Fadl:2

Fahişe:2

Fahşa:2

Fakıra:2

Fârid:2

Fark:3

Farz:3

Fâtır:3

Fatiha:3

Fecr:3

Feezellehumâ:3

Fehhâr:3

Felâh-İflâh:3

Felak:4

Felyekunu min verâikum:4

Femâ fevqaha:5

Fenebezûhu verâe zuhurihim:5

Fenfecerat:7

Ferağ:7

Ferah:7

Ferâş:7

Ferc/Furûc:8

Ferş:8

Fesâd:8

Fesevvâhunne:9

Fetih:9

Fetil:10

Fevc:10

Fevâhîş:10

Feveran:10

Fevq:10

Fey’:11

Fezea:12

Fıkıh:12

Fısk-Fasık:12

Fıtrat:14

Fi15

Fidye:15

Firâr15

Firâş:16

Fir’avun:16

Firdevs:16

Fitne:16

Fitye:17

Fuğûr:17

Fuhş:17

Fûm:17

Furkân:17

Fücur-Facir:17

Fükû:18


Fadl:

 

Fadl, yedi manada tefsir edilir:

1. İslâm

"De ki: "Şüphesiz fadl (islâm) Allah'ın elindedir; onu dilediği kimseye verir." [1]

"İşte bu, Allah'ın fadlıdır (islâm), onu dilediği kimseye verir. [2]

"De ki: "Allah'ın fadlı ve rahmetiyle, işte bununla se­vinsinler." [3]

2. Nübüvvet

"Allah'ın senin üzerindeki fadlı (Allah'tan sana nübüvvet ve Kitap bahsşedilmesi) azimdir."[4]

"Rabbinden bir rahmet olması hariç. Hakikaten O'nun senin üzerindeki fadlı (Allah'tan sana nübüvvet ve Kitap bahsedilmesi) kebîrdir/pek büyük­tür."[5]

3. Cennette rızk

"Allah'tan bir nimet, bir fadl (cennette rızk)... müjdelerler."[6]

4. Rızk

"O namaz tamamalandığında, yeryüzüne yayılabilir ve Allah'tan bir fadl (ticaret yoluyla rızk) arayabilirsiniz."[7]

"Diğer bir kısmının da Allah'ın fadlından (ticaret yoluyla rızk) aramak için yeryüzünde yol tepecekleri­ni bilir."[8]

"Şayet size Allah'tan bir fadl (ganimetten bir rızk) isabet ederse..."[9]

5. Elden çıkanın yerini tutan şey

"Allah ise size Kendinden bir mağfiret ve (sadakanıza karşılık) bir fadl (sadakanızın yerini tutacak bir mal) va'dediyor."[10]

6. Minnet/lütfü hatırlatmak

"Üzerinizde Allah'ın fadlı ve rahmeti (lütuf ve nimeti) olmasaydı, pek azınız müs­tesna, (baştan hepiniz) şeytana tâbi olmuştunuz."[11]

"Üzerinizde Allah'ın fadl/rahmeti (lütfü, nimeti) olmasaydı... "[12]

7. Cennet

"Mü'minlere müjdele: onlar için, Allah'tan büyük bir fadl (cennet) vardır."[13]

 

Fa’fu:

 

Affedin. Afv, bir günahtan dolayı sorguya çekmemek.

 

Fahişe:

 

Fahişe, haddini aş­mış, pek çirkin, aşırı edepsizlik demektir. "El-fâhişe" de zinanın bir ismidir. Zina gibi pek çirkin olan iş, nefse zulüm, herhangi bir günahtır. Fahişe aynı zamanda başkasıyla ilgisi olan bir günahtır.

 

Fahşa:

 

Fahşâ çirkinlikler de­mektir. Zina ve şehvet gibi günah­lara ifrat derecede tutsak olmak­tır. Hep aşırılıklarla ilgili olarak kullanılır. Türkçe'de bunlar "fuhşiyyât" diye tabir olunur. Bunlar insanların en çirkin halleridir.

 

Fakıra:

 

Fâkıra, büyük olay ve büyük musibet demektir. Musibet bel ke­miğini kırdı, mânâsına "feqaratahu’l-musibet" denir.Fâkıra kelimesi, bü­yük musibet, büyük felaket demektir. Fakirin belini kıran, peri­şan eden şiddet anlamındadır.

Bazıları devenin burnunu dağlamak anlamına gelen "fakr" kelimesinden geldiğini söylemiş­lerdir. Birisi şiddetin birisi de aza­bın acılığını ifade eder. Türkçe'de "falan iş falanın belini kırdı" tabi­ri kullanılır. Biz bunu bel kıran diye tercüme etmeyi uygun bul­duk.

 

Fârid:

 

Fârid, yaşlı ve ihtiyar demektir. Lisânu'l-Arap'ta böyle açıklanmıştır.

 

Fark:

 

Fark, ayırmak demektir. "Biz,onu Kur'an olarak ayırdık"[14] mea­lindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır. Burada ayırmaktan maksat, onu tafsilatlı bir şekilde açıkladık demektir.

 

 

Farz:

 

Farz, bazen icabet, icab (farziyet, zorunluluk), bazen de beyan (açıklama) mânâsına gelir. "Ala" ile sılalandığı zaman, her zaman icab, zorunluluk anlamı taşır. Ancak lam ile sılalandığı za­man iki ihtimal de söz konusu­dur.

 

Fâsık:

 

Fâsık, "Şeriatın koyduğu sınırlardan dışarı çıkan" demektir. Kok itibariyle, çıkmak mânâsını ifade eden şey için konulmuş bir kelime­dir. Bu, Arapların, yonca, kabuğundan çıktığında söyledikleri "feseqati’r-ratbetu" sözünden alınmıştır. Kişi, itaattan çıktığı için ona "fâsık" denilmiştir.

 

Fasile:

 

Fasile, kişinin, kendilerinden doğup ayrılarak bir kol haline geldiği aşireti.

 

Fasl:

 

Fasl, daha önce verilmiş hüküm.

 

Fâtır:

 

Fâtır, yaratan, vücuda getiren ve yoktan var eden. demektir. "Fatr" aslında "yarmak" manasınadır. Bir kimse bir şeyi yardığında "Fatarahu" denir. "Yarıldı" mânâsına da "İnfetara" denir. "E’s-semâu munfatirun bihi: Gökyüzü bile o günün dehşetiyle yarılacaktır"[15] mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır. "Allah mahlukatı yarattı" mânâsına, "Fetara’llahu’l-halka" denir.

Fâtır kelimesi "fatr"dan ismi faildir. "Fıtrat" bu­nun binâ-i nev'i veya hasıl-ı masdarıdır. Dilimizde çok sık kullanı­lan bu kelime daha çok "yarat­mak" olarak bilinir.

İbn-i Abbâs kendisi bir kuyu hakkında mahkemeye gelen iki bedeviden birinin bir sözünü ak­tarır. Arab, "ene fatertühâ ey ibtede etuhe (ilk ben başladım, ilk ben kazdım)" der. İbnü'l-Enbarî, "fatr"ın aslı, bir şeyi başlangıcında yormaktır. Dilimizdeki yarat­mak kelimesi daha çok bununla alakalıdır.

Evrenin oluşumu, fezanın ya­rılması bir "fatr", ilk yaratılıştaki varlık hali bir fıtrattır. Yaratmak ve yaratılış da budur. Fıtrat, bîr ön bil­gi ile takdir etmek manasını da içi­ne almış olan "halk" (yaratma) ve yaratılış anlamında kullanılırlar.

İlk icad etmeye, var etmeye "fatr", ilk varlığıyla ilgili duruma "fıtrat" adı verilmiştir. Bu fıtratın devamlılığına ve uyumuna da "tabiat" denilmiştir.

 

Fatiha:

 

Fatiha, lügatta fâtih ismi fa­ilinden naklen, evvela kitap ve el­bise gibi açılabilecek şeylerin ilk açılabilacak yeri manasınadır. Sonra, konuşma ve okuma gibi tedrici olarak meydana gelen her şeyin baş tarafı için söylenmiştir.

"Ta"si fâtih sıfatından nakl içindir, dişilik için değildir. "Ta"sı ile fetih manasına masdar olması da mümkündür. Bundan dolayı yapılan işin başına "fatiha" de­mek birinci yoruma göre mecaz-ı aklîdir. Burada mecâz-ı lugavî kabîlindendir. Fâtiha'nın karşıtı "hâtime"dir. Bu nedenle Kur'ân'ın ilk sûresi "fâtihatü'l-kitâb" olarak isimlendirilmiştir. Buna "el-fâtîha" da denilir.

 

Fe’azzeznâ:

 

Takviye ettik. "’azezehu" Onu takviye etti, kuvvetlendirdi manası­nadır.

 

Fecr:

 

Fecr gece karanlığının çatladığı sabahın ilk beyazlığına denir. Türkçe'de "şafak atması", "tan sökmesi" tabir olunur. Birin­cisine fecr-i kâzib, sonrakine fecr-i sâdık denir. Fecir, cihanın zul­metten nura geçmek üzere gülümsediği, en neşeli, en mesut, bir zaman dilimidir. Fecre yemin edilmesi bundandır.

 

Feddera’tum:

 

Çekiştiniz ve ihtilâfa düştünüz demektir. Bu kelimenin aslı “Tedâra’tum” dur. Tâ, dala idgam edildi. Sakin harfle konuşmaya başlanılamadığı için başına bir hemze-i vasıl getirildi ve “İddara’tum” oldu..”Deree”nin mânâsı savmak ve def etmek demektir. Her iki grup da suçu birbirlerinin üzerine attığı için bu kelime kullanılmıştır. Hadiste “Şüpheli hallerde had cezalarını def ediniz”[16]. yani düşürünüz şeklinde kullanılmıştır.

 

Feetemmehunne:

 

Tam ve mükemmel bir şekilde onları yaptı.

 

Feezellehumâ:

 

"Onların ayağını kaydırdı" İzlâl, ayak sürçmesi mânâsına ge­len zelel kelimesinden türemiştir. Birisinin ayağı kaydığında "Zellet qademehu" de­nilir. Daha sonra bu kelime, mecaz olarak, hata etmek mânâsında kul­lanıldı. Kişi, hata ettiği ve yapmaması gereken bir şeyi yaptığında "Zelle’r-raculu" denilir. Bu hatanın işlenmesine başkası sebep olursa "ezellehu ğayrehu" denilir.[17]

 

Fehhâr:

 

Fehhâr, kuru toprak demektir. İyice pişkin saksıya, "fağfur" gibi, çın çın ses verecek kadar kurumuş, hayattan uzak kuru toprağa denir. Aynı şekilde insanın ilk kaynağı olan yer/top­rak anlamına da kullanılmaktadır.

 

Fekihîn:

 

Fekihîn, hoşlanarak ve zevk alarak. 

 

Felâh-İflâh:

 

Felah, başarmak ve kazanmak demektir. Ebu Ubeyde: "Bir miktar hayır elde eden herkese müflih denilir"[18] der. Beyzavi de bu keli­meyi şöyle açıklar: "Müflih, zafer yolları kendisine açılmışçasına, iste­diğini elde eden kimse demektir."[19] Felah, lügatte: "Yarmak ve kesmek mânâlarına gelir. Arapların "Demir demirle yarılır", sözünde felah kelimesi bu manada kullanılmıştır. Yeri, sabanla yardığı için, çiftçiye de "fellah" denilmiştir. 

Felah, murada, felaha ve mutluluğa erişmektir. Hayırda beka diye de tanımlanmıştır. İflah ise, felaha kavuşmak anlamında kullanılır. Felaha girmek, felah bulmak anlamında da kullanılır. Kur'ân'da genellikle bu anlamlarda kullanılmıştır. [20]

Arap dilinde, zafere, kurtuluşa ulaşmak, nimet ve hayır içerisinde devamlı olmak, yarmak, kesmek gibi manalara gelir.[21] Çiftçi de toprağı yardığından dolayı kendisine "fellâh" denmektedir.[22]

Câhiliye döneminde bu kelime, Kur'ânî manaya uygun olarak kullanılmıştır. O dönem şairlerinden Lebîd şöyle demiştir:

 "Eğer akıllı ve düşünen varlıklardan isen, aklını başına al. Çünkü akıllı olanlar felaha (kurtuluşa) ererler."[23]

Görüldüğü gibi "felah", dünyada zafere, başarıya ulaş­mak anlamlarında kullanılırken, Kur'ân dilinde ahiret mutlu­luğu ağır basar. Ancak Kur'ân'ın bazı âyetlerinde dünyadaki başarı da bu kelime ile ifade edilmektedir,[24]

Kur'ân dilinde "felah", bir anlamda ilâhî yükümlülüğü yerine getirmenin sonucu, kişinin elde edeceği bir saadettir. Bu mutluluğa ulaşmayı ifade için Kur'ân, "yerden bitki gibi büyümek" anlamındaki kökten gelen "felah" terimini kullanmıştır[25]. Bitkinin, büyümek ve insanlara gıda olmak için toprağı delerek dışarı çıkması olayı belki de bize, insanın felaha (kurtuluşa) ulaşması için güzel eylemler sergilemek zorunda olduğunu göstermektedir.[26]

 

Felak:

 

Felâk, sabah demektir. Araplar, son derece açık olan bir konu için "Huve ubeyyene min feleqi’s-subh" derler. "Filq" Musibet ve hayret verici şey demektir. Bunun aslı, yarmak olup "bir şeyi yardım" mânâsına gelen "Felaqtu’ş-şey’e" sözünden alınmıştır. Yarılan her şey, ister hayvan, tane veya tohum olsun, felâktır. "Fâliqu’l-isbâh: Sabahı  yaran"[27] âyetinde de bu mânâda kullanılmıştır. Zürrumme şöyle der:

Nihayet, sabah aydınlığı onun yüzünden etrafa yayıldığında...

Felak "şafak" vez­ninde, anlam sahası geniş olan bir kelimedir. En esaslı anlamı yar­mak demektir. "Fıtrat" kelimesine benzer. Yarmak, birdenbire çatla­tıp ayırmak veya pörtletmek de­mek olan "falk" masdarından, "maflûk" manasına sıfatı müşebbehe olduğundan, infilak ettiril­miş, çatlatılıp, yarılarak belirtil­miş demektir.

İlk bakışta yarık, çatlak ma­nasına "falk" kullanılır. Çoğuluna da "şukûk" gibi "fulûk" denilir. Mesela, ayağında yarık, çatlak var denecek yerde "fî riclihi falk ey şakk ve'l fulûk ey şukûk" denili­yor. Bu fark "ferc" kelimesi ile "ferec" kelimesi arasındaki farka benzer.

Yani "falk" ile "felak" sade çatlağın, çatlayışın kendisinden ibaret değil, daha çok o çatlaktan neşet edip ortaya çıkacak netice­nin sıfatı demek olur.

Örneğin bir çekirdeği çatlat­mak falk, çatlaması bir infilak, bir infitar, o çatlayış bir fıtrat, onda iki taraflı oluşan parça bir çatlak, bir falk, bir şakk'tır. O şakk'ın bir tarafı bir fılk'tır. O iki çatlağın ara­sından netice olarak patlayıp çı­kan tomurcuk, yaprak, su, ışık, parıltı, açıklık veya herhangi bir mahluk "felak"tır. "Rabbi'l-felak" ifadesinden ortaya çıkan da bu­dur. O felakın fâlıkı, yarıp yaratı­cısı, ölüden diri, diriden ölü çıka­rıcı, zulmeti yarıp sabahı açıcı... demektir.

 

Felâ teqhar:

 

Onu zelil ve küçük düşürme.

 

Felâ tenhar:

 

Azarlama, ona sert ve kaba kofiüşrha"

 

Felyekunu min verâikum:[28]

 

... Namaz kılmayanlar arkanızda sizi korusunlar, gözet­lesinler. [29]

Zemahşeri ayetin tefsirine, mezheb imamlarının "korku namazı" ile ilgili görüşlerini iktibas ederek devam ediyor.

... Yani düşman mevzilerine doğru yönelip dursun­lar/beklesinler. [30]

... Diğer taife ise namaz kılmayan düşmanın karşısına geçip, seninle beraber namazda duranlara koruyuculuk yapsınlar. [31]

Lafzen "onlar secdeye vardıklarında diğerleri (yani öte­ki grup) sizin arkanızda dursunlar." Bu deyimsel ifade, lafzi anlamıyla yorumlanmamalıdır. Klasik Arapça kullanı­mında "kâne min veraike" (Lafzen, "o sizin arkanızda idi") deyimi "o sizi korudu" yahut (askeri deyimle) "o size siper oldu" anlamlarına gelir, yoksa iki kişinin veya grubun kar­şılıklı maddi konumlarını tanımlamaz. [32]

Bütün tefsir ve fıkıh kitaplarında, bu ayet çerçevesinde korku namazı açıklanırken "arkada bekleyenlerin" namaz kılanları korumakla yükümlü oldukları, böyle bir gayeye binaen bekleyecekleri belirtilir. Bu konuda herhangi bir ih­tilaf söz konusu değildir. Ancak mütercimlerin önemli bir bölümü söz konusu deyimsel ifadeyi lafzi anlamıyla tercü­me etmişler ki bizce bu doğru değildir.

Elmalı: ... diğer kısım arkanızda beklesinler ...

Çantay: ... arkanızda bulunup düşmana karşı dursunlar ...

D.İ.B., Atay: ... arkanıza geçsinler ...

Bilmen: ... arka tarafınızda bulunsunlar ...

Yavuz: ... düşmanın karşısına gitsinler ...

Davudoğlu: ... ötekiler arkanızda beklesinler ...

Ateş.....arkanıza geçsinler ...

Bulaç ... arkalarınızda olsunlar ...

T.D.V.: ... (diğerleri) arkanızda olsunlar ...

Y. Öztürk: ... diğerleri arkalarında beklesinler ....

A. Öztürk: ... namazlarım bitirdikleri zaman (düşmanın karşısına dikilsinler).

Koçyiğit: ... arkanıza geçip (düşmana karşı orada) bulun­sunlar.

Hizmetli: ... arkanıza geçsinler ...

Varol: ... arkanıza geçsinler ...

Piriş: ... sizin arkanıza geçsinler ...

Görüldüğü gibi mütercimlerin kahir ekseriyeti ayetin konumuzla ilgili bölümünü, "arkanızda beklesinler", "arka tarafınızda bulunsunlar", "arkanıza geçsinler", "arkanızda olsunlar" vs. şeklinde tercüme etmişlerdir. Ancak "Bunu niye yapsınlar?" diye bir soru sorulacağı zaman, şüphesiz yanıtını bulamayacaktır, çünkü tercümelerde bununla ilgi­li en ufak bir bilgi bile söz konusu değildir.

Mütercimlerin bunun sebebini bilmemeleri ihtimal dahilinde değil, lakin önemli olan onlann bilmesinden ziyade muhatab olarak düşündükleri insanlara da bunu bildirme­leridir.

Kanaatimizce mütercimleri bu konuda açıklayıcı bilgiler vermekten alıkoyan iki sebep vardır:

1. Ma'lumu i'lam et­meyi gerekli görmemeleri.

2. Katı bir literalci tutum. Ama eğer bu her iki tutumdan herhangi birisi veya ikisi Kur'an'ın anlaşılmasını engelliyor ya da zorlaştırıyorsa ma­zeret olarak geçerliliklerini yitirirler.

İşte bu tür endişelerden dolayıdır ki Çantay, Yavuz, Koçyiğit ve A. Öztürk gibi zatlar metni ya parantez aralayarak açıklamışlar ya da mecazi anlamını dikkate alarak ter­cüme etmişler. Adlarını zikrettiğimiz dört şahsa ait tercü­meleri okuyanlar, "namazda olmayanların "namazda du­ranların arkasına niçin gitmek durumunda olduklarını an­layacaklardır.

- Size koruyuculuk yapsınlar. (Esed)

- Arkanızda düşmana karşı siper alsınlar.

- Düşmanın karşısına dikilsinler. (A. Öztürk) vs.

Örnek:

..Onlara namaz kıldırdığında içlerinden bir kısmı se­ninle namaza dursun, silahlarını da yanına alsın, bunlar secdeye kapandıklarında diğerleri size koruyuculuk yapsın.[33]

 

Femâ fevqaha:

 

"Ondan daha küçük"

 

Fenebezûhu verâe zuhurihim:[34]

 

Nebz: azarlayarak, eleştirerek atmak ve inkar etmektir. Abdullah "nakzetmektir" diye okumuş. "Nebezûhu verâe zuhurihim", onu (kitabı) terketmeleri ve ondan yüz çevir­meleri için (kullanılmış) bir meseldir. (Keza) ona ihtiyaç duymamak ve onunla az ilgilenmek anlamıyla da "mesel" dir. Şa'bi: O (kitap) önlerindeydi, onu okuyorlardı, lakin onunla amel etmeyi önemsemediler, demiştir. [35]

... Misak'ı ve bağlayıcılığını önemsemediler. Yani (anlaş­mayı) gözetmediler ve ona iltifat etmediler. "Sırtın arkasına atmak"; atmak/reddetmek ve saygıyı elden bırakmayı ifade eden bir "mesel" dir.[36]... Onu unuttunuz ve umursanmayan, sırt çevrilen şey­lermiş gibi gördünüz/değerlendirdiniz/saydınız. [37]

... Yani ona sırt çevirdiler; misak'ı terk ettiler ve onunla amel etmediler. [38]

... Allah'ın emrini sırtlarınızın arkasına, ardınıza terk et­tiniz. Kavmimin durumunu yüceltiyorsunuz (ama) Allah'ı yüceltmeyi bırakıyor ve ondan korkmuyorsunuz. Bu Ferra'nın görüşüdür. Zeccac(a göre) anlamı (şöyledir): Allah'ın emrine sırt çevirdiniz; yani onu sırtlarınızın arkasına at­tınız, Arap, bir şeyi önemsemeyen herhangi biri için; falan­ca bu işi sırtının arkasına attı/sırt çevirdi, derdi. Ahfeş ise: "Veraeküm zıhriyya" (Allah) "ona iltifat etmediniz" diyor, anlamındadır, dedi. [39]

Nebeze : Kendisine atfedilen cüz'i bir değerden dolayı bir şeyi bırakıp atmak/terketmektir. [40]

(Fenebezühu verâe zuhurihim) Bu onları azarlamaktır. Yani onunla amel etmediler ve ayetlerini düşünmediler.[41]

Hem klasik Arapça'da hem de günümüzdeki belli bazı bedevi kabilelerin dilinde "ittehezehu (ya da ce'alehu) zıhriyyen" tabiri "onu küçümsedi", "onu unuttu/gözden çıkar­dı" ya da "onu unutulacak/gözden çıkarılacak bir şey ola­rak gördü" anlamına gelmektedir ki, bu sonuncusu, yukarı­daki anlam örgüsü içinde en uygunu olarak gözüküyor. [42]

"Verâe zuhurihim" ifadesi bir darb-ı mesel olup bir şey­den tamamen yüz çevirmek, ona hiç bakmamak için kulla­nılır. Araplar, bir kimsenin bir şeyden tamamen yüz çevir­diğini ifade etmek için "Ceale haze'l-emre verâe zehrihi/onu arkaya attı" derler. Çünkü arkaya atılan şeye artık ba­kılmaz. Bu ifade, yahudilerin Tevrat'tan tamamen yüz çe­virmelerinden kinayedir. [43]

"Vetteheztumuhu veraeküm zıhriyye/Onu arkaya attı­lar." Burada istiare-i temsiliyye vardır. Allah'ın emri arkaya atılan ve kendisine değer verilmeyen bir şeye benzetilmiş­tir. [44]

Alimlerin buraya aldığımız görüşlerinden de anlaşılaca­ğı gibi, mercek altına aldığımız bu ifade Araplarca tarihten günümüze kadar kullanılan bir deyimdir ve deyimi oluştu­ran kelimeler ancak mecazi anlamlarıyla değerlendirildikle­rinde maksud fark edilebilir.

Klasik ve modern müfessirlerin bu mecazi ifadeyle ilgili yorumları şu noktalarda yoğunlaşmaktadır:

a) Önemsememek

b) İltifat etmemek

c) Küçümsemek

d) Sırt çevirmek

e) Kulak ardı etmek vb.

Ancak, Türkçe meallere bu gerçeklerin yansıdığını söy­lemek o kadar kolay değildir. Âl-i îmran: 3/187 üzerinde du­rulacaktır.

Elmalı: ... Derken onlar onu omuzlarının arkasına attılar.

Çantay: ... onlar ise o sözü sırtlarının arkasına attılar. (Merhum Çantay, Bakara: 2/101 ve Hud: 11/92'nin tercümesinde parantez açmışken burada nedense böyle bir şeye gerek duymamış.)

D.İ.B.:... onu arkalarına atıp... (D.İ.B.'in Hud: 11/92'deki ter­cümesi doğrudur.)

Bilmen: ... onlar ise onu omuzlarının arkasına atıverdiler.

Yavuz: ... onlar ise o söz ve teminatı sırtlarının arkasına attılar. (Yavuz, Bakara: 2/101'in tercümesinde ifadeyi "yüz çe­virmek" deyimini de kullanarak zenginleştirmiştir ki olma­sı gereken budur.)

Davudoğlu: Onlarsa onu omuzlarının arkasına attılar.

(Davudoğlu, Bakara: 2/101'de, ayeti, parantez açarak biraz da­ha anlaşılır kılmıştır.)

Ateş: ...Fakat onlar verdikleri sözü sırtlarının ardına attı­lar ...

Bulaç:... Fakat onlar, bunu arkalarına attılar ... (Bulaç'ın  Hud: 11/92'deki tercümesi daha aydınlatıcıdır.)

T.D.V : ... onlar ise bunu kulak ardı ettiler ...

Y. Öztürk: ... Ama onlar kitap'ı sırtlarının gerisine attılar. (Y. Öztürk'ün Hud: 11/92’deki tercümesi doğruya daha yakın­dır.)

Atay: Ama, onlar o kitabı arkalarına attılar. (Atay'ın Hud: 11/92'deki tercümesi doğrudur. "Sırt çevirmek")

A. Öztürk:... Fakat onlar bunu sırtlarının arkasına attılar.

Koçyiğit ve Piriş: ... onlar onu arkalarına atıp umursamamışlar ...

Hizmetli: ... Fakat onlar sözlerinden döndüler (Hizmetli'nin Bakara: 2/101 ve Hud: 11/92'deki tercümeleri de doğrudur.)

Varol: ... onlar bu sözü arkalarına attılar ... (Varol'un Hud: 11/92 tercümesi doğrudur.)

Görüldüğü gibi mütercimlerimizin çoğu söz konusu ifa­deyi "sırtlarının arkasına attılar" şeklinde tercüme etmişler. Bizce, ifadenin deyimsel niteliğini birebir yansıtacak Türk­çe karşılıklar varken böyle bir tercümeye başvurmak doğru değildir. Türkçe'de ibarenin bağlamı da dikkate alınarak değerlendirildiğinde, böyle bir ifadenin olmadığı, olsa bile en azından böyle bir ortamda yeterince anlamlı olmayacağı rahatlıkla anlaşılacaktır.

Biz birisini vefa göstermediği sözü münasebetiyle hesa­ba çekerken ona; "Sen niye sözünü sırtının arkasına attın?" veya anlaşmaya sadık kalmayan birisine "Sen niye bunu sır­tının arkasına attın?" demeyiz. Bunun yerine; "Sen niye sö­zünde durmadın?" ya da "Neden anlaşmayı kulak ardı et­tin, sırt çevirdin, önemsemedin?" vs. deriz.

Bu açılardan bakıldığında T.D.V. ve Hizmetli'nin tercü­melerinin doğru ve anlaşılır olduğunu kabul etmek gereki­yor. Koçyiğit ve Piriş'in tercümelerindeki "umursamamışlar" şeklindeki yorum da ibarenin doğru anlamına ulaşma­ya katkı sağlamaktadır.

Netice olarak, mezkur ibarenin aşağıdaki şekillerde çev­rilebileceğine inanıyoruz:

- Sırt çevirdiler.

- Kulak ardı ettiler.

- Ona sadık kalmadılar.

- Onu önemsemediler.

- Kulak asmadılar, vb.

Örnek:

Al-i îmran: 3/187:

Vaktiyle Allah kendilerine kitap verilenler(in alimle­rin) den şu şekilde söz aldı; Celalim hakkı için onu insanla­ra anlatacak/açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz. Derken onlar ona sırt çevirdiler ...[45]

 

Fenfecerat:

 

Açıldı. İnficar, açılmak manasınadır. Aydınlığı açılıp etrafa yayıldığı için sabaha fecr denmiştir. "İnfecera" ve "İnbecese" aynı mânâyadır. Bir baş­ka âyette,  Yüce Allah: "Derhal ondan oniki pınar fışkırdı"[46] buyurmuştur.

 

Ferağ:

 

Ferağ[47], sözlükte bo­şalmak demektir, öyle ki, ferağ, önce bir meşguliyet, sonra bir iş­ten bir şey için boşalmak da meşguliyeti gerektirir. Halbuki Allahu Teâlâ'yı hiçbir iş diğerinden alıkoyamaz. Kur'ân'daki Allah ile ilgili kullanımlarında ahiret işlerinden hesap ve cezayı ifade için bir tür istiare ve kinaye ya­pılmıştır. [48]                          

 

Ferah:

 

Ferah, üç şekilde tefsir edilir:

1. Şımarıp azmak, azgınlık etmek

"Ferahlanma (şımarıp azma)! Doğrusu Allah ferahlananları (şımarıp azanları) sevmez." [49]

"Şüphesiz o, ferahlanır (şımarıp azar)." [50]

Bu şundandır:

"Yeryüzünde haksız yere ferahlanıyor­dunuz (büyüklük taslıyordunuz, şımarıp azıyor­dunuz)." [51]

2. Rızâ (razı olma/hoşnutluk/memnu­niyet)

"Onlar ise dünya hayat ile ferahlandılar (şimdi­ki/yakın hayata razı oldular). Halbuki dünya hayat, âhirete nisbetle bir geçimlikten başka birşey değildir." [52]

"Her hizb sahib olduğu ile ferahlık duymaktadır (ona razıdır)." [53]

"İlmden yanlarında bulunan ile ferahlandılar (yanlarındaki ilme razı oldular)." [54]

3. Bizatihi ferah/sevinmek

"Hatta gemilerde bulunduğunuz ve onlar içindekileri alıp elverişli bir rüzgâr ile seyrettikleri, kendileri de bununla ferahlandıkları (sevindikleri) sırada..." [55]

 

Ferâş:

 

Ferâş[56], "ferâşe"nin ço­ğuludur. Geceleri ışık ve ateş etra­fında çırpınıp dönerek uçan, ken­disini ışık veya alev içine atan, pervane diye bilinen küçük kele­beklere denir. Ateşe/aleve/ışığa çarptıktan sonra kanatlarını yayıp döşendiği için "feraşe" diye isim­lendirilmiştir. [57]

 

Ferc/Furûc:

 

Ferc[58], iki şey arasında­ki açıklık demektir. "Ferc"in ço­ğulu "fürûc"tur. Ferc, gerek er­kek, gerek kadın, kişinin iki baca­ğı arasındaki açıklığa da denilir. Dilimizde "apış arası" denilir. Bu deyiş avret yerinden kinayedir.

Kur'ân da bu kelimeyi genellikle bu anlamda kullanmış, bu nedenle erkeğe de dişiye de tamlanan kılınmıştır. Zamanla kadı­nın önünden kinaye olarak kulla­nımı yaygınlaşmıştır. "Ahsenet ferâcehâ" bu anlamdadır.

"Fercleri koruma" emri ha­ramdan büyük bir sakınma ile if­feti korumaya kinayedir. Bu sa­kınmayı ifade ederken avret yeri­nin örtülmesi emrini de içerir. Ay­nı zamanda furûc kinayesi, avret yerinin sınırlarını da belirler. Yani avret yeri cinsel organdan ibaret değildir. Apış arası denilen açıklık boyunca uzanır. [59]

 

Ferîk:

 

Ferîk, cemaat demektir. Raht ve kavm kelimeleri gibi, tekili olmayan topluluk ismidir.

 

Ferş:

 

Ferş[60], döşek demektir. Kur'ân'daki kullanımlarında kast edilen, döşek gibi yere döşenen yatırılıp kesilen veya yünlerin­den, kıllarından döşekler, yaygı­lar, sergiler, postekiler yapılan ve­ya yeryüzüne serilip yayılan demektir.[61]

 

Fesâd:

 

Fesâd, altı manada tefsir edilir:

1. Ma'siyet (isyan /itaatsizlik)

"Onlara, "Yeryüzünde fesâd çıkarmayın" (onda ma'siyet işlemeyin) denildiği zaman..." [62]

"Islahının ardından yeryüzünde fesâd çıkarmayın (onda ma'siyet işlemeyin)." [63]

2. Helak

"Siz yeryüzünde iki defa fesâd çıkaracaksınız." [64]

"Eğer o ikisinde Allah'ın dışında ilahlar olsaydı, ikisi de fesada uğrardı (helak olurdu)." [65]

"Eğer hak, hevalarına tâbi olsaydı gökler, yer ve ikisi arasındakiler fesada uğrardı (helak olurdu)." [66]

3. Yağmur ve bitki/ekin kıtlığı

"Berr'de (bedevilerin yaşadığı çöllerde) ve bahr'da (bayındır yerlerde, köy, kasaba ve şehirlerde) fesâd (yağmur ve bitki/ekin kıtlığı) başgösterdi." [67]

4. Öldürmek

"Mûsâ ve o'nun kavmini yeryüzünde fesâd çıkarsınlar (Mısır ahalisinin çocuklarını öldürsünler) diye (.....) mi bırakacaksın?" [68]

"(Fir'avn dedi ki): "Ben o'nun dîninizi değiştirmesinden veya arzda fesâd çıkarmasından (sizin Benî-İsrâil’in oğullarını öldürmenize karşılık, o'nun da sizin oğullarınızı öldürmesinden) korkuyorum." [69]

"Gerçekten Ye'cûc ve Me'cûc arzda fesâd çıkarıyorlar (insanları öldürüyorlar)," [70]

5. Bizatihi fesâd [71] (yıkmak /tahrib etmek)

"Onda fesâd çıkarmaya: harsı ve nesli helak etmeye çalışır. Oysa Allah, fesadı (âyette sözü edilen iş­leri: ekinin ve neslin helak edilmesini) sevmez." [72]

"Şüphesiz krallar bir karyeye girdiklerinde, onu ifsâd (harâb) ederler." [73]

6. Sihir/büyü, sihirbaz/büyücü

"Elbette Allah müfsidlerin (sihirbazların) ameli­ni ıslah etmez." [74]

 

Fesevvâhunne:

 

Onları muhkem ve sağlam bir şekilde yarattı. Bir başka görüşe göre bunun manası: "Onları çeşitli hallere soktu." demektir.

 

Feseyekfikehum:

 

Korumak mânâsına gelen kifayet kökünden olup, "onlara karşı Allah sana yeter, onlara karşı seni korur" demektir.

 

Festebiqu:

 

"Koşun, acele edin" demektir.

 

Fetennâ:

 

İmtihan ettik, denedik.

 

Fetih:

 

Fetih, açmak, bir kapa­lılığı gidermek demektir. Daha çok bir memleketi savaşarak veya savaşmadan teslim almaya, yenmeye ve zafer bulmaya denir. Za­fer bulmadıkça kapalıdır. Fetih gerçekleşmemiş olur.

Kur'ân’da 38 âyette zikredilen bu kelime lügatta birkaç mana ifade eder.

1- Kapamanın zıddı olan açmak.

2- Yeryüzünü sulayan, nehir, göze ve akarsular veya su kanalları. Kanaatimizce burada önleri açık olan sular "feth" ile ifade edilmektedir.

3- Dâru'l-harb'in müslümanlara açılması.[75]

4- "el-Fetâhetu"; hükm ve hükmetmek anlamında.

Belki de hükümetlerin sulta ve hakimiyetleri her yere sirayet edip mani tanımadığı için bu kelime kullanılmıştır. Nitekim bu manaya uygun olarak el-'Aşaru'l-Cûfî şöyle demiştir:

"Dikkat et! Kim Amr'a elçi olarak tebligatta bulunursa, benim sizin hükmünüze ihtiyacım olmadığını bildirsin."[76]

Kadıya (yargıca) da hakkı açıp ortaya çıkardığından dolayı "fettâh" denilmiştir. Aynı zamanda "fettâh", türlü türlü şekiller açmak ve hükmetme anlamıyla Allah'ın güzel isimlerindendir.[77]

Kur'ân'da geçtiği âyetler incelendiğinde bu kavramın anlamı üç grupta incelenebilir:

1- Kapamanın zıddı olarak[78],

2- Hüküm anlamında[79],

3- Beldelerin fethi, İslâm'ın yayılması, savaş meydan­larında müslümanların galip gelmesi[80].

Tüm bu manaları serd ettikten sonra diyebiliriz ki "feth" kelimesinin, Kur'ân'da ıstılah olması, İslâmî dönemden sonradır. Zira câhiliye döneminde, bu kelimenin dini bir manada kullanıldığına rastlayamadık.[81]

Feth, dört şekilde tefsir edilir:

1. Kadâ' (yargı/hükm)

"Hakikat şu ki, Biz sana feth ettik: apaçık bir feth (senin lehine hükmettik: apaçık bir hükm)." [82]

"Sonra, aramızı fethedecek (aramızda hükm ve­recek), hak ile; ve O, her şeyi bilen bir fettahtır." [83]

"Rabbimiz! Bizimle kavmimizin arasını hak ile iftah et! Sen fâtihlerin (hüküm verenlerin) en hayırlısısın." [84]

"Derler ki: "(Söyleyin bakalım) bu feth (yani, hükm) ne zaman; eğer doğru söyleyenler iseniz." De ki: "Feth (hükm) Günü'nde kâfirlere îmânları fayda vermez." [85]

2. Göndermek

"Allah insanlara rahmetinden feth edecek (rızkın­dan gönderecek) olursa, onu tutacak olmaz." [86]

"Nihayet Ye'cûc ve Me'cûc feth edildiğinde (gön­derildiğinde)..." [87]

"Nihayet üzerlerine şiddetli bir azâb kapısı feth ettiği­mizde (gönderdiğimizde)..." [88]

3. Bizatihi feth (açmak, açılmak)

"Nihayet oraya gelip kapıları feth edildiğinde (açıldığında)…" [89]

4. Nasr (yardım, zafer)

"Ola ki Allah o fethi (Muhammed'e ve o'nun âline selâm, olsun) nasrı (yardımı-zaferi)), yahut indinden bir emr ihsan eder." [90]

"Allah'tan bir nasr ve yakın bir feth (çabuk bir yardım ve zafer)..." [91]

 

Fetil:

 

Fetil, hurma çekirde­ğinin şakkındaki (ortasındaki) in­ce iplik gibi çizgi demektir. Azlık ve önemsizliğe örnek olarak kul­lanılır. Türkçe'deki karşılığı "kıl kadar" tabiridir.

 

Feümettiuhu:

"Onu faydalandırırım." Temtî' mastarından geniş zamandır. İnsana faydalanabileceği bir şeyi vermek demektir. "De ki: Faydalanınız. Dönüp varacağınız yer cehennemdir.".[92]

 

Fevâk:

 

Fevâk, dinlenme manasınadır. Cevherî şöyle der: "Fevâk" ve "Fuvâk" "iki sağım arasındaki zaman" demektir. Çünkü hayvan sağılır, sonra yavrunun emeceği kadar bir süre bırakılır ki, memesine çok süt gelsin de sonra tekrar sağılsın. Yüce Allah'ın, "Mâ lehâ min fevâk" âyetinin mânâsı şudur: "Onlar için bekleme, dinlenme ve rahat yoktur"[93]

 

Fevc:

 

Fevc, gurup, cemaat, toplu­luk demektir. Râgıb, "fevc", sürat­le geçen cemaattir mutlak cemaat, topluluk anlamına da gelir demiş­tir. Bu itibarla, fevc, Türçe'de alay tabirimize benzer. Fevc kelimesi­nin mutlak anlamda cemaat, top­luluk anlamında olmasına rağ­men Nasr Sûresi'nde, "efvâcen" şeklinde çoğul olarak kullanılma­sı, bu cemaatin, peyderpey, alay alay gelen bir geçit resmini çağrıştırmasındandır.

 

Fevâhîş:

 

Fevâhış, "fahişetun" kelimesinin çoğuludur. Fahişe; zina, öldürme, şirk ve diğer son derece çirkin şeylerdir.

Fevâhiş, çirkinliği açık ve aşırı olan günahlar demektir. Fuhşiyyat olarak bilinir.

Fevâhiş, dört manada tefsir edilir:

1. Şirkte/şirk içinde masiyet (isyan/ita­atsizlik)

"Bir fahişe (câhiliye ehli, şirkte kendi kendilerine haram kıldıkları herhangi bir hususta bir ma'siyeti işleseler, "Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Al­lah da bize bunu emretti" derler. De ki: "Allah kesin­likle fahşâyı (ma'siyeti -bu da, hars ve en'âm'ı keyiflerine göre haram kılmalarıdır-) emretmez." [94]

2. Masiyet (zina)

"Kadınlarınızdan o fahişeyi (o ma'siyeti, zinayı) işleyenlere..." [95]

"De ki: "Rabbim ancak açığı ve gizlisiyle fevâhişi (zinayı) haram kılmıştır." [96]

"Ey Nebi'nin kadınları! Sizden kim açık bir fahişe (zina) işlerse..." [97]

3. Erkeklere dübürlerinden yaklaşmak/homoseksüellik

"(Lut şöyle demişti): "Siz cidden o fahişeyi (ma'siyeti, erkeklere dübürlerinden yaklaşmayı) işliyorsunuz ha!" [98]

4. İsyan, kadının nüşuzu/serkeş­liği

"Onlar açık bir fahişe işlemedikçe (serkeşlik-itaatsizlik-isyankarlık etmedikçe), kendilerine verdiğimizin bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayın!" [99]

"Açık bir fahişe işlemedikçe (serkeşlik-itaatsizlik-isyankarlık etmedikçe) onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar!" [100]

 

Feveran:

 

Feveran[101], kuvvet, şid­det, kaynamak, fışkırmak de­mektir. Hud: 11/40'taki "tennûrun fevarânın"dan, tandırın kaynama­sından kasıt, suların kaynayan bir tandırdan kaynak gibi fışkır­masıdır. Bu konuda müfessirlerin, farklı birçok görüşleri vardır. [102]

 

Fevq:

 

Fevq, dokuz şekilde tefsir edilir:

1. Daha büyük

"Doğrusu Allah bir sivrisineği, hatta onun fevqıni (ondan daha büyük olan bir şeyi)[103] mesel darbet­mekten çekinmez." [104]

2. Efdal/daha üstün

"Allah'ın eli, onların elinin fevqındedir (Allah'ın onlara yaptıkları, Hudeybiye Günü onların yaptıkları biat işinden daha üstündür)." [105]

3. Menzil ve Allah'a yakınlık itiba­riyle üstünlük

"Halbuki o ittiqa edenler, Kıyamet Günü (Al­lah'a yakınlık ve O'nun indindeki menzilleri itibariy­le) onların fevqındedir (kâfirlerin üstündedir)." [106]

4. Daha çok/daha fazla

"Eğer kadınlar ikiden fevqa (çok/fazla) iseler..." [107]

5. 'Ala (üzerinde /üstünde)

"Bazınızı (zenginleri) derecelerle bazınızın (fakirlerin) fevqme ref etti (dünyadaki rızk hususunda zenginleri fakirlerin üstüne/üzerine yükselt­ti /çıkardı)." [108]

"Bazınızı derecelerle bazınızın fevqine ref ettik (dünyadaki üstünlükler hususunda kiminizi kimini­zin üzerine çıkardık/yükselttik)." [109]

6. Zafer

"Sana tâbi olanları, o küfredenlerin fevqınde (dünyada zafer hususunda üstünde/üzerinde) kılaca­ğım; Kıyamet Günü'ne kadar." [110]

7. Başlarının üstüne/üzerine

O tûr'u (o dağı) da fevqinize (başlarınızın fevqıne, üstüne/üzerine) ref etmiştik. [111]

"Hani bir vakit o dağı onların fevqine bir gölgelik gibi çek­miştik "[112]

"Onlar için, fevqlerinden (başlarının fevgınden, üstünden/üzerinden) ateşten zuleller ... vardır." [113]

"Onun fevqınden (arzın üzerine) onda ağır baskı­lar yaptı." [114]

"Arzın fevqınden (yerin üstünden/üzerinden) cüsselenmiş..." [115]

"Ben kendimi gördüm ki, başımın fevqınde (ba­şımın üstünde/üzerinde) ekmek taşıyorum..." [116]

8. Ahzâb Günü doğu tarafından, vadinin yukarı kısmından gelenler

"Hani onlar (Ahzâb ordusunu teşkil edenler) size hem fevqınizden (sabah aydınlığının geldiği do­ğu tarafındaki vadinin üst kısmından) ... gelmişlerdi." [117]

9. Sultan (saltanat/kudret) ve kahr/kahredicilik

"O, kullarının fevqınde qâhirdir (O'nun sultânı/saltanatı, egemenliği ve emri, kullarının saltanatı­nın üstündedir)."[118]

"(Fir'avn dedi ki): "(Benî-İsrail'in) oğullarım öldürür, kadınlarını sağ bırakırız. Şüphesiz biz onların fevqınde qâhiriz (yani, benim sultânım/güç ve kuvvetini ve emrim, onların sultânının/güç ve kuvvetinin üs­tündedir; işte bu sultân ve mülk ile onları kahredece­ğim)." [119]

 

Fey’:

 

"Fâe" fiilinin masdarı olan bu kelimenin, kendisi değil de türevleri Kur'ân'da 7 âyette geçmektedir. İbn Manzûr'a göre "fey"' Kur'ân'da üç mana ifade eder ve üçünün anlamı da rücu' (dönmek) dur. Meselâ; bu manalardan biri olan "el-fey'", yapmamaya yemin ettiği bir şeye dönmektir. Yine aynı kökten gelen "tefeyye'e" fiili de, gölgelendi, nazlandı anla­mına gelir ki, bu da gölgenin ve nazın geri dönüp gelmesinden dolayıdır.[120] Aşağıdaki beyit bu anlamda kullanılmıştır.

"O nazlı ve vakarlı olarak, sert, asık yüzlü bir erkeğin gölgesine girdi."[121]

Üçüncü mana olarak "el-fey", haraç ve ganimet anlamlarını içine almaktadır.[122] Buradaki incelik şudur: Esasında Allah'ın olan mülk, gayr-i müslimlerin eline geçmiş, daha sonra Allah, bu malı onlardan alıp müslümanlara döndürmüştür.

Kelimenin lügat anlamında hareketle diyebiliriz ki "el-fey'", müslüman olmayanların mallarından Allah tarafından müslümanlara dönen ganimet ve haraç demektir. "Fey"' ganimetten daha genel olup, savaşsız elde edilir. Ganimet ise savaş sonucu elde edilen mallara isim olmuştur.[123]

İslâm'dan önceki dönemde sadece baskınlar ve savaş­lar neticesinde elde edilen ganimetler biliniyordu. "Fey'" ise bu anlamıyla bilinmiyordu. Kur'ân kelimeye bu manayı kazandırmıştır."[124]

 

Fezea:

 

Fezea[125], korkunç bir şeyden, kişiye bulaşan tutukluluk ve ürkeklik demektir. Yani şiddet­li bir korku ile sarsılıp etrafına dehşetle bakmayı ifade eder. [126]

 

Fıkıh:

 

Fıkıh[127], bir şeyi, bir sö­zü, bütün illet ve hikmetleriyle, bütün inceliklerine vakıf olup, kavrayarak anlamaktır. Hatta o şeyi, uygulayacak şekilde anla­maktır. [128]

Fe-ka-ha kökünden bir mastar olan bu kelime, "bir şeyi gereği gibi, iyice anlayıp, kavramak, idrak etmek" manalarına gelmektedir.[129]

Câhiliye döneminde "fıkh" kavramı, yukarıda kendisi­ne yüklenilen anlama uygun olarak kullanılmıştır. Bunu Selâme b. Cendel'in şu beytinde görmekteyiz:

"Ben onu, soran kişi tarafından açıkça anlaşılacak bir tarzda izah ettim. Bilmem ki, benim bu sözümü taşlaşmış durumdaki sağırlar anlar mı?"[130] Görüldüğü gibi burada "fıkh" kökünden gelen, "tafakkaha" fiili, "anlamak" manasında kulla­nılmıştır.

Dönem itibariyle daha sonra gelen Râğıb, bu kelimeye oldukça zengin manalar yükleyerek onu "bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene, şahid ilmiyle gaib ilmine ulaşmak"[131] şeklinde tanımlamıştır. Burada şahit ilminden maksat, görünen öğrenilen insan ilmiyle, görünmeyen gaib ilmine ulaşmak ve öğrenmek olduğu anlaşılmaktadır.

Esasında "fıkh"ın ıstılah manasını anlamak için, İbn Manzûr'un bu kelimeye verdiği manayı kavramanın daha yararlı olacağı kanaatindeyiz. Zira o, bu kavramın aslının "yarmak ve açmak" demek olduğunu[132] söylemektedir. Bu yaklaşımın gayet yerinde olduğunu düşünüyoruz. Zira bir meselenin künhüne vakıf olmak ve onun mahiyetini tam anlamıyla kavramak için, onu adeta yararcasına irdelemek gerekir.

Bize göre bu kelimeye Elmalılı daha farklı bir anlam yüklemiştir. Ona göre "fıkh", bir şeyin, bir sözün, illeti ve hikmetiyle birlikte bilinmesi, uygulayacak derecede zevkine varılarak anlaşılmasıdır.[133] Onun bu tarifi içerisinde birkaç mana gizlenmiştir. Bunlar da, bir şeyin illeti ve hikmeti ile beraber bilinmesi, sonra tatbik edilebilecek ve uygulamaya koyulacak derecede anlaşılması, ayrıca bu anlamın zevkine varılarak yapılmasıdır.[134]

 

Fısk-Fasık:

 

Arap dilinde fısk kelimesinin asıl manası, bir şeyden çıkmak demektir. Allah'a itaatten çıktığı için münafığa fâsık denir. Ferra bu keli­meyi şöyle açıklar: Fâsık, çıkan manasına olup, Arapların "hurma kabu­ğundan çıktı" manasına gelen sözünden alınmıştır. Fâsığa Allah'a itatten çıktığı için fâsık denilir. Fareye de, zarar vermek maksadıyla, deliğinden çıktığı için küçültme ismi olarak füveysika denir.[135]

Fısk[136], sözlükte çıkmak manasınadır. Delikten çıkan fare­lere "fevâsık" denir. Şer'î litera­türde ise, büyük günah işlemek ve dinden çıkmak manasınadır. Küçük günahta ısrar da fısk anla­mındadır.

Fışkın üç mertebesi/aşaması vardır.

1- Günahı çirkin görmekle birlikte dalgınlıkla, bilinçsizce gü­nah işlemek.

2- Günahların günah olduğu­nu bilerek, bilinçli olarak günah işlemek.

3- Çirkinliğin çirkinlik, güna­hın günah olduğunu inkar ede­rek, yani haramı, günahı mubah sayarak, çirkinlikte bulunmak ve bulunmaya devam etmektir.

"Fusûk" da çıkmak (hurûc) demek olup, bazen dinden çık­mak anlamına gelse de, daha çok itaatten çıkmak anlamında kulla­nılmaktadır. [137]

Kur'ân'da insan portrelerini belirleyen ve geniş çapta semantik yönden anlam değişikliğine uğrayan önemli kavram­lardan biridir. Kur'ân'da yaklaşık 55 âyette zikredilir. Dilcilere göre bu kelimenin aslı "yaş, taze meyve kabuğundan çıktı" ifadesinden alınmıştır.[138] Diğer bir ifade ile kavramın sözlük anlamı çıkmaktır. Dolayısıyla bozuk ve rezil bir hayat yaşayan, ahlakî ve akîdevî yönden dinin emirlerini kâle almayan kişiye fasık denmektedir. Bu itibarla "falanca fasık oldu" denildiğinde, dinin kapsamı dışına çıktı anlamı kasdedilir. Fısk; küfür kelimesinden daha geneldir. [139]

Kur'ân bağlamında "fısk" Allah'ın ayetlerini yalanla­mak[140], Allah'a iman etmeyip kafir olmak[141], Allah'ı Resulünü, Allah yolunda cihadı ikinci dereceye koymak[142] veya Allah'ı unutmak[143], Kur'ân'dan ve İslam davetinden yüz çevirmek[144], iki yüzlülük gibi günahlar, fasaka ve türevleriyle gösterilmiştir.[145]

Râğıb'a göre fısk, az veya çok günah işlemeyi ifade eden bir kavramdır. Ancak daha çok, günaha fazla batanlar için kullanılır.[146] Nitekim fareye de, deliğinden çokça çıktı­ğından dolayı "fuveysıka" ismi verilmiştir.[147]

Câhiliye döneminde "fısk", yoldan sapmak anlamında kullanılmıştır. Nitekim el-Kurtûbi’nin kailini zikretmeden naklettiği bir beyitte şöyle denmektedir:

"Onlar oraya doğru yoldan sapmış olarak, ne yapacaklarını bilmedikleri halde, Necd’e giderler."[148]

Filologların yanında müfessirler de bu kelime ile ilgili çeşitli yorumlar ileri sürmüşlerdir:

Zemahşerî, "fıskı" doğru yoldan çıkmak olarak tarif eder.[149]

İbn Kesir ise, fasıkları doğru yoldan çıkan ve batıla meyleden kişiler olarak yorumlar.[150]

İbn Manzûr'un naklettiğine göre Hattâbî, "fasıkların" doğru yoldan ayrıldıklarını ve Allah'a isyan ettiklerini, bundan dolayı da kendilerine "fasık" denildiğini söylemiştir.[151]

Müfessir Hâzin ise yukarıdaki tanımlara paralel olarak "fısk"ın aslının, itaattan çıkmak olduğunu söylemiştir.[152]

Netice olarak, Kur'ân’ın bu kelimeye kazandırdığı bu manaların, câhiliye döneminde bilinmediğini söyleyebiliriz. Nitekim Ebû Ubeyde kelimenin aslı ile ilgili şu bilgiyi verir: Câhiliye şirinde veya o döneme ait sözlerde "dini" manadaki kullanılışı ile ilgili hiçbir şey duymadım. Araplar bu kelimeyi Kur'ân'ın nüzûlundan sonra kullanmışlardır.[153] Diğer taraftan Kur'ân, "fıskı" Allah'ın hükümlerini küllî biçimde ihlal anlamında kullanmaktadır. Nitekim Kur'ân'da şeytan için "...Rabbi'nin emrinden dışarı çıktı." ifadesi yer almıştır.[154] Kur'ân'a göre fasıklar ilâhî hidâyete ulaşamadıkları gibi, başkalarını da doğru yoladan saptırmaya çalışamaktadırlar.[155] Bu itibarla "fâsık" dinin hükümlerini kabul eden, fakat daha sonra onun hükümlerinden bir kısmını veya tamamını redde­den kimselere denilmiştir.[156]

el~Fısq, altı şekilde tefsir edilir:

1. Nebi'ye (s.a) ve o'nun getirdikleri­ne küfr (inkâr) etmek anlamıyla ma'siyet (itaatsiz­lik/isyan)

"Şüphesiz münafıklar, (evet işte) fâsıqlar (Ne­bi'ye ve o'nun getirdiklerine küfretmek suretiyle Al­lah'a isyan edenler) onlardır." [157]

"İşte bu, Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne küfr etmeleri se­bebiyledir. Allah fâsıqlar kavmini (münafıklar­dan Nebi'ye ve o'nun getirdiklerine küfretmek suretiyle Allah'a isyan edenleri) hidâyete erdirmez." [158]

"Andolsun ki sana apaçık âyetler indirdik. Onları fâsıklardan başkası inkâr etmez." [159]

"Bizden hoşlanmamanızın sebebi başka değil; Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilenlere îmân etmemizdir ve doğrusu çoğunuz fâsıksınız." [160]

"O halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar kavmim hidâyete erdirmez." [161]

"Allah onlara mağfiret etmez. Şüphesiz Allah fâsıklar kav­mini hidâyete erdirmez." [162]

2. Şirk demek olan tevhidi terk hususunda Allah'a isyan

"Mü'min kimse, fâsıq (tevhidi terk hususunda Allah'a isyan eden) kimse gibi midir?!" [163]

Ayet o günlerde müşrik olan el-Velîd b. Uqbe b. Ebî Muayt hakkında inmiştir.

Sonra Allah, Allah'ın tevhidini inkâr eden kâfirleri sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Ama fâsıqlık etmiş olanların barınakları (tevhi­di terk hususunda Allah'a isyan edenlerin -ki, bu hâl üzere ölenler kasdedilmektedir- varacağı yer) ateştir." [164]

"İşte Rabbinin kelimesi, fâsıqlık edenler (tevhidi terk hususunda Allah'a isyan eden kimseler) üzerine şöylece hak oldu: onlar îmân etmezler/etmeyecekler." [165]

3. Şirk ve küfr olmaksızın!şirk ve küfrden gayri dînde ma'siyet

"(Mûsâ dedi ki): "Rabbim! Doğrusu ben kendim ve kar­deşimden başkasına mâlik değilim. Artık bizimle, o fâsıqlar kavminin (Şam'daki Eriha'ya girmeyi terk/red hususunda asi olanların -ki Mûsâ onlara oraya girmelerini emrettiği halde, kaçınmışlardı) arasını ayır!" [166]

"Artık o fâsıqlar kavmi (-küfür olmaksızın- asi olanlar) için tasalanma!" [167]

"Çünkü onlar Musa'ya Şam topraklarında bulunan Eriha'ya girmeyi terketmekle asi olmuşlardı. Nite­kim kendilerine şöyle diyen Talut'a da asi olmuş­lardı: Şüphesiz Allah sizi bir nehirle imtihan edecek; kim ondan içerse benden değildir, kim onu tatmazsa o mutlaka bendendir (.....) Fakat içlerinden pek azı ha­riç ondan içtiler." [168]

Böylelikle onlardan suyu içenler, Talut'a karşı is­yankâr oldular. Fakat hepsi de mü'min idiler.

4. Küfr sözkonusu olmaksızın ya­lan

"Muhsanâta atıp, sonra dört şâhid getiremeyenlere gelin­ce, onlara celde vurun; seksener celde ve onların şâhidliklerini ebediyyen kabul etmeyin. İşte onlar fâsıqlardır (söyledikleri yalanla -küfr olmaksızın/ küfre girmeksizin- Allah'a isyan eden kimselerdir)." [169]

"Ey îmân edenler! Eğer fâsıq biri size bir nebe' ile ge­lirse (bir kimse gelip de size hadîste/sözde ya­lan söyleyerek asi olursa)..." [170]

Âyet, o sırada müslüman olmuş bulunan el-Velid b. Uqbe hakkında nazil olmuştur. Onun ma'siyeti/fısqı, yalan söylemesi idî. Çünkü Nebi'ye (s.a) gele­rek, kendileriyle karşılaşmadığı halde "Benî-Mustalıq bana zekatlarını vermedi" diye yalan söyle­mişti. Fakat bu davranışıyla küfre de düşmemişti.

5. Küfr içinde olmaksızın ismi günah işlemek

"Yazana ve şahide zarar verilmesin. Eğer yaparsanız, mutlaka o, size bir fisq olur (sizin için -küfr olmamakla birlikte-günah olur)." [171]

6. Seyyi'ât/kötülükler

"Haccda refes ve fısq (seyyiât/kötülük işlemek) yoktur." [172]

 

Fıtrat:

 

Fıtrat[173], ilk yaratmak demek olan "fatera"den masdar binâ-i nev'î olarak yaratılışın ilk tarz ve ilk çeşidini ifade eder. Rûm Sûresi'ndeki kullanımında "Ennâsü aleyhâ" kaydından da anlaşıldı­ğına göre, her insanın kendine öz­gü yaratılışından çok, bütün in­sanların insan olmalarından, yani insanların yaratılışlarındaki ortak fıtrattır. Dış etkenle oluşan alışkan­lıkları ve çalışma ile elde edilen şeyleri, yani, ikinci derece sebep­lerle elde edilenleri hesaba katma­dan, insanın doğasından getirdiği özellikleri, aslî yapısıdır.

Örneğin, insanın iki gözünün bulunması onun fıtratıdır, ancak anadan doğma kör de olsa bu onun fıtratı değildir. İkinci dere­ceden sebeplerle o, bu halde doğ­muştur. [174]

 

Fi

 

Fi edatı, yedi şekilde tefsir edilir:

1. Beraber, birlikte

"Diyecek ki: "Sizden önce cin ve insanlardan geçmiş ümmetler içinde (fi) (ümmetlerle beraber) ateşe girin!"[175]

"İşte bunlar, cin ve insanlardan kendilerinden önce geçmiş ümmetler içinde (fi) (ümmetlerle bera­ber) aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir." [176]

"(Süleyman dedi ki): "Rahmetinle beni sâlih kullarının içine (fi) sok" (cennette beni sâlih kullarınla beraber kıl)!" [177]

"Biz onları salihlerin içine (fi) (sâlihlerle beraber cennete) sokacağız." [178]

"Haydi gir kullarımın içine (fi) (kullarımla bera­ber) ve gir cennetime."[179]

"Dokuz mucize içinde (fi) (dokuz mucizeyle bera­ber)"[180]

"Onlar içinde (fi) (onlarla birlikte) ay'ı bir nur kıldı."[181]

2. 'Alâ (üstünde /üzerinde, üstüne /üzerine)

"Ve sizi hurma dallarına/dallarında (fi) (hurma dallarının üzerine) asacağım."[182]

"Ona/onda (fihâ) (onun üzerine) harcadıkların­dan dolayı ellerini oğuşturmaya başladı."[183]

"Meskenlerinde (fi) (kasabaları üzerinde) dolaş­tıkları..."[184]

"Meskenlerinde (fi) (kasabaları üzerinde) dolaş­tıkları..."[185]

3. İlâ (...e, ...a)

"Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de onda/orada (fi­hâ) (ona/oraya: Medine'ye) hicret etseydiniz."[186]

4. An (...den, ...dan)

"Kim bunda (fi) (kim Allah'ın bu âyette zikrettik­lerinden) kör ise, o âhirette de kördür (o kimse Allah'ın âhirete dair zikrettiklerinden de kördür); yol itibariyle de şaşkındır." [187]

5. Min (...den, ...dan)

"Her ümmetten (min anlamında fi) bir şâhid (ki bun­lar nebilerdir) çıkaracağız." [188]

6. İndinde/yanında

"Ömründen nice seneler bizde/bizim içimizde (finâ) (yanımızda) kalmadın mı?!" [189]

"(Dediler ki Şu'ayb'a): "Hem seni bizde/içimizde (finâ) (yanımızda) gerçekten zayıf görüyoruz." [190]

"Ey Salih! Sen bundan evvel bizde/içimizde (finâ) (yanımızda) ümit beslenen bir kimseydin." [191]

7.  Finâ; bizim için, bize 

"Allah'da/Allah uğrunda (fillâhi) hak cihadıyla cihad edin (Bizim içini Allah için gereği gibi amel edin)!" [192]

"Bizde/Bizim uğrumuzda (fina) cihad edenleri (Bizim için amel işleyenleri), elbette yollarımıza ileti­riz."[193]

 

Ficâc:

 

Ficâc, geniş yol mânâsına gelen "Feccun" kelimesinin çoğuludur.

 

Fidye:

 

Fidye, bir şeyin ma­kamına haiz olmak üzere yani, bir şeyin yerini tutma, ona karşılık olmak üzere verilen bedel demek­tir.

 

Firâr

 

Firâr, dört şekilde tefsir edilir:

1. Kaçmak

"De ki: "Eğer ölümden yahut öldürülmekten firâr edi­yorsanız (yani, kaçıyorsanız) fırâr size bir fayda ver­mez. Verdiği takdirde de pek az dışında istifade etti­rilmezsiniz." [194]

"Sizden korkunca da içinizden firar ettim (kaç­tım)." [195]

2. Hoşlanmama/kerih görme

"De ki: "Kendisinden firar ettiğiniz (hoşlanmadı­ğınız) ölüm, muhakkak gelip sizi bulacak." [196]

3. İltifat etmemek, dönüp bakma­mak, aldırmamak

"Kişinin kardeşinden firar edeceği (kardeşine il­tifat etmeyeceği, dönüp bakmayacağı, aldırmayacağı) gün..." [197]

4. Uzaklaşmak

"Fakat benim davetim, onların firarlarından (uzaklaşmalarından) başka bir şeylerini arttırmadı." [198]

 

Firâş:

 

Firâş, üzerinde insanların oturduğu ve yatıp uyuduğu yatak ve beşik demektir .

 

Fir’avun:

 

Rum meliklerine kayser, İran meliklerine Kisra denildiği gibi Amâlika meliklerine de özel olarak Firavun denilir. Firavunlar çok kibirli ve zorba oldukları için, Araplar Firavun kelimesinden türeterek, kibirlenen kimseler için "Tefer'ane", "Firavunlaşü" kelimesini kullanırlar.[199]

 

Firdevs:

 

Kur'ân'da sadece iki âyette zikri geçmektedir. Arap câhiliye şiirinde nadiren bu kelimeye rastlanır. Bu durum belki de onun bir başka dilden Arapçalaştırıldığına işarettir.

Umeyye b. Ebi Salt es-Sakafî bir beytinde bu kelimeyi kullanarak şöyle der:

"Evlerinin önünde, bahçeler, çeşitli bitkiler ve soğanlar olduğu halde, o zaman evleri apaçık görünüyordu."[200]

"Firdevs" kelimesinin Arapça kökenli olup olmadığı hususunda bir çok görüş bize aktarılmıştır. Bu görüşler kısaca şöyledir:

a- el-Ferrâ, "firdevs" kelimesi Arapçadır der. İbn Süddî ise, "firdevs" kavramı Araplar'da bostan gibi verimli vadi anlamına geldiği gibi, Rumca'da "bostan" manasını ifade eder demektedir.

b- Büyük filolog ez-Zeccâc ise, genel anlamda "firdevs" her dilde, bir bostanda olması gereken bütün şeyleri içine alır. Aslı Rumca'dan alınmış ve daha sonra Arapçalaştırılmıştır, der. Müfessilerden Mücâhid de, bu kelimenin Rumca'dan alındığını ve bu görüşün güçlü olduğunu söylemiştir.[201]

el-Cevâlîkî ise, yukarıdaki görüşlerin hemen hepsini zikreder. Sadece Süddî'nin, "fırdevs"in aslının Nebatiye dilinde "firdavs" olduğu görüşünü ilave eder.[202]

Fîrûzâbâdî, yukarıda sunduğumuz görüşlerin hepsini Kamus’unda anlatır.[203]

Netice olarak, İngilizce'de "paradise", Fıransızca'da "paradies", İtalyanca'da "paradiso", Almanca'da "paradies" şeklinde gelmesi, bu kelimenin aslının Arapça olmadığı görüşünü kuvvetlendirmektedir.[204] Bu kelime Kur'ân'da ise "bahçe ve bostan" anlamında kullanılmıştır.[205]

 

Fisal:

 

Fisal, sütten kesilmek demektir.

 

Fitne:

 

Fitne; denemek, imtihan etmek demektir. Altının hakiki mi sahte mi olduğunu anlamak için ateşle deneyen kimse: "Fetentu’z-zeheb: altını de­nedim" der.

Fitne karşılığını almak için altını ateşe koymaktır. Bundan mihnet ve belaya sokmak manası elde edilmiştir. Vatandan sürgün etmek gibi. İnsanlara, azab, bela ve sıkıntı ölümden da­ha ağırdır.

Fitnenin asıl manası, altın, gümüş veya herhangi bir cevheri, değerli madeni, iyisini, kötüsün­den ayırmak için ateşe arzetmektir.

Sıkıntıya, mihnete sokmak, sınamak, yani imtihan etmek, az­dırmak, çok beğenip meftun ol­mak gibi anlamların bu kök an­lamla ilişkisi vardır.

 

Fitye:

 

Fitye[206], genç, delikanlı ve yiğit demektir. Ancak bu keli­me belli bir oranı ifade eder. Yani, "fetâ"nın c'âmi-i killetidir (dokuz­dan az olan çoğuludur). [207]

 

Fuğûr:

 

Fuğûr[208], mübalağa sigasında, çok kibirli, çok iftihar edici, kendini çok beğenmiş, bur­nu havada demektir. [209]

 

Fuhş:

 

"Fe-ha-şa" fiilinin mastar şeklidir. "Fe-ha-şa" söz veya işin çok çirkin olması, sınır ve ölçünün dışına taşmak, yüz kızartıcı davranış veya söz;[210] fahişe ise, ahlâksız ve rezil kadın demektir. Fevâhiş ve fehşâ da aynı kökten türeyen iki formdur.

İslâm'dan önceki dönemde "fuhş" genel olarak kötü iş veya söz manalarını taşırdı. Nitekim en-Nabiğatü'z-Zubyânî bir beytinde şöyle der:

"O (kadın) en mutlu gününde güneş gibi parlaktır. Zira o komşularına eziyet etmediği gibi, fahiş (çirkin) bir harekette de bulunmamıştır."[211]

Kur'ân'da "fahişe" büyük günah anlamınadır. Bir âyette şöyle buyurulur.

"Zinaya yaklaşmayın, Çünkü o, aşağılık bir iştir ve ne kötü bir yoldur."[212]

"Fuhş" daha geniş manasıyla Kur'ân'da, gerek söz ve gerek fiil ile irtikap edilen, yalan, iftira ve zina gibi çok kötü günahlardır.[213]

Netice olarak "fuhş" kelimesi iki dönemde de kötü bir söz veya iş anlamını ihtiva etmektedir. Ancak Kur'ân'da bu manaya ek olarak, dini bir mana daha kazanarak, İslâm'ın haram kıldığı veya çirkin saydığı her türlü fiil ve sözleri kapsar olmuştur. Câhiliye döneminde dini içerikli bir anlamı yoktu denebilir. Çünkü o dönemde kelime sadece örfün kötü saydığı eylemleri kapsıyordu. Mesela belki de zina o dönemde fuhşiyyattan sayılmıyordu, İslâm'da ise zina fuhşiyatın en kötüsü sayılmaktadır.[214]

 

Fûm:

 

Fûm, sarımsak demektir. Bir görüşe göre de buğdaydır.

 

Fürât:

 

Fürât, son derece tatlı demektir.

 

Furkân:

 

Furkân, ayırmak, tem­yiz etmek, seçmek veya fârık/ayı­ran manalarına gelen bir masdardır. Furkân'ın sabah anlamı da vardır. "Sabah oluncaya kadar (furkana) şöyle yapıp duruyor­dum" cümlesinde olduğu gibi, furkân fecr-i sâdık anlamına da gelir.

Furkân, "fârık" (ayıran) anla­mına da geldiğinden, önemli da­vaları, sağlam delillerle çözerek, sonuca bağlayan delil ve mucize­lere de furkân denilir.

Bu mana ile Kur'ân'ın ismi de Furkân'dır. Kur'ân'ın hak ile batılı, helal ile haramı ayırması itibariyle bir ismi de el-furkân olmuştur. Al-i İmran: 3/4 ayetindeki kullanım bu an­lamdadır.

 

Furricet:

 

Açıldı, yarıldı. "Bir şeyi açtım, o da açıldı" mânâsına "Feractu’ş-şey’e fe’nfecera" denir.

 

Furûc:

 

Fürûc, yarık mânâsına gelen "Ferc" kelimesinin çoğuludur.  

 

Fussilet:

 

Açıklandı, izah edildi.

 

Futûr:

 

Futûr, çatlak ve yarıklar demektir. "Yardı" mânâsına gelen "Fetera" fiilindendir. Şair şöyle der:

Allah sizin için, direksiz bir gök bina etti ve onu düzgün yaptı. Onda herhan­gi bir çatlak yoktur.[215]

 

Fücur-Facir:

 

Fücur, hakdan dön­mek, doğru yola yarıp çıkmak, is­yan etmek, terbiyesizlik, edepsiz­lik etmek, yalan söylemek, zina eylemektir. Edepsizlik anlamın­daki bütün kötü ve şer işler için kullanılır. [216]

Kur'ân'da  türevleriyle  birlikte  ve  hepsi  de Mekkî sûrelerde olmak üzere yaklaşık 24 âyette yer almaktadır. "Bir şeyi genişliğine yarmak, kesmek, parçalamak, kötü yapmak, hakka aykırı davranmak, günah işlemek gibi anlamlara delalet eder.[217] Bu kavram Kur'ân'da iki yerde[218] kâfirlerle beraber, bir yerde Allah'tan ittika edenlerle ve onlara zıt olarak[219] gelmekte, bir yerde cennetteki iyi kulların aksine cehennemlikleri göstermektedir.[220]

Aynı kökten gelen "inficar" ve "tefcir" ise "yarılmak, açılmak, parçalanmak" anlamlarını kapsar. Aynı fiilin üçlü halinin bir diğer mastar şekli olan "fucur", örtüyü, özellikle utanma ve haya örtüsünü veya din, diyanet örtüsünü yarmak manasını ihtiva etmektedir. İşte Kur'ân'da bunlara "facir" denilir. Çoğulu ise "fuccar" veya "fecere"dir.[221]

Câhiliye şiirinde de buna yakın bir manada kullanıl­mıştır. Nitekim Lebîd b. Rabi'a bir beytinde şöyle demektedir:

"Eğer ön tarafa binersen (görüntüyü engelleyecek şekilde) büyük bir yer kaplarsın. Arkaya bindiğin takdirde de yükün dengesini bozup çuvalın eğilmesine sebep olursun."[222]

Tesbitlerimize göre bu kavram Kur'ân'da iki manda kullanılmıştır:

a- el-Fecru: Şafak atması veya tan vaktinin sökmesi, yani karanlık örtüsünün yarılarak, sabahın ortaya çıkması demektir.

b- el-Fucûr: Hakdan, hak dairesinden çıkmak, doğru yoldan sapmaktır.[223]

İşte bu ikinci mana özellikle bizim konumuzu teşkil etmektedir. Zira bu, Kur'ân'da özel bir anlam kazanmış ve ıstılah halini almıştır, diyebiliriz. Çünkü böyle bir şahıs, haya, utanma veya din perdesini yırttığından, artık o kişinin önünün alınması güçleşir ve o, "...Utanmazsan dilediğini yap."[224] hadisinin kapsamına girmiş demektir. Ve böylelikle de o şahıs, kendisini yavaş yavaş günahların içerisinde bulur.

Netice olarak, lügat anlamıyla ıstılah manası arasında bir bağlantıdan söz edilebilir. Ancak Kur'ân'ın "facir" dediği kişiler, din ve haya perdesini yırtarak dinin dışına çıkmış kimselerdir. Böylece "facirler" hayırla şerri, birbirinden ayıran, din perdesini yırtarak, parçalayarak kötü yola sapmış ve bataklığa gömülmüş olan şahıslar olarak karşımıza çıkmaktadırlar.[225]

 

Fükû:

 

Fükû, sapsarı olmak demektir. Kıpkırmızı olan şeye, denildiği gibi, sapsarı olan şeye de denilir. Taberî der ki: Bu ke­lime, aşırı beyazlığı ifade eden nüsü' kelimesinin benzeridir.

 

 



[1] Âl-i İmrân: 3/73

[2] Cuma: 62/4

[3] Yûnus: 12/58

[4] Nisâ: 4/113

[5] İsrâ: 17/87

[6] Âl-i İmrân: 3/171

[7] Cuma: 62/10

[8] Müzzemmil: 73/20

[9] Nisâ: 4/73

[10] Bakara: 2/268

[11] Nisâ: 4/83

[12] Nûr: 24/10, 14, 20, 21

[13] Ahzâb: 33/47.

[14] İsra: 17/106

[15] Müzemmil: 73/18

[16] Keşfu'1-Hafâ, 1/73

[17] Muhtasar-i-Taberî, 1/42

[18] Mecâzü’I-Kur’an 29

[19] Mecâzü’I-Kur’an 29

[20] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 122. (3427-3428)

[21] İbn Manzûr, a.g.e., II, 547.

[22] el-Kurtubî, a.g.e., I, 182.

[23] Lebîd, a.g.e., s. 144.

[24] bkz. Âl-i İmrân: 3/200; Enfâl: 8/45.

[25] ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, II, 199.

[26] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 110-111.

[27] F.n'âm sûresi, fi/96

[28] Nisa: 4/102.

[29] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c.l s. 593.

[30] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 1 s. 333.

[31] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 96.

[32] Esed, Mesaj, 1996, c. 1 s. 164.

[33] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 155-157.

[34] Âl-i İmran: 3/187, Bakara: 2/101, Hud: 11/92.

[35] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 1 s. 197.

[36] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 1 s. 478.

[37] Zemahşe­ri, Keşşaf, 1997, c. 2 s. 399.

[38] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 1 s. 273.

[39] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c.2, s. 173 –174.

[40] İsfahani, Müfredat, tsz., s. 480.

[41] İs­fahani, Müfredat, tsz., s. 521.

[42] Esed, Mesaj, 1996, c. 1 s. 445.

[43] Sabuni, Safvet, 1995, c. 1 s. 151.

[44] Sabuni, Safvet, 1995, c. 3 s. 121

[45] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 177-181.

[46] A'raf: 7/160

[47] Rahman: 55/31.

[48] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 122-123. (4680)

[49] Kasas: 28/76

[50] Hûd: 11/10

[51] Mü'min: 40/75

[52] Ra'd: 13/26

[53] Rûm: 30/32

[54] Mü'min: 40/83

[55] Yûnus: 10/22. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 256-257.

[56] Karia: 101/4.

[57] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 123. (6027)

[58] Ahzab: 33/35.

[59] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 123. (3502-3503)

[60] En’am: 6/142.

[61] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 123. (2071)

[62] Bakara: 2/11

[63] A'râf: 7/56

[64] İsrâ: 17/4

[65] Enbiyâ: 21/22

[66] Mü'minûn: 23/71

[67] Rûm: 30/41. Mukâtil'in Tefsiri'nde şöyle denilmektedir: "Sonra onlara şunu haber verdi. Yağmurun kıtlığı karada, bitkilerin mahsullerin azlığı ise köy ve kasabalarda, yani ırmakların aktı­ğı yerlerde sözkonusu olur. Bu musibetin onlara gelip çat­masının sebebi, tevhidi terketmeleridir. Bu sebeble, Berr'de ve bahr'da fesâd başgösterdi buyurulmuştur. Bununla kasdedilen, nehirlerin akmadığı kurak yerlerdeki yağmurun azlığı ve bitkilerin kıtlığıdır." Sonra şunları söylemektedir: "Fesadın baş göstermesi yağmurun azlığı, bitkilerin-mahsullerin eksikliği demektir. Bahr'dan kasıt, sulak ve yeşil kırsal kesimler: köyler, ırmakların aktığı yerlerdir." Celaleyn'de de şöyle denilmektedir: "Berr'de, yağmur kıtlığı ve bitki azlığı ile; bahrda, yani ırmakların kenarlarındaki yerleşim yerlerinde ise suların azalmasıyla fesâd baş gös­terdi."

[68] A'râf: 7/127

[69] Mü'min: 40/26

[70] Kehf: 18/94

[71] Bizatihi fesâd, "yıkmak ve tahrib etmek" demektir. et-Misbâh ve es-Sıhah'da, "Mefsedet kelimesi, maslahatın zıddıdır" denilmektedir.

[72] Ba­kara: 2/205

[73] Neml: 27/34

[74] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 125-127. Yûnus: 12/81

[75] İbn Manzûr, a.g.e., II, 537.

[76] a.g.e., II, 538.

[77] a.g.e., a.y.

[78] Araf: 7/96.

[79] Sebe': 34/26.

[80] Nasr: 110/1, 2.

[81] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 111-112.

[82] Feth: 48/1

[83] Yazma nüshada, sonra, aramızı feth edecek (yani, aramız­da hükm verecek}, hak ile; ve O, feth edenlerin en hayırlısıdır şeklindedir. Ancak bu hatalıdır; zira Sebe'/26 ile A'râf/89 âyetleri birbirine karıştırılmıştır. Bu hatayı dü­zeltmiş bulunuyorum. Sebe, 34726

[84] Yazma nüshada Sebe' süresindeki âyetin son kısmı zikre­dilmiştir. Ben bu hatayı düzelterek her âyeti kendi yerinde zikrettim. A'râf: 7/89

[85] Secde: 32/28-29

[86] Fâtır: 35/9

[87] Enbiyâ: 21/96

[88] Mü'minûn: 23/77

[89] Zümer: 39/73

[90] Mâide: 5/52

[91] Saff: 61/13. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 260-262.

[92] İbrahim: 14/30

[93] Sad: 38/15. Bkz. Cevheri, es-Sıhah, ilgili madde.

[94] A'râf: 7/28

[95] Nisâ: 4/15

[96] A'râf: 7/33

[97] Ahzâb: 33/30

[98] Ankebut: 29/28

[99] Nisa: 4/19

[100] Tâlak: 65/10. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 161-162.

[101] Hud: 11/40.

[102] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 124. (2781-2782)

[103] Müfessirlerin ekserisi, fevqaha [onun fevgıni] ibaresini, "küçüklük ve önemsizlikte onun üstünde olan bir şeyi, yani daha küçük ve daha önemsiz bir şeyi" şeklinde anlamışlar­dır. (Redaktör)

[104] Bakara: 2/26

[105] Feth: 48/10

[106] Bakara: 2/212

[107] Nisâ: 4/11

[108] En'âm: 6/165

[109] Zuhruf: 43/32

[110] Âl-i İmrân: 3/55

[111] Bakara: 2/3

[112] A'râf/l71

[113] Zümer: 39/16

[114] Fussilet: 41/10

[115] İbrâhîm: 14/26

[116] Yû­suf: 12/36

[117] Ahzâb: 33/10

[118] En'âm: 6/18

[119] A'râf: 7/127. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 297-299.

[120] a.g.e., I, 126.

[121] a.g.e., a.y.

[122] a.g.e., I, 126.

[123] Elmalılı, a.g.e., VII, 4820.

[124] 'Ude, a.g.e., s., 527. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 112-114.

[125] Neml: 27/89.

[126] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 124. (3708)

[127] En’am: 6/25.

[128] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 124. (1901)

[129] İbn Fâris, Mucmelu‘l-Luğa (nşr. Zuheyr Abdulmuhsin), Beyrut, 1986, III, 703; İbn Manzur, a.g.e., XIII, 522, 523.

[130] bkz. 'Ûde, a.g.e., s. 170.

[131] el-İsfahânî, a.g.e., s. 777.

[132] bkz. İbn Manzur, a.g.e., XIII, 522, 523.

[133] Elmalılı, a.g.e., III, 1901.

[134] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 24-26.

[135] Râzi, Tefsir-i Kebir, 11/147

[136] Bakara: 2/99.

[137] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 125. (282)

[138] bkz. İbn Fâris, es-Sâhibî, s. 84.

[139] el-Isfahânî, a.g.e., s. 572; krş. Kılıç, Sadık, Kur'ân'da Nifak, İst., 1982, s. 25,

[140] En’am: 6/49.

[141] Bakara: 2/26. el-Âlûsî, a.g.e., X, 154.

[142] Tevbe: 9/8, 24; Sebe: 34, 80, 96.

[143] Haşr: 59/19.

[144] Maide: 5/49.

[145] Geniş bilgi için bkz. Kılıç, a.g.e., s. 149.

[146] el-İsfahânî, a.g.e., s. 572.

[147] İbn Manzûr, a.g.e., X, 308; krş. Fîrüzâbâdî, Muhammed b. Ya'kûb, el-Kamusu’l-Muhit, Beyrut, 1993, s. 1185.

[148] el-Kurtubi, a.g.e., 1, 245.

[149] ez-Zamahşerî. a.g.e., I, 267

[150] İbn Kesir, a.g.e., I, 66.

[151] İbn Manzûr, a.g.e., X, 308.

[152] el-Hâzin, a.g.e., I, 38.

[153] Bkz. el-Âlûsî, a.g.e., XV, 293.

[154] Kehf: 18/50.

[155] Bakara: 2/26.

[156] Kılıç, a.g.e., s. 27. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 71-74.

[157] Tevbe: 9/67

[158] Tevbe: 9/80

[159] Bakara: 2/99.

[160] Mâide: 5/59.

[161] Tevbe: 9/24.

[162] Münâfikûn: 63/6.

[163] Secde: 32/18

[164] Secde: 32/20

[165] Yûnus: 10/33

[166] Mâide: 5/25

[167] Mâide: 5/26

[168] Bakara: 2/249

[169] Nûr: 24/4

[170] Hucurât: 49/6

[171] Bakara: 2/282

[172] Bakara: 2/197. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 440-443.

[173] Rum: 30/30.

[174] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 125. (3822)

[175] A'râf: 7/38

[176] Ahkaf: 46/18

[177] Neml: 27/19

[178] Ankebût: 29/9

[179] Fecr: 89/29-30.

[180] Neml: 27/12.

[181] Nûh: 71/16.

[182] Tâ-Hâ: 20/71

[183] Kehf: 18/42

[184] Tâ-Hâ: 20/128.

[185] Secde: 32/26.

[186] Nisâ: 4/97.

[187] İsrâ: 17/72

[188] Nahl: 16/84

[189] Şu'arâ: 26/18

[190] Hûd: 11/91

[191] Hûd: 11/62

[192] Hacc: 22/78

[193] Ankebût: 29/69.

[194] Ahzâb: 33/16

[195] Şu'arâ: 26/21

[196] Cuma: 62/8

[197] Abese: 80/34

[198] Nûh: 71/6.

[199] Keşşaf, 1/102

[200] et-Taberî, a.g.e., XVI, 36, 39.

[201] a.g.e., XVI, 36, 39.

[202] el-Cevâlîkî, Mevhup b. Ahmed b. Muhammed, el-Mu'arrab mine'l-Kelami'l-‘Acem ala Hurûfi'l-Mu'cem, Dımeşk, 1990, s. 470.

[203] Firûzâbâdî, a.g.e., II, 236.

[204] el-Cevâlîkî, a.g.e., s. 471.

[205] bkz. Mü'minûn: 23/11.

[206] Kehf: 18/10.

[207] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 126. (3230)

[208] Hadid: 57/23.

[209] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 126. (5755)

[210] el-İsfahânî; a.g.e., s. 562.

[211] en-Nabiğâ, a.g.e., s. 234.

[212] İsrâ: 17/32.

[213] Çantay, a.g.e., II, 499.

[214] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 108-109.

[215] Bahr, 8/298

[216] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 126. (5857)

[217] Jeffery, a.g.e., s. 220.

[218] Nuh: 71/27, Abese: 80/42

[219] Sad: 38/28.

[220] 82/14, 83/7. Kılıç, a.g.e., s. 160.

[221] Isfahânî, a.g.e., s. 561, 562.

[222] Lebîd, a.g.e., s. 58.

[223] bkz.. İbn Manzûr, a.g.e., V, 47, 48.

[224] el-Buhârî, a.g.e., Edep, 78.

[225] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 74-76.