Abd:4

Abede:4

Abese:5

Abkarî:5

A'caz:5

A'cemî:5

Adem:6

Âdin El-Ûlâ:6

Âdiyât:6

Adl:7

Adl:7

Afüv:7

Ağlâl:7

Ah:7

Ahbâr:8

Ahd/Ahid:8

Ahdan:8

Ahidnâ:8

Âhır:9

Âhiret:9

Ahkab:10

Ahkâf:10

Ahlâm:10

Ahlede ilel ard:10

Ahmed:11

Ahsanet:11

Ahsenü'l-Kasas:11

Ahvâ:12

Ahz:12

Ahzâb:12

Aile/Ail:13

Akabe:14

Aqaluhu:14

Akd, Ukud:14

Akıl:14

Akîb:14

Aqibeyh:14

Akifun:14

Akrın:15

Âl:15

Âlâ:15

Ala harfin:16

Alak/Alaka :17

A'lâm:17

Alem:17

'Âlemîn:17

Âlî:18

Allah:18

Allahu Ekber:20

A'mâ:20

Amed:20

Amilet eydina:21

Amin:22

Ân:22

An Yedin.22

A'nab:22

Anet:22

Ani:22

Anittum:22

Ânifen:22

A'rab/Arab:23

Arabi:23

A'raf:23

Arafat:23

Ârıd:24

Arız:24

Arş:24

Arz. 24

Arz Ve Semavat:25

Arz-ı Mukaddes :25

As'as:25

Asbahû:25

Asf:26

Asfâd:26

Ashâbu'l-Eşhâs:26

Ashâbu'l-Eyke:26

Ashâbu'l-Fîl:27

Ashâbu'l-Heyâkil:27

Ashâbu'l-Kâlib:27

Ashâbu'l-Karye:27

Ashâbu'l-Kehf:27

Ashâbu'l-Meş'emeh:27

Ashâbu'l-Meymene:27

Ashabu'l-meymene- Ashabu'l-meş'eme:28

Ashâbu'l-Uhdûd:30

Ashâbu'l-Yemîn:31

Asıl:31

Âsin:31

Asr :31

Aşâ:31

Aşiyy:31

Atet:32

Atîd:32

Atvâr:32

Âvâ:32

Avân:32

Avev:32

Âyet:32

Ayeynâ:34

Ayn-i Hamie:34

Azab:34

Âzerahu:34

Azife:34

Azîz:35

Azm:35


Abd:

 

Abd kelimesinin en genel mânâsı, ibadet ve kulluktur. "Ubûdet" ve "Abed" masdarlanndan gelir. "Abîd" ve "Ma'bûd" vasıflarını da kapsar. Ubû­det, ubudiyet ibadet, kulluk ve itaat mânâsına gelir ki, "ubd", ehassı (en dar anlamda) ibadet, eammı (en geniş anlamda) kul­luktur.

"Ubûdet" Arap dilinde tezellül (aşağılama) mânâsına gelir. Ubudiyet, alçalmayı açığa vurma, ibadet de bunun daha kuvvetlisi olarak tevazu, alçak gönüllülük ve saygının en son derecesidir. Bu nedenle müfessirlerin çoğu bunu tevazu ve alçak gönüllülüğün; son sınırı olarak tefsir etmişlerdir. Bu da sebebini sormadan tam ita­at mânâsına gelir. Ebû Hayyân, ibadetin her şeyden soyutlanarak Allah'a yönelme manasında oldu­ğunu nakleder. Aynı şekilde Kamus'u şerh edene göre de ibadet, hırs ve gadap mânâlarına gelen "abed" maddesindendir.

İbadet, Allah'ın razı olduğu şeyi yapmak, ubudiyet (kulluk) ise Allah'ın yaptığına razı olmak diye tefsir edilmiştir. Şeriat dilin­de ibadet, niyete bağlı olarak ya­pılmasında sevap olan ve Allah'a yakınlaşmayı ifade eden özel bir itattir. İtaat, niyete bağlı olsun ol­masın veya kimin için yapıldığı bilinsin bilinmesin yapılması ha­yırlı olan işi/ameli yapmaktır. Kur'ân okumak, infak etmek, sa­daka vermek, vakıf yapmak veya benzeri işler, niyete bağlı olmayan ameller olarak yapılan işler bir ita­at ve Allah'a yakınlaşmadır ama şer'î anlamda bir ibadet değildir. Şer'î anlamda ibadet, insanın ruh ve bedeniyle içi ve dışıyla şu­urlu bir şekilde yalnızca Allah için yapılan bir itaat ve yakınlaş­madır.

 

Abede:

 

Fatiha: 1/5’de “na'budu” kelimesinin kökü “abede”dir. İbadet, ubudiyyet, âbid ve ma'bûd kelimeleri de ondan türemiştir.

Emrini tutmak, ibadet etmek, tapınmak, çok muhterem tutmak, perestiş etmek, köle etmek, esir etmek, boyun eğdirmek, tâbi kılmak, hükmü altına almak, ıslah etmek, tekamül ettirmek, ilerletmek, işe yarar hale getirmek, muteber hale getirmek, kendini vermek manalarına gelmektedir.

“Abede” kavramının Kur'an'da çeşitli manaları olup bunları şöyle sı­ralayabiliriz: [1]

1- Bilmek

“Ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsin­ler diye yarattım.”[2]

Hâzin bu ayette geçen (liya'budûni) kelimesine, (liya'rifûnî=beni bilsinler) manasını vermektedir. Çünkü Allah, cin ve insanları yaratmasaydı, O'nun varlığı bilinmeyecekti.

Böylece Hâzin, Allah'a ibadeti bilgiye dayandırmakta veya bilgi ile kulluğu aynîleştirmektedir. Ona göre kulluk, bilmek demektir.

Muhammed Esed de aynı fikri savunmaktadır. Ona göre, bütün akıl sahibi varlıkların yaratılmasındaki temel amaç, onların Allah'ın varlığını tanımaları ve bundan dolayı kendi var oluşlarını bilinçli olarak O'nun iradesi ve planı ile uyumlu hale getirme isteği duymalarıdır.

Işıe bu iki aşamalı tanıma ve isteme kavramlarıdır ki, Kur'an'ın "kulluk" olarak tanımladığı şeye derin anlamını verir.[3]

2- Birlemek

İbn Abbas'a göre Kur'an'da ibadet kavramı, birlemek anlamına gelmekte­dir.[4] Tevhid inancı olmadan (Allah birlenmeden) kulluk yerine getirilemez. Nesefî de İbn Abbas'ın görüşünü naklederek, tevhid ile abd kavrammı birleş­tirmektedir. Hâzin ile Nesefî'nin görüşlerini bir araya getirirsek şöyle bir sonuca varabiliriz: Bilgiden kalkan ve tevhidde konaklayarak insanı Allah'a yaklaştıran gönül oluşumuna, kulluk denmektedir. Demek ki kulluk için birlemek, birlemek için de bilmek gerekiyor.

3- İtaat Etmek

Ibn Abbas “ya'budu” kelimesine “yutî'u” manasını vermektedir. Kul­luk yapabilmek için itaat şarttır. İtaat edilmeyen varlığa kulluk edilmiş olmaz.

Demek ki insanlar ve cinler, Allah'ı bilmek, birlemek ve itaat etmek için yaratılmışlardır. Bilgi, insanının uğruna yaratıldığı bir değerdir. Var olmanın temelinde sadece Allah'a ibadet etmek vardır. Bilgisiz, tevhidsiz ibadetin bir şeye yaramayacağı da bir gerçektir.

4- İbadet Etmek

“Abede”, dini Allah'a has kılarak yapıldığında ibadet, Allah dışında bir varlığa yapıldığında ise 'şirk' olduğu için tapınmak'ta. Fatiha: 1/5'teki “iyyâke na'budu=yalnız sana ibadet ederiz” ifadesi, başka ayetlerde şöyle geçmektedir:

“Allah size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi em­retmiştir.”[5]

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi emretti.”[6]

 

Abese:

 

Abese, yüzünü ekşitti, buruşturdu, demektir.

Abese, "abs" ve "ubus", hu­zursuzluktan yüz burkulması anlamındadır. Yüzü ekşi­mek, burun kıvırmak, çehre dürülmek olarak da tabir olunur, Kâmûs şarihinin beyanına göre müteaddi (geçişli) olarak da kul­lanılır ki, yüz ekşitmek, surat et­mek, surat asmak, çehreye dürmek, kaşını çatmak tabirleriyle ifade edilir. Lâzım olarak "Abese vechehu" denilir. "Yüzü ekşidi" demek olur.

Müteaddi olarak da "vech"in nasbıyla yüzünü ekşitti demek olur. Bizim buna ekşime veya ek­şitme dememiz pek ekşi veya bu­ruk bir şey yenildiği zaman yüzü buruşturması nedeniyledir. Ge­nellikle "yüzü ekşidi" denilirse de, yerine göre sadece "ekşidi" denilmekle aynı mana ifade edil­miş olur. "Falan gelince, falan ek­şidi" denilirse, yüzü ekşidiği, onun gelmesinden hoşlanmadığı anlaşılır. Burada da böyle bir yüz zikredilmeyerek "Abese" buyurulmuştur. Yani hoşlanmadı, ek­şidi demektir.

 

Abkarî: 

 

Abkarî, türlü nakışları olan halı mânâsmdaki "Abkariyetun" kelimesinin çoğuludur. Ferrâ şöyle der: Abkarî, kalın halılar demektir. Ebû Ubeyd de şöyle der: Nakışlı olan her elbise, Araplara göre abkarîdir. Abkarî, nakış yapılan yere, (yani Abkar'a) mensup demektir.

Ebussuûd ve bazı müfessirlerin beyanına göre Abkar, Arab'ın batıl inancına göre bir cin bölgesinin, beldesinin is­midir. Arablar, yabana, acaib gör­dükleri her şeyi ona nisbetle tasvif ederek "Abkarî" derler. Mecmu'u'l-Buldân'da şu açıklama var­dır. "Abkar" dolu, yani buluttan inen donmuş sudur. Ayrıca de­mişlerdir ki, cinnin oturduğu yer­dir. Meselde "Keennehum cini ab­kar" denilir.

Merrarı Adevî şöyle demiştir.  

"Tanıdın mı Tibrak ile Abkar'ın Şessa vadisi arasındaki yurdu? Yok­sa inkar mı ediyorsun."

A'şa da şöyle demiş;

"Olgunlar ve gençler olarak Ab­kar'ın Cinleri gibidirler."

Zu'r-Rumme şöyle der:

Hattâ, yüksek yerlerde bulunan bahçelere, sanki azamet ve ululuk, Abkar nakısından elbise giydirmiştir.[7]

 İmru'1-Kays ise şöyle demiş;

"Kum taneciklerinin uçuşmaları esnasında çıkardıkları ses, Abkar'da sayılan paraların çı­kardıkları ses gibidir."

Kuseyyir de şöyle demiştir;

"Sanki onlar Abkar'da siyah vahşi cinler gibidirler.

Bir şeye yöneldiklerinde onu kaçırmazlardı."

Bu beyitlerin izahında demiş­lerdir ki:

"Abkar" Yemen toprakla­rındadır. Bu göstermektedir ki orası, kuyumcularıyla meşhur ol­muş özel bir bölgenin adıdır. Ku­yumcuları olduğuna göre buranın bir yerleşim bölgesi olması gere­kir. Galiba burası zamanla harab olmuş, eski bir yerleşim bölgesi imiş. Nakışlı kumaşlar buraya nisbet olunurmuş. Sonra tanın­maz olunca, burayı cinne nisbet etmeye başlamışlardır.

Neseb bilginleri, "Enmar İbnu Erraş, Büceyle binti Sa'b ile evlen­di. O da Sa'd'ı doğurdu ona "Ab­kar" lakabı verildi. Çünkü Cezi­re'de "Abkar" denilen bir yer üze­rinde doğmuştur. Orada alaca ku­maş yapılırdı", diye nakletmişlerdir.

Ayrıca, Yemame bölgesinde bir yerin adının da "Abkar" oldu­ğu ifade edilmiştir.

Abkar'ı cin arazisi, bölgesi diye izah edenler, bu izahlarını Zuheyr'in şu beytine isnad etmiş­lerdir.

"Cimridir o, onun üzerinde Ab­kar cinni vardır.

Onlar, bir gün istediklerini elde ederlerse yücelmeye layıktırlar."

Bazıları, "Abkarî"nin aslı, vasfına hırsla yönelinen, her şeye sıfattır demişlerdir. Abkar'da dö­şeme ve diğer nakışları yapılırdı. Onun için her şey Abkar'a nisbet edildi. Mücahid, "Abkarî, ipek ku­maş"; Katade, "halı, kilim"; Sa'îd bin Cubeyr de "antika eşyadır" dedi.

Bir bölgeye nisbet etmediler, isim yaptılar. [8]

 

A'caz:

 

A'caz, birşeyden geriye kalan mânâsına gelen kelimesi­nin çoğuludur.

 

A'cemî:

 

A'cemî, Arap olmayanın dili.

A'cemî[9], "Acem" cinsine men­sup olan demektir. Acem, Arablar'ın dışındakiler için kullanılır. Türk, Fars, Hindli, Avrupalı vs. hangi cinsten olursa olsun fasih olmayan, iyi söyleyemeyen, gerek tutukluktan, gerek dilinin yabancı olmasından dolayı, dediği anlaşıl­mayana "a'cemî" denir. Biz bunu her hususta genelleştirerek "acemî" deriz. A'cem de aynı manada­dır.

Onun için "a'cemî"nin "ya"sı, nisbet mi mübalağa mı diye tartı­şılmıştır. Ancak Kâmûs'un işaret ettiği gibi, "acem" ayrıca Arab ol­mayana da denilir. Tekili ve çoğu­lu beraberdir. "Raculun ve kavmun e'cam" denilir. "Arab değil" demek olur. Şu halde "a'cemî" nisbet olarak Arab'ın dışında olan "acemî" manasına da gelebilecek­tir. Nitekim Fussilet: 41/44. ayette de "a'ce­mî", "Arab olmayan, Arapça ol­mayan" olarak tefsir edilmiştir. [10]

 

Adem:

 

Âdem[11] isminin "udme"den veya "edimi arz"dan tü­remiş, "ef'alü" vezninden Arapça bir kelime olduğu rivayet olunu­yorsa da, a'cemî yani Arapça ol­mayan "faalû" vezninde bir keli­me olduğu da ifade ediliyor. Acem bir kelime olduğu tercih ediliyor. Zemahşerî, Beyzavî, Ebussuud gibi araştırmacıların tercihi bu yöndedir.

İmam Şa'bî bunun "azer" ve "a'zar" gibi İbranice bîr kelime ol­duğunu, Süryanice'de "adem" kelimesinin toprak demek oldu­ğunu söylemiştir. Bazıları da bu kelimenin aslının "hâtem" vez­ninde Süryanice olduğunu iddia etmişlerdir. Böylece dilimizdeki "adam" kullanımı aslına daha ya­kın olur.

Eğer bu kelime Arapça ise, alemiyet/özel isim ve fiil veznin­de olmasından dolayı; Arapça de­ğil ise, alemiyet (özel isim) ve ucme (aslı Arapça olmayan) kelime­lerden olduğundan dolayı gayri munsarif (cer ve tenvin kabul et­meyen) bir kelimedir, denilmiştir. Her iki halde de bir cins ismi olmayıp alem ismi (özel isim) oldu­ğu muhakkaktır.

Adem, beşer, insan gibi cins isim makamında kullanılacak olursa çoğulu "avâdim" gelir ve o zaman çoğulu gayri munsarif olursa tekili, munsarif olur ve "raeytü admen" demek gerekir ki, "ademiyyen" (ferden min benî adem) demektir. Doğrusu hariçte her cins isim, başlangıçta bir ismi alemin (özel ismin) genellemesidir. Vahid (tek), çoğa önceliklidir.

Arapça'dan başka, İbranî ve Süryanice'de de bu ismin çeşitli lehçelerinin mevcut olduğu anla­şılıyor. Sabie'de (Sabii dilinde) "azimun" isminin Arapça olma­dığı halde bu isim ile bir alakası görünüyor. Bununla birlikte "Ebu'l-beşer" (insanın babası)in çeşitli dillerde, başka başka isim­lerle ifade edildiği de nakledili­yor. Şe’ristanî'nin el-Milel ve'n-Nihal'deki beyanına göre, Mecusîler'den Kuyumresiye grubu, "Kuyumers Âdem'dir" derler. Kuyumers'in Âdem olduğu Hind ve Acem tarihlerinde de mevcut­tur. Fakat bazı tarihçiler buna karşı çıkmışlardır. İbni Esîr de Kâmil'inde, "Mecusîlerin Kuyumers dediği Hz. Âdem'dir" diye zikreder. En doğrusu Âdem ismi­nin, insanlığın ilk lisanına ait bir kelime olduğunu söylemektir. [12]

 

Âdin El-Ûlâ:

 

Âdin el-ûlâ[13], eski Âd kavmi demektir. Nûh kavminden sonra helak edilen Hûd kavmidir. Bu anlamda buna ûla denilmesi, sonraki kavimlere göre olup, öte­den beri gelen kıdemli Âd demek olur. Bazıları "Âdi el-ûlâ"nın birinci Âd olduğundan Âdin el-uhrâ'nın mukabili olduğunu söyle­mişlerdir. Açık olan da budur. "Âdin el-uhrâ" hakkında ihtilaf edilmiştir.

Zemahşerî, "Âdin el-ûlâ" Hûd kavmi, "Âdin el-uhrâ" İrem'dir demiştir. Lakin "İrem" de helak edilmiş olduğu için, burada­ki "ûla" tahsisinin bir yararı gö­rülmez. Başka iddialar da vardır. Şu halde "Âdin el-ûlâ" Hz. Hûd'a iman etmeyip eski hallerinde ve inkarlarında diretip helak olanlardır. "Âdin el-uhrâ" da Âdi Hûd'dan iman edenlerdir, demek olur. Bu mana, Semûd'da ve di­ğerlerinde de vardır. [14]

 

Âdiyât:

 

Âdiyât, hızla koş­mak, seğirtmek mânâsına, "adv"den ismi fail cem'i müennesi salimdir. Dolayısıyla at, deve gibi tüm koşan hayvanlara denir. Kâmûs'un beyanına göre "adiv" maddesi, tecavüz mânâsına da gelir. Yürüyüşle ilgili olarak kul­lanıldığında, koşmak, seğirtmek tabir olunur.

Kalbî olarak kullanıldığında ise adavet ve muadit, yani düş­manlık tabir olunur. Bazan da me­kan ili ilgili olarak kullanılır o za­man da "adva" yani sirayet/yayılma/geçme/intikal tabir olu­nur. "Âdiye" daima savaşta ko­şan, hücum eden demektir. "Adiyy" ifadesinin, piyadeler için "âdiye" ifadesinin de süvariler için olduğu ifade edilmiştir.

 

Adl[15]:

 

Adl, fidye demektir. Kesre ile (ıdl) şeklinde okunursa benzer ve denk manâsına gelir. Araplar, birşeyin benzer ve misline ıdl ve adîl derler. 

Adl, her şeyi mertebesine (vadh), hakkı yerine koymaktır. Bağy'in -başka bir deyişle cevrü zulmün- zıddıdır. Adil, insaf, hak­kaniyet ve istikamet mefhumları­nı tazammun eden bir denkleştir­medir ki terazinin dili gibi ifrat ve tefrit beyninde (arasında) bir tevhid noktası ve istikameti olarak iki tarafında da muadele (denge) denilen bir muvazenet/eşitlik ifa­de eder. Bundan dolayı adalete mizan da denilir. "Kur'ân'la bir­likte mizanı indirdik.." âyetinde olduğu gibi adlin başı veya adl: tevhiddir. [16]

 

Adl[17]:

 

Adl[18], cahiliye Araplarının bir adetidir. Bir adamın bir yakını öldüğünde, kalan karısının ve çadırının üstüne elbisesini atıp "kendisine varis olduğum gibi karısına da varis olacağım" der­miş. Böyle dediği için o kadın hakkında herkesten fazla söz sa­hibi olurmuş. Dilerse onunla yeni bir mehir vermeden evlenir, diler­se bir başkasıyla evlendirir, mehirini alır kadına hiçbir şey vermeyebilirmiş. İsterse ölen kocasın­dan alacağı olan mehirden vazge­çirmek için "adl" yapar, yani hem kendisi onunla evlenmez hem de başkasıyla da evlenmesine izin vermezmiş. Kadın kocası öldük­ten hemen sonra üzerine aba atıl­madan akrabalarının yanına gidebilirse kendine sahip olabilirmiş. Kadınlar her şart ve durumda mağdur edilirlermiş. İşte Kur'ân bu geleneğin yanlışlığını ve helal olmadığını ortaya koymuştur. [19]

 

Âfâk:

 

Âfâk, göklerin ve yerin köşe ve bucaklarıdır.

 

Afüv:

 

Afüv[20], bazan çoğal­mak, fazlalaşmak anlamına gelir. "Afe'n-nebâte" deyimi otlar yeşerip çoğaldı demektir. "Sana ne infak edeceklerini soruyorlar? De ki: Sizi sıkmayanı (ulu'1-afv)"[21] âyetinde de "afv" fazla manasına gelmektedir.

Yine Kâmûs'ta, "âfeti'l-ibilü'l-mer'a" denilir ki "tenâvelethu karîben" demektir, yani hayvan mer'ayı yakından otladı, uzağa gitmeden, yakından bol bol yedi demek olur. Buradan da anlaşıla­cağı gibi, "afv", bolluk anlamına da gelir.

"Afüv" ayrıca, diyet, karşılık, affetmek, vazgeçmek, indirim yapmak anlamına da gelir. Özel­likle, Bakara Sûresi 179. ayette geçtiği gibi, birinci dereceden yakınları öldürülen kişilerin istedikleri diyet, kan, can parası anlamında kullanılır. [22]

 

Ağlâl:

 

Ağlâl, bukağılar, kelepçeler demektir. Eli boyuna bağlayan bukağı, kelepçe mâ­nâsına gelen "Ğull" kelimesinin çoğuludur.

Bahir’de, ğull: unf (şiddet, sertlik), tazyik, ta'zib, esaret mânâsı ile boyunu ihata eden (çevreleyen) ve boyun ile beraber iki veya bir eli de bağlayandır, denilir. Râgıb'da, a'zayı ortasına alan bağ­dır. Bazıları da ta'zib ve şiddet için eli boyuna bağlayan bağdır demişlerdir. Kâmûs mütercimi de, mahkûm ve delilerin boynuna ge­çirdikleri demir toka ve laleye de­nilir demiştir.

Kısacası ğull: kelepçe ve lâle şeklindeki demir bağlardır. Bun­ların mecaz (istiare) olduğunu söyleyenler de vardır. Onlara göre iman etmelerine engel olan bağ­lardır. [23]

 

Ah:

 

İhâ', altı şekilde tefsir edilir:

1. Ana-baba-bir, ya da ana-bir, yahut baba-bir kardeş

"Nefsi onu (Adem'in oğlunu), kardeşini (ana-baba-bir kardeşini) katletmeye sevketti." [24]

"...kardeşimin (ana-baba-bir kardeşimin) cesedi­ni gömemedim." [25]

"Erkek yahut kızkardeşi varsa..." [26]

2. Nesebte kardeşlik (neseb birliği, kavimdaşlık)

"Ad'a da-, kardeşleri (soydaşları/kavimdaşları) Hûd'u gönderdik." [27]

Hûd onların, ne dînde kardeşi, ne de ana-baba-bir, baba-bir, ana-bir kardeşleri idi; fakat neseb/soy iti­bariyle onlarla kardeşti: kavimdaştı.

"Medyen'e de kardeşleri (soydaşları/kavimdaşları) Şu'ayb'ı gönderdik." [28]

Şu'ayb, onlarla ne dînde kardeş, ne de ana-baba-bir, baba-bir, ana-bir kardeş idi; fakat neseb/soy iti­bariyle onlarla kardeşti.

"Hani kardeşleri Nûh onlara, 'İttika etmez misiniz?' demişti."[29]

"Hani kardeşleri Hûd onlara, 'îttika etmez mi­siniz?' demişti."[30]

"Hani kardeşleri Salih onlara, ‘îttika etm,ez misiniz?’ demişti." [31]

"Hani kardeş­leri Lût onlara, 'İttika etmez misiniz?' demişti." [32]

3. Dînde kardeşlik ve şirkte velilik

"Kardeşleri (dînde ve şirkte velayet hususunda kâfirlerden şeytanların kardeşleri) ise onları ğayy'da bırakırlar."[33]

"Çünkü saçıp savuranlar, (dîn ve velayet hususunda) şeytanların kardeşleridir." [34]

4. İslâm dîninde ve velayet hususunda kardeşlik

"(İslâm dîninde ve velayet hususunda).Ancak mü'minler kardeştir " [35]

5. Arkadaş

"Bu benim kardeşimdir (arkadaşımdır). Onun doksan dokuz koyunu var." [36]

"Sizden biriniz ölmüş kardeşinin (arkadaşının) etini yemeyi sever mi?" [37]

6. Sevgi ve muhabbette kardeşlik

"(Birbirlerine besledikleri sevgi ve mu­habbet itibariyle) kardeşler olarak sedirler üzerinde karşılıklı otururlar."[38]

 

Ahbâr:

 

Ahbâr[39], "ha"nın kesri veya fethi ile "hıbr" kelimesinin Çoğuludur. Tahbir (haber verme), tahsin (güzelleştirmek, takdir et­mek) mânâsına "hıbır"dan türemiş ve mürekkep demek olan "hıbr" ile de ilişkili olarak ilm-i tahbir; yani yazıp/çizen, güzelleştirip süsleyen veya yazma ve anlatma yoluyla tesbit ve devam ettirmeye çalışan, yahut güzel kalem sahibi, güzel şeyleri toplayıp, devam ettirmeye çalışan yüksek alimler demektir. Bu mânâ ile Yahudi alimlerine "ahbar" denilmiştir. Bu deyim daha çok Yahudi fakihleri için kullanılır. [40]

 

Ahd/Ahid:

 

Ahd, insanın başkasına verdiği teminattır. ilâ harf-i ceri ile kullanıldığında "tavsiye etmek" manasına gelir..

Ahd ve ahid, lügatte bir şeyi halden ha­le döndürüp, saklayıp korumak­tır. Böyle zorunlu olarak korun­ması istenen belgelere de "ahid" ismi verilir. Bu itibar ile "ahid" ve "akid" eş anlamlı iki kelime gibi görünseler de, "akid" kelimesi "misak" / yemin anlamından da­ha ziyade ahkâm, yani hükmi bir mana ifade eder.

 

Ahdan:

 

Ahdân, "haden"in ço­ğuludur. "İttihâzı ahdân" (tasarlayarak düşünerek) gizli dost tut­mak demektir. Cahiliye devrinde iki çeşit zina olduğu rivayet edilir. Birisi umuma karşı, açıktan yapı­lan zina, diğeri de birini dost tuta­rak gizlice, toplumdan saklanarak yapılan zina idi... Ve bunlar ço­ğunlukla cariyelerle yapılırdı. İs­lâm geldikten sonra bunlar da da­hil olmak üzere bütün zina türle­rini yasaklamıştır.

 

Ahidnâ:

 

Emrettik ve vahyettik demektir.

 

Âhır:

 

Âhır, varlıklar yok olduktan sonra kalan demektir. 

 

Âhiret:

 

Âhiret, "âhir" sıfatı­nın müennesidir. Son ve sonraki mânâsına sıfat olarak kullanılır. İslâm literatüründe ise "dâr-i âhire" (son ev) ve "hayat-ı âhi­re" (sonraki hayat) ve "neş'et-i âhire" (son çıkma) terkiplerinin hafifletilmişi olarak isim olmuş­tur. Karşıtı olan dünya da böyle­dir. Âhiret kâh dünya, kâh ulâ (yüce, şanlı) karşılığı olarak da kullanılır. [41]

Âhiret, evvelin mukabili ve "son" manasındaki ahirin müennesi olup Kur'ân'da 110 âyette geçer. Ahir, evvelin aksidir. Bunun yirmi altısında müzekker, ve 'el-yevm' kelime­sine sıfat şeklinde 'el-yevmu'1-âhir' (son gün), dokuzunda dâr ile sıfat veya isim tamlaması halinde, 'ed-dâru'1-âhire' (son ikamet mahalli, sonraki yurt). Bir diğer âyette 'en-neş'etu'l-âhire' (ikinci yaratılış) tarzında, 50 yerde de dünya ile (ikisinde dünya manasındaki 'ulâ ile) mukabele edilmiş olarak zikredilir.[42]

Câhiliye dönemi şiirlerinde, ahiret inancının işlendiği bazı beyitler nakledilmiştir. Bunlardan birisi Zubeyr b. Ebi Sülmâ'ya aittir. O, şöyle der:

"İçinizde olanı Allah'tan gizlemeyin, ne kadar gizleseniz Allah onu bilir, (yaptığınız işin cezası) ertelenir bir kitaba konulur. Ya hesap gününe saklanır veya hesabı çabuk görülür, hemen intikam alınır."[43] Görüldüğü gibi burada işlenilen "ahiret" inancı Kur'ân'ın getirdiği ahiret inancıyla aynıdır.

İkinci olarak 'ahiret' mefhumunu el-Musellem b. Reyyâh'ın şu beytinde görmekteyiz:

"Ben elimde olan malımı, dünya ve ahirete faydalı olarak taksim ettim."[44] Bu beyitteki malı dağıtma, İslâm'daki sadaka anlayışına ne kadar benzemektedir.

Bu iki beyitten de anlaşılıyor ki ahiret, ikinci bir hayat ve hesap yeri olarak câhiliye döneminde bazı çevrelerce biliniyordu. Ancak gerçekten, Kur'ân'ın "ahiret" mefhumuna kazandırdığı mana biliniyor muydu? Şayet biliniyor idiyse, bu inancın detayları nelerdi? Zira Kur'ân, Arapların ahiret inançlarıyla ilgili köklü değişiklikler getirmiştir.[45]

Âhiret, beş şekilde tefsir edilir:

1. Kıyamet/kalkış

"Muhakkak ki âhirete (Kıyamet Günü'nde ölümden sonra dirilişe) îmân etmeyenler, caddeden sapmaktadırlar." [46]

"Âhiret ve evvel (dünya ve âhiret, başlangıç ve son) elbet Bizimdir." [47]

2. Cennet

"Andolsun ki onlar onu satın alan kimsenin âhirette bir payı (cennetten bir nasibi) olmadığını bili­yorlardı."[48]

"Onlardan bazıları, "Rabbimiz bize dünyada ver!" derler. Böylelerinin âhirette payı yoktur. " .[49]

"Rabbinin indinde âhiret muttakiler içindir." [50]

"İşte o âhiret yurdu (cennet) var ya, Biz onu yer­yüzünde ululuk/yücelik irade etmeyenlere ayırdık." [51]

"Âhirette (cennette) onun nasibi yoktur." [52]

3. Cehennem

"Ahiretten (cehennem azabından) çekinen ve Rabbinin rahmetini uman..." [53]

4. Kabir

"Allah îmân edenlere dünya hayatta ve âhirette (kabirde Münker-Nekir'in sorgulayacağı vakitte) [54] sabit söz üzere sebat verir." [55]

5. Ahır (son/sonuncu)

"Biz bunu âhiret millette (son millette, dînde, İsa'nın milletinde -ki o, Nebi'den (a.s) önceki ümmet­lere gelen milletlerin sonuncusu idi) işitmedik." [56]

"Derken âhiret va'di (sonuncusunun vakti: ken­dilerine va'd ettiği iki azâbtan sonuncusunun vakti) geldiğinde..."[57]

 

Ahkab:

 

Ahkâb[58], "hukub"un çoğuludur. "Hukub" tetabu' ve tevali mânâsını tezammun ederek karn, asır gibi alettevali bir çok seneleri ihtiva eden bir devir demektir. Seksen küsur yıl diye meşhur olmuştur. Bir ri­vayete göre, yirmi dokuz bin yıla karşılık geldiği ifade edilmiştir. [59]

 

Ahkâf:

 

Ahkâf, uzun ve eğri büğrü, yüksekçe kum yığını de­mek olan "hıkf"ın çoğuludur. Âd kavminin uyarılması sırasında bu­lundukları bölgeye, oturdukları, yerleşik oldukları mevkîye "ah­kâf" denilirdi. Bazı rivayetlerde Arabistan Yarımadası'ndaki çeşitli yerler için özel isim olarak da kul­lanıldığı söylenmiştir.[60]

 

Ahlâm:

 

Ahlâm, akıl mânâsına gelen "Hulm"ün çoğuludur. "Akıllar" de­mektir.

 

Ahlede ilel ard:[61]

 

"Ona yaslanarak/itimad ederek sükun buldu." [62]

"Dünyaya yöneldi ve onu tercih etti. Sefalete yöneldi di­yenler de vardır." [63]

"Yani Ümeyye b. Ebi Salt veya Bel'am b. Baura dünyaya yö­neldi ve ona razı oldu. [64]

"Orada süresiz kalacağı zannıyla ona meyletti/yaslandı demektir." [65]

"Arza itimad etti ve üzerindekilere razı oldu. aslı (bir şeyin) devamının gerekliliğidir. Yaşlanmayan ya­hut görünüşünde değişiklik olmayana  denir." [66]

"Yani mutmain oldu." [67]

Bu deyime verilen anlamları şu şekilde özetleyebiliriz:

a- Dünyaya yönelmek,

b- Dünyayı tercih etmek

c- Sefalete yö­nelmek

d- Dünyaya itimad etmek vb.

Türkçe Kur'an çevirilerinde ise bu ifade aşağıdaki şekil­lerde yer almaktadır.

Elmalı: ... yere (alçaklığa) saplandı ...

Çantay: ... yere saplandı... (Dünyaya, yahud alçaklığa[68] "İhlad" bir yerde mukiym olmak manasınadır. "Ahlede ilel ard" "mukiym olacağını zannederek yere meyl etdi." demektir.[69]

D.İ.B., Bilmen, Koçyiğit: ... dünyaya meyletti ...

Yavuz: ... aşağılığa saplandı...

Davudoğlu, Ateş, Y. Öztürk: ... yere saplandı...

Bulaç: ... yere meyletti (veya yere saplandı) ...

TDV, Hizmetli: ... dünyaya saplandı ...

Atay: ... yere doğru eğildi ...

A. Öztürk: ... yere meyletti (saplandı) ...

Varol: ... yeryüzünde sonsuza kadar kalacak sandı ...

Piriş: ...fakat o yeryüzünü ebedi zannetti ...

Görüldüğü gibi mütercimler bu ifadeyi,

a- yere, dünya­ya meyletmek;

b- dünyaya, aşağılığa, yere saplanmak;

c- ye­re eğilmek;

d- yeryüzünde sonsuza kadar kalacağını san­mak" şeklinde tercüme etmişlerdir. Çantay (dipnotuyla be­raber), Elmalı, Bilmen, D.İ.B, Koçyiğit ve Varol'un tercüme­leri meseleyi anlaşılır kılacak boyuttadır. Ancak, bunların dışındaki tercümeler açık ve anlaşılır değildir. Mesela, "ye­re saplanmak" tabiri neyi ifade ediyor? Mezkur kaynakların serdettiği berrak ifadeleri aynı şekilde yansıtıyor mu? "Ye­re doğru eğilmek, yere meyletmek, dünyaya saplanmak ve yeryüzünü ebedi zannetmek" gibi tercümeler de benzer ifa­de yetersizliğiyle maluldür.

Tercüme edilen metin mütercimin zihninde çok net ve anlamlı bir şekilde yer alabilir fakat önemli olan bu  değildir. Çünkü mütercim, metni kendisi için tercüme etmiyor.

Bilakis Arapça bilmeyen ve tabii olarak Kur'an'ın aslın­dan yararlanamayan okuyucular için böyle bir faaliyete girişiyor. Dolayısıyla bu insanların maslahatını göz önünde bulundurması gerekiyor.

Netice olarak söz konusu ifadenin aşağıdaki şekillerde tercüme edilebileceğini düşünüyoruz:

- Dünyaya yöneldi.

- Değersiz şeylere yöneldi.

- Dünyaya meyletti.[70]

- Dünyayı tercih etti.

- Dünyaya itimad etti

Örnek:

Eğer dileseydik biz onu ayetlerle yükseltirdik lakin o, dünyaya yöneldi/değersiz şeylere yöneldi...[71]

 

Ahmed:

 

Ahmed kelimesi, Saf Sûresi 6. ayette, "ismuhu Ahmed" (onun ismi Ahmed'dir) şeklinde geç­mektedir. Burada Ahmed isminin kendisi alem/özel isim olarak murad olunduğu gibi, mana ola­rak murat olması da mümkündür. Yani adı gayet memduh ve güzel demek de olabilir. Hz. Muhammed'in bir ismi Ahmed olduğu gibi, Muhammed ismi de aynı "hamd" maddesinden türetilmiş güzel ve en öğülecek bir isimdir. Ahmed isminin bizzat kendisinin murad olunması mümkündür. Hadislerde şöyle geçmektedir:

"Benim çeşitli isimle­rim vardır: Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben Haşir’im..."

Ahmed kelimesi, "hamd ede­rim" manasına, fiil-i muzarî, nefs-i mütekellim vahde sigasında tü­remiş ise de, meşhur olanı ism-i tafdıl olmasıdır. İsm-i tafdillerde asıl olan fail manasına olmak ise de "meşhur" manasına "eşher" gibi ism-i mef'ul manasına olması da mümkündür. "El ûdu ahmed" tabirinde olduğu gibi "ahmed" kelimesinin mahmudiyyetten tafdil manasına geldiği de ifade edil­miştir. Hamidiyetten (hamd eden) olduğunda, "en ziyade hamd eden", mahmudiyetten ol­duğunda ise, "en ziyade hamd edilip övülen" demek olur. Özel isim olması durumunda, bu an­lamların birinde nakledilmiş ola­rak bu isimle isimlenen kişi kast edilmiş olur.                     

Alusî tefsirinde; Yuhanna İncili'nin onbeşinci faslında "Pede­rin göndereceği Hak ruhu Farak­lit, size her şeyi talim edecektir... Pederin göndereceği Ruhu'1-Kudüs Faraklit size her şeyi talim edecektir, benim söylediğim sözü hatırlatacaktır..." "Ben gitmezsem Faraklit size gelmez, amma gitti­ğimde O'nu size gönderirim, o vakit de âlemi hatalarından dola­yı uyaracaktır..."

Ayrıca on dördüncü babda:

"Pederden size ilelebed beraberi­nizde sabit kalacak diğer bir Faraklit vermesini dilerim...." Bunla­rı naklettikten sonra, "Faraklit ke­limesi, hamd'i işaret bir kelimedir" der ve bu kelimeden murad oluna­nın Ahmed olduğunu belirtir.

Nasara'nın bazısı bunu "Hammâd" bazısı da "Hamid" diye tefsir etmişlerdir. Bu, kelime­nin medlulunda Ahmed (veya Muhammed) (s.a.v.)'e işaret vardır, demektir.

Eski İncil tercümelerinde bu kelime Faraklit veya Paraklit diye aynen muhafaza edilerek gösteri­lirken, yakın zamanlarda basılan İnciller'de "teselli edici" diye ter­cüme edilmiştir. [72]

 

Ahsanet:

 

İffetli oldu ve çirkin  iş yapmaktan kendini korudu.

 

Ahsenü'l-Kasas: 

 

Ahsenül kasas, en güzel anla­tış veya en güzel kıssa manasına mef'ul-i mutlak veya mef'ul-ü bih olur. "Kaf" harfinin fethalanmasıyla "kasas" aslında masdardır. Manası, bir şeyin izini takip ede­rek arkasına düşmektir. 18/64'te "kasas" bu anlamdadır.

"Kasiyeh" izini takip et, arka­sını bırakma demektir. Bundan hareketle, takibe değer bir haber, nakil veya hikaye etmek anlamı­na gelir. Türkçe'de bunun karşılı­ğı olarak "ayırmak" bazı lehçeler­de "ayırtmak" tabiri kulanılır.

Anlatılan haber veya hikâye­ye de mef'ul anlamında masdar yani "maksus" manasına "kasas" yahut "kıssa" denilir ki, "kaf" harfinin kesrelenmesiyle "kıssas" bunun çoğuludur. Kıssa da, izi ta­kip olunmaya değer hal ve şan manasınadır. Buna Farsça'da, "destan" veya "efsane" denir. Bir haber veya hikâyenin kısas olabil­mesi takip ve yazıya layık bir de­ğere sahip olmasına bağlıdır. [73]

 

Ahvâ:

 

Ahvâ, siyah demektir. Bu kelime, siyahlık veya esmerlik anla­mına gelen "el-havt" kelimesinden alınmıştır.

 

Ahz:

 

Ahz, beş şekilde tefsir edilir:

1. el-Ahz, kabul manasında kullanılır; şu âyetlerde olduğu gibi:

"Ve bu şart üzere ısrımı (ağır ahdimi) ahz (kabul) ettiniz mi?" [74]

"Eğer size bu verilirse onu ahz (kabul) edin..." [75]

"Bilmediler mi: muhakkak ki Allah, kullarından tevbeyi kabul eden O'dur ve sadakaları ahz (ka­bul) eden..."[76]

"Ondan fidye ahz (kabul) edilmez." [77]

"Her türlü fidyeyi verse de ondan ahz (kabul) edilmez." [78]

"Sen afv yolunu ahzet (sadaka olarak malların­dan sana verdikleri [79] şeyleri kabul et)!" [80]

2. Habs (tutmak/alıkoymak)

"Onun için o'nun yerine bizden birini ahzet (alı­koy/tut)." [81]

"(Yûsuf) dedi; "Eşyamızı yanında bulduğumuz kimse­den başkasını ahzetmekten (alıkoymaktan/tut­maktan) Allah'a sığınırım." [82]

"Melikin dîninde kardeşini ahzedecek (alıkoya­cak /tutacak) değildi." [83]

3. Azâb

"Ben de onları ahzettim (azâblandırdım/azaba uğrattım); o vakit nasıl oldu 'ıkâbim." [84]

"Rabbin, zulmeden kurayı ahzettiğinde (azâblandırdığında/azaba uğrattığında) işte böyle ahzeder (azâb eder). Şüphesiz O'nun ahzı (aza­bı) elimdir, şedîdtir." [85]

"Derken Biz her birini günahı ile ahzettik (azâblandırdık/azaba uğrattık)." [86]

4. Katl/öldürmek

"Her ümmet rasûlünü ahzetmek (öldürmek/kat­letmek) kasdında bulundu." [87]

5. Esir almak

"Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün ve on­ları ahzedin (esir alın)!" [88]

"Eğer yüz çevirirlerse, onları ahzedin (esir alın)!" [89]

 

Ahzâ:

 

Ahzâ, daha hor ve daha zelil demektir. Horluk mânâsına gelen "Hızyun" kökündendir. 

 

Ahzâb:

 

Ahzâb, "hizb"in çoğuludur. Hizb: Râgıb'ta; bir kalınlığı bulu­nan cemaat demektir. Kâmûs ve tercemesi Okyonus'ta, mutlak an­lamda "taife", insan gurubu de­mektir. Asıl mânâ budur. Silaha, harb aletlerine ve özellikle insan topluluklarına "hizb" denir. Bir kimsenin has askerine ve belirli arkadaşına da onun hizbi denir "Onlar şeytanın hizbidir"[90] ayeti de bu anlamdadır. Bir ada­mın her gün alışkanlık haline ge­tirerek yaptığı virdine, zikrine, teşbih ve duasına da (ibadet-iş) de denilir. Kendine okumayı görev saydığı bir miktar dua demektir.

Hizb: Toprağı katı ve kalın olan yere dahi denilir. Aynı şekil­de "ahzab" Hz. Peygamber'e kar­şı savaşmak üzere toplanıp Medi­ne'yi muhasaraya kalkışan ve Hendek savaşına neden olan az­gın kâfirler cemaatine de isim olmuştur. Ahzab Sûresi ismini de buradan almıştır. [91]

Ahzâb, dört şekilde tefsir edilir:

1. Umeyye Oğulları, Muğire Oğulları ve Al-i Ebî Talha -ki hepsi de Kureyş'tendir-

"Kendilerine Kitap verdiklerimiz (ehl-i Tevrat'ın mü'minleri) sana indirilene sevinirler. Fakat ahzâbtan (Benî Umeyye, Beni Muğîre ve Al-i Ebî Talha'dan: onların kâfirlerinden) onun bazısını inkâr edenler vardır." [92]

"İşte bunlar (Ehl-i Tevrat'ın müminleri) ona îmân ederler. Ahzâbtan (Benî Umeyye, Benî Muğlre ve Al-i Ebî Talha b. Abdu'l-Uzza'dan) kim de onu inkâr ederse..." [93]

"Ahzâb (Benî Umeyye, Benî Muğîre ve Al-i Ebî Talha b. Abdu'l-Uzza) döküntüsünden bozuk bir or­du..." [94]

2. Nastûrî ve Mar-Ya'kûbî Hristiyanlar

"Ahzâb kendi aralarında (dinde: Hristiyanlık'ta) ihti­laf ettiler." [95]

Bu sebeble İsâ (a.s) hakkında hiziblere ayrıldılar; Nastûrîler, "İsâ Allah'ın oğludur" derken; Mar-Ya'kûbîler, "Allah Mesih'in bizzat kendisidir" dedi­ler. Melkânîler ise, "Allah üçün üçüncüsüdür" diye­rek ilahların ilkinin Allah, ikincisinin İsâ, üçüncü­sünün de Meryem olduğunu iddia ettiler.

"Sonra ahzâb kendi aralarında ihtilaf ettiler. Elim bir gü­nün azabından dolayı zulmedenlerin vay haline!"[96]

3. Nûh, Âd ve Semud kavimlerinden, Şu'ayb ve Fir'avn kavimlerine kadar olan kâfirler

"Onlardan önce Nûh kavmi, Âd (kavmi) ve kazıklar sahibi Fir'avn ve Semud (kavmi), Lût kavmi ve ashâbu'1-Eyke yalanladı. İşte bunlar ahzâbtır." [97]

Bunun bir benzeri de Mü'min sûresinde, Al-i Fir'avn'dan mü'min bir adam olan Hazqıyel/Hazqil/Harbil[98] el-Kıbtî'nin söylediği şu sözlerdir:

"Doğrusu ben sizin için o Ahzâb Günü gibi bir günden (o geçmiş ümmetlerin başına gelen azâb gibi bir azabın sizin başınıza da gelmesinden) korkuyorum. Nûh kavmi, Âd, Semud ve onların ardından (Şu'ayb kavmine kadar) gelen (ümmet)ler(den müteşekkil o ahzâb’ın başına gelenin benzerinden..."[99]

4. Bazı Arab kabilelerinin başında bu­lunan Ebu Süfyan ve Yahudiler -ki bunlar Hendek Gü­nü Nebi'ye (a.s) karşı hizib oluşturup üç mevkide sa­vaştılar-

"Hani onlar hem üstünüzden (Yemen yönünden va­dinin üst tarafından -ki bununla, Yemen yönünden vadinin üst tarafından gelen; başlarında Benî-Nadr'dan Mâlik b. Avf el-Nazrî ve Uyeyne b. Hısn el-Fezârî'nin, beraberlerinde de Gatafan'dan 1.000 kişinin, onların beraberinde de Benî Esed/Esîd/Üseyd'den Talha b. Huveylid el-Ka'nesî/el-Faksî  ile Yahudilerden Beni Kurayza ve Huyey b. Ahtab el-Yahudî'nin bulunduğu grup kasdedilmektedir, hem de aşağınızdan (batı tara­fından, vadinin içinden/vadinin alt tarafından -bu­nunla da, Ebû Süfyan'ın başlarında bulunduğu Mekkeliler ile beraberinde, başlarında Yezid b. Huneys'in [100] bulunduğu batıdan vadinin alt tarafından gelen Kureyşliler kastedilmektedir) gelmişlerdi." [101]

Asıl adı Amr b. Süfyan olan Ebu'1-Âver es-Sülemî de Hendeğin karşısından gelmişti. Bunlar O gün, Nebi'ye karşı hizibleştiler.

"Onlar (münafıklar), ahzâbın (Kureyş ile birlikte Medine'yi kuşatan müşrik Arab kabilelerinin) gitmediğini sanıyorlardı. Eğer ahzâb tekrar gelse (savaşmak üzere onlara geri dönse)..."[102]

 

Aile/Ail:

 

Aile ve ail, fakir, yoksul, ihtiyaç sahibi, iyal sahibi demektir. Kendisine muhtaç bir ailesi olan, yoksulları çok, çok yoksullu manalarına da gelir. [103]

Ailen; fakir ve yoksul demektir. Aşırı derecede yoksul olan kimseye "âil" denir. Cerîr şöyle der:

Allah Kitap'ta yolcuya ve çok fakire bir pay indirmiştir.[104]

 

Akabe:

 

Akabe, engin bir vadiden yüksek bir dağa doğru çıkan sarp yokuş demektir. Beled Sûresi'ndeki kullanımında akabe, necid gibi yüksek, zor amellerden istiare olarak mecazdır. [105]

 

Aqaluhu:

 

"Onu anladılar" bir şeyi akılla idrak etmek demektir. Maksat, "onu anladılar ve tanıdılar" demektir.

 

Akd, Ukud:

 

Ukud[106], "akd"in çoğulu­dur. Akd, belgelendirilmiş, yazıya geçirilmiş ahid demektir. Bir şeyi diğerine sağlam surette bağlayan bağ ve düğüm, örneğin ip düğü­müne teşbih edilmiştir. Akid lü­gatte, sıkı bağlamak, düğümlemek, sağlam bağ ve düğüm de­mektir. Bu anlamda bir kimsenin bir şeyde taraf olması, sonra baş­kasını susmaya zorlayarak kendi­sini ve diğerini bağlaması ve karşılıklı bağlanmaları "akid" olarak isimlendirilir. [107]

 

Akıl:

 

Akıl[108], kalp ve ru­hun özünde, beynin ışığında bulu­nan manevî bir nurdur. Öyle ki, in­san bununla duyu organlarıyla kavrayamadığı şeyleri anlar ve kavrar. Akıl yürütmek, nedenlere, nedenlerin meydana getirdiği şeylere, eser ile eseri meydana getiren şeyler arasındaki bağıntıya, yani "illiyyet kanunu" dedidiğimiz se­bebi sonuca bağlayan kanunu ve ona bağlı olan gerekli ilgileri idrak ederek, eserden müessire veya mü­essirden esere, yahut da bir mües­sirin iki eserinin birinden diğerine geçmektir.

Mantık denen bu geçiş saye­sinde duyu organlarıyla hissedi­len bir eserden hissedilmeyen müessiri anlaşılır. Örneğin, duyu­lan bir hışırtıdan, görülmeyen bir hayvanın varlığının anlaşılması gibi. Yine görülen bir bal arısından, görülmediği halde bal akla gelir. Hissedilen bir eserden, ilgisi olan başka bir eser de anlaşılır. Görülmeyen bir arının vızıltısın­dan bir balın varlığı keşfedilebilir. İşte böyle, hissedilenden his­sedilmeyene geçilmesini sağlayan veya hissedilmeyen bir anlamı bizzat ve açıklıkça keşfeden idrak vasıtasına akıl denir.

Herkesin tahmin ve akıldan az çok bir nasibi vardır. Bu olma­yınca bilgi ve eğitimle elde edilen ve "işletilmiş akıl" (akl-ı mesmu) denilen aklın da bir anlamı kal­maz. Bunun sınırlaması mümkün olmayan birçok mertebesi vardır. En yüksek mertebesine "akl-ı ev­vel" (ilk akıl) denir. Başlangıçtan sonucu, sonuçtan başlangıcı, önce­den sonrayı, sonradan önceyi tam bir bilgi ile gören bu "ilk akıl" Al­lah'ın kelamı ve Hz. Muhammed'in nurudur.

Akılların derecelerindeki fark­lılık, eksikliklerinin sonucudur. Esas itibariyle akıllar için yol bir­dir. O da doğru yoldur. Bizim, ne­denlerin başlaması, çelişkilerin başlaması gibi hakkı kavramaya neden olan asıl sebepler hakkında­ki apaçık kavrayışlarımız, ilk akim anlayış mahiyetini gösteren birer hissemizdir. [109]

 

Akîb:

 

Akîb, kendisinden sonra pey­gamber gelmeyen hâtemi'1-enbiyâ demektir. (Akîb kelimesi Kur'ân'da azab ile ilgili olarak kullanılmaktadır.[110] Elmalılı, "akîb" kelimesinin bu anlamı­nı bir hadisteki kullanımı dolayı­sıyla aktarmış olmalıdır. [111]

 

Akıbehû:

 

Akıbehû; soyu, nesli demektir. İbn Şihâb şöyle der: Akib, çocuk ve çocuğun çocuğu manasınadır.

 

Aqibeyh:

 

Topuk mânâsına gelen akîb kelimesinin ikilidir.  :

 

Akifun:

 

"Oturanlar." Akif kelimesinin çoğulu olup, bir yerde durmak ve ondan ayrılmamak mânâsına gelen ukûf kökündendir. İbadet maksadıyla Harem'de ibadet edenler ve ordan ayrılmayanlar demektir.

A-ke-fe fı'ilinin ismi fa'ili olan "âkif"in çoğuludur. Kur'ân'da bir tek âyette zikredilen bu kelimenin lügatta: "bir yerde toplanmak, kalmak, oraya bağlanmak"[112] gibi anlamları vardır. Bu fı'ilin "tef’il" babının bir kullanılış şekli, câhiliye şiirinde şöyle ifade edilmiştir:

"İnci dizileri sanki güzel boyunlu ceylanın iki yanına toplanmıştır."[113]

İlk bakışta şiirdeki kullanış şekliyle lügat manası arasında bir yakınlık görülmüyorsa da, bu fiilin ifade ettiği mana ile, incilerin sürekli boyunda kalması manasını anlatmaktayız.

Bu kelimenin Kur'ân'da kullanılış şekli karşımıza şöyle çıkmaktadır:

"Mescitlerde i'tikâfda bulunduğunuz zaman, kadınlarınıza (gecede) yaklaşmayın "[114]

Burada itikaf, camiye bağlanıp kalma ve orada kendini ibadete hasretme manası taşımaktadır.

Netice olarak diyebiliriz ki, İslâm'dan önce, herhangi bir yerde kalmak manasına gelen bu kelime, Kur'ân'ın nüzulünden sonra, "Kişinin ibadet maksadıyla, özellikle, Ramazanda zaruri ihtiyaçları dışında kendisini mescidde alıkoymasıdır."[115]

 

Akîm:

 

Akîm, doğurmayan.

 

Akrın:

 

Akrın[116], bir hayvanın ayakları­nı biçip, yıkarak öldürmek de­mektir. [117]

 

Âl:

 

"Âl" kelimesinin aslı ehldir. Hâ, elife çevrilerek "âl" şeklini almıştır. Bunun içindir ki, Âl, kelimesinin küçültme ismi "Üheyl" şeklinde gelir. Bu kelime, özellikle, kral ve benzeri önemli ve şânı yüksek kimseler hakkında kullanılır. Herhangi bir kimse için kullanılmaz. Meselâ ayak­kabıcı ve yularcının âli denmez.

Âl kelimesi, "Ehil"den alınmış/türetilmiş ise de aralarında fark vardır. Âl, başlıca şan ve şöh­ret erbabına muzaf (katılmış, bağ­lanmış) olur. Al-i firavun, gibi. Âl, akrabalıkta veya bir görüşte (mezhepte) bir şahsa bağlılığı da anlatır.

Âl-i İbrâhîm'den murad bü­tün Müslümanlardır denilmiş ise de, Bakara: 2/124 ayeti gereğince, Hz. İb­rahim'in zalim olmayan evlat ve zürriyeti, özellikle de Hz. Muhammed Mustafa'dır. Âl-i İmrân ise, ya Hz. Mûsâ ve Harun'un ba­baları İmran İbn-i Yashur'dur ya da Hz. Meryem'in babası İmran İbn-i Matan'dır. [118]

Al, üç şekilde tefsir edilir:

1. Kavm

"Andolsun ki, Âl-i Fir'avn'a (Fir'avn'a ve onun kavmi Kıptîlere) uyarıcılar gelmişti." [119]

"Âl-i Fir'avn'ı (Fir'avn'ı ve onun milletine dîni­ne, mensub olan kavmi Kıptîleri) azabın en şiddetlisi­ne sokun!" [120]

"Âl-i Fir'avn'dan (Fir'avn'ın kavminden) mü'min bir adam dedi ki: ..." [121]

2. Kişinin ehl-i beyti

"Âl-i Lût (Lût ve o'nun iki kızı) müstesna. Onları seher vaktinde kurtardık." [122]

"Ne zaman ki irsal edilenler Âl-i Lût'a (ehl-i Lût'a) geldiler..." [123]

"Doğrusu biz mücrim bir kavme gönderildik. Ancak Âl-i Lût (Lût ve o'nun ehli) müstesna, Biz onla­rın hepsini mutlaka kurtaracağız." [124]

Sonra, ehlinden istisnada bulunularak buyuruluyor ki:

"Yalnız karısı müstesna (onu kurtarmayacağız); onun mutlaka geride kalanlardan olmasını takdir et­tik." [125]

3. Kişinin ne kadar aşağı inilirse inilsin zürriyeti

"Gerçekten Allah Âdem'i, Nuh'u, Âl-i İbrahim'i (İsmail'i, İshâk'ı, Ya'kûb ve esbatı) ve Âl-i İmrân'ı (Mûsâ ve Harun'u risalet için) seçip âlemin üzeri­ne (kendi zamanlarındaki âlem üzerine/insan­lar üzerine) istifa etti; bir zürriyet olarak birbirinden." [126]

 

Âlâ:

 

Âlâ[127], nimetler anla­mında çoğuldur. Tekili, "ilyün", "elyün", "elen", "ilen" ve "evlun"dur. Burada nimet/ceza dahi zikredilmiş olduğu halde, Kur'ân'da adı geçenlerin hepsine nimet denilmesi, cezaların ihtarı dahi iman ve akıl ehli için ibret alınarak istifade edilecek nasihat ve öğütlerin de nimet olduğunu anlatır. Bununla beraber istifha­mın sevkinde ve "fae" ile öncesin­deki ayetlerinde şüphe ve nan­körlük edenlere karşı mühim bir uyarı manası da vardır: [128]

 

Ala harfin:[129]

 

(Ala harfin): Dinin özünde veya merkezinde olmayıp ke­narında/ucunda bulunur. Bu, onların dinlerinde sükun ve itminan içinde değil de vesvese/tedirginlik/endişe ve düzensizlik/huzursuzluk/sabırsızlık içinde olmalarından dola­yı (yakıştırılmış) bir meseldir. Savaşta ordunun kenarların­da/kuytu taraflarında bulunarak zafer ve ganimet sezdiğin­de rahatlayıp bekleyen, aksi durumda ise yüz çevirip gi­den/kaçan kimse gibi. [130]

(... ala harfin): Yani şekk ve riya üzre ibadet ederler, bu­nunla/ibadetle Allah'ın rızasını hedeflemezler. "Şekk üzre" (anlamında olduğu da) söylenir. Arap, sen "harf üzeresin, yani "şekk" üzeresin, der. "Ala harfin" ile ilgili diğer bir söy­lenti ise onun "kalp ile değil, dil ile (iman, ibadet)" anla­mında olduğudur. Hasan'dan şöyle dediği rivayet edilmiş: (Ya'budullahe ala harfin) yani zahiri bir iman, batini bir kü­für ile ... (Ala harfin)in "rızık için" anlamına geldiği de söylenir. [131]

(Ala harfin) "şekk" demektir, iğreti bir şekilde ayakta duran kişi gibi, ibadette iğreti/isteksiz davranmaktır. Ayetin devamı "harf" üzre ibadet etmenin en güzel tefsiridir. [132]

(Ala harfin), kenarından/kıyısından yani şüpheyle... (Her) "harf bir "vecih "tir. Her harfin işaret ettiği bir yön vardır/her harf bir perspektif sunar. Alfabe harfleri "huruf" diye isimlendirilmiştir. Çünkü her harf diğerine benzeme­yen bir veçhede yani bir yöndedir/yöne sahiptir, denilmiş­tir. Mü'min Allah'a her durumda, her halde; nimet, bela, darlık ve genişlikte ibadet eder. Münafık ise Allah'a tek bir durumda ibadet eder ki ayetin siyakı bunu tefsir etmiştir. [133]

... İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki, dinin kıyısın­dan ve kenarından tutunarak Allah'a ibadet eder. Bu ayet, Allah'a tam bir güven ve kesin inançla değil de şüphe ve te­reddütle ibadet eden kimseleri temsili olarak açıklar.[134]

Zemahşeri'nin Esasü'l-Belağa'sında, Firuzabadi'nin Kamus'unda, İbn-i Manzur'un Lisanü'l-Arab'ında konuyla ilgi­li bu tür ifadelere rastlıyoruz.

Görüldüğü gibi "Ala harfin" tabiri;

a- kararsızlık

b- şüphe/tereddüd

c- kıyıdan kıyıya, kenardan dolaşmak

d- kal­biyle değil diliyle inanmak gibi anlamları ihtiva etmektedir.

Elmalı: Nâstan kimi de Allah'a kıyıdan kıyıya ibadet eder.

Çantay; ... (dinin) yalnızca bir taraf(ın)dan (tutup) iba­det eder.

Yani şekk ve tereddüd içindedir.[135]

D.İ.B., Atay: ... Allah'a bir yar başındaymış gibi kulluk eden vardır.

Bilmen: ... Allah'a bir tereddüt üzere ibadet eder.

Yavuz: ....Allah'a dinin bir ucundan ibadet eder.

Davudoğlu: ... Allah'a uçtan uca ibadet eder (şüphe içinde­dir).

Ateş: ... Kimi de Allah'a bir kenardan, (dinin bütününe inanmadan) ibadet eder.

Bulaç: ... Kimi de, Allah'a bir ucundan ibadet eder ...

T.D.V: ... Kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder.

Y. öztürk:... İnsanlardan bazıları da Allah'a kıyıdan kıyı­ya ibadet eder.

A. Öztürk: ... kimi de Allah'a bir kenardan ibadet eder.

Koçyiğit: ... Allah'a gönülsüzce ibadet eden vardır ki ...

Hizmetli: Allah'a tereddüt içinde kulluk eden insanlar var­dır.

Varol: ... Kimi de Allah'a bir kenardan (yarım yamalak) ibadet eder.

Piriş: İnsanlardan, Allah'a bir uçurum kenarındaymış gibi kulluk edenler vardır.

Kararsız, imanla küfür arasında...

Türkçe meallerde, görüldüğü kadanyla "Ala harfin" ta­birinin neredeyse bütün anlamlarına rastlanmaktadır. Her mütercim, bu tabirin kendince uygun görülen anlamını seçmiştir. Bu, bir yönüyle doğru olmakla beraber, birçok anlamı olan bir kelime ya da ifade kalıbının; yer aldığı me­tinde, anlam daralmasına uğradığı gerçeğini de göz ardı et­memek gerekir. Daha özcesi, birçok anlamı olan bir kelime, kullanıldığı cümlede ancak birkaç anlamıyla hatta bazen bir tek anlamıyla karşımıza çıkar.

Bu kanaat "Ala harfin" tabiri için de geçerlidir. Ayeti bir bütün olarak düşündüğümüz zaman, ayetteki, söz konusu edilen münafık tipolojiye sahip insanların itikadi pozisyon­larının kınandığı; onların menfaat kaygısıyla hareket ettikleri; imanlarını, kazanım ve kayıplarının belirlediği anlaşıl­maktadır. Zaten müfessirlerin çoğu da buna dikkat çekmiş­tir. Bu realiteden hareketle, bizce, "Ala harfin" tabirini bu anlamı yansıtacak şekilde tercüme etmek gerekir.

- Allah'a (menfaat) endişesiyle ibadet eden insanlar var­dır.

- Allah'a inanmakta (menfaatlerinden dolayı) tereddüd eden insanlar vardır.

- Allah'a inanmakta (menfaatlerinden dolayı) kararsız kalan insanlar vardır.

- Allah'a kalbiyle değil de diliyle (menfaat icabı) inanan insanlar vardır, vb.

Örnek:

Allah'a inanmakta (menfaatlerinden dolayı) tereddüt eden/kararsız kalan insanlar vardır. Eğer kendisine bir ha­yır isabet ederse yatışır; eğer bir sıkıntı isabet ederse yüz çe­virir...[136]

 

Alak/Alaka :

 

Alak kelimesinin, "alaka"nın çoğulu olduğu ifade edilmiştir. Alaka, yapışıp ilişmek de­mektir. Mutlaka, yapışkan ve iliş­ken nesneye "alak" denir. Kana ve kırmızı kana dolayısıyla uyuşuk kana da "alaka" denir. Bundan do­layı rahimdeki dutuğa da "alaka" denir. Yapışkanlığından dolayı sülüke ve kuyu makarasına, ipine ve makaraya iliştirilen takıntısına ve tek yola da "alak" denir

Alaka: Ululuk ve taalluk gibi ilişmek ve yapışıp tutmak mânâsından türetilmiştir. İlişken yapış­kan şey demektir. Müfessirler "alak" kelimesini "dem-i camid" (donmuş kan) diye tefsir etmişler­se de, asıl mana rahimde aşılanmanın meydana gelmesiyle yani döllenmenin oluşmasıyla husule gelen aluktur. Bunlar maddî ma­nalardır.

Bunlardan başka "alak", ru­hanî ve manevî olarak, alâka gibi aşk ve muhabbet mânâsına da ge­lir.

 

A'lâm:

 

A'lâm, uzun, büyük ve yüksek dağ mânâsına gelen "Alem" kelimesinin çoğuludur. Şâir şöyle der:

"Bir dağı aştıklarında bir dağ göründü"

Hansa şöyle der:

Sahr öyle biridir ki, kılavuzlar mutlaka ona uyar.

O, sanki başında ateş bu­lunan bir dağdır.

 

Alem:

 

Alem kelimesi, raht (3-10 arası topluluk) kelimesi gibi aynı lafızdan müfredi olmayan cins isimdir. Bu kelime insanları, cinleri, melek­leri ve şeytanları içine alır. Ferrâ da böyle demiştir. "Alem" kelimesi "alâmet" kelimesinden türemiştir. Zira âlem, yüce yaratıcının varlığına bir alâmettir.

Âlem ve alâmet kelimesi, "hâtem", "kalem" gibi "âlet" vezninde bir çoğul isimdir. Çoğul özelliği bulunmayan bir ferde âlem denilmez. Çoğul oldu­ğu halde, akıllı varlıklar için, ço­ğulun "âlemin" diye tekrar çoğul yapılması ve "el-âlemîn" diye umumî gelen belirlilik "lamı" ile belirli kılınması, bütün evreni ve evrenin bütün parçalarını içine aldığını ifade eder.

Bu genellik içinde akıllı var­lıklar için kullanılan çoğulun getirilmesi de akıllı varlıkların üstün tutulduğunu gösterir. Akıllı var­lıkları düşünmeden alemlerin Rabbinin doğru anlaşılmayacağı­na delalet eder.

Âlem kelimesinin kökü açı­sından asıl bir manası, "ma ya'lemu" yani bilgi edinmeye alet ve vasıta olan şey demektir. Gerçek ilim ise tasavvur değil hakkın tas­dikidir. Yani iki tasavvur arasın­daki mevcut bağı bütün vicdanı ile kavramaktır.

Bize mükemmel bir düzen ile görünen ve her an var olma ile yok olma arasında akıp giden, bu akışında bir düzen sırrı ve ilişki­si takip eden ve en önemli düze­ninden birisi de ruhlar ve zihin­ler ile dış alem ve belli şeyler ara­sında, haklılık, gerçeklilik ve ger­çeğe uygun dediğimiz hak ölçü­sünde, yani bir şeyin doğruluğu­na tasdik anındaki gözlem ve şa­hitlik, ilim, akıl ve kalp bağlantı­sı ile görülen her varlık toplulu­ğu Allahu Teâlâ'ya ve O'nun kudretine, Rabb olduğuna ve ke­maline delâlet eden birer delil, birer işaret meydana getirerek öl­memize, doğurulmamıza sebep olduklarından dolayı alem diye isimlendirilmişlerdir. Alem, Al­lah'tan başka bütün varlıklar de­mektir ve Allah ise âlemin ötesidir.[137]

 

'Âlemîn:

 

'Âlemîn, beş şekilde tefsir edilir:

1. İnsanlar ve cinler

"Hamd, 'âlemînin (insanlar ve cinlerin) rabbi Al­lah'ındır." [138]

" 'Âlemîne (insanlara ve cinlere) uyarıcı olsun di­ye..." [139]

"O, başka değil, âlemin (insanlar ve cinler) için bir hatırlatmadır." [140]

"O, başka değil, âlemin için bir hatırlatmadır." [141]

2. Kendi zamanlarındaki 'âlem­ler (insanlar)

"Ey İsrâîloğulları! Size verdiğim nimetlerimi ve sizi 'âlemin (kendi zamanındaki 'âlemler (insanlar)) üzerine tafdil ettiğimi hatırlayın!" [142]

"Andolsun ki Biz onları bir ilm üzere 'âlemin (ken­di zamanındaki 'âlemler,insanlar) üzerine ihtiyar etmiştik." [143]

"Onları (İsrâîloğulları 'nı) âlemin (kendi zamanlarındaki 'âlemler, insanlar) üzerine tafdil et­miştik." [144]

3. Adem'den Kıyâmet'e kadar -kendi cinsinden- gelecek tüm insanlar

"Şüphesiz ki (ey Meryem) Allah seni seçti ve tahir kıldı, hem de âlemin kadınları (Adem'den itibaren bütün kadınların) üzerine seçti." [145]

" 'Alemin (Adem'den Kıyamet'e kadarki bütün in­sanlar) için bereketler verdiğimiz arza..." [146]

4. Nûh'dan sonrakiler

"Âlemin (Nuh'tan sonraki insanlar) içinde Nuh'a selâm (Nuh'un ardından o'na yapılan güzel senalar)." [147]

Bununla Nûh'dan sonra insanlar tarafından o'na yapılacak güzel övgüler kasdedilmektedir.

5. Ehl-i Kitap

"Yoluna gücü yetenlerin O Ev'i haccetmesi Allah'ın in­sanlar üzerindeki bir hakkıdır. Artık kim nankörlük ederse şüphesiz ki Allah, âleminden (Ehl-i Kitap'tan -çünkü onlar kaccın farz olduğu görüşünde değillerdi-) ganidir." [148]

 

Âlî:

 

Âlî, kibirli ve zorba.

 

Âlîyn:

 

Âlîyn, kibirliler demektir. "Alâ fi’l-ardi" Kibirlendi, böbürlendi mânâsına gelir.

 

Allah:

 

Zât-ı mukaddesin özel ismidir.O'ndan başkası bu ismi kullanamaz. Kurtubî şöyle der: "Allah" ismi, zât-ı mukaddesin isimlerinin en büyüğü ve en kapsamlısıdır. Bu isim, uluhiyyet sıfatlarını şahsında toplayan, rububiyet sıfatlarıyla vasfılanmış olan, hakiki varlık olarak tek olan ve kendisin­den başka ilâh olmayan gerçek varlığın adıdır.

Allah, mabudi Hakkın, (ger­çek Allah'ın) özel ismidir. İsm-i zattır ve ism-i alemdir. "Allah" di­ye isimlendirilen en yüce zât, kâ­inatın yaratılmasında, devamın­da, gelişmesinde bir ilk sebep ol­duğu gibi, lisanı irfanımızda da böyle yüce ve özel bir başlangıç­tır. Hak Teâlâ'nın varlığı ve birliği kabul edilmeden kâinatı ve kâ­inattaki düzeni hissetmek ve kav­ramak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkansız bir ıstıraptan ibaret kalacaktır. Çünkü, "Allah" özel ismi üzerin­de birleşmeyen ve düzene kon­mayan, ilmimiz, fennimiz, bütün bilgi ve eğitim sistemimizde iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığı­mızı silip süpüren, perişan fikir­lerden, mecalsiz/anlamsız bir toz ve duman yığınından ibaret kalır. Bunun içindir ki bütün ilim ve sa­natlar, nihayet son aşamada bizi huzur-u vahdete çıkarmak için­dir.

İnsan, hakkı yalanlarken bile onu tasdik etme zorunluluğun­dan kurtulamaz. Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zorunlu olan Hakk, gerek ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve Allah onun is­midir. İnsan üzerinde etkisini sür­düren ve insanı cezbeden hiçbir şey tasavvur olunamaz ki onun arkasında Allah bulunmasın.

Hak Teâlâ öyle bîr "vâcibü'l-vücûd"dur ki, yani varlığı öylesinine zaruridir ki, gerek enfusî ve gerek afakî varlığımızın bütün gi­dişatında, onun vücub-ı vücudu­nu yani varlığının zorunluluğunu gösterir. Öyle ki, bizim ruhumu­zun derinliklerinde her şeyden evvel Allah'ın zatına kesin bir tasdikin, bir tasdiki mutlakın var ol­duğu muhakkaktır.

İşte "Allah" ismi celâli, bütün hislerimizin tasavvurlarımızın bi­rinci şartı olan öyle derin ve vahid gizli hissin görünenin ve gö­rünmeyenin birleştiği nokta olan parıltı halinde, hiçbir engel ol­maksızın, doğrudan doğruya yüce

Allah'ın zâtına ait olan özel bir isimdir. Yani bu isim önce zihin­deki bir mana, ikinci olarak o va­sıta ile Allah'ın zâtına delâlet eden yalnızca ona ait olan bir ism-i hastır, bir özel isimdir. Zihindeki bir mana olmayarak yalnızca ve özellikle belli zatın ismi ise özel bir isimdir. Bize göre isim ile isim­lendirilen varlık aynıdır.

Normal dilde, günlük konuş­malarda özel isim ile alem ismi arasında bir fark aranmazsa da, ilim dilinde bunlar arasında fark vardır. Allah için zât ismi ve alem ismi mümkün müdür? Bu konu­da üç tecelli algılanır. Zâtın tecellisi, sıfatın tecellisi, eserlerin tecel­lisi. İsimlerin tecellisi de bunlar­dan biri ile ilgilidir. Zât isminin, zâtın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir. Sıfat tecellisine sı­fat isimleri, eserlerin tecelisine de fiil isimleri denilir. Biz bunu bü­tün isimlerde esas olarak kabul et­tiğimiz için, Allah'ın isimleri tevfikîdir diyoruz. Bundan dolayı zât isminin, mevhumu olan bir özel isim veya mevhumu olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir.

Allah ismini, özel isim olarak bir mefhum ile mülahaza edebilmek için, selbî, subûtî bütün özel sıfat ve fiillerini tasavvur etmek ve sonra onu özetlemek gerekir. Bu da şöyle olabilir:

"O zâtı vâcibü'l-vücûd ki, bü­tün sıfatların en mükemmelini kendisinde toplamıştır." Sadece vâcibü'l-vücud demek de kâfidir. Çünkü bütün sıfatları en mükem­mel şekilde kuşatmak, bunları kendisinde toplamak, varlığı zo­runludur demek olan, vâcibü'l-vücudun bir tefsiri ve bir nitelik­lerinin ortaya konulmasıdır.

Bunun bir özeti de "bihakkın Mabud=İIahî Hak=Hak tanrı" mefhumudur. Arapça'da bu mef­hum, bilinen, belli bir tanrı demek olan "El ilah" özel ismi ile öz bir şekilde ifade edilmiştir. "Halikı âlem (kâinatın yaratıcısı) veya "halikı küll (her şeyin yaratıcısı) manasıyla da yetinilebilir. Bunları Allah-u Teâlâ'nın isminin bir tari­fi ve lafzîsi olarak da kabul edebi­liriz. Biz herhalde şunu itiraf ede­riz ki, bizim "Allah" ism-i celâlin­den duyduğumuz, anladığımız birinci mana, bu mefhumların hepsinden daha açık ve daha kap­sayıcıdır. Çünkü bu özel ismin, bir ism-i alem olması kalbimize daha yakındır. Gerek ism-i has/özel isim, gerek alem ismi (işaret, remiz, sembol), "Allah" yüce ismi ile, Allah'tan başka hiç­bir mabud / ilah anılmamıştır. "Sen onun bir adaşı olduğunu bi­liyor musun?" [149] ayetinde ifade edildiği gibi, O'nun adaşı da yoktur. Dolayısıyla bu özel ismin tesniyesi, cem'i (ikili ve çoğulu) de yoktur. O halde ancak taaddüd-ü esma/çok isimlilik caizdir. Hatta ismi hassı/özel ismi bile taaddudî/birden çok olabilir.

Farklı lisanlar da Allah-u Teâlâ'nın ayrı ayrı özel ismini bul­mak mümkündür ve şer'an caiz­dir. Böyle olmasına rağmen bili­nen lisanlarda aynı/eş anlamlısı­nı bilmiyoruz. Mesela; Tanrı, Hu­da isimleri, "Allah" gibi özel isim değildir. İlah, rab, mabud gibi is­mi âm/genel isimdir. Huda, rab demek olmayıp da "hud'ay" keli­mesinin kısaltılmışı ve vâcibü'l-vücud demek olsa yine özel isim değildir.

Arapça'da ilah'ın çoğulunda "âlihe", rabbin çoğulunda "erbâb" denildiği gibi Farsça'da hudâ'nın çoğuluna "hudâyân" deni­lir. Lisanımızda da "Tanrılar, mabudlar, ilahlar, rablar" denilir. Çünkü bunlar haklıya haksıza ıtlak edilmiştir. Yani hem gerçek hem de gerçek olmayan tanrılar için kullanılmıştır. Halbuki "Allahlar" denilmemiştir ve denemez. Böyle bir tabir işitirsek söyleyenin cehline ve gafletine yorarız.

Son zamanlarda edebî metin­lerde ismi alemlerin, özel isimle­rin, saygı maksadıyla çoğul yapıl­dığı ve mesela "Ebussuûdlar, İbni Kemaller" denildiği söz konusu ise de, alemi vahdaniyyet olan "Allah" ismi celâlinde böyle bir tabir saygısızlık anlamına gelece­ğinden, hem gerçek dışıdır, hem de edebe aykırıdır. Bu azameti an­cak Allah "biz" diye gösterir. Hal­buki tanrı adı böyle değildir, ma­bud, ilah gibidir. Batıl mabudlara dahi, "tanrı" cins ismi verilir. Müşrikler birçok tanrılara tapar­lardı falanların tanrıları şöyle, fa­lanların tanrıları böyledir denilir­di. Demek ki "tanrı" cins ismi, "Allah" özel isminin eş anlamlısı değildir, tanrı daha genel anlamlı­dır. Bu nedenle "Allah" ismi "tan­rı adı" ile tercüme edilemez.

Fransızca'da, "Allah" isminin "diu"  ile tercüme edilmesi de yanlıştır. Arapça'da "Allah" yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur. Öncelikle Hz. Muhammed'in risaleti döneminde bütün Araplar'ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir. Kur'ân azimüşşan bize bunu, "Gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan, elbette, “Al­lah' derler." [150] ayetiyle bildi­riyor. Şimdi bizde olduğu gibi o zamanda da bu ismin Arap dili­nin tam bir malı olduğu şüphesiz­dir. Sonra bunun Hz. İsmâîl za­manından beri geçerli olduğu da bilinmektedir. Bu nedenle Arapça olduğunda bir şüphe yoktur.

Eğer "Allah" kelimesindeki "el" harfleri belirleme edatı ise, kelime herhalde başka bir şeyden nakledilmiştir. "Allah"a isim ola­rak verilmesi ikinci bir kök saye­sinde mümkündür. Fakat bunun başlangıçta Arap dilinde diğer bir isimden veya sıfattan alınmış olması mümkündür ve asi olan budur. "Allah" kelimesinden "el" edatı kalkınca "lah" olur. Gerçekten Arapça'da "lah" ismi vardır ve Basralı alimlerin büyük çoğunluğu Allah'ın bu kelime­den türetildiğini söylemişlerdir. "Lah"; gizlenme ve yükselme manasına "lahe", "yeliha" fiili­nin masdarı olduğu gibi bundan "ilah" manasına da bir isimdir ve "lahum", "lahumme" denilir. Arap şairi:

"Rebah'ın yemini gibi onu bü­yük olan Allah (lahum) işitir." Demiştir. Aynı şekilde, Rasûl-ü Ekrem efendimizin dedesi Abdul-muttalib'in fil olayında Ka'be'nin kapısının halkasına yapışarak;

"Ey Allahım (lahum); kul kendi evini korur, sen de kendi evini koru." diye Allah'a yalvar­mıştı. Şu halde "lah" isminin ba­şına "el" getirilerek "Allah" denil­miş ve özel isim yapılmış demek­tir.

"Lah" isminin Süryanice'deki "Laha"dan veya İbranice"deki "Elahim"den alındığı iddia edil­mekle birlikte, hangisinin daha eskiye dayandığı bilinmemekte­dir. "Lah", "lahüm" kelimeleri her ne kadar Arapça'dan başka bir dilden alınmış olsa da, "Al­lah" kelimesinin, "el" takısı, "lah" ile birleştirilerek ondan alınmış olsaydı onun hemzesinin nida (çağrı) halinde yerinde kal­masına dilin kuralı izin vermez­di. Bu nedenle, Kûfeliler dahi birçok dil bilgini, "Allah" keli­mesinin "lah"dan değil "ilah" cins ismi ile eş anlamlı olan "elilah"dan türetilmiş olduğunu söylemişlerdir.

Bu iki tetkike göre de Allah ismi, büyük türeme ile türeyen bir Arapça isimden nakledilmiş ve onun asıl manasını ihtiva etmiştir. Hem aslı hem kendisi Arapça'dır. Ancak bazılarının zannına göre, aslı Arapça değil, Arapça'ya nak­ledildikten sonra sırf Arapça'dır.

Müfessir ve nahiv alimi En­dülüslü Ebû Hayyân'a göre; Al­lah ismi hemen söylenmiş bir sözdür, türememiştir. Yani ilk kullanıldığında Allah'ın özel is­midir. Gerçekten çağırma kipinde "Allah" kelimesinin başındaki hemzenin düşmeyişi ve oraya bir şey girmeden çağırma edatı "ya" ile birleşmesi, bu hemzenin, keli­menin aslından olduğunun delili­dir. Bundan dolayı "el" belirleme edatı değildir. Ancak kullanmayı kolaylaştırmak için bazen edat gi­bi kullanılmıştır ve Allah kelime­sinin sonuna tenvin getirilmemiş­tir.

Özetle "Allah" ismi türemiş veya başka bir dilden Arapça nakledilmiş değildir. Başlangıçtan iti­baren özel bir isim olarak kullan­mıştır. Allah ismi, uluhiyet vasfın­dan değil, ilahlık ve mabudiyet vasfı ondan alınmıştır. Allah iba­det edilen zat olduğu için Allah değil Allah olduğu için kendisine ibadet edilir. O'nun ilahiyeti, tapılmaya ve kulluk edilmeye layık olması kendiliğindendir. İnsan puta tapar, ateşe tapar, güneşe ta­par, kahramanlara, zorbalara ve­ya sevdiği bazı şeylere tapar; tap­tığı zaman onlar ilah, mabud olurlar, sonra bunlara tapmaktan vaz geçer, cayar tanımaz olur, o zaman onlar da mabudiyet ve ilahiyet vasıflarını yitirirler. Halbuki insanlar, Allah'ı mabut tanısınlar tanımasınlar o bizzat mabuttur, ilahtır. Ona her şey ibadet ve kul­luk borçludur. Hatta onu inkar edenler bile ona kulluk etmek zo­rundadırlar.

Bu yüce isim yani "Allah" is­mi, lisan açısından da, adının sa­hibi gibi, bir ezeliyet perdesi için­dedir. Bütün bunlardan en basit bir mana edinmek için söylenecek söz hayret ve büyüklüktür. Allahu ekber. [151]

 

Allahu Ekber:

 

Allahu ekber, esasen Allah'ı tazim etmek, onu büyüklemek demektir. Bu büyükleme üç mânâ ile olur.

1. Kalb ile tasdik,

2. Söz ile ifade etme,

3. Amel /eylem ile. [152]

 

A'mâ:

 

A'mâ, üç şekilde tefsir edilir:

1.  Kalbin/kalb gözünün körlüğü

"Çünkü (sadece) gözler a'mâ (kör) olmaz, göğüslerdeki kalbler de a'mâ (kör) olur." [153]

"Sağırdırlar, dilsizdirler, a'mâdırlar (kalbleri/kalb gözleri kördür). Onun için onlar (hidâyeti) akletmezler." [154]

"A'mâ (kalbi/kalb gözü kör olup da hidâyeti kal­biyle görmeyen kâfir) ile, basîr bir olmaz." [155]

"Onlardan sana bakanlar da vardır, fakat a'mâları (kalb­leri/kalb gözleri kör olanları) sen mi hidâyete iletecek­sin; üstelik (hidâyetten yana) basiretleri de yokken?!" [156]

"Kim burada a'mâ ise (Yüce Allah'ın, "Andolsun ki biz Ademoğulları'nı tekrim ettik" [157] âyetinde sözkonusu edilen hususta kimin kalbi/kalb gözü kör olup Rabbini tanımaz ve O'nu birlemez ise), o, âhirette de a'mâdır (basiretsizdir), yol itibariyle de şaşkın­dır." [158]

2.  Körlük/gözün körlüğü

"Kendisine o a'mâ (kör/gözleri görmeyen kişi) geldi diye." [159]

"A'mâya (kör/gözleri görmeyene) harec yoktur." [160]

"A'mâya (köre/gözleri görmeyene} harec yoktur..."[161]

3. Hüccetten/delilden yana kör, hüccetsiz/delilsiz

"Ve onu Kıyamet Günü a'mâ olarak (Al­lah'a karşı hüccetsiz/hüccetten yoksun bir halde) haşrederiz." [162]

 

Amed:

 

Amed[163], çoğul ismi ve­ya çoğuldur. "Amud" veya "İmad"ın çoğuludur. Dayanak, dayanacak yer, duvar, direk mânâlarına gelir. Amed, Bahr'in be­yanına göre çoğul ismi, diğerleri­nin beyanına göre çoğuldur. Ragıb ve Ferra, "amud"un çoğulu olduğu, Ebû Ferra ise "imad"ın çoğulu olduğunu söylemiştir.

"İmad", dayak, dayanacak şey demektir. Bu nedenle "imad"ın mutlaka direk olması gerekmez. Aralarında, genel ve özel olma farklılıkları vardır. Ebû Bekir, Hamza Kisaî, Halef, "ayn"ın ve "mim"in zammıyla okumuşlar ki bunun açıkça çoğul olduğunda şüphe yoktur. "Amud", direk, sütun demektir. Kasd manasına "amd"den türetilmiştir. Bir kavmin, kıvamı umuru olan ulusuna "amudî kavm" de­nir. Askerin kumandanına "amu­dî ceyş" denir. Kılıcın sırtında olan yola "amudi seyf" denir. İn­sanın göğsündeki korkuluk kemi­ği dedikleri ve aşağı doğru dil gibi göbeğin aşağısına doğru uza­nan damara ve insanın sırtına "amudi batın" denilir. Bir de "amud", hüzün ve kederinin şid­detinden direk gibi donup kalan, gayet hazin ve meraklı kimseye de denir.

Bunlar göz önünde bulundu­rulunca "amedin mümeddedeh" ifadesi, o ateş ile gönüllerini ve bedenleri sarıp çepeçevre kuşatan zebanilerin cesametlerine işaret de olabilir. İbni Abbâs'tan, "bun­ların, onları çepeçevre kuşatan ateş sütunları" olduğu rivayet edilmiştir. [164]

 

Amilet eydina:[165]

 

.. Meydana getirmeyi yüklendiğimiz ve bizden başkası­nın yüklenemeyeceği şeylerden ... (Allah) bunu kendisinden başkasının güç yetiremeyecegi yaratma(sın)daki eşsiz­liği ve ondaki hikmetler için söylemiştir.

"Amelü'l-eydi": El­leriyle çalışanların çalışmalarından istiare olunmuştur. [166]

... Yani kuvvet, kudret ve emrimizle yarattık.[167]

...Yaratılışını üzerimize aldığımız şeylerden. Allah'ın (Bima hesebet eydiküm) sözü gibi. [168] Hasan, kuvve­timizin yaptığı şey, demiştir. "Yed", "eydi" gibi kuvvettir. Allah, güç ve zayıflık gibi maddi niteliklerin kendisine nü­fuz etmesinden yücedir (uzaktır, münezzehtir). Ancak an­lamı şöyledir: Eşyaya verdiğimiz, gök ve yerdeki işlerden ibaret olan güçlerimizin meydana getirdiği şeyleri...

... (yarattığımızı görmüyorlar mı?)  [169]

Yani, "yalnız bizim yarattıklarımızdan yahut bizim yaratabildiklerinıizden biri olarak" (Zemahşeri ve Razi)- Yukarı­daki mecazi deyim, "el ürünü "/"ellerimizin yaptığı" ("eser­lerimizden biri" (T.ç.n.) kavramının, geniş anlamdaki, yani hem somut hem de soyut anlamdaki karşılığına dayanmak­tadır. [170]

"Yed" kelimesinin güç, kuvvet, kudret gibi anlamları ih­tiva ettiği bütün muteber sözlüklerde yer almaktadır.

"Amilet eydina" ifadesinin Türkçe'deki tercümeleri daha çok "lafzi" tercüme olarak göze çarpmaktadır.

Elmalı: ... ellerimizin yaptıklarından...

Çantay: Ellerimizin işleyip yaptıklarından...

D.İ.B.: ... elleriyle yaptıklarının ...

Bilmen: ... -kudret- ellerimizin yaptıklarından ...

Yavuz: ... kudretimizin meydana getirdiklerinden ...

Davudoğlu: ... kudretimizin meydana getirdiklerinden .

Ateş: ... ellerimizin yaptıklarından ...

Bulaç: Ellerimizin yaptıklarından ...

Y. Öztürk: ... ellerimizin yapıp ettiklerinden ...

Atay: Kudretimizle ...

A. Öztürk: ... kendi ellerimizle yaptıklarımızdan ...

Koçyiğit: Ellerimizin yapıp da ...

Hizmetli: ... kudretimizle...

Varol: Ellerimizin yaptıklarından ...

Piriş: Kendi ellerimizle yaparak...

Görüldüğü gibi bazı mütercimler üzerinde durduğumuz ifadeyi "ellerimizin yaptıklarından", "kendi ellerimizle yap­tıklarımızdan" vb. şekilde tercüme etmişlerdir. Fakat böyle tercümelerin eksik ve yanlış anlaşılmaya açık olduklarını düşünüyoruz. Çünkü ayetin orijinalinde zikredilen "amilet eydina" tabiri güç, kuvvet, kudret gibi potansiyel unsurları sembolize eden mecazi bir ifade formudur. Anladığımız ka­darıyla burada "cüz" zikredilirken aslında "küll" kastedil­miştir. Yani ellerin zikredilmesi o işin bizzat ellerle yapıldı­ğına her zaman işaret etmez, bilakis ellerin sahibine işaret eder. Kaldı ki söz konusu Allah olunca somut anlamda "eller"in zikredilmesi doğru değildir.

Konuyu bir de şu şekilde izah edebiliriz. Aynı durum in­sanlar için de geçerlidir. İnsan elleriyle yemek yapar ama "ellerim yemek yaptı" demez veya elleriyle kalem kullanıp yazı yazar ama "ellerim yazdı" demez. Bilakis yemek yap­tım (ben) veya yazı yazdım (ben) der. Yani insan yaptığını kendisinde var olan potansiyel unsurlar sayesinde yapar ama bu iş için bazen elini, bazen ayağını veya başka bir or­ganını kullanır.

Bu bakış açısından dolayı "Amilet eydina" deyimsel ifa­desinin;

- Gücümüzle

- Kudretimizle (Hizmetli, Atay)

- Kuvvetimizle

şekillerindeki tercümelerinin mantıken daha izah edile­bilir ve doğru olduğunu belirtmeliyiz.

Örnek:

Yasin: 36/71: Görmediler mi ki biz onlar için gücümüzle bir­takım hayvanlar yaratmışız da onlara sahiptirler.[171]

 

Amin:

 

"Amin", duamızı kabul et demektir. Bu kelimenin Kur'an-ı Kerîm'den olmadığına dair âlimlerin icmaı vardır.

 

Ân:

 

Ân, son derece sıcak demektir.

 

An Yedin.

 

"An yedin"[172], şu anlam­lara gelmektedir.

1- Hazır elden imtina etme­den, hürmetle, takip ve tahsiline lazım göstermeyecek bir şekilde elini uzatarak.

2- Elden, nakden, teahhür ol­madan,

3- Her biri kendi eliyle, vekil tutmaksızın,

4- Eli, gücü yetenden, zengin veya kazanarak elde edenlerden.

Bu dört manada "yed", cizyeyi veren el demektir. Alan el ol­ması nazarından ise;

1- Üzerlerindeki elden dolayı, yani kendi kendilerinin canlarını, mallarını, hukuklarını korumak­tan aciz olarak, üzerlerinde bulu­nan "yed"in (elin) himayesine ih­tiyaçları sebebiyle, onun hakkı olarak cizye vermeleri nedeniyle­dir. Burada "yed" kudret manası­nadır.

2- Uzatılan el, yapılan yardım ve adil bir hükümetin himayesine girmek anlamındadır. Bu şükran ile karşılanması gereken büyük bir nimettir. İşte "an yedin" ifade­si bu manalara işaret ettiği gibi "vehuven sağîrun" ifadesi de zillet için bir ihtardır. [173]

 

A'nab:

 

A'nâb[174], üzüm ve üzüm bağları demektir. [175]

 

Anet:

 

Anet, meşakkat, helak, sıkıntı ve günah mânâlanna gelir. Aynca kırılan kemiğin sarııldıktan sonra tekrar kırılması da bu kelime ile ifade edilir.

 

Ani:

 

Ani- son derece kız­gın demektir. Cehennem ateşinin sıcaklığını ifade eder.

 

Anittum:

 

Meşakkate düştünüz. İbn Manzûr şöyle der: Anet, helak olmak manasınadır. "E’anetehu" ise, "onu helake düşürdü" demektir.[176]

 

Ânifen:

 

Ânifen, şimdi, az önce. Bir kimse bir işe yeni başladığında "İste’nefe’l-emr" denir. Ânîfen, Arapların bu sözünden alınmıştır.

 

Arâ:

 

Arâ, ne bir ağacın ne de bir alametin bulunmadığı geniş yer. Ferrâ şöyle der: Arâ, boş yerdir.

 

A'rab/Arab:

 

"A'rab" ile "Arab" farklı an­lamda kullanılan iki kelimedir. Bu nedenle, "A'rab" kelimesinin "Arab"ın çoğulu olduğu zannedilmemelidir. "Arab", "Arabi"nin çoğul ismi, "A'rab" da "A'rabi"nin çoğul ismidir. Yani "Arab"ın müfredinde "Arabi", A'rab"ın müfredinde "A'rabi" denilir.[177]   

"A'rab", gerek "Arab"dan ve gerekse "Arab"ın mevalisinden, bilhassa bedevi olanlara yani bir köy ve kasabada sürekli olarak ikamet etmeyip dolaşan göçebeye denir. "Arab" ise, bedeviye ve medenîye (şehirli) şamil olmakla birlikte daha ziyade köy ve kasa­balarda devamlı olarak oturan kimselere denir. Bunlara "A'rab" denilmez, "Arabi"ye (ya "A'ra­bi") denilse kızar. Fakat "A'rabî"ye "ya Arabi" denilse sevinir. Bu fark Türkçe'ye de geçmiş, "A'rab" kelimesi adeta, siyah, koca dudaklı zenci gibi bir anlam ile kullanılmıştır ki bunun aslını bilmeyenler, "Arab" ve "A'rab" lafızları arasındaki telaffuz farkını anlayamazlar da halt ederler, "A'rab" diyecek yerde "Arap" derler. Kısacası "A'rab" ve "Arab", Türkçe'deki Türk ve Türkmen gibidir. Türkmen Türk'ün yörüğü olduğu gibi, A'rab da Arab'ın yörüğüdür.

"Arabiy", "Arab"a mensup, "Arab" da "Arabi"nin çoğul ismi­dir. Ebu Hayyan tefsirinde ifade edildiği gibi, Hz. İsmail'in diyarı­na ve evin çevresine "arabet" de­nilmiştir. Nitekim şair, Rasülullah'ın Mekke'yi fethini anlattığı bir şiirinde, vezin gereği, "arabe" diyerek, "ra"sını sakin kılmıştır. Bunun dayanağı "Arabî" dir.[178] Kur'ân'ın Arapça olmasını başlangıçta buna dayandırabiliriz. Arabe, diyarının diline mensup demek olur. Arap diline sahip ol­duğu bu güzelliği Kur'ân'ın kattı­ğında şüphe yoktur. Kur'ân'ın be­lagatı karşısında bütün Arap belagatçıları aciz kalmıştır.

Arapça ise, hece harflerindeki güzellik ve bütünlük, kelimelerin­deki ölçülülük ve genişlik, kökle­rindeki asillik, ahenk, çeşitlilik, kinayelerinde hatırlama ve ısın­dırma, vecizlik içinde açıklığa hizmet eden ince farkları, edatlarındaki insicam kabiliyeti, özellik­le tamlama ve gramerindeki ince­lik ve göz kamaştırıcı şekilleri ne­deniyle meramı ifade için mevcut diller arasında en kuvvetli bir an­latıma sahiptir. [179]

 

Arabi:

 

Arabî[180], Arab'a mensup demektir. Arab da, Arabi'nin ço­ğul ismidir. Ebû Hayyân'ın ifade ettiği üzere bir de "arabe" ismi vardır ki, Hz. İsmail'in diyarının ismi, evinin çevresi demektir.

Nitekim şair, şiirinde "ve arabtü arda ma yuhillu heramehe..." diyerek, Rasulullah'ın Mek­ke'yi fethini anlatmış vezn gereği "arabe"in "ra"sını sakin kılarak "arbe" demiştir. Bunun da daya­nağı "Arabi"dir.

Kur'ân'ın "Arabî", yani Arapça olması doğrudan doğruya buna nisbet edilebilir. Arabe diya­rının diline mensub demek olur. [181]

 

A'raf:

 

A'râf, "arf" ve "arafe"in ço­ğuludur. "Arf" ise herhangi bir mürtefi' (yüksek, yükseltilmiş) yer demektir ki bu münasebetle atın yelesine, horozun ibiğine "arf" denir. Meşhur kavle göre, "A'râf", cennetle cehennem arasındaki hicab/örtü veya sura da "a'râf" denir. Bu örtü ve sur ise yüksek tepeler anlamındadır.[182]

İbni Abbâs'a göre sıratın şere­feleri; Hasan Basri’ye göre A'râf ma'rifettendir. Cennet ve cehen­nem ehlini simalarından tanımak için birtakım insanlar var demektir. A'râf'ın tefsirinde iki kavil vardır.

1- İyilik ve kötülükleri eşit olan insanlar.

2- Enbiyâ, şühedâ, ahyar, ulema veya rical (insan) su­retinde görünen melâike gibi de­receleri yüksek zevattır. Bunlar cennet ile cehennem arasında bir müddet kalırlar. [183]

 

Arafat:

 

Arafat[184], arefe günü hacıların vakfeye durdukları da­ğın adıdır. Mekke'ye 12 mil uzak­lıktadır. Zilhicce'nin 8. gününe "Terviye günü" dendiği gibi 9. gününe de "Arefe günü" denir. Bu günde Arafat'ta bir müddet beklenir.

Arefe kelimesinin çoğulu gibi görünen "Arafat" isminin bu da­ğa hangi maksatla verildiği konu­sunda farklı görüşler bulunmak­tadır. Tanımak manasına, "mari­fet" veya "itiraf" kelimesinden, güzel koku manasına "arf" keli­mesinden türetildiği de iddia edilmiştir. Bu ihtilaflar nedeniyle bu dağa Arafat dağının ne zaman, hangi maksatla ve hangi kelime­den türetilerek isim yapıldığı tam olarak bilinmemektedir. Ancak her bir iddianın, Arafat dağının bir özelliğini göstermesi de müm­kündür. [185]

 

Ârıd:

 

Ârıd, ufukta görülen bulut.

 

Arız:

 

Arız[186], bir yanı ortaya çıkan demektir. "Ufukta enine olarak çıkan bulut"a da "arız" de­nilir. Arız çeşitli anlamlarda kulla­nılmıştır. [187]

 

Arş:

 

Arş[188], "sakf" demektir ki bir binanın, bir yerin muhit-i ulvîsini yani en değerli, en yük­sek yerini teşkil eder. Bir eve nisbetle tavanı, tavana nisbetle üs­tündeki çatısı, kubbesi, tahta boş­luğu, çatısı hep arş kelimesinin anlam sahasına girer. Buna yük­seklik olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye denir. Bu suretle "arş" kavramı­nın en kesin anlamı değerlilik ve yükseklik ifade etmesidir.

Bu münasebetledir ki arş, ül­kenin üzerine kurulup bina edilip yükseltildiği taht mânâsında kul­lanılmış ve tahtın lazım olan mülkten ve izzetü saltanattan kinaye de kılınmıştır. "Sellü arş", mülkü yıkıldı dağıldı demektir. Mülkü kıvamında, işleri yolunda ve mülkünün işleyişi muntazam ve sağlıklı olduğunda "istave ale'1-arşi " veya "istekare ala şeri­ri milkh" denilir.

Ayrıca bir işin gerçekleşme ve yürüme nedenine, bir şeyin şart­larına, bir cemaatın liderine, yö­neticisine, tabuta, kuyunun dibin­den adam boyu kadar taşla örül­dükten sonra ağzına kadar yapı­lan ahşap yapıya, ayağın parmak tarafına doğru yüzündeki yumru­cuk gibi tümseğe ve kuşun yuva­sına da arş denir. [189]

 

Arz

 

Arz, yedi şekilde tefsir edilir:

1. Cennet arzı

"Bizi arza (cennet arzına) vâris kıldı; cennetten dilediğimiz yere yerleşiyoruz." [190]

"Andolsun zikr'in ardından zebûr'da da, "Arza (hasseten cennet arzına) sâlih kullarım vâris olacak" diye yazdık." [191]

2. Şam'daki Arz-ı Mukaddes

"Ve o zaafa uğratılmış kavmi, vâris kıldık arzın (Ürdün ve Filistin'in) doğularına..." [192]

"Biz o'nu ve Lût'u kurtardık; bereketlendirdiğimiz ar­za (Arz-ı Mukaddes'e) çıkardık." [193]

3. Medine arzı/toprakları

"Ey îmân eden kullarım! Şüphesiz Benim arzım (hasseten Medine arzı) geniştir. O halde yalnız Bana ibâdet edin!" [194]

Bu buyrukla onlara, oraya (Medine'ye) hicret etme­leri emredilmektedir.

"Allah'ın arzı (Medine arzı) geniş değil miydi? Oraya hicret etseydiniz ya!" [195]

"Kim Allah yolunda hicret ederse, arzda gidecek bir­çok yol da, genişlik de bulur." [196]

4. Mekke arzı/toprakları

"Veya Bizim arza (Mekke arzına/topraklarına) gelip de onu etrafından eksilttiğimizi görmüyorlar mı?" [197]

"Neyiniz vardı?" diye sorarlar. "Biz arzda (Mekke arzında/topraklarında) mustaz'aftık" diye cevap verirler."[198]

"Bizim arza (hasseten Mekke arzına/topraklarına) gelip de onu etrafından eksilttiğimizi görmüyor­lar mı? O halde galibler onlar mı?!" [199]

5. Mısır arzı/toprakları

"(Yûsuf dedi ki): "Beni arz (Mısır topraklarının) hazineleri üzerine görevlendir!" [200]

"İşte böylece Yûsuf’a o arzda (Mısır arzında/top­raklarında) bir yer sağladık" [201]

"(Yûsuf’un kardeşlerinin kebiri dedi ki): "Artık ben bu arzdan (Mısır topraklarından) ayrılmayacağım; ta ki babam bana izin verinceye..." [202]

"Şüphesiz Fir'avn o arzda (Mısır topraklarında) ululandı." [203]

"Biz ise irade ediyorduk ki, o arzda (Mısır toprak­larında) mustaz'aflara lütfedelim..." [204]

"Onlara o arzda (Mısır topraklarında) güç ve im­kân verelim..."[205]

"Şüphesiz o arz (Mısır toprakları) Allah'ındır. (Kullarından) kimi dilerse ona vâris kılar." [206]

"Ola ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve sizi o arz­da (Mısır topraklarında) halef kılar." [207]

"...yahut o arzda (Mısır topraklarında) üstün ge­lip fesad çıkarmasından (korkuyorum)." [208]

"Ey kavmim! Bugün bu arzda (Mısır toprakların­da) üstünlük sahibi olarak mülk sizin." [209]

6. Müslümanların toprakları

"Doğrusu Ye'cûc ve Me'cûc bu arzda (müslüman­ların topraklarında) müfsidlik ediyorlar." [210]

7. Yeryüzünün tümü

"O arzda (yeryüzünün tümünde) hareket eden hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yok­tur ki..." [211]

"Eğer arzdaki (yeryüzünün tümünde bulunan) ağaçlar kalem olsaydı..." [212]

 

Arz Ve Semavat:

 

Arz ve semavat[213] keli­meleri birlikte kullanıldıklarında, arz; suyu, karası ve toprağıyla bü­tün yeryüzü, semavat ise bunun dışındaki bütün alemi ifade eder.

Arz, ayrıca tul (zaman veya uzunluk) karşılığı, genişlik, karşı­lık ve bedel manasınadır ki bir şey satın alınmak için arzolunur. [214]

 

Arz-ı Mukaddes :

 

Arz-ı mukaddes[215], te­miz ve kutsal toprak yer, bölge demektir ki Beyti Makdis'in bu­lunduğu yerdir. Vaktiyle birçok peygamberin karargâhı, uğrak yeri olduğundan böyle isimlendi­rilmiştir. Bu arz-ı mukaddesin ne­resi olduğu konusunda çeşitli ka­naatler ve rivayetler vardır. An­cak Fırat ile Arisi Mısır arasında olduğu kesindir. Çünkü bütün yorumcuların, siyercilerin ve ule­manın bu konuda icmaı vardır. [216]

 

As'as:

 

As’as: Kararmaya başladı. Halîl şöyle der: Gece kararmaya başladıdığında veya ağardığmda "As’asa’l-leyl" denir. Bu, zıt anlamlı kelimelerdendir. Şâir şöyle der:

"Neticede onun için, sabah ağardığında; gecesi açılıp aydınladığında..."[217]

As'as[218], Azdad'dan ol­mak üzere hem ikbal, hem idbar mânâsı ile tefsir edilmiştir. Gece­nin ikbali vakti, kararmaya başla­dığı ilk saatlerdir. Bunda bir inzar mânâsı vardır. İdbarî vakti de ze­vale yüz tuttuğu sabaha yöneldiği son saatlerdir. Sabahın habercisi olan aydınlıktır. Yöneldiği zaman diye de Türkçe'ye çevrilebilir.[219]

 

Asbahû:

 

Asbahû lafzı, iki şekilde tefsir edilir:

1. Gecenin gitmesinin ardından sabaha ulaşmak

"Sabah olunca (musbihîn) (ertesi günü sabahı et­tiklerinde)..." [220]

"(Ertesi günü) sabaha kadar (fe-asbahat) sarime dön­müştü." [221]

"Ellerini oğuşturarak sabahı etti (fe-asbaha) (er­tesi günü sabahı ettiğinde, bahçesine harcadıkların­dan ötürü ellerini oğuşturmaya kayuldu)." [222]

"(Hûd kavmi) sabaha ulaştıklarında (fe-asbahû) mes­kenlerinden başka bir şey görünmez oldu." [223]

"(Salih'in kavmi) sabahı ettiklerinde (fe-asbahû) (dör­düncü günü sabahında) diyarlarında çökekaldılar." [224]

2. Fesâr/olmak

"(Kardeşini öldüren Âdem'in oğlu) artık nadimlerden olmuştu (fe-asbaha)." [225]

"Yahut onun suyu çekilir de/çekilmiş olur da (yusbi-ha)..." [226]

"O'nun nimetiyle kardeşler olmuştunuz (fe-asbahtum, fesârtum: olmuştunuz)." [227]

"(Derileri kâfirlere diyecek ki): "Haşirlerden oldunuz" (fe-asbahtum, fesârtum: oldunuz)." [228]

 

Âsefunâ

 

Bizi kızdırdılar, öfkelendirdiler.

 

Asf:

 

Asf, kuru ekinin yaprağı.

Asf, ekinin biçildikten sonraki saman ve buğday kapçığı gibi olan yaprağıdır. Rüzgar onu uçurup sağa sola dağıttığı için ona bu isim ve­rilmiştir.

Asf, eğip bük­mek, kırıp dökmek manaları ile ilişkili olan masdar bir kelimedir. Müfessirler  çoğunlukla ekin yap­rağı demişlerdir. Ayrıca, kırılıp savrulan saman, başak çıkmaz­dan önceki taze yapraklar, içi boş, kabacıktan olan tane anlamına geldiği de ifade edilmiştir. Kâmûs'ta da geçtiği üzere asıl mana­sı, taze ve yeşil ekin yaprağıdır. Bu yapraklar kuruyup kırılınca saman olur. Çünkü ekini hamken yeşilken biçmeğe de "asf" denilir.

 

Asfâd:

 

Asfâd, Bukağı, bend, demir zincir ve halkalar. Müfredi "Safd" dir. Hadiste "Şeytanlar demirlendi"[229] yani zincirlerle bağlandı buyrulmuştur. Şair şöyle der:

Onlar ganimetler ve esirlerle döndüler.

Biz ise zincire vurulmuş meliklerle döndük.

Ayrıca "bahşiş" manasına da gelir. Çün­kü bahşiş, alanı ve vereni bağla­yan bir benddir. Lakin Sad: 38/38'deki kullanımında "bi'1-asfâd" değil, "fi'1-asfâd", yani "asfâd" ile çatılmış değil, "asfâd"da birbirine ça­tılmış, bağlanmış denilmekle, bukağı" manasında olduğu anlaşılmaktadır.

 

Ashâbu'l-Eşhâs:

 

Ashâbu'l-eşhâs, ashâbu'1-heyâkil gibi, aracının şart olduğuna, ruhaniyetin ve ruhanilerin bu ara­cılar olduğuna, bunlarla görüş­mek ve konuşmak mümkün ol­madığı için, ancak heykelleri vası­tasıyla bunlara yaklaşılabildiğine, hatta heykellerin bile bazen görü­nüp, bazan kaybolduklarına ina­nırlar.

Bu heykellere yaklaşmanın da bazı kuralları bulunmaktadır. Bu nedenle, bu heykellere yaklaş­mak için aracı heykeller ve putlar edinmişlerdir. Bu heykellere ve putlara yıldızlar esas alınarak ta­pınılmış, böylece Allah'a yaklaşa­caklarını sanmışlardır. Bunlara "semavî ilahlar" anlamında "ilah­lar" demişlerdir. İşte bu "ashâbu'l-eşhâs" puta tapıcılar cümlesindendir. [230]

 

Ashâbu'l-Eyke:

 

Ashab-ı Eyke[231], Eykeliler, -Leyke kıraatlerine göre Leykeliler. Eyke yumuşak ağaç bitiren bataklık olup Medyen yakın­larındaki bir sahilin adıdır. Bura­da yerleşmiş bir topluluk vardı, Şuayb bunlara peygamber olarak gönderilmişti. Hz Şuayb başka bir kavimdendi. Leyke bu toplumun merkez şehirlerinin adı imiş. Yani Leyke, Hicr ashabının/toplulu­ğunun merkez şehri imiş ve tica­retle uğraşan zalim ve hilekâr bir toplulukmuş.

Eyke, Leyke gibi sık, birbirine karışmış ağaçlar demektir. Ashab-ı Eyke de, Ashab-ı Medyen gibi Hz. Şuayb'ın gönderildiği bir ka­vimdir. Oturdukları bölge ağaçlık olduğu için, böyle bir isim ile isimlendirilmişlerdir. Rivayete göre, ağaçları günlük ağacı imiş. [232]

 

Ashâbu'l-Fîl: 

 

Habeş valisi Ebrehe, Habeş ve çevresinden topladıkları bü­yük bir ordu ile ve Mahmud deni­len fiillerle birlikte karşılarına çı­kanı çiğneyip geçerek Ka'be'yi yıkmak için gelmişlerdi de, mu­vaffak olunmadan perişan olup gitmişlerdi. Bundan dolayı kendilerine "Fil Ashabı"[233] denil­miştir. Bu yıl da Araplar arasında "Fil Yılı" olarak anılmıştır. "Filan şey fil yılında", "filan şey fil yılın­dan şu kadar evvel ve sonra" de­nilirdi. [234]

 

Ashâbu'l-Heyâkil:

 

Ashâb-ı Heyâkil, "Heykel as­habı" da denilir. Heykellere ve yıldızlara taparlar. Allah'a yaklaş­mak için ruhanilere, ruhanilere yaklaşmak için ruhanileri temsil eden heykellere, ibadet ederler. Allah'a yaklaşmak için aracıların gerekliliğine ve bu aracıların da görülür varlıklar olması gerekti­ğine inanırlar.

"Yedi Gezegen" diye isimlen­dirdikleri heykellere sığınırlar. Önce bunların evlerini, sonra do­ğuş ve batış yerlerini, sonra huylarıyla ilgili uygun olan ve olma­yan şekillerde bitişmelerini, sonra buna göre gecelerin, gündüzlerin, saatlerin taksimlerini, aynca aynı şekilde kişilerin memleketlerini, geleceklerini öğrenmeye çalışmış­lar, bunun üzerine mühürler kazmışlar, bir takım dualar, efsunlar ezberlemişler, her yıldıza/gezegene bir gün ayırmışlar, ona özgü elbiseler giymişler ve bunlara rabler, ilahlar, Allah'a da rablerin rabbi demişler.

Bazıları da Güneş'i, ilahla­rın ilahı kabul etmişler. Bunları temsilen heykeller yapmışlar. Çünkü heykellerin bedenlerinin ruhaniyet olduğuna inanmışlar­dır. Sonra yıldızların iş ve tesiri üzerine bir takım kitaplar yazmışlardır. Böylece, sihir, kehâ­net, tencim, tahtim, ta'zim, suver gibi acaip sanatlar icat etmişlerdir. [235]

 

Ashâbu'l-Kâlib:

 

Ashabı Kalib, Bedr Savaşı'nda katledilip kuyuya atılmış olan müşriklerdir. [236]

 

Ashâbu'l-Karye:

 

Bu karyenin/kasaba veya şehirin Antakya, bu karyeye gönde­rilen elçilerin de Hz. İsa'nın havarileri olduğu naklediliyor. O hal­de ashâb-ı karye[237], yani "ashâb-ı memleket" ve zikrolunan kavmin Romalılar olduğu anlaşılıyor. [238]

 

Ashâbu'l-Kehf:

 

Kehf, geniş, büyük mağara de­mektir. Küçük mağaraya "gar" de­nilir. Türkçesi "in"dir. Rakıym, kita­be olarak isimlendirilen, yazılı taş, maden vs. levha demektir. Kehf Sûresi'nde anlatılan mağara ashabının[239] ismidir: Bunların kim ve hangi dönemde yaşadıkları ve ne zaman uyandıklanyla ilgili çok fark­lı rivayet ve anlatımlar vardır. [240]

 

Ashâbu'l-Meş'emeh:

 

Meş'eme, şum (uğursuz) yer, yani sol kol, yahut yumnün (sa­ğın) tersi olan şeamet/uğursuz­luk, musibet manalarına gelir. Ashâbu'l-meş'eme[241] de solak tarafta, alçak mevkide bulunan değersiz, yahut kendilerine, ya­kınlarına, zararları, uğursuzlukla­rı dokunan kimseler demek olur. [242]

 

Ashâbu'l-Meymene:

 

Meymene, yemin yeri yani sağ kol, sağ taraf, yahut meyme­net, yumnü bereket anlamlarına gelir. Sağ tarafın toplantı ve mec­lislerde saygı ve hürmet gören bir mevki olduğuna göre, ashâbu'l-meymene[243] de saygı ve himmet mevkiinde bulunan yüksek haysiyet sahipleri demek olur. Aynı zamanda bu gibi kimseler kendilerinden yararlanılan, de­ğerli kişiler olmak hasebiyle mey­menetli de olurlar. [244]

 

Ashabu'l-meymene- Ashabu'l-meş'eme:[245]

 

"Ashabu'l-meymene"; kitapları sağ taraflarından verilen­ler, "Ashabu'l-meş'eme"; kitapları sol taraflarından verilenler ya da bir kişiyi üstünlükle tavsif ederken "fulanun minni bi'l-yemin" (falanca benim sağ kolumdur); bir başkasını kö­tülükle tavsif ederken de "fulanun minni biş-şimal." (falan­ca benim sol kolumdur) sözündeki gibi bunlar yüksek ma­kam (ashabu'l-meymene) ve düşük mertebe (ashabu'l-meş'eme) sahipleridirler. Bu, onlanrı sağa (yemin) nisbetle uğurlu sola nisbetle uğursuz saymak ve onları sanih (uğur­lu, hayırlı vs.) ile iyiye yormak, barih (uğursuz, hayırsız vs.) ile de kötüye yormaktır [246]

Ashabu'l-meymene: Misak gününde Adem'in sağında yer almış olanlar ... Arş'ın sağında yer alanlar... Kıyamet gü­nünde Arş'ın sağında yer alacaklar ve cennete doğru yol alacak olanlar. [247]

Ali b. Ebi Talib'e isnad edilen bir rivayete göre "müslüman çocuklar[248]

Ashabu’l-meş’eme Adem’in solunda yer almış olanlar… Arş’ın solunda olanlar. Şimale doğru yol alanlar ki bu (yol), onları ateşe götürür. [249]

Ashabu'l-yemin: Saadet erbabı ve sağ cenahtakiler. Bu, insanların 'sağ'ı uğurluluk, 'sol'u ise uğursuzluk olarak bilmesindendir. Yemin, uğur ve saadete kinaye kılınmıştır. [250]

Lafzen "soldakilerden" (yahut "soldaki insanlardan"): Meymenet ifadesi "doğruyu bulmuş olanlar" manasında mecaz olarak kullanılması gibi meş'emet terimi de "kötülü­ğe batmayı"[251] göstermek için kullanılır. Bu her iki mecazın kökeni, gelecekteki bazı olayların, kuşların belli dönemlerdeki uçuş yönlerine bakılarak tahmin edilebileceği inancına dayanır: Eğer sağ yöne doğru uçmuşlarsa uğurlu gelecek, uçuş sola doğru ise tersi. Bu eski inanış za­manla dilin kullanımına yansımış, böylece "sağ" ve "sol" kavramları, az veya çok "uğurlu" veya "uğursuz" ile eşan­lamlı hale gelmiştir. Kur'an'ın deyimsel kullanımında bu iki kavram, sırasıyla, "doğruluk/dürüstlük" ve "eğrilik/kötülük"e dönüşmüştür. [252]

"Ashabül-Meymene"; Meymene lügatte "yemin" (sağ el) veya "yumn" (uğurlu) anlamlarının her ikisine de gelebilir. Şayet yemin kelimesinden türediğini kabul edersek, mey­mene "sağ el" anlamına gelir. Ancak burada lügavi anla­mında değil, "yüksek mertebe" anlamında kullanılmış ola­bileceğini belirtmeliyiz. Çünkü Araplar sağ eli, kuvvet ve şerefin sembolü olarak nitelerlerdi. Nitekim hürmet ettik­leri kimseleri, meclislerde sağ köşeye oturturlardı. Ayrıca bir kimse başka bir şahsın kendi yanında önemli bir yeri ol­duğunu söylemek istediğinde "fulanün minni bil-yemin, (o benim sağ kolumdur) derdi. Urduca'da da önemli bir ada­mın yardımcısına "Desterast" (sağ kolu) denir. Fakat "mey­mene" kelimesinin "yumn" dan türediğini kabul edersek, "ashab-ül meymene" uğurlu, bahtı iyi olan saadet sahipleri anlamına gelir. [253]

"Ashabu'l-Meş'eme"; Meş'eme "şum" kelimesinden türe­miştir. Uğursuzluk, talihsizlik demektir. Ayrıca lügatte sol el için "şu'ma" tabiri kullanılır. Nitekim Araplar "şimal" (sol el) ve "şu'ma" (uğursuzluk) kelimelerini aynı anlamda kullanırlar.

Araplarda sol el zayıflığın ve zilletin simgesidir. Örneğin sefere çıkan bir kimsenin sol tarafından bir kuş uçtuğu za­man bu olayı uğursuzluk olarak telakki ederlerdi.

Yine Araplar bir kimseyi mecliste sol tarafta oturturlar­sa eğer, bu o kimseyi aşağı mevkide ve önemsiz gördükleri anlamına gelirdi Ayrıca bir kimse, başka bir şahsın kendi yanında bir yeri olmadığını söylemek istediği zaman "fulanun minni bi’ş-şimal" (o benim sol kolumdur) derdi. Dola­yısıyla "ashabu'l- şimal" bedbaht olanlardır. Yani Allah on­ları zillete duçar etmiştir ve onlar O'nun huzurunda sol ta­rafta bulunacaklardır. [254]

Yukarıdaki nakillerin ışığında, bu iki deyime verilen an­lamları şöyle özetleyebiliriz:

Ashabu'l-meymene:

a) Kitapları sağ taraflarından verilen­ler

b) Yüksek makam

c) Uğurlu

d) Bahtiyar

e) Mes'ud

 f) Doğruyu bulanlar

g) Doğruluk - dürüstlük

h) Adem'in sağındakiler

i) Arş'ın sağındakiler

i) Cennete girecekler

k) Müslüman çocuklar

Ashabu'l-meş'eme:

a) Kitapları sol taraflarından verilen­ler

b) Düşük mertebe

c) Uğursuzluk

d) Talihsizlik

e) Bed­baht

f) Eğrilik

g) Kötülük

h) Adem'in solunda yer alanlar

i) Arş'm solunda olanlar

i) Ateşe girecekler.

Şimdi bu ifadelerin Kur'an çevirilerine nasıl yansıdığına bakalım. Biz burada Vakıa suresinin 8 ve 9. ayetlerini mer­cek altına alacağız.

Elmalı: Vakıa 8: Sağda ashab-ı meymene: ne ashab-ı meymene!

'Ne hayırlı ne mübarek zatlar’!

Vakıa 9: Solda ashab-ı meş'eme: ne ashab-ı meş'eme!

'Ne uğursuz ne bedbaht kimseler'!

Çantay: Vakıa 8: Sağcılar (a gelince:) O sağcılar ne (mut­ludurlar!

Bunlar amel defterleri sağlarından verilecek olanlardır.[255]

Şanlarını ta'zim için böyle buyurulmuştur. Çünkü onlar cennete girecek olan bahtiyarlardır.[256]

Vakıa 9: Solcular (a gelince) O solcular ne (bedbaht)âırlar!

Kitabları sollarından verilecek olanlar.[257]

Bu beyan şanlarım tahkıyr içindir. Zira onlar cehenne­me gireceklerdir.[258]

D.İ.B.: Vakıa 8: Amel defterleri sağdan verilenler: ne mut­lu o sağcılara!

Vakıa 9: Amel defterleri soldan verilenler; ne yazık o sol­culara!

Bilmen: Vakıa 8: imdi -biri- Ashab-ı meymene. Nedir Ashab-ı meymene?

Vakıa 9: Ve - ikincisi- Ashab-ı meş'emedir. Nedir Ashab-ı meş'eme?

Yavuz: Vakıa 8: Sağcılar (amel defterleri sağ eline verilen­ler), o sağcılar ne mutludurlar!

Vakıa 9: Solcular (amel defterleri sol ellerine verilenler) ise, o solcular ne acıklı durumdalar!

Davudoğlu: Vakıa 8: (Birincisi) sağcılar (amel defterleri sağ taraflarından verilenler). Hem de ne sağcılar!..

Vakıa 9: (İkincisi) solcular (amel defterleri sol tarafından verilenler). Hem de ne solcular!..

Ateş: Vakıa 8: Sağın adamları (Amel defterleri sağ tarafın­dan verilenler), ne uğurlulardır onlar!

Vakıa 9: Solun adamları (Amel defterleri sol tarafından ve­rilenler), ne uğursuzlardır onlar!

Bulaç: Vakıa 8: İşte o "ashab-ı meymene" olanlar, ne (kutlu) "ashab-ı meymene"dir,

Ahirette amel defterleri sağdan verilen müttakiler veya sağ yanda olanlar.

Vakıa 9: "Ashab-ı meş'eme" olanlar da, ne (mutsuz ve uğursuz) "ashab-ı meş'eme"dir.

Ahirette defterleri soldan verilen suçlu, günahkarlar, in­karcılar veya sol yanda olanlar.

Y. Öztürk: Vakıa 8: İşte uğur ve mutluluk yaranı. Nedir uğur ve mutluluk yaranı?

Vakıa 9: İşte şomluk ve bunalım yaranı. Nedir şomluk ve bunalım yaranı?

Atay: Vakıa 8: Amel defterleri sağdan verilenler; ne uğur sahipleridir onlar!

Vakıa 9: Amel defterleri soldan verilenler; ne uğursuzluk sahipleridir onlar!

A. Öztürk: Vakıa 8: Sağcılar, ne sağcılardır onlar! (Onlar amel defterleri sağ taraflarından verilenlerdir).

Vakıa 9: Solcular, ne solculardır onlar! (Onlar amel def­terleri sol taraflarından verilenlerdir).

Koçyiğit: Vakıa 8: Meymenetli olanlar. (Amel defterleri sa­ğından verilecek olanlar.) Ne mutludur o meymenetliler.

Vakıa 9: Meymenetsiz olanlar, ne bedbahttır o meymenet­sizler!

Hizmetli: Vakıa 8: Kitabı sağından verilenler; ne mutlu on­lara!

Vakıa 9: Kitabı solundan verilenler; vay onların haline'.

Varol: Vakıa 8: Sağ ashabı ne (mutludurlar) o sağ asha­bı!

Sağ ashabı (ashabü'l-meymene): Kitapları sağ tarafla­rından verilenler yahut hesap esnasında sağ tarafta duranlar.

Vakıa 9: Sol ashabı ne (bedhahttırlar) o sol ashabı!

Sol ashabı (ashabü'l-meş'eme): Kitapları sol tarafların­dan verilenler yahut hesap esnasında sol tarafta duranlar.

Piriş: Vakıa 8: Sağ taraf halkı... Nedir sağ taraf halkı?

Vakıa 9: Sol taraf halkı... Nedir sol taraf halkı?

Ashabu'l-meymene: sağ taraf halkı. Yani doğru dürüst ol­duğu için ahirette kitabı (yapıp ettiklerinin kayıt sicili) sağ ta­raftan verilecek olanlar, kurtulanlar.

Ashabü'l-meş'eme: Sol taraf halkı. Yani eğrilik ve kölülük üzere hayat sürdükleri için kitapları sollarından verilecek olanlar. Ebedi kaybedişe duçar olanlar.

Görüldüğü gibi mütercimlerimiz bu iki ifadeyi

a) Sağcı­lar - solcular

b) Ashab-ı meymene - ashab-ı meş'eme

c) sa­ğın adamları - solun adamları

d) Amel defterleri sağdan ve­rilenler - amel defterleri soldan verilenler

e) Sağ ashabı - sol ashabı

f) Meymenetli olanlar - meymenetsiz olanlar şeklin­de tercüme etmişlerdir. Ancak hemen hepsi de tercümele­rinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için ya parantez açmış ya da not düşmüşlerdir. Bu parantez içi ifadeler ve dipnot­lar anlamın ortaya çıkmasına az da olsa yardımcı olmakla beraber maksudu anlatmakta yeterli oldukları kanaatinde değiliz

Yapılan tercümeleri sırasıyla ele alalım.

a) Sağcılar - solcular: Ashab-ı meymenenin sağcılar, as­hab-ı meş'emenin solcular olarak tercüme edilmesi ne kadar doğrudur? Sağcı ve solcu ifadeleri aslın yerini tutuyor mu veya sağcı ve solcu kavramlarının zihinlerde oluşturdu­ğu anlam ayetin mesajı ile ne ölçüde örtüşüyor?

Sağcılık ve solculuk mezkur deyimlerin muhtemel (!) anlamlarından sadece ideolojik olanıyla çakışıyor ki Allah-u Teala'nın böyle bir şeyi kastetmiş olması bizce mümkün görünmemektedir. Mütercimlerin böyle bir tercümeyi ter­cih etmeleri insanın aklına, yaşanan sürecin ürünü politik tercihlerin etkisinde kalmış olabilecekleri endişesini getiri­yor.

b) Ashab-ı meymene - ashab-ı meş'eme: Bunlar Türkçe'ye lafzen aktarıldıklarına göre tercüme edilmiş sayılmazlar.

c) Sağın adamları - solun adamları: Bu ifadeler her ne ka­dar Türkçe ise de Türkçe'deki uğur ve uğursuzluk, bahtiyar ve bedbahtlık, mutluluk ve mutsuzluk kavramlarının karşı­lıkları değildir. Türkçe'de bu bağlamda ifade biçimleri yok­tur.

d) Amel defterleri sağından verilenler - amel defterleri so­lundan verilenler: Bu şekildeki bir tercüme bizim de naklet­tiğimiz bazı rivayetlere dayanmaktadır. Ancak ilk dönemde bu tür bir anlama olmuş ise de rivayetlerden anlaşıldığı ka­darıyla pek benimsenmemiştir.

e)  Sağ ashabı - sol ashabı: Bu da tam olarak Türkçe bir ifade değildir ve herhangi bir fayda teinin etmekten uzak­tır.

g) Meymenetli olanlar - meymenetsiz olanlar: Şeklindeki çeviri deyimlerin karşılığı olabilecek nitelikte olmakla bera­ber mütercimin tercihim yansıtan parantez içi ifade bizce tercümedeki güzelliği gölgelemektedir.

Ashab-ı meymene ve ashab-ı meş'eme deyimlerini en doğ­ru şekilde tercüme eden görebildiğimiz kadarıyla Y. Öztürk'tür. Çünkü Y. Öztürk'ün tercümesi yukarıda naklettiğimiz makbul yorumlara son derece yakındır: [259]: İş­te uğur ve mutluluk yaranı. Nedir uğur ve mutluluk yaranı?[260] İşte şomluk ve bunalım yaranı. Nedir şomluk ve bunalım yaranı?

Bu iki terkibin tercümesi için farklı mülahazalar yapıla­bilir.

Vakıa 8:

- Doğru dürüst olanlar....

- Yüksek makam sahipleri ....

- Bahtiyar olanlar... vb

Vakia 9:

- Bedbaht olanlar.

- Kötülüğe batanlar.

- Düşük mertebe sahipleri...vb.

Örnek:

Vakıa 8: Bahtiyar olanlar! Ne kadar da bahtiyardırlar. Vakıa 9: Bedbaht olanlar! Ne kadar da bedbahttırlar.[261]

 

Ashâbu'l-Uhdûd:

 

Uhdûd ve hadd, yerde olan, yere kazılan uzun hendek veya yarığa, ayrıca, kamçı ile dövülen kimselerin bedenlerinde yol, kan oturarak, moraran kamçı yerleri­ne de denir. Mü'minleri, imanla­rından vazgeçirmek için, içi ateş dolu hendekler hazırlayarak, bu hendeklerin içine atmışlardır.

Böyle hendek yaptıkları için bunlar Ashâb-ı Uhdûd[262] is­mini almışlardır. Bunların, Yemen'de, Necran'da, Irak'da, Şam'da, Habeşistan'da, İran'da veya Yahudiler tarafından yapıl­dığına dair bazı rivayetler varsa da, Kur'ân bunların sadece vasıf­larını ve yaptıklarını anlatmıştır. Kısacası Ashâb-ı Uhdûd mü'min­leri yakanlardır: [263]   

 

Ashâbu'l-Yemîn:

 

Yemîn[264] iki mana ile açıklanabilir.

1- Kaderde sağ tarafta, güçlü, kuvvetli, iyi, dürüst, zengin bir ortam içinde yaratılmış, kendile­rinin hiç bir çaba ve gayretleri ol­madan kaderleri yaver kılınmış, işleri yolunda girmiş kimseler de­mektir. Bulundukları konumun kendi çabalarıyla hiçbir ilgisi ol­mayan kişiler için kullanılır. Ör­neğin peygamberlere vahiy veril­mesi gibi.

2- Yemin, ahd ve misak anla­mındadır. Çünkü misak (fıtrî, ya­ratılış misakı, sözleşmesi) gere­ğince sözlerine sadık kalmış kim­selerdir. Yaptıklarında sorumlu olmakla birlikte, çabalarına bağlı olmaksızın birçok nimet ve saadete erişenlerdir. Bunun örneği kişinin kendi başına çalışması ile bir toplum halinde çalışılması sonu­cu elde edilen başarı gibi. [265]

 

Asıl:

 

Asıl, ikindi ve akşam üzeri diye bilinmekle beraber, öğ­leden akşama kadarki zaman dili­mine de denir.

 

Âsim:

 

Âsim; koruyan, savan demektir.

 

Âsin:

 

Âsin; değişen, kokan.

 

Asr :

 

Asr[266] kelimesi, Kâmûs'ta geçtiği üzere, isim olarak, dehr; gündüz ve gece, gündüzün zevalden evvel ve sonra iki tarafı gadat ve aşiy, bilhassa öğleden sonra güneşin kızarmasına kadar olan ikindi vakti vakitleri için kul­lanılır. Reht aşiret, yağmur, masdar olarak da; hapsetmek, yasak­lamak, vergi vermek, sıkıp suyu­nu çıkarmak anlamlarına gelir. Bir şeyin özel bir zamanı için de, ay­nın harekât-ı selasiyesiyle "asr, ısr, usr" denir. Nitekim:

"Cue ve lem yuhyii li asr

Name ve lem yenimu li asr"

"Uyudu fakat vaktinde uyu­madı" demektir.

Gündüze ve geceye, sabah ve akşama, "asran" denilir. Lam-ı cins ile "el asr", makamına göre bunların her birinin cinsine veya ıtlak halinde hepsine muhtemil olduğu gibi, lam-ı ahd ile de içle­rinde muayyen birine, mesela bir ikindi vaktine veyahut herhangi bir şeyin belirli bir zamanına mas­ruf olur.

Bundan dolayı dilimizde "asr" mutlak zaman, özellikle içinde bulunulan zaman, seksen veya yüz yıllık bir zaman dilimi anlamlarında kullanılmaktadır. Rabbimiz Asr Sûresi'nde asra ye­min etmiştir. Bu suredeki kullanı­mında asr, kelimenin sahib oldu­ğu manalarından birine tahsis edilmemiştir. Bu nedenle bu is­min bütün manaları bu yemine dahil olur. Bundan dolayı asr, asr diye tanımlanan her şeydir diye genel manasını vermek en doğru­sudur.

Asr: İsim olarak zaman gün­düz gece, ikindi, aşiret, yağmur, topluluk, kalabalık; masdar ola­rak da, hapsetmek, tutuklamak, yasaklamak vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak, mânâlarına gelir. İnsan ömrünün tamamı anlamına da gelmektedir. [267]

 

Aşâ:

 

Aşâ[268], gözde bir çeşit zaaf ve tavuk karası, karanlığı di­ye adlandırılan bir göz kusuru­dur. Bir çeşit körlüktür. Fakat bu­radaki körlük "görmemezlikten gelmek" demektir, [269]

 

Aşiyy:

 

Aşiyy[270], öğle­den sonra, akşama kadar, akşam üstü demektir. Öğle ile akşam arasındaki zaman dilimi için kullanılır. [271]

 

Atet:

 

Kibirlendi, diklendi ve yüzçevirdi.

 

Atîd:

 

Atîd, hazır demektir. Cevherî der ki: "Atîd, hazır olan şey" de­mektir. "Onlar için dayanaklar hazırladı"[272] mealindeki âyette bu mânâyadır. Koşu için hazırlanmış ata, "Ferasun atidun" denir.[273]

 

Atvâr:

 

Atvâr; peşpeşe gelen çeşitli durumlar manasınadır. Şâir şöyle der:

Kişi, aşamalardan sonra gelen bir aşamada yaratılır.[274]

 

Âvâ:

 

Onu, kendisini koruyacak kimsenin himayesine verdi.

 

Avân:

 

Avân, ne yaşlı, ne küçük, orta yaşta demektir. Bir başka görüşe göre, bir veya, iki defa doğurmuş hayvan demektir.

 

Avev:

 

Âvev, iki şekilde tefsir edilir:

1. Katmak/ilave etmek

"O kimseler ki, kattılar (âvev) (Nebi'yi ve muha­cirleri kendilerine kattılar) ve yardım (o'na yardım) ettiler..."[275]

"Öyleyken sizi kattı (âvâkum) (Medine'ye kattı)."[276]

2. Varıp sığınmak

"Hani o kayaya varıp sığındığımız (aveynâ) vakit..." [277]

"O halde mağaraya varıp sığının (fa'vû)!"[278]

 

Âyet:

 

Âyet, alâmet ve delil demektir. Çünkü âyet, Allah'ın varlığını gös­termektedir. Ebu'l-Atâhiyye şöyle der:

Hayret, ilâha nasıl isyan edilir? Veya inkarcı onu nasıl inkâr eder? Halbuki her hareket ettiriliş ve durduruluşta ebedî olarak onun şahidi vardır. Her şeyde onun birliğini gösteren bir delil vardır.

Âyet, lügatte açık alamet de­mektir. Duyularla ve akıl yürüt­me yolu ile bilinen şeyler için de kullanılır. Türkçe'de "bellik", Farsça'da "nişane" denilen işaret­lere ve açıkça görünen şeylere de­nir. Öyle ki kendiliğinden ayırt edilemeyen bir nesri anlayışlı bir kimse o sayede ayırt eder. Görü­nen şey anlaşılınca görünmeyen şeyi de onunla anlar. Bunlar hü­kümde eşittirler. Bir yol arayan kimse eğer o yolun işaretlerini bi­lirse; onları gördüğü vakit yolu bulduğunu bilir. Şu halde alamet zaten zahir ve açık demek olunca, ayet onun daha zahiri, daha açığı demek olur.

Mesela bir dağ alamet, işaret ise zirvesi bir ayet olur. Güneş, bir gündüz ayeti, ay ise bir gece aye­tidir. Cami bir alamet ise minare onun bir ayetidir. Görüntüsünden dolayı yüksek bir binaya da ayet denilir.

Nitekim "Siz her tepeye bir bina kurup onunla eğlenir misi­niz?" [279] buyurulmuştur. Dilimizde de "koca bir alamet yapmış" tabiri bunu andırır.

Her şey alametiyle tanınır, her hakikat ayetiyle bilinir. Onun için insanların ilimdeki kabiliyyet ve mertebelerine göre kendisinde yapılacak tefekkür ve teemmül nisbetinde birbirinden farklı bilgi ve belgelerin hepsine de ayet denîr. Mesela;

"Her şeyde bir olduğuna de­lalet eden bir işaret vardır." beytinde ayet/işaret ifadesi bu an­lamdadır. Aynı şekilde "Bunda aklını kullanan toplumlar için işa­retler/deliller var." [280] ayeti ve benzer ayetlerdeki kullanımla­rında ayet kelimeleri bu anlamda­dır.

Demek ki ayet haddizatında zahir bir alâmet ise de, onun bir ayet ve alamet olması kabiliyet veya tefekkür ve sorgulaması ek­sik olan kimselere gizli kalabilir. Mesela bir devletin bayrağı onun bir alamet ve ayetidir. Bir kimse o bayrağın hangi devlete ait oldu­ğunu bilmezse yahut dikkat et­memiş ise onun bir alâmet olma­sına halel gelmez. "Ayet" kelime­sinin manasında açık ve görünür olma anlamı olmakla birlikte, bu görünür olmanın derecelerine gö­re ayet bazen "beyyin" olmakla tavsif edilerek "âyâtün beyyinâtün" (apaçık ayetler) denilir.

"Beyyin" ışık gibi kendisi açık ve diğerini de mübeyyin kılan (açıklayan) manalar ifade ettiğine göre, bunun iki yönü vardır, Birisi, kendisi ve delaleti güneş gibi nazardan kaçmayacak kadar açık ve parlak bir beyyine olmasıdır. Mucizelere ayet veya beyine denilmesi bundandır. İkincisi kendisi apaçık olmakla beraber delâletini yalnız aklen değil, lisanen de ifade etmesi özelliğidir ki, bu her mucizede olmaz. İşte pey­gamberlerin kendileri, böyle birer ayet-i beyyine oldukları gibi, Kur'ân mucizesi de böyle bîr "âyât-i beyyinât'tır.

Kur'ân'da "ayet" kelimesi, yerine göre bu manalardan her bi­rinde kullanılmıştır. Bunların hepsi lügatte, alameti zahire mef­humunun yani açık olan ayetlerin dereceleridir. Bununla beraber Kur'ân'ın, harflerinden bir fasıla ile ayrılmış bölümlerinden her bi­rine de ayet denilir ki, bunlar Kur'ân'ın nazmında bir bütün meydana getirirler. Yani her biri birer Kur'ân olan ayetlerdir. İşte ayet kelimesinin şeriat örfündeki manası budur. Dilimizde de en fazla bilinen manası budur. Ayet­lerin çoğunluğu bir veya birkaç cümleden oluşmuş, bağımsız bir kelamdır. İçlerinde cümle oluştur­mayan tek veya birleşik, özel bi­rer sıfat gibi olanlar da vardır. Mesela Fatiha'daki "er-rahmanir-rahîm" böyle bir ayettir. Bu bir cümle değil iki özel sıfattır.

Bu suretle ayetlerin kısası, or­tası, uzunu ve her birinin kendine göre çeşitli dereceleri vardır. Fası­la harfleri de daima düzenli değil­dir. Bazen özel, bazen özel olma­yan, alenen görülmeyen farklarla birbirinden ayrılırlar. Bu gibi se­beplerden dolayı tertibi de, tevfikî (Allah'tan)dır. Yani şiirin mısraı, secinin fıkrası gibi, yalnız dirayet (bilgi ve kavrayış) ile tayin olun­mazlar, rivayete bağlı olurlar. Me­sela "Ha, mim, ayn, sin, kaf"[281] ayetlerinin iki ayet oldu­ğu yalnızca dirayet ile bilinmez.

Daha sonra Kur'ân'ın ahkâm-ı ilahiyeden bir hüküm ifade eden her kısmına da ayet denil­mektedir. Mesela "kadınlara te­settür hakkında ayet vardır" deni­lir. Bu anlamda ayet, bazen bir ayet, bir ayette bir cümle, bir cümlede bîr bölüm/kayıd olabile­ceği gibi, bazen de birkaç ayet, bir kıssa, bir sûre bile olabilir. Bu ayet, şu sebeple nazil oldu denil­diği zaman, ayet bunun gibi kul­lanımlarda genellikle birkaç ayete şamil olur.

"Âyât" kelimesi kesin delil­ler, karşısında ciddi hiçbir söz söylenemeyen apaçık mucize demektir. Kur'ân ayetlerine, ayet denmesi de bu mana ile ilgilidir. Allahu Teâlâ'nın iki çeşit ayeti vardır; icad ve yaratılış kitabında­ki fiilî ayetler, Kur'ân'daki ayet­ler. Bunların ikisi de Allah'ın zâtı­na, sıfatlarına, hüküm ve iradele­rine delalet ettiği için ayet ismini ahr. [282]

Kur'ân termonolijisinin en önemli kavramlarından olan "âyet”in çoğulu “ây” veya "âyat”dır. Bu kelime, "açık alamet, işaret, iz, belirti, öğüt ve nişane" anlamında kullanılmaktadır. Öte yandan bir şeyin tanınmasına sebep olan "emare" manasına da gelmektedir. Her gerçek, âyetleriyle, alametleriyle bilinir. Bu bakımdan âyet, duyu organlarının düşünce ve akledilenlerin dışa vurmuş biçimlerini içine alır.[283] Dolayısıyla Kur'ân perspektifinden âyete baktığımızda âyetlerin, insanı, Allah'ın varlığına ve birliğine kılavuzlayan, ona, Allah'a gidişinde iz ve işaretler veren her şey olduğu söyelenebileceği gibi, peygamberlerin hak olduğunu isbat ve iddia mahiyetinde olan mucizelere de âyet adı verilir.[284]

"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde, aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler (ayetler) vardır."[285]

Âyetin Kur'ân'daki anlamlan kısaca şöyle özetlenebilir:

1- Mucize: "İsrail oğullarına sor. Onlara nice apaçık âyetler verdik."[286]

2- Alamet: "Onun hükümdarlığının alameti, size sandığın gelmesidir."[287]

3- İbret: "Elbette bunda bir âyet (ibret) vardır. Fakat yine de ekserisi inanmaz."[288]

4- Hayrete bırakan görülmemiş iş: "Meryem'in oğlunu da annesini de âyet kıldık."[289]

5- Delil: "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması da O'nun âyetlerindendir."[290]

Evren âyetlerle doludur. Güneş ve yıldızlar semanın direksiz oluşu, denizin insanların emrine sunulması, üzerinde gemilerin yürütülmesi, kuşların havada uçması, yerlerin yağmur yağınca canlanması, Allah'ın insanlara kendisini tanıtması açısından Kur'ân'da sunmuş olduğu âyetlerdendir, denebilir.

Câhiliye şairlerinden Tarafa b. el-'Abd bir şiirinde bu kelimeyi kullanarak şöyle der:

 "(Rüzgar ve yağmur) zamanla evlerin görünüşlerini değiştirdiler. Gerçekten zamanın olaylarına karşı bir garanti yoktur.”[291]

Görüldüğü gibi burada âyet, alamet ve nişane anla­mında kullanılmıştır. Istılah olarak âyet; Kur'ân'ın her hangi bir sûresinde, başı ve sonu bulunan, bir veya daha fazla cüm­leden mürekkeb olan bölümdür.[292] Görüldüğü gibi İslâm'dan önceki dönemde, Arap dilini meydana getiren bedevi lisanında bu kelime ıstılahî anlamda kullanılmamıştır.[293]

Âyet, iki şekilde tefsir edilir:

1. İbret

"Biz Meryem'in oğlunu ve o'nun anasını bir âyet (ibret) kıldık." [294]

"Neticede o'nu ve gemi arkadaşlarını necata çıkardık ve onu âlemler için bir âyet (ibret) kıldık." [295]

"Andolsun ki onu bir âyet olarak bıraktık. O halde var mı ders alan'?"[296]

"Şüphe yok ki şunda, îmân eden/edecek bir kavm için âyetler (ibretler) vardır." [297]

2. 'Alâmet

"Onlar için bir âyet (‘alâmet) de, zürriyetlerini o dolu gemide taşimamızdır." [298]

"Sizi topraktan yaratması, sonra da beşer olup yayıl­manız O'nun âyetlerindendir (Rabbin bir ve tek olduğunun alâmetlerindendir)." [299]

"Göğün ve yerin O'nun emri (işi/fiili) ile durması da O'nun âyetlerindendir (Rabbin bir ve tek olduğunun alâmetlerindendir. Öyleyse, fiillerin­den/sanatından hareketle O'nun vahdaniyyetini ta­nıyıp bilin)." [300]

"Sizin için nefislerinizden eşler halketmesi de O'nun âyetlerindendir (Rabbin bir ve tek olduğunun alâmetlerindendir. -Öyleyse sanatından/fiillerinden hareketle O'nun vahdaniyyetini tanıyıp bilin)." [301]

 

Ayeynâ:

 

Aciz kaldık. Bir kimse bir şeyi yapmaktan âciz kalınca, "Aye bihi" denir. Geniş zamanı "Ya’yâ"dır.

 

Ayn-i Hamie:

 

Müfessirler, "ayn"i, su yani su gözesi, "hamie"yi balçıklı, "harrüye"yi ise "kızgın" diye tefsir et­mişlerdir. Bu anlamda balçıklı ve­ya kızgın göze, kızgın balçıklı su kaynağı demek olur. Burada su gözünden murad denizin ufukta­ki gurub noktasıdır. Güneşin batı­şı sırasında, denizin kırmızımsı bir hal olması anlatılıyor. [302]

 

Azab:

 

Azâb[303], küfür ve küfranda ısrarın, ilahî emirlere muha­lefetin bir neticesi ve bir ilahî hik­met meselesidir. Allah'ın mülkün­den çıkmak mümkün olmadığına göre azab da bunun neticesi olarak ortaya çıkar. Bu netice, Hak ile batıl, hayır ile şer, husn ile kubh ara­sındaki farkı ortaya çıkarmak için­dir. [304]   

 

Âzerahu:

 

Onu kuvvetlendirdi, ona yardım etti ve destekledi, demektir.

 

Azife:

 

Âzife, kıyametin ismidir. Kıyamet yakın olduğu için ona âzife denilmiştir. Bir şey yaklaştığında "Ezife’ş-şey’u" denir.

Azife[305], yaklaştı, yak­laşmak olan, yaklaşmakta bulu­nan demek olup kıyametin isimlerindendir. Yani "iktarebetissaate" diye yaklaşmak vasfıyla vasıflan­dırılmış olan kıyamet günü de­mektir. Ayrıca "azife", yaklaşmak­ta olan felaket, ölüm saati veya ölümü aratan kıyamet saati, yahut hesabın görülüp, cezanın kesilip cehenneme girilmek üzere hazır beklenilen saate denir. [306]

 

Azîz:

 

Azîz; güçlü ve üstün olan, her şeye gücü yeten, kuvvetli, çok izzetli çok onurlu, galib, kahreder de asla mağlub edilmez demektir.

Aziz, altı şekilde tefsir edilir:

1. Korunmuş, muafiyet sahibi, kendisine za­rar verilemeyen, kuvvetli, dayanıklı

"Allah 'azizdir (Allah'a asla zarar verilemez), ha­kimdir." [307]

"(Ebû Cehl'e denilecek ki): "Tat bakalım, şüphesiz sen 'azîz (korunmuş/kendisine asla zarar verileme­yen) ve kerimsin!" [308]

" 'Azîz (kuvvetli) olan zelîl olanı oradan çıkara­caktır." [309]

"İzzeti (korunmayı, zarar görmemeyi) onların yanında mı arıyorlar?!" [310]

"Kim izzet (korunmayı/zarar verilemeyecek ko­numda olmayı) irade ediyorsa..." [311]

2. 'Azîm (pek büyük, pek azametli, değerli)

"Senin izzetine (azametine/büyüklüğüne) andederim ki onların hepsini iğva edeceğim." [312]

"(Şuayb'a dediler ki: "Hem sen, bize göre 'azîz (büyük, değerli) bir kimse de değilsin." [313]

"Fir'avn'ın izzeti (azameti, büyüklüğü) hakkı için..." [314]

"Ora ahalisinin 'azîz (büyük şeref sahibi) olanla­rını zelîl kılarlar." [315]

"Ey 'azîz (egemenlikte büyük/azametli kimse)..." [316]

"Azizin (egemenlikte büyük kimsenin) karısı..." [317]

3. Hamiyyet (kibir, gurur)

"İzzeti (hamiyyeti, kibri/gururu) onu günaha sü­rükler." [318]

"İzzet ve şikak (hamiyyet, kibir/gurur ve ihtilaf) içindedirler." [319]

4. Ğalîz (sert, katı)

"Kâfirlere karşı izzetli (onlara karşı sert ve katı)..." [320]

5. Şiddetli, ağır, zor

"Sizin sıkıntıya uğramanız o'na 'azîz (-size duydu­ğu sevgiden ötürü-şiddetli, ağır/zor) gelir." [321]

"Şu, Allah'a göre 'azîz (şiddetli, ağır/zor) değildir." [322]

"Ve şu, Allah'a göre 'azîz değildir."  [323]

6. Azîz, kuvvetli/kuvvette şiddetli

"Bunun üzerine Biz de, (gönderdiğimiz iki kişiyi) üçüncü bir kişi ile 'azîz kılmıştık (o iki kişiyi güçlendirmiştik)."[324]

Zuheyr b. Abbad, Yüce Allah'ın, "O sıra Biz onlara iki kişi göndermiştik (.....) Bunun üzerine Biz de, (gönderdiğimiz o iki kişiyi) üçüncü bir kişi ile güç­lendirmiştik" [325] buyruğu hakkında şöyle demiştir:

Sözü edilen "iki kişi" ile, Yahya ve Yûnus; "üçüncü kişi" ile de, havarilerin reisi Şem'un kasdedilmiştir.[326]  

 

Azm:

 

Azm[327], azim, azimet, bir işin yapılmasına kalbin kesin ka­rar vermesidir. Yani, azimet, kesin ve sağlam bir şekilde kasd-ı teveccüh kılmaktır. Gerçek bir sabır ve özenle çalışma diye tarif edilir. Böyle bir azm ile yapılması îcab eden büyük hayırlı işlere ve ruh­sat ciheti aranmayarak yapılması gerekli olan önemli farzlara, azimet, azim ve avazim denilir.

Sahirin, sihirbazın ukdesinde esas olan şer ve şeytanlığa karşılık gelen bir akd, kalb ile takip olu­nur. Bu azimettir. Râgıb bunu şöy­le tarif etmiştir. "O azimet bir ta'viz yani sığındırma efsunudur ki sanki sen onunla, şeytanın se­nin üzerinde iradesini gerçekleş­tirmesine akid yapmışsın. Onu bağlayıp düğümlemişsin gibi ta­savvur olunur: [328]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/143.

[2] Zariyat: 51/56.

[3] Muhammed Esed, Kur'ân Mesajı, III/1072, 38. dipnot.143.

[4] Nesefî, Zariyat: 51/56 ayetini bu şekilde tefsir etmektedir.

[5] Yusuf: 12/40.

[6] İsra: 17/23.

[7] Bahr, 8/186

[8] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 40-41. (4695)

[9] Fussilet: 41/44.

[10] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 41. (4211-4211)

[11] Bakara: 2/31.

[12] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 42-43. (315-316)

[13] Necm: 53/50.

[14] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 43. (4613)

[15] Dal ile.

[16] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 43-44. (3117)

[17] Dat ile.

[18] Nahl: 16/90.

[19] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 44. (1319)

[20] Bakara: 2/219.

[21] Bakara: 2/219.

[22] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 44-45. (2218-2219, 604)

[23] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 45. (4009)

[24] Mâide: 5/30

[25] Mâide: 5/31

[26] Nisâ: 4/12

[27] Hûd: 11/50

[28] A'râf: 7/85; Hûd: 11/84; Ankebût: 29/36

[29] Şu'arâ: 26/106

[30] Şu'arâ: 26/124

[31] Şu'arâ: 26/142

[32] Şu'arâ: 26/161

[33] A'râf: 7/202

[34] İsrâ: 17/27

[35] Hucurât: 49/10

[36] Sâd: 38/23

[37] Hucurât: 49/12

[38] Hicr: 15/47.

[39] Maide: 5/44.

[40] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 45. (1689-1670, 2511)

[41] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 46. (199)

[42] Aydın a.g.e., s. 156; krş. Topaloğlu, Bekir, "Ahiret" mad., T.D.V.İ.A. İst., 1998, 1, 543.

[43] Zuheyr, a.g.e., s. 18.

[44] Ebû Temmam, a.g.e., II, 304.

[45] Geniş bilgi için bkz. Topaloğlu, a.g.m., a.y. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 135-137.

[46] Mü'minûn: 23/74

[47] Leyl: 92/13

[48] Bakara: 2/102

[49] Bakara: 2/200

[50] Zuhruf: 43/35

[51] Kasas: 28/83

[52] Şûrâ: 42/20

[53] Zümer: 39/9

[54] Ayetteki âhiret'in kabre ve kabirdeki münker-nekir sorgu­suna delâlet ettiğini gösteren en ufak bir işaret bile yoktur. Bu, kendi fikrini Kur'ân'a yüklemekten başka birşey değil­dir. (Redaktör).

[55] İbrâhîm: 14/27

[56] Sâd: 38/7

[57] İsrâ: 17/7.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 402-403.

[58] Nebe: 78/23, Kehf: 18/60.

[59] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 46. (5542)

[60] Kurtubî, 16/203

[61] A'raf: 7/176.

[62] Ferra, Meani, 1955, c. 1, s. 399.

[63] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 2, s. 176

[64] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 1 s. 567.

[65] İsfahani, Müfredat, tsz, s. 154.

[66] Nt-saburi, Burhan, 1996, c. 1, s. 179.

[67] Mülekhin, Garib, 1987, s. 145.

[68] Beyzavi.

[69] Kamus-ı Arabi Tercemesi.

[70] Bilmen, D.İ.B., Koçyiğit.

[71] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 71-73.

[72] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 46-47. (4929-4930)

[73] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 48. (2846)

[74] Al-i Îmrân: 3/81

[75] Mâide: 5/41

[76] Tevbe: 9/104

[77] Bakara: 2/48

[78] En'âm: 6/70

[79] Mukâtil Tefsiri'nde bu âyetle ilgili şunları söylüyor: Sen afv yolu­nu tut, Nebi'ye (s.a) hitaben, "Sana verdikleri sadakayı al, urf ile emret! buyurmakla birlikte, maksat, Nebi'ye (s.a) karşı cahillik ettiği sırada Ebu Cehl'in tutumudur. Daha sonra afv âyeti, Tevbe süresindeki âyet (muhtemelen 60 ya da 103. âyeti kasdetmektedir) ile neshedildi."

[80] A'râf: 7/99

[81] Yûsuf: 12/78

[82] Yûsuf: 12/79

[83] Yûsuf: 12/76

[84] Mü'min: 40/5

[85] Hûd: 11/102

[86] Ankebût: 29/40

[87] Mü'min: 40/5

[88] Tevbe: 9/5

[89] Nisâ: 4/89. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 323-325.

[90] Mücadele: 58/19.

[91] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 48. (3865)

[92] Ra'd: 13/36

[93] Hûd: 11/17

[94] Sâd: 38/11

[95] Meryem: 19/37

[96] Zuhruf: 43/65

[97] Sâd: 38/12-13

[98] Âl-i Fir'avn'dan olan mü'min kişinin adı ile ilgili rivayetlerin tümü, aslıastarı olmayan İsrailiyattır. (Redaktör)]

[99] Mü'min: 40/30-31.

[100] Ahzâb: 33/20 âyetinin tefsirinde Mukâtil, Huzâlı Yezid b. Huneys'in Huzâ'nın bir kolu olan Benî Mustalık'ın başında hepsinin Ah­zâb ile birlikte geldiklerinden sözetmektedir.

[101] Ahzâb: 33/10

[102] Ahzâb: 33/20.

[103] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 48-49. (5901, 5304)

[104] Bahr, 8/486

[105] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 49. (5841)

[106] Maide: 5/1.

[107] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 49. (1546)

[108] Bakara: 2/75, Bakara: 2/44.

[109] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 49-50. (566-568)

[110] Nahl: 16/126.

[111] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 50. (4930)

[112] İbn Manzür, a.g.e., IX, 255.

[113] el-A'şâ, a.g.e., s. 165.

[114] Bakara: 2/187.

[115] Ûde, a.g.e., s. 226. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 43-44.

[116] Hud: 11/65.

[117] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 50. (5865)

[118] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 50. (1092,347)

[119] Kamer: 54/41

[120] Mü'min: 40/46

[121] Mü'min: 40/28

[122] Kamer: 54/34

[123] Hicr: 15/61

[124] Hicr: 15/58-59

[125] Hicr: 15/60

[126] Âl-i İmrân: 3/33-34.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 354-355.

[127] Necm: 53/55.

[128] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 51. (4614)

[129] Hacc: 22/11.

[130] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 3 s. 147.

[131] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s. 470.

[132] Nisaburi, Burhan, 1995, c. 2 s. 82.

[133] Mülekkin, Garib, 1987, s. 260.

[134] Sabuni,Safvet, 1995, c. 4 s. 122.

[135] Celaleyn.

[136] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 135-138.

[137] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 51-52. (70-71, 3566)

[138] Fâtiha: 1/2

[139] Furkân: 25/1

[140] Tekvîr: 81/27

[141] Sâd: 38/87.

[142] Bakara: 2/47

[143] Duhân: 44/32

[144] Câsiye: 45/16

[145] Al-i İmrân: 3/42

[146] Enbiyâ: 21/71

[147] Sâffât: 37/79

[148] Al-i İmrân: 3/97. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 276-278.

[149] Meryem: 19/65

[150] Zümer: 39/38

[151] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 52-57. (18-31)

[152] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 57. (657)

[153] Hacc: 22/46

[154] Bakara: 2/171

[155] Fâtır: 35/19

[156] Yûnus: 10/43

[157] İsrâ: 17/70

[158] Îsrâ: 17/72

[159] Abese: 80/2

[160] Nûr: 24/61

[161] Feth: 48/17

[162] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 286-287.

[163] Hümeze: 104/9.

[164] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 57-58. (6095)

[165] Yasin: 36/35; Yasin: 36/71.

[166] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 4 s. 30.

[167] Semerkan-âl, B. Ulum, 1996, c. 3 s. 131.

[168] Şura: 42/30

[169] Nisaburi, Burhan,1996, c.2 s.219.

[170] Esed, Mesaj, 1996, c. 2, s. 906.

[171] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 139-141.

[172] Tevbe: 9/29.

[173] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 58. (2507)

[174] Nebe: 78/32.

[175] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 58. (5545)

[176] İbn Manzur, Lisânu'1-Arap “Anete” maddesi.

[177] Tevbe: 9/98.

[178] Yusuf: 12/2.

[179] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 59-60. (2603-2604, 2843)

[180] Yusuf: 12/2.

[181] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 60. (2843-2844)

[182] A’raf: 7/46.

[183] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 60-61. (2166)

[184] Bakara: 2/198.

[185] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 61. (722)

[186] Ahkaf: 46/24.

[187] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 61. (4355)

[188] A’raf: 7/55.

[189] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 61-62. (2176)

[190] Zümer: 39/74

[191] Enbiyâ: 21/105

[192] A'râf: 7/137

[193] Enbiyâ: 21/71

[194] Ankebût: 29/56

[195] Nisâ: 4/97

[196] Nisâ: 4/100

[197] Ra'd: 13/41

[198] Nisâ: 4/97

[199] Enbiyâ: 21/44

[200] Yûsuf: 12/55

[201] Yûsuf: 12/21

[202] Yûsuf: 12/80

[203] Kasas: 28/4

[204] Kasas: 28/5

[205] Kasas: 28/6

[206] A'râf: 7/128

[207] A'râf: 7/129

[208] Mü'min: 40/26

[209] Mü'min: 40/29

[210] Kehf: 18/94

[211] En'âm: 6/38

[212] Lokmân: 31/27. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 257-260.

[213] Hud: 11/7.

[214] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 62. (2759)

[215] Maide: 5/21.

[216] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 62. (1642-1643)

[217] Bahr, 8/430

[218] Tekvir: 81/17.

[219] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 62. (5619)

[220] Kalem: 68/17

[221] Kalem: 68/20

[222] Kehf: 18/42

[223] Ahkâf: 46/25

[224] Hûd: 11/67

[225] Mâide: 5/31

[226] Kehf: 18/41

[227] Al-i İmrân: 3/103

[228] Fussilet: 41/23.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 431-432.

[229] Müslim, Sıyâm 1; Tirmizî, Savm 1.

[230] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 63. (1762)

[231] Hicr: 15/78.

[232] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 63-64. (307)

[233] Fil: 105/1.

[234] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 64. (6098-6105)

[235] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 64-65. (1761)

[236] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 65. (4398)

[237] Yasin: 36/13.

[238] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 65. (4015)

[239] Kehf: 18/9.

[240] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 65. (3225)

[241] Vakıa: 56/9.

[242] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 65. (4704)

[243] Vakıa: 56/8.

[244] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 66. (4704)

[245] Vakıa: 56/8, 9, 27, 38, 41, 90, 91; Beled: 90/18-19; Müddessir: 74/39.

[246] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 4, s. 455-456.

[247] Semerhandi, B. Ulum, 1996, c. 3 s. 391.

[248] Semerhandi, B. Ulum, 1996, c. 3 s. 518.

[249] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 3, s. 391.

[250] İsfahani, Müfredat, tsz, s. 553.

[251] Mesela 90/19'da.

[252] Esed, Mesaj, 1996, c. 3 s. 1103.

[253] Mevdudi, Tefhim, 1986, c. 6 s. 88-89.

[254] Mevdudi, Tefhim, 1986, c. 6 s. 89.

[255] Beyzavi, Celaleyn, Medarik.

[256] Celaleyn, Medarik.

[257] Beyzavi, Cela­leyn, Medarik.

[258] Celaleyn, Medarik

[259] Vakıa: 56/8

[260] Vakıa: 56/9.

[261] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 115-122.

[262] Buruc: 85/4.

[263] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 66. (5690-5691)

[264] Vakıa: 56/27.

[265] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 66-67. (5463-4565)

[266] Asr: 103/1.

[267] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 67-68. (6067-6068)

[268] Zuhruf: 43/36.

[269] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 68. (s: 4275)

[270] Mü’min: 40/46, Sad: 38/31.

[271] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 68. (4096)

[272] Yûsuf: 12/31

[273] es-Sıhah, “Atede” maddesi.

[274] Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit, 8/337

[275] Enfâl: 8/72

[276] Enfâl:8/26

[277] Kehf: 18/63

[278] Kehf: 18/16.

[279] Şuara:26/128

[280] Nahl: 16/12

[281] Şura: 42/1-2.

[282] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 68-70. (23)

[283] ez-Zerkânî, Muhammed b. Abdulazîm, Menahilu'l-İrfân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Mısr; tsz., I, 333, 334; Ateş,  Ahmed, "Âyet" mad., İ. A., II, 62, 64.

[284] Ateş, a.g.m., II, 63.

[285] Al-i İmrân: 3/190.

[286] Bakara: 2/211.

[287] Bakara: 2/248.

[288] Şu'ara: 26/158.

[289] Mü'minûn: 23/50.

[290] Rûm: 30/22.

[291] Tarafa, a.g.e., s. 111.

[292] Yıldırım, Suat, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş, İst., 1985, s. 41.

[293] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 128.

[294] Mü'minün: 23/50

[295] Ankebût: 29/15

[296] Kamer: 54/15

[297] Nahl: 16/79

[298] Yâsîn: 36/41

[299] Rûm: 30/20

[300] Rûm: 30/25

[301] Rûm: 30/21.

[302] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 70. (18/86). (3283)

[303] Nisa: 4/147.

[304] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 70-71. (1504)

[305] Necm: 53/57.

[306] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 71. (4151,4615)

[307] Nisa: 4/158, 165; Feth: 48/17, 19

[308] Duhân: 44/49

[309] Münâfıkûn: 63/8

[310] Nisa: 4/139

[311] Fâtır: 35/10

[312] Sâd: 38/82

[313] Hûd: 11/91

[314] Şu’arâ: 26/41

[315] Neml: 27/34

[316] Yûsuf: 12/78, 88

[317] Yûsuf: 12/30,51

[318] Bakara: 2/206

[319] Sâd: 38/2

[320] Mâide: 5/54

[321] Tevbe: 9/128

[322] Îbrâhîm: 14/20

[323] Fâtır: 35/17

[324] Yâsîn: 36/14

[325] Yâsîn: 36/14

[326] Bu, hiçbir delile dayanmayan indî bir iddiadan ibarettir. (Redaktör). Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 330-332.

[327] A’la: 87/2.

[328] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 71. (6386)