Dâbb-Dabîb-Dâbbe:2

Dabh:2

Dağsa:2

Daire:2

Dalâl/Dalâlet:2

Danîn:4

Dâr:4

Darebna ala azanihim:4

Darâr/Darra/Ed-Darra:5

Darb:5

Darben bi'l-yemin:6

Dârü'l-İslâm:7

Dayf:8

Dayz-Davz:8

Deha:8

Dehr/Dehir:8

Dekk:8

Dela:8

Dem:9

Demdeme:9

Denâ:9

Devlet:9

Deyyâr:9

Dıfk:9

Dîn:10

Dînâr:15

Disar/Dusur:15

Diyar:15

Dua:15

Duha:17

Duhan-ı Mubîn:17

Durr:18

Dünya:18

Duribet aleyhimu’z-zilletu ve’l-meskenetu:19


Dâbb-Dabîb-Dâbbe:

 

Dâbb ve "dabîb" hafif yürü­me, debelenme demektir. Hay­vanlar için, çoğunlukla da haşere­ler için kullanılır. İçkinin bedene yayılması, bir çürüklüğün çevre­sine sirayet etmesi gibi hareketi gözle görülemeyen şeyler için de kullanılır. "Dâbbe" kelimesi de, bundan fail olması hasebiyle "ma yedübbü" yani debbeden, debele­nen demektir.

Şu halde tren, otomobil, bi­siklet gibi vasıtalara da sözlükteki aslına bakarak dâbbe demek doğ­ru sayılsa da, dilde hayvanlar için kullanılan bir kelime olarak bilinir. Halk arasında, dört ayaklı hayvan­lar özellikle de atlar için kullanılır. Ancak Nur: 24/45 ayetinde de ifade edildiği gibi, bütün hayvanlar için kullanılır. Hayvanın eş anlamlısı gibidir. En’am: 6/38'de de bu anlamdadır. Hayvan gibi olan insanlar için de bu tabir kullanılabilir.

Ragıb "Yerde onlarla konuşan bir dâbbe" çıkarırız[1] ayeti ile ilgili olarak, "bununla cehalet noktasında hayvanlar derecesin­de olan kötü kimseler kastedil­miştir" demiştir. Bu durumda "dâbbe" bütün "mayedübb"ün, yani debelenen canlıların çoğul is­mi olur. "Mayedebü", debelenen demektir, "hain"in çoğulunun "haine" olduğu gibi.

Bazı hadisçiler ve Kadı Beyzavî bunu "cessâse" olarak gös­termişlerdir. "Cassâse" Deccal'i haber veren casustur. Râgıb, bu varlığın Hz. Ali'den bir rivayetle, "kuyruğu değil sakalı olan bir dâbbe" diyerek insan olarak tanımlıyor. [2]

 

Dabh:

 

Dabh, atların koşu es­nasında nefeslerinin meydana ge­tirdiği seslerdir. Hızlı nefes al­maktan kaynaklanan soluma, horlama demektir. "Dabh"in atlar ve köpekler koşarken olduğu ifa­de edilmiştir.

Antara der ki:

Atlar, ölüm meydanlarında şiddetli nefes sesleri çıkarırken rüzgâr gibi uçarlar.[3]

 

Dâfık:

 

Dâfık;"kuvvetle ve şiddetle dökülüp atılan" demektir. Su, kuv­vetli ve şiddetli bir şekilde döküldüğü zaman, "Defeqa’l-mâu difqân" denir.

 

Dağsa:

 

Dağsa, demet, deste demektir.

 

Dâhida:

 

Dâhida; bâtıl, geçici demektir. Bir kimsenin delili boşa çıktığında "Dâhidati huccetehu" denilir. Ayağı kaydığında da "Dâhidati riclehu" denir. 

 

Dâhırîn:

 

Dâhırîn, zeliller ve boyun eğenler. İmandan inkâra döndürülüyorsunuz.

 

Daire:

 

Dâire, dünyanın baş ucunda dönüp dolaşan musibet ve inkılap demektir.

 

Dalâl/Dalâlet:

 

Dalâl; boş, kayıp demektir.

Dalâl ve dalâlet, doğ­ru yoldan bilerek veya hataen sapmaktır. Hüdânın karşıtıdır. Türkçe'de sapmak, sapkın olmak, sapıklık şeklinde ifade edilir. Da­lâl bazen gafletten, şaşkınlıktan doğar ve ekseri de şaşkınlık onu takib eder. Dalâl: Gaflet, hayret, gaybubat, helak mânâlarında da kullanılır.

Kelimenin esas anlamı mah­sus ve maddî yoldan sapmak de­mektir. Sonra maneviyat için de kullanılmaya başlanmıştır. "Dâllin" tam mânâsı ile sapkınlar de­mektir. Dalâl: Hüdânın zıddı, yo­lu kaybetmek veya hiç yol bula­mayıp şaşkın kalmak anlamlarına gelir. Dalâl, rüşdün zıddı ki aklın istikametini veya doğru yolu kaybetmektir. "Dall", ise yitik yol, yol hususunda kararsız, yanlış yola giden sapık demektir.

Kur'ân'da "dalle", türevleriyle 191 âyette geçer. Arapçada "dalle" kelimesi, yolunu kaybetmek, bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan çıkmak ve insanın talep ettiği noktadan mahrum kalması, şaşmak, bocalamak, yok olmak, helak olmak, sapıklığa düşmek manalarını ifade eder.[4] Yani iyi ve güzel eylemler sergilemeyen insan, bunların sonucunda dalâlet gibi karanlık ve çıkmaz bir yola girer.

Dalal, kelimenin if’al kipi olan 'idlâl' ise, başkasını saptırmak, gerçek yoldan alıkoymak, hakiki yolu kaybettirmek gibi anlamlara gelir. Bu kavram, Kur'ân'da kullanılan 'eğvâ', 'sadde' gibi kelimelerle de bir anlam bağı oluşturur. Aynı şekilde kelime yol, sebil terimleriyle de sıkı bir irtibat içine girerek son derece dikkat çeken bir semantik alan oluştur­maktadır.[5]

Büyük müfessir el-Kurtubî "dalal" kavramını doğru yoldan sapmak olarak yorumlar. Ona göre Araplar, süt suda kaybolduğunda, "Dalle’l-lebenu fi’l-mâi" derler. Kurtubî konuyla ilgili şu beyti örnek verir:

"Yolunu şaşıran kabilenin nereye gittiğini sormadın mı ki, onların oturdukları yerleri sana haber versinler."[6]

Câhiliye şiirinde lügat manasıyla kullanılan bu kelime, Kur'ân'da, Allah'ın dininden uzaklaşan, yüz çeviren sapığa denmiştir. Mesela Yûnus suresi 10/108. âyette, "De ki, ey insanlar! Size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim hidâyeti kabul ederse, o ancak kendi faidesi için hidâyeti kabul etmiştir. Kim de saparsa (dâlle) o da yalnız kendi zararına sapmış olur." buyrulmuştur. Kur'ân'da "dalalet", gayeye ulaş­tıran yoldan ayrılmak veya istenilen sonucu sağlamayan bir yola girmektir. Buradaki gayeden maksat, İslâm'ın insanlar için hedeflediği ebedi mutluluktur.[7]

Kur'ân, kötü davranışların tümünü ve özellikle sözde tanrılara tapmayı genellikle dalâlet (sapıklık) olarak isimlendirir. Bu terim, saptırma olarak da tercüme edilebilir. Saptırma ve yanlış yol, ne kadar uzun gidilirse gidilsin ve güçlük çekilirse çekilsin yine de hiçbir yere açılmayan çıkmaz ve hatta sonuçta uçuruma kadar götürecek bir yoldur. Bu kelime böyle anlaşıldığı takdirde bu doğru bir çeviri olur. Bu da gösteriyor ki, dalâlet sonuç vermeyen, boş ve kısır bir kelimedir.[8]

Dalâl, sekiz şekilde tefsir edilir:

1. Küfr

"(İblis dedi ki): "Onları dalâlete düşüreceğim" (hidayetten saptıracağım da küfredecekler)." [9]

"Andolsun ki o (İblis) içinizden birçok cibilletleri (halkı) dalâlete düşürdü (saptı­rıp küfretmelerine sebep oldu)."[10]

"Andolsun ki onlardan önce, evvelkilerin ekserisi da­lâlette idi (küfretmişti)." [11]

2. Bir şeyden -küfr olmaksızın- uzaklaştır­mak, ayırmak

"(Ey Nebi!/Onlardan bir taife, seni dalâlete düşürme­yi (haktan ayırmayı, uzaklaştırmayı) kur­muşlardı." [12]

"(Ey Dâvûd!) Hevâya tâbi olma! O takdirde seni Al­lah'ın yolundan dalâlete düşürür (hevâ seni -küfür sözkonusu olmaksızın- hükümde Allah'ın taatinden ayırır/uzaklaştırır)." [13]

3. Hasar/ziyan

"Kâfirlerin keydi, başka değil, dalâl (ziyan) içindedir." [14]

"Şüphesiz ben o vakit apaçık bir dalâl (hüsran/ziyan) içindeyimdir." [15]

"(Ya'kûb'un oğulları dediler ki): "Doğrusu babamız apaçık bir dalâl (Yûsuf’a beslediği sevgiden do­layı hüsran/ziyan) içindedir." [16]

"Tallahi, sen cidden eski dalâlinde (Yûsuf’a bes­lediğin sevgiden dolayı hüsranda/ziyanda) berde­vamsın." [17]

"(Şehirdeki kadınlar, 'Azizin karısı için dediler ki): "Şüphesiz biz onu, apaçık bir dalâl (Yûsuf'a duyduğu sevgiden dolayı apaçık hüsran/ziyan) için­de görüyoruz." [18]

4. Şeqâ/bedbahtlık

"Siz başka değil, büyük bir dalâl (sürüp giden bir bedbahtlık) içindesiniz." [19]

"Bir dalâl (bedbahtlık) ve çılgınlık içinde..." [20]

"Muhakkak ki mücrimler bir dalâl (bedbahtlık ve meşakkat) ve çılgınlık içindedirler." [21]

"Hayır, âhirete îmân etmeyenler azâb ve uzak bir dalâl (sürüp giden bir bedbahtlık) içindedirler." [22]

5. İbtâl

"Küfreden ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar var ya, (Allah) onların amellerini dall (ibtal) eder." [23]

"Allah yolunda katledilenler var ya, (Allah) onların amellerini dall (ibtal) etmez." [24]

"Onlar ki, dünya hayatta sa'yları dall (ibtal) olmuştur."[25]

6. Hata (yanlışlık, isabetsizlik)

"Onlar başka değil, hayvanlar gibi, hattâ sebilce (yol­ca) daha dalâlettedirler (tarîk/yol bakımından daha hatalıdırlar)." [26]

Benzeri bir buyruk da A'râf sûresinde yer almakta­dır.[27]

"İlerde, azabı gördükleri vakit, sebîlce/yolca kimin da­lâlette (tarîk/yol bakımından kimin hatalı) olduğunu) bileceklerdir." [28]

"Kim Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne isyan ederse, apaçık bir dalâlet ile dalâlete (tavîl, alabildiğine bü­yük bir hata ile hataya) düşmüş olur." [29]

"Dalâlete (vârislere mirası paylaştırma husu­sunda hataya) düşmeyesiniz diye Allah size bildiri­yor." [30]

7. Cehalet

"(Mûsâ) dedi ki: "O vakit onu işledim ve ben dâllînden (onu işledim ve ben o vakit câhillerden) [31] idim." [32]

8. Nisyân/unutmak

"O ikisinden (o iki kadın­dan) biri dalâlete düşerse (şehadet edeceği hususu unutursa), diğeri ha­tırlatsın." [33]

 

Danîn:

 

Danîn[34] kelimesi, buhl/cimrilik demek olan "dann" kelimesinden türetilmiş fail veznindendir. Cimrilik ve kıskançlık yapan manasına gelebileceği gibi kıskanılan kişi anlamına da gele­bilir.

Kelime Tekvîr Sûresi'ndeki kullanımında "yani, o sizin göre­bildiğiniz şeyler konusunda cimri olmadığı gibi gayb ile ilgili konu­larda da cimri ve kıskanç değildir. Almış olduğu vahyi duyurmada ve sizin için gayb olan konuları duyurmada cimrilik etmez anlamındadadır. [35]

 

Dâniye:

 

Dâniye, yakın manasınadır.

 

Dâr:

 

Dâr[36], sözlükte, "dâ­iren madar", dört bir yanı çepe­çevre çevrilmiş, mükemmel bir şekilde korumaya alınmış, hayata elverişli yer demektir. Dilimizde büyük konak, saray, şehir, memle­ket, yurt, vatan kelimeleri mana­larına kullanılır.

Nitekim dâr-i İslâm, Müslü­manların barış içinde yaşadıktan, sulh ve selamet vatanı, dâr-i harb, harbîler vatanı, harp ve kavga ye­ri demektir. İçinde bulunduğu­muz şu aleme de "dâr-i dünya" denir. Aynı şekilde, "dâr-i âhiret" de ölümden sonra kalınacak yer demektir. [37]

 

Darâr/Darra/Ed-Darra:

 

Darâr[38], bir şeye dahil olan eksikliktir. Maraz, körlük ve topallık gibi sakatlık demektir. Nitekim, anadan doğma köre, pek zayıf hastaya, "darîr" denilir. Yiyecek, giyecek, içecek, yakacak ve diğer ihtiyaçlarını tedarik et­mekten aciz olmak da bu anlam­dadır.

Bundan dolayı, zararlılar, dertliler, sakatlar, acizler, özürlü­ler, "ûli'd-darari" şeklinde, bunla­rın dışındakiler yani sahih, sağ­lam ve gücü yetenler "gayri ûli'd-darri" şeklinde ifade edilir.

Darra, zarar ve sıkıntı veren halet demektir ki, kolaylık hali, zorluk hali diye (serrai) ile bîrlikte kullanılır. Kur'ân'da çoğu kez, "darlıkta ve bollukta infak eder­ler" şeklinde kullanılır. [39]

 

Darb:

 

Darb, beş türlü tefsir edilir:

1. Seyr (yürümek/seyahat etmek)

"Arzda darbettiğiniz (seyahat ettiğiniz) zaman..."[40]

"Diğer bir kısmının da arzda darbedeceklerini (seyahat edeceklerini)..."[41]

2. el (ya da eldeki silah) ile vurmak

"Boyunlarının üstüne darbedin (elinizdeki silah­larla vurun); onların parmaklarından her birine (herbir azasına) darbedin (elinizdeki silah­larla vurun)."[42]

"Küfredenlerle karşılaştığınızda boyunlarını darbedin (yani, elinizdeki silahlarla vurun)!"[43]

"Onları darbedin (o kadınlara iz bırakmayacak şekilde elinizle vurun/dövün)!" [44]

3. Vasfetmek/benzetme yapmak (örneklendir­mek)

"Allah bir mesel darbetti (bir benzetme yaptı); iki adamı, o ikisinden biri dilsiz..."[45]

"Artık Allah hakkında meseller darbetmeye (Al­lah'a benzerler vasfetmeye/kalkışmayın."[46]

"Allah bir karyeyi mesel darbetti (bunun bir benzerini vasfetti)."[47]

4. Vasfetmek/örneklendirmek ve zikretmek

"Doğrusu Allah bir sivrisineği mesel darbetmekten (örnek olarak zikretmekten, sözkonusu etmek­ten) çekinmez."[48]

"Allah bir mesel darbetti (bir misal anlattı/zik­retti)."[49]

"İbni Meryem bir mesel olarak darbedildiğinde (bir örnek olarak zikredildiğinde)..."[50]

"O meseller yokmu, işte onları insanlar için darbediyoruz (onların niteliklerini belirterek zikrediyo­ruz)."[51]

5. Beyân anlamıyla vasfetmek

"Size meseller de darbettik (size vasfettik ve be­yân ettik)."[52]

"Her birine meseller darbettik (beyân ettik ve vasfettik)."[53]

"O meseller yokmu, işte onları insanlar için darbediyoruz (beyân edip vasfediyoruz)."[54]

 

Darben bi'l-yemin:[55]

 

... kuvvet ve kudretle ... [56] Ferra, devamında buradaki "yemin"in "kasem" anlamında olduğu yönündeki bir rivayete de değinmektedir.

Darben (bi'l-yemin)in anlamı, güçlü ve kuvvetli bir dar­bedir. Çünkü yemin/sağ (kol), iki koldan daha güçlü ve kuvvetli olanıdır. Kuvvet ve metanetle (anlamına geldiği) de söylenmiştir. (İbrahim'in) "Allah'a yemin ederim ki put­larınıza mutlaka tuzak kuracağım." sözündeki yeminden dolayı (burada da yemin kelimesinin kullanıldığı) söylen­miştir. [57]

... Onlara sağ eliyle vurmak için yöneldi. (Vallahi putla­rınıza tuzak kuracağım) [58] sözündeki yeminden dolayı olduğu da söylenir. (Bi’l-yemin): Yani onlara var gü­cüyle vuruyor. Bu şekildeki yemin (kuvvete) kinayedir. Çünkü kuvvet sağ(kol)dadır. [59]

Darben bi'l-yemin: Kuvvetle... Bu yorumundan sonra müfessir, yemin kelimesinin şimalin karşıtı olduğu yolundaki görüşü ile Enbiya: 21/57. ayetiyle ilgisinin kurulduğu riva­yetleri zikrediyor. [60]

(Darben bi'l-yemin): Yani sağ eliyle ya da kuvvetle veya "vallahi putlarınıza bir tuzak kuracağım." sözündeki yemin üzere ... [61]

Firuzabadi'nin Kamus'unda "yemin"in anlamlarından bi­rinin de "kuvvet" olduğuna işaret ediliyor.[62]

Görüldüğü gibi müfessirler "Darben bi'l-yemin" için üç ihtimal üzerinde durmuşlardır:

a- Kuvvetle vurmak

b- Sağ elle vurmak

c- Hz. ibrahim'in daha önceki yemini ...

Bu terkib Türkçe'ye farklı yönleriyle aktarılmıştır:

Elmalı: ... onlara kuvvetli bir darbe indirdi.

Çantay: Nihayet onları sağ eliyle vu(rup kır)dı.

D.İ.B., Atay: Sonunda üzerlerine yürüyüp kuvvetle vurdu.

Bilmen: ... eliyle bir vuruş vuruverdi.

Yavuz: Derken onlara sağ eliyle (kuvvetle) vurup (onları) parçaladı.

Davudoğlu: ... sağ eliyle kuvvetli bir darbe indirdi.

Ateş: ... sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi.

Bulaç: ... sağ eliyle bir darbe indirdi ...

T.D.V.: ... sağ eliyle vurdu (kırıp geçirdi).

Y. Öztürk: ... sağ eliyle bir darbe indirdi ...

A. öztürk: ... sağ eliyle vurmaya başladı ...

Koçyiğit: ... şiddetle vurmuştu ...

Hizmetli: Onları vurup devirdi ....

Varol: ...sağ eliyle bir darbe indirdi...

Piriş: ... ve tüm kuvvetiyle vurdu.

Mütercimlerimiz daha çok "Darben bi'l-yemin" ifadesini sağ el olarak algılamışlar ve meallerinde de bu şekildeki ter­cümeye yer vermişlerdir. Oysa ki yaptığımız nakillerde de görüldüğü gibi ifadenin tek anlamı bu değildir.

Bilakis, bunun dışında bir de "kuvvetle vurmak" ve "Hz. İbrahim'in yemini" söz konusudur. Ancak otoritelerin daha çok "kuvvetle vurmak" ifadesi üzerinde yoğunlaştıkları gö­rülmektedir ki bunun; ayetin bağlamı ve Hz. İbrahim'in psikolojik durumu/gerilimi dikkate alındığında daha doğru olacağı açıktır. Zira uzun zamandan beri beklediği firsatı el­de eden Hz. İbrahim, putlara sadece sağ eliyle değil, aksine her iki eliyle ama olanca gücüyle vurmuş olmalıdır. Bunun­la beraber sağ eliyle vurmasını gerektirecek özel bir neden de söz konusu değildir. Kaldı ki sağ eliyle vurduğu iddiası, "Darben bi'l-yemin"in zımnındaki muhtemel anlamlardan ziyade kesin bilgi gerektirecek bir iddiadır. Ayetin mefhu­mundan böyle bir sonuç elde edilemeyeceğine göre sadece "sağ el" üzerinde odaklanmaya gerek yoktur.

"Darben bi'l-yemin"in, Hz. İbrahim'in daha önceki yemi­ni/andı ile kurulan ilgisi ise zayıf bir ihtimaldir. Zaten mü­tercimler de böyle bir ihtimali gündeme getirecek şekildeki çevirilere iltifat etmemişlerdir. Eğer ayetin üzerinde durdu­ğu nokta yemin/and olsaydı bunu yansıtacak daha spesifik bir ifadenin seçilmesi gerekmez miydi? "Hilf"[63] veya "ka­sem"[64] gibi ...

Bizce ayetin mecazi anlamı üzerinde durmak ve bunun deyimsel bir ifade olabileceği kanaatini canlı tutmak daha doğrudur. Elmalı, Atay, D.İ.B., Koçyiğit ve Piriş de bu ka­naati paylaştıkları için olacak ki "kuvvetli bir darbe, kuv­vetle ve tüm kuvvetiyle" türündeki ifadelere yer vermişler­dir. Yavuz da parantez açarak "kuvvetle" şeklindeki bir ifa­deyle "sağ el"i açıklamıştır.

Sonuç olarak "Darben bil-yemin" için aşağıdaki ifadele­rin daha doğru olacağını belirtmek istiyoruz:

- Var gücüyle vurmak

- Olanca gücüyle vurmak

- Kuvvetle vurmak

- Bütün gücüyle vurmak vs.

Örnek:

Sonra üzerlerine yürüyüp olanca gücüyle vurdu.[65]

 

Darebna ala azanihim:[66]

 

... Yani (kulakların) üzerine duymalarını engelleyecek bir perde gerdik. Seslerin kendilerini uyandır (a) mayacağı ağır bir uykuyla uyuttuk. Bildiğin gibi "uykusu ağır" birine bağırıldığı zaman o bunu ne duyar ne de uyanır. [67]

... Zeccac (şöyle diyor): işitmelerine engel olduk. Anla­mı:

Onları uyuttuk ve işitmelerine engel olduk. Çünkü uyuyan, işittiğinde uyanır (işitiyorsa uyanıktır). Bunun as­lı: Uyuyan uykudayken işitmez (şeklindedir). Hadiste de (şu şekildedir):

Allah onların işitme kanallarını kapattı/tı­kadı, yani uyudular ve uyanmadılar. Yine hadiste "Duribe ala azanihim" şeklinde geçer: Bu uykudan kinayedir [68]

Birini kısıtladığında, (lafzen) "onun ellerine vurdum" demen gibidir. [69]

... Yani onları uyuttuk.

Özellikle kulakların zikredilmesinin sebebi, uykunun daha çok bu kanallarla kaçmasındandır. Uyuyanın uykusu nadiren kulakların dışındaki bir sebep ve yolla bozulur. Uyku, kulaklar işlevini yitirmeyinceye kadar ağırlaşmaz, derinleşmez.[70]

... İşitmelerini engelledik. [71]

"Darebna ala azanihim" cümlesinde, istiare-i tebeiyye vardır. Burada ağır bir uyku vermek, kulaklara perde çekmeye benzetilmiştir. [72]

Tefsir ve sözlüklerde Kehf: 18/11. ayetin bu bölümü daha çok

 a- uyuttuk

 b- derin bir uykuya daldırdık

 c- işitmeleri­ne engel olduk gibi mecazi anlamlarıyla yer almaktadır.

Meallerde ise durum farklılık arzediyor.

Elmalı: ... kulakları üzerine vurduk (yatırdık, uyuttuk)...

Çantay: ... onların kulaklarına (perde) vurduk.

Yani yıllarca tam bir sükûn içinde uyuttuk [73]

 D.İ.B.: Mağaranın içinde onları yıllarca uyuttuk.

 Bilmen: Onların kulakları üzerine perde vurmuş olduk.

Yavuz: ... üzerlerine uyku bıraktık ...

Davudoğlu: ... onların kulakları üzerine (engel) vurduk.

Ateş: ... onların kulaklarına ağırlık vurduk (onları hiç uyandırmadan uyuttuk).

Bulaç: ... kulaklarına (ağır bir uyku) vurduk.

T.D.V: ... onların kulaklarına perde koyduk (uykuya daldırdık).

Y. Öztürk: ... kulakları üzerine ağırlık vurduk.

Atay: ... derin bir uykuya daldırdık.

A. Öztürk: ... kulaklarına perde çektik (uyuttuk).

Koçyiğit: Kulaklarına perde vurup ... uyuttuk ...

Hizmetli: ... onları uyuttuk ...

Varol: ... onları ağır bir uykuya daldırdık.

Piriş: ... onları uyuttuk ...

Kanaatimizce, "kulaklarına perde vurduk", "kulakları üzerine vurduk", üzerlerine uyku bıraktık", "kulaklarına engel vurduk", "kulaklarına perde koyduk", "kulaklarına ağırlık vurduk", "kulaklarına uyku vurduk" gibi ifadeler ayetin anlamını güzel bir şekilde ifade etmekten uzaktır. Halk arasında da bu tür ifadelere rastlanmaz. Bazen lafza bağlı kalma endişesi, insanı yanlış anlamaya sürükleyebili­yor. "Darebna ala azanihim" ifadesini hiçbir Arap, Türk­çe'deki lafzi çevirisiyle "kulaklarının üzerine vurduk", "ku­laklarına vurduk" veya "kulaklarına uyku vurduk" şeklin­de anlamaz. Aksine bundan kastedilenin "uykuya daldır­mak, uyutmak" gibi durumlar olduğunu çok iyi bilir. Dola­yısıyla çeviride de bu gibi literal anlamı dışında kullanılan ifadelere dikkat etmek ve lafza bağlı kalma endişesi uğruna, Kur'an'ın yanlış anlaşılmasına meydan vermemek gerekir. İlle de ifadenin lafzi karşılığında ısrar edilecekse bu durum­da parantez içi açıklamalarla veya dipnotlarla konu mutla­ka aydınlığa kavuşturulmalıdır.

Bu ifadenin tercümesinde Elmalı, Çantay, T.D.V., Ateş ve A. Öztürk'ün meallerindeki ilgili dipnot ve parantez içi ifadeler doğru anlama ulaşmaya katkı sağlamaktadır. Koçyiğit'in tercümesi anlaşılır olmakla beraber gereksiz bir tek­rar söz konusudur. Ancak bizce Atay, D.İ.B., Varol, Hiz­metli ve Piriş'in tercümeleri daha doğru ve güzeldir. Y. Öz­türk'ün "kulakları üzerine ağırlık vurduk" şeklindeki ifade­sinin ise, bizce ayetin anlamı ile pek bir ilgisi yoktur. Türk­çe konuşan hiçbir anne "çocuğumu uyuttum" diyeceğine "çocuğumun kulakları üzerine ağırlık vurdum" demez.

Sonuç olarak; ibarenin aşağıdaki şekillerdeki tercümele­rinin daha doğru olacağı düşüncesindeyiz:

- Derin bir uykuya daldırdık. (Atay)

- Ağır bir uykuya daldırdık. (Varol)

- Onları uyuttuk, vs.

Örnek:

Mağarada onları yıllarca derin bir uykuya daldırdık.

 

Darî':

 

Darî',  cehennemde bulunan ve dikene benzeyen acı ve pis ko­kulu bir yiyecektir.

 

Dârü'l-İslâm:

 

Dârü'l-İslâm, "dâr" ve "İs­lâm" kelimelerinin birleşmesin­den meydana gelmiştir. "Dâr" ev, yer, vatan sınırları belirlenmiş bir toprak parçası, İslâm da kök keli­mesi "silm", "seleme"den türetil­miş bîr isim kelimedir. "Es-selam"[74] ise, Allah'ın bir ismi veya selamet mânâsına mastar veya "selâmün aleyküm", "aleyküm selam" diye selam verip al­manın ismidir ki, "dârü'l-İslâm", bu üç mânâdan her biriyle her korkudan salim, güvende, sakin selamet evi, selamet vatan demek olur. [75]

 

Dayf:

 

Dayf[76], ziyafet demek­tir. İzafet ve ziyafetin kökü olan meyil mânâsına mastar olmakla tekile ve çoğula denilir. Konuk olarak da isimlendirilir. [77]

 

Dayz-Davz:

 

Dayz[78], eksiklik etme, bir kimseye hakkını eksik ver­mek, zulmetmek demektir. Kâmûs mütercimi Âsim efendi; "diza" kelimesi "füla" vezninde sıfattır. Noksanlık anlamındadır. Aslı "fa" harfinin ötresi iken "ya" harfine yakınlığı sebebiyle "dad" harfinin ötresi esreye dönüştürül­müştür. Çünkü, ecved-i yai olan "diya"dan türemiştir. Şayet "devz"den türeseydi, "düza" de­nirdi. Kaldı ki Arapça sıfat olarak "fa"nın esresiyle "fila" vezninde kelime yoktur, demiştir.

Bu vezin "şi'ra" ve "zikra" gibi isimlerin ölçüsündedir. Bu görüş Sibeveyh'e aittir. Diğer nahivciler, sıfatlardan da "fa"nın esresi ile "fila" vezninin olduğu­nu ifade ederek, "hiyka" ve "kiysa"yı örnek vermişler. "Meşy-i hiyka" denir ki, "salınır, dalgala­nır" demektir. "Raculun kiysa" denir ki "yalnız yer, yalnız ya­şar" demektir. Sibeveyh'in görü­şüne göre "uzza" ve "uhra" gibi ismi tafdilin dişil vezni olmakla "diza", "en zalim" demek olur.

 

De'b:

 

De'b, âdet ve durum.

 

Deha:

 

Deha, "bast" etmek mânâsına "dahv" ve "dahy"dendir. "Bast" da döşek serer gibi dö­şemek ve yaymaktır. Bunun zahi­ri de yeryüzünün kendisinin daha evvel yaratılmış olmasıdır.

 

Dehâhâ:

 

Onu yaydı ve düzeltti. Zeyd b. Amr şöyle der:

Yeryüzünü yaydı. Dümdüz olunca, onu kudreti ile sağlamlaştırdı ve üzerinedağları yerleştirdi.[79]

 

Dehr/Dehir:

 

Dehr[80], alemin müdde­ti, bekası demektir. Belli zamanlar için de tüm zamanlar için de kul­lanılır. Dehr ya mastar ya isim olur, mastar olduğunda felaket, bela demek olur. İsim olduğunda, zaman mânâsına gelir. Dehir, ge­nel anlamda dünyanın ömrü de­mektir. "Dehere" fiilinden mastar da olur. Râgib; dehr, alemin varlı­ğının başlangıcından sonuna ka­dar olan zaman diliminin adıdır demiştir. Uzun bir zaman dilimi­ne de dehr denir. İnsan: 76/1 ayeti bunu güzelce izah etmektedir.

Zaman farklı bir kavramdır. Süreye de zaman denir. "Falanın dehri" onun hayat süresi, ömrü demektir. "Dehere fulanen marbetu dehran" denilir. Filana bir fe­laket, bir sarış sardı demektir. Bu meyanda "dehir" ya mastar ya isim olur. Mastar olursa kalır, üs­tünlük, istila anlamlarına, isim ol­duğunda ise bütün alemin hayat süresi anlamlarına gelir. [81]

 

Dekk:

 

Dekk, "dakk" gibi bir şeyi ezip ufalamak, un ufak etmek ma­nasına masdar olup, bunun mefulü olan "medkuk" manasına da gelir. A’raf: 7/137'de de bu anlamdadır. "Dekai" ise hörgüçsüz deve veya "dekeh" gibi tepe ve sırt demektir. Bir manaya göre, dağ hiç kal­mamış, diğerine göre yukarısı uç­muş, aşağısı küçülerek kalmış demektir.[82]

 

Dela:

 

Delâ kelimesinde bir kaç anlam vardır. Genelde yaklaşmak ve tevazu göstermek anlam­larında kullanılır.

Tedelli kelimesi ise, "delal"den türediğinde, aslı "tedellül" olarak, dilber, naz şeklinde cilve ve genişlik göstermektedir. "Delv"den türediğinde ise, "delv" kova, masdarı "delv" de kovayı sarkıtmak ve çekmek anlamlarına geldiğinden "tefe'ul" babına nakledilen "tedellül" de herhangi bîr şeyin yukarıdan aşa­ğıya sarkması şeklinde tefsir edil­miştir.

 

Dem:

 

Dem, kan demektir. Öyleki bu kanın akıtılmış olduğu En’am: 6/145'te ifade edilmiştir. Meyte, meyte, dem de dem (leş, leş ve kan da kan) olduğu için bizzat varlıkları pis ve haramdır. Fakat kanın haram olması ile leşin haram olması arasında bir ilişki var­dır. Leşin haram olmasında akabi­lecek kanın leşin içinde kalmış ol­masının da az da olsa bir payı vardır. Leşin manasına bu anlam da dahildir.

Bazı müşrikler, ölmüş hayvan etini yer ve "niçin kendi öldürdü­ğünüzü yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğünü yemiyorsunuz" derlermiş. Aynı şekilde kanı barsaklara doldurarak kızartıp, misafir­lerine yedirirlermiş.

 

Demdeme:

 

Helak etti. Demdeme, bir şeyi diğer şey üzerine kapatmaktır. "Kabri üzerine kapattı" mânâsında, "Demdeme aleyhi’l-qabri" denir. Maksat, azabı üzer­lerine kapatmak, yani, köklerini kazıyacak şekilde onları helak etmektir.

Demdeme, "demme" fiilinin tekrarlanmışıdır. "Dem­me" boya ve yaldız sürmek, bada­na yapmak, gemiyi zift ile kalafat­lamak gibi bir şeyi bir şeye sürüp sıvamaktır. Yeri düzlemek, bir kimseye şiddetli azab ve işkence etmek, bir adamın başını ezmek, halkı kırıp geçirmek manalarına gelir. Demdeme bunun mükerre­ri, kati olarak yapılan işlerin kat­merlisini yapmaktır. Bir şeye demdeme yaptım demek, onu ye­re yamadım, sürte sürte ezdim demektir. Şiddetli azab anlamına da gelir.

 

Denâ:

 

Denâ, yaklaştı indi, in­di yaklaştı anlamındadır.

 

Dessâhâ:

 

Onu gizledi demektir. Bu kelimenin aslı, "Dessehâ"dır. İkinci sin, hafiflik sağlamak için elife çevrilmiştir.

 

Devlet:

 

Devlet "dal"ın zammı ile "dûlet" veya fetha ile "devlet", servet, baht, mevki, güç ve galibiyet gibi insanlar arasında kâh bu­na, kâh şuna devreden, sevindiri­ci nimet ve duruma/şartlara de­nilir. Kisaî ve Basra'nın ileri gelen alimleri, bu kelimenin, fetha ile "devlet", ötre ile "mülk" veya "dûle" / devlet, esre ile "milk" an­lamına geleceğini söylemişlerdir.. Zamme ile olduğunda servet, fet­ha ile olduğunda zafer, galibiyet ve mevki manasına geleceğini de belirtmişlerdir. Müberred ve bazı dilciler ise, zamme ile, elden ele dolaşan şeyin ismi, fetha ile, elden ele dolaşan manasına mastar ol­duğunu ifade etmişlerdir. Râgıb ise ikisinin de aynı manaya geldi­ğini söylemiştir.

Dilimizde "bir devlete kon­du" denilir ki, şansına büyük bir nimete sahip oldu demektir. Ce­maatlerin en yüksek ve müsta­kil/bağımsız hali olan siyasi ma­nası ile devlet tabiri de galibiyet manasıyla elden ele dolaşan ve fertte kalmayan bir durum olması sebebiyledir. Nitekim Fransızca "etat" yani devlet kelimesinin esas manası da hal, durum demektir,

Haşr Sûresi'nin 7. ayetindeki "dûletu" kelimesi farklı şekillerde okunmuştur. Alimlerin çoğu, "dal"i ötre ile "ta"yı merfu oku­yarak kelimeyi isim yapmışlardır. Anlam, "Sizden, yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olma­ya" şeklinde olur. İslâm'da sadece bir kesimin değil bütün kesimle­rin söz sahibi olduğu vurgulanı­yor.

 

Deyyâr:

 

Deyyâr, yeryüzünde hareket eden veya dolaşan kimse demek­tir.Deyyâr, kelimesi an­cak genel olumsuzlukta kullanılır. "Mâ bi'd-dâri diyâran" ifadesi ev­de kimse yok demektir. Bu keli­menin aslı, "dâr"dan veya "devir"den, fey'al vezninde "deyvâr"dır. "Vav", "ya"ya dönüş­müştür. Fa'al vezninde değil­dir. Yoksa "devvâr" olurdu.

 

Dıfk:

 

Dıfk, dökmek, atmak gibi geçişli olduğu için suyun vas­fı "medfuk" veya "mundefik" ol­ması gerekirken "dafik" denilmesi konusunda üç görüş vardır.

1- "Tamer" ve "labin" gibi nisbet manasıyla "dıfk"lı demek ola­rak yine "medfuk" anlamındadır.

2- "İşetin râdiyeh" gibi isnadı mecaz yoluyla mef'uldan fail ile tanımlanmış olmasıdır.

3- İbni Halil ve Kurtubi de, "dıfk" ve "dufuk"un insibab ma­nasına da geldiği nakledilmiştir.

Kısacası "dafi" bir suyun bir parçası demektir.

 

Dığs:

 

Dığs, yaş-kuru karışık, ot veya başka şeylerin demeti. Asıl itibariyle bu, "karışık şey" demektir. Bu manada karışık rüyalar için[83] "Edğâsun ahlâmun" denilmiştir.

 

Dihâk:

 

Dihâk, dolu manasınadır. Bir kimse, kâseyi doldurduğunda "edhaqati’l-ke’s" der. Şâir der ki:

Amir, kendisini ağırlamamızı isteyerek bize geldi. Biz de onun için kadehdoldurduk.[84]

 

Dihân:

 

Dihân, kızıl deri demektir.

 

Dîn:

 

Dîn, ceza demektir. "Karşılığını verdi" anlamına gelen "Dâne" fiilinden türemiştir. Yani yapılan bir işin, kendi cinsinden karşılığı manâsını ifade eder. Nitekim "Yaptığın gibi sana karşılığı verilir"[85] mânâsına gelen "Kemâ tedinu tedâne" hadisinde de bu mânâda kullanılmıştır.

Dîn kelimesi Arap­ça'da, ceza, hesap, hüküm verme (kaza), siyaset, itaat etme, adet, durum, kahır, nihayet bunlarla ilişkili olarak ve hepsinin binası ve ölçüsü olan millet ve şeriat an­lamlarına gelir. Dîn kelimesi, ce­za, mükâfat veya itaat etmekten mastar mânâları ile ilişkili olarak tâbi/uyan ile uyulması gerekli olan arasındaki nisbetin ismidir. Bu bağlılık (nisbet) ilgi duyulması gereken tarafından düşünüldüğü zaman sevap ve ceza ile anlam­landırılır. Tâbi (uyan) tarafından düşünüldüğü zaman canı gönül­den itaat ifade eder.

Dîn kelimesinin doğrudan doğruya bir "kıyamet" manası yoktur. Bu kelimenin iki geçerli tefsiri vardır.

İlk önce ceza; gelecekte so­rumluluk, sorumluluk duygusu, sorumluluğu yerine getirme, ma­nalarını da içine alır. Bunun için "yevmi'd-dîn"in dilimizde bir is­mi de "rûz-i ceza" (ceza günü)dür. Ecza/karşılık kelimesi, yalnızca ikab (ceza) ve ukubet (azap, işkence, maddî ceza) olma­yıp iyi veya kötü yapılan bir işin tatlı veya acı karşılığını ecrini ver­mek manasına mastardır. Ve isim olarak bu karşılığa da söylenir.

Din kavramı, deyn kelimesinden türemiş olup borç almak, borçlanmak, minnettar olmak, bir hissin tesiri altında olmak, boyun eğmek, hüküm ver­mek gibi manalarının yanısıra takdir-i ilahî ve kıyametteki mahkeme anlamlarına da gelen bu kavram, aynı zamanda Allah'ın bir sıfatıdır.

İddia etmek, itiraf etmek, imanı ikrar etmek anlamlarında din, 'takva' de­mektir.

Ayrıca sahip olmak, itaat etmek, ceza veya mükafaat vermek, din edin­mek, millet, âdet, siret, durum, ibadet, hukuk, saltanat, idare, yağan yağmur, tevhid manaları da vardır.

Bir hissin tesiri altında kalmak anlamıyla, insanın psikolojik yapısıyla; borçlanmak anlamıyla, ekonomik hayatla; iman etmek manasıyla, Allah ile; yağan yağmur anlamıyla da tabiat kanunlarıyla ilgili olan din kavramı, âdet ve durum manasıyla da toplumsal hayatı ilgilendirmektedir.

Dîn, akıl sahiplerini güzelce, kendi özgür iradeleriyle, bizzat hayırlara sevk eden bir "vaz'ı ila­hî" (ilahî kanun)dur. Ancak iyili­ğe sevk etmek ancak hak dinin bir tanımıdır. Batıl dinlerde ise bu sevk bir vehim üzerine kuruludur.

Dinin şartı akıl ve istektir. Bundan dolayı, cansızlar, bitkiler, hayvanlar, akılsızlar, çocuklar, bunamış ihtiyarlar din açısından so­rumlu değillerdir. Dinin meyvele­ri hayırlı ve iyi olan şeylerdir. Bundan dolayı esas dindarlık iyiliği Allah katında iyi olduğu için tercih edip yapandır. Bunun için dinin en belirgin özelliği Allah'ın koyduğu bir yasa olmasıdır.

Dîn, Arapça'da ceza, hesap, kaza, siyaset, adet, hal, kahr bü­tün bunlarla ilişkili olarak millet ve şeriat mânâlarına da gelir. As­lında ceza (dîn) kelimesi yalnız azap, eziyet demek olmayıp, bir şeyin iyi ve kötü karşılığını ver­mek mânâsına mastardır ve isim olarak bu karşılıklar için de kulla­nılır. Din, iman ve amel konusu olarak, akıl ve irade hürriyetine (ihtiyara) sahip kimselere teklif edilen hak ve hayır kanunlarının bütünüdür. Buna millet ve şeriat da denilir. Dindarlıkta esas olan bu kanunların sevilerek uygulan­masıdır.

Bundan dolayı din denince sorumluluk duygusuyla karışık kendi istek ve iradesiyle bağlılık isteyen ve kendisine bağlananları kötülük ve uğursuzluktan koru­yarak, hayra ve mutluluğa götü­ren, aksi halde, yani kendi istek ve rızası ile iyi uyulmadığı ve uy­gulanmadığı, aykırı davranışlar­dan sakınılmadığı zaman doğru­dan doğruya hayır ve mutlulu­ğun zıddı olan kötü sonuçlar ile ceza gerektiren hükümlerin zorla ve kaçınılmaz olarak uygulanaca­ğını gösteren, ümit ve korkunun hedefi, hayranlıkla ve son derece saygı ile kulluk edilen hikmet sa­hibi bir yaratıcı ve yetiştiricinin ortaya koyup, uyulmasını teklif ettiği bir mükâfatlar ve cezalar kanunu veya ona itaat ve teslimi­yet de anlaşılır.

Kısacası din ve dindarlığın bütün manası, itaat ve bağlılık an­lamıyla selametin sağlanmasında toplanır. İslâm'ın manası da fay­dalı bir selamet, katıksız bir tesli­miyet ve bağlılıkta toplanır. Din kavramı mutlak anlamı ile ele alınsa bile mutlak olarak İslâm kelimesiyle eşit ve eş anlamlıdır. Hangi din ele alınacak olursa ol­sun, onun temelinin teslimiyet ve boyun eğmekten ibaret olduğu görülür.

Bu nedenle din, irade ve akıl sahipleri arasında anlaşmazlıkları ve didişmeleri bir yana bırakıp, toplumsal barışı sağlayan bir ka­nundur. Bununla yalnız insanlar arasındaki uyum değil, insanlarla Allah arasında bir uyum sözleş­mesi de vardır. Din sayesinde ya­ratanın iradesi ile yaratılanın ira­desi arasında bir uyum sağlanmış olur. Kul Allah'ın dilediği gibi is­ter, Allah da kulun dilediği gibi yapar.

Kur'ân'da 62 âyette geçen bu kelime, Arapça'da birkaç anlamda kullanılmaktadır. Bunları kısaca şöyle açıklayabiliriz:

1- Üstünlük, egemenlik, itaata zorlama, kişileri ister hür, ister köle olsun, kuvvet kullanarak zorla itaat ettirmek.

Bu manayı 'Amr b. Kulsûm'un şu beytinde görmekteyiz:

"Biz Seyfoğlu 'Alkame'nin şerefinin varisleriyiz. O, bize zor alınmış olan şeref kalelerini açık bıraktı."[86] Görüldüğü gibi şiirde "din" kelimesi, "kalelerin zorla alınması" anlamında kullanılmıştır.

2- Birinin hizmetine girmek, uşağı olmak, zillet ve boyun eğme­yi kabullenmek

Bu tanımda geçen "kabullenmek" ifadesi dikkat çekicidir. Çünkü bir kimsenin hizmetine girmek, onun uşağı yani hizmetçisi olma durumu zorla gerçekleşti­rilebilir. Ancak, boyun eğmeyi ve zilleti kabullenmek, üstün­lüğün ve hakimiyetin etkisinden kaynaklanmaktadır denebilir.

Zuheyr b. Ebî Sulmâ'nın şu beyti yukarıda verilen anlama uygundur:

"Eğer sen benden kaçıp, Benî Esed kabilesinin Cev vadisinde 'Amr'ın himayesine sığınsan, hatta aramıza Fedek de girse yine elimden kurtulamazsın."[87]

Görülüyor ki; düşmandan kurtulması için, birinin himayesine sığınması, "din" kelimesiyle ifade edilmiştir. Şiirde geçen "Amr'ın himayesine sığınmak" ifadesi, "Kur'ân'da "Kral'ın hükmü"[88] şeklinde yer almaktadır.

3- Kanun, adalet, millet, huy.

Nitekim câhiliye şairlerinden olan Sa'id b. Cu'eyye aşağıda verilen şiirinde kelimeyi bu anlamda kullanmıştır:

"Tekrar eski huyum "dinim" bana döndü ve ben, sanki göğüs kaburgalarımın arasında bir tel gerilmiş gibi idim."[89]

4- Ceza, mükâfat, muhakeme ve hesap günü.

Sehl b. Şeb'ân'ın şu sözü buna örnek olarak gösterile­bilir:

 "Biz onların kötülüklerine sabırla dayandık. Fakat kötülükleri o derece aşikâr oldu ki, biz de kalktık, onların bize yaptıklarının karşılığını verdik."[90] Anlaşıldığı üzere burada "din," "ceza, yapılan muameleye göre karşılık verme" anla­mında kullanılmıştır. Kur'ân'da, Fatiha sûresi 3. âyetinde "din", beyitteki manaya uygun bir anlamda kullanılmıştır.

Câhiliye devri Araplarında "din," ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kollektif kabile şuurunun davranışları şeklinde tezahür eden bir görüntüydü. Yoksa o, realitenin üstünde sadece vicdana hitap eden bir duygu, düşünce biçimi değildi. Kısaca inanç sosyal çevrenin empoze ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlendirmelerden uzak, körükörüne, robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı kalarak örfe ve adetlere uygun şekilde hareket etmekti.[91]

Görüldüğü gibi "din" kelimesinin İslâm'dan önceki dönemdeki yaygın kullanışı, adet ve huy anlamındadır. Fakat Kur'ân, bu kelimenin anlamını biraz daha entel bir hale getirerek, ona kanun[92] anlamını yükledi.

Yine aynı şekilde, daha önce Arapça'da hiç kullanılmadığı halde "dîn"e ceza[93] manası kazandırdı.[94]

Câhiliye dönemini takip eden, İslâmî dönemde ise "din," yukarıda zikrettiğimiz manalara yakın bir anlamda kullanıldığı görülmektedir. Ancak bu kavram, günümüzde yukarıdaki anlamlardan daha öte, "Allah'ın insanlara, peygamberler vasıtasıyla, tebliğ ettiği bir düzen, bir metod, bir yol ve takip edilmesi gereken kurallar topluluğu[95] şeklinde tanımlanmaktadır.

Bu anlamıyla "din" Kur'ânî bir ıstılah olmuştur. Ancak burada şunu belirtmek gerekir ki; Kur'ân'ın sergilediği din, insana, tepeden inme dayatılan bir olgu değildir. Bu itibarla denebilir ki, dinin gayesi, insanı zorunlu kulluktan kurtarıp, onu serbest seçime dayalı bir kulluğa yükseltmektir.

Din kavramının Kur'an'daki manaları:

1- Tevhîd

"Şüphesiz Allah indinde dîn (tevhîd), islâm'dır/teslimiyettir." [96]

"O halde dîni (tevhidi) O'na halis kılarak Allah'a ibâdet et!" [97]

"Gölgeler gibi dalgalar sardığında onları, dînlerini O'na hâ­lis kılarak O'na du'â ederler"[98]

"Sen yüzünü hanif olarak dîne ‘tevhide) çevir "[99]

"Gemiye bindiklerinde dîni (tevhidi) O'na halis kılarak Allah'a du'â ederler." [100]

2- Hesâb

"Dîn (hesâb) Günü'nün mâliki..." [101]

"Bu, Dîn (hesâb) Günü'dür." [102]

"Onlar ki, o Dîn (hesâb) Gününü tekzib ederler." [103]

"Gerçekten biz hesaba (dîn kökünden medinûn) mı çe­kileceğiz?" [104]

"Hesaba (dîn kökünden medinîn) çekilmeyecek ise­niz..." [105]

3- Hükm

"Zina eden erkek ile zina eden kadına celde vurun: o ikisinden her birine yüzer celde. Allah'ın dîninde (Allah'ın zinakâr hakkındaki hükmünü tatbik hu­susunda) o ikisine acıyacağınız tutmasın!" [106]

"Melik'in dîninde (kralın hükm ve yargısına gö­re) kardeşini alıkoyacak değildi." [107]

4- Kulların kendisiyle Allah'a itaat ettik­leri kurum

"Rasûlü'nü hidâyet ve hak dîn (İslâm dîni) ile gönderen O'dur; onu her dîne üstün kılmak için (İslâm dinini, Allah'a itaat olmak üzere tâbi olu­nan diğer dînlerden üstün kılmak için); müşrikler hoşlanmasalar da." [108]

"Rasûlü'nü hidâyet ve hak dîn {İslâm dîni} ile gönde­ren O'dur; onu her dîne üstün kılmak için {İslâm dî­nini, Allah'a itaat olmak üzere tâbi olunan diğer dînlerden üstün kılmak için); müşrikler hoşlanmasalar da" [109]

"Rasûlü'nü hidâyet ve hak dîn (İslâm dîni) ile gönderen O'dur; onu her dîne üstün kılmak için (İslâm dînini, Allah'a itaat olmak üzere tâbi olu­nan diğer dînlerden üstün kılmak için)." [110]

5- Millet (dîn ve şeriat)

"Hanif olarak İbrâhîm'in milletine..."[111]

6- Tabiat Kanunu:                        

Buna "yaratılış kanunu" da diyebiliriz. Bu anlamıyla, şu ayette yer almaktadır:

“O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine. Allah'ın insanları üzerine yarat­mış olduğu tabiat kanununa (fıtratına) çevir. Allah'ın yaratışında değişme bu­lunmaz. Dosdoğru din de budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” [112]

Yüce Allah bu ayetle önemli ve evrensel bir eğitim ilkesini ortaya koy­maktadır. İnsanları eğitirken, onların yaratılış kanununa dikkat etmek zorun­dayız. "Yüzünü çevir" ifadesi, "Dikkat et!" demektir. Allah'ın insanları yarattığı tabiat kanunu denen dine dikkat etmenin değişmeyen bir eğitim ilkesi olduğunu yine ayet söylemektedir.

Bu ayette din kavramı, tabiat kanunu (fıtrat) anlamında kullanılmıştır. Fıt­rat kanunu, bütün insanların müşterek özellilerinin adıdır. Tabiat kanunu, as­lî ve ilk yaratılışı ifade etmektedir. İnsanın tabiatını değiştirip, başka bir tabi­atta insan yaratmak mümkün değildir. İşte bu noktada din ile yaratılış kanu­nu birleşmektedir. Yüce Allah insana varlıklara karşı bir eğilim duygusu ver­miştir. Bütün insanlarda bu duygu kanun olarak vardır. Aynı şekilde din bu eğilimin iman halinde aşkın bir varlığa bağlanmasını da ifade etmektedir. Kur'anî deyimle bu yüce varlık Allah Teala'dır. Yaratan ile yaratılan arasın­daki ilişki de bir tabiat kanunudur: tıpkı doğuranla doğurulan arasındaki iliş­kinin inkar edilemeyen kanunu gibi.

Bu manada dinin varlığını kimse inkar edemez; çünkü tabiat kanunlarını inkar etmek gibi büyük bir hata işlemiş olur. İki hidrojen atomunun bir oksi­jen atomu ile birleşmesi sonucunda suyun meydana geleceğini inkar etmek mümkün müdür? Var olan ölümlü varlığın bir yaratıcısı olduğu gerçeği de aynı kanun kadar geçerli ve sağlamdır. İnsanın yaratılışını belirleyen ruh-beden ilişkisi, hücrelerin, organların bir bütün halinde çalışmalarındaki bağla­rın varlığı, aynen Allah ile kendi arasındaki ilişkilerin tabiatına benzemekte­dir. Onun içindir ki, tabiat kanunu din, din de tabiat kanunu olmaktadır.

7- Borç:

Şu ayette din, borç ve borçlanmak manasında geçmektedir:

“Ey iman edenler! Belirlenmiş bir sü­re için birbirinize borçlandığınız vakit, onu yazın."[113]

Borçlanmayı kayıt altına alma inkılabını yapan Kur'an, borcu din, dini de borç yapmıştır. Nisa: 4/l1-12'de de borç manasında din kavramının değişik bir kalıbı kullanılmaktadır.

Borçlanmak, iktisadî hayatın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Borç vermek, hayırlı bir iştir. Borç almak da kaçınılmaz bir kanunun sorumluluğu­nu yüklenmektir. Borcunu ödemek o kadar önemlidir ki, din ile aynı manayı paylaşmaktadır. Borcunu ödemek bir hakkın ödenmesi demektir. Dinin bir manası da Allah'a olan borcunu ödemenin kurallarıdır. Allah'a olan borcu ödemekle, kula olan borcu ödemek aynı derecede önem kazandığı için din kavramıyla ifade edilmektedirler.

Kul hakkı da bir borçtur. Yüce Allah dine tabiat kanunu ve borç manaları vermekle kul hakkını dini ile aynı derecede değerli tutmaktadır. Kul hakkını çiğnemek, hem günah hem de ayıptır. Onun içindir ki kul hakkı, dinin ana unsurunu teşkil etmekte ve dine bizzat adını vermektedir. Kul hakkına riayet etmeyen, dine de riayet etmemiş olur.

8- Hukuk:

Din kavramı; hukuk, âdet manasında Kur'an'da yer almaktadır:

“Bunun üzerine Yusuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya baş­ladı, sonra da onu, kardeşinin yükünden çıkarttı. İşte biz Yusuf a böyle bir ted­bir öğrettik, yoksa kralın kanununa (dinine) göre kardeşini alıkoyamayacaktı.” [114]

Ayette geçen din kavramı, kanun, hukuk manalarını ifade etmektedir. Bü­tün ilahî dinler birtakım hukuk kuralları içerirler. Yüce Allah din gönder­mekle, insanlara nasıl kanun yapılacağını öğretmiştir. Hukukun üstünlüğü­nü ve kanun koymayı insanlara Yüce Allah'ın öğrettiğini Şura: 42/l3'ten de öğ­renmekteyiz.

Kanun yapmayı öğrenen insanın, hukuk prensiplerine uygun düştüğü sürece, yaptığı kanunları, Allah'ın geçerli saydığını Kur'an'dan öğrenmek­teyiz. Mesela, İslâm'ın olmadığı dönemde kıyılan nikahları Allah geçerli kabul etmektedir. Hz. Peygamber'in 25 yaşında kıydığı nikah İslâm döne­minde yenilenmemiştir. Diğer taraftan, Tebbet suresinde "Ebû Leheb'in ka­rısı", Tahrim suresinde "Firavun'un karısı" ifadeleri, kâfir olmalarına rağ­men, nikahlarının Allah tarafından kabul edildiğini göstermektedir. Demek ki nikah/evlilik evrensel bir olgu ve akiddir. Nikahın şartlan da evrenseldir.

9- Ceza Ve Mükafaat:

Din kavramı, Kur'an'da karşılık (ceza ve mükafaat) anlamında pek çok ayette geçmektedir. Her gün beş vakit namazda okuduğumuz Fatiha: 1/4 ayeti şöyledir:

“Ceza ve mükafaat gününün sahibidir.”

Ayette geçen din kavramı, ceza ve mükafaatı ifade etmektedir. İyi ve kötü davranışların değerlendirileceği ve hükme bağlanacağı güne bu ad verilmek­tedir. Sorgulama ve hesap günü demektir. Dünyada haksızlığa uğrayan ve hakkını alamayanların ve yanlış davrananların karşılıklarının verileceği za­mana din günü ismini veren Allah, bu ifadesiyle insanları yanlış davranışlar­dan caydırmayı istemektedir. Bunu bir misalle daha iyi anlatabiliriz: Cehen­nemin varlık sebebi, insanları günah ve yanlış davranıştan caydırmaktır. Buna rağmen caymayanlara da cehennemin ateşi gösterilir. İlahî hukukun uygulan­dığı o güne, "ceza ve mükafaat" günü denmektedir. Bu, din kavramıyla gün ke­limesinin bir araya gelmesi ile oluşan bir ifadedir.

Mearic: 70/26'da ceza ve mükafaat gününe inananlar ele alınırken, Müddessir: 74/46'da ise bu ceza gününü inkar edenlerden bahsedilmektedir:

“Ceza gününün doğruluğuna inananlar.”[115]

“Ceza gününü de yalan sayıyorduk.” [116]

Her iki ayet de şunu ifade etmektedir: Din gününe (ceza gününe) inan­mak, Kur'an'ın önemli bir iman ilkesidir. İslâm dini, din gününe inanmayı şart koşmaktadır. O güne inanmayanlar, yine o günde pişman olacaklar ve bu inançsızlıklarını orada itiraf edeceklerdir. Çünkü ceza gününde, hesap verip inkarlarının karşılığını göreceklerdir.

Ceza ve mükafaat gününün en önemli vasfı hakkında İnfitar suresinde şöyle buyuruluyor:

“Ceza günü nedir bi­lir misin? Nedir acaba ceza günü? O gün hiçbir kimse başkası için bir şey yapamaz. O gün iş Allah'a kalmıştır.”[117]

Demek ki o gün, kimsenin kimseye bir faydasının dokunamayacağı ve hü­küm sahibinin Yüce Allah olacağı bir gündür. Bu bize şunu ifade ediyor: Hu­kukî meselelerde tarafsızlık şarttır. Hukukun karşısında fertler eşit muamele­ye tâbi tutulmalıdırlar. Suç ferdîdir. Başkasının suçunu diğerleri çekemez. Hukuk yanıltılmamalıdır.

Hukuk karşısında, fertlerin statüsü gözönünde bulundurulamaz. Suçların cezalandırılmadığı ve başarıların ödüllendirilmediği toplumlar medenî olamaz­lar. Böyle bir toplum aşiret toplumudur. Halbuki İslâm medeniyet dinidir.

Medenî toplumlar hukukun hakim olduğu toplumlardır. Medenî insan, hu­kuka göre davranan insan demektir. 'Medenî' kavramı, dinden gelen bir kav­ramdır. 'Şehir' anlamına gelen medine, hukukun uygulandığı yer demektir. Böyle bir yerde yaşayan insanlar da medenîdirler.

Onun için Peygamberimiz, Arabistan'daki 'Yesrib' şehrinin adını 'Medi­ne' olarak değiştirmiştir. İslâm dininin her şeyden önce bir hukuk dini oldu­ğunu ve hukuk toplumunun da medenî bir toplum olması gerektiğini vurgu­lamak için Resulullah, Yesrib'in adını Medine yapmıştır. Daha açık bir ifade ile, Hz. Peygamber, farklı inanç ve dinlere mensup olan insanları müşterek bir hukukla idare etme zaruretini görmüş ve bir anayasa yapmak suretiyle de bunu tatbik sahasına koymuştur.

10- Yol:

Kur'an-ı Kerîm'de geçen millet kavramına, İslâm alimleri din manasını vermişlerdir. Millet kelimesi, aslında yol demektir. Dinin anlamlarından biri de yol'dur. Demek ki millet ile din, 'yol' anlamında bir araya gelmektedirler. Al­lah şöyle buyurmaktadır:

“Sen onların milletine tâbi olmadıkça, yahudi ve hristiyanlar asla senden razı olma­yacaklardır. De ki: "Dosdoğru yol Allah'ın yoludur". Sana gelen ilimden sonra sen onların arzusuna uyacak olursan, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı var­dır.” [118]

Ayette üç kavramı bir arada görmekteyiz: millet, hidayet ve heva (arzu). Bu kavramlardan hidayet 'millet'i, heva da hidayetin zıttı olan 'yol'u tanım­lamaktadır. Millet genel manada dini/yolu ifade ederken, hidayet özel mana­da doğru olan "dinin yolunu" ifade etmektedir. Heva ise, insana sapık yolu çizen arzuların tümünü ifade etmektedir.

En'âm suresinde millet ile din bir araya gelmektedir:

“De ki: "Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in mil­letine iletti. O, ortak koşanlardan değildir." [119]

Ayette hidayet, doğru yol, doğru din ve millet kavramları bir örgü meydana getirmektedir. Hidayet kavramı yüklem olarak kullanılırken, diğerleri cümlenin tümleci olmaktadırlar. Ama bu kavramlar birbirlerini manalandırmaktadırlar. Doğru yol 'doğru din' demek, doğru din de 'millet-i İbrahim' demektir. Hepsinin ortak anlamı 'doğru yol'dur.

Demek ki din, doğru yolun kendisi olduğu gibi, aynı zamanda o doğru yolu da açıklamaktadır. Din, Allah tarafından konduğu için, objektif bir kaynaktan gelmektedir. O aynı zamanda, tüm insanlığa evrensel değerleri öğretme ve yaşatmayı amaçladığı için doğru yolun kendisi olmaktadır. Bu doğru yolun bilinmesi, onun bilgisine sahip olunması önemli şartlardan bi­ridir.

İnsanı Allah'a götüren, insanların gönüllerini birbirine; ferdi ise kendi içi­ne bağlayan yol manasında doğru din, akıl, bilgi ve sevgi ile örülmüştür. Bu­nun dışındaki yollar tefrika yollarıdır.

Din denen doğru yolun kilometre taşları, haklarla belirlenmiştir. Maide: 5/151-153 ayetleri, dinin oluşturduğu doğru yolun ne olduğunu anlat­maktadır. Allah hakkı, ana baba hakkı, çocuk hakkı, toplum hakkı, hayat hak­kı, yetîm hakkı, ekonomik haklar, adalet gibi haklar, doğru yolu meydana ge­tirmektedir. Kadın hakları ve kendini savunma hakkı gibi önemli hakları da buna ilave edersek, doğru yol denen dinin ne kadar önemli temeller üzerine kurulduğu ve Allah tarafından gönderildiği daha iyi anlaşılmış olacaktır.

11- Hüküm (Emir):

İş manasına da gelen emr, bu manasıyla din'i ifade etmektedir. Zaten di­nin kendisi, bir iş, amel, eylem ve hüküm demektir. Kur'an'da 'emir'le ilgili yüzlerce ayet vardır. Bu emirler, dinin kendisini oluşturmaktadırlar. Hüküm manasına gelen emr, aynı zamanda din anlamında kullanılmaktadır. Şu ayet­te olduğu gibi:

“Fakat onlar din konusunda aralarında parça­lara aynldılar, ama hepsi bize döneceklerdir." [120]

Burada emr, 'din' manasına gelmektedir.

Din, bir hükümler demetidir. Kullarının mutluluğa ulaşması için Allah'ın göndermiş olduğu emir ve yasakların bütünü, dini meydana getirmektedir. Hükmü olmayan bir fikirler topluluğuna din denemez.

12- İslâm:

Din’in bir manası da boyun eğmek, hükmü altına girmek, teslim olmaktır. İslâm ile din bu anlamda buluşmakta, başka bir ifadeyle aynı manayı paylaş­maktadırlar.

Diğer taraftan barış, güven ve rahmet dediğimiz İslâm'ın manaları da, di­nin kendi yapısında vardır. "Din niçin vardır?" sorusunu cevaplandırırken barış, güven, rahmet ve teslimiyet için vardır, cevabını vermemiz gerekiyor.

Kur'an-ı Kerîm, Allah katında hak din İslâm'dır diyerek, din ile İslâm'ı birleştirmiş ve dinin adını İslâm koymuştur. Demek ki, dinimizin adı barış, güven, teslimiyet ve rahmettir. Bunlara inanmayan ve bunları hayatına geçir­meyen insan doğru dinden bahsedemez.

İnsanlığı mutluluğa götüren bütün değerlerin kaynağında, Hz. Âdem'e ge­len tevhid dini vardır. Mutlak tevhid dininin adı İslâm'dır. Demek ki İslâm di­ni, sadece Kur'an'ın getirdiği din değildir; Hz. İsa'nın, Musa'nın, Davud'un, Yusuf’un, Süleyman'ın, Nuh'un vb. hepsinin kutsal kitabı, İslâm dininin süre­cinin safhalarını oluşturmuştur.

Allah, din gününün sahibidir ayetini bir bütün olarak ele alıp açıklarsak şunları tesbit etmemiz mümkündür:

Din günü ifadesiyle, ahiretteki ceza ve mükafaat ânı kasdedilmektedir. Ora­daki dinin sahibi Allah olduğu gibi, bu dünyadaki dinin sahibi de Allah'tır:

“Gözünüzü açın, gerçek ve temiz din Allah'ındır.” [121]

“Göklerde, yerde ne varsa O'nundur. Din de sa­dece O'nundur. O halde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?” [122]

Dini Allah koyar; insan din alanına giremez. Arınmış dine sadece Allah sahip olabilir:

“Onlar Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar?” [123]

Yaratılışında yer alan inanç duygusu, insanı, tatmin için bir arayış içine iter. Onu tatmin edecek olan güç dindir. Gerçek din, insanı Allah'ın dostluğu­na götüren dindir. Benliğini Allah'a teslim ederek işlerini iyi yapanlar, tevhid inancına; dolayısıyla da, mükemmel olan dine sahiptirler. Bu da bir bakıma, Allah'ın dostluğunu kazanmak demektir:

“İşlerinde doğru olarak kendini Allah'a ve İbrahim'in Allah'ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah İbrahim'i dost edinmiştir.” [124]

Doğru din, insanları Allah'ın dostu yaptığı gibi, Allah'a teslim olmak, mü­kemmel iş üretmek ve tevhid inancına sahip olmak da, toplumsal birlik bakı­mından dostluğu yakalamak demektir.

Hesap, ceza ve mükafaat anlamlarıyla din, insanın sorumluluk duygusu­nu geliştirme ve onu eylemlere yansıtma gibi bir işleve sahiptir. Bu işlevini de, insanın psikolojik yapısına ve sosyal hayata, barış ve güveni getirmek suretiyle yerine getirmiş olacaktır. Dinin hükümranlık ve itaat manalarının gereği de budur. İnsanlar arasındaki çekişme, kavga ve ayrılıkları kaldırıp, yerine, barış ve karşılıklı güveni getirmekle yükümlü olan din, yaratıcı gücün varlığını hissettirme, insan adına bütün güzellikleri geliştirme amacını güt­mektedir.

Tabiat kanunlarının meydana getirdiği ahenk, denge ve sanatın belli bir oranda fert ve toplumun hayatına yansımasını sağlamak için var olan din, in­sanı içten ve dıştan sarmalayan gücü temsil etmektedir. Bu dünyada yapılan bir davranışın ahirete uzantısı varsa, o eylem dinin içine girmektedir. Âhirette in­sana sorumluluk getirmeyen ve bir ödül verilmesini sağlamayan eylemler, di­nin içine girmemektedir. Âhirette ceza ve mükafaat getirmeyen davranışları dinden kabul edemeyiz ve zâten din de onları içine almamaktadır. Böylece bu dünyada neye ve hangi oluşumlara din diyeceğimiz ortaya çıkmış olmaktadır.

Borç manasıyla din, kulun Allah'a olan borcunu, kulun kula olan borcunu ve dinin topluma olan borcunu ifade eden ve bunları yerine getirmekle yü­kümlü olan bir müessesedir. Din, insamn borçlu olduğu alanı belirlemekte ve kendisinin de bu borçları yerine getirme eğitimini vermekle borçlu olduğunu söylemektedir. Var olması ve varlığını devam ettirmesi sebebiyle insan, ba­zılarına borçludur. Onun borçlarının neler olduğunu ve bu borçları nasıl öde­yeceğini ona öğreten okulun adı dindir. Din denen ilahî okul, insana borçlarını nasıl ödeyeceğini ve ahiretteki ceza ve mükafaatın bu öğretiyi yerine ge­tirmenin üzerine oturduğunu öğretir. Borçların yerine getirilmesinin yükledi­ği sorumluluk, dinin bu dünyaya yönelik olan boyutunu; sorumlulukların ye­rine getirilmemesi veya getirilmesiyle meydana gelecek olan ceza ve müka­faat da, ahirete yönelik olan boyutunu oluşturmaktadır.

İşte Allah dinin ahiretteki nihaî karşılıklarının sahibi olduğu gibi, bu dün­yadaki yaptırımlarının da sahibidir. O'ndan başkası din koyamaz ve kimse de dini O'ndan başkasına bağlayamaz. İnsan düşüncesi ve uygulamaları, din ala­nının dışında bir kültür oluşturup devam ederken, din alanı bakir, saf, halis ve temiz olarak Allah'a ait kalır. İnsanlar din alanından alır, ferdî ve sosyal boyuta götürür; ama sosyal boyuttan alıp din alanına koyamaz. Dışarıdan gü­neşe ışık verilemez, ama güneş dışarıya ışık verir. Onun gibi din dışarıya, ya­ni insan hayatına ışık verir, bilgi verir; ama dışarıdan bilgi almaz.

 

Dînâr:

 

Dînâr'ın aslı dinnâr, yirmi dört kırattır, yani bir miskal karşılığı olarak kullanılır.

 

Disar/Dusur:

 

Disar ve dusur, eyer, yahut geminin tahtalarını diğerine bağ­layan rabıta, kemend, perçin halat demektir. Dusur, "disar"ın çoğu­ludur. "Disar" eyer veya geminin tahtalarını birbirine bağladıkları bağ, kenet, perçin veya halattır. Kamer: 54/13'te "zâti elvâhin ve du­sur" den maksat gemidir. Bir tanıt­ma için sıfat isim yerine konul­muştur.

 

Diyar:

 

Diyar, yer, yurt, memleket demektir. "Diyar" keli­mesinin genel bir olumsuzluk için kullanıldığı, bu nedenle, "ma bi'ddâri diyar" ifadesi "evde kimse yok mu?" anlamındadır. Bu kelimenin aslı, "dâr" veya "devir"den "fey'al" vezninde "deyvâr"dır. "Vav", "ye"ye dönüşmüştür. "Fa'al" vez­ninde değildir. Yoksa "ya" olmaz, kelime "devvâr" şekline dönüşür­dü.

Şu halde kök yapısına rağ­men asıl yapısı evcil, yurtcul de­mek gibidir. Gerçi "deyyâr", "ay­yaş" gibi "ya"lı olarak "deyr"den "fa'al" vezninden de gelebilir. Bu durumda "deyr", bekleyen ve ma­nastır bekçisi anlamlarına gelir. Bu suretle genel bir nefiy/olumsuzlama olmakla beraber, maksat, yurt sahibi, ev, yer, memleket idare eden bir kimse anlamına gelmesi de mümkündür.

 

Dîzâ:

 

Dîzâ, zâlim ve haktan uzaklaşan kişi demektir. "Dâze fi’l-hukmi: Hükümde zulmetti". "Dâzehu haqqahu: hakkını yedi" denilir. Şair şöyle der:

Esedoğulları hükümlerinde zulmettiler. Çünkü, başı kuyruk yerine koyuyor­lar.

 

Dua:

 

Duâ[125], davet gibi çağır­mak anlamında mastardır. Sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yuka­rıya gerçekleşen yalvarış (niyaz) anlamından örf olmuştur, isim olarak da kullanılmıştır ki, "dua dinledim, dua okudum" denilir. Dua, küçüğün büyükten, acizin kadirden, ihtiyaç ve arzusunu ta­lep ve ricası demek olup; fiilen, kavlen ve halen yalvarmak, ihlas ve ciddiyet ile istemek demektir. Bir de istenilenin şanına yakışanı, şanına yakışır şekilde istemektir. [126]

Du'â', altı şekilde tefsir edilir:

1. Qavl/söz

"Be'simiz (azabımız) onlara geldiğinde, onların du'âları (sözleri), "Biz gerçekten zalimler idik" demelerinden başka bir şey olmadı." [127]

"Artık bütün du'âları (sözleri) işte bu oldu." [128]

Bununla da, "Veyl bize, biz gerçekten zalimler idik" [129] şeklindeki sözlerine işaret edilmektedir. İşte onlar hep bu şekilde, Veyl bize (yazıklar ol­sun bize), biz gerçekten zalimler idik deyip durdu­lar.

"Nihayet onları biçilmiş bir ekin (yahut alevi sönmüş bir kül) haline getirdik." [130]

"Onların (canları yemek istediğinde) [131] oradaki (cennetteki) du'âları (sözleri), "Allahım! Seni ten­zih ederiz"dir." [132]

2. İbadet

"De ki: "Allah'ı bırakıp bize fayda ve zarar veremeye­cek şeylere mi du'â (ibâdet) edelim?" [133]

"Allah'ı bırakıp sana faydası ve zararı olmayan şeyle­re du'â (ibâdet) etme!" [134]

"O halde Allah ile birlikte diğer bir ilaha duâ (ibâdet) etme!" [135]

"Siz ancak Allah'ı bırakıp evsana (putlara) ibâdet [136] ediyorsunuz." [137]

"Allah ile birlikte diğer bir ilaha du'â (ibâdet) etme!" [138]

"Onlar ki, Allah ile birlikte diğer bir ilaha du'â (ibâdet) etmezler." [139]

"De ki: "Eğer du'ânız (ibâdetiniz) olmasaydı, Rabbimin yanında ne kıymetiniz olurdu." [140]

3. Nida (seslenmek, yüksek sesle ça­ğırmak, davet etmek)

"Nihayet o da Rabbine, "Ben gerçekten mağlub ol­dum. Hemen nusretini ver/bana yardım et!" diye du'â etti (nida etti/seslendi)." [141]

"Münâdinin bilinmedik bir şeye du'â edeceği (ni­da edeceği/yüksek sesle çağıracağı/davet edeceği) o gün..."[142]

"Size du'â edeceği (nida edeceği/seslenip sizi çağıracağı -ki çağıracak olan İsrafil'dir-)! [143] gün, O'nun hamdine icabet edeceksiniz." [144]

"Du'âyı (nidayı, çağrıyı/daveti) sağırlara işittiremezsin." [145]

"Onlara du'â etseniz (nida etse­niz/yüksek sesle seslenseniz/çağırsanız) du'ânızı (nidanı­zı /seslenmenizi /çağırmanızı) işitmezler." [146]

4. İstiğâse/yardıma çağırmak

"Allah'tan başka şâhidlerinize du'â edin (yardıma çağırın)." [147]

"Allah'tan başka gücünüzün yettiklerine du'â edin (onları yardıma çağırın)." [148]

"Allah'tan başka gücünüzün yettiklerine de du'â edin (onları yardıma çağırın)!" [149]

"O da Rabbine du'â etsin (yardıma ça­ğırsın)." [150]

5. Suâl: istifham/sormak

"(Ey Mûsâ!) Bizim için Rabbine du'â et de (sor da) onun mahiyetini bize bildirsin." [151]

"(Ey Mûsâ!) Bizim için Rabbine du'â et de (sor da) onun rengini bize bildirsin." [152]

"O gün, "Zu'm ettiğiniz şeriklerime du'â edin (so­run) bakalım" diyecek. Onlar da onlara du'â edecek­ler (ilah olup olmadıklarını soracaklar). Fakat onlara, (ilah olduklarını söyleyerek) icabet etmeye­ceklerdir." [153]

6. İstemek, istekte /talebte bulunmak

"Ey Mûsâ! Bizim için du'â et (iste/is­tekte bulun) Rabbine; şayet bu riczi (azabı) bizden kaldırırsan..." [154]

"Ey sihirbaz, bizim için Rabbine du'â et" (Rabbinden iste/istekte bulun) dediler." [155]

"Bana du'â edin (Benden isteyin), size icabet ede­yim (vereyim)." [156]

"Ateştekiler, cehennemin bekçilerine "Rabbinize du'â edin (Rabbinizden isteyin) de, bir gün olsun biz­den azabı hafifletsin" (Rabbinizden, bir gün ol­sun azabı üzerimizden hafifletmesini isteyin) diyecek­ler." [157]

 

Duha:

 

Duhâ, günün ilk vakitlerinde güneşin yükseldiği zamandır. Müberred şöyle der: Duhâ, güneşin ışığı, mânâ­sına gelen "ed-Dahh" kelimesinden türetilmiştir.[158]

Duhâ, Râgıb'ın beyanına gö­re, gerçekte, güneşin aydınlığının, ışınlarının gündüz boyunca yayıl­ması, yani gündüz demektir. Son­radan kuşluk vaktinin ismi ol­muştur. Örneğin, Naziat: 79/29'da gece­nin karşıtı olarak kullanılıyor. An­cak Duhâ Sûresi'ndeki kullanımın daha özel bir anlamı vardır.

Ancak Duhâ daha çok, güne­şin doğduğu yerden belli bir mesa­fede yükselip ışığını yayarak, ba­kanlar tarafından açıkça görülmesi olarak anlaşılır ve bu vaktin özel ismi olmuştur. Bu zaman dilimine genel olarak kuşluk vakti denir.

Ancak, aydınlanmanın başla­dığı zamana, "dahve" kuşluk, or­tasına "duhâ", kaba kuşluk, zeva­le yakın kısmına ise "daha" veya "koca kuşluk" denir. Kuşluk vak­ti kesilen kurbana da "udhiyye" veya "dahiyye" denilmiş, sonra da bu deyim genelleştirilerek bü­tün kurbanların ismi olmuştur.

Duhâ Sûresi'ndeki "duhâhâ" ifedesinin güneşe muzaf olması nedeniyle, müfessirler bunu gü­neşin doğması ile parlayan ışığı, aydınlığı diye tefsir etmişlerdir. [159]

ed-Duhâ, üç şekilde tefsir edilir:

1. Gündüz 

"Yahut o kurâ'nın ehli duhâ vakti (gündüz: top­landıkları gündüzün herhangi bir vakti) eğlenirler­ken be'simizin kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular?" [160]

"İnsanların toplanacağı duhâ vakti (gündüz: toplandıkları gündüzün herhangi bir vakti)…" [161]

2. Gündüzün ilk saatleri

"Andolsun duhâ'ya (güneşin yükselmeye başladı­ğı gündüzün ilk vakitlerine) ve dinginleştiğinde gece­ye..."[162]

"Onlar onu görecekleri gün, günün bir akşamından veya duhâsından (güneşin yükselmeye başladığı gündüzün ilk vakitlerinden) başka durmamış gibi olacaklar." [163]

3. Güneşin sıcağı

"Andolsun güneşe ve onun duhâ'sına (sıcağı­na)..." [164]

"Ve sen orada susamaz ve lâ tadhâ (güneşin ra­hatsız edici ışınlarını ve sıcağını hissetmezsin/güne­şin sıcağına maruz kalmazsın)." [165]

 

Duhan-ı Mubîn: 

 

Duhân-i mübîn[166], aşi­kâr, apaçık duman demektir. İbni Mes'ud tarafından mecaz olarak, şiddetli açlık, kıtlık, kuraklık ve zahmet seneleri olarak yorumlan­mıştır. Çünkü aç kimseye gerek gözlerinin fersizliğinden gerekse arzın, sıcak ve karanlığından do­layı sema dumanlı görünür.

Ayrıca Arab, insanı esir alan. İnsana hükmeden şer ve belaya da "duhân" ismini verir. "Du­manlı" hava tabiri Türkçe'de de benzer anlama kullanılır. Bir de galib olan şerre duhân denir. [167]

 

Dûle:

 

Dûle, tedavülde olan ve elden ele dolaşan mal.

 

Durr:

 

ed-Durr, beş manada tefsir edilir:

1. Bela ve şiddet

"Be'sâ'da (fakirlik zamanlarında) ve darrâ'da (şiddet ve bela zamanlarında) sabredenler..." [168]

"Onlara be'sâ ve darrâ (bela ve şiddet) dokun­du..." [169]

"İnsa­na bir durr dokunduğu vakit, Rabbine yönelerek O'na du'â eder."[170]

"Fakat ondan durrunu açtığımız/giderdiği­miz zaman, sanki kendisine dokunan durr için Bize dua et­memiş gibi geçer gider."[171]

"Eğer Allah bana bir durr vermeyi irade ederse, onlar O'nun durrunu açabilir­ler/giderebilirler mi?!"[172]

"İnsana bir durr isabet ettiğinde, Bize du'â eder..."[173]

2. Yağmurun yağmaması, yağmur kıtlığı 

"Andolsun ki, senden önceki ümmetler'e de gönderdik. Onları, yalvarsınlar diye be'sâ (fakirlik/yoksul­luk) ve darrâ (yağmur kıtlığı/kuraklık) ile sı­kıştırdık." [174]

"Biz hangi karyeye bir nebi gönderdikse, onun halkını be'sâ ve darrâ (yağmur kıtlığı/kuraklık) ile sıkıştırdık." [175]

"Kendilerine dokunan bir darrânın (yağmur kıt­lığının/kuraklığın) ardından insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman..." [176]

"İnsanlara bir durr {yağmur kıtlığı/kuraklık} dokun­duğu zaman, hemen O'na yönelerek Rabb'lerine du'â ederler..." [177]

3. Denizdeki (dehşetli) haller

"Bahr'de (denizde) size bir durr (dehşetli bir hal) dokunduğu zaman, du'â ettikleriniz kaybolur, yalnız O hariç."[178]

4. Bedendeki hastalık ve belalar

"İnsana (bedenine) bir durr (hastalık ve bela) dokunduğu zaman, gerek yanı üzereyken, gerek otururken, gerek dikilirken Bize du'â eder. (Bu âyet, Ebî Huzeyfe b. el-Muğîre hakkında inmiştir). Fakat Biz ondan durrunu (hastalığını) açtığımız/gider­diğimiz zaman, sanki kendisine dokunan durr için Bi­ze du'â etmemiş gibi geçer gider." [179]

"İnsa­na bir durr dokunduğu vakit, Rabbine yönelerek O'na du'â eder."[180]

"Eğer Allah bana bir durr vermeyi irade ederse, onlar O'nun durrunu açabilir­ler/giderebilirler mi?!"[181]

"İnsana bir durr isabet ettiğinde, Bize du'â eder..."[182]

"Eyyûb'u da... Hani Rabbine, "Bana durr (bela ve şiddet) dokundu; Sen ise merhametliler merhametlisisin" diye nida etmişti." [183]

5. Eksiklik/noksanlık

"Sana hiçbir durr (eksiklik/ noksanlık) vere­mezler." [184]

 

Dünya:

 

Dünya[185], "ednâ"nın di­şil ismi tafdili olup, "denâat" ya­hut "dünüvv"den türemiştir. En aşağı, en yakın demektir. "Semâe'd-dünya" deyimi ise en ya­kın sema, en aşağı sema anlamla­rına gelir.

Dünya, "dunuvve" veya "dinâet'den "ednâ" ismi tafdilinin müennesi olup en yakın yahut "pek alçak" manasına bir sıfattır. "El-hayatü'd-dünyâ", "es-semaü'd-dünyâ", "ed-dâru'd-dünyâ" gibi isimlere sıfat olarak kulla­nılmıştır. Ayrıca ahiret kelimesinin karşıtı bir isim olarak da kullanılır ki, o zaman "el-hayâtü'd-dünyâ", yahut "ed-dâru'd-dünyâ" terkiple­rinden birinin yerine geçer.

Ancak Kur'ân'da her zaman bu mana "hayâtü'd-dünyâ" sıfat tamlaması olarak yer almıştır. Şu halde "hayât-ı dünyâ", "dünya hayatı" değil, dünya demlen ha­yat, yani aşağılık ve alçak hayat anlamındadır. Veya "en yakın, içinde bulunulan hayat" demek­tir. [186]

"Denâ" fiilinden ism-i tafdil, tekil müennes sığadır. Bizzat veya hükmen yaklaştı, zaman veya yer açısından yakına geldi, aşağı çekti ve alçaldı anlamlarını ifade etmektedir.[187]

Kur'ân'da 115 yerde geçen "dünya" kelimesi, esasında isim olarak değil sıfat olarak kullanılmakta ve yüzde doksandan fazla yerde hayat kelimesini nitelemektedir. Bu kavram, Kur'ân'da bazen övülür bazen de yerilir. Onun tasvirine göre dünya hayatı bir oyun eğlenceden ibarettir.[188] Dolayısıyla Allah (c.c.) Kur'ân'da insanların nasıl amel işleyeceklerini görmesi için hayatı ve memati yarattığını[189] belirtir.

Öte yandan "Dünya" kelimesi, İslâm öncesi Araplar arasında, hatta tek tanrıcı çevrelerin dışında dahi geniş ölçüde kullanıldığı anlaşılıyor; ama kelimeye dini bir anlam verildiği hususu çok şüphelidir.[190] Aşağıdaki şiirde şair, "dünya"yı güven veren, üzerinde yaşamaya değer bir şey görüyor. Bu yüzden ona olumlu bakıyor ve onu değerli buluyor:

"Hayat yolculuğu için, dünya geçiminden azık al. Zira o, ne olursa olsun tedarik edilen azığın en iyisidir."[191]

Görüldüğü gibi bu beyitte öteki dünya hakkında müphem bir işaret vardır, ama Antara'nın aşağıdaki beytinde hiç böyle bir ize rastlanmaz. Ahiret'in varlığına ve bundan haberdar olduğuna dair hiçbir işaret yoktur. Antara şöyle der:

"Ableye karşı son derece aşkımdan dolayı kendimi küçültüyorum (Ablenin kulu yapıyorum) ve dünyanın bütün nimetleri arasında sadece Ableyi seviyorum."[192]

Kur'ân aslında çağrışımlı olan bu kavramı yeniden kurar, dünya ve ahiret kavramlarını yeni bir biçimde birbirinin karşısına koyar.[193]

Netice itibariyle Kur'ân'da dünya kavramı, insanın yaşadığı mekânı ifade eden arz kelimesinin genel karekterinden farklı olarak zaman unsurunu da içermektedir. Kavram, Allah'ın var olduğu bir sistemde, insanın eceli ile sınırlanan yeryüzündeki var edilişini, fıilerini ve onun sorumluluğunu, kısaca onun arzdaki hayatını ifade etmektedir.[194]

 

Duribet aleyhimu’z-zilletu ve’l-meskenetu:[195]

 

... Zillet, onları kuşatan bir olgu kılınmıştır. Onlar, (zil­letin içinde) çadırın kuşattığı (Duribet aleyhi) kimse gibidir; ya da onlara kaçamayacakları bir zillet büründürülmüştür. Çamurun duvara çalınıp artık ondan ayrılmaması gibi. [196]

... Evin, içindekilerini kuşatması (yedribu) gibi onlar ka­lıcı bir şekilde meskenet/yokluk/yoksulluk içinde kalacak­lardır. [197]

... Yani çadırın örtüsünce örtülmüş (Duribet aleyhi) kimse misali zillet de onları öylece kuşatmıştır. [198]

Önceleri zengin oldukları halde kendilerini zillet ve fakr u zaruret içinde buldular. [199]

"Duribet aleyhim" cümlesi bir çadırın, içindeki kimseyi her taraftan kuşattığı gibi zillet ve meskenet de onları ku­şatmadan kinayedir.[200] Nitekim şair şöyle der: "Yücelik, mürüvvet ve cömertlik îbn-i Haşrec'i kuşatan bir çadır içindedir." [201]

Net bir şekilde anlaşılıyor ki onlarca anlamı ihtiva eden "darebe" fiili burada çok yaygın olan "dövdü veya vurdu" anlamının dışında kullanılmıştır. Kuşatılmak, mecbur bıra­kılmak, duçar olmak gibi mecazi anlamların fiilin yaygın anlamına öncelenmesi gerekirken ne yazık ki mütercimle­rimiz buna pek riayet etmemişlerdir.

Elmalı:... üzerlerine de zillet ve meskenet binası kuruldu.

Diğer bir deyişle üzerlerine de zillet ve meskenet damga­sı basıldı; hakaret altında ağır vergilere ve fakirliğe maruz kaldılar.

Çantay: ... onların üzerine horluk ve yoksulluk vuruldu.

Bilmen: Onların üzerlerine alçaklık, yoksulluk vuruldu ...

Yavuz: Onların üzerlerine horluk ve yoksulluk yüklendi.

Davudoğlu: Böylece onların üzerine alçaklık ve yoksulluk (damgası) vuruldu.

D.İ.B.: Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu.

Ateş: Üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu ...

Bulaç: Onların üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vu­ruldu ...

T.D.V.: İşte (bu hadiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu.

Y. Öztürk: Ve üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk dam­gası vuruldu.

Atay: İşte böylece onlara aşağılık ve miskinlik damgası vu­ruldu.

A. Öztürk: Onların üzerine zillet ve meskenet damgası vu­ruldu.

Koçyiğit: ... üzerlerine zillet ve meskenet (damgası) vurul­muş.

Hizmetli: Tekrar zelil ve fakir düştüler.

Varol: Onlar aşağılık ve yoksulluk belasına çarptırıldılar,

Piriş: ... ve onlara alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu.

Görüldüğü gibi mütercimlerimizden Yavuz, Varol ve Hizmetli hariç diğerleri "Duribet aleyhim" deki fiili (duribe) "vuruldu" anlamında ele almışlardır. Oysa daha önce de be­lirtildiği gibi bu fiilin birçok anlamı vardır ve özellikle bu­rada "vurdu", edilgen çatısıyla "vuruldu" anlamında kulla­nılmamıştır.

Görüşlerini buraya aldığımız otoritelerin hiçbirisi de ke­za "vuruldu "anlamını gündeme getirmemişlerdir.

Hele Zemahşeri ve İsfahani gibi yetkinlikleri tartışılmaz filologların "Duribet aleyhim" formunu ısrarla mecazi bir ifade olarak değerlendirmiş olmaları sanırız mezkur ifade­nin daha farklı bir şekilde tercüme edilmesi için önemli bir saiktir.

Bu açıdan bakıldığında; Yavuz'un "yüklendi", Varol'un "çarptırıldılar" ve Hizmetli'nin "düştüler" şeklindeki tercü­meleri daha anlaşılırdır. Lakin biz "Duribet aleyhim" formu­nun daha güzel şekillerde Türkçe'ye aktarılabileceğine ina­nıyoruz:

- Zillet ve yoksullukla kuşatıldılar.

- Zillet ve yoksulluğa maruz bırakıldılar.

- Zillet ve yoksulluğa duçar kılındılar.

- Zillet ve yoksulluğa mahkum edildiler, vb.

Örnek:

Bakara: 2/65: ... Sizin için diledikleriniz var ... dedi. Ve zil­let ve yoksulluğa maruz bırakıldılar.

 

Düsür:

 

Düsür, gemiye çakılan büyük çiviler. "Disâr" kelimesinin çoğu­ludur. "Kitâbun ve kutubun" kalıbındadır 

Cevheri şöyle der: Disâr, düsür kelimesinin tekilidir. Düsür, gemi levhalarının bağlandığı iplerdir. Bunlara "Mesâmiyr" (çiviler) de denilir.[202]

 



[1] Neml: 27/82.

[2] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 94-95. (3701, 3703)

[3] Alusi, 30/215

[4] el-İsfahani a.g.e., s. 440; İbn Kuteybe, Te'vîlu Muşkili'l-Kurân, s. 457.

[5] Kılıç, a.g.e., s. 132.

[6] bkz. el-Kurtubî, a.g.e., I, 245; İbn Kuteybe, a.g.e., s. 131.

[7] el-İsfahânî, a.g.e., s. 441, İbn Manzûr, a.g.e., XI, 391.

[8] Fazlurrahman, a.g.e., s. 96. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 102-104.

[9] Nisâ: 4/119

[10] Yâsîn: 36/62

[11] Sâffât: 37/71

[12] Nisâ: 4/113

[13] Sâd: 38/26

[14] Mü'min: 40/25

[15] Yâsîn: 36/24

[16] Yûsuf: 12/8

[17] Yûsuf: 12/95

[18] Yûsuf: 12/30

[19] Mülk: 67/9

[20] Ka­mer: 54/24

[21] Kamer: 54/47

[22] Sebe': 34/8

[23] Muhammed: 47/1

[24] Muhammed: 47/4

[25] Kehf: 18/104

[26] Furkân: 25/44

[27] Bkz. A'râf: 7/179.

[28] Furkân: 25/42

[29] Ahzâb: 33/36

[30] Nisâ: 4/176

[31] Cahillik’in, "bilmemek/bilgisizlik" manasına gelmediğine dikkat edilmelidir. Zira Kur'ân'da cehil câhil kelimesinin zıddı, hilm/halîm'dir; ilm kelimesinin zıddı ise zann’dır. (Redaktör)

[32] Şu'arâ: 26/20

[33] Bakara: 2/282. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 395-399.

[34] Tekvir: 81/24.

[35] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 96. (5622)

[36] En’am: 6/127.

[37] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 96. (423, 2051)

[38] Nisa: 4/95.

[39] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 96-97. (1431)

[40] Nisâ: 4/101

[41] Müzzemmil: 73/20

[42] Enfâl: 8/12.

[43] Muhammed: 47/4

[44] Nisâ: 4/34

[45] Nahl: 16/76

[46] Nahl: 16/74

[47] Nahl: 16/112

[48] Bakara: 2/26

[49] İbrâhîm: 14/24. Bu ibare ayrıca Nahl: 16/75, Zümer: 39/29, Tahrîm: 66/10'da; vav harfi ziyadesiyle de Nahl: 16/76, 112; Tahrîm: 66/11'de geçmektedir. (Çeviren)

[50] Zuhruf: 43/57

[51] Haşr: 59/21

[52] İbrâhîm: 14/45

[53] Furkân: 25/39

[54] Ankebût: 29/43.  Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 295-296.

[55] Saffat: 37/93.

[56] Ferra, Meani, 1955, c. 2 s. 384.

[57] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 4 s. 52.

[58] Enbiya: 21/57

[59] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 3 s. 146.

[60] Nisaburi, Burhan, 1996, c. 2 s. 234.

[61] Mülekkin, Garib, 1987, s. 332.

[62] 1995, s. 1118.

[63] Hilf: Nisa 62; Maide 89; Tevbe 42, 56, 62, 74, 95, 96, 107; Mücadele 14, 18 (iki kez); Kalem 10 gibi..

[64] Kasem: Maide: 53; En'am: 109; Nahl: 38; Nur 53: Fatır: 42 vb.

[65] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 123-126.

[66] Kehf: 18/11

[67] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 2 s. 659.

[68] Manzur, L. Arab, 1994, c. 1 s. 550.

[69] Nisaburi, Burhan, 1996, c. 2.s.24.

[70] Kurtubi, Camiu's-sahih, 10/363; Mülekkin, Garib, 1987,s.227.

[71] Firuzabadi, Kamus, 1995, s. 100.

[72] Sabuni, Safvet, 1995, c. 3 s. 432.

[73] Beyzavi.

[74] En’am: 6/127.

[75] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 97. (2051)

[76] Zariyat: 51/24.

[77] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 97. (4535)

[78] Necm: 53/22.

[79] Bahr. 8/418

[80] Casiye: 45/24.

[81] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 98. (4322)

[82] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 98. (2276-2277)

[83] Yûsuf: 12/44

[84] Bahr, 8/409; Kurtubî, 19/181.

[85] Buhari, Tefsir-i sûre, l.

[86] ez-Zevznî, a.g.e., s. 110.

[87] Zuheyr b. Ebî Sulmâ, Divânu Zuheyr (şerh: Ebu’l-Abbas eş-Şeybâni), Mısır, 1964. s. 183.

[88] Yûsuf: 12/76.

[89] el-Huzelî, Dîvânu'l-Huzeliyyin, Kahire. 1965, I. Kısım, s. 236.

[90] bkz  ez-Zamahşerî, Ebu’l-Kasım Cârullah, el-Keşşâf an Hakaiki’t-Tenzil ve Uyuni’l-Akavil. Beyrut, tsz., I, 57. Benzeri bir beyit için bkz., İbn Manzur, a.g.e. XIII, 169: krş. Jeffery, a.g.e., 131.

[91] Mantran, Robert. L’Expansion Musulman. Paris, 1969, s. 41.

[92] bkz.Yûsuf,  12/76.

[93] bkz. Zâriyat, 5116.

[94] Mustansır, a.g.e., s. 49.

[95] el-Cürcânî, a.g.e.,s. 105.

[96] Âl-i İmrân: 3/19

[97] Zümer: 39/2

[98] Lokmân: 31/32

[99] Rûm: 30/30

[100] Ankebut: 29/65

[101] Fâtiha: 1/4

[102] Sâffât: 37/20

[103] Mutaffifîn: 83/11

[104] Sâffat: 37/53

[105] Vâkıa: 56/86

[106] Nûr: 24/2

[107] Yûsuf: 12/76

[108] Tevbe: 9/33

[109] Saff:  61/9

[110] Feth: 48/28

[111] Âl-i İmrân, 3/95.

[112] Rum: 30/30.

[113] Bakara: 2/282.

[114] Yusuf: 12/76.

[115] Mearic: 70/26. 

[116] Müddessir: 74/46.

[117] İnfitar: 82/17-19.

[118] Bakara: 2/120.

[119] En'âm: 6/161.

[120] Enbiya: 21/93.

[121] Zümer: 39/3.

[122] Nahl: 16/52.

[123] Âl-i İmran: 3/83.

[124] Nisa: 4/125.

[125] Bakara: 2/186.

[126] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 103. (667)

[127] A'râf: 7/5

[128] En­biyâ: 21/15

[129] Enbiyâ: 21/14

[130] Enbiyâ: 21/15

[131] Mü'minlerin, Allahım! Seni tenzih ederiz sözünü, canları yemek istedikleri zaman söyleyecekleri iddiasının hiçbir dayanak ve delili yoktur. (Redaktör).

[132] Yûnus: 10/10

[133] En'âm: 6/71

[134] Yûnus: 10/106

[135] Şu'arâ: 26/213

[136] Âyetteki ibâdet lafzı, du'â kökünden değil, ibâdet kökün­den geldiği için bu âyet burada şâhid olarak zikredilmeye elverişli değildir.

[137] Ankebût: 29/17

[138] Kasas: 28/88

[139] Furkân: 25/68

[140] Furkân: 25/77

[141] Kamer: 54/10

[142] Kamer: 54/6

[143] Çağıracak olanın, İsrafil olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. (Redaktör)

[144] İsrâ: 17/52

[145] Rûm: 30/52

[146] Fâtır: 35/14

[147] Bakara: 2/23

[148] Yûnus: 10/38

[149] Hûd: 11/13

[150] Mü'min: 40/26

[151] Bakara: 2/68

[152] Bakara: 2/69

[153] Kehf: 18/52

[154] A'râf: 7/134

[155] Zuhruf: 43/49

[156] Mü'min: 40/60

[157] Mü'min: 40/49.

[158] Rûhu'l-meânî, 30/140

[159] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 104. (5565, 5847-5848)

[160] A’râf: 7/98

[161] Tâ-Hâ: 20/59

[162] Duhâ: 93/1-2.

Mukâtil'in Tefsiri'nde şöyle denilmektedir: Allah Teâlâ du­hâ'ya yemin ederek, Kasem olsun duhâya (yani, güneşin sı­cak zamanına -ki bu da güneşin doğduğu vakitler, gündü­zün ilk saatleridir-} buyurmaktadır. Yine Mukâtil'in Tefsi­ri'nde, Andolsun güneşe ve duhasına {yani, sıcağına} denil­mektedir. (Şems, 91/l)

[163] Nâziât: 79/46

[164] Şems: 91/l

[165] Tâ-Hâ: 20/119. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 198-199.

[166] Duhân: 44/10.

[167] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 104. (4297)

[168] Bakara: 2/177

[169] Bakara: 2/214

[170] Zümer: 39/8

[171] Yûnus: 10/12

[172] Zümer: 39/38.

[173] Zümer: 39/49.

[174] En'âm: 6/42

[175] A'râf: 7/94

[176] Yûnus: 12/21

[177] Rûm: 30/33.

[178] İsrâ: 17/67

[179] Yûnus: 10/12

[180] Zümer: 39/8

[181] Zümer: 39/38.

[182] Zümer: 39/49.

[183] Enbiyâ: 21/83

[184] Nisâ: 4/113. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 180-182.

[185] Mülk: 67/5.

[186] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 104-105. (403, 5187)

[187] el-İsfahânî, a.g.e, s. 174.

[188] En’am: 6/32.

[189] Mülk: 67/2.

[190] lzutsu, a.g.e., s. 80.

[191] a.g.e., a.y.

[192] Antara, a.g.e., s. 219.

[193] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 81

[194] Paçacı, Mehmet, Kur'ân'da ve Kitab-ı Mukaddes'te Ahiret İnancı, İst., 1994, s. 110. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 143-144.

[195] Bakara: 2/61 Al-i İmran: 3/112.

[196] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. l, s. 174.

[197] Zemahşeri, Keşşaf 1997, c. 1, s. 430.

[198] İsfahani, Müfredat, tsz., s. 295.

[199] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 10.

[200] Ebussuud'a gönderme yapılıyor.

[201] Sabuni, Safvet, 1995, c.l, s. 111.

[202] Sıhah, maddesi.