sözlerini burada da
hatırlamamız gerekir. Kur'an'da olduğu gibi Peygamber de bazı sözlerinde
göklerdeki yaratıklarla ilgili olarak melek ve diğer türlerden canlıları
kapsıyacak şekilde genel ifâdeler kullanmıştır. Bazan o; "yer ve
göktekiler"[65] derken bazanda biz onun,
halk ve canlılar anlamında "ehl: " kelimesini kullandığını görürüz.
Meselâ o, insanlığa fayda ve doğruyu anlatan bilim adamlarının üstünlüklerinden
bahsederken şöyle bir konuşma yapar:
" .. Allah,
Allah'ın melekleri, gökler halkı ve yerler halkı, hatta yuvasındaki karınca ve
sudaki balıklar insanlığa hayrı öğreten (âlim)'e düa ederler".[66]
Burada Hz. Peygamber,
dünyalardan çoğul olarak bahsetmiş ve diğer yandan meleklerden ayrı gökler
halkından söz etmiştir. Bu ifâde meleklerin bulundukları mekânların bir
açıklaması da olabilir ise de bu sâdece bir yorumdan ibaret kalır. Hz.
Peygamber bir başka konuşmasında; Allah'ın, hac mevsiminde Arafat alanında
toplanan halkla gök halkına karşı övündüğünü anlatırken;[67]
" Allah gök
ehline karşı Arafat halkı ile övünür"
Burada gök ehli,
şüphesizki öncelikle melekler olarak yorumlanacaktır. Peygamber'in pek çok
kaynakta geçen şu sözleri de gene konumuz açısından düşündürücü bulunmaktadır:
" Eğer Allah,
gökler halkına ve yer halkına azap ederse haksız olarak azab etmez. Eğer onlara
Allah merhametli davranırsa Onun bu rahmeti kendilerinin ibâdet ve iyi
işlerinden daha üstün olur"[68]
Sırf itaat içinde olan
meleklerin cezayı gerektirecek bir davranışları bulunmaz. Bu yönden "gök
ehli" ifadesi burada onların dışındaki canlılara yorumlanabilir.
Peygamber (s) bir konuşmasında da göktekiler için "abd: kul" tâbirini
kullanır. O; Allah'a bir övgü ve Peygamber'e gönderilen bir selâmın;
"gökteki veya gökle yer arasındaki her kula erişeceği"ni sÖyler.[69]
Allah'a kul olma bakımından elbet melekle insan arasında bir fark yoktur. Her
ikisi de aynı sıfatı taşıdıklarından burada yalnızca melekler kastedilmiş
olmalıdır. Ancak Buhâra'Iı ünlü hadisçi İmam Buhârî (256 h./870 m.)' nin bu
hadisi kitabının "Ezan" bölümüne kaydetmesi onun, ezanın da yeryüzünü
aşıp tüm uzaya yayıldığı görüşüne sahip olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber acaba
bütün bu sözlerinde biz alelade insanların, meleklere ve bazan da onların yanı
sıra cinlere tahsis ettiğimiz göklerde sâdece bu canlıları mı kasdediyor?
Yoksa o, önce ki konuda kaydettiğimiz ilgili Kur'an âyetlerini bizden farklı
anlıyarak oralarda başka canlıların da bulunduğuna mı hükmediyor? Veya o,
" .. Neticede
Ye'cûc ve Me'cûc; işte şu dünya halkının işlerini bitirdik, şimdi gök halkının
işlerini bitirelim, derler ve silâhlarını çekip göğe doğru atarlar. Mermiler
kana bulanmış olarak (yere) geri döner. Bunun üzerine onlar göktekileri
öldürdük derler. Bu sırada Allah, onları boğazlarından yakalıyan, çekirge öldürücü
kurtçuklara benzer hayvancıkları onların üzerine gönderir de onlar çekirgeler
gibi ölüp giderler"[71]
Atılan mermilerin yere
kanlı düşmeleri, havada ve uzayda cereyan edecek savaşlara bir işarettir. Fakat
bu savaşlarda öteki taraf kimdir? Buradaki anlatımdan onların, gök insanları
oldukları anlaşılmaktadır. Ayrıca hedeflerini vuran mermilerin orada imha
olmayıp yere geri döndükleri anlaşılıyor. Sonuçta ise Ye'cûc ve Me'cûc'a fazla
ileri gitme fırsatı verilmemekte ve onlar kesin bir imhaya tâbi
tutulmaktadırlar. Bunlar hadisten anladıklarımız-dır. Buna göre muhtemelen 1.
dünya, 2. dünya savaşları misâli artık 1. uzay 2. uzay savaşları gibi adlarla
anılan savaşlardan söz edilecektir. Müsebbibleri ise dinde kötülenen bir
kavimdir. Hz.Peygamber'in bu tür savaşlarla ve gökyüzü insanlığı ile ilgili
olabilecek bir diğer sözleri de şöyledir:
"Eğer gök halkı
ve yeryüzü halkı bir mü'min kişinin kanına ortak olsalar Allah onların hepsini
cehenneme atıp kapatır"[72]
Sahih hadis
kaynaklarından sayılan Tirmizî'de yer alan bu hadis her ne kadar sıhhat bakımından
garib görülmüşse de az önce sunduğumuz hadislerin konusuna benzer bir konuya
değinmiş bulunmaktadır. Kim olursa olsun hukuk dışı cana kıymak aslında dinde
şiddetle yasaklanmıştır. Burada Yüce Rabb inancma ve gerçek bir dine
bağlananlara hayat hakkı verilmeyişinin günâh açısından büyüküğü dile
getirilmekte ve bu suça katılanların çokluğuna bakılmaksızın hepsinin şiddetli
bir cezaya uğratılacakları bildirilmektedir. Burada, görüldüğü gibi yeryüzü
halkının yanı sıra gökyüzü halkından da söz edilmektedir.
Gerek yeryüzünde ve
gerek göklerde insana zarar verebilecek bir takım kötüler olmalıdır ki biz
Peygamber'in uzay duası diyebileceğimiz onun şöyle bir besmele çektiğini ve
şöyle bir duada bulunduğunu görürüz:
"Allah'ın adıyla,
öyleki (bir iş) Onun adıyla olunca ne gökte ne yerde hiç bir şey (bize) zarar
veremez. O tam işiten ve tambilendir"[73]
Biz meleklerin çeşitli
görevlerle yeryüzüne indiklerine ve hatta bazılarının burada bizimle
yaşadıklarına inanırız. Esas itibariyle melekler ve öteki hayat bizim inceleme
alanımızın dışında kalırlar. Bununla beraber biz burada bir nebze gökten inen
ordular üzerinde duracağız. Kur'an'da Allah, kendi dini adına büyük mücâdele
veren bazı kişilere yardım için gökten ordular indirdiğinden bahseder. İslâm
öncesinde kendi hak dinini savunanlara yardım için bu ordular indirildiği gibi[74] Hz.
Peygamber zamanında da Bedir, Hendek ve Huneyn savaşları gibi şiddetli
çatışmalar sırasında bu ordulardan indirilmiştir. İlgili âyetlerin bir
kısmında, mâhiyetlerinden bahsedilmeden görünmeyen ordular indirildiğinden söz
edilir.[75] Bu
ilk bakışta bize uzaydan buraya bir takım yaratıkların indiği intibaını verir
ise de konuyla ilgili Kur'an'm bir kısım âyetlerinde bunların İlâhî irâde
doğrultusunda bazı savaşlara katılan melekler oldukları açıkça anlaşılır ve
hatta onların sayıları hakkında bile bilgi verilir.[76] Hatta
bir âyette bu gelen meleklerin kendilerine özel bir nişanlan yâni özel işaret
ve giysileri olduğundan söz edilir.[77]ki
bazı tefsir kaynakları Peygamber (S)'in arkadaşlarına dayanarak bu nişanların
renklerini bile verirler ve onların başlarına giydikleri başlıklardan ve
kullandıkları atlardan bahsederler.[78]
Bulundukları ortama göre çeşitli şekillere girebilen melekler ve manevî
unsurlarla dolu olan bu olaylar az önce söylediğim gibi bizim inceleme
alanımızın dışında kalıyorlar. Fakat biz esas ele aldığımız konularla ilgilen
Ölçüsünde onlardan bahsediyoruz. [79]
Hızır konusuna gelince
insanlar onu gökten inen yardım melekleri gibi ve fakat insanla melek arasında
kişiliğe sahip bir kimse olarak düşünürler. Gene insanların düşüncesinde Hızır
(a.s.) melek ve cinler gibi değişik ortamlara göre şekil değiştirebilen ve
yeryüzünde olduğu gibi göklerde de dola-şabilen bir uzay adamıdır. Daha doğrusu
çevremden bana gelen Hızır düşüncesi böyle olmuştur. İnsanlar çok sıkıldıklarında
son çâre olarak dâima Allah'tan yardım isterler ve bu yardımı beklerler. Bu
yardımın âdeta melekleşen bir insan eliyle geleceği düşünülür. Yahutta onu
insan kişiliğine bürünen bir melek getirmektedir. Bir kısım insanlar
kendilerine Hızırm göründüğünden söz ederler. Hızır hep aniden göriinmezliğe
karışmaktadır. Bazanda insanlar kendilerine gelen umulmadık bir yardımın Hızır
eliyle geldiğini düşünürler.
Kur'an-ı Kerîm'de
"Hızır" adı geçmemektedir. Orada Hz. Musa ile bilge bir kişi arasında
geçen olaylar zinciri içerisinde biz bu bilge kişinin çeşitli ve hepsi bir
hikmete dayanan yardımlarına şahit oluruz. Adı verilmeyen ve gerçek hüvviyyeti
açıklanmayan bu kişinin Kur'an'da sâdece kulluğu dile getirilir ve ona Allah
tarafından verilen bir rahmet ve gene Onun tarafından verilen bilgiden söz
edilir. Musa (S)'nin aklının ermediği ve her defasında kabulü mümkün olmayan
pek çok iş yapan bu kişi sonuçta yaptıklarının sebeplerini açıkhyarak
haklılığını ortaya koyar ve Hz. Musa'ya da; "Ben bunları kendiliğimden
yapmadım" de.[80]
Bütün bu olaylar zinciri içerisinde, bilge kişinin, ileriyi gören yüksek
ilmini insanî gayeler için kullandığı anlaşılıyor. Hz. Musa onun bu ileri
bilgisine talip olmuş ve Kur'an'dan anlaşıldığına göre o bunun için bir
yardımcısıyla pek kısa olmı-yan ve iki denizin birleştiği bir yere doğru bir
yolculuğa çıkmıştır. Bugün burasının neresi olduğu kesin bilinmemekte ve tarife
uygun yerlerden her birine ora halkınca adı geçen "iki denizin birle§tiği
yer" diye inanıl maktadır ki bunlardan biri de İstanbul boğazının
başlangıç noktasıdır. Hâlen burada Hz. Musa'ya eşlik eden yardımcısı Hz. Yûşav
adına bir mezar bulunmaktadır. Biz gelelim esas konumuza. Kendi zamanının
peygamberini bile şaşırtan bu kişi geçmişi, ileriyi ve geleceği gören bilgisini
Allah'tan hangi sıfatla almaktadır? Bunu kesin olarak bilemiyoruz. Bildiğimiz
bir şey varsa o da Kur'an'da ona "Allah'm bir kulu" denilmesidir.
Bu olaylarda geçen
kişinin Hızır olduğu Peygamber (S)'den nakledilen bazı hadislerden
öğrenilmektedir. Ondan nakledilen bir hadiste, Hızır'ın İsrail Oğullarından
ileri bir kişi olduğu ve bir râhib tarafından eğitilerek onun daha sonra
evlendiği, anlatılır[81] Hz.
Peygamber gene bir konuşmasında; Musa'nın kendisini en bilgili kişi olarak
görmesi üzerine Allah'ın ona; ilimde kendisinden daha üstün Hızır denilen bir
kulu bulunduğunu, söylediğini ve İsteği üzerine de M û s a 'yi onunla
tanıştırdığını, anlatır.[82]
Bütün bu anlatımlardan, Musa'nın, varlığından haberdar olmadığı ve yüksek
ilmine hayran kaldığı bu bilge kişinin, ilmini Musa'nın dininden almadığı anlaşılmaktadır.
Öyle olsaydı Musa (S) onun ilmine tâlib olmazdı. Onun İsrail Oğullarından
olmasına gelince eğer bu konuda bazı hadisler olmasaydı Kur'an'dan bu hükmü
çıkarmamız çok zor olurdu. Hz. Musa tüm kavmine peygamber olduğu halde bu
kişinin ona uyması ve ona gitmesi sözkonusu olmamış aksine Musa onun peşine
düşmüştür. Gene bu cümleden olarak sözkonusu bilge kişi daha işin başında Mû s
a 'ya kendisiyle yapamiyacağını bildirmiştir. Nitekim öyle olmuş ve sonunda da
ondan ayrılmıştır. Hernekadar burada konumuz açısından bu kişinin milliyeti
değil sâdece hüvviyeti önem taşıyorsa da genede onun hakkında gelen hadislerin
hadis uzmanlarınca sıhhat yönünden bir kere daha gözden geçirilmesi uygun
olacaktır.
Peygamber (S)'in
konuyla ilgili sözlerinde Hızır sâdece ileri gelen bir kişi olarak tanımlandığı
halde büyük çoğunluk onu bir nebi olarak görmüş ve gene bu çoğunluk onun
Öldüğüne hükmetmiştir.[83] Bu
arada onu sâdece iyi bir insan olarak görenler ve fakat o günden bugüne hâla
yaşadığına inananlar vardır. Bunlara göre Hayat
Pınarından içen Hızır yaşamaya devam etmekte ve her yıl Kabe'yi ziyaret
etmektedir. Bazılarına göre de o, aynı durumda olan İlyas Nebi ile her yıl
Kabe'de buluşmaktadır. Bu arada Hızır'ın İran asıllı olduğunu savunanlar da
olmuştur.[84] Dünyada ölümsüzlüğe
erdikleri düşünülen Hızır ile İlyas (s.a)'m buluşma günleri ise bazı İslâm
ülkelerinde her yıl bir bayram gibi karşılanmaktadır. Hizırın hâlen yaşadığını
savunanların ellerinde kesin delilleri yoktur. Adetin dışmda çok uzun süre
yaşamak mümkündür ve fakat ölümsüz hâle gelip kıyamete kadar hayat sürmek
yeryüzü canlıları için ne tabii bir durumdur ve ne de mümkündür. Çeşitli
rivayet ve görüşler ileriye süren taraflardan hiç biri ise gördüğüm kadarıyla
Hızır'ın uzayla ilişkisinden söz etmemişlerdir. Hayat pınarından içmekle değil
ve fakat o, yüksek bilgisini kullanarak uzun süre yaşamayı gerçekleştirmiş
olabilir. Onun dünya var oldukça yaşıyabİlmesi için ise bizim dünyamızın bir
canlısı olmaktan çıkması gerekir. Eğer Hızır yaşıyorsa hakkında yanlış bir şey
yazmış olmamak ve onun yüksek ilminden faydalanmak için onunla tanışmayı elbet
biz de isteriz. [85]
Meleklerin,
bulundukları ortama ve aldıkları göreve göre çeşitli şekillere
girebileceklerini düşünürüz. Bu düşüncemize uygun olarak bir meleğin eğer
gerekliyse bir binek şekline girebileceğini de kabul ederiz. Aslında
meleklerin atlara ihtiyacı olmamakla beraber daha önce gördüğümüz gibi bazı
harplerde onların kullandıkları atlardan bahsedilmiştir. Eğer bu doğruysa bu
atların da şekil değiştirmiş birer melek olmaları gerekir. Bu olaya inanan
insanlar, onların göklerden getirilmiş gerçek atlar olduklarım düşünebilirler.
Fakat bu konuda dinde kesin bir delil bulunmaz. Ben, sahih hadis kaynaklarından
sayılan Müslim'de kaydedilen İbn Abbas (r.)'m naklettiği bir olayı burada
anlatmadan geçemiyeceğim:
" Bedir günü bir
müslüman, önündeki müşriklerden birinin arkasından hızla koştuğu bir sırada,
yukardan bir kamçı darbesi ve ayrıca da; Haydi ya Hayzûm diyen bir süvari
sesini işitti. Bu sırada önündeki müşriğe baktı, o düşüp arka üstü yatyordu.
Yanına gelip baktığında onun burnu vurulmuştu ve yüzü de kamçı darbeleriyle
yarılmıştı. Bütün bu dövük yerler yemyeşildi. Ensardan bunları gören kişi
gördüklerini gelip Peygamber'e anlattı. O da; Doğru söyledin, bunlar üçüncü
göğün yarr dımındandır, dediler".[86]
Bu olayda kullanılan
atın mâhiyeti hakkında bir bilgi verilmemiş sâdece yardımın ulaştırıldığı
göğün hangisi olduğu söylenmiştir. O dönemin harp imkânlarına göre meleğin bir
süvari olarak görünmesi tabiidir.
Hz. Muhammed (S)'in
mîrac yolculuğunda kullandığı "Burak adındaki bineği herkes biliyor.
Peygamber bu bineği şöyle anlatır:
" Bana katırdan
küçük ve merkepten büyük olan Burak adında beyaz bir hayvan getirildi. O,
adımlarını gözünün gördüğü en son yere atıyordu. İşte ben ona
bindirildim".
Peygamber, Burak için,
doğrudan hayvan veya genel anlamda canlı demek olan "dâbbe" sözcüğünü
kullanmıştır. İlgili hadislerin bir kısmında bu hayvanın, Kudüs 'e
gelindiğinde orada bir halkaya bağlandığı da anlatılır. Gene hadislerden
anlaşıldığına göre Peygamber bu hayvanla yolculuğunun sâdece Mekke ile Kudüs
arasındaki bölümünü katetmiştir. O, bundan sonra, göklere olan yolcuğunu hep
Cebrail'le sürdürdüğünü anlatır ve bu hayvandan bir daha bahsetmez.[87]
Muhtemelen gökten gelen bu uzay binitinin görevi yer yüzündeki yolculukla sınırlıydı.
Fakat bundan sonra ona ne oldu? Hz. Peygamber'in doğrudan bir hayvan olarak
tanıttığı bu binek de mîrac olayının diğer unsurları gibi bir rumuz ve mîsal
olarak kalmaya devam edecektir. Fakat biz burada şunu söyleyelimki sözcük
olarak "burak" şimşek anlamındaki "bark " kelimesiyle aynı
kökten gelmektedir. Buna göre Hz. peygamber nerdeyse sıfır zaman içerisinde
kendisini Kudüs'te bulmuş olacaktır. Biz
Ibrahîm (S)
peygamber'in oğlunu kurban etme hikâyesini herkes bilir. Allah tarafından Hz.
İbrahim 'in kendisine bağlılık derecesi denenir. Baba ve oğul bu sınavı
başarıyla verirler. Bunun üzerine yüce Allah İsmail (S)'in yerine kurban
edilmek üzere bir koç gönderir. Böylece bunun bir deneme olup insanın kurban
edilmesinin sözkonusu olamıyacağı anlatılmış olur. Bu olay belki de insan
kanının akıtılamiyacağını da simgelemektedir. Kur'an-ı Kerim'de bu olay
anlatılırken:
" Biz İsmail'e
bedel ona büyük bir kurban verdik"[89]
denilir. Bu koçun
gökten indirildiğine ilişkin Kur'an'da herhangi bir şey söylenmez. Hz. İbrahim
bu sırada büyük ve muhtemelen çok güzel bir koça kavuşmuştur.
Hz. Peygamber (S)'den
söz konusu koçun gökten geldiğine dâir herhangi bir söz bize ulaşmış değildir.
Bununla beraber ötedenberiye müslüman-lar bu koçun gökten indiği veya cennetten
getirildiği düşüncesine sahip olmuşlardır. Sahih hadis kaynaklarından sayılan
Ahmed b. Hanbel (ö. 241 h/855 m)'in kitabında, Cebrail tarafından Mina'daki
şeytan taşlama yerine getirilen koçun beyaz, iri gözlü ve boynuzlu olduğu
kaydedilmiş ve fakat bu bilgiler Hz. Peygamber'e mâIedilmemiştir.[90] Eğer
bu iş meleğe havale edilirse onun gökten gelme ihtimali güç kazanır. Fakat
koçun yeryüzünden temini de dâima mümkündür. Bazı rivayet kaynaklarında, kurban
edilen bu hayvan için, gökten söz edilmeden, sâdece "indi" fiili
kullanılmaktadir.[91]
Göklerdeki yerkürelerde insanlar gibi canlıların varlığını kabul eden İbn Abbas
(ö. 68 h/687 m) bu koçun cennette 40 yıl otladıktan sonra kurban için Hz.
İbrahim'e getirildiğini, söyler. İbn Abbas (r.)'tan ve gene bazılarından gelen
bir başka görüşe göre de bu koç Âdem'in oğlu Hâbıl'in kurban edip de sonra
cennete sokulan koçun kendisidir.[92]
Hatta hadisçi İbn S av d (ö. 230 h/845 m)'ın yazdığına göre İbn Abbas, ehil
hayvanların başlangıçta, yeryüzüne cennetten çıkarılıp indirildiklerini
savunur ki[93] biz bu hayvanların
yaratılışları ile ilgili Kur'an'da geçen "inzal: indirme" fiili üzerindeki
görüşleri bundan sonra ele alacağız. Bazı kaynaklar da İbrahim'in kurban ettiği
hayvanın Mekke'de bir tepeden aşağı inip geldiği, yazılır ki bu rivayet Hz. Ali
(r.) ve Hasan el-Basrî (ö. 110 h) gibilere dayanır. Genellikle bu görüşte
olanlar sözkonusu hayvanın bir koç değil de dağ tekesi olduğunu söylerler.[94]
Koçun cennet meralarında otladığını savunanlardan bazıları bu yüzden onun
Kur'an'da söylendiği gibi çok irileştiğini söylerler ve bir kısımları da onun
bu büyüklüğünü değeri ile açıklarlar.[95]
Taberî veZemahşerî
gibi ilklerden sayılan tefsir müelliflerinin yazdıklarına göre, İbrahim
peygamberin kurban ettiği koçun boynuzlanyla birlikte kafası Kabe'ye asılı
duruyordu ve Haccac'in Mekke harbi sırasında bu kafa Kabe ile beraber yandı.[96]
Böylece de uzmanların onu inceleme fırsatı ortadan kalkmış oldu. Hz. İbrahim
(S)'in koçunun hikâyesi de işte böyledir, görüldüğü gibi bu görüşlerin
içerisinde Peygamber yoktur. Diğer yandan ebedîlik cennetinden bir hayvanın
çıkarılıp buraya getirilmesiyle de onun ebedîliği bağdaşmaz. Bu koç bizzat
yeryüzünden temin edilmiş olabilir fakat İlâhi irâde sözkonusu olunca onun
başka bir gezegenden buraya indirilmesi için de her hangi bir engel bulunmaz. [97]
Erkekli dişili olarak
deve, sığır, koyun ve keçi olmak üzere etleri yenilen sekiz eş hayvanın
yaratılışı için Kur'an'da, esas anlamı indirmek olan "inzal: "
fiilinin kullanıldığı görülür ki biz bu fiile verilen anlamları ilerde ayrı
bir başlık altında yeniden ele alacağız.[98]
Kısaca söylemek gerekirse, yaratma ve inşâ etme gibi anlamlarda da kullanılmış
olan bu fiil, esas itibariyle vahiy ve emir gibi manevî ve gene aynı şekilde
maddî şeyleri yukardan ve gökten indirme anlamlarına gelir. Sözkonusu hayvanların
yaratılışını bu fiille anlatan Kur'an âyetinin ifâdesi şöyledir:
" Allah sizi bir
kişiden yarattı ve O sonra da ondan eşini meydana getirdi. O sizin için
hayvanlardan da sekiz es indirdi"[99]
Genelde muteber bir
görüş kabul edilmese de az sayıda müfessir burada sözü edilen hayvanların
cennetten indirildiği görüşüne kapıldılar. Diğer bir değişle onlar bu âyetteki
indirme fiilini aslî anlamında ele aldılar.[100] Bir
önceki konuda söylediğim gibi ebedîlik cennetinden bir canlının çıkarılışı
onun bu ebedîlik niteliği ile bağdaşmaz.
Hz. Peygamber'e
gelince bu konuda ondan herhangi bir açıklama bize ulaşmış değildir. Çok
değerli bir yaratık olan Âdem 'in, biz, önce cennet gibi bir yerde korunup
orada tekâmüle tâbi tutulduğunu biliyoruz. Sözkonusu hayvanlar için ise böyle
bir şey söylenmediği gibi onların yaratılışında "inzal" fiili
hâricinde doğrudan gökle bir bağlantı da kurulmamıştır. Eğer burada
"inzal" gerçek anlamında kullanılmışsa o takdirde bu hayvanların cennetten
değil ve fakat onların, içinde hayat olan göklerdeki başka dünyalardan buraya
indirildiklerini düşünmek daha doğru olur. En doğrusu ise, canlı varlıkların
ortaya çıkışında ve devamında yer ve gök her ikisinin ortak imkânlarının
birlikte seferber edilmiş olabileceğini düşünmektir. Sözkonusu canlı varlıklar
yer ve gök her ikisinin izdivacıyla vücut bulmuşlardır. Ancak bu canlılar
hangisinden ne almıştır? Canlıların ilk yaratılışlarında ve ilk vücut bulurken
yeryüzünden ve göklerden neler aldıklarını tesbit bir uzmanlık işidir. Güneş
ışınları dışında gökten nelerin buraya gelip hayatı etkilediğini ve geçmişte
gökten ne gibi madde ve nesnelerin dünyamıza serpilerek burada canlı türlerin
ortaya çıkışına nasıl bir katkı yaptıklarını tesbit ise hiç kolay bir iş
değildir. Genellikle biz insanlar yerküreden olan yaratılışları biliriz ve bu
sebeple de Kur'an'da olayın göklerle bağlantısına dikkat çekilmiş olabilir.
Muhtemelen bizim dünyamızda ortaya çıkan canlılar bir kısım temel
elementlerini ve onları canlılığa götüren bazı temel madde ve iksirlerini
göklerden aldılar. Sözkonusu canlıların yaratılışı için bu "inzal"
fiili Kur'an'da rastgele seçilmiş olamaz. Bu olayın mutlaka gökle ve daha doğrusu
diğer gezegen ve hatta yıldızlarla bir ilgisi olmalıdır. Uzaya serpilen aynı
tür madde ve elementlerin hayata uygun diğer gezegenlerde de bu gibi canlıların
vücut bulmasına yol açmış olmaları mümkündür. Burada dikkati çeken diğer bir
husus da Hz. Peygamber'in, yedinci gök ile Arş arasındaki denge unsurlarından
ve koruyucu güçlerden sözederken bu güçleri "sekiz dağ tekesi: " diye
adlandırmış olmasıdır.[101] Bu
sayı âyette sözü edilen hayvanlar sayısına eşit bulunmaktadır. Bu koruyucu
güçleri melek olarak tanımlayanlar vardır. Bunlar burçlar gibi hayvan adlarını
taşıyan bazı âlemler olabilirler. Sekiz eş hayvan ise İslâmda kurbanlığa kabul
edilebilen cinsleri oluştururlar. Hakka sûresi 17. âyette meleklere
değinildikten sonra arşı tutan Sekiz 'den sözedilmiş ve bu da meleklere
yorumlanmıştır. [102]
Eğer göklerde yapılar
varsa orada onları yapanlar vardır. Kur'an-ı Ke-rîm'de; "Andolsun mâmur
eve" denilerek[103]
içinde ibadet edilen ve bu yolla mecazî olarak îmara kavuşturulmuş sayılan bir
eve yâni bir mabede yemin edilmiştir. Bu yapının yeri hakkında Kur'an'da
herhangi bir bir şey söylen-memekle beraber biz Hz. Peygamber (S)'den gelen
açıklamalardan bunun göklerde olduğunu öğreniyoruz. O, mîrac yolculuğunu
anlatırken 7. gökte, Kur'an'daki adıyla; "el-beytü'l-mavmûr" denilen
bir mâbedte Hz. İbrahim'le karşılaştığını ve bu mabedi, bir daha geri dönmemek
üzere her gün 70 bin meleğin ziyaret ettiğini, söylei.[104]
İbrahim burada da Kabe gibi merkez bir mabetle ilgili olabilir. Bir kere
yapılan bu ziyaret acaba onların hac ibadetlerimidir. Yoksa bununla
ziyaretçilerin çokluğumu anlatılıyor, bilemiyorum. Ölmüş peygamberlerin bedenî
ve maddî varlıklarıyla buluşma mümkün olmaz. Ancak Hz. Peygamber'in
Çeşitli İslâmî ilimler
alanında ilk müelliflerden biri sayılan Taberî (ö. 31 0 h/922 m) Peygamber'in
mîrac sırasında yedinci gökte "Beytül-mâ-mur" da namaz kıldığını
kaydederken, müfessir İbn Kesîr, her gökte bulunan ibâdet evlerinden dünya
göğündekinin, izzet ve şeref evi anlamında "beytü'l-'ızze" adım
taşıdığını, yazar.[107]
Hasan el-Basrî (ö. 110 h/728 m) Kur'an'da kendisine yemin edilen evin, doğrudan
Mekke'deki beytüllah olduğunu söyler.[108]
Göklerde, melekler dışında canlı hayatın varlığına inanan İbn Abbas (ö. 68 h)
Kurtubî'nin yazdığına bakılırsa, yedi gökte, yedi yerde ve bir de bizim
dünyamızda olmak üzere toplam 15 merkezî ibadet evinin bulunduğunu savunurk[109] bu
sayı aynı görüşü benim-siyen hicrî ilk asır âlimlerinden Mücâhid tarafından
toplam 14 olarak kabul edilir.[110]
Önceden de söylediğimiz gibi yedi yer ve gök ifâdesi aslında çokluktan kinaye
olmalıdır ve o yüzden de burada sayı önemli değildir. Bir peygamberden
öğrenilmesi gereken konuda elbet görüş beyanı olmaz. Bu sebeple de böyle
haberlerin Peygamber (S)'e dayanması gerekir. Eğer bunlar önceki dinlerden
alıntı haberler ise biz onların geçmiş peygamberlere âidiy-yetini bilemeyiz. Bu
sebeple böylesi görüş ve haberlere İslâmda itibar edilmez. Öteden beriye
bilinen ve Kur'an'da da kendilerinden söz edilen burçları bazıları, göklerde
bekçilerle korunmuş saray ve kaleler olarak düşün-müşlerse de genelde bu kabul
görmemiştir'.[111]
Göklerdeki ibadet
evleri ister istemez bazı soruları akla getirecektir. Neden buralar bir mekân
olarak gösterilmeyip onlara "beyt:e v " denilmiştir? Ev bir yapıdır
ve meleklerin de ibâdet için böyle yapılara ihtiyaçları olmamalıdır. Eğer bu
tâbir, ibadet için ayrılan ve "harem" denilen özel bir mahalli ifâde
ediyorsa ona diyecek bir şeyimiz yoktur, aksihalde insan aklına meleklerin
dışında, bu yapılan yapan ve kullanan bazı canlılar olduğu düşüncesi gelecektir.
Kur'an'da sözü edilen "Beytü ' 1-mâmur" kanaatımca öncelikle Mekke
şehrindeki Beytü İlah olmalıdır ve ayrıca da göklerde, ibâdet için bunun
benzeri merkezî mahal veya yapılar bulunmalıdır. Konumuz açısından önemli olan
ise bu mahallerde ne gibi canlıların ibâdet ettiğidir. Peygamber (S)'den
nakledilen sözlerde bu mâbedlerin ziyaretçileri melekler olarak
gösterilmektedir. Buralar yalnız meleklere mahsus ibâdet yerlerimidir yoksa
melekler bizim gibi canlıların ibadet yerlerini ziyaretmi etmektedirler? Bunlar
hep kendi kendime sorduğum sorular olmuştur. Fakat gökler sözkonusu olunca
insan zihninde melekler her zaman Önde gelirler. Ancak bu yapıların Mekke'deki
BeytuIIah gibi merkezî yapılar veya haremler olduğu açıktır.
Biz buraya kadar,
göklerde insan ve hayvan türünde canlılara ilişkin, gördüğümüz dinî metinlerde
yer alan ifâdeleri ele alıp onları değerlendirmeğe çalıştık. Elbetteki hayat
sâdece bu türlerden ibaret değildir ve onlardan Önce bu türlerin muhtaç
oldukları bitkisel hayat ve gıda olayı gelmektedir. Eğer bizim dışımızda bazı
gezegenlerde bitkiler varsa bu, oralarda insan ve hayvan türünde canlıların da
olacağını gösterir. Eğer göklerde hayvansal gıdalardan söz ediliyorsa bu
demektirki oralarda hayvanlar yaşamaktadır ve muhtemelen onlardan faydalanan
insanlar vardır. Biz bundan sonraki konular içerisinde gökte rızık olayını ele
alarak aynı zamanda geçtiğimiz bu konuları daha da geliştirmeğe çalışacağız.
Biz elbet varlığı bizzat izleyerek ve gözleyerek araştıranlardan değiliz. Biz
sâdece konuya dinî kaynaklardan ışık tutmaya çalışıyoruz. [112]
Nîmet kelimesinin
geçtiği Kur'an âyetlerine bakılacak olursa onun sâdece yediğimiz ve içtiğimiz
şeylerden ibaret olmadığı anlaşılır. Faydası olan ve bizi mutlu kılan her şey
bizler için birer nimettirler. Nîmet kavram olarak "rızık"dan daha
geniş bir anlam ifâde eder. Yediğimiz, içtiğimiz ve giydiğimiz şeylerden tutun
da kullandığımız her şey bizim için birer nimettirler. Güneş ışığı ve
sırasında karanlık birer nimettirler. Koklamaktan veya görmekten yahut
dinlemekten zevk duyduğumuz şeyler birer nîmettir. Hava hiç bir an kendisi
olmadan yapamıyacağımız bir nimettir. Toprak en büyük nîmet ve nîmetlerin
kaynağı olduğu gibi taş dahi bir nîmettir ve hem de küçümsenmiyecek bir
nîmettir. Kullandığımız ve kullanabileceğimiz tüm tabiat güçleri ve tüm tabiat
varlıkları bizim için birer nîmet olmuşlardır. Hatta Kur ' an 'a göre doğru
bir yolda olmak[113] bir
büyük nîmet olduğu gibi huzur içinde olmak ve huzurlu bir toplumda yaşamak da
gene bir nimettir.[114]
Kur'an-ı Kerîm'de, nîmetlerin sayılamıyacak kadar çok oldukları ve Allah'ın
insanlarca ihtiyaç duyulacak her şeyi yarattığı şöyle bir âyetle ifâde
edilmiştir:
"O size (ihtiyaç
duyup) istediğiniz her şeyi vermiştir. Eğer siz Onun nimetlerini tek tek
saymaya kalkışırsanız, onları sayamazsınız.[115]
Nimetin genelliğine
karşılık Kur'an'da ilgili âyetlerin hepsinde "rızık" kelimesi sâdece
yenilen ve içilen şeyler için kullanılmıştır [116]ki
halkımız arasında da nîmet ve rızık mefhumları Kur'an'da olduğu gibi yerleşip
kullanılır olmuştur. Rızık; Kurtubî'nin de belirttiği gibi canlı varlıkların
gıdalandığı şeydir.[117] Biz
bundan sonraki bölümlerde, nimetlerin yanı sıra daha çok, göklerde rızık olup
olmadığına ilişkin konuları ele alacak ve böylece de "göklerde hayat"
konusunu biraz daha ileriye götürmüş olacağız. [118]
Yüce Allah yer ve
gökleri imkânlarla doldurmuştur. Pek azı müstesna Allah nimetleri insanlara
hazır olarak vermedi. Eğer böyle olsaydı insan tembelleşir ve yaratılıştan
mevcut yeteneklerini geliştiremezdi. Sonuçta da insan gelişemezdi ve o,
hayvandan fazla farkı olmayan bir hayata yönelirdi. Allah ise insanın daima
sıçrama yapmasını ve gittikçe daha uzaklardaki nîmet ve imkânlara doğru
yönelmesini istemektedir. Eğer mâruz görürseniz ben bunu, eğitmek için
gittikçe daha yukarda tutulan bir yiyeceğe sıçratmak istediğimiz bir hayvanın
durumuna benzetmek istiyorum. Şu kadar varki Allah'ın insandan istediği onu
yiyeceğe tırmanması veya gösteri yapması değil, aksine, yükseldikçe Allah'ın
yüceliğini daha iyi takdir etmesi ve insanın kâinattaki yerini daha iyi
belirlemesidir. Böylece o, sonsuz yüce Rabbe doğru yönelip gidecektir.
Daha önce de belirttiğimiz
gibi üretim ve istihsalin temel unsurlarından biri ve en başta olanı
"tabiat varlıkları" dır. Bu varlıklar da yer ve göklere dağılmış
durumdadırlar. Az sonra göreceğimiz âyetlerden anlaşılan şudur ki ikt
Kur'an-ı Kerîm'in pek
çok âyetinde, yer ve gökyüzü imkân ve nimetlerinin insan için yaratılıp onun
faydasına sunulduğundan söz edilir. Bu sunuluş, ilgili âyetlerde
"sehhara:" fiiliyle dile getirilmiştir. Bu fiil arap dilinde; boyun
eğdirme, emre verme, yaptırma ve tam istifâdeye sunma gibi anlamlar taşır.
Kur'an'da, hemen her şeyin insana boyun eğdirilip onun istifade ve hizmetine
sunulduğu vurgulanır. Deniz nimetlerinin ve onun içinde akıp gidecek olan
gemilerin insan istifâde ve hizmetine sunuluşu anlatılırken bu fiil
kullanıldığı gibi[119]
nehir sularının[120] ve
rüzgâr gibi güçlerin[121]
insan istifâde ve emrine verildiği anlatılırken de gene bu fiil kullanılmıştır.
Irmağa bend yapılınca, çeşitli faydalar temini için o yedeğe alınmış oluyorki
işte boyun eğdirip idare altına sokma; "tashîr" olayı budur.
Gemilerin olduğu gibi çeşitli binek hayvanlarının ve etleri yenilen diğer
hayvanların insana teslim oluşları da Kur ' an'da gene bu "tashîr"
fiiliyle dile getirildi.[122]
Kur'an'da, bu
sayılanlardan daha ileri mesafeler gösterilerek tüm yer-yüzündekiler olduğu
gibi göktekilerin de insan faydasına sunulduğu açıkça ifâde edildi. Yerler
olduğu gibi gökler de insan emrine hazır durumda tutulmaktadırlar. Meselâ bir
kısım âyetlerde, gemiler ve nehirler gibi ay ve güneşin de, faydalanması için
insan emrine sokuldukları şöyle bir sıra takibiyle anlatılır:
" - (O öyle
lütüfkâr) Allahtır ki gökleri ve yeri yarattı ve gökten de su indirip onunla
size rızık olarak türlü meyve (ve ürün) ler çıkardı. Emriyle (-.tabiata koyduğu
kanunlar içinde) denizde akıp gitmeleri için O, gemileri sizin yedeğinize
verdi. Nehirleri de (aynı şekilde) faydalanmanız için size boyun eğdiren O'dur.
- Adetleri üzere seyreden güneş ve ayı o sizin
istifâdenize soktu ve O, gece ve gündüzü de gene sizin istifâdenize verdi,
- (Kısacası) O, size (ihtiyaç duyup)
istediğiniz her şeyi vermiştir. Eğer siz Onun nimetlerini tek tek saymaya
kalkışırsanız, onları sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim ve nankördür".[123]
Zulüm asıl itibariyle,
haksızlık edip herhangi bir nesneyi kendi yerinde kullanmamak anlamına gelir
ki burada da insanın tabiata karşı haksızlık yaptığı ve kendisinin yer ve
göklerde sayılamıyacak kadar çok nîmet ve imkânlar içine bırakıldığı halde
nankör olduğu yâni bunları takdir edemediği ona hatırlatılır. Burada sâdece ay
ve güneşten söz edilmesi, diğer yıldız ve gezegenlerden istifâde edilemiyeceği
anlamına gelmez. Müfessir İbn Ke-sîr'in dediği gibi bu ikisi en göze batar
durumda olduklarından özellikle onlardan söz edilmiştir.[124]
Aslında burada, Allah dünya da dahil olmak üzere uzay denizi içinde yüzüp
gidenlerle denizlerde seyreden gemiler arasında bir ilgi kurarak hepsinin
insan hizmetinde seyrettiklerini anlatmaktadır.
Kur'an'da, insanın
madde ve mâna yollarında yürüyüp ilerlemesi istendi ve insana madde ve mâna
alemleri olabildiğince açıldı. İnsanın ve fizikî ve maddî âlemlerde ve de
manevî bir alanda ilerleyip yükselmesine dinde bir engel konulmamıştır. İnsan
her iki alanı da ihmal etmeden yükselebildiği kadar yükselmelidir. Ancak dinde,
bir müslümanın günlük hayatı ile ilgili buyruklar vasat bir insan seviyesine
göre ayarlanmıştır. Fakat bu dinde insanların Önü tıkanmamış, maddî ve manevî
alemlerde yükselebilecek olanlara en ileri hedefler gösterilmiştir. Bunun için
K u r ' a n, az önce sunduğumuz âyetlerde gösterilen hedefleri de aşıp daha
ileri giderek yeryüzünün olduğu gibi tüm göklerin de insan emir ve istifâdesi
altına sokulduğu duyurusunu yapmıştır. İşte o duyurunun yer aldığı âyetlerden
bir kaçı şöyledir:
" Allah göklerde
ve yerde ne varsa tümünü, kendi tarafından sizin hizmet ve istifâdenize
vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen topluluklar için birtakım dersler
vardır".[125]
Bu âyetin bir
üstündeki âyette, rızık için denizlere hükmetmekten ve bu maksatla orada
gemiler seyrettirmekten söz edilirken bu âyette âdeta uzay denizine ve onun
tüm adalarına açılmaktan söz ediliyor. Şeyhülislâm Ebu's-Su-ûd (ö. 982 h/1574
m)'un yorumladığı gibi burada bütün varlık insanların faydalanma vesilesi ve
istifâde yeri hâline getirilmiş olmaktadır.[126]
Bunun gibi, gökler çapında hedef gösteren âyetlerden biri de şöyledir:
" Allah'ın,
göklerde ve yerde olan (nice varlık ve imkânjları sizin hizmet ve istifâdenize
verdiğini ve nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca yağdırmakta olduğunu,
görmedinizmi? Bununla beraber insanlardan, bilgisi, doğru yol göstericisi ve
aydınlatıcı bir kitabı yokken Allah hakkında tartışan kimseler vardır.[127]
Burada açıkça yer ve
göklerdeki nimetlerden sözedildi ve bu arada insana faydası olup da çıplak
gözle görülmeyen nice nimetlere dikkat çekildi. Denizdeki gemiyi insan nasıl
evirip çeviriyor, dilediği faydayı temin için onu istediği yere götürüyorsa
insan bunun gibi tabiat güçlerine, denizlere, nehirlere hâkim olabilir, ay,
güneş ve göklerden de faydalar temini yoluna gidebilir. İşte Kur'an'da bütün
bunların hepsi için emrine ve istifâdesine verme anlamında aynı
"tashîr" fiili kullanılmıştır. Buna göre en azından nehir suları
gibi güneş ışınlarının da bir yere toplanmasıyla nice faydalar temini mümkün
olacaktır ki günümüzde güneş enerjisi üzerinde yapılan çalışmalar herkesin
malumudur.
Sunduğumuz bu
âyetlerin yanı sıra, kâinatta hiç bir şeyin boş yere yaratılmadığını ve her
şeyin bir görev için oluşturulduğunu vurgulayan âyetler de sayıyca az değildir.
İnanan, düşünen ve araştıran bir insan, her şeyi ile tüm varlık ve kâinatın bir
hedefi ve temel görevleri olduğunu kavrar ki Kur ' an 'da bu durum şöyle
anlatılır;
" .. Onlar
göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler ve; Rabbimiz
Sen bunları boşuna yaratmadın, biz Seni yüce sıfatlarınla anarız, bizi ateş
azabından koru, derler"[128]
Müfessir-filozof
Fahruddîn er-Râzî'nin kaydettiğine göre, İslâm bilginleri bu âyete dayanarak,
kâinatın maslahatı ve dünya sâkinlerinin de menfaati için her yıldız ve
gezegene; onlara hareket veren ve onları birbirlerine bağlayan belli güçler
yerleştirildiği hükmüne varmışlardır.[129]
Başka bir âyette ise, yer ve göklere, daha açık ifâdeyle yıldız, gezegen ve
diğer uydular gibî ecrâma dahil olamıyan ve muhtemelen ilk oluşumlar sırasında
dışar-da kalan ilkel madde unsurlarının da gereksiz olarak değil ancak bir
görev için ve Yaratan ile yaratılış gerçeğinin ortaya çıkışma yardımcı olmaları
için yaratıldıkları anlatılır.[130]
İnsanın yaratılışının temel hedefi, onun Rabbi için gereken ibadetleri yapması
ve güzel işler ortaya koymasıdn". Bu sorumluluk ve görevlerine karşılık o,
imkân ve nimetleri çok geniş olan bir evren içine konulmuştur. Şu kadar varki
insan daha henüz yeryüzünün bile tüm imkânlarını harakete geçirememiştir. Eğer
burada insanlar açlıktan ölüyorlar, yeterince beslenemiyorlar ve soğuktan
donuyorlarsa bu, dünyanın yetersizliğinden değil insanın kusurundan ve bazan
da aptallığından kaynaklanır.
İnsanın yüce Allah'a
ve Onun tarafından takdir görecek iş ve davranışlara yönelmesi Kur ' an 'da,
tüm evrenin yaratılış sebebi olarak gösterilmiştir. Kur'an'ın konuyla ilgili
âyeti şöyledir:
" - Yeıyüzünde
yürüyen hiç bir canlı yokturki onun rızkı Allaha âit (Onun tekeffülünde)
olmasın.
" - O, hanginizin
ibâdet ve işlerinin daha güzel olacağı hususunda sizi denemek için gökleri ve
yeri altı gün (merhale)de yaratandır. (Bundan Önce) Onun arşı su
üstündeydi..''.[131]
İnsanlık için en büyük
görev ve hatta insanlık kimliğine sahip olmanın tek şartı bu âyette gösterilen
görev ve o hedefe yönelmektir. Evren, faydalanılabilir imkânlarıyla insana
sunulmuş bir ön ödeme gibidir ve cennet âlemi ona yapılacak esas bağışı teşkil
edecektir. Fakat bu arada, insanlık içinde, yönlerini cehenneme doğru
çevirenler vardır. F. Râzî (544 - 606 h/1150-1210 m)'nin de belirttiği
gibi bu âyete göre, toplam âlem, bir görev ve sorumluluk altına sokulan insanın
menfaati için yaratılmış olmaktadır.[132]
Bütün bu âyetlerden
anlaşıldığı gibi Kur'an'da çizilen ikt
Kur'an-ı Kerîm'de
rızka değinen âyetlerin bir kısmında, rızkm yerden ve gökten geldiği ifâde
edilir. Bu tür anlatıma sahip pek çok âyet vardır ve bu âyetlerin hepsinde
Allah; "yerden ve gökten mıhlandıran" tek varlık ve yaratcı olarak
tanımlanmıştır.[134]
Kur'an müfessirleri genellikle yerden gelen rızıkları çeşitli nebatlara
yorumlarlarken gökten gelen rızkı da öncelikle ve genellikle yağmura
yormuşlardır.[135] Bu arada ilk
müelliflerden biri sayılan ve aslen Taberistanlı olup daha çok Bağdat merkezli
ilmî faaliyetlerde bulunan ünlü bilgin Taberî (ö. 310 h/922 m) ve daha sonra
Endülüslü müfessir Kurtubî (ö. 671 h/1272 m) gibi bazıları, yağmurla beraber
yeryüzündeki hayat üzerinde etkili olan ay, güneş ve yıldızları da bu tür bir
rızık içine almışlar[136] ve
gene bu müellifler ve özellikle de Taberî bazı âyetlerin açıklanmasında, yer ve
gök her ikisindeki menfaat ve rızıklara dikkat çekmişlerdir. Kurtubî, daha
yaratılışta yer ve göklerin canlılar için men-faatlarla donatıldıklarından
sözede.[137] Bu yaklaşımlarına rağmen
onlar, doğrudan göklerde bir hayat ve bu hayatın ihtiyaç duyacağı nzıktan
sözet-memişler ve daha çok bu konuyu, dünyanın göklerden etkilenişi biçiminde
ele almışlardır.
İlgili âyetlerde geçen
"yerden ve gökten rızık" ifâdesi, elbetteki göğün yeryüzü bitkisel
ve canlı hayatı üzerindeki etkilerini anlatmakla beraber bol rızık anlamım da
ifâde eder. Rızık konusunda süreklilik esas olup bir defaya mahsus bolluk
fazla bir değer taşımadığından Kur'an'da, yukardan gelip yeryüzü hayatı ve
nimetleri üzerinde olumlu etkiler yapacak olan sürekli tesirlerden söz
edilmiştir. Hud sûresi 52. âyette sözü edilen devri (:midrar IjljA* ) yâni
muntazam süreli ve bol olarak gökten inen şeyin ne olduğu söylenmemiş olmakla
beraber bunun öncelikle yağmura yorumlanacağı açıktır. Fakat sözkonusu âyetin ifadesiyle;
gücümüze güc katacak olan bu şeyin sâdece yağmur olarak görülmesi de kanaatımca
doğru olmaz. Yeryüzünün nîmet ve rızıkları şüphesiz yer ve gök her ikisinin
birden imkânlarıyla oluşmaktadırlar ki âyetlerde geçen; "yer ve gökten
rızık" ifâdesinin altında yatan gerçek de bu o İmalıdır. Yerküresi, bizim
dünyamız, içinde bulunduğu kâinatın bir parçası olduğundan onun elbet tek
başına bir hayatı olamaz. Bir bütün içerisindeki parçacıkların dâima kendi
bütünleriyle bağlantıları ve al iş-verişleri vardır. Kur ' an 'da, yerküresi
ile gök arasında, görünen ve görünmeyen alış - verişlere dikkat çekilmiştir.
Çok düşündürücü bir anlatıma sahip olan şu âyette bu durum şöyle dile
getirilmiştir:
" Yere ne
giriyor, oradan ne çıkıyor, gökten ne iniyor ve oraya ne yükselip çıkıyorsa
Allah onları bilir. O, çok merhamet eden ve çok bağışlayandır" .[138]
Burada yerküresinin
kendi kütlesi üzerindeki ve tabakaları arasındaki giriş ve çıkışlar dile
getirildiği gibi gökten yere inen ve yerden de göğe doğru yükselip gidenler de
dile getirilmiş ve fakat bunların neler olduklarından söz edilmemiştir.
Müfessirlerin aklına ilk gelen tabiatıyla, yerin derinliklerine doğru inen
yağmur suları ve gene yerden çıkan nebatlar ve bir kısım hayvancıklar
olmuştur. Gene onlara göre gökten inen şey de öncelikle yağmur ve onun
getirdiği nzıktir. Kur'an yorumcular] bu arada gene çeşitli bereketlerden,
yıldırım ve meleklerden söz etmişlerdir. Yerden göğe doğru çıkışları da onlar,
meleklere ve kulların yukarıya iletilen hesaplarına yormuş-lardır.[139]
Gökten gelen ışınlar, ışın dalgaları, uzay tozlan, yerin mıknatıs dalgalar
neşri gibi hususlar da şüphesiz ki bu âyetin kapsamı içerisine gireceklerdir.
Fakat geçmiş dönemlerde bilim henüz bunları düşünecek bir düzeye gelmemiştir.
Burada doğrudan bir rızkın gelişinden söz edilmemiştir. Şu kadar varki
yeryüzünde rızkın olmuşumuna etki eden etkenlerden bazıları yukardan
gelmektedirler.
Gök olmadan rızık
olmaz. Bu bakımdan rızık söz konusu olunca Kur'an'da onun genellikle gökle
ilişkisi de ortaya konmuştur. Ayrıca "semâ: gök" Allah'ın
takdirinin, insan zihninde bize göre geliş yönünü ifâde eder ve bize gelen
azıklar Onun bu takdir ve yaratmasıyla gelirlerki bir kısım müfessirler gökten
inen nzık konusunun bu yanını da dile getirmişlerdir. Bir kısım Kur'an
âyetlerinde, yeryüzünde olduğu gibi göklerdeki bereketlere de dikkat çekilmiş
ve oralardaki nîmet hazînelerinden söz edilmiştir. Geçmişte İlâhî iradenin
tamamiyle dışına çıkıp azgınlık yolunu seçen toplumların kötü akıbetlerini
dile getiren bir âyet, onların yer ve gök bereketlerinden mahrum
bırakıldıklarını anlatır.[140] Bir
başka âyette ise; bütün her şeyin hazînelerinin Allah yanında olduğu ve oradan
yeryüzüne ancak ölçülü ve belirli miktarlarda indirme yapıldığı anlatılır.[141] Bu
âyetlerde, yeryüzündeki nimetler ve çeşitli nesneler üzerinde göğün ve güneşin
etkilerinin yanı sıra İlâhî irade ve takdirden de söz edildiği açıktır. Hazîne
söz konusu olunca onun içinde birikmiş güçlerin ve çeşitli nesnelerin belli bir
ölçüye göre oradan dışarı çıkarılıp kulanımı da söz konusu olur ki bu tasarruf
mecazî olarak "anahtar" sözcüğü ile ifâde edilir. Bazan anahtar
sözcüğü kinaye olarak hazîne ve iktidar anlamını da ifâde eder. Hazîne kelimesi
ise genellikle değerli ve yararlı nesneler anbarı anlamında kullanılır. Bazı
âyetlerde, yer ve göklerde bulunan bütün bu yararlı şeylerin ve topyekün
kâinata âit anahtarların Allah'ın olduğu bildirilir. Allah bu hazînelerinden
rızkı istediğine bol verir ve kiminin rızkını da az tutar.[142] Yer
ve göklerin tüm mülkiyet ve idaresinin Yüce Allah'a ait olduğu hususunda
Kur'an'da pek çok âyet vardır. Bir âyette bu mülkiyet içerisine gökten gelen
rızık da dahil edilmiştir.[143]
Zaten elde anahtar bulundurmak demek, hazîneler içindeki nîmet ve eşyaya mâlik
olmak demektir ki anahtarların gerçek sahibi Allah'tır. Dinde insanlar Allah'ın
rızkından kazandıkları ölçüde mâlî görevlere davet edilirlerken sonuçta yer ve
gökler mîrasmın dâima Allah'a kalacağı bildirilir. Böyle bir uyanda bulunan bir
âyette:
" Ne oluyor
sizeki Allah yolunda yerip harcamıyorsunuz! Halbuki göklerin ve yerin bütün
mirası Allah'indir" [144]
deniliyor. Bu da insan
oğlunun yerde olduğu gibi göklerde de mirası olacağına bir işaret olabilir.
Muhtemelen bundan sonra insanların oralarda da sahip olacakları ve
bırakacakları mirasları olacaktır. Ve belkide yakın gelecekte uzay mülkiyet ve
mîras hukuku devreye sokulacaktır.
İnsanlar gerçekten
müsait gezegenlerde hayatı başlatıp oralarda üretim yapabilecekler mi yahut
içi hayat ve nîmetler dolu birtakım gezegenler bulabilecekler mi? Göklerden
getirip yeryüzü nimetleriyle birlikte soframıza koyacağımız yiyecekler olacak
mı? Yer ve göklerin İnsanlığın istifâdesine sunulduğu duyurusunu yapan âyetleri
burada hatırlamak uygun olacaktır. Buraya kadar gördüğümüz âyetlerin yanı sıra
şimdi sunacağımız iki âyet özellikle konumuz açısından daha düşündürücü
ifâdelere sahiptirler. Bunların ilkinde şöyle denilir:
" Eğer onlar
Tevratı, İncili ve (bunlardan sonra) Rablerinden kendilerine indirilen (Kur'an
hükümlerini) dosdoğru uygulasalardı şüphesiz hem üstlerindekinden hem
ayaklarının altında-kinden yiyeceklerdi. Onların içinde orta yolu tutan (ikt
Semavî dediğimiz
kitaplar kaynak itibariyle Allah'tan gelirler ve hepsi de insanlığın
yücelmesini hedef almışlardır. Biz Kur'an öncesi kitaplarda zamanla yapılan
tahrifat üzerinde durmıyacağız. Allah'tan geldiği biçimiyle her kitap,
insanlığı belli bir yere getirmeyi amaçlamış ve sonra devreye bir yenisi
sokulmuştur. Sunduğumuz bu âyette; Allah'tan geldiği biçimiyle kitaplarda
gösterilen yolun izlenmesiyle insanlığın ikt
Bu âyetin benzeri bir
başka âyette ise şöyle denilir:
" O ülkeler halkı
iman edip de (Allah ve kul haklarını yerine getirmemekten) sakınsalardt elbet
onlara gökten ve yerden nice bereketler açardık. Fakat onlar yalanladılar da
Biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik"[149]
Burada geçmiş bazı
toplumların durumları dile getirilmektedir. Bu âyetlerde, isyandan ve
haksızlıklardan anndrnlmış bir yeryüzünün nimetler açısından âdeta cennete
çevrileceği anlatılır.
Konumuz açısından esas
dikkatimizi çeken ikinci âyette İse şöyle denilir:
" Göklerde de
rızkınız ve size vâdedilen şeyler vardır".[150]
Bu âyetin üst
tarafındaki âyetlerde insanlar toplumsal güvenlik için mâlî görevlerini yerine
getirmeğe davet ediliyorlar, yeryüzünü ve kendilerini incelemeğe teşvik
ediliyorlar. Öyle anlaşilıyorki bu görevleri yerine getirenler göklerdeki
rızka da hak kazanacaklar. İnsan oğlu yeryüzünü ve kendisini incelemeden ve
burada huzurlu ve sağlam dayanaklara dayanmadan göklere atılım yapamaz. Yahut
çok sınırlı bir atılım içinde olur. Bu âyette insanlara göklerde rızıklari
olduğu haber verilmiş ve bu arada başka şeyler de vâdedil-miştir. Daha önceki
açıklamalarından da anlaşılacağı gibi müfessirlerin pek çoğu göklerdeki rızkı
yağmurla ve ondan ayrı olarak vâdedilen şeyi de cenımetle açıklamışlardır. Hiç
bir müfessir burada, bizzâtihi göklerde rızık ve nimet düşünmemiştir.[151]
Gökten rızık beklemek
ile göklerde rızık ve canlı hayatın varlığını dü-fünmek veya böyle bir şeye
inanmak ayrı ayrı şeylerdir. İslâm İnsanlara, flkydasız zühd olan birinci yolu
tavsiye etmedi ve kutup noktalarına kadar öffiünyayı işliyerek onun
nimetlerinden yemelerini emretti.[152]
Geçmişte ümmetler ise peygamberlik müessesesine tam inanabilmek veya onu
inkâra bir bulmak için hemen gökten yiyecekler ve servetler isteme yoluna
gitmiş-İktrdir. Havariler Hz. îsâ (S)'dan, içlerindeki şüphe kalıntılarını
gidermek gibi haklı bir sebeple gökten bir sofra isterlerken,[153]
Firavn; Hz. Musa gökten altun zînetler gelmiyor diye saltanatı karşısında
peygamberliği Ürece saydı.[154]
Mekkeli inkarcılar da aynı gelenekle Hz. Muhammed için benzer şeyler talep
ettiler.[155] Ona inananların ise hiç
bir zaman Miyle bir beklentileri olmadı ve onlar sâdece İlâhî emirlerin ve
aydınlatıcı Hgilerin peşine düşmüşlerdi. Hz. Muhammed (571-632 m)'in onlara
Söylediği şey ise; "Rızkı, arzın hazînelerinde arayın"[156]
demek olmuştu. Endülüslü müfessir Kurtubî 'nin de belirttiği gibi temel kaide;
çalışmak ve sebeplere sarılmaktır ve hiç bîr topluma gökten kaplarla ekmek ve
et indirildiği görülmemiştir. Bununla beraber bazı şahıslar, özel sebeplerle
İlâhî ikrâ-ıma mazhar kılınmış olabilirleri.[157]
Çalışmadan gökten
rızık beklemek ile göklerin ikt
Dünyada kendisine her
şey verilmiş olmasına rağmen tarihte insanlık gene de göklerden bir şeyler
ummuştur. O, bunu bir merak olarak veya aç gözlülüğünden yahut tembelliğinden
ummuş olabilir. Fakat onun, düşünen bir varlık olarak merak dürtüsüyle böyle
bir umut ve istek içine girmiş olması burada ağır basmış olabilir. Allah,
insanı, göklerde imkânlar olduğu bilincine erdirmek için bir mucize olarak
oradan bazı şeyler göndermiş de olabilir. Kendi nezdinden vahiy gönderen ve
burada onu konuşulan bir dile çevirip seslendiren Allah, bazı hikmetlerle ve
bizim bilemiyeceğimiz bir yoldan maddî birtakım şeyleri göklerden buraya
indirmiş olabilir. Vahyin gelişini imkân dâhilinde görenler, Onun tarafından
maddî bazı şeylerin gönderilmiş olabileceğini de imkân dâhilinde görebilirler.
Eğer Allah, maddî bazı şeyler gönderdiyse bunu, ihtiyaçları karşılamak için
değil ancak bir fikir vermek için yapmış olabilir. Kur 'an'da ve Hz. Muhammed
(S)'den gelen bazı haberler içinde geçen, konumuzla ilgili olabilecek bir kısım
olayları biz burada tarihî sırasıyla ele alacağız. Bu konudaki yorum ve
düşüncelere yer vereceğiz. [160]
Kur'an-ı Kerîm'de
geçen "inzal" fiili genellikle gökten ve yukardan yapılan indirme ve
gelişleri ifâde eder. Bu fiil vahiy gibi hem manevî ve hem de meselâ yağmur
gibi maddî nesnelerin indirilişi için kullanılır. Bu cümleden olarak, ilâhî
Takdirin, bir oluşum ve yaratmayı başlatmak üzere ilgili mahalline inmesi için
de bu fiil kullanılmıştır. Bu yolla ilâhı Emir bir oluşum ve bir varlık olarak
ortaya çıkmaktadır. Eğer ilâhî irâde bir şeyin olmasını isterse ona sâdece
"ol" der ve o da istenilen biçimde oluşup Olur[161]
Burada ya yokluktan bir varlık doğar, yahutta mevcut olan bir nesne başka bir
oluşum ve yapıyla ortaya çıkar. Kur'an'dan anladığım kadarıyla
"inzal" olayı, bir nesnenin mekân değiştirmesi ve yeni mekânda başka
bir oluşum veya nitelikte ortaya çıkması olayıdır. Bunun için, indirime tâbi
tutulan nesne başka nesneleri de bünyesi içine almış olabilir. Bazı nesneler
temel maddelerini yeryüzünden ve bir kısım cüzlerini de gökyüzünden almış olabilirler
veya bunun tersi de olabilir. Bir "inzal" olayında, İlâhî "ol:
kün" emrinin bulunduğunu unutmamak gerekir. Bu sebeple gökten gelişlerde
esas fâü dâima yüce Allah olmuştur.
Daha önce de bazı
vesilelerle değindiğim gibi, demir mâdeninin ve etleri yenilen sekiz çift ehil
hayvanın yaratılışları, Kur'an-ı Kerîm'de "inzal" fiiliyle ifâde
edilmiştir. Demir mâdeninin gökle bağlantısının vahyin bağlantısı gibi kesin
olduğu şuurunu vermek için olmahdırki her iki olay da aynı âyet içinde anlatıma
konu olmuşlardır. İlgili âyette bu olay şöyle anlatılır:
" Andolsun Biz
elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri
için onlara kitaplar ve ölçüler indirdik. Biz ayrıca, kendisinde hem çetin bir
sertlik ve hem de insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik. ."[162]
Bu anlatım tarzı,
demir cevherinin, vahiy gibi peyderpey bir toz hâlinde yeryüzüne indiğini gösterir.
Bu inme olayı, onun arzın yüzeyinden merkezine doğru çökelmesini de ifâde
edebilir. Bu olsa olsa ikinci bir safha olmalıdır. Vahyin ışığı ve onunla
konulan hükümler ve adaletle nasıl insanlığa bir yön ve düzen verilmek
isteniliyorsa bunun gibi gökten serpilen demir cevheriyle de yerküresi yapısal
olarak ve boşluktaki konumu itibariyle bir denge-( ye kavuşturulmuş olmaktadır.
Âyet bu iki olay arasında bir benzerlik kurmaktadır. Bazı tefsir kaynakları
Hz. Peygamber'in şöyle bir sözlerine
yer verirler:
" Allah, gökten
yeryüzüne; demir, nar (ateş), su ve tuz olmak üzere dört bereket
indirmiştir"[163]
Bu sözün Peygamber
(S)'e âidiyyeti doğruysa, demir gibi tuz mâdeninin de buraya uzaydan serpildiği
söylenebilir.
Ote yandan, erkeği ve
dişisiyle birlikte deve, sığır, koyun ve keçi olmak üzere sekiz çift hayvanm[164] ve
ayrıca da çeşitli giyimliklerin ve zînetlerin[165]
yaratılışları gene Kur'an'da, indirme anlamındaki bu "inzal: fiiliyle dile
getirilmiştir. Görüldüğü gibi burada olaya bazı canlı unsurlar da dâhil edilmiştir.
Daha önce de açıkladığımız gibi, hayvan ve bitki varlığının oluşumu ve
hayatlarının devamında başta güneş ve ailesi olmak üzere içinde bulunduğumuz
gökadanın elbet katkıları vardır. Biz burada dte-mir mâdeninde olduğu gibi
temel unsurun uzaydan indiğini söyliyemiytöir isek de bazı önemli veya hayatî
madde ve elementlerin oradan gelmiş olabileceğini söyleyebiliriz ki günümüzde
de bilim bu noktaya gelmiş durumdadir.
Müfessirlerin bir
kısmı bütün bu âyetlerde ve rızıkla ilgili diğer âyetlerde geçen
"inzal" fiilini, İlâhî emir ve takdirin mahalline gönderilişi ve
dolaylı olarak da yaratma, inşâ etme ve hazır hâle getirme anlamlarında efe
alırlarken diğer bir kısmı hayat ve rızık söz konsu olunca onu, bunlar üzerinde
en büyük etkiye sahip olan yağmurla açıklamıslardır. Bu arada, yenine göre söz
konusu fiili, insana üretim yollarının ilham edilişi biçimimde anlıyanlar da
olmuştur.[166] Bundan sonra ele
alacağımız konularda bütiâm bu anlam ve anlayışların göz önünde bulundurulması
elbetteki uygun çaktır. [167]
Hz. Âdem (S)'in, içine konulduğu cenneti, onun
yaratılışını koma alan başlık içerisinde daha önce ele almıştık. Eğer bu cennet
yeryüzünüm herhangi cennet gibi bir köşesi değil de göklerde bir yer ise
elbette bu takdirde Âdem ve Havva'nın bu dünyaya inişlerinden söz edilecektim.
Âdem bu arzküresi içinde ve burası için yaratılmıştır. Onun cennet gibi bir [
yere konulusu bu esası değiştirmez. Âdem önce burada yaratıldı. Cennette 1 konulusu
bundan sonra gelir. Hz. Âdem herhangi
bir gezegenden buraya bırakılmış olamaz. Eğer böyle olsaydı, o, daha işin
başlangıcında çok iltenü bir medeniyet ve sanayi ile tanışmış olur ve burada da
kısa süre de aynı oliat-' yi gerçekleştirme yoluna giderdi. Hatta o, içinden
kopup geldiği o yüksdk 1 medeniyetle temasa geçerdi veya onu buraya bırakan
medeniyet burada oma ! yalnız bırakmaz ve o günden bugüne dünya ile sürekli,
görünür ilişkiler ne girerdi. Bunların hiç biri olmadı. Âdem yüce Allah
tarafından, doğrudbm bu dünyanın âdemi olarak yaratılmıştır.
Âdem ve Havva'nın
buradan alınıp geçici süre için konulduklara cennet eğer göklerde bir yer ise
acaba bu ikisi oradan buraya tamamiyle elbisesiz, çıplak ve eşyasız olarakmı
gönderildiler? Daha ilk dönemlerde İbm Abbas (ö. 68 h/687 m)'dan başlıyarak bir
kısım müfessirler burada yâni dünyada kendilerine lâzım olacak bazı yolcu
beraberi eşyadan ve gene Adem'in oradan getirdiği meyve bitkilerinden söz
etmişlerdir. Dünyada çeşitli giyimliklerin yaratılışını konu alan âyette bu
yaratılışın "inzal: indirme" fiiliyle ifâde edilişine bakarak
bazıları, Hz. Âdem ve Havva'nın, beraberlerinde giyimlik eşyalar getirdikleri
zannına kapılmışlardr.[168] Bu,
itibar görmiyen bir yorum olarak kalmıştır. Âdem (S)'in beraberinde, demirden
mamul bazı eşya getirdiğini ileri sürenler, bir önceki ko-nuda geçen; demirin
ve mîzanın indirilişini ifâde eden âyete tutundular. Kaynaklarîbn Abbas (r.)'a
dayanarak Hz. Âdem'in, cennetten berabe-' rinde; örs, çekiç, kürek, kerpeten,
kırbaçrirrve-iğne gibi eşyalar getirdiğin den söz ederler.[169]
Hatta tarihçi ve hadisçi İbn Sad (ö. 230 h/845 m) bu eşyalara ek olarak İbn
Abbas'm adını vermeden Hz. Musa'nın asası ile Haceru'l-esved'i ve çam ağacını
yahut onun zamkını Âdem'in cennetten getirdikleri arasında kaydeder ve hatta bu
eserde verilen bilgiye göre Âdem bu getirdikleri edavâtm da yardımıyla ilk defa
iri bir bıçak ve daha sonra da Hz. Nûh 'un gemisinde kullandığı fırrnfyapa.[170] Sa V
bu bilgileri İbn Abbas'm adını vermeden nakleder. Allah'ın Hz. Âdem'e bütün
sanatları öğrettiği gene gelen haberler arasındadır.[171]
Sözkonusu bu eşyalar şüphesiz bir ev için veya yaban bir yerde yahut ilkel bir
sanayiye başlangıç için gerekli olan âletlerdir. Fakat hiç bir kaynak bu tür
haberleri Hz. Pey-1 gamber'e mâledememiş, bunlardan bazıları ancak en son İbn
Abbas (r.)'a bağlanabiimiştir. Öte yandan, birinci derecede sağlam hadis
kaynaklarında bu haberleri bulmak mümkün olmamaktadır.
Hz. Nûh 'un, gemisinde
kullandığı fırına gelince biz Kur'an-i Ke-rîm'den bu geminin bir fırm (tennûr)
yardımıyla çalıştığı sonucunu çıkarabilmekteyiz. Kur'an'da; fırın ateşlenince
geminin harekete hazır hâle geldiğinden açıkça söz edilmektedir[172]
İlgili âyette bu geminin, Allah'ın gözetim ve talimatı altında inşâ edildiği
anlatılmaktadır ki buna göre sözkonusu fırın ve ona âit kazanın Âdem
tarafından yapılmış olma ihtimali bulunmamaktadır. Bu, tamamiyle, ikinci Âdem
olarak da nitelenen Hz. Nuh'un eseridir. Ne varki o günki sanayi bunu yapacak
düzeyde olmadığı için Hz. Nûh bu konuda Allah'tan gerekli beceri ve bilgileri
almıştır.
Demirin indirilişinden
söz eden Kur'an âyetinde; kitapların ve bir de mîzanm indirilişinden söz
edilmiştir. "Mîzan"; terazi, denge ve ölçü gibi anlamlara geliyor ki
kutsal kitapların yanı sıra mîzanm indirilişi olayına başka bir âyette de
değinilmiştir!.[173] İbn
Abbas (r.), Katâde (ö. 118 h/736 m) ve diğer müfessirlerin çoğu buradaki
"mîzan"ı adalet olarak yorumlarlarken pek azı da bunu terazi denilen
o malum âlet olarak anlamışlardır. Bu anlayışın başını çekenlerden Mücâhid (ö.
100 h/718 m) âyete; terazi yapım ve kullanımının insana ilham edildiği
şeklinde anlam verirken gene bu kümede yer alan bazıları onu, doğrudan gökkten
terazi indirildiği biçiminde anlamışlardır.[174]
Ayetlerde sözü edilen
demir ve mîzanın indiriliş olaylarını, göklerden basit eşyanın gelişine yormak
elbettekİ doğru olmaz. Bunu, daha önce açıkladığım gibi yerküresi demir
cevherinin, toz hâlinde uzaydan buraya inişi ile açıklamak en doğru olur. Bunun
gibi buradaki "mîzan"ı da terazi ve diğer ölçüm âletleri olarak
görmek uygun bir anlayış değildir. Mizanı, insanlar arasında denge sağlıyan
adalet olarak anlamak elbetteki mümkündür. Fakat bu adalet ilkeleri Allah
tarafından gönderilen kutsal kitapların içinde olduğuna göre, onlardan ayrı
indiriliş konusu yapılan bu mîzanı nasıl onlarla açıklıyacağız? Mîzan, gene
Allah'ın ilhamı ile, kitaplara ek olarak peyam-berler tarafından yapılan
düzenlemeler olabilir. Mîzan, insanlığın ruhuna yerleştirilen tabii adalet
duygusu da olabilir. İlâhî kitaplarla peygamberler ve gene ilâhî kitaplarla bu
tabii adalet duygusu insanlığa yön verirler. Fakat biz mîzanı, toplumsal
hayatta olduğu gibi, yerküresi fizikî yapısında, coğrafyasında ve canlı
hayatındaki dengeler olarak da anhyabiliriz. Bu dengeler de mukaddes kitaplar gibi
İlâhî irâdeyle oluşturulmuşlardır ve her ikisinin de ihmali o iradeye ters
düşmekle kalmıyacak aynı zamanda beraberinde denge bozuklukları ve felâketler
getirecektir. Ancak Allah önceki kitapları Kur ' an içinde özetliyerek ve
onların özünü bu kitap içinde koruyarak onları yürürlükten kaldırmış ve
böylece dünyaya uzay çağı insanlığına uygun yeni bir kitap sunmuştur. Rahman
sûresinde göklerdeki dengeler için "mîzan" kelimesinin kullanılışı,
bizim yerküresi için burada da aynı şeyi düşünmemizi güçlendirmektedir.[175]
İddia edildiği gibi gökten bazı edevat buraya indirilmiş olsa bile sözkonusu
âyetleri bu basit eşyalarla açıklayıp onların değindiği o büyük oluşum ve
dengeleri görememek
Biz burada yeniden
Adem'in gökten getirdikleri şeyler konusuna dönüyoruz. Zehebî ve Hâkim gibi
hadisçiler Ebû Musa el-Eş'arî (r.) 'nin oğluna dayanarak şöyle bir haber
kaydederler:
"Allah Adem'i
cennetten çıkardığında onu cennet meyveleriyle donattı ve ona her şeyin
sanatını öğretti. Sizin şu meyveleriniz cennetin meyvelerindendir. Şu kadar
varki bunlar değişikliğe uğrar (bozulurlar, onlar ise değişikliğe
uğramazlar".[176]
Hz, Peygamber (S)'e
bağlanamıyan bu haberi, ilk râvinin nereden aldığını bilemiyoruz. Biz
kaynaklardaki bilgileri, kendi değelendirmelerimizle sizlere aktardık. Bilim
ilerledikçe neyin gerçek olduğu daha iyi ortaya çıkacaktır. [177]
Biz Hz. İbrahim (S)'e
gönderilen koçtan daha önce genişçe söz etmiştik. Ne Kur'an'da ve ne de Hz.
Peygamber (S)'in sözlerinde bu koçun gökten indirildiği şeklinde bir ifâde
bulunmamaktadır. Buna karşılık bazı haberlerde sözkonusu bu koçu Cebrail'in
getirdiği kaydedilmektedir. Göklerde canlı hayatın varlığını kabul eden İbn
Abbas (ö. 68 h/687 m) ve onu izliyen bazıları da bu koçun cennetten
gönderildiği görüşüne sahip olmuşlardır. Hz. Peygambere mâledilemiyen bu
görüşlerin nereden kaynaklandığını bilemiyoruz. [178]
Kavmi ile Hz. Musa
Mısır'dan Sina'ya geldiğinde buradaki Tûr dağı yamaçlarında Allah onları bazı
yiyecek ve içeceklerle nziklandırrr. Hz. Musa burada Allah'ın talimatı üzere
asasının darbesiyle 12 kaynak su elde eder. Gene bu sıralarda yüce Allah onları
belli bir bulutla gölgeler ve arkasından da onlara yukardan kudret helvasıyla
bıldırcın indirir. Bunlar Kur'an-ı Kerîm'de anlatılanlardır".[179]
Yahudiler Hz. Meryem veîsa'ya dil
uzattıkları zaman Hz. Peygamber, Allah'ın bu ikisine bazı mucizeler verip
ihsanlarda bulunduğunu söyler ve Allah'ın daha önce yahudilere indirdiği
bıldırcın ve kudret helvasını onlara hatırlatır.[180]
Kur'an'da bu iki nesnenin indirilişinden söz edilirken gökten bahsedilmez. Gölge
yapmak üzere gelen bulutun bu olayla bir ilgisi olup olmadığını da biz
bilemiyoruz. Muhtemelen bu sırada hava çok nemli ve boğanak idi ve sözkonusu
kuşlar uça-mayıp yerlere döküldüler; bu da mümkündür.
Kudret helvası (:
menn) aslında, havadaki nem ile çiçek tozlarının birleşmesi sonucu oluşan
süzülmüş bal gibi bir mâyidir. Bu karışım, ortamını bulunca ağaç yapraklan
üzerine yağmur gibi yağar. İbn Abbas (r.)'dan başhyarak müfessirlerin pek çoğu
sözkonusu kudret helvasının bu şekilde oluştuğu kanaatındadırlar. Bazıları onun
tatlı bir içecek ve bazıları da onun yufka ekmeği olduğunu savunurlar. Bu arada
sözkonusu tatlının kardan beyaz ve baldan tatlı olduğu da gelen haberler
arasındadır. Bıldırcın kuşuna gelince bazı tefsirlerde onu güney rüzgârlanmn getirdiği
yazılıdır. Kudret helvası o kadar çok ve bıldırcın o kadar büyüktürki istiyen
onlardan dilediği kadar alabilmektedir.[181]
Bunlar benim kanaatim dünyanın kendi nîmetle-rindendir. Onların gökten
geldiklerine dâir bir şey söylenmemektedir, fakat onlar yukardan inmişlerdir. [182]
Hz. Musa (S)'ya gelen
Tevrat levhalarını herkes bilir. Bunlar gökten yazılı olarakmı indirildiler
yoksa diğer kutsal kitaplar gibi vahyin yeryüzünde yazıya geçirilmesi ile mi
ortaya çıktılar? Kur'an'da bu levhalardan söz edilir. Buzağıya tapan milletine
kızan Musa, bundan sorumlu tuttuğu kardeşini hırpalamak için bir ara sözkonusu
levhaları yere bırakır ve öfkesi geçince de onlan yerden kaldırır.[183]
Kur'an'da levhaların gökten yazılı olarak indirildikleri söylenmez.[184]
Buna karşılık Taberî, Zemah-serî ve Kurtubî gibi şöhretli müelliflerin
eserlerinde zümrüt, zeberced veya yakut mâdeninden olan bu levhaların cennetten
geldiğine dâir görüşlere yer verilir. Hasan el-Basrî (ö. 110 h/728 m)'nin,
gökten gelen bu levhalann ahşap olduğu, görüşüne sahip bulunduğu
kaydedilmektedir. Zümrüt olan bu levhaların Cebrail tarafından getirildiğine
dâir görüşler de vardır. Cebrail aslında kutsal kitapların vahyini getirir.
Bunların yamsıra levhaların sert taştan olduğuna ve bu taş levhaların bizzat
Allah tarafından veya Onun emri üzere Cebrail eliyle nakşedilip yazıldığına ve
hatta bunların bezden olduğuna dâir görüşler de vardır. İbn Abbas (r.)'a
dayandırılan rivayetlere göre Hz. Musa Levhaları yere attığında bunlar kinlmış
ve onlardan pek çoğu alınıp göğe çekilmiş ve levhalardan ancak altıda biri gibi
az bîr kısmı yerde kalmıştır. Levhalardakİ özet bilgiden başka bütün ayrıntıların
ortadan kalktığına dair haberler de vardır. Tefsir kaynaklarında levhaların
boyut ve sayılarına da yer verilmektedir. İki levhadan 70 deve yükü levhaya
kadar sayı verilmektedir. Burada dikkati çeken şey, Levhalar hakkındaki bütün
bu rivayet ve görüşlerin içinde ibn Abbas, Hasan el-Bas-rîg Mücâhid, Mukatil ve
Saıd b. Cubeyr gibi şahsiyetlerin yer alması ve fakat rivayet zincirlerinin
başında Hz. Peygamber (S)'in bulunmamasıdir[185]
Buda haberlerin yahudilerden kaynaklandığım göstermekte veya en azından böyle
bir ihtimali güçlendirmektedir. Aynı rivayet ve görüşleri kitabına alan F.
er-Râzî (ö. 606 h/1210 m); Kur'an'm, sözkonsu Levhalar hakkında bu türlü
açıklamalar getirmediğim ve bu durumda onlar hakkında bir şey
söylenemiyeceğini, yazar.[186]
Yüce Allah m her şeye
kadir olduğu münakaşa edilemez. O, emir ve irâdesini, istediği yerde ve
istediği biçimde yazılı talimatlara dönüştürebilir. Fakat Levhalara geçen
vahyin göklerde yazıya dönüştürüldüğünü kabul edebi I cm iz için kesin deliller
gerekir. Diğer yandan Allah'tan doğrudan emir alan Musa (S), onlan burada
yazıya geçirme imkân ve iktidarına da sahiptir. Dahî tâli matla an. yukardan
yazılı olarak geldiği kanaati, pek çoklarında, vahyin kaynağı hakkında bir
şüphe uyandırabilir. İster istemez bu, bir kısmı insanların zihnine, bunların
göklerdeki muhtemel medeniyetler tarafından buraya alılmış olabileceği
şüphesini getirir. Inanmıyanlar için gerçi bahaneler çoktur ve onlar din
olayını burada insanların uydurduğu kanaatındadırlar. Fakat bu da onlara söz
fırsatı verir. Göklerde bir medeniyetin olması elbetteki hiç bir zaman Allah
'ı mâbud olmaktan çıkaramaz. Semavî dinler, insanın sâdece Yaratan 'a ibâdet
etmelerini istemişler, yer ve göklerin neresinde olurlarsa olsunlar, başka
varlıklara ibâdeti en büyük ve bağışlanmaz isyan saymışlardır. Kur'an-i Kerîm
bu türlü uyanlarla doludur. [187]
Bilindiği gibi Hz.
Meryem küçük yaşta teyzesinin kocası Zekeriyya(S)'mn görevli bulunduğu mabedin
bir odasında kalmaya başlar. Burası manevî gelişme için ayrılan küçük bir
odadır ki arap dilinde böyle yerlere "mıhrâb" denilir ve camilerin
mihrapları da küçük bir oda şeklinde oldukları için bu kelimeden isim
almışlardır. İşte küçük Meryem, muhtemelen mabedin bahçesinde olan böyle bir
odada hem bedenî ve hem de ruhî gelişmesini sürdürür. Bu dönemde ve onun
bölgesinde Hz. Musa (S)'nm dîni yürürlüktedir ve Hmstiyanlık, daha sonra, onun
oğlu Isa (S) tarafından getirilip tebliğ edilecektir. Kur'an-ı Kerîm'de ve onun
yanı sıra Hz. Muhammed (571-632 m)'in öğretilerinde bütün insanların saygıya
davet edildiği bu büyük kadının hayatı bir peygamber gibi mucizelerle doludur
ve bunların en büyüğü de o nezih kadının evlenmeden bir çocuk doğurmasıdır.
Onun yolundan gidip bekâr kalan rahibelerin ise evlenmeden bir çocuk doğurmaları
mümkün değildir. Bu olay hem Meryem 'in ve hem de oğlunun evet bu ikisinin
bizzat kendi milleti ve dindaşları tarafından hakaretlerle dolu
reddedilmelerine yol açmıştır. Daha sonra İslâm, Hz.
"Bunun üzerine
Rabbi, Meryem'e hüsnü kabul gösterdi ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.
Zekeriyya'yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriyya onun yanma, ibâdet
odasına her girişinde orada bir rızık bulur ve; Ey Meryem! Bu sana nereden
geliyor, diye sorardı. O da; bu Allah tarafındandır; Allah dilediğine sayısız
rızık verir, derdi".[188]
Bazı camilerin
mihraplarına da yazılan bu âyette sözkonusu edilen yiyecekler neden ibarettir
ve nereden gelmektedirler? Kur'an müfessirlerinin büyük çoğunluğu, odada
Meryem'in, yaz mevsiminde kış meyvelerini ve kış aylarında da yaz meyvelerini
bulduğunu yazarlar. Genellikle kaynaklarda meyvelerin cinsinden söz edilmez.
Ancak ilk tefsir müelliflerinden biri sayılan Taberî (ö. 310 h/922 m)
eserinde, çoğunlukla bu meyvelerin üzüm olduğuna dâir görüşleri kaydeder. Onun
yazdığına göre İbn Abbas (r.) bu üzümlerin ona bir sepetle gönderildiğini
söyler![189] Burada olağanüstü bir
olayın gerçekleştiğini gören Zekeriyya, bundan cesaret alarak, hanımı yaşlı ve
kısır olmasına rağmen Allah'tan bir çocuk isteme hevesine kapılır. Kur'an'da
anlatıldığına göre bunun üzerine kendisine Yahya isminde bir oğlan çocuğu verilir.[190] Hz.
Tefsircilerin pîri sayılan İbn Abbas (o. 68
h)'dan başlıyarak müfessirlerin çoğuna göre bu meyveler Hz. Meryem 'e cennetten
gelmektedirler. Gerek Hasan el-Basrî(ö.
110 h) ve gerek Zemahşerî (ö. 538 h/1443 m) Meryem 'in hiç ana sütü emmediğini
ve oun gıdasının bu cennet meyveleri olduğunu, söylerlerdi. [191]Gerçekte
Hasan el-Basrî sözkonusu bu meyvelerin gökten geldiği veya Cebrail
aracılığıyla getirildikleri görüşünü, savunur.[192] Bu
arada meyvelerin bazı müminlerce getirildiği görüşünü savunan râfizî e1-Cübbâî,
er-Râzî tarafından tenkitlere uğramış ve R â z î tarafından bu olayın tamamiyle
olağanüstü bir yolla gerçekleştiği vurgulanmıştır.[193] Bu
arada gene bazı kaynaklar Hz. Meryem'in, odada kilitli tutulduğunu ve gelen
meyvelerin de hiç dünyadakilere benzemediğini ve bütün bunların Hz.
Ze-keriyya'nm hayretine yol açtığını yazarlar.[194]
Eğer bu yiyecekler, göklerdeki bir yerden indirildiyse insanların onları hemen
cennete mâledecekleri ve onun dışında, hayat dolu başka âlemler
düsünemiyecekJeri açıktn\
Sözü edilen bu
yiyeceklerin Kur'an'da sâdece Allah tarafından verildiği söylenmiş ve bazı
müfessirlerin anlattıkları gibi onların gökten indirildiği açıkça
söylenmemiştir. İbn Abbas da dâhil olmak üzere bu görüşte olanlar böyle bir
bilgiyi nereden almışlardır? Bunu bilemiyoruz. Bazı tefsirlerde, Hz. Peygamber
(S)'in çok aç olduğu bir sırada, kızı Fâtıma (r.)'nın ona azıcık bir yiyecek
verdiği ve bunun kendiliğinden çoğalması üzerine de Peygamber'in, kızını
Hz. Meryem'e benzettiği kaydedilir.[195]
Hz. Meryem 'in
yaşadığı bölge, deniz ve kara yollan bakmr.ıdan dünyanın bütün mevsimleriyle
temasa geçilebilecek bir konumdadır. Ancak mucize ve kerametler için zorluklar
yoktur ve nice esrar daha henüz bilim ötesi olmaya devam edecektir ve bazı
şeyler de belki hiç bir zaman çözülemiyecektir. Hz. Meryem'e sunulan bu
yiyecekler, eğer bölge halkının yetiştirip ikram ettiği şeyler olsaydı bu olay
Kur'an'da önemli bir olay olarak verilmezdi. Daha küçük yaşta olağanüstü
gıdalarla beslenen Hz. Meryem kim bilir belkide böylece İlâhî nefha (: üfleme)
ile, evlenmeden bir çocuk doğurmaya hazırlanıyordu. Belkide yaşlı Zekeriyy a ve
aynı durumdaki ve üstelik kısır olan hanımı da bu gıdalardan yedikleri için
çocukları oldu. Yaratıcı Güc için aslında imkân söz konusu değildir. Ancak bu
Güç, kendisinin genel bir kanunu olarak varlık lan bazı hazırlıklardan geçirir.
Eğer bu gıdalar Hz. Meryem'e, göklerdeki bahçelerden derlenip getiriliyorsa bu
takdirde oralarda bir hayatı ve onun eşsiz nimetlerini düşünmeye bir engel
kalmaz. Eğer bu olay bir mucizeye bağlanacaksa ha yedi gökten ha dünyanın yedi
ikliminden gelmiş olsun arada bir fark olmaz. Âl-i Imrân sûresi 37. âyette
geçen: "Rabbi onu güzel bir nebat gün yetiştirdi" tarzındaki ifadenin
biz bu yiyeceklerle bir bağlantısı olup olmadığı konusunda da elbet bir şey
söyleyecek durumda değiliz. [196]
Kur'an-ı Kerîm'de Hz.
İsâ (S)'ya gökten indirilen bir sofradan söz edilir. Kur'an'ın en uzun
sûrelerinden biri olan Mâide, admı bu sofradan alınıştır. Bu surede
anlatıldığına göre; Havarilerin isteği üzerine Hz. îsa, Allah'tan bir sofra
göndermesini niyaz eder ve yüce Allah da ona olumlu cevap vererek istenen
sofrayı gökten indirir. Şimdi biz bunun ayrıntılarını Kur'an'dan izliydim:
" - Hani
Havariler; Ey Meryem oğlu Isa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilirini?
demişlerdi de o da; Eğer inanmış insanlar-sanız Allah'tan (Onun gücünden şüphelenmekten)
korkun, cevabım vermişti.
''"- (Bunun
üzerine) Onlar; IstiyoruzM biz ondan yiyelim de böylece kalplerimiz yatışsın,
senin bize gerçekten doğru söylediğini bilelim ve biz görerek ona şahitlerden
olalım, demişlerdi.
Bu konuda ayrıca
maddelerin yaratılması, maddelerde bölünme başlığına bak.
- Meryem oğlu îsa da düa ederek şöyle demişti:
Ey Allah, ey Rabbimiz! Gökten bize bir sofra indir ki o bizim için; bizim hem
bu ilklerden olanlarımız ve hem de bizden sonra gelecekler için bir bayram ve Senden
de bir mucize olsun. Bizi nzıklandır; Sen rızık verenlerin en iyisisin.
- Bunun üzerine Allah da şöyle buyurdu: Ben onu
size şüphesiz indireceğim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse Ben
kâinatta hiç kimseye yapmıyacağım bir azab ile onu cezalandıracağım".[197]
Bir konuşmasında bu
olaya değinen ve Kur'an'a ek açıklamalarda bulunan Hz. Muhammed(S)bu sofra
hakkında şu bilgiyi verirler:
" Sofra gökten,
üzerinde ekmek ve et olarak indirildi. Onlara; hiyânet etmemeleri ve sofradaki
yiyeceklerden ertesi güne bir şey ayırmamaları emri verildi. Onlar ise hıyanet
edip biriktirme yoluna gittiler; sofradan ertesi günler için yiyecek kaldırıp ayırdılar.
Bunun üzerine onlar maymunlara ve domuzlara çevrildiler.[198]
Olağanüstü istek ve
arzular karşılanınca bunun sorumluluğunun da büyük olacağı açıktır. Burada
sofrayla ilgili son âyette bu durum dile getirilmiştir. Orada sözkonusu edilen
ceza muhtemelen Hz. Peygamber 'in, ilgili konuşmasında açıkladığı bünye ve
şekil değişikliğine uğrama cezasıdır.
Tefsir kaynaklarında H
z. İsa 'nın bu sofrası hakkında geniş bir bilgi verilmektedir ki biz o
bilgileri Kur'an'da ve hadis kaynaklarında bulamıyoruz. Bu da ister istemez o
bilgilerin inandırıcılığım ortadan kaldırmaktadır.
Sofranın gökten
geldiği konusunda Kur'an'ın anlatımı açıktır. Fakat az sayıda da olsa gene de
bazı müfessirler, gökten bir sofra inmediği görüşüne sahib olmuşlardır. Onlara
göre, böyle bir sofra istiyenler, kendilerine gü-venemeyip verilecek cezadan
korktukları için bu isteklerinden vazgeçmişler ve sofra da inmemiştir. Büyük
çoğunluk ise bu sofranın indiği kanatındadır-lar. Bu sofra gökten inmiş olsa da
olmasa da konumuz açısından önemli olan bunun imkânı meselesidir. Hicrî ilk
asır âlimlerinden Hasan el-Basrt ve Mü-câhid (Ö. 100 h/718 m) sofranın inmediği
görüşünü savunan kişiler olarak gösteriIiyorlar ise de bu konuda onlardan
nakledilen görüşlerin de birbirini tutmadığı görülmektedir.[199] îlk
müelliflerden büyük çoğunluk Allah'ın, vaadine muhalefet etmiyeceği ilkesine
dayanarak sofranın indirildiği görüşünü savunmuştur ki ilk müelliflerden
Taberî (ö. 310 h/922 m) de bu çoğunluk içinde yer almıştır. Ondan sonra Harzern
ilinden Zemahşerî (ö. 538 h/113 m) ve onları izleyen diğerleri de hep bu görüşü
benimsediler.[200] İbn Abbas, Selmân
el-Fârisî ve Ammâr b. Yâsir (r.a) gibi sahabenin ileri gelenlerinden başhyarak
tefsirle ilgilenen hicri ilk asır bilginleri arasında da Hasan eUBasrî ve
Mücâhid müstesna aksi görüşü savunan çıkmamıştır. Az önce söylediğimiz gibi bu
ikisine âit haberler de birbirini tutmamaktadır.[201]
Gerek Kur'an'da ve
gerek Hz, Peygamber (S)'in daha önce sunduğumuz hadisinde sÖzkonusu sofranın
doğrudan gökten indirildiği açıkça söylenmişken, çoğunluktan ayrılan bazıları
sofranın cennetten geldiği görüşünü savunmuşlardır kiAmmar b.Yâsir ve Katâde (ö.
118 h) bu kanaatta-dırlar.[202] Şu
kadar varki Ammâr (r.)'in Hz. Peygamber'den rivayet ettiği yukardaki ilgili
hadiste bu sofranm geldiği yer gök olarak ifâde edilmiştir. Konumuz açısından
gök ve cennet ayrı ayrı şeylerdir. İnsanlar genellikle faraza gökten gelen
yiyecek ve hayvanları cennetin dışında bir yere mâlede-mezler. Cennet ise bu
dünyadayken beşeriyetin erişemiyeceği bir âlem olduğu için konumuz açısından
bizi burada, erişebileceğimiz göklerin imkânları ilgilendirmektedir. Bazı
tefsir kaynaklarında yazıldığına göre Hz. İsa 'ya; bu sofradakilerin dünya
yiyeceklerinden rni yoksa cennet yiyeceklerinden mi olduğu sorulur. O verdiği
cevapta; "Onların ne dünya ve ne de cennet her ikisine de âit
olmadıklarını, bu yiyeceklerin Allah'ın sâdece ol emri ile yarattığı şeyler
olduğunu'1 söyler.[203]
Allah'ın gücü sözkonusu olunca söylenecek hiç bir şey olmaz. Şu kadar varki
Kur'an'daki ifâdeye bakılırsa bu sofra gökten indirilmektedir. Bu da bizi,
sofrada sunulan yiyeceklerin, göklerde muhtemel bitkisel ve canlı hayata âit
mahsul ve ürünlerden olacağı düşüncesine götürür. Şüphesiz ki Allah aynı
yiyecekleri dünyanın imkânlarından da derleyip sunabilir. Daha önce de
söylediğim gibi eğer mucize sözkonusu ise onun yön ve sahası önem taşımaz.
Kur'an-ı Kerîm'de,
Hz.İsa'ya sunulan sofrada ne gibi yiyeceklerin bulunduğuna değinilmezken
Hz. Peygamber'in ilgili sözlerinde,
sofradakilerin ekmek ve etten ibaret olduğu bildirilmiştir. Bu iki çeşit
yiyecek Hz. Peygamber'in kendi hayatındaki basit sofralara da uygundur. Acaba burada
Peygamber (S), et ve un olmak üzere bu iki nev'iden mamul çeşitli yiyecekleri
mi kasdetmektedir. Onu bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa o da tefsir
kitaplarında, bugün dahi zenginlerin özellikle sabah sofralarında zor
bulunduracakları mükellef bir sofradan bahsedilmiş olduğudur. Onlardan, hadiste
olduğu gibi basit bir sofradan söz edenler de olmuştur. Bize mükellef bir sofra
tarifesi verenler bunu Hz. Peygamber'den almadılarsa onlar, gökten Allah
tarafından indirilen bir sofranın basit olamıyacağı noktasından hareket etmiş
olmalıdırlar veya bu bilgileri ehli kitaptan almış bulunmalıdırlar. İbn Abbas
(r.) genellikle ekmek ve balıktan ve bazan da tirit yemeğinden bahseder. Hicrî
birinci asır ile ikinci asrm ilk çeyreğinde yaşamış olan Savîd b. Cubeyr (ö. 95
h), Süddî ve Ata gibiler ise sofrada et, balık ve hatta ekmek de hâriç olmak
üzere her şeyin bulunduğunu söylerler. Bunların sâdece et ve ekmekten söz eden
hadisten haberleri olmasa gerekir. Kaynaklarda birbirinden az farklarla verilen
ve Kurtubî 'nin eserinde Selmân el-Fârisî (r.)'ye mâledilen mükellef sofra
tarifesi genelde şöyledir: Pulsuz ve kılçıksız balık, Balığın baş tarafında
tuz, kuyruk tarafında sirke, balığın çevresinde pırasa hâriç bütün sebze
çeşitleri. Beş adet çörek; birinin üstünde zeytin, diğerlerinden her birinin
üstünde bal, tereyağı, peynir ve sucuk. Bazı kaynaklarda çöreklerin üstüne
konulanlar biraz değişiktir. Meselâ çöreklerden birinin üstünde beş nar
tanesi, bir diğerinde hurmalar ve ötekinde de yumurta vardır. Sofranm ayrıca
görülmemiş enfes bir koku yaydığı da söylenmektedir.[204]
Bazı kaynaklarda
halkın korkudan, önce bu sofraya oturamadıklan ve Isa peygamberin de bunun
üzerine onu fakirlere, körlere, kötürüm ve cüz-zamlılara ve diğer hastalara
ikram ettiği ve ondan yiyen bütün bu hastaların hepsinin iyileştiği kaydedilir.
Sonra da bunu gören herkes sofraya üşüşür. Gene bazı kaynakların verdiği
bilgiye göre, sofra bir kere değil çok kereler ve hatta gün aşırı olarak
yahutta 40 gün veya daha çok süreyle sabah- akşam olmak üzere günde iki kere
inmiş ve sofradan binlerce kişi yemek yemiştir. 40 günden sonra sofranın sâdece
fakirlere tahsis edildiğine dâir görüşler de vardır. Sofranın bir özelliği de
yenilenlerin hiç eksilip tükenmemesidir ki biz bu özelliğe, ileride göreceğimiz
gibi, Hz. Muhammed (S)'in bazı mucize sofralarında rastlarız.
Kaynaklar sofranın
geliş ve gidiş şekli hakkında da bazı bilgiler vermektedirler; Sofra yuvarlak
şekilde ve kırmızı renktedir. O, İki bulut arasında ve üstünde bir örtü ile
gelmekte ve geri giderken de insanlar onun gölgesini bile izlemektedirler.[205] Bu
tür sofraların İsa peygamberden sonra bazı kişilere daha indiğine dâir iddialar
da vardır.[206]
Kur'an-ı Kerîm'de ve
Hz. Peygamber'in açıklamalarında yer almıyan bütün bu teferruatın o günki hıristiyanlardan
alındığı açıktır. Aslı Kur'an'da yer alan bu olayın ayrıntıları hakkında ilgili
toplumdan rivayetler toplamak yadırganacak bir şey değildir. Tefsir
müelliflerinin daha sonra, hıristiyan kaynaklarına değil de bu ilk asır
müslüman araştırmacılarına dayandıkları anlaşılmaktadır. Sözkonusu rivayetler
içerisinde bazı doğrular olsa bile onları tarih ve rivayet bilimi açısından
sağlıklı kabul etmemiz mümkün değildir. Fakat burada konumuz açısından önemli
olan bu ayrıntılar değil olayın aslıdır. O da Kur' an-ı Kerîm'de ve Hz.
Peygamber 'İn bir açıklamasında yer almıştır. Bu sofranın hangi âlemlerin
ürünlerinden donatıldığını bilmiyoruz ve onun mâhiyeti hakkında da hiç bir şey
söyleyemiyoruz. Bu önemli bir olay ve bir vakıa olmasaydı Kur'an'da yer almazdı.
İlâhî Yüce Güc onları buradamı yaratmıştır yoksa onları, içinde hayat ve
nîmetler bulunan ve gene kendi eseri olan başka bir âlemdenmi getirmiştir?
Kaynağı keşfedilmeden bu sofra bir gayb ve îman konusu olmaya devam edecektir.
Eğer Hz. İsa rûh olarak değil de ölmeden bedenen göklerde bir yere
götürüldüy-se o bu sofranın kaynağına ve dünyadayken tattığı o nimetlerin içine
götürülmüş olmalıdır. [207]
Her peygamberin hayatı
olağanüstü olaylarla doludur. Aslında vahye muhatab olmak bütün mucizelerin
üstünde bir olaydır ve mucizeler onun yanında bir peygamber için daha hafif
kalmaktadırlar. Bizim ise aklımız, daha çok, tabiat kanunlarıyla
açıklayamadığımız mucizelere takılır. Hz. Muhammed (S)'in hayatında da her
peygamber gibi mucizeler olmuştur. Şu kadar varkİ İslâm dininde bizzat
Kur'an'in kendisi en büyük mucize sayılmış ve insanlar diğer mucizelerin değil
Kur'an'ın peşinden gitmeye davet edilmişlerdir. Peygamberin Kur'an'da anlatılan
mucizelerinden biri "İsrâ" olayıdır. Hz. Muhammed bir gece Mekke'den
Kudüs'eğitmiş ve kendisinin anlattığına göre oradan da göklere çıkıp
dolaşmıştır ki onun yolculuğunun göklerle ilgili bölümü küçük bir istisna
dışında Kur'an'da anlatılmamaktadır. Göklere çıkma olayına ise
"mîrac" denilmektedir ki bu herkesçe bilinir. Mîrac olayı manevî
unsur ve remizlerle dolu bir olaydır. Bazı kavramlar bize böyle bir yolla
anlatılmış olabilir. Bu anlatımlardan konumuz açısından bazı ip uçları elde
etmek mümkündür. Bİz konuyu işte bu yaklaşımla ele alıyoruz.
Biz Hz. Peygamber'in,
gökleri dolaşırken karşılaştığı nehirler hakkında daha önce bilgi vermiştik.
Peygamber bu nehirlerden söz eder ve sonra da Cebrail ile eriştiği en son nokta
olan ve bir ağaçtan ismini alan "Sidretü'I-müntehâ"da veya daha ileri
bir yerde bulunduğu sırada kendisine bazı içecekler sunulduğunu, anlatır ve
şöyle der:
" Bana üç kadeh
getirildi. Onlardan birinde süt, diğerinde bal, ötekinde de şarap vardı. Ben
içinde süt olan kadehi seçtim ve onu içtim. Bana; sen tam kendinin ve ümmetinin
yaratılışına uygun olanı seçtin, denildi"
Önde gelen hadis
kaynaklarından Buhârî'den aldığım bu hadis Müslim'in kitabındaki hadisten biraz
farklıdır. Oradaki kayda göre; Hz. peygamber'e, süt ve şarap olarak iki tür
içecek sunulur ve bunlar da Beytü'l-mâmur denilen ibâdet evinin bulunduğu
mekânın ötesindeki bir gökte sunulmuşlardır. Hatta Müslim'deki bir başka hadise
göre de bu içecekler kendisine daha Kudüs'deyken Cebrail eliyle takdim
edilmiştir.[208] Bazı tefsir
kaynaklarında ise bu sunulan içeceklerden biri su olarak gösterilir.[209]
Eğer biz bunları maddî çerçevede ve kendi aslî tabiat ve nitelikleriyle ele
alırsak bu takdirde göklerde süt, bal ve şarap gibi içecek ve yiyecekleri
meydana getiren hayvan ve bitki türünden canlı bir hayatm varlığını düşünmekten
kendimizi alamayız. [210]
Sidre; Trabzon hurmasına benzeyen Arabistan kirazı
denilen bir ağacın adıdır. "Sidretü'I-müntehâ" son sidre ağacı
anlamına gelir.
Kur'an'da
anlatıldığına göre Hz. Peygamber (S) bir defasında Cebrail (a.s.)'i bu ağacın
yanında görmüştü. "Cennetü'1-me'vâ" denilen ve sığınma cenneti
anlamına gelen cennet bu son ağaç noktasına yakın bir yerdedir veyahutta
bundan sonra böyle bir cennet âlemi başlamaktadır. Bu konunun anlatıldığı
Kur'an âyetlerinde şöyle denilir.
-O (Muhammed)
andolsunki onu diğer bir defa da Sidretü'l-müntehanın yanında görmüştü.
- Cennetü'î-me'vâ da
onun yanındadır.
- Ki o zaman Sidreyi
kaplayan kaplamıştı" .[211]
Sidre gerçekten bir
ağaçmıdır ve o neden bir âlem ile diğer âlem arasında bir sınır teşkil
etmiştir? Sidre Hz. Peygamber'in miraçla ilgili bir anlatımından Öğrendiğimize
göre 7. göğün üst noktasında bir yerdedir ve burada kendisini, az önce
kaydettiğimiz son âyette de işaret edildiği gibi bir sis ve bir bulut
kaplamıştır. Onun hadis kaynaklarından Nesâî'de kaydedilen sözleri aynen
şöyledir:
"Sonra ben yedi
göğün üstüne çıkarıldım. Biz orada Sidretü'l-müntehâ'ya vardık. Orada beni bir
sis (bulut) kaplayıverdi"[212]
Sözkonusu âyette Sidre
ağacı kaplanmışken bu anlatımda bulut Hz. Peygamber 'İ kaplamış olmaktadır.
Öyle anlaşılıyorki "Sidre" aralarında pek çok farklar olmakla beraber
gene de benzer fizikî ve maddî özellikler taşıyan yedi gök âleminin bitiş
noktasını işaretlemektedir ve bundan sonra da Arş ve çeşitli cennetler gibi çok
daha değişik özellikleri olan âlemler başlamaktadır. Burada "Sidre"yi
ve dolay isiyle Hz. Peygamber'i örten sis ve bulut, bu iki farklı âlemler
arasını dolduran ve birinden ötekine görüntüyü engelliyen ilk basit madde
kalıntıları ve ilk basit gazlar olabilir. Diğer bir değişle bu bulut âlemi,
göklerin ilk duman hâlinden[213]
kalma ve herhangi bir değişikliğe uğramamış bir kalıntı tabakası olabilir.
Burada ağaçtan söz edildiğine göre bu bulut gerçek yağmur bulutu olarak da
düşünülebilir. Eğer Arş altındaki tamamıyla sudan ibaret bir âlem olan su
göğünün[214] buharı buraya kadar
sarkıyorsa orası zaman zaman bulutlara gömülmüş olabilir. Belkide burası su
âleminden çıkan hidrojen bulutlarıyla yedi göğün oluşmaya başladığı bu evrenin
ilk var oluş noktasıdır. Peygamber tüm evrene bu noktadan bakmış olmalıdır.
Sidre'nin ne olduğuna
gelince Hz. Peygamber (S) onu bize gerçek bir meyve ağacı gibi tanıtmıştır.
Biz bu ağacı onun dilinden dinleyelim:
"Sonra Cebrail
beni Sidretü'l-müntehâ'ya çıkardı. Gördümki onun meyveleri Hecer bölgesi
testilerine, yaprakları da fil kulaklarına benziyor"[215]
Hadisçi Müslim'in
kitabında Hecer bölgesi kaydı bulunmamaktadır.[216]
Hecer, Arabistanın bugünki Birleşik Emirlikler tarafına doğru me-cûsî yerleşim
bölgesiydi ve bu bölge halkı, eski dinlerinde kalmak şartıyla peygamberin
devletine tâbi olmuşlardı.[217]
Eğer "Sidre" gerçek bir ağaç ise şüphesiz o tek bir ağaçtan ibaret olmayıp
bir türü temsil edecektir.
Hz. Peygamber'in
" Görmüyormusun
Allah nasıl bir misâl veriyor? Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit ve dalları
gökte olan güzel bir ağaca benzer.
O ağaç, Rabbinin
izniyle her zaman yemişini verir durur. Düşü- nüp öğüt alsınlar diye işte Allah
insanlara böyle meseller getirir".[218]
Burada Allah'a iman ve
Onun Peygamber aracılığıyla gönderdiklerini kabul sözü (: kelime-i tevhid)
güzel bir ağaca benzetilmiştir. Acaba bu sâdece bir mesel midir? Yoksa
göklerde her an meyve veren böylesi ağaçlar var da mesel onun üzerine mi
kurulmuştur? İşte ben, müfessirlerin düşünmedikleri bu hususu düşünmekten
kendimi alamamış bulunuyorum. Benzetme böyle bir ağaçla yapılmış olsa bile bu
mesel mânevi boyutlarından bir şey kaybetmiş olmaz. Bu takdirde de gene biz,
göklerde çok değişik türden bir iklim ve tabiat şartları olan ve zamanın çok
hızlı akıp gittiği bir hayat ortamını düşünmekten kendimizi alamayız. Öyleki
bu ortam içinde bir meyvenin oluşması için geçen zaman sâdece bir
"an" dan ibaret kalacaktır. Tam bir İslâmî İman hududu içine giren
bir kimse her an meyve veren bu ağaç gibi her an güzel ve makbul iş ve ameller
üretip ortaya koyacaktır ki burada söz-konusu ağaç misâli ile esas anlatılan
işte budur. [219]
İnsanlar uzak ve hele
zengin ülkelere gittiklerinde yakınları onlardan bazı hediyeler bekler ve
ayrıca da dönüşlerinde onlara gittikleri yerler hakkında merak ettikleri bazı
şeyleri sorarlar. Hz. Peygamber de göklere bir sefer yaptığını ilân edince
ister istemez bazı sorularla karşılaştı. Hz. Muhammed (S)'in
" Seleme
es-Sukûnî anlatıyor: Bir adam; yâ Resûlellah! Gökten bir yiyecek getirdinmi,
diye sordu da Resûlüllah; evet getirdim, dedi. Adam (hayretle); neyle getirdin,
deyince, Peygamber, sahanla getirdiğini söyledi. Oradakiler hep birden (ve merakla);
senden o yiyecekten bir şey arttımı, dediler. O da; evet dedi. Bu sefer adam,
bu artana ne olduğunu sordu. Peygamber de; o, göğe kaldırıldı, (çünki) bana
sizin aranızda fazla kalmıyacağım ve sizin de benden sonra uzun süre
kalmıyacağınız, bildirildi, dedi"[220]
Hadisçi Dârimî (ö. 255
h/869 m) bu konuşmayı kaydettiği başlığa "Resûlüllah'in gökten indirilen
yiyeceği ikram etmesi" admı verdi. Onun tesbit ettiği konuşmada, yiyeceğin
konulduğu sahan kaydı bulunmamaktadır. Hz. Peygamber'in miraçtan getirdiği tek
maddî şey bu olsa gerek. Hadisin son ibarelerinden öyle anlaşılıyorki bu gelen
yiyecekten devamlı yiyenler çok uzun bir ömür kazanacaklardı. Oysa insanların
burada çok uzun yaşamaları istenmemektedir. Muhtemelen göklerde bu yiyeceklerle
beslenenler çok uzun bir ömre sahip oluyorlar.
H z. Isa 'nm sofrasına
inananların buna inanmamaları için hiç bir sebep bulunmaz. Ancak ne varki bu
yiyeceği gökten Hz. Peygamber'in kendisi alıp getirmiştir. Bununla beraber îsa
gibi onun ayağına getirilen sofralara ilişkin haberler de az değildir. Biz
şimdi bu tür haberler üzerinde duracağız. [221]
Pek çok kaynakta, Hz.
Peygamber (S)'in az miktarda bir yiyecekle, onda hiç bir eksilme olmadan, çok
sayıda kişiyi doyurduğundan söz edilir. Hadisçi Dârimî böyle bir olayla ilgili
bir hadisi bir önceki konuda sözünü ettiğimiz; "gökten gelen yiyeceklerin
ikramı" başlığı altında vermiştir. Değişik kaynaklarda yer alan bu
hadisin metni şöyledir:
" Semüre h.
Cundeb şöyle anlatmıştır; Peygamber (S) bir tepsi tirit yemeği getirip
topluluğun Önüne koydu. Onlar sabahtan öğlene kadar nöbetleşe bu tiritten
yediler. Bir küme insan doyup kalkıyor, diğerleri gelip sofraya oturuyordu.
Birisi Semure'ye; Bu nereden ve nasıl arttırılıyor, diye sordu. O da, eliyle
göğe işaret ederek, neden şaşıyorsun? Bu, ancak şuradan arttırılıyor, dedi"
Bazı rivayetlerde
herhangi bir yiyecek çeşidinden söz edilmemekte ziyafet süresi de değişik
verilmektedir.[222]
Burada göğe yapılan işaret, onun, Allah'tan olduğu, anlamına gelebileceği
gibi, sözkonusu bu yiyeceğin bizzat gökten çoğaltıldığı anlamına da gelir.
Bu yukardaki olaya
benzer bir başka olağanüstü olay da Buhârî ve diğer pek çok hadis kaynağında
yer almaktadır. Anlatıldığına göre; H z. Peygamber'in çok aç olduğunu gören Ebû
Talha, annesi Ümmü Süleym (r.a)'e, yalnızca Peygamber'e yetecek kadar yiyecek
hazırlatır ve
Resûlüllah'in
hizmetinde olan Enes (r.) aracılığıyla onu davet eder. Resûlüllah (S)
yanındaki herkesi alarak davete gidince Ebû Talha telâşa düşer ve durumu
Peygamber'e bildirir. Resûlüllah bir bereket duası yapar ve Ebû Talha'ya,
insanları 10'ar 10'ar içeri almasını söyler. Bu şekilde 70 ve bir rivayete göre
de 80 kişi yemek yediler ve ev halkı da doyduktan sonra gene de yiyecekler
arttı.[223] Hendek kazımı sırasında
da gene buna benzer bir olayın geçtiği anlatılmaktadır.[224]
Bunlara benzer bir başka olay da bazı tefsir kaynaklarında kaydedilmektedir.
Hz. Peygamber'in kızı Fâtima (r.) kendi ailesinin ihtiyacına rağmen babasına
bir yiyecek hazırlar. Bu yiyecek o kadar artıp çoğalırki hem Peygamber ve hem
de Ali (r.) ailesi ondan yeyip doyarlar ve kalanı da komşulara ikram ederler.
Peygamber, bu bereketin nereden geldiğini kızma sorduğunda oHz. Meryem gibi
cevap verir ve bunun üzerine babası onu Meryem'e benzetir.[225]
Bir diğer mucize de
bir sefer sırasmda Hz. Peygamber'in içinde az su kalan bir su kabına elini
daldırıp bereket duasıyla parmakları arasında su akıtması ve bu şekilde 300
kişinin su ihtiyacını temin etmesidir.[226] Bu
nasıl olmakta ve bu şekilde su nasıl oluşmaktadır! Bir kişilik bir yiyecek
nasıl sürekli yenilenip 100'e yakın insanı doyuracak miktarlara ulaşmaktadır!
Bunlar bizim için bir sır olmaya devam ediyor. Yalnız şu bilinmelidirki bunlar
bir sihirbazlık işi değildir. Burada gerçekten yeyip doyan ve içip suya kanan
insanlar vardır. Sürekli yenilenip oluşan bir yiyecek insanlar tarafından
bîz-zat ele alınıp yenilmektedir. Bu, göz boyama değil gerçekten bir karın doyurmadır.
Bu, bir doygunluk hissetmek değildir. Bunlar, göklerin imkânlarına dikkat
çekmek için, Allah tarafından oranın imkânlarından mı sunuluyorlar? Yoksa Onun
yüce gücü bunları o andamı yaratıyor? Bunu bilemiyoruz. Bildiğimiz bir şey
varsa o da Allah'ın Peygamberler eliyle sunduğu mucizelerle insanlığa bazı
işaretler verdiğidir. Belkide burada Peygamber elindeki güçle havanın oksijen
ve hidrojenini birleştirip onları parmaklarından su olarak akıtıyordu. Bizler
aslında, farkında olmadığımız çok yüksek güçlerin içinde yaşıyoruz. Peygamber bazan
elleriyle temizlediği bir kaynaktan da bu şekilde su fışkırtmış olabilir. [227]
Sahih hadis
kaynaklarının pek çoğunda, Hz.
Peygamber (S)'in küsûf (: güneş tutulması) namazını kılarken epey bir
süre namaza ara verip eliyle yukardan bir şeyler almaya çalıştığı ve sonra
yeniden namaza devam ettiği kaydedilir. Göğe doğru elini uzatıp oradan bir
şeyler yakalamaya çalışan Peygamber'in, daha önce hiç yapmadığı bu tutumu
cemaatta bir şaşkınlığa yol açar ve namazın sonunda kendisine bunun sebebi
sorulur. O da bu soruya:
" Ben cenneti
gördüm. Oradan meyve salkımı almaya çalıştımsa başaramadım. Eğer onu elime
geçirebilseydim, hiç eksilmeden, dünya durdukça ondan yiyecektiniz" [228]cevabını
verir.
Bu olay, Hz.
Peygamber'in oğlu İbrahim'in defni sırasında vuku bulan güneş tutulması
dolayisiyle kılınan bir zikir namazı içerisinde oldu. Resûlüllah gökten
kendisine doğru sarkıtılmış üzüm veya diğer bir meyve salkımını almaya
çalışıyordu. Onu halka ikram edecekti, fakat olmadı. Her nedense bu ve benzeri
bütün olaylarda gökle veya cennetle bağlantılı olan yiyeceklerin bitmez
tükenmez vasıfta oldukları veya ara verilmeden her an yenilenip
tekrarlandıkları dile getirilmektedir. Biz diğer önceki misâllerde de hep bunu
görüyoruz. Burada Hz. Peygamber'e uzatılıp gösterilen meyve salkımı acaba
gerçek cennettenim uzatılmıştır yoksa ona başka dünyaların bahçelerinden mi
bir şeyler gösterilmiştir? Eğer burada sözü edilen gerçek cennet ise o bizim
bu araştırmamızın dışında kalacaktır. Güneşin tutulduğu bir sırada uzayın
derinliklerine doğru görüş mesafesinin de derinleşeceği bir gerçektir. Hz.
Peygamber bu namaz sırasında hem göklerin derinliklerini ve hem de oğlunun
gideceği cenneti düşünmüş olmalıdır. Manevî yükseliş merhalesinin belli bir
basamağında onun gözünün önündeki maddî bazı engellerin kalkmış olması da
sözkonusudur ve bu durum Peygamber ve peygamberler (s.a.) için
yadırganmamalıdır.
Burada göklerde hayat
ve rızık konularını bitirmiş olduk ki aslında bu iki konu birbirinin
tamamlayıcı s ıdıriar. A1l a h 'in yüce gücü tartışılmaz. Bizim dünyamızda
hayatı başlatıp çeşitlendiren ve her çeşidin kendine has ihtiyaçlarını
eksiksiz yaratan İlâhî Güç, buna benzer, belki daha basit belki daha yüksek seviyede
başka âlemler, başka dünyalar da yaratmış olabilir. Uzayda yakın komşu dünyalar
ve bize komşu olmayan ve fakat aynı göğü paylaştığımız uzak dünyalar
bulunabilir. Bitirdiğimiz bu bölüm içerisinde gördüğümüz konular bizde göklerde
pek yalnız olmadığımız kanaatini meydana getiriyor. Fakat biz içinde hayat
olan herhangi bir dünya ile bağlantı kuramadığımız sürece gene de bir şüphe
içinde olmaya devam edeceğiz. Eğer oralarda bizimkinden daha yüksek
medeniyetler kurmuş dünyalar varsa onlar şimdiye kadar bizimle temasa geçmiş
olmalıdırlar. Yoksa onlar bizim varlığımızdan haberdarmıdırlar? Eğer böyleyse
bizi ilgilenmeğe değmeycek kadar ilkelmi buluyorlar? Kur'an-ı Kerîm'de
insanlığa verilen değere bakılırsa bizim önemsiz ve ilkel olmamız düşünülemez.
Gerçekten bu Ki t ab insanlığa en büyük önemi vermiş ve onu sâdece bu dünya
canlıları arasında değil aynı zamanda kâinat içinde de çok değerli bir yere
oturtmuştur. Yalnızca bu dünyanın değil, olabildiğince kâinatın imkânları da
bu insanlığa sunulmuştur ki bu da dünyamız insanlığına Yüce Rab tarafından en
büyük önemin verildiğini gösterir. Gerçekte kâinat her yerdeki ve her seviyedeki
medeniyetlerin tüm ihtiyaçlarını karşılıyacak imkânlara sahiptir ve bizim de bu
kâinat içinde önemli bir yerimiz vardır veya biz kendi türümüzde bu kâinatın
en önemli varlığını oluşturuyoruz. Yüce Rab tarafından insanlığa, onun kendi
içinden elçiler veLevh-ı mahfuz'dan da kitaplar gönderilmesi ona verilen değeri
gösteriyor. Bizatihi son kitap Kur'an'da insanlığa ve onun hayatma verilen önem
en açık biçimde ortaya çıkmıştır? Bu kitapta insanlığa verilen yön ve ondan
istenen hayat biçimi ona verilen büyük önemin bir kanıtıdır. Biz göklerdeki
hayatla ilgili sorulara ise cevap verecek durumda değiliz.. Fakat bildiğimiz
bir şey varsa oda insanın kendini, göklerde başka dünyalar düşünmekten
alakoyamadığı ve göklerdekileri dâima kendinden daha mükemmel olarak
düşündüğüdür.
Biz göklerin tüm
meleklerine ve selâmımızı alabilecek tüm canlılarına 'Selâm" diyoruz.
Bundan sonra biz Kur'an ve hadisler çerçevesinde, göklerin, dünyamız insanlığı
tarafından fethini ele alacağız. [229]
[1] Bakara, 2/26; Bu âyetin
açıklaması için "Kur'an'da insanın Kâinatı araştırıp öğrenmeğe
yöneltilmesi" başlığına bak.
[2] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 391-394.
[3] İlgili âyet ve hadisler
için, Suyun yaratılışı ite Su Âlemi, başlıklarına bak.
[4] el-Hcysemî,vni/131.
[5] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar,
42, Eşribe, 2; Müslim, İman, 264; Nesâî, Salat, 1; Bir sözlerinde de Peygamber
cennet nehirlerinin Arş'tan çıktığını söyler. Bak. İbn Mâce, Zühd, 39.
[6] Buhârî, Tevhid, 37.
[7] Fussılet. 41/12.
[8] Beyhakî, el-Rsmâ ve's-Sıfât,
380; Kurtubî, 1/257.
[9] Kurtubî, XV/345; Taberî,
XXIV/64; F. Râzî, XXVII/107; Katâde'nin görüşünü sâdece Kurtubî kaydeder.
[10] Taberî, :XXVII/12; Suyûtî,
el-Hey'e, v. 2/a; F. Râzî, XXVIII/239; Kurtubî, XVII/6I-62.
[11] Hûd, 11/7.
[12] Ebû Dâvud, Sünnet, 18; İbn
Mâce, Mukaddime, 13; Bagâvî, IV/29, No. 4454; Hâkim, 11/378; Zehebî, 11/378;
Suyûtî, el-Hey'e, v. 5/b, 6/a.
[13] Taberî, XXVIII/99.
[14] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 395-399.
[15] Ankebût, 29/22.
[16] Fâtir, 35/44.
[17] Yûsuf, 12/105.
[18] Al-i Imran, 3/83.
[19] Nûr, 24/41.
[20] Enbiyâ, 21/19.
[21] Rûm, 30/18.
[22] İsrâ, 17/44.
[23] Bak. İbn Kesîr, 11/379;
Kurlubî, X/266 vd; F Râzî, XX/218 vd.
[24] Rad, 13/15.
[25] Nemi, 27/87.
[26] Zümer, 39/68.
[27] Bak. Taberî, XXIV/20-21;
İbnu'l-Cevzî, VI/195.
[28] Rahman, 55/29.
[29] Âyetin tefsiri ve değişik
istekler için bak Kurtubî, XVn/166.
[30] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 399-404.
[31] Dilci müfessir demek,
Kur'anı arapçamn incelikleriyle açıklayıp bunun için başka ilimlere ihtiyaç
duymiyan, demek.
[32] Nahl, 16/49.
[33] Zemahşerî, III/I50.
[34] İbnu'l-Cevzî, IV/454.
[35] F. Râzî,XXVII/170.
[36] Kurtubî, X/113.
[37] F. Râzî, XX/44; Ayrıca bak.
Neysabûrî, XIV/72; Kurtubî, X/l 13.
[38] En'am, 6/38.
[39] Râgıb el-Isbahânî, 237.
[40] Fâtır, 35/45; Nahl, 16/61.
[41] Nûr, 24/45.
[42] Melekler ve Cinler,
başlığına bak..
[43] İbn Kesîr, III/278.
[44] Kurlubî,XII/291.
[45] îlk maddelerin ve suyun
yaratılışı, konusuna bak.
[46] F. Râzî,XXIV/16.
[47] Şûra, 42/29.
[48] Bak. Tabcrî, XXV/20;
Kurtubî, XVI/29; İbn Kcsîr, IH/278.
[49] Zemahşerî, IH/150; F. Râzî,
XXVII/170; Neysabûrî, XXV/42; Ebu's-Suûd, VIII/32.
[50] Talak, 65/12.
[51] İlgili hadisler ve
müfessirlerin görüşleri için "Yerlerin Sayısı" baslığına bak.
[52] Bak. Kurlubî,XVIII/174-I75.
[53] Tirmizî, Tefsir, 57,1 ;
Ahmed. Müsned, 11/370; Taberî, XXVII/124; Kurtubî, 1/259-260.
[54] Beyhakî, el-Esmâ, 389-390;
Hâkim, 11/493; Zehebî, 11/493; Suyûtî, el-Dürru'1-mensûr, VI/238; Kurtubî,
1/260; Bu sözün İbn Abbas'a isnadını zayıf bulanlar ve hatia onu
İsrâ-iliyyattan almış olabileceği ihtimali üzerinde duranlar da vardır. Bak.
Neysabûrî, XXVI-11/94-95; Mevzuât-ı Aliyyu'1-Karî, 37, (tere. Ahmed
Serdaroğlu), Ankara 1966; el-'Aclû-nî. Keşfu'1-Hafâ, 1/113, Beyrut 1351.
[55] Bak. Taberî, XXVIII/99;
İbnu'l-Cevzî, VIII/300.
[56] Taberî, XXVIII/99; Suyûtî,
el-Dürrü'I-Mensur, VI/238; İbn Kesîr, IH/518.
[57] Hâkim, IV/569; Zehebî,
İV/569 (Haşiyede).
[58] Bak. Kurtubî, XI/283,
XVI1I/174-I76, XIX/228; F. Râzî, XXX/40; İbnu'l-Cevzî, VIII/300.
[59] Suyûtî, el-Dürr, VI/239.
[60] Bakara, 2/30.
[61] Bu görüş için bak.
"Yeryüzünde insanın ortaya çıkışı" başlığı.
[62] Sad, 38/26.
[63] En am, 6/165; Yûnus, 10/14,
73, A'raf, 7/69, 74; Nemi, 27/62; Fâtır, 35/39.
[64] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 405-412.
[65] İbn Mâce, İkame, 180,
Mukaddime, 20; Ebû Dâvud, İüm, 1.
[66] Tirmizî, İlim, 19.
[67] Hâkim, Müstedrek, 1/465;
Zehebî, Tcihîs, 1/465.
[68] İbn Mâce, Mukaddime, 10;
Ahmcd, Müsned, V/182; İbn Hıbban, Sahîh, N/55, No. 725.
[69] Buhârî, Ezan, 150; San'anî,
U/199.
[70] EbûDâvud, Melâhım, 10;
Tirmizî, Kader, 16, Fİten, 21, 38; İbn Mâce, Fiten. 29.
[71] İbn Mâce, Filen, 33;
Tirmizî, Fiten, 59, Tefsir, 19.
[72] Tırmizî, Dıyât, 8; Bağâvî,
11/508, No. 2601.
[73] İbn Mâce, Düa, 14.
Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri
Tefsiri, Erkam Yayınları:412-415.
[74] Yasin, 36/28.
[75] Tevbe, 9/26,40; Ahzâb, 33/9.
[76] Âl-i İmran, 3/124-125;
Enfâl, 8/9; Tefsir için bak. Zemahşerî, H/194, V/94; İbnu'l-Cevzî, IH/416..
[77] Âİ-ı İmran. 3/125.
[78] Taberî, IV/54-55; Kurtubî.
İV/198; İbn Kesîr, 1/316.
[79] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 415-416.
[80] Kchf, 18/65-82.
[81] İbn Mâce. Filen, 11.
[82] Bııhârî, İlim, 16; İbn
Hıbban, VIII/36, No. 6187; Kurtubî, XI/10-16.
[83] Hızırın öldüğünü savunanların
delili için bak. Taberânî. cl-Mu'cem el-Kebîr, XH/279, No. 13110.
[84] Kıırtubî. XI/10-16, 41 vd. ;
İbnu'l-Cevzî, IX/168.
[85] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 416-418.
[86] Müslim, Cihad, 58; Ayrıca
bak. Zehebî, el-Megâzî, 85.
[87] Bak. Buhârî, Bed'ül-halk, 6,
Menâkıbu'I-Ensar, 42; Müslim, îman 259-264; İbn Hıbbân, Sahih, I/İ28, No.47.
[88] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 418-419.
[89] Ahmed, 1/297.
[90] Ahmed, 1/297.
[91] Hâkim, 11/556; Zehebî, Telhis,
11/556 (haşiyede).
[92] İbn Sa'd, 1/14; Taberî,
XXIII/53-56; Zcmahşerî, V/120; İbn el-Cevzî, VII/77; F. Razî, XXIII/53-56; İbn
Kesîr, III/178.
[93] İbn Sa'd, 1/36.
[94] Hâkim, 11/556; Zcmahşerî,
V/120-125; Kurtubî, XV/104-107; îbn Kcsîr, 111/178; İbnıTl-Cevzî, VII/77.
[95] F. Râzî, XXVI/158; Kurtubî,
XV/107.
[96] Taberî, XXIII/53-56;
Zemahşerî, V/121; Kıırtubî, XV/I04 vd..
[97] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 419-421.
[98] Bıı fiil için ayrıca
"Maddelerin yaratılması, Maddelerde bölünme" başlığına bak.
[99] Zümer, 39/6; Bu sekiz çift
hayvan için bak. En'âm, 6/143-144.
[100] Bak. Zemahşerî, V/155; F.
Râzî. XXVI/245; Kurtubî, XV/235.
[101] İbn Mâce, Mukaddime, 13, Ebû
Dâvud, Sünnet, 18; Bagâvî, IV/29, no. 4454; Hâkim, 11/378; Suyûtî, d-Hey'e, v.
5/b; Zehebî, Telhis, 11/378.
[102] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 421-422.
[103] Tur, 52/4.
[104] Müslim, İman, 259; Ayrıca
bak. Ncsâî, Salat, 1; Taberî, XXVII/IO.
[105] San" anî, Musannef,
V/28.
[106] Buhârî.Tevhîd, 37.
[107] Taberî, XV/11; İbn Kesîr, IH/388.
[108] İbnu'l-Cevzî, VIII/46-47.
[109] Kurtııbî, XVII/59-60.
[110] Taberî, XXVIII/99.
[111] İbnul-Cevzî, IV/387.
[112] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 422-424.
[113] Fatiha, 1/7; Mâide, 5/3.
[114] Âl-İ İmran, 3/103.
[115] İbrahim, 14/34; Ayrıca bak.
Nahl, 16/18.
[116] Rızk" kelimesinin
geçtiği yerler için bak. M. Fııad Abdülbakı, el-MıfcemıTl-Müfehres
li'l-Kıır'an, "Razaka" md..
[117] Kurlubî, IX/6.
[118] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 425.
[119] Nahl, 16/14; Câsiyc, 46/12;
Hacc, 22/65.
[120] İbrahîm, 14/32.
[121] Sad, 38/36; Sebc', 34/12.
[122] Zuhruf, 43/13-14.
[123] İbrahîm, 14/32-34; Güneş ve
ayın tashîri için ayıca bak Rad 13/2.
[124] İbn Kesîr, 11/269.
[125] Ebu's-Suûd, Tefsir, VIH/70.
[126] Ebu's-Suûd, Tefsir, VIH/70.
[127] Lokman, 31/20.
[128] Âl-imran, 3/191.
[129] F. Râzî, VITI/140.
[130] Câsiye, 46/3.
[131] Hûd. 11/6-7.
[132] F.Razî,XVII/188.
[133] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 426-430.
[134] Yûnus, 10/31; Nemi, 27/64;
Sebe\ 34/24; Fâtır, 35/3.
[135] Bak. F. Râzî, XVII/86;
Nesefî, 11/162; Kurtubî, XIV/322.
[136] Taberî, XXII/64; Kurtubî,
XVl/298; Ayrıca bak. Zemahşerî, III/ll.
[137] Taberî, IV/139-140;
Kıırtubî. XV/343.
[138] Sebe',34/2; Ayrıca bak.
Hadîd, 57/4.
[139] bak. Zemahşerî, V/58; F.
Râzî, XXV/239-240; Kurtubî, XIV/259; İbıı Kesîr, III/I20.
[140] A'raf, 7/96; Tefsir için
bak. Zemahşcrî, 11/122; Kurtubî, VH/253.
[141] Hıcr, 15/20; Ayrıca bak.
Miinâfıkûn, 63^7; İbnu'l-Cevzî, IV/392.
[142] Zümer, 39/63; Şûra, 42/12;
Tefsir için bak. Taberî, XXIV/16; İbn Kutcybe. 391; İbııu'I-Ccvzî. VII/194;
Kurtubî, XV/274; İbn Kcsîr, III/228.
[143] Müminûn, 40/13.
[144] Hadîd, 57/10.
[145] Mâide, 5/66.
[146] Necm, 53/39.
[147] H. Basrı Çantay mezkur
kelimeyi 'ikt
[148] îbn Kuteybe, 144; Taberî,
VI/197; Zemahşerî, 11/38; f. Râzî, XII/47; ibnu'l-Cevzî, 11/395; İbn kesîr,
f/533; Kurtubî, VI/241; Ebu's-Suûd, IH/60.
[149] A raf, 7/96.
[150] Zâriyat, 51/22.
[151] Taberî, XXVI/126-127
Zemahşerî, VI/35; E Râzî, XXVIII/208; İbnu'l-Cevzî, VIII/34; Kurtubî, XVII/41;
Ebu's-Suûd, VIII/I39.
[152] Mülk, 67/15.
[153] Mâide,5/112-115.
[154] Zuhruf, 43/51-53.
[155] İsrâ, 17/90-93.
[156] İbnHacer,
el-Matâlibel-~Aliyye, 1290; Kurtubî, XII1/15.
[157] Kurtubî, X1I1/15.
[158] Necm, 53/39.
[159] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 430-435.
[160] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 436.
[161] Bakara, 2/177; Âl-i İmrart,
3/47, 59; En-âm. 6/73: Nahl, 16/40; Meryem, 19/35; Yasin, 36/82; Gâfir, 40/68.
[162] Hadîd, 57/25
[163] Zemahşerî. VI/86; E Râzî,
XXIX/242; Kurtııbî, XVII/26O.
[164] Zümer, 39/6.
[165] Araf, 7/26.
[166] Râgıb el-Isbahânı, 744;
Zemahşcrî, V/155; F. Râzî, XIV/51, XVII/120, XXVI/245\, XX°IX/242;
İbnu']-CcvzîT IH/181, IV/41, VII1/174; Kurtubî, VII/I84, VIII/354, X/li5,,
XV/235; İlâcın indirilişi için bak. İbn Hıbbân, 11/621,6039.
[167] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 436-438.
[168] Bak. Kurtubî, VIİ/184.
[169] Tabcrî, XXVH/137; F. Râzî,
XXIX/241-242; İbnu'I-Cevzî. VIII/174; Kurtubî, XVII/260-261; İbn Kuteybe, 454;
Zemâh^erî, VI/86 (Bu son iki müellif İbn Abbas'ın adını vermezler).
[170] İbn Sa'd, 1/35.
[171] Hâkim, Müstedrek, 11/543,
Zehebî, Telhis, 11/543.
[172] Hûd, 11/40; Muminûn, 23/27.
[173] Hadîd, 57/25; Şûra, 42/1S.
[174] Taberî, XXVI/137; Zemahşerî,
VI/86; F. Râzî, XXIX/241; İbn eİ-Cevzî, VII/280; Kıırtııbî, XVI/15; İbn Kesîr,
III/455.
[175] Rahman, 55/7; Buradaki
mîzanı da ölçü âleti olarak anhyanlar olmuştur. Bak. Nesefî, Tef-sîr, IV/208;
İbnu'l-Cevzî, VIII/107; Ebu's-SuÛd, VIH/177.
[176] Hâkim. 11/543; Zehebî,
Tehlîs, 11/543.
[177] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 438-441.
[178] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 441.
[179] Bakara, 2/57; Araf, 7/160;
Tâha, 20/80
[180] Ebû Dâvud, Akdıya, 27.
[181] A'râf, 7/145, 150, 154.
[182] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 441-442.
[183] A'râf, 7/145, 150, 154.
[184] Levhaların bizzat Allah
taralından yazıldığına dâir bir hadis de rivayet edilmektedir. Bak. Taberî,
IX/45-46 Kurtubî, VII/281. Tabii bunu gerçek anlamında kabul etmek mümkün
değildir..
[185] Görüşler îçso bat Taberî,
K/46; Zemahşerî, 11/134; İbn el-Cevzî, 111/258; Kurtubî. VII28I,288.
[186] F.Râd,XIVİ237.
[187] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 442-443.
[188] AI-i İmran, 3/37 444.
[189] Taberî, III/165-166.
[190] Âl-i İmran, 38-41.
[191] Zemahşcrî, 1/172; el-Basrî
için bak. İbnıı'l-Cevzî, 1/380; Zekeriyya tarafından bakımı üstlenildiğindc
Meryem'in sütten kesilmiş olup olmadığı hakkındaki görüşleri çin bak. E Râzî,
VIIİ/29.
[192] Taberî, 111/166; Suyûtî,
el-Dürr el-Mensûr, 11/20-21
[193] F.Râzî, VIII/30-31.
[194] Zcmahşerî, 1/172;
İbnu'l-Cevzî, 1/380; E Râzî, VIII/30.
[195] Zemahşerî, 1/172; Suyûtî,
e!-Diirr, 11/20-21.
[196] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 444-446.
[197] Mâide, 5/112-115.
[198] Tirmizî, Tefsir, 7; Bagâvî,
III/414, No. 39%; Teberi, VII/86 vd. Kurtubî, VI/372; İbn Ke-sîr, 1/563.
[199] Bak. Taberî, VII/86-88;
Zemahşerî, 11/55; F. Razı, XII/132 vd.; Kiirtubî, VI/366-370; İb-nu'1-Cevzî,
11/458-462; İbn Kesir, 1/563-564.
[200] Taberî, VII/86-S8;
Zemahşerî, 11/55.
[201] Bu salıabe için bak.
Kurtubî, Vl/370-372; İbnu'l-Ccvzî, 11/459-462; Taberî, VII/S6.
[202] Taberî, VII/86-88: Ammar ve
Katâda için bak. İbnu'l-Ccvzî, 11/459-462.
[203] Zemahserî, U/55; İbnıf
1-Cevzî, "59-460; F. Râzî, XIi/133; Kurtııbî, VI/370 vd.
[204] Bak. Zemahşerî, 11/55; F.
Râzî. XH/133; Kurtubî, VI/370; İbnu'l-Cevzî, 11/459-460; Ayrıca bak. Taberî,
VII/86 vd.
[205] Sofranın tüm özellikleri İçin
bak. Tabcrî, VII/86; Zemahşerî, 11/55; F. Râzî, XII/133; İb-nu'1-Cevzî, VI/371,
372, 458-462; Kurtubî, Vl/366-370.
[206] Kurtubî, VJ/372-373.
[207] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 446-450.
[208] Buhârî, Eşribe, 12;
Mcnâkıbu'l-Ensar, 42; Müslim, İman, 259, 264, 272.
[209] ibn Kesîr, 11/357-360.
[210] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 450-451.
[211] Necm, 53/13-16.
[212] Nesâî, Saiat, 1.
[213] Fussilct, 41/11; Geniş bilgi
için "İlk maddeden bulutsu kütleye geçiş" başlığı ile "Yer ve
göklerin tek kütle hâli" başlıklarına bak.
[214] Hud, 11/7; Geniş bilgi için
"Su âlemi" başlığına bak.
[215] Nesâî, Salat, I.
[216] Müslim, İman, 259; Ayrıca
bak. İbn Kesir, 11/357.
[217] Celâl Yeniçeri, îslâmda
Devlet Bütçesi, 200,242, 304.
[218] İbrahim, 14/24-25.
[219] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 451-454.
[220] Ahmed, Müsned, IV/10;
Dârimî, Mukaddime, 9.
[221] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 454-455.
[222] Dârimî, Mukaddime, 9;
Tirmizî, Menâkıb, 50 (Ha. No. 3625), Bâb fî âyât-ı isbâiı'n-nu-buvve, 5; Bağâvî
IV/121, No. 4644; Hâkim, 11/618; Zehebî, 11/618.
[223] Buhârî, Al'ıma.6, Menâkıb,
25; Müslim, Eşribe,141-l42; Mâlik, Muvatta, Sıfat en-Nebî, 19.
[224] Müslim, Eşribe, 141.
[225] Zemahşerî, 1/172-173; İbn
Kesîr, 1/279.
[226] Buharı, Menâkıb, 25.
[227] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 455-456.
[228] Buharı, Küsûf, 9, Nikâh, 88,
Ezan, 91; Müslim, Küsûf, 9-10, 17; Nesâî, Küsûf, II, 17; Mâlik, Muvatta',
Küsûf, 2; Ahmed, Müsned, V/137; İbn Hibban, Sahih, IV/21S, 223, No. 2830,2842.
[229] Prof. Dr. Celal Yeniçeri,
Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 456-458.