Haber:4

Habke/Hubuk:4

Habîsât:4

Hab/Habbe:4

Habl:4

Hablullah:4

Hacc:6

Hadâik:6

Hadis:7

Hafîr:7

Hakk:7

Hakîm:9

Haleqakum:9

Hâlidun:9

Halife:9

Halîl:9

Halk:9

Hamd:10

Hame'in Mesnûn:11

Hamîd:11

Hamîm:11

Hamiye:12

Hamiyyet:12

Hammalete’l-Hatab:12

Hamr:14

Hanif:14

Hannâs:14

Harb:14

Harec. 15

Hares. 15

Harîk:15

Hars:15

Hased:16

Hasene:16

Hasene, Seyyie. 16

Hasien:17

Hasiîn:17

Hasîr:17

Hasîs:18

Hâşiın:18

Haşr:18

Haşye:18

Hata' Ve Nisyân:18

Hatb:19

Hatem-Hatm:19

Hatf:19

Hâtıin:19

Hatm:20

Hatta/Hıtta:20

Hattâ:20

Hatta yetebeyyene lekumu’l-haytü'l-ebyedü mine'l-haytü'l-esvedi mine’l-fecri:20

Hatta zürtümü'l-mekabir:22

Havârî:23

Havd:23

Hâviyeh:23

Havr:24

Hayât:24

Hayme:25

Hayr:25

Hazâin:25

Heba':25

Hecr-i Cemîl:25

Hediy:26

Hel:26

Heleke:27

Hevâ:27

Hıll:28

Hîn:28

Hıns:28

Hıssu:28

Hıtta:29

Hızlan:29

Hicr:29

Hicran Mahcûran:29

Hidayet:29

Hikmet:30

Hilm:32

Hîm:32

Hîsâb:32

Hîn:32

Hisâb-ı Yasîr:33

Hizb:33

Hucu':33

Hudâ. 33

Hud'a:36

Hulefâe'l-Ard:36

Hulkûm:36

Hümeze:36

Humûle:36

Hurûm:36

Husban:37

Husnâ:37

Husr-Husrân:37

Husufî'l-Kamer:38

Husûm:38

Huşu:38

Hutam:39

Hutame:39

Hübût:39

Hücre:39

Hüdâ:39

Hüdhüd:39

Hür:39

Hüzü:39


Haber:

 

Haber[1], insana gerek uykuda gerek uyanıkken gelen bir bilgidir. Herkes tarafından bir­birine söylenmeye, her söyleni­şinde taze gibi dinlenmeye değer söz demektir. [2]

 

Habke/Hubuk:

 

Habke[3], dikkat ve özenli sağlam ve sanatla dokun­muş, yol yol hareli kumaşa denir. Hubuk, "habke"nin de "hibak"ın da çoğulu olabilir. "Tarık"ın çoğulunun "turuk", "misal"ın çoğulu­nun "müsül" olduğu gibi.

Hibak ise, rüzgâr latif estiğin­de denizde veya kumda meydana gelen yol yol kırıntılara denir. Saçların çok kıvırcıklığından olu­şan dalgalanmalara da "hubük"' denilir. Bu maddenin aslı "habk"tır. "Habk", sıkı bağlayıp, muhkem kılmak ve kumaşı, sıkı, sağlam, üzerinde sanat eseri orta­ya çıkacak şekilde, güzel bir ze­min üzere dokumak mânâsına ge­lir. Kısacası, kumaşı güzel ve sıkı dokumak demektir.

Bazılarınca, kumaşların desen desen dokunmasından kinaye olarak, yıldızların yolları olarak da tefsir edilmiştir.[4]

 

Habîsât:

 

Habîsât[5], murdar ve kötü olana, kötü kadınlara, çirkin sözlere, murdar /pis /çirkin olan her şeye denir. Ancak, "habisin" ifadesi cem-i müzekker olduğun­dan yalnız erkekler için kullanılır.

Böyleyken kötü kötü kişiler anlamında erkeklerle beraber ka­dınları da takliben/değişim yo­luyla kapsaması mümkün olabi­lir. Bunların zıddı olan "tayyibât" ile "tayyibîn"de de durum aynı­dır. [6]

 

Hab/Habbe:

 

Hab[7], dane demektir ve ot tohumlan için kullanılır. "Hab­be" nin cins ismidir. Hem azı hem de çoğu için kullanılır. Çoğulu "hubûb", bunun çoğulu da "hubûbâf'tır. Türkçe'de kullanıldığı üzere özellikle buğday, arpa, pirinç, susam gibi yenen daneler için meşhur olmakla beraber, bü­tün ot, çiçek ve bitki tohumları için kullanılır. Besâir'de hubûbun bir tekine "habbe" denilmesinin nedeni olarak maddenin aslı ve özü olması gösterilir. Bu itibarla bir habbe hayatın ilk başlangıcı olan bir hücreye karşılık gelir.

Neva ise, çekirdek demek olan "nevât"ın çoğul ismi ma­kamında cins isimdir. Nevât, ye­ni çekirdek, ağaç tohumlarına karşılık gelir. Ancak, ot ve ağaç ikisi de bitki olduğundan, "nevat"ı danenin içindeki bitkisel öz gibi düşünmek mana bakımın­dan daha uygun olacaktır. Buna "nevat" kelimesinin küçülmüşü olarak "nüveyye" de denilir. Fransızlar'ın "nuvayya" deyimi­nin buradann alındığı sanılmakta­dır. [8]

 

Habl:

 

Habl[9], ip ve bağ de­mektir. Damar mânâsına da gelir. Verid ipi, servi ağacı gibi genelin özele izafetiyle açıklama kabilin­den verid damarı demektir. Habl, atık, yani boyun dibi mâ­nâsına da gelir. "Habl-i verid' şahdamarı anlamına da gelebilir. [10]

 

Hablullah:[11]

 

Hablullah[12], Allah'ın ipi anlamındadır. Allah-u Teâlâ'ya kavuşma sebebi olan delil ve vasıta demektir. Kur'ân, Al­lah'ın emrini yerine getirme ve cemaat, ihlas, İslâm, Allah'a söz verme Allah'ın emri diye tefsir edilmiştir. [13]

(İ’tesemtu bihablihi): Bir kişinin kopmayacağından emin olduğu sağlam bir ipe tutunarak yüksek bir yerden (o iple) aşağı inmesine temsil olabilir veya habl/ip, ahdi için; i'tisam/tutunmak da ahde güvene istiare olabilir. Ya da habl'in kendisine en münasip olana istiaresi için terşih (sözü özlü söyleme sanatı) olabilir. (Ayetin) Anlamı Allah'tan yardım dileme ve ona güvenme hususunda bir araya gelin, ondan ayrılmayın. Ya da kullarına verdiği ahde tutunmak üzere bir araya gelin ki o (ahd), iman ve taattir. Veya O'nun kita­bına (tutunmak üzere bir araya gelin). Zemahşeri bu yoru­munu Resulullah (as)dan gelen meşhur "Kur'an Allah'ın sağlam ipidir/habl"...[14] şeklindeki hadisle güçlendirmiştir. [15]

(Va'tesimu bihabli’llahi cemi'en): Allah'ın dinine ve Kur'an'a tutunun, diyor. Sünnet ve hidayet yoluna tutunun (anlamında olduğu da) söyleniyor.

(Va'tesimu bihabli'llahi cemi'en): Yani yardımı kabile ve aşiretlerden değil Allah'tan isteyin.

(Va'tesimu bihabli'llahi cemi'en): Çıkmazda olduğunuz konuları Allah'ın kitabına havale ediniz. Allah'ın, "bir şey­de anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulü'ne havale ediniz." [16] sözü gibi. Hükemadan bir kısmı şöyle demiş: Dünyadaki kişinin durumu, içinde her türlü afetin bulunduğu bir kuyuya düşen ve ondan çıkması, afetlerin­den kurtulması ancak sağlam bir iple mümkün olabilen ki­şinin durumuna benzer. Aynen bu şekilde, dünya zorluk yurdudur ve onda afetlerin her türlüsü vardır. Sağlam bir ipe tutunmaktan başka ondan kurtuluşa giden yol yoktur ki bu (yol) Allah'ın kitabıdır. [17]

Habl... : Ulaşma ve kendisiyle bir şeye ulaşılan her şey için istiare kılınmıştır. Aziz ve Celil olan Allah; (va'tesimu bihabli'llahi cemi'en) demiştir: Onun ipi/habl kendisine tu­tunduğunda seni onun civarına götürecek olan Kur'an, akıl ve bunların dışmdakilerle beraber ona ulaşılan şeydir. Ah­de de "habl" denir... [18]

(Va'tesimu hihabli'llahi): Yani Allah'ın ahdine (tutunu­nuz ki) bu Kur'an’dır [19]

Topluca Kur'an'a ve İslam dinine tutunun ve cahiliyyede olduğu gibi bölünmeyin, [20]

Allah'ın dinine ve kitabına toptan sarılın...

"Allah'ın ipine sarılınız"... Bu cümlede istiare-i tasrihiyye yoluyla Kur'an-ı Kerim ipe benzetilmiştir. Müşebbeh'ün bih olan habl kelimesi, Müşebbeh olan Kur'an kelimesi ye­rinde müstear olarak kullanılmıştır. Benzetme yönü ise, her ikisinin de kurtuluş vesilesi olmasıdır. [21]

Müfessirlerin "hablullah" ile ilgili değerlendirmelerini şöylece toparlamak mümkündür:

a- Allah'ın dini

b- Al­lah'ın kitabı

c- Allah'ın ahdi

d- Sünnet

e- Hidayet vb.

Kur'an tercümelerine baktığımızda, genelinde, bu terki­bin muhtemel anlamlarından hiçbirine işaret edilmeden lafzi anlamıyla tercüme edildiğini görüyoruz:

Al-i İmran: 3/103 üzerinde durulacaktır:

Elmalı: Allah'ın ipine ...

Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunduğu üzere Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur:

Semadan arza indirilmiş olan hablullah (Allah'ın ipi) Allah'ın kitabıdır.

Çantay: Allah'ın ipine ...

Kur'an-ı Kerim'e, Allah'ın dinine, Allah için ihlasa, Al­lah'ın emrine, Allah'a itaate...

D.İ.B.: Allah'ın ipine ...

Bilmen: Allah'ın ipine ...

Yavuz: Allah'ın dinine (Şeriatına) ...

Davudoğlu: Allah'ın) ipine (Kur'an'a) ...

Ateş; Allah'ın ipine...

Bulaç: Allah'ın ipine ...

T.D.V.: Allah'ın ipine (İslam'a) ...

Y. Öztürk : Allah'ın ipine...

Atay: Allah'ın andına ...

A. Öztürk Allah'ın ipine ...

Koçyiğit: Allah'ın ipine...

Hizmetli: Allah'ın ipine ...

Varol: Allah'ın ipine ...

Piriş: Allah'ın ipine ...

Merhum Elmalı ve Çantay'ın ilgili açıklamaları konu­nun anlaşılmasının önündeki engelleri bertaraf etmesi açısından son derece önemli ve yerindedir.

Yavuz ve Atay "Hablullah"ın deyimsel anlamını doğru­dan meallerine yansıtmışlar ki en doğrusu bizce budur.

Davudoğlu ve T.D.V.'nin parantez içi ifadeleri de yine Hablullah’ı açıklamaya yönelik faydalı çabalar olarak değerlendirilmelidir.

Bunların dışında kalan zatların tercümeleri bizce: "Hablullah'ın niteliğine ilişkin herhangi bir emare içermediği için eksiktir. Çünkü "Allah'ın ipi"yle kasdolunan şeyin an­laşılması, İslam ve Kur'an kültürüyle belli ölçüde bir aşina­lık gerektirir. Böyle bir aşinalığı olmayan veya İslami termi­nolojiye tamamiyle yabancı olan birileri için "Allah'ın ipi"nin ne tür bir şey olduğu herhalde anlaşılmayacaktır.

Allah'ın insanlığa gönderdiği Kur'an'ı biz de insanlık için anlaşılır kılmak istiyorsak, anlaşılmasını engelleyecek herşeyi ortadan kaldırmaya çalışmalıyız.

Netice olarak Hablullah”ın aşağıdaki şekillerde tercü­me edilebileceğini belirtmek istiyoruz:

“Allah'ın dini

“Allah'ın kitabı veya Kur'an

“Allah'ın ahdi vb.

Örnek

Al-i İmran :3/103

Topluca Allah'ın kitabına sanlın ve ayrılmayın.[22]

 

Hacc:

 

Hacc[23] sözlükte özel bir maksat ve niyet anlamına ge­lir. Bir şeye çokça gidip gelmek anlamındadır. İ'timar, "umre" ile aynı köktendir. İ'timar' da ziyaret etmek demektir.

Şer'î bakımdan hac ve umre, Beyt-i Şerîf'i bilinen şekilde ve ni­yetle ziyaret etmektir. Haccın özel bir vakti vardır. Umrenin yoktur. [24]

Kur'ân'da türeviyle birlikte 13 âyette geçen bu kelime, lügatta "kasdetmek, yönelmek"[25] gibi anlamlar ifade etmektedir. Yönelme manasıyla bu kelimeyi kullanan câhiliye şa'irlerinden el-Muhabbel es-Sa'di şöyle demektedir:

"Avf kabilesinden bir çok topluluğun, safran bitkisiyle boyanmış, (Hısn b. Bedr et-Temîmî'nin) sarığına yöneldiğine şahit oluyorum."[26]

Bazı tarihçiler, şiirde adı geçen, Zibirkân'ın her yıl hacca gidip, sarığını, Kabe'nin koku sürülmüş duvarlarına çokça sürüp sararttığını, hacca gitmeyenlerin ise gelip bu sarığa yüzlerini sürdüklerini anlatmaktadırlar.[27]

Câhiliye döneminde, hac biliniyor ve her sene edâ ediliyordu. Bundan dolayı "yıl"ın karşılığı olarak da "el-hıcce" kullanılıyordu. Hatta bundan türetilen "zu’l-hicce" hac ayı manasını ifade etmektedir. en-Nâbiğa bir beytinde şöyle der:

"Hac maksadıyla ziyaret ettiğim o yere yemin olsun."[28]

Görüldüğü gibi "hac" kelimesinin lügat anlamı mutlak yönelmektir. Ancak aynı dilde, yönelme manasında kullanılan "tevecehe" fiiliyle "hacce" fiilinin arasında fark olduğunu düşünüyoruz. Çünkü el-Muhabbel'in şiirinde de görüldüğü gibi, insanlar hacc yapan birine yöneldiklerinde, özellikle bu fiilin kullanılması dikkat çekicidir. Fakat normal birisi ziyaret edilecek olsaydı her halde "teveccehe", "zâre" veya daha başka bir fiil kullanılırdı. Diğer taraftan, hac mekânını kastederek oraya yönelen kimsenin hareketi de, bu hac fiiliyle ifade edilir. Bunu, yukarıda verilen Nâbiğâ'nın beyti te'yid etmektedir.

Netice itibariyle yukarıda sunmaya çalıştığımız manalardan anlaşılıyor ki, "Hac" iki dönemde de aynı manayı taşımaktadır. Ancak câhiliye dönemindeki ziyaret, hem Kabe'yi ve hem de putları içine alıyordu. Kur'ân'ın nüzûluyla bu ziyaret; sadece Allah rızasını kastederek, belli kurallar çerçevesinde edâ edilen ve İslâmî bir kongreyi hedef alan bir ibadet şeklini ifade eder olmuştur. Yani İslâm düşüncesinde "Hac", müslümanı bireysel şuurdan toplumsal şuura ulaştırmakla kalmaz, enternasyonal şuura yüceltir. Ve oradan evrensel kozmik şuura yükselterek varlık ve birlik sırrını gerçekleştirir.[29]

Kur'ân'ın genel düşünce yapısı çerçevesinde hac ibadeti değerlendirildiğinde, Kur'ân, haccın müşrik Arapların elinde gerçek gayesinden saptırıldığını belirtir. Ancak yine de bu ibadetin yeniden ihya edildiğini belirtmekle birlikte, haccın Hz. İbrahim'e dayanan bir ibadet olduğunu belirtir.[30]

 

Hadâik:

 

Hadâik[31], içinde su bulunan gözbebeği gibi kıymetli bostan demektir. [32]

 

Hadis:

 

Hadis[33], söz, olay veya hadise demektir. Hadis, insana gerek uyanıklık anında, gerek uy­kuda vahiy ve işitme biçiminde gelen söze denir. Genel anlamda hadis, herkes tarafından birbiririne aktarılarak söylenmeğe, hika­ye edilmeğe ve her söylenişinde taze gibi dinlenmeğe layık söz ve haber demektir. Hadisin çoğulu "ehâdis"dir.

Kur'ân'da "sana ... haberi geldi mi?" şeklindeki ifadeler ge­nellikle bir vahyi açıklama veya bir kıssayı anlatmak içindir. Örne­ğin, "ğâşiye" de böyle önemli ve özel bir haberdir.

"Te'vîl-i ehâdis" ise, terkibi ya nefsindeki sözün vakıadaki mealini veya nefsin taalluk ettiği hadisatın ilerideki meal ve akibetini anlamak demek olur. Demek ki rü'ya ta'bir etmek ya söz ya da hadise te'vil etmek mânâsında bir anlayıştır. [34]               

 

Hâdu:

 

Yahudiliği din edindiler. 

 

Hâffîn:

 

Hâffîn, kenarlarından ve yanlarından kuşatanlar.

 

Hafîra:

 

Hâfira, "Önceki hale dönmek" demektir. Bir kimse, geldiği yoldan geri döndüğünde, "Racea fulânun fi hâfiratihi" denir. Şâir şöyle der:

İhtiyarlayıp saçlarım döküldükten sonra, eski durumuma mı döneceğim?!

Beyinsizlik ve utanılacak şey yapmaktan Allah'a sığınırım.[35]

Hafîra ve "hafere" ka­zıcı manasına sıfat olmakla bera­ber, atın tırnağına isim olmuştur.

Bu nedenle tırnağın kazdığı çuku­ra, bıraktığı ize, bu suretle açılan çığıra, "merdiyye" manasına "radiye" gibi tanımlanır.

Bu nedenle geldiği yoldan dönmeye "hafîr" denilir. Aynı şe­kilde müşterinin daha ilk konuş­mada malı alıp parayı sayması da "hafir" olarak ifade edilir. [36]

 

Hâka:

 

İndi ve kuşattı.

 

Hâka bihim:

 

İndi ve onları her taraftan kuşattı.

 

Hakk:

 

Hakk[37] kelimesi, masdar, sıfat ve isim olur. Bu şekilde çeşitli anlamlarda kullanılır. Masdar olarak en genel anlamı; vücu­dun, varlığının sabit oluşu ve ger­çekleşmesi diye ifade olunursa da, esas anlamında "uygunluk" manası vardır. Buradan hareketle, nefislerle, nefis dışındakilerin bil­gi ve bilenin uygunluğunu ifade eder.

Zihinlere uygunluğu itibariy­le kullanıldığı zaman doğruluk ve doğru gibi görüşlere, kaza ve hü­kümlere, iradenin kastedilen amacına uygunluğu itibariyle, adalet ve hikmet gibi fiillere sıfat olur.

A'yan açısından düşünüldü­ğünde ise gerçekleşen ve olan (tahakkuk ve vuku) demek olur. Frenkler evvelkine "verite", ikin­ciye "realite" derler. Evvelki sujenin, ikincisi objenin sıfatıdır. An­cak yalnız değil diğerine uygunluğu itibariyle. İşte hak ve hakika­tin hakikati bu iki yönün uyumu ve birliği olduğundan, hak manen ve sureten (anlam ve şekil) her şe­kilde vücud (varlık) diye tarif edi­lir. Bu da vücûb-i vücuddur (var­lığın zorunluluğudur).

Vücûb-i vücûd, yalnız yüce Allah'tır ve "el-Hakk" ismi, onun esmâ-i husnâsındandır. Hak Teâlâ, enfüs ve âfâkın, dünyaya ait bütün bağların (izâfât) üstünde, onların uyum noktalarına ve zo­runlu varlıklarına hükmedendir. Bütün, hak mertebeleri O'nundur, O'ndan dolayıdır, O'nun içindir. Bütün manalarında hakkın karşıtı batıldır ki, bunlar imkansızlık, yokluk, helak olma, hata, zulüm, haksızlık, abes, saçma ve boş an­lamlarına gelir.

"Vâcib-i lizâtihî" (kendiliğin­den zorunlu) manasına gelen "el-Hakk" isminin çoğulu yoktur. Di­ğer anlamlarında "hak"kın çoğu­lu yerinde "hakâyık" kullanılır. Bir de "hak vâcibün leh" (bir şe­yin lehine olan vacip, zorunlu) anlamına gelir ki, özel bir kullanış olmakla birlikte asıl manaya bağ­lıdır.

"El-Hakk" ismi bunun da kaynağı ve zamanıdır. Bu anla­mın çoğulu için "hukuk" kullanı­lır. Karşıtı "vacibin aleyh" veya sadece vecibe, borç, örfümüzde buna ödev dahi denilir.

"Hak dini" ifadesi, "hak din" ifadesinden daha kuvvetlidir. "Hak dini" olmayan; yani Hak ile alakadar olmayan, hak meselesini haricinde tutan veya hakka ihtisa­sı bulunmayan, emr-i hak olma­yan bir din, "hak din" olamaz. [38]

el-Haqq, onbir şekilde tefsir edilir:

1. Allah ve Allah'ın birliği

"Eğer haqq (Allah) onların (müşriklerin) hevâlarına tâbi olsaydı, gökler ve yer fesada uğrardı." [39]

"Birbirine haqqı (Allah'ı, O'nun birliğini) tavsi­ye edenler..." [40]

2. Kur'ân

"Tâ haqq (Kur'ân) ve Rasûl-i mübîn onlara ge­linceye kadar. Ne zaman ki haqq (Allah indin­den Kur'ân) onlara geldi, "Bu sihirdir. Muhakkak biz ona kâfirleriz" dediler."[41] 

"Hayır, kendilerine geldiğinde haqqı (Kur'ân ı) yalanladılar. O sebeple onlar karışık bir iş içindedirler."[42]

"Onlara, indimizden haqq (Kur'ân) gelince, "Mûsâ'ya verilen gibisi verilmeli değil miydi?" dediler." [43]

3. İslâm

"De ki: "Hakk (yani, İslâm) geldi ve bâtıl (yani, şeyta­na ibâdet ve şirk) zevale erdi." [44]

"Ta ki haqqı (İslâm'ı) haqq olarak tanıtsın. Bâtı­lı (şirki: şeytana ibâdeti) ibtal etsin." [45]

"Doğrusu sen haqq (İslâm) üzeresin." [46]

4. Adalet

"O gün Allah haqq dînlerini (cezalarını) eksiksiz vere­cek (adaletli bir şekilde hesaba çekecek) ve bile­cekler ki: Muhakkak Allah, apaçık haqq (adil/adaletli) O'dur." [47]

"Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasını haqq (ada­let) ile ayır!" [48]

"Aramızda haqq (adalet) ile hükmet!" [49]

5. Tevhîd

"Hayır, haqq (tevhîd) ile gelmiş ve gönderilenleri tasdik etmiştir." [50]

"Onda bir cinnet var" diyorlar. Bilakis, o onlara haqq (tevhîd) ile geldi. Halbuki onların çoğu haqq'tan (tevhîdten) hoşlanmıyorlar." [51]

"O vakit haqqın (tevhidin) muhakkak Allah'a ait olduğunu bilecekler..." [52]

"Yahut haqqı (tevhidi) yalanlayan..."[53]

6. Doğru/gerçek

"Allah'ın va'di haqq'tır (O'na/Kendisine döndü­rüleceğiniz hususundaki va'di doğrudur)." [54]

"O'nun sözü haqq'tır (doğrudur!. Egemenlik Onundur." [55]

"O hak mıdır" (doğru mudur)? diye, haber al­mak için sana soruyorlar." [56]

7. Vâcib olmak: gerekli olmak/icab etmek

Fakat Benden şu söz (azâb kelimesinin gerçekleş­mesi) haqq (vâcib/gerekli) oldu: ... [57]

"İşte bunlar… üzerlerine söz (azâb kelimesinin gerçekleşmesi) haqq (vâcib/gerekli) olmuş kimselerdir." [58]

"İşte böylece, Rabbinin (azâb) kelimesi haqq (vâcib/gerekli) oldu; o küfredenler üzerine: muhakkak ki onlar cehennem ashabıdır." [59]

8. Bâtıl olmayan, bizatihi haqq

"Bu böyledir. Çünkü Allah, haqq O'dur. O'nu bırakıp çağırdıkları (O'nun dışındaki ilahlar) ise bâtıl­dır."[60]

"Hepsi haqq mevlâları (hakkın ta kendisi/bizati­hi hakk olan O'dur, O'nun dışındaki ilahlar ise bâtıl­dır) Allah'a reddolunmuş olacak; uydurdukları onlar­dan kaybolacaktır." [61]

"Sonra, haqq (hakkın kendisi/bizatihi hakk olan) mevlâları Allah'a reddolurlar. Bilin ki hükm O'nundur ve O hesâb görenlerin en süratlisidir." [62]

"Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri ancak haqq ile yarattık (bâtıl olarak/boş yere: herhangi bir maksat gözetmeksizin yaratmadık)." [63]

9. Borç-borçlu

"Üzerinde haqq olan (üzerinde borç bulanan/borçlu) da imla ettirsin." [64]

"Üzerinde haqq olan (üzerinde borç bulunan/borçlu)..." [65]

10. Evlâ (daha layık, daha öncelikli)  

"Halbuki biz krallığa ondan ehaqqız (evlâyız/daha layıkız, daha öncelikliyiz)." [66]

"İki fırkadan hangisi güven duymaya ehaqq'tır (evlâdır/daha layıktır)?!" [67]

"Acaba hakka ileten mi tâbi olmaya ehaqq (evlâ/daha layık)..." [68]

"Halbuki ehaqq (evlâ/öncelikli) olan Allah'ı ve Rasûlü'nü hoşnut etmeleridir." [69]

"Eğer mü'min iseniz huşu duymaya Allah ehaqqtır (evlâdır/daha layıktır)." [70]

11. Pay

"Onların mallarında malum bir haqq (farz olan bir pay) vardır." [71]

Bunun bir benzeri de Zâriyât sûresindedir. [72]          

 

Hakka:

 

Hakka, kıyamet demektir. Kesin olarak meydana gelecek bir gerçek olduğu için buna "hakka" ismi verilmiştir.  :

 

Hakkat:

 

Gerekli oldu, vacip oldu.

 

Hakîm:

 

Hakîm, her şeyi yerli yerine koyan ve hikmetin gerektirdiği­ni yapan, hikmetli, ha­kim, sağlam, kendisiyle bir ko­nuda hükmedilen, hükmü kesin olan anlamlarına gelir. Kur'ân hakkında her biri gerçektir ve Kur'ân'ın isimlerinden birisi­dir. "El-Hakîm" ifadesi ise, Al­lah'ın esmâ-ı husnâsındandır.

 

Halâk:

 

Halâk; nasip, pay demektir. Zeccâc der ki: Bu kelime, hayırdan bol pay demektir. Çoğunlukla hayırda kullanılır.

 

Halâif:

 

Halâif, "Halîfetun" kelimesinin çoğuludur. Halîfe, herhangi bir iş­te başkasının yerine geçen demektir.

 

Halet:

 

Geçti, yok oldu demektir.

 

Haleqakum:

 

Sizi yarattı. Halk, icat etmek ve örneği olmaksızın yarat­maktır. Bu kelimenin luğat manası "ölçmek" demektir. Bir kimse takun­yayı ölçü aleti ile ölçüp düzgün bir şekilde yaptığında Araplar "Haleka'n-na'le" derler. Tulum yapmak için deriyi ölçtüğünde de "Haleka'l-edime" derler. Haccâc şöyle der:

"Ne Ölçtüysem onu kestim, ne vadettiysem onu yerine getirdim."

 

Halet:

 

Gelip geçti demektir.

 

Hâlidun:

 

"Sürekli olarak kalırlar" demektir.

 

Halife:

 

Halife, başkasının arkasından gelen ve onun yerine geçen kim­se demektir. Bu kelime (faîl) kalıbında olup (fail) manasınadır. So­nundaki tâ mübalağa için gelmiştir. İnsan, Allah (c.c.)'ın hükümlerini icra etme ve O'nun rabbanî emirlerini uygulama hususunda O'na vekalet ettiği için "halife" diye isimlendirilmiştir. Nitekim: "Ey Davud! Biz seni yeryü­zünde halife yaptık."[73] mealindeki âyette de bu manada kullanılmıştır.

 

Halîl:

 

Halîl bir kimsenin iş­leri ve sırları arasına giren ve sev­gisi, kalbin her yanına nüfuz eden dostu demektir. Hiçbir eksikliği olmayan sevgi anlamına "hullet"den alınmıştır. Allah'ın İbra­him'i halîl (dost) kılması onu bir dost olarak, özel olarak, özellikle seçip, lütfetmiş ve rabbani sırlara mazhar etmiş olmasından mecaz­dır.

 

Hâlisa:

 

Hâlisa, akibet ve afiyet kelimeleri gibi mastar olup, hulûs manasınadır. Yani, "Size mahsus, hiç kimse onda size ortak olmayacak" demektir.

 

Halk:

 

Halk[74], yaratmak ve inşa etmek demektir. "Halk" ile "caala" kelimesi eş anlamlı iki keli­medir. Ancak "halk" tekvin ile il­gili inşaya tahsis edilmiş, bir tak­dir ve tavsiye manasını içine alır. Yani "halk"da, yaratılanın her yönüyle özel kaderini yoktan var eden ve takdir eden öncü bir kapsayıcı ilim ve ona göre, gerek maddesiz ve gerek bir madde­den yapma ve düzen verme ma­nası vardır.

Bu şekilde "fıtrat" kelimesi­nin anlamı, halk ve hilkat keli­melerinin anlamından bir cüzdür. "Caale" kelimesi dilimize daha çok "yapmak", "kılmak" şeklinde çevrilebilir. [75]

el-Halg, yedi şekilde tefsir edilir:

1. Din

"(İblis dedi ki): "Onlara Allah'ın halqını (dînini) tağyir etmelerini emredeceğim/söyleye­ceğim." [76]

"Allah'ın halqı (dîni) için tebdil yoktur." [77]

2. Mahlûk (icat etmek/uydurmak) ve yalan söylemek

"Bu başka değil, evvelkilerin halqıdır (öncekilerin uydurup/icat edip söyledikleri bir yalandır)." [78]

"İfk halq ediyorsunuz (yalan söylüyorsunuz /if­tira uyduruyorusunuz)." [79]

"Bu başka değil, bir ihtılâq'tır (o uydurma­dır/yalandır: o yalanı Muhammed kendiliğinden uy­durmuştur)." [80]

3. Tasvirler/suretler

"Hani Benim iznimle tinden bir kuş biçimi halq edi­yordun (çamurdan kuş benzeri bir tasvir/suret yapıyordun!." [81]

Bunun bir benzeri de Al-i İmrân sûresindedir. [82] "Allah'ı bırakıp da çağırdıklarınız hiçbir şey halq ede­mezler; zira onların kendileri halq olunurlar (yani, kendilerine suret verilir)." [83]

Bunun bir benzeri de Furkân sûresindedir.[84]

4. Konuşmak/konuşturmak[85]

"Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu ve sizi ilk defa O halq etmişti (dünyada sizi O konuşturmuştu)." [86]

5. Ca'l (kılmak, yapmak, yaratmak)

"Rabbinizin sizin için halq ettiği ezvâcınızı (eşlerinizi) (Rabbinizin sizin için yaptığı/kıldığı-yarattığı (ce'ale) kadınlarınıza fercten yaklaşmayı) terkedip/bırakıp..." [87]

6. Ba's (ölümden sonra diriliş)

"Halq itibariyle (ölümden sonra âhirette diriltmek bakımından), kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa..." [88]

"Sizi halq etmek (ölümden sonra âhirette diriltmek) mi daha zor, yoksa..." [89]

"Onlar gibisini halq etmeye (âhirette tekrar di­riltmeye) kadir değil midir?!" [90]

7. Dünyada halketmek (yaratmak)

"O ki, gökleri ve yeri halq etti (daha önce yok iken onları halketti/yarattı)"[91]

"Andolsun ki, Biz insanı tinden bir sülaleden halq et­tik (o Rabb dünyada onları böylece yarattı)." [92]

 

Hamd:

 

Hamd sevgi ile birlikte, tazim ve saygı göstererek güzellikle övmektir. Hamd, zemmin zıddı olup şükürden daha umumî bir mânâ ifade eder. Çünkü şükür, nimet karşılığı olur, hamd böyle değildir.

Hamd, İsteğe bağlı ya­pılan bir iyiliğe veya onun başlan­gıç noktası olan bir iyiliğe karşı, gönül rahatlığıyla o iyiliğin sahi­bine saygı ifade eden bir övgü sö­züdür. Kısmen medh, kısmen te­şekkür ile birleşen bir övgü, bir çeşit övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övü­cü veya övülen olmak, ciddi bir övücülük veya övülücülük de­mektir.

Kısacası, hamd bu anlamları kapsayan bir sözdür. Arapça'da hamd kelimesi bu anlamların hepsi için kullanılır. Türkçe'de ise, çoğunlukla mastar ismi ola­rak kullanılır. Diğer kiplerde hamd etmek veya edilmek, hamd ediş veya ediliş, hamd eden veya kendisine hamd edilen, hamidiyet, mahmudiyet (övülmeye de­ğer olmak) denilir ve bugünkü di­limizde bunun öztürkçe olan bir eşanlamlısı yoktur. Şükür de böy­ledir.

Hamdin sırası ile en yüksek rütbeleri şunlardır:

1- Hamidiyet (hamd etmek)

2- Mahmudiyet (övülmeye değer olmak)

3- Hamidiyet ve mahmudiyet

4- Mahmudiyet ve hamidiyet Ayrıca medh, bağıştan önce de sonra da yapılabilir. Hamd ise kesinlikle bir iyilikten sonra yapı­lır; şu kadar var ki, onun hamd edene ulaşmış olması şart değil­dir. Şükürde bu da şarttır.

Türkçe'de bir övme var ki, o da methetme ve sena ile eş anlam­lıdır. Hamd ise medh ile şükür arasında bir nevi övme ve özel bir medihtir. Çünkü medh, canlı ve istediği gibi haraket etme yetene­ği olana da olmayana da yapılır.

Örneğin güzel bîr at ve güzel bir inci övülmüş olabilir; fakat on­lara hamd edilmez. Hamd, inci ve atı bağışlayan, istediğini yapmak­ta serbest olan Allah'a hatta onun ilmi ve lutfuna yapılır, ancak vü­cut güzelliğine yapılmaz. [93]

Kur'ân'da türevleriyle birlikte 68 âyette geçen 'hamd', dilde övme anlamına gelir. Câhiliye döneminde çokça kullanılan bu kelime, o dönemde insanların birbirlerini övmesiyle sınırlıydı. Mesela, Zuheyr b. Ebî Sulmâ'nın şu beyti bunu teyid etmektedir:

"Bir kimse, iyiliğe müstahak olmayan bir başkasına iyilik yapacak olursa, bu kişi kendisine iyilik yapanı övecek yerde yerer. O da yaptığı iyilikten dolayı pişman olur."[94]

"Hamd" kelimesi, câhiliye ve İslâmî dönemlerde "övmek ve yüceltmek" anlamlarında kullanılmıştır. Ancak Kur'ân, bu kelimeyi sadece Allah'a has kılarak buna özel bir mana kazandırmıştır. Câhiliye döneminde ise böyle bir sınırlama yoktur.[95] Zira Arapçada "övme" manasında "medh, sena" gibi isimler de kullanılır.[96]

 

Hame'in Mesnûn:

 

Hame'in mesnûn[97], in­san tohumu olan nutfe demektir. Gerçekten, nutfe her anlamıyla mesnun, yani hem başkalaşan hem de bir kanun gereği şekillen­miş bîr balçıktır. Bu mesnun balçı­ğa "tinil azıb" yapışkan bir çamur[98], "sulaletin min main mehin", sülale olmuş / dayanıksız hakir bir su[99], karışık nutfe demek daha doğrudur.

Bu kavram insan türünün bütün çeşitleri için geçerlidir. İlk örnek olan Adem de sperm hali­ni almış bir balçıktan yaratılmış­tır.

"Hume", uzun süre su ile yumuşayıp başkalaşmış cıvık, ko­kar çamur, yani balçık demektir. Tekili "hemze" vezninde "heme"dir.

Mesnûn değişik anlamlarla tefsir edilmiştir.

1- Başkalaşan manasına,

2- Hakk olunmamış, sürtül­müş, kazınmış veya bilenmiş an­lamına,

3- Dökülmüş, atılmış anlamı­na,

4- Bir biçim ve örnek üzere ta­sarlanmış, düşünülmüş anlamına.

Ayrıca Kâmûs'ta zikredildiği gibi, çekme yüzlü, çelimsiz dilbe­re, "memlesehu hesenetin sehlehe" yahut, yüzü ve burnu bir de­receye kadar söbece olan kimseye de "mesnûnu'1-vech" denilir. [100]

 

Hamîd:

 

Hamîd, öğülmeye ih­tiyacı olmayan, zâtı hamde layık olandır. "El-Hamîd" Allah'ın esmâ-ı hüsnâsındandır.

 

Hâmidûn:

 

Hâmidûn, sönmüş ateş gibi hareketsiz, ölüler demektir.

 

Hamîm:

 

Hamim, son derece sıcak, ısısı şiddetli, kay­nar su demektir. Cehennemin ba­ğırsakları parçalayan suyuna ve­rilen isimdir. Ancak bu kelime farklı üç anlamda kullanılır.

1- "Veliyy-i hamım" gibi ya­kın yakılgan, hısım veya dost an­lamlarına.

2- "Hamim en" gibi kaynar sıcak su anlamına, öyle ki, Cehen­nemin suyuna "hamım" denmesi bundandır.

3- Kâmûs'ta geçtiği üzere so­ğuk su mânâsına da gelir. Ezdaddandır. Zira soğuk kaynak suyu sıcakta buğulanır.[101]

Hamîm, iki şekilde tefsir edilir:

1. Yakın rahim sahihleri/yakın akraba­lar

"Ve bir hamîm, bir hamîm'e (hiçbir yakın akra­ba, kâfir olan hiçbir yakın akrabasını) sormayacak." [102]

"Hamim (yakın) bir sadîk (dost) yok." [103]

"Hamîm (yakın akrabalığı bulunan) bir velî (dost/koruyucu) gibi olur." [104]

2. Sıcak/kaynar

"Hamîm (sıcak /kaynar) bir sudan sulanıp da bağır­saklarını paramparça eden kimselere..." [105]

"Başlarının üstünden hamîm (sıcak/kaynar su) dökülür." [106]

"Sonra başının üstüne hamim (sıcak/kaynar su) azabından dökün..."[107]

"Sonra onun üzerine, onlar için hamîm'den (sı­caktan) bir katkı/haşlama vardır." [108]

"Onun (cehennem) ile hamîm (sıcak/kaynar su) arasında dönüp dolaşacaklar." [109]

 

Hamiye:

 

Hamiye[110]: Şiddetli hara­ret, sıcaklık mânâsına "hami" den kızgın, kızışkın demektir. "Hamiye'1-vatisu" "Fırın kızıştı", "Ha­miye eş-şemsü ve'n-nâru" "güneş ve ateş kızıştı" demek olur. Masdarı "hamyen", "humyen" ve "humuyyen" gelir.

Ateş zaten kızgın demek iken, "nâr" denildikten sonra, bir de "hamiye" ile nitelendirilmesi sanki, diğer ateşlerin buna göre soğuk kalacağı ifade edilmek is­tenmekte, ateşin müthiş yakıcılığı anlatılmaktadır. [111]

 

Hamiyyet:

 

Hamiyyet, izzet-i nefis ve şiddetli öfke demektir. 

Hamiyyet, namus gayretiyle kızmak, bir şeyden uta­narak sapmak, arlanarak yüz çe­virmektir. Râgıb; "kuvve-i gadabiyye" (kızgınlık ve öfke duygusu) kabarıp çoğaldığı za­man buna hamiyet denilir, de­miştir, "Hameytu alâ fulânen" (falana karşı hamiyete gel­dim/kızdım) demek "gadabtu aleyhi" (ona öfkelendim) demektir."Hamiyyeti cahiliyye" cahiliye hamiyeti, hakkı kabul et­meye engel olan hamiyettir:

 

Hammalete’l-Hatab:[112] 

 

Hammâlete'l-hatab[113] deyimi, odun hamalı, odun taşıyı­cısı demek olduğu gibi, nemmam, koğucu, öteye beriye laf getirip götüren, fesadçı manasına mecaz olarak da kullanılır.

Keşşafta; halk arasında koğuculuk eden müfside, fesat çıkaran kişiye, "yahmilu'l-hatabu beynehum" (aralarında odun taşıyor­lar) denildiği ifade edilmiş, aynca bir şiirde;

"Beyazları (yüzleri ak, temiz kimseleri) avlamağa çalışmadın, Alçaklığın sırtına binerek oba arasında yaş odun (beynet hayyi bi'l-hatab)la yürümedin." diyerek, yaş odun taşımanın, yaş odunun dumanın çok olaca­ğından dolayı şerrin ve nifakın büyüklüğüne işaret edilmek is­tenmiştir.

Türkçe'de kundakçılık et­mek, yangına körükle gitmek tabirleri buna benzer. Leheb Sûresi ile birlikte düşünüldüğünde, iz­zet ve servet içinde büyümüş bir kadınının odun hamalı olması acıklı bir sefalettir. [114]

... (Ve karısı): O Harb'in kızı, Ebu Süfyan'ın kızkardeşi Ümm-ü Cemil'dir. Geceleyin diken, çalı vb. şeylerden bir tutam alır, götürüp Resulullah (as)'in yoluna serpiştirirdi. Onun asılsız sözler/iftiralar yaydığı da söylenir. İnsanların arasını bozan iftiracıya "ara(larm)da odun taşıyor" denir; yani aralarındaki ateşi körüklüyor ve geriye kendi payına bozgunculuk kalıyor. Ya'kub bir şiirinde şöyle demektedir:

Onurun göstergesi sürekli diğerlerini kınamayı bir av bini­ti yapmamak

Ve toplum içinde dedikodu (Hetebu'r-ratb) yapmamaktır.[115]

... Yani günahlar ve hatalar taşıyıcısı. (Hammalete'l-hatabin) "asılsız sözler yayıyor" anlamına geldiği de söylenir. Buna binaen "asılsız sözler/nemime", "odun/hatab" diye tes­miye edilmiş, zira o toplumun temeline düşmanlık ve kin eker. [116]

...Odun ve çalı çırpı yüklenip Nebi (as)'in yoluna atar­dı. Hammalete'l-hatabın, insanlar arasında dedikodu yapmaya kinaye ya da günahların çokluğuna istiare olduğu da söylenmiştir. [117]

Lafzen "odun hamalı", insanlar arasında "nefret ateşini tutuşturmak için" gizliden gizliye gerçek dışı söylentiler ya­yan ve iftiralar atan kişiyi anlatan meşhur bir deyim.[118] Kadının adı Erva' Ümm-ü Cemil binti Harb b. Ümeyye idi. Ebu Süfyan'ın kardeşi ve dolayısıyla Ümeyye saltanatının kurucusu Muaviye'nin halası idi. Onun Muhammed'e ve O'na tâbi olanlara karşı nefreti o kadar şiddet­li idi ki, sık sık karanlıkta Hz. Peygamber'in evinin önüne onu yaralamak için dikenli çalılar serperdi ve bu büyük öf­kesini sürekli olarak Hz. Peygamberi ve onun mesajını ze­deleyici iftiralar atmak suretiyle gösterirdi [119]

Buradaki "hammalete'l-hatab" kelimesi "odun toplayan kadın" anlamındadır. Müfessirler bu konuda pek çok mana beyan etmişlerdir. İbn Abbas, İbn Zeyd, Dahhak ve Rubeyye b. Ans diyorlar ki:

Geceleri dikenli ağaç dalları getirterek Resulullah'ın kapısının önüne bırakan bu kadına yaptığı ha­reketten dolayı "odun toplayan kadın" denilmiştir. Katade, İkrime, Hasan Basri, Mücahid ve Süfyan Sevri de diyorlar ki:

O kadın, fesat çıkarmak için laf taşırdı. Onun için Arapça ıs­tılahına uygun olarak ona "odun toplayan kadın" denmiştir. Araplar fesat ateşini körükleyen bu tip kişiler için "odun toplayan kişi" derler. Said b. Cübeyr diyor ki:

Bir kimsenin kendi günahlarını taşımasına, "Fulanun yahtabu ala zahrihi" (falan şahıs sırtında odun taşımaktadır) denir. Dolayısıyla "hammalete'l-hatab"m manası da "günahını taşıyan kadın" olur. [120]

Odun (hamalı) taşıyıcısı terkibinde, istiâre-i latife var­dır. Bu terkib, "laf taşımak" için müstear olarak kullanılmıştır. Bu meşhur bir istiaredir. [121]

Müfessirlerin "hammalete'l-hatab" deyimi için öne sür­dükleri anlamları aşağıdaki şekillerde özetlemek mümkündür:

a) Asılsız sözler/iftiralar yayan,

b) İnsanların arasını bozan iftiracı,

c) Günah ve hata taşıyıcısı,

d) Fesat ateşini körükleyen kişi.

e) Günahlarını taşıyan kadın.

Anlaşılan odur ki ayette yer alan ve anlaşılmasında problem bulunan kelime "hatab/odun" kelimesidir. Fakat bu kelimeyi havi terkib ve bu terkibin bağlamı, aslında ke­limenin, basmakalıp anlamını aşan bir mahiyette kullanıldığına işaret ediyor.

Zira "hatab" kelimesi buradaki haliyle kadim Arap lite­ratüründe kendisine atfedilen sembolik anlamlan karşılıyor.

"Hammalete'l-hatab" terkibinin, Ümm-ü Cemil'in diken, çalı vb. şeyler taşıyıp Peygamberimiz (as)'in yoluna bırakmışlığıyla herhangi bir ilgisi yoktur. Ümm-ü Cemil'in di­ken, çalı vb. nesneleri geceleri götürüp Peygamber'in geçe­ceği yollara bırakmasıyla bu sıfatı aldığını düşünmek onun tarihte İslam'a ve peygamberine karşı üstlendiği rolü ve de­yimin anlamını fazlasıyla basitleştirmek, yüzeyselleştirmek olacaktır. Bilakis ona; taşıdığı laflardan, günahlardan, hata­lardan, asılsız sözlerden ve takındığı bozgunculuk tavrın­dan dolayı bu tanımlama yapılmıştır ve artık bu deyim ne­redeyse sadece onu hatırlatır olmuştur.

D.İ.B., Bilmen, Yavuz, Davudoğlu, Ateş, Bulaç, T.D.V., Y. Öztürk, Atay, A. Öztürk, Koçyiğit, Hizmetli, Varol ve Piriş gibi mütercimler "hammalete'l-hatab" terkibinin literal çevirisini tercih ederek bunun aynı zamanda deyimsel bir ifade olabileceği görüşünü okuyucunun takdirine bırak­mak yolunu seçmemişler ve böylece "odun hamalı" şeklin­deki bir tercümeyle onu eksik bilgilendirmişlerdir. Bu ne­denle okuyucu terkibin deyimsel anlamını öğrenme fırsa­tından mahrum kalmıştır.

Elmalı ve Çantay ise konuya dipnotlarıyla açılım sağla­maya çalıştıkları için tercümeleri üzerinde durmayı gerekli görüyoruz.

Elmalı: Karısı da odun hamalı olarak; ...

Hammalete'l hatab tabiri Arapçada nemmam, koğucu de­dikoducu. Öteye beriye laf götüren fesatçı manasına mesel ol­muştur. Nitekim insanlar arasında nemimelerle koğuculuk eden müfside "aralarında odun taşıyor" denilir. Buna lisanı­mızda kundakçılık da denir ki "yangına körükle gitmek" bu­na benzer. Fakat lisanımızda "odun hamalı... tabirinden biz bu manayı değil, küçük düşürmek (tezlü) manasını anlarız. Bu nedenle biz diğer manaları da dikkate alarak ahiretteki se­faletlerini göstermek üzere odun hamalı diye tercüme etmeyi uygun bulduk.

Çantay: Karısı da (Hem) odun hamalı olarak

Çünkü (Ümmü Cemil denilen ve "Ebu Süfyan"ın hemşi­resi olan o kadın, Resulullah (as)'ın geçeceği yollara diken atardı. "Beyzavi, Celaleyn, Medarik". Yahud: Resulullah sallallahu aleyhi veselleme düşmanlığının ve zevcini de ona eziyyet etmeye teşvikinden dolayı. Yahud: Düşmanlık ateşini kö­rükleyen nemmamlığından ötürü günahların hammalı olarak. [122]

Merhum Çantay, terkible ilgili görüşleri sadece naklet­mekle yetinerek tercih hakkını okuyucuya bırakmıştır. Bu duyarlı davranış, okuyucunun ilgisini uyandırmaya vesile olabileceğinden ötürü takdire mazhar olmakla beraber ka­naatimizce terkibin mecazi anlamına ulaşma noktasında yetersizdir

Merhum Elmalı'nın açıklamaları konunun anlaşılması açısından gerekli bilgileri te'min edecek niteliktedir. Ancak biz bütün bu bilgilere rağmen, hem Çantay hem de Elma­lı'nın yaptığı gibi, deyimin "odun hamalı" olarak tercüme edilmesinden yana değil. Bilakis, önereceğimiz tercüme­lerin terkibi anlamayı daha çok kolaylaştıracağına inanıyoruz:

- Asılsız sözler/iftiralar yayan karısı da.

- İğrenç söylentilerin taşıyıcısı olan karısı ile birlikte (Esed)

- Fesat ateşini körükleyen karısı da

- Dedikodu yapan karısı da

- Günahlarını taşıyan karısı da vb.

 

Hamr:

 

Hamr, örtmek anla­mına masdar olduğu halde çiğ üzüm şırasından keskinleşmiş ve köpüğünü atmış olan şaraba isim olmuştur. Çünkü şarap aklı bürüyüp örter. Başka bir deyişle "kafa­yı dumanlar" ki buna "humar" denilir.

"Hamr" kelimesinin bu üzüm şarabına isim olarak veril­mesi özel bîr isimlendirmedir. "Hamr" kelimesi genel olarak, ak­la humar veren yani "kafayı du­manlandıran şey" anlamında kul­lanılır. Bu anlama göre sarhoşluk veren herşey "hamr"dır.

 

Hanif:

 

Hanif, batıl dine karşılık hak dine meyleden demektir. Hanf meyletmektir. Ayaklarının birinde eğiklik olan kişiye "ahnef" ismi verilir. Şâir şöyle der:

Biz yaratıldığımızda, bütün batıl dinlerden uzak, hanif dini üzerine yaratıldık.[123]

Hanif ve haniflik, İs­lâm'ın akîde, ahlâk, sosyal ve top­lumsal yönü itibariyle seçkin özelliklerini göstermektedir. Ha­niflik çoğunlukla Hz. İbrahim'in milleti olarak, müşrikliğin karşıtı olarak kullanılmaktadır.

Ancak Beyyine Sûresi'nde de olduğu gibi, tevhid ve ihlas ile dinde salah ve doğruluğu ifade etmek için de kullanılmıştır. Kısa­cası haniflik Kur'ân'da, Hz. İbra­him'in milletinin bir vasfı olmak­la beraber, müşrikliğin zıddı ola­rak, bütün peygamberlerin milleti olan tevhid ve ihlas dinin bir un­vanı olarak kullanılmaktadır.

Hanif, "hanef" masdarından bir sıfattır. "Hanef" ise dalaldan istikamete, çarpıklıktan doğrulu­ğa meyildir. Nitekim, doğruluk­tan eğriliğe, haktan haksızlığa meyletmeye "cim" ile "cenef" de­nir. Hanif kavramının asıl manası, eğriliği bırakıp doğrusuna giden demektir.

Hanif, örfte İbrahim milletine isim olmuştur. Başka dinlerden batıl ilahlardan çekinip yalnız tek Allah'a eğilen muvahhid demek­tir.

 

Hannâs:

 

Hannâs, gizli hareket etmeyi ve geride kalmayı âdet haline getiren demektir. Ceylan gizlendiğinde "Hanese’z-zabyu" denilir. Kul Rabbini andı­ğı zaman gizlendiği ve Allah'ı anmayı unuttuğu zaman dönüp ona vesvese verdiği için Şeytan'a Hannâs denilmiştir. "Hunus" Gecikmek demektir.

Hannâs, "hunus"tan mübala­ğalı ism-i fail veya o vezinde ism-i mensub olarak Nâs Sûresi'ndeki kullanımında "vesvâs"ın sıfatı­dır. Çok hunus edici, hunus etme­yi adet haline getiren demektir.

"Hunus" ise, geri dönmek, gerilemek, büzülmek, sıkışmak, gaybubet/bilinmezlik/kayıplık, yani büzülüp sıkılmak, sinip kay­bolmak, nabedid/görünmez olan, kaybolan manalarıyla ilişkili ol­duğu gibi, geçişli olarak, gerilet­mek, munkabız etmek, sindirip kaybetmek, manalarına da gelir.

Müfessirlerin çoğu, geçişsiz olarak, te'ahür/geri çekilmek, munkabız/sıkışıp büzülmük ile sinmek manasına göre tefsir et­mişlerdir.

Bu anlama göre "hannâs" ge­ri çekilerek veya büzülüp sinerek fırsat bulunca dönmek adeti/hu­yu/alışkanlığı olan demek olur. Bu nedenle "hannâs"ı, sinsi diye tercüme ettik. "Hannâs"ın şeytan olduğu gibi insan olması da mümkündür. Çünkü Allah "mine'l-cinneti ve'n-nâs" yani hem cinlerden hem de insanlardan di­yor.

 

Harâb:

 

Harâb, yıkmak ve yok etmek demektir. Harap, maddî ve ma­nevî olmak üzere iki kısımdır. Meselâ: Allah'ın evleri olan camileri yık­mak maddî, O'nun emirlerini bu camilerden kaldırmak ise manevî tahriptir.

 

Harb:

 

Harb, iki şekilde tefsir edilir:

1. Küfr

"Ey îmân edenler! Allah'a ittiqa edin ve faizden arta kalanı bırakın; eğer gerçekten mü'minler iseniz. Yok eğer yapmazsanız Allah ve O'nun Rasûlü'nden bir harb olunacağını iyi bilin." [124]

Burada harb ile, küfr kasdedilmiştir.

"Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne karşı harb/muhârebe edenlerin (küfre­denlerin) karşılığı ancak..." [125]

2. Kıtal/savaş

"Eğer onlarla harb'te (kıtalde/savaşta) karşı karşıya gelirsen, onlara öyle bir ders ver ki, halefleri­ni de yıldırıp dağıtsın." [126]

"Her ne zaman harb (kıtal/savaş) için bir ateş tutuşturdularsa, Allah onu söndürdü." [127]

 

Hard:

 

Hard; kasıt ve azim demektir. 

 

Harec

 

Harec, üç şekilde tefsir edilir:

1. Şekk/şüphe  

"Yok, yok! Rabbine kasem olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir harec (şekk/şüp­he) duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadık­ça îmân etmiş olmazlar." [128]

"Sakın ondan dolayı göğsünde bir harec (Kur'ân'ın Allah'tan geldiği hususunda bir şekk/şüphe) olma­sın." [129]

"Kimi de dalâlete düşürmeyi irade ederse, onun göğ­sünü dıyq-harec yapar (onun göğsüne şekk/şüphe koyar)." [130]

2. Dıyq (darlık/sıkıntı/zorluk)

"Allah'ın muradı sizi harece (dininizle ilgili herhangi bir hususta sıkıntıya) sokmak değil." [131]

"Dînde size bir harec (darlık) vermedi." [132]

3. Günah  

"Zayıflara, hastalara ve infak edecek bir şey bulama­yanlara bir harec (bunların gazveye katılmama­larında bir günah) yoktur." [133]

"A'mâya harec yok, topala harec yok, hastaya harec yok. Bu­nunla beraber kim Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne itaat ederse, (Allah) onu altlarından ırmaklar akan cennetlere kor. Kim de yüz çevirirse, onu da acı bir azâb ile azablandırır."[134]

"A'mâya harec yok, topala harec yok, hastaya harec yok (onlarla beraber yemek yemekte bir günah yok)." [135]

 

Hares

 

Hares kelimesi, "haris"in çoğuludur, veya "hadem: hizmetçiler" ve "hadim: hizmetçi" gibi topluluk ismidir. "Haris" ise, bekçi, muhafız, koruyucu, güvenlik gö­revlisi, bekleyip gözeten anlamlarındadır.

 

Harîk:

 

Harîk, "mü'lim" ma­nasında "elim" gibi, "müf'ü" ma­nasında "feil" olarak "muhrik" manasına gelir. Yakıcı cehennem azabı demek olur. "El-harîk" ce­hennem tabakalarından bir taba­ka diye tefsir edilmiştir. Bununla beraber "harîk", İhtirak, yanış, yangın manasına da gelir.

 

Harrâsûn:

 

Harrâsûn, "yalancı" mânâsına gelen "Harrâs" kelimesinin ço­ğuludur.

 

Hars:

 

Hars, toprağı onarıp tohum atmak, sürmek, ekilen tar­laya, ondan meydana gelen ekine de denir. Ekim veya ekin denebi­lir. Hars, ziraat ve ekin ekmek, de­mek olup ekin yeri ekilecek tarla anlamında isim de olur.

Bakara: 2/223'te bu anlamdadır. Ka­dının kadınlık organı tarlaya, er­keğin nutfesi (spermi) tarlaya atı­lan tohuma, doğacak çocuk da el­de edilecek ekine benzetilerek is­tiare yapılmış olur.

Hars, "zer" (ekmek)ten daha geneldir. Sürmek manasına da ge­lir. Ekim ve ekin demektir.

Hars, üç şekilde tefsir edilir:

1. Bizatihi hars (ekin/ekinlik)

"Ve hars (insanların ektiği tahıl ve benzeri ekin­ler) sulamamıştır." [136]

"Harsı (insanların ve diğer canlıların yedikleri tahıl ve benzeri ekinleri) helak eder." [137]

2. Sevâb

"Kim âhiret harsını (ebrârdan olup sâlih ameliy­le âhiret sevabını, mükâfaatını) irâde ederse, onun harsını (sevabını) arttırırız. Kim de dünya harsını (facirlerden olup sâlih ameliyle dünya seva­bını, mükâfaatını) irâde ederse, ona da ondan bir şeyler veririz ve onun âhirette hiçbir nasibi olmaz." [138]

3. Kadınların fercleri/çocuğun doğduğu yer

"Kadınlarınız sizin için bir hars'tır (kadınların fercleri, çocuk için bir tarladır/tarla mesabesindedir). O halde harsınıza (kadınların ferclerine) diledi­ğiniz gibi varın (-Allah'ın emrettiği gibi, çocuğun doğduğu yerden/fercten olmak şartıyla- ne zaman ve nasıl isterseniz onlara öyle yaklaşabilirsiniz: ister yüz-yüze, ister arkasını dönmüş vaziyette, ister ayakta, is­ter diz çökmüş olarak onlarla cinsî münâsebet kurabi­lirsiniz)". [139]

 

Harse'l-Âhire:

 

Harse'l-âhire, âhiret kazancı. "Hars" aslında, tohumu yere atmak demektir. Tohumdan elde edilen ekine de "hars" denir. Daha sonra istiare yoluyla, amellerin meyveleri ve neticeleri için kullanılmıştır.

 

Harûr:

 

Harûr, güneş ısısının şiddeti. Misbâh yazarı şöyle der: "Harr: sıcak", kelimesi "Berd: soğuk" kelimesinin zıddı olmaktadır. Bu kelimenin ismi "Hararetun" şeklindedir. "Ateş, tutuşup yandı" mânâsına "Harete’n-nâr" denir. Harûr, sıcak rüzgâr demektir.[140]

 

Hasâr:

 

Hasâr, helak ve sapıklıktır.

 

Hasâsa:

 

Hasâsa, fakirlik ve ihtiyaç demektir.

 

Hasbuhû:

 

Hasbuhû, ona yeter.

 

Hasbuhüm:

 

Hasbuhüm, "Onlara yeter" demektir.

 

Hased:

 

Hased, Râgıb'ın be­yanına göre, bir nimeti hak eden­den, o nimetin yok olmasını iste­mektir. Çoğunlukla o nimetin yok olması için büyük çaba harcar.

Rivayet edildiğine göre; mü'min gıpta eder, münafık ha­sed eder. Kâmûs ve diğerlerinde geçtiğine göre de, yok olmasını is­tediği nimetin kendisine geçip geçmemesini istemekten daha ge­neldir. "Hased"de asıl olan mana, bir nimetin, bir faziletin, bir ke­malin sahibinden çıkmasını iste­mek, bu nimetin kendisine geç­memesinden öte, başkasında bu­lunmasını çekememektir.

Öyle ki, "onunki onda dur­sun da sana da verelim deseler memnun olmaz. Keşke onunkinin hepsi gitse de kendisine bir şey verilmese" diye düşünür, bu daha çok hoşuna gider. Bu nedenle, ha­sed edilen nimet, hasid/hased eden tarafından ele geçirilmesi mümkün olunmayan kişisel fazi­letler ve olgunluk türünden özel­likler olursa, hasid o zaman bütün bütün fazilet düşmanı kesilir. Onu kendine çeviremediğinden dolayı kıskandığını, hased ettiğini imha ve yok etmekle teselli olmak ister.

Kısacası hasid, kendisinin on­masını değil, diğerinin onmama­sını ister. Başkasının sahib olduğu üstünlüklerin yok olmasını iste­mekle beraber, kendisine onun gi­bisinin veya daha iyisinin veril­mesini istemek, hased değil "gıp­ta" olur. Bu imrenmektir.

 

Hasene:

 

Hasene, insanın nef­sinde, bedeninde, kısacası elde et­mekle mesut ve bahtiyar olacağı her nimettir. İsim manasıyla güzel ve güzellik demektir. Hasen, yani güzel, sevince sebep olan ve arzu edilen herhangi bir şey demektir ki, hüsün, güzellik onun nefsinde etkili olan özel bir haldir.

Buna göre "hüsün", ortada bulunan bir iş olmakla beraber, değeri enfüsi (sübjektif) etkisi ne­deniyledir. Yani "hüsün", "istihsan"dan önce gelir. Ancak ortaya çıkışı onunladır. Bunun için hasen üç çeşittir.

1- Akıl ve basiret yönünden güzel bulunma.

2- Heves yönünden güzel bu­lunma.

3- Hüsün yönünden güzel bu­lunma.

Halk, güzelliği hissi ile, genel­likle de gözüyle arar. Kur'ân'daki güzellikler ise genellikle basiret yönünden güzel bulunmuş olan­lardır.

Hasen, hem zatlara hem ma­nalara söylenir. Hasene, sıfat ol­duğunda böyleyse de, isim olunca maneviyatla ilgilidir. Hüsna ise yalnızca manevî şeylerle ilgili ola­rak söylenir.

 

Hasene, Seyyie

 

Hasene ve seyyîe ibaresi, beş manada tefsir edilmiştir:

1. Hasene, zafer ve ganimet; seyyie, katl ve hezimet

"Size bir hasene (Bedir Günündeki gibi bir nasr/zafer ve ganimet) dokunursa, onları tasalandırır. Eğer size bir seyyie (Uhud Günündeki gibi bir katl ve hezimet) isabet ederse ona sevinirler." [141]

"Onlara bir hasene (nasr/zafer ve ganimet) isabet ederse, "Bu Allah'ın indindendir" derler. Onlara bir seyyie (Uhud Günündeki gibi bir katl ve hezi­met) isabet ederse, "Bu sendendir" derler." [142]

"Eğer sana bir hasene (iyilik, nasr/zafer ve gani­met) isabet ederse, onları tasalandırır. Eğer sana bir seyyie (kötülük, katl ve hezimet) isabet eder­se..."[143]

2. Hasene, tevhîd; seyyie, şirk

"Kim hasene (tevhid) ile gelirse, ona ondan daha hayırlısı vardır (tevhidten dolayı bir hayr elde eder). Ve onlar o gün feza'dan emin olurlar. Kim de seyyie (şirk) ile gelirse, yüzleri ateşte sürtülür..."[144]

"Kim hasene ile gelirse, ona ondan daha hayırlısı verilir. Kim de seyyie ile gelirse, seyyiât yapanlara, yaptıkları dı­şında karşılık verilmez." [145]

"Kim bir hasene ile gelirse, ona onun on misli vardır. Kim de bir seyyie ile gelir­se, onun misli dışında karşılık verilmez. Onlara zulmedil­mez. "[146]

3. Hasene, yağmur ve mahsul bolluğu; sey­yie, yağmurun, mahsul-nebat ve hayr'ın kıtlığı/yokluğu

"Eğer onlara bir hasene (yağmur, mahsul ve hayr bolluğu) gelirse, "Bu zaten bizim hakkımızdır" derler­di. Eğer onlara bir seyyie (yağmursuzluk/kurak­lık ve mahsul kıtlığı) isabet ederse, Mûsâ ve o'nun beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı." [147]

"Sonra seyyieyi (yağmursuzluğu/kuraklığı, hayr ve mahsul kıtlığını) hasene (yağmur ve mahsul bolluğu) ile değiştirdik." [148]

"Onları hem hasene (yağmur ve mahsul bolluğu) ile hem de seyyie (yağmur ve mahsul kıtlığı) ile imtihan ettik." [149]

"Ellerinin önden gönderdikleri sebebiyle onlara bir seyyie (yağmursuzluk/kuraklık) isabet ederse... " [150]

4. Hasene, akı­bet; seyyie, dünyada azâb

"Senden, haseneden evvel (akibetten önce) seyyi­eyi (dünyada azabı) çabuklaştırmanı isterler. " [151]

5. Hasene, afv ve güzel söz; seyyie, kabih/çir­kin söz ve eziyet

"Seyyieyi (kötü söz ve eziyeti) hasene (güzel söz ve afv) ile savarlar." [152]

"Hasene (afv ve safh) ile, seyyie (kötü söz ve eziyet) bir olmaz." [153]

"Seyyieyi (kötü söz ve eziyeti) ahsen (en güzel, afv ve safh) ile defet!" [154]

"Rabb'lerinin vechini isteyerek sabrederler, salâtı ikâme ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli-açık infak ederler ve seyyieyi hasene ile savarlar. İşte yurdun ukbâsı bunlaradır."[155]

 

Haserât:

 

Haserât, bir fırsatın kaçırılmasından dolayı, kalpte meydana gelen üzüntü mânâsında olan "hasretun" kelimesinin çoğuludur. Muhtâru's-sıhah yazarı şöyle der: Hasret, elden çıkan şeye karşı duyulan şiddetli üzüntü de­mektir.[156]  

 

Hâsıb:

 

Hâsıb, taş demektir. Bir görüşe göre de, çakılları hareket etti­rip savuracak kadar şiddetli rüzgâra denir.

 

Hasien:

 

Hâsien, "husu"dan ism-i fail olarak, "basar"dan hal­dir. Köpekleri azarlayıp, hakaretle kovmak, sürüp uzaklaştırmak manasına müteaddi/geçişli veya kovulmuş gibi hakaretle defolup gitmek manasına lazım/geçişsiz fiil olur.

Mü’minun: 23/108'deki "ihseu" (yıkılıp gidin) ifadesi bu anlamdadır. Ayrıca, "hâsien" kelimesi, gözün dumanlanıp kamaşması, uyuşup fe­rinin kaçması manalarına da gelir.   

 

Hasiîn:

 

Hasiîn, horlanmış ve hakir mânâsına gelen hâsi kelimesinin çoğuludur. Dilciler: "Hâsi, insanlara yaklaştığında, hoşt denilerek kovulan köpek gibi, kovulmuş, uzaklaştırılmış, alçak kimse demektir." derler.

 

Hasîr:

 

Hasır, yorgun demektir. Yorulmak mânâsına gelen "Husur" kökündendir. Deve yorulup yürümekten kesildiğinde "Hasera’l-beîru" denir. Şâir şöyle der:

Ona Mina'da Muhassab'ta baktım. Bakışlarım bana yorgun olarak döndü.[157]

Hasîr, "hasr", "huşur" veya "hasret" ten hasîr veya mah­sur manasınadır. "Hasîr", kapalı veya örtülü bir şeyi açmak, sıyır­mak, açığa çıkarmak anlamındadır.

"Hasereti'l-mer'etü an vechiha kinâen" (Kadın yüzündeki pe­çeyi sıyırıp açtı/attı) demektir. Bu anlamdan  hareketle, hayvanı kuvvetinden düşürecek derecede koşturup yormağa da "hasîr" de­nir. "Hasr" ise, açılmış, sürülüp yorulmuş, dermansız bırakılmış demek olur. "Hasîr" de, çok yorup dermansız bırakan demektir.

 

Hasîs:

 

Hasîs, "hasse" masdarından fe'yil manasında fail veya mef'ul olarak "hâse" veya "mahsuse" manalarına gelir ki, burada bir isteyenin bir de istenilenin ha­lini gösterir. "Hass" ise övgü ve teşvik ile kandırıp kızıştırmak veya kanıp kızışmak demektir. Geçişli de, ge­çişsiz de kullanılır. Bir ısrarı, sa­bırsızlığı, aceleyi ve hızlılığı gerektirir. Bunun için "hasîs" sade­ce, seri olmak, aceleci olmak veya süratlendiren manalarına da gelir.

A'râf Sûresi'nin 54. ayetindeki, "yatlubühû hasîsen" (gündü­zün geceyi kovalayarak bürüyüp örtmesi) yani gündüzün geceyi hasis olarak talebi, sürat ve ısrar ile aralıksız bir şekilde takip etmesi anlamında tefsir edilmiştir.

 

Hasret:

 

Hasret, büyük pişmanlık demektir.

 

Hâşia:

 

Hâşia; boyun eğen, zelîl manasınadır.

 

Hâşian:

 

Hâşian, zelil ve boynu bükük halde demektir.

 

Hâşiın:

 

"Boyun eğenler" Hâşi', mütevâzi manasına gelir. Aslında bo­yun eğmek ve zillet manasınadır.. Zeccâc şöyle der: Hâşi', üzerinde zillet ve sükûnet alâmeti görülen kimse demektir. "Artık çok merhametli Allah hürmetine sesler kısılmıştır[158] mealindeki âyette de sükûnet manasına kullanılmıştır.[159]

 

Haşr:

 

Haşr, toplamak demektir. Kıyamet günü insanların, hesap ve ceza için toplandıkları gün olduğundan dolayı o güne "haşr günü" denil­miştir, "Vehaşera liSüleymane cunudehu: Süleyman'ın orduları huzurunda toplandı"[160] mea­lindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır.

Haşr, halkı bulun­dukları mekanlarından, yerlerin­den çıkararak, onları cemaat halin­de (toplu olarak bir araya getirme biçiminde) bir yere toplamaktır. Bu nedenle çokluk ve yığılma ifa­de eder.

Kelime genelde bu anlamda kullanılmasına rağmen mutlak "toplanmak" anlamına da gelir. Barış durumundaki bir toplamayı ifade edebilirse de bir seferberliği ifade etmesi ve asker toplama an­lamı daha açıktır.

Haşr, iki şekilde tefsir edilir:

1. Toplamak/bir araya getirmek

"Onları haşr edeceği (toplayacağı/bir araya geti­receği) gün, gündüzün bir saatinden başka durma­mış gibi (gelecek müşriklere)..."  [161]

"Onları ve Allah'tan başka ibâdet ettiklerini haşr edeceği gün..."[162]

"Onları da/hiç birini bırakmaksızın haşr etmiş (toplamış/bir araya getirmiş) olacağız." [163]

"Vahşi hayvanlar haşr edildiği (toplandığı/bir araya getirildiği) zaman..." [164]

"Süleyman'ın cin, insan ve kuşlardan orduları huzu­runa haşr edildi (toplandı)." [165]

"Kuşları da haşr olmuş (toplu) halde (musahhar kılmıştık); her biri o'na evvab idi." [166]

2. Sevketmek (ileri doğru sürmek, gütmek/yed­mek)

"O zulmedenleri (.....) haşr edin (hesaba çekilme­lerinin ardından o şirk koşanlar ile onlarla birlikte olan şeytanları sevkedin) onları cahîmin yoluna ile­tin!" [167]

"Biz onları Kıyamet Günü yüzleri üstü haşr edeceğiz (ateşe sevkedeceğiz)." [168]

"Mücrimleri (müşrikleri) haşr edeceğiz (sevkedeceğiz) o gün (hesabın ardından cehenneme) göm­gök olarak." [169]

 

Haşye:

 

Haşye[170] ifadesi, tazim, saygı, sevgi ve korku anlamına gelir. "Haşyet", insanı Allah'a kulluğa yaklaştıran, yüksek bir aşk ve heyacan uyandıran, güzel bir haleti ruhiyedir. Bu nedenle, haşyet, mutlak korkudan /havftan daha şiddetli olmalıdır. [171]

 

Hata' Ve Nisyân:

 

Hata' ve nisyân[172] iki çeşittir. Birisinde hata' ve nisyân sahibi mazur görülebilir. Diğerin­de ise mazur görülmez. Örneğin bir kimse, üzerinde bir pislik gör­se de bunu temizlemeyi geciktirip daha sonra da unutarak namaz kılsa mazur olmaz. O pisliği gö­rür görmez temizlemediğinden dolayı kusurlu hareket etmiş olur. Ancak üzerindeki pisliği görme­yerek namaz kılmışsa mazurdur.

Aynı şekilde, bir kimse bir ava tüfekle ateş etse de bir insanı vursa, orada insan bulunabilece­ğini hesaba katmadığı ve gerekli önlemleri almadığı için kusurludur. Yine bunun gibi, kişi dinî emir ve görevleri öğrenmeye ça­lışmaz ve öğrendiklerini tekrar edip uygulamazsa ve bu nedenle unutursa, bu unutmadan dolayı mazur olmaz. Ancak kusur, hata ve unutma kişinin gücü ve irade­si dışında gerçekleşmiş ise mazur sayılabilir. Böyle olsa da kesinlik­le hesaba çekilmeyecek anlamına gelmez. Kur'ân böyle bir ihtimali tümüyle ortadan kaldırmıyor. Unutma ve hata ile yapılan bir zehirin bir zararı yoktur demleme­yeceği gibi bunlar da böyledir. "Hata", günah ve kusur, "nesine", "nisyan" ise unutmak demektir. [173]

 

Hatb:

 

Hatb[174], önemli emir, önemsenen, asıl iş, eylem demek­tir. [175]

 

Hatem-Hatm:

 

Hâtem, Asım kıraatında "ta"nın fethi ile, diğerlerinde kesri ile okunur. Kesr ile okunduğunda ismi fail olup, hatim eden, nihayete erdiren, sonuçlandıran yahut mühürleyen demek olur. Feth ile "hâtem" şeklinde okunduğunda ismi alet olup mühür anlamına gelir.

Mühür bir şeyin belgelenme­si ve doğrulanması için evrak vs.nin sonuna basıldığında hem "son" anlamına hem de tasdik an­lamına gelir.

Hatm, içine herhangi bir nesne girmesin diye, birşeyi kapatıp üzerine mühürlemek demektir. Kitabı hatmetmek de bu kelimeden gelir.

 

Hatf:

 

Hatf[176], yırtıcı kuşların av kapması gibi süratle çarpıp almak demektir. "Tahattüf" de bu şekilde çarpılmaktır. [177]

 

 

Hâtıin:

 

Hâtıîn, üç şekilde tefsir edilir:

1. Şekk [178] (şüphe) olmaksızın/şekkten gayri zenb/günah işleyenler

Dediler ki:

"Tallahi, Allah seni bize üstün kılmıştır/ter­cih etmiştir. Doğrusu biz hatakârlar (hâtıin) (günahkârlar/zenb işleyenler) olmuştuk." [179]

"Dediler ki: "Ey babamız! Günahlarımız için istiğfar et! Biz gerçekten hatakârlar (hâtıin) (şekk olmakzısın günahkârlar /zenb işleyenler) olduk." [180]

2. Şirk içinde günah işleyenler

"Onu hatakârlar (şirk içinde günah işleyenler) dışında kimse yemez." [181]

"Muhakkak Fir'avn, Hâmân ve o ikisinin orduları ha­takârlar (şirk halinde günah işleyenler) idi." [182]

3. Kasdı olmayan hata

"Unutur yahut hata edersek (kasıt olmaksızın bir günah işlersek) bizi muahaze etme!" [183]

"Bir mü'min için olamaz/olacak şey değildir (mâ kâne) (lâ yenbağî=yakışmaz/uygun düşmez)) öldürmek bir mü'mini; hata ile olması müstesna (bir mü'min bir mü'mini kasden öldüremez)!" [184]

 

Hatm:

 

Hatm[185], "tab" gibi bas­mak manasınadır. "Ketm" ile de ilgilidir. "Ala" ile geçişli kılındığı zaman üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini sağlam­laştırmak için üzerine mühür ve­ya damga basmak anlamına gelir. Bir çıkını, bir odayı, bir zarfı mü­hürlemek gibi.

Bir şeyi sona erdirmek anla­mına da gelir. Fakat bu sonlandırma anlamında "hatemehu" gibi bizzat tadiye eder.[186]

 

Hatta/Hıtta:

 

Hatta[187] kelimesi, Asam tefsirinde, "Arapça olmayıp ay­nen söylenmesi gereken bir keli­medir" denilmiş ise de, diğer müfessirler bunun Arapça "hat" masdarının bir çeşidi olduğunu söylemişlerdir. "Hat", bîr şeyi aşağıya almak, arkadan yük in­dirmek demek olduğundan "hıtta" da bir çeşit indiriş demek olur. Özel bir şekilde yükü yık­mak veya boyunlardaki vebali indirmek karar veya duasını ifa­de eder. Genele ait mecaz sure­tiyle birleştirilmesi mümkündür.[188]

 

Hattâ:

 

Hattâ, üç şekilde tefsir edilir:

1. İlâ (...e, ...a kadar)

"Hani onlara (Salih'in kavmine), "Bir vakte kadar (hattâ hîn) (ecellerinizin sona ereceği âna/zama­na, kadar) faydalanın!" denilmişti." [189]

"Şimdi sen onları bir vakte kadar (hattâ hîn) (ecellerine kadar) gafletleri içinde bırak." [190]

"Fecrin doğuşuna kadar (hattâ) (tan yerinin ağarmasına kadar (ilâ)." [191]

2. Felemmâ (ne zaman ki /nihayet)

"Hattâ (nihâyet/ne zaman ki) o rasûller ümitleri­ni kestiler (kavimlerinin îmân etmelerinden ümitlerini kestiler)..." [192]

"Kendisini helak ettiğimiz bir karyeye haramdır: on­lar rücu edemezler. Hattâ (nihayet/ne zaman ki) Ye'cûc ve Me'cûc açılıp..." [193]

"Hattâ ((nihâyet/ne zaman ki)) emrimiz gelip de tan­dır kaynadığında..." [194]

3. Olacak bir şey için belli bir vakit, ikrar (nihaî nokta ve kabul)

"Allah'a ve Son Gün'e îmân etmeyenler... cizye verin­ceye (ikrar ve kabul edecekleri vakte) kadar (hattâ) (onlarla kıtal edin/savaşın)!" [195]

"O bağî olanla Allah'ın emrine dönünceye kadar (hat­tâ) kıtal edin." [196]

Fitne (şirk) kalmayıncaya (yok oluncaya/ortadan kalkıncaya) kadar (hattâ). [197]

Bunun bir benzeri de Bakara sûresindedir. [198]

"Ve öyle sarsıldılar ki, hattâ (nihayet/ne zaman ki) rasûl ve maiyyetindeki îmân edenler, “Allah'ın yardımı ne vakit?" dediler." [199]

 

Hatta yetebeyyene lekumu’l-haytü'l-ebyedü mine'l-haytü'l-esvedi mine’l-fecri:[200]

 

Bir adam[201] Nebi (as)'e:

"Bu, gerçekten siyah ve beyaz ip­lik midir?" dedi. Nebi (as) ona:

"Sen kalın kafalının birisin; o, gecenin gündüzden ayrılmasıdır." dedi.

(el-haytü'l-ebyed): O, ufukta tan vaktinin fecrinden ilk olarak görülen uzatılmış ip şeklindeki şeydir,

(el-haytü'l-esved) ise onunla (haytü'l-ebyed'le) beraber gecenin alacasın­dan (uzatılan) şeydir. Siyah ve beyaz ipliklere benzemele­rinden dolayı (böyle denmiştir). Ebu Davud, şiirinde şöyle demiştir: Işık huzmeleri bizleri aydınlattığında sabah çizgi­si (hayt) ışıldayarak göründü. [202] (Zemahşeri konuya, söz konusu ayetin teşbih mi istiare mi olduğunu tartışarak devam etmektedir.)

... Yani sizin için gündüzün beyazlığı gecenin siyahlığın­dan farkedilir oluncaya kadar. [203]

.. .Yani gündüzün beyazlığı gecenin siyahlığından (ayırd edilinceye kadar). El-Haytatu (ifadesi) şairin "kaybolan de­vesine kazık (seb) ile ipi (hayt) arasındaki mesafe kadar yaklaştı (buldu)" sözünde, ip veya kazık için müsteardır. [204]

(El-haytü'l-ebyed): Gündüz.  (Esved): Gece. [205]

Lafzen "şafağın beyaz çizgisi (gecenin) siyah çizgi(sin)den ayırd edilinceye kadar." Bütün Arap dilbilimci­lerine göre, "siyah çizgi" (el-haytü'l-esved) ibaresi, gecenin "karanlığını [206]; el-haytân ("iki çizgi" veya "iki hat") ibaresi ise "gece ve gündüz"ü gösterir. (Lisanü'l-Arab) [207]

El-haytü'l-ebyedü mine'l-haytü'l-esvedi: Şerif Radi bu aye­ti şöyle açıklar: Bu, güzel bir istiaredir. Maksat, sabahın be­yazlığı ve gecenin karanlığıdır. Burada iplikten mecaz ola­rak kullanılmıştır. Sabahın beyazlığı, tan yeri ilk ağardığnda hafif bir aydınlık şeklinde olur. Gecenin karanlığı ise yok olup gitme durumunda oldukları ve her ikisi de zayıf oldukları için ipliklere benzetilmişlerdir. Ancak beyazlık gittikçe artar, karanlık ise gittikçe azalır. Zemahşeri bunun teşbih-i beliğ olduğu görüşündedir [208]

Anlaşıldığı üzere "haytü'l-ebyed" ve "haytü'l-esved" terkibleri bu ayette gerçek anlamlarının dışında, gündüzün başlangıcını/aydınlığını ve gecenin sonunu/alacakaranlığını ifade etmek için istiare, bir kavle göre de teşbih olarak kul­lanılmıştır.

Bütün Türkçe Kur'an çevirilerinde bu gerçeklere göre hareket edildiğini söylemek mümkün değildir.

Elmalı: ... ve tâ fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçi­linceye kadar  ...

Sabahleyin şafak sökünceye, tan yeri iplik gibi ağarınca­ya kadar...

Çantay: ... Fecr-(i sadık) olan ak iplik kara iplikten size seçilinceye kadar ...

Sabahleyin şafak sökünceye kadar, tan yeri beyaz iplik gibi ağarıncaya kadar...

D.İ.B.: Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırd edilinceye kadar...

Bilmen:... ve sizler için fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tebeyyün edinceye kadar.

Yavuz: ...ve gece ile gündüzü ayıran fecrin beyaz ipliği, ge­cenin siyah ipliğinden sizce seçilinceye kadar...

Davudoğlu: ... Hem sizce tâ sabahın beyaz ipliği siyah ip­likten seçilinceye kadar

(yani gecenin siyah ipliğe benzeyen karanlığı gidip saba­hın beyaz ipliğe benzeyen aydınlığı seçilinceye kadar) ...

Ateş: ... şafağın beyaz ipliği siyah iplikten ayırdedilinceye kadar...

Bulaç: Fecir vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar ...

T.D.V: .. sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar...

Y. Öztürk: Tan yerinin beyaz ipliği siyah ipliğinden sizce seçilinceye kadar...

Atay:... Tan yerinde gündüzün beyaz çizgisi gecenin siyah çizgisinden sizce ayırdedilene kadar...

A. Öztürk: ... şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayrılın­caya kadar...

Koçyiğit: ...fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden sizce seçi­linceye kadar...

Hizmetli : ... şafak söktükten sonra ortalık aydınlanıncaya kadar...

Varol: ... ve şafağın beyaz ipliği siyah ipliğinden size göre ayırd oluncaya kadar...

Piriş: ... Fecr esnasında şafaktaki heyazlık; karanlıktan ayırd edilinceye kadar...

Şafağın beyaz çizgisi ile siyah çizgisi birbirinden ayırd edilinceye kadar.

Kanaatimizce bu ayetin ilgili bölümünün en doğru ve anlaşılır tercümeleri, içinde "siyah iplik" ve "beyaz iplik" ibarelerinin bulunmadığı tercümelerdir. Çünkü bu iki iba­re belli bir kültürel zemine yaslanan ve şüphesiz lafzi an­lamları dışında başka anlamlar ihtiva ve ifade eden temsil­lerdir, önemli olan bu temsilleri gün yüzüne çıkarmaktır. Zira anlam tamamiyle bu temsillerde odaklanmaktadır. Bu münasebetle mütercimlerimizin Adiyy b. Hatem'in düştüğü yanılgıda ısrar etmeleri yadırganacak bir davranıştır. Oysa­ki Adiyy b. Hatem'in konuyla ilgili Resulullah (as)'la olan diyalogunu bilmeyen de herhalde yoktur. Kaldı ki bütün tefsir ve tefsir usulü kitaplarında da bu konu bütün açıklı­ğıyla anlatılmaktadır.

Netice itibariyle söz konusu ifadelerin aşağıdaki tercü­melerinin dikkate alınması gerekliliğini ifade etmekte yarar umduğumuzu belirtmek istiyoruz:

- Gündüzün aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edi­linceye kadar.

- Tan yerinin aydınlığı gecenin karanlığından fark edi­linceye kadar.

- Gündüzün beyazlığı gecenin siyahlığından ayırt edilin­ceye kadar.

- Gecenin gündüzden ayrıldığı ana kadar.

Örnek:

Şafak söküp tan yeri ağarıncaya kadar. (Elmalı)

 

Hatta zürtümü'l-mekabir:[209]

 

Klasik müfesirler bu ayeti ana hatlarıyla iki şekilde yo­rumlamışlar:

1- Ayetle ilgili rivayet edilen tarihi arkaplana yaslı ma­lum, alışılagelmiş yorumu:

Bu yorumda müfessirler; müş­rik Mekke kabilelerinin mal ve özellikle insan çokluğunu gurur vesilesi kıldıklarını ve bu saikin, onları yaşayan adamlarım saymakla bırakmayıp, mezarlığa giderek ölüleri­ni de saymaya ittiğini zikrediyorlar.

2- Ayetin deyimsel bir ifade olduğu şeklindeki yorum:

Bu hususta müfessirler "zürtümü'l mekabir" terkibiyle kina­ye yoluyla ölümün kastedildiğini öne sürüyorlar.

Zemahşeri ayetin klasik yorumundan sonra konuyu şu çarpıcı açıklamayla noktalıyor:

Kabirleri ziyaret, ölümden ibarettir.

Ahtal[210] bir şiirinde şöyle demektedir:

Ebu Malik öldü (zare'l-kabre)

Ve ölenlerin en kötüsü oldu.   [211]

... (mezarlara) gelerek kabirdekileri anıp saydınız; ölüm sizi bu hal üzre yakalayıncaya kadar, demektir. [212]

"Hatta zürtümü'l-mekabir"; ölüme kinayedir.[213]

Yani (sizler) ölüp gömülünceye kadar... [214]

Ta ki öldünüz ve kabirlere gömüldünüz .[215]

"Hatta zürtümü'l-mekahir" ayetinde kinaye vardır. Yüce Allah, "kabirleri ziyaret"ifadesiyle "ölüm"den kinaye yap­mıştır. Bundan maksat, "Neticede öldünüz" demektir. [216]

Bu ayetin Türkçe'ye tercümesinde bazı mütercimler de­yimsel ifadeyi dikkate alırken diğerleri buna gerek duyma­mışlardır.

Elmalı: ... ta ziyaret edişinize kadar kabirleri ...

Çantay: ... ta kabirler(e kadar gidip)[217] ziyaret ettiniz.

Ölülerinizi de hesaba katmak için[218] Yahud: Bu hale ölünceye kadar devam ettiniz.[219]

D.İ.B. : ... mezarları ziyaretle ...

Bilmen: Ta ki, kabirleri ziyaret ediverdiniz.

Yavuz: Kabirlere varıncaya kadar ziyaret ettiniz; (Ölüleri­nizi sayıp onların çokluğu ile öğündünüz.)

Davudoğlu: Ta kabirlere varıncaya kadar ziyaret ettiniz.

Ateş: Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz (kabre girinceye ka­dar mal arttırmaya çalıştınız).

Bulaç: "Öyle ki (bu) mezarı ziyaretinize (Kabire gidişini­ze, ölümünüze) kadar sürdü."

T.D.V : ... Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz... '

Y. Öztürk : Öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri,

Atay: ... kabirlere gidip saymaya varıncaya kadar ...

A. Öztürk: Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz (ölüm size ge­lip çattı).

Koçyiğit: Kabirleri ziyaret edinceye kadar ...

Hizmetli: ... ölene kadar bundan kurtulamadınız.

Varol: Öyleki kabirleri bile ziyaret ettiniz.

Piriş: Mezarları ziyaret edinceye/ölünceye dek.

Çantay, ayetle ilgili her iki yoruma da işaret eden riva­yetleri ayrı ayrı naklederek okuyucunun ilgisine sunarken Ateş ve A. Öztürk ayetin deyimsel anlamını parantez açarak vermiş, Bulaç, Hizmetli ve Piriş ise ayetin sadece deyimsel yönünü tercih etmişlerdir. Bunların dışında kalan diğer zat­lar ise ayetin alışılagelmiş yorumunu aynen meallerine yan­sıtmışlardır. Kendi adımıza ayeti deyimsel anlamıyla tercü­me etmenin daha doğru olduğunu belirtmek istiyoruz. Zira bu, Arapların dilinde ölümü anlatan beliğ bir ifade olarak tebarüz ederken aynı zamanda -yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere- şairlerin şiirlerinde de bu anlamıyla te­mayüz etmiştir.

Netice itibariyle biz, ayetin aşağıdaki tercüme örnekleri­nin daha uygun olacağına inandığımızı belirtmekte yarar umuyoruz:

- Siz ölünceye kadar.

- Ölüm size gelip çatıncaya kadar.

- Mezarlara girinceye dek vb.

 

Hâum:

 

Hâum, emir mânâsında fiil ismi olup "alın" demektir.

 

Havârî:

 

Havârî, Hz. İsa'ya iman eden ilk on iki yüce şahsiye­ti anlatmak ve tanıtmak için kul­lanılır. Dini yaymak için uzak böl­gelere gönderildikleri için bu kişi­lere "Resûli İsâ" (İsa'nın elçileri) de denilir. Eldeki İncillerde bunlara on ikiler de denilmiştir.

"Havâriyyûn" kelimesi, "havari" ismi mensubunun çoğuludur. Kâmûs şarihinin açıklamasına göre, çoğuldan cinse nakledilerek tekil ve çoğul olarak da kullanıla­bilir. "Havar" "haver" kelimeleri, beyaz ve beyazlık manasına isimdir.

Bu nedenle şehirli kadınlara beyazlıklarından dolayı "havariyyât" denilir. Bezleri çırparak yıka­yıp ağartan yıkayıcıya eski Türkçe tabiriyle "çırpıcı"ya "havari" deni­lir. Halis ve temiz dost ve yardım­cıya, özellikle büyük peygamber­lerin davet ve kanunlarını uygula­ma uğrunda yar ve yardımcılarına da samimi niyet ve temizliklerinden dolayı "havari" denir. Bu isim daha çok Hz. İsa'nın en seçkin yar­dımcıları olan kişiler için kullanıl­mıştır.

 

Havâriyyûn:

 

Havâriyyûn, İsa (a.s.)'nın peşinden giden saf ve has mü'minler. Bunlar, İsa'ya (a.s.) yardım edenlerdir.

 

Havd:

 

Havd eğlence tarzında ve aşı­rı derecede dalmak, dalgınlık et­mek, kendinden geçmek demek­tir. En’am: 6/68 ve Nisa: 4/140 ayetleri bunun tefsiridir. Hitap genel anlamdadır, dalma ve yüz çevirme manaları açıkça ifade edilmiştir.

Bu ayetlerin muhatapları, Al­lah'ın ayetleri ile alay edenler ve edildiği ortamdan ayrılmayanlar­dır. Yoksa, Allah'ın ayetleri üze­rinde derinleşmek için Kur'ân ayetleri içerisinde kendinden ge­çip giden alimler değildir.

 

Hâviyeh:

 

Hâviye, cehennemin bir adıdır. İnsanlar oraya düşecekleri için ona bu ad verilmiştir.

Hâviyeh, Kâmûs'ta cehennemin isimlerindedir. Yuka­rıdan aşağıya düşmek, sükût et­mek mânâsına "huviy" veya "heveyan"dan müştak ism-i fail ola­rak "sakıt" mânâsına gelir. "Cevv-i hava" gibi içi boş, düşüldükçe düşülen derin, engin uçu­ruma, "mehvat gibi sukut yerine, yani cevap vermenin mümkün ol­madığı mekana denilir (sarkma, düşme yeri).

"Hark" çukur demek olduğu gibi, "hâviyeh" de mütemadi­yen aşağı doğru devam eden uçurum veya uçuruma düşen demektir. Bu anlamda cehenne­me isim olmuştur. Alusi’nin be­yanına göre ona "hâviyeh" de­nilmesinin nedeni gayet derin olmasından dolayıdır. İncil ter­cümelerinde de hâviyeh kelime­si geçmektedir.

"Ümmi hâviyeh" anası havi­ye ifadesine gelince, bununla ilgi­li üç anlamın olduğu rivayet edil­miştir.

1- Ümm, ana anlamında ol­duğundan, varılacak, barınılacak, kucağına düşülecek mekan anla­mındadır. Anası kızgın ateş veya anası kızgın ateş çukur demektir.

2- Araplar bir kimsenin hela­kine dua için kinaye olarak "havtü ümmühü" derler. (Anası ağla­sın, anası   ağlayasıca) derler. "Kahrolasıca", "Allah canını alasıca" bedduaları gibi.

Nitekim Ka'b İbn-i Sa'di Ğanevi’nin şu beyti aynı şeyi anlatır.

"Anası ağlaya düşsün (haveytü ümmühü): o giderken sabah ne gön­derdi.

Ve dönerken gece ne çevirdi, (ya­ni ne kahraman, ne afacan adamdı)."

Hamâse'nin beyti de aynı an­lamdadır.

"Anaları bayılası (haveytü Ummuhüm) ne olmuştu onlara yıkıldık­ları gün;

Ceyşan adlı yerde kesintiye uğ­rayan büyüklenmelerinden dolayı.

Mızraklar gerdanlarında iken kaçmak istemediler

Ve çıkmak istemediler ölüm kor­kusu ile bir merdivene.

Eğer kaçsalardı yine aziz olacak­lardı.

Lakin ölüme karşı sabır daha zi­yade alicenaplık olur."

Keşşaf sahibinin ve Râgıb'ın da Müfredât'ta belirttiği gibi, "fe ümmühü hâviyeh" ifadesi, "hevet ümmuhû" tabirinden türetilmiş­tir. Burada "hâviyeh" cehenne­min bir ismi değil, "düşmek" de­mektir. Yani deyim olarak "anası düşmüş" demektir.

Bu ifadenin inceliğinde şüp­he yoktur. Ancak, bu durumda "mahiye" zamiri "hâviye"ye de­ğil "dahiye"ye raci olmak duru­munda kalır. Birinci görüş daha açıktır.

3- Katade'den ve Ebû Sâlih'ten rivayet edildiğine göre, "ümm" beynin aslı, kökü demek olup, burada "hâviye" cehennem de olabilir, düşmek anlamına da gelebilir. Yani "beynin kökü heviye olmuştur" veya "tepetaklak cehenneme yuvarlanmıştır" demek olur. Çünkü tepesi aşağı cehenne­me atılacaktır. Böylece "mahiye" zamirinde her iki vecih de cere­yan eder. Nâr, "hiye nârun" ifadesinde olduğu gibi müptedai mahzufun haberidir. [220]

 

Havr:

 

Havr[221], bir kemal ve mükemmellikten sonra, noksan ve zevale dönme demektir. Nite­kim bir hadisi şerifte, "Kevrden sonra 'havr'dan Allah'a sığınırız" buyurulmuştur.

Öyleki, sarık sarıldıktan son­ra tersine çözülüp bozulması gibi arttıktan sonra azalmasına, ke­malden sonra zevale/eksikliğe, salahtan sonra fesada, ilerleme­den sonra gerilemeye dönmek de­mektir. [222]

 

Havvelehu:

 

Ona verdi ve onu sahip kıldı.

 

Havvelnâhu:

 

Lütuf ve ikram olsun diye.ona karşılıksız verdik.

 

Hayât:

 

Hayât, altı şekilde tefsir edilir:

1. Birinci halkedilişin ve ruhun üflenişinin ardından verilen hayât:

"Siz emvât idiniz de size hayât verdi (nutfeler halindeyken sizi halketti ve size ruhlar verdi)." [223]

"İki kere ihya ettin (iki kere hayât verdin -hayâ­tın ilki, rahimlerdeyken suret verip rûh üflemesidir)." [224]

"Meyyitten (nutfeden) hayyı (canlıyı) çıka­rırsın." [225]

"O ki, size hayât verdi (sizi halketti ve ruhlar verdi)." [226]

"De ki: "Allah'tır size hayat veren" (-halketmeyi başlatan anlamında- sizi yaratan)." [227]

2. Mü'min

"Hayy olanı (Allah'ın ilminde hidâyette olan mümini) uyarmak için." [228]

"Meyyit (ölü: kâfir) iken kendisini ihya ettiğimiz (îmân ile hidâyet verdiğimiz) kimse..." [229]

"Hayâttakiler (mü'minler) ile emvât/ölüler (kâfirler) bir olmaz." [230]

3.  Beka (kalıcılık)

"Ey lübb sahibleri! Kısasta sizin için hayât (be­ka/kalıcılık) vardır." [231]

"Kim de ona hayât verirse, bütün insanlara hayât ver­miş gibi olur." [232]

"Kadınlarınızı hayâtta bırakıyorlardı (öldürmemek/sağ bırakmak suretiyle kalıcı yapıyorlardı)." [233]

"Oğullarınızı öldürüyor, kadınlarınızı hayâtta bırakıyorlar­dı"[234]

"Oğullarınızı öldürüyor, kadınlarınızı hayâtta bırakıyorlar­dı "[235]

4. Toprağın nebat ile canlanması

"Bulutları kaldırır; derken onu ölmüş (nebatı bu­lunmayan) bir beldeye sevkeder; derken onunla arza, ölümünün ardından hayat verir (toprağı envayı çeşit nebat bitirmek suretiyle canlandırır)." [236]

Arzın hayât bulması/canlanması, bitki bitirmesidir.

"Meyyit arz {çoraklık ve nebatsızlıktan dolayı ölmüş toprak}, Biz ona hayat verdik (onu nebat ile canlandırdık}"[237]

5. Dünyada bir rızık ve bir eser bırakmak­sızın Kıyamet Gününden önce ibret olmak üzere verilen hayât

"Allah'ın izniyle ölülere hayât veririm/ölüleri dirilti­rim." [238]

Hz. İsâ, İsrâîloğulları'na -kendisini tasdik etmeleri için- ibret olmak üzere Allah'ın izniyle ölüleri diriltirdi. Bu meyanda Sâm b. Nuh'u diriltmiş ve o da insanlarla konuşmuş, sonra da ölmüş ve eski haline dönmüştü.[239]

"Benim iznimle mevtayı çıkarıyordun"[240]

6. Sonrasında ölümün sözkonusu ol­madığı Kıyamet Günündeki hayât

"Doğduğu gün, öleceği gün ve hayy (ölümün ar­dından diri) olarak ba's edileceği gün (Kıyamet Günü) selâm o'nun (Yahya'nın) üzerine." [241]

"(İsâ dedi ki): "Doğduğum gün, öleceğim gün ve hayy (ölümün ardından diri) olarak ba'sedileceğim gün (Kıyamet Günü) selâm benim üzerime." [242]

"Öyleyse mevtaya(ölüye), (Kıyamet Günü) hayât ver­meye kadir değil mi?" [243]

Benzeri âyetler çoktur. [244]

 

Hayme:

 

Hayme[245], dilimizde ça­dır diye bilinmektedir. Kâmûs ter­cümesinde "hayme" Arap evleri­nin yuvarlak olanına denir ki, ge­nellikle "çadır" tabir olunur. Bazı­ları; üç veya dört direk üzerine kurulup üzerine "sumam" deni­len otlarla örttükleri evlerdir. Sı­cak havada orada gölgelenilir.

Ayrıca, yalnızca ağaçtan, ağaç dallarından yapılan evlere, gölgeliklere de "hayme" denilir. Türkçe'de bu tür gölgelikler "sa­laş" diye isimlendirilir. Araplar, bunu kıldan, deriden kubbe tarzın­da inşa ederler. Buna çadır denilir. Ağaçtan yapılana da Türkmen lisa­nında "alacak" adı verilir. Sazlık­tan yapılana "hüg" denilir. [246]

 

Hayr:

 

Hayr[247], Kur'ân'ın bir çok ayetinde "mal" özellikle de "çok mal, servet" anlamında kullanılmaktadır. Mala, hayr den­mesinin sebebi, insanın mala olan ihtiyacından, onda dünya menfeati bulunmasından dolayıdır. Ay­rıca insanların büyük çoğunluğu­nun malı, kendileri için hayır olarak görmeleri de kelimenin bu anlamda kullanılmasında etkili ol­muş olabilir.

Ancak Kur'ân'da mal tutku­su, mala düşkünlük, Beyyine ve başka bir çok sûrede sürekli ola­rak tenkid edilmiş, insanların bu davranışlarından vazgeçmeleri is­tenmiştir. [248]

 

Hayrat:

 

Hayrat, hayre kelimesinin çoğulu olup salih ameller demektir. 

 

Hazâin:

 

Hazâin[249], hazineler demektir, Türkçe'de hazine ve hazne tabir olunan "Hizâne"nin ço­ğuludur. Ellerin erişemeyeceği, kimsenin sahib olmayacağı çok­lukta değerli mal biriktirilen me­kanın ismidir. [250]

 

Hazene:

 

Hazene, bir şeyi korumak ve kollamakla görevlendirilmiş kimse mânâsına gelen "Hâzin" kelimesinin çoğuludur.

 

Hazenetuhâ:

 

Hazenetuhâ, orada görevlendirilmiş bekçiler demektir.

 

Heba':

 

Heba, havada uçuşan çok küçük parçalar.

Heba'[251], bir pencere­den güneş ışığı vurduğu anda, o an ışık içinde uçuşuyor gibi görü­nen tozlara denir. Ayrıca heba ke­limesinin "dağınık" anlamı da vardır. [252]

 

Hecr-i Cemîl:

 

Hecr-i cemîl[253], kalben ve fikren belli şeylerden uzak durmak, işlerinde o kötülüklere uymayıp, onların etkisinde kal­mamakla birlikte, kötülüklerine aynı yöntemlerle karşılık verme­yerek, müsamaha ve güzel ahlâk­la muhalefet etmektir. [254]

 

Hediy:

 

Hediy[255], deve, sığır ve davar cinsinden Beytullah’â gönderilen kurbanlıkların ismidir. Asgarisi koyun ve keçidir. Büyük­baş hayvanın yedide biri de hediy için yeterlidir. [256]                

 

Hel:

 

Hel, bir istifham ifadesi­dir/harfidir. Böyle olmakla bera­ber bazan, "hel hazâ illâ beşerun" ifadesinde olduğu gibi "mâ" ma­nasında olumsuzluk bildirir. Ba­zan da "hel etâ" ifadesinde oldu­ğu gibi "kad" isbat ve te'kid için kullanılır.

Müfessirler İnsan: 76/1 ve Ğaşiye: 88/1'deki "hel" ifadesinin "kad" mana­sında olduğunu söylemişlerdir. Böyle olunca anlam; pekiştirme anlamında, "gerçekten geldi" ve­ya "geldi mi geldi" veyahut, "gel­di ya" olur. [257]

Hel, dört manada kullanılmıştır:

1. (olumsuzluk edatı olan) mâ

"Onlar, kendilerine meleklerin gelmesinden başkasını mı (hel) bekliyorlar (başkasını beklemiyorlar)." [258]

Bunun bir benzeri de Nahl sûresindedir [259]

"Onlar, buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelivermesinden başkasını mı (hel) bekliyorlar (başkasını beklemiyorlar)." [260]

"Onlar, farkında değillerken Saat'in ansızın kendileri­ne gelmesinden başkasını mı (hel) bekliyorlar (başkasını beklemiyorlar)." [261]

"Artık onlar Saat'in kendilerine ansızın gelmesinden başkasını mı (hel) bekliyorlar (başkasını beklemiyorlar)." [262]

"Rasûller üzerine apaçık tebliğden başkası mı (hel) düşer" (rasûller üzerinde apaçık tebliğden baş­kası düşmez)"[263]

2. dır-dir, tır-tir, dı-di, tı-ti

"İnsan üzerinden geçti mi (geçti/geçmiştir)..." [264]

"Sana ğâşiyenin hadisi geldi mi (geldi/gelmiş­tir)." [265]

"Sana Musa'nın hadîsi geldi mi (geldi/gelmiş­tir)."[266]

"Sana İbrahim'in konuklarının hadîsi geldi mi (geldi/gelmiştir)." [267]

3. Olumsuz soru edatı anlamında

"Seni delâlet edeyim (delâlet etmeyeyim) mi, huld ağacına?" [268]

"Size "....." diye haber veren bir adama delâlet edelim (delâlet etmeyelim) mi?" [269]

"Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanları size ha­ber vereyim (haber vermeyeyim) mi?" [270]

"Size şeytanların kimin üzerine indiğini haber vere­yim (haber vermeyeyim) mi?" [271]

4. İstifham-ı inkârı/inkâr tarzında soru

"Size rızık olarak verdiklerimizde, sağ ellerinizin sahib oldukları kölelerinizden ortaklarınız olmasını... kabul eder misiniz (etmezsiniz)." [272]

"O Allah ki sizi yarattı, sonra size rızık verdi, sonra sizi öldürür, sonra sizi diriltir. Sizin şeriklerinizden bunlardann birini olsun yapabilecek var mıdır?! (yoktur)." [273]

"Ortak koştuklarınızdan ilkin yaratıp sonra onu iade edecek kimse var mıdır (yoktur)." [274]

"Ortak koştuklarınızdan hakkı gösterecek bir kimse var mıdır (yoktur). De ki: "Hakkı gösterecek Al­lah'tır. Acaba hakka ileten mi uyulmaya daha layık­tır, yoksa...?!" [275]

"Acaba şimdi bizim için şefaat edecek şefaatçiler bulu­nur mu (bulunmaz)." [276]

Keza, Şûra ile Mü'min sûresinde de böyledir.

 

Heleke:

 

Heleke, dört şekilde tefsir edilir:

1. Ölmek

"Eğer bir erkek helak olur da (ölür de)..." [277]

"Yahut helak olanlardan (meyyitlerden/ölmüş­lerden) olacaksın." [278]

"Hiçbir karye yoktur ki Biz onu (onun ahalisini) helak edecek (Kıyamet Gününden önce öldürecek/ olmayalım."[279]

"O'nun vechi müstesna (Allah hariç -şüphesiz O ölmez-) herşey helak olacaktır (bütün canlı var­lıklar ölecektir)."[280]

2. Azâb

"İşte o kumlar, Biz onları helak ettik (senden ev­velki ümmetlerin yaşadığı memleketlerdeki o kâfir toplumlara azâb ettik), zulmettiklerinde (şirk koş­tuklarında). Ve onların helakleri (o kâfir toplumların azâbları) için bir mev'ıd (vakit) tayin et­miştik." [281]

"Biz hiçbir karyeyi (geçmiş ümmetlerin yaşadık­ları karyelerdeki kâfir toplumları) malum bir kitabı olmaksızın helak etmedik (azaba uğratmadık)." [282]

"Rabbin kurâ'ları helak edecek (memleketlerin ahalisini azaba uğratacak) değil; ana noktasında bir rasûl çıkarmadıkça." [283]

"Kendilerinden (Mekke kâfirlerinden) evvel karn'dan nicesini helak ettik (azâb ettik)." [284]

3. Dall/kaybolmak

"Benim sultânım da (hüccetim/delilim de) helak oldu (kayboldu -gösterebileceğim bir delil yok)." [285]

4. Fesâd

"Harsı ve nesli helak (ifsad) eder." [286]

"Ben yığın yığın mal helak ettim (çok mal ifsad ettim)tükettim)..." [287]

 

Helû':

 

Helû', çok sabırsız, çok sızlanan demektir. Ebû Ubeyde şöyle der: Helû', kendisine iyilik geldiğinde şükretmeyen; zarar geldiğinde sabret­meyen demektir.[288]

 

Hevâ:

 

Düştü demektir. Birşey aşağı düştüğünde "Hevâ" denilir. Geniş zamanı ­"Yehviy" dir.

Hevâ: Nefsin şehvete meyli demektir. Keyf de denir. Hevâ; "yahvi" ikinci babdan masdarı "heyven, heveyânun, hüveyyen"dir ki, şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek ve düş­mek veya yukarı fırlamak mana­larına gelir.

Yıldızların doğuşu da batışı da bir heveyân, yani ufka bir fırla­yış yahut ufuktan bir iniş veya düşüş demektir. Bu madde rubai babdan "heviye", "yahve" diye kullanıldığında da mastarı "he­vâ" gelir ki, nefsin isteklerine meyli, arzusuna düşkünlüğü ve sevdası anlamına gelir.

Heva, nefsin kendiliğinden meylettiği arzusu, mücerred ke­yiftir. Nefsin şehvete meyli olarak da tabir olunur.

Heva, ilme uygun olan ve ol­mayan diye ikiye ayrılır. İlme uy­gun heva, hakkın gözünde fıtrat gayesine uygun olan eğilimlerdir. Zira şehvetlerin yaratılışı boşuna değildir. İlmin zıddına olan zina gibi.

Hevâ, beş şekilde tefsir edilir:

1. Nezele/inmek

"İndiği (hevâ) dem o necm'e (Cebrail'in Nebi'ye indirdiği Kur'ân'a, Kuran’ın parça parça inen necmlerine /kısımlarına) [289] andolsunki..." [290]

"Mu'tefikeyi de hâviyeye attı (ehvâ) (semaya ya­kın bir yere kadar yükseltmesinin arkasından Cebrail onu eliyle arza indirdi)." [291]

2. Helak olmak

"Gazabım her kime gelip çatarsa hevâ (helak) olur." [292]

3. Canların çektiği, arzu ettiği şeyler

"Nefsini hevâdan nehyedene (arzu ettiği istekler­den, şehvetlerden alıkoyana) gelince..." [293]

"Nefislerin hevasına (arzularına)..." [294]

"Hevâsına (arzu ve hevesine) tâbi olan (her ne arzu ederse onu yapan) kimse..." [295]

"İlahını hevâsı edinen kimseyi gördün mü?" [296]

4. Bir şeyin, herhangi bir şeye da­yanmaksızın iki şey arasında durması (havada olması)

"Bakışları kendilerine dönmez ve gönülleri hevâdır (kâfirlerin kalbleri, göğüsleri ile gırtlakları ara­sında bulunacaktır. Gırtlaklarından dışarıya çıkma­yacağı gibi, göğüslerine de dönmeyecektir -bununla, çekecekleri sıkıntının büyüklüğü ifade edilmektedir-)" [297]

5. Alıp gider (sürükler, savurur)

"Yahut rüzgârın kendisini ücra bir yere savurduğu kimse gibi olur." [298]

 

Hıll:

 

Hıll kelimesi, haram, harem, ihram kelimelerinin karşı­tı olarak helal gibi masdar ve isim masdar gibi sıfat ve isim olur. İh­ramdan çıkmak, helal mekanda bulunmak, Mekke'de Harem'in dışına çıkmak, yeminden kurtulmak anlamlarına gelir. Asıl anla­mı "helal" gibi çözmektir. Bir serbestlik ifade eder. Bir şeye gir­mek, konmak manasına geldiği de söylenmiştir.

 

Hîn:

 

Hin, zamandan, az ve­ya çok sınırlı bir parçaya denir. Bütün zaman için veya mutlak za­man için kullanılmaz. İnsan Sûresi'ndeki kullanımında, dehrin başlangıcı olan, alemin yaratılı­şı /başlangıcı ile insanın ilk yaratı­lışı arasındaki zaman dilimine karşılık gelmektedir. [299]

 

Hıns:

 

Hıns, günah demektir. Müfessirlerin çoğu Hadid: 57/42'deki ifade­yi büyük günah diye tefsir etmiş­lerdir. [300]

 

Hıssu:

 

Hıssu, dört manada tefsir edilir:

1. Hissetti, gördü

"Ne zaman ki İsâ onlardan küfrü hissetti (gör­dü)..." [301]

"Ne zaman ki be'simizi hissettiler (azabımızı gördüler)... " [302]

"Onlardan birini hissediyor (görüyor) musun?" [303]

2. Öldürme

"Hakikat şu ki, Allah va'dini yerine getirdi: hani onla­rı -O'nun izniyle- hissediyordunuz (öldürüyor­dunuz)."[304]

3. Araştırmak

"(Ya'kûb dedi ki): "Ey oğullarım! Gidin de Yûsuf ve o'nun kardeşinden bir tahassüste bulunun" (Yûsuf ve kardeşini) araştırın)!" [305]

4. Savt/ses

"Onlar onun hasisini (ateşin sesini) dahi işitmezler ve onlar canlarının/iştahlarının çektiği şeyler içinde muhalleddirler/sürekli kalacaklardır." [306]

 

Hıtta:

 

Hıtta, "Hatta" fiilinin masdarıdır. İstiğfar için kullanılır. Mânâsı, "günahlarımızı bağışla" demektir. "Hıtta annâ zunubenâ: Günahlarımızı bağışla" da bu kabildendir.[307]

 

Hızlan:

 

Hızlan[308], muhtaç olan kimseyi, en çok muhtaç olduğu zaman yardımsız bırakmak de­mektir. "Hazul" ondan mübalağa sigasıdır. Bu özellik, Furkân Sûre­si, 29. ayette, İnsanı yardım ve desteksiz koyan, ümitlendirip, yüz üstü bırakan ins ve cin şey­tanlarına karşılık olarak kullanıl­maktadır. Kur'ân'daki diğer kul­lanımlarında da "en muhtaç oldu­ğu anda yüz üstü bırakma" anla­mı bulunmaktadır. [309]

 

Hızy:

 

Hızy, zillet ve horluk demektir.

 

Hicr:

 

Hicr, meni' ve "hacir" manasından kaynaklanarak akıl manasında kullanılmaktadır. Zira akıl sahibini fenalıktan kurtarır. Hicr, tam akıl sahibi demektir.

Ferrâ şöyle der: Bir kimse nefsine hakim ve egemen olduğunda "İnnehu lezu hicrun: Şüphesiz o akıllıdır" derler. Hicr, aslında, en­gel olmak manasınadır. Akıl kişiyi kötü davranışlardan engellediği için akla "hıcr" denilmiştir. Şair şöyle der:

Onun tevbe etmesi nasıl umulur? Tevbe ancak, yiğit kişilerden yani akıl sahibi kişilerden beklenir.[310]

 

Hicran Mahcûran:

 

Hicran mahcûran[311], bir düşmanla karşılaşıldığında ve bir saldırıya uğranıldığında söyleni­len söz veya bir deyiştir. Fiil-i mahzuf mef’ûlu mutlak halinde pekiştirmeli bir ifadedir. Fiilî, "uhcur, hicran, mahcura" derler veya "hacere, hicran, mahcura" takdirinde emir veya mazi olabi­lir.

Böylece yerine göre ya dua, ya bir yalvarış, sığınma, yahut bir engelleme ve tehdit ifade eder. Bir dua olarak düşünülürse "etme, kıyma, evlerden uzak dağlara, taşlara" anlamında olur. Diğerin­de de "yasak", yahut "davranma" anlamına gelir. [312]

 

Hidayet:

 

Hidayet, istenilen hedefe ulaştıracak şeye, lütuf ve incelik­le, zerafetle kılavuzluk etmek an­lamındadır. Hidayet, sadece yolu gösterivermek, yola götürüvermek, hatta sonuna kadar götürüvermek fiillerinden biri ile gerçek­leşir.

Birincisine; hedefine vardır­mayan kılavuzluk veya irşad, ikincisine hedefine vardıran kıla­vuzluk veya tevfîk denilir. Bu kı­lavuzlukta lutuftan maksad, sert­lik ve şiddetin karşılığı olan yumuşak huyluluktur. Letafetten maksad da incelik ve zerafettir.

Hidayet yalnız iyiliği isteme­ye aittir. Örneğin hırsıza yol gös­termeye, kılavuzluk etmeye hida­yet denmez. "Onları sıratı cahime götürün (fehduhum)"[313] ayetinde olduğu gibi olumsuz an­lamda kullanılması, yani sonu hayır olmayan bir yere götürmek anlamında kullanılması, alay et­mek, küçümsemek gibi bir nükte­ye binaen mecaz olur.

Demek ki, hidayet her isteni­lene mutlaka hidayet etmek değil, irşad gibi maksadında iyilik, uy­gulamasında da iyilik, zerafet ve incelik bulunan bir kılavuzluktur.

Hidayet et/ver anlamındaki "İhdi" kelimesi ise, "hidayet" masdarından emir kipidir. Bu kip ile yukarıdan aşağıya, büyükten küçüğe, kesinlikle meydana gelen işi/eylemi yapmayı istemeye; emir, aşağıdan yukarıya yapılan isteğe; dua, bu eşit seviyedeki kimseler arasında yapılırsa; rica denilir.

Allah'ın hidayeti sayılmaya­cak kadar çoktur. Bu hidayet, ev­reni yaratmasından, insana, sıh­hat, sağlık, akıl ve irade vermesi­ne, insana kılavuzluk etmesi için peygamber ve vahiy göndermesi­ne kadar hayatın bütün alanlarına şamildir. [314]

Hidâyet türevleriyle birlikte 316 âyette yer alır. Arap dilinde "hedâ" kökünden gelir. "Hedâ" ise doğru yolu bulmak, yola girmek, yol göstermek, doğruyu, iyiyi, güzeli farketme, bunlara giden yolda yürümek anlamlarını ihtiva etmektedir.[315] Rağıb'a göre ise "hidâyet", yumuşaklıkla rehberlik etmektir.[316] Bir diğer ifade ile "hidâyet", insanın sergilediği iyi ameller sonucunda elde ettiği bir yoldur. Aynı kökten gelen ve "hedâ" kavramının ism-i faili olan "el-Hâdî" ise Allah (c.c)'ın isimlerinden olup, kullarına kurtuluş yolunu gösteren ve açıklayan anlamına gelmektedir.[317]

Bu bağlamda Allah (c.c), hidayeti (doğruyu), peygam­berler ve kitaplar vasıtasıyla insanlara bildirmektedir. Şayet bunlar gönderilmeseydi insanlar doğruyu net olarak bilemez­lerdi. Dolayısıyla bu kitaplardan ve peygamberlerden yarar­lananlar doğruyu ve hidayeti bulmayı arzulayanlardır. Bunlar takva sahibi olarak da nitelenebilirler. İlim ve marifet hidayeti bulmak için tek başına yeterli değillerdir. Çünkü nice ilim sahipleri vardır ki takvaya ve ilmiyle amel etmeye yönel­medikleri için kendileri batıla düştükleri gibi başkalarını da saptırmışlardır.[318]

Câhiliye şiirinde "hidâyet" kelimesi çokça kullanıl­mıştır. Zira o dönemde, şartların da zorlamasıyla insanlar, devamlı yolculuk ve sefer halinde bulunduklarından dolayı, her zaman böyle bir yol göstericiye yani rehbere ihtiyaç duymaktaydılar. Çünkü çöl son derece tehlikeli bir yerdi. En tecrübeli kılavuzlar bile bir noktada şaşırıp sapabilirlerdi. Dolayısıyla, şaşırmadan kılavuzluk görevini yapmak, bir rehber için gurur ve övünç vesilesiydi. Nitekim Abîd b. el-Abras, şiirlerinin birinde kendisinin iyi bir "hadî" yani rehber olduğuyla övünerek şöyle der:

"Bu öyle bir vadi ki, en tecrübeli kılavuzlar bile burada yollarını kaybederler."[319]

Araplar, mızrağın ucundaki sivri demire de, mızrağa doğru yolu gösterdiğinden dolayı "hadî" demişlerdir. İmruu'l-Kays bir beytinde şöyle diyor:

"(Avda) hayvan sürülerinin, öndekilerine yetişip onları göğüslemesinden, atımın kanlara bulanan yelesi, kına ile boyanmış ve taranmış bir ihtiyar sakalı gibiydi."[320]

Beyitlerden anlaşıldığına göre câhiliye döneminde bu iki kavramın kullanım alanı lügat manalarıyla sınırlıdır. Yani sadece çölde yol göstermeyi ifade ederdi. Yine o dönemde çöldeki yolları iyi bilen ve insanlara yol gösterip varacakları yerlere selametle götüren kimseye "hâdî" denmiştir.

Kur'ân'ın düşünce dünyasında ise "hâdî" kavramı sadece dünya ile sınırlı kalmaz. Fakat hemen şunu belirtelim ki, Kur'ân'da "hadî" (hidâyet veren) bizzat Allah'tır. Ve bu öyle bir kılavuzdur ki, O'nun rehberliğinde yürüyen asla şaşmaz ve yolunu kaybetmez. Görüldüğü gibi Kur'ân bu kavrama manevi bir boyut kazandırmaktadır. Çünkü kavram ilk başta çölde seyahat esnasındaki rehberlikle ilgili iken daha sonra, insanın, ucu bucağı olmayan manevi çöllerin aşılması ile ilgili kullanılır olmuştur."[321]

Öte yandan Kur'ân'a göre hidâyet veya dalâleti seçmek insanın elindedir. Dolayısıyla insan isterse hidâyeti, isterse dalâleti seçer. Bu fiil, if’al babına aktarılınca hediye vermek anlamına gelir. Bu da şuna işaret edebilir: Hidâyet; Allah'ın insanlara bir hediyesidir. Çünkü Allah, hidâyeti, doğru yolu göstermeseydi hidâyeti kim bulabilirdi?[322] Bu itibarla Kur'ân'a göre tek hidâyet kaynağı Allah'tır.[323] Allah bu hidâyetini peygamberler vasıtasıyla gerçekleştirir.[324]

Kur'ân'daki anlamıyla doğru kabul edilen yolu gös­terme veya talep edilen yolu gösterip oraya ulaştırmak, hidâyeti ifade etmek için yeterli değildir. Mesela hırsıza yol göstermeye rehberlik etmeye hidâyet denmez. Dolayısıyla yol göstermenin hidâyet olabilmesi için yolun dosdoğru olması gerekir. Bu da ancak İslâm'a giden yolda yapılan kılavuz­luktur.[325]

 

Hikmet:

 

Hikmet, kendisiyle amel edilen faydalı ilim. Bakara: 2/19’da maksat, Hz. Peygamberin Sünnet-i seniyyesidir.

Hikmet, ilim ve amelde sağ­lamlık, başka bir deyişle sözde ve işte isabet demektir. Hüküm, hükümet, ihkâm (sağlamlaştırma) kelimeleriyle ilişkili bir masdar ve isimdir. Lafzî ve manevî alanda birçok kelime ile anlam ilişkisi ol­duğundan bulunduğu yere göre tefsir edilmesi gerekir.

Mastar olması açısından, kö­tülükleri ortadan kaldırmak, iyi­likleri elde etmek manası vardır. Hüküm, hükümet ve ihkâm bu kökten alınmıştır. Her nerede kö­tülüğü gidermek ve iyiliği elde et­mek varsa, orada "hikmet" anla­mı vardır. Bu nedenle bir şeyin içinde gizlenen ve sonuç bakımın­dan ortaya çıkacak olan fayda ve iyiliğe o şeyin hükmü ve hikmeti denilir. Hikmetin anlamlarından biri budur. Bu anlamın, hikmetin hedef anlamı olmasa bile, bu anla­mın az çok hepsinde bulunması gerekir.

Buna göre hikmet sözü, fayda sözünden daha özel bir anlam ifa­de eder. Sebep kelimesinden daha geniş bir anlama sahiptir. Zira hikmet, sebepten önce olabileceği gibi, nihai hedeften sonra da ola­bilir. Yani sebebin sebebi, amacın sonucu şeklinde ortaya çıkabilir. Hikmet denildiği zaman, mutlaka ya bir sebep-sonuç ilişkisi ya da genel olarak bir sebebin nedeni ve buna benzer gerekçeli bir mana söz konusudur. Yani hikmet, mut­laka sonucun sebebe irca edilme­si, tutarlı ve sağlam bir ilişki anla­mını ifade eder.

Nitekim, bir işi bir başka işe isnad etmeye hüküm denildiği gi­bi, ilmî, amelî herhangi bir doğru karara da hikmet denilir. En genel anlamda hikmet, fayda, yarar ve sağlamlaştırma anlamlarından dolayı her güzel bilginin ve her faydalı işin ismi olmuştur.

Bununla beraber pratik ilim­lerle ilişkisi, teorik/nazarî ilimlerle ilişkisinden daha fazladır. Güzel ameller içindeki yeri de ilme yöne­liktir. Bir işi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve on­dan doğacak bütün tehlikeleri ber­taraf etmeyi gözeterek yapmak de­mektir. İlim ve amel hikmetin en esaslı manasını teşkil eder.

Hikmet kelimesi şu anlamlar­da tefsir edilmiştir.

1- Hikmet, sözde ve fiilde doğruya isabet etmedir.

2- Hikmet hem ilim hem ameldir.

3- Hikmet, ilim ve fıkıh de­mektir.

4- Hikmet, varlıkların özün­deki manaları anlamaktır.

5- Hikmet, Allah'ın emrini anlamaktır.

6- Hikmet, anlamak demek­tir.

7- Hikmet, icad etmektir.

8- Hikmet, varlık düzeninde her şeyi yerli yerine koymak de­mektir.

9- Hikmet, güzel ve doğru iş­lere yönelmektir.

10- Hikmet, siyasette gücü yettiği kadar yüce yaratıcıya ben­zemeye çalışmaktır.

11- Hikmet, Allah'ın ahlâkı ile ahlaklanmaktır.

12- Hikmet, Allah'ın emirleri­ni düşünmek ve ona uymaktır.

13- Hikmet, Allah'a itaattir.

14- Hikmet, doğru ve hızlı karar verebilmektir.

15- Hikmet, bir nurdur, ves­vese ile hakikat arasındaki fark bununla belirlenir.

16- Hikmet, doğruyu ilet­mektir.

17- Hikmet, din ve dünya dü­zenidir.

18- Hikmet, ledünnî ilmidir. Mukatil'e göre hikmet Kur'ân'da dört şekilde tefsir edilir.

1-  Kur'ân öğütleri manasına.[326]

2- Anlamak, bilmek manası­na.[327]

3- Nübüvvet manasına.[328]

4- İnce sırları ile Kur'ân anla­mına.[329]

Kısacası, sağlam bilgi, güzel huy, faydalı sanat, herkesin fay­dasına olan hizmet, sebep ve se­bebiyet, bir kötülüğü önlemek ve­ya bir iyiliği elde etmek için yapı­lan herhangi bir şey, ibret ve ders almayı gerektiren herhangi bir söz ve nasihat, tuhaf bir şeyin sır­rını anlamaya yönelik çaba, pey­gamberlik, sağlam gelenekler, Al­lah'ın değişmez kanunları, Peygamber'in sünnetleri, şeriat, din, kitap, Kur'ân, İncil, işte bunların hepsi hikmetin çeşitli manalarından bir tanesidir. [330]

Hikmet, beş şekilde tefsir edilir:

1. Kur'ân'daki emir ve nehiylerden oluşan nasihatlar

"Size indirdiği Kitap'tan (Kur'ân'dan) ve Hikmet'ten (Kur'ân'daki emir, nehiy, helâl ve hara­ma ilişkin nasihatlar dan)..." [331]

"Allah sana Kitab'ı (Kur'ân'ı) ve Hikmet'i (Bakara, sûresinde zikredilen helâl ve haramları) in­dirdi." [332]

"Ona Kitabı (Kur'ân'ı) ve Hikmet'i (Kur'ân'da bulunan helâl ve haram türünden nasihatları)... öğretecek." [333]

"Size verdiğim Kitab ve Hikmet'ten sonra beraberinizdekini tasdik eden bir rasûl geldi­ğinde, ona îmân edecek ve ona yardım edeceksiniz... "[334]

"Onlarda nefslerinden bir rasûl çıkardı; onlara âyetlerini tilavet edi­yor, onları arındırıyor, onlara Kitab ve Hikmet'i öğretiyor..."[335]

"Biz o'na (Yahya'ya) daha sabi iken hükm (fehm/anlayış/kavrayış) ve ilm verdik. " [336]

2. Fehm (anlama/kavrama) ve ilm

"Andolsun biz Lokmân'a hikmet (fehm/anla­yış/kavrayış ve ilm) vermiştik." [337]

"Her birine hükm (fehm/anlayış/kavrayış ve ilm) vermiştik." [338]

"İşte onlar kendilerine Kitap, hükm (fehm/anlayış/kavrayış ve ilm) ve nübüvvet verdiğimiz kimse­lerdir." [339]

3. Nübüvvet

"Biz Âl-i İbrahim'e Kitap ve hikmet (nübüvvet) vermiştik." [340]

"Ona Hikmet (nübüvvet) ve fasle'l-hitâb vermiş­tik." [341]

"Allah o'na mülk ve hikmet (nübüvvet) vermişti." [342]

4. Kur'ân'ın tefsiri

"Kime hikmet verilmişse, ona çok hayr verilmiş de­mektir." [343]

5. Kur'ân

"Rabbinin yoluna hikmet (Kur'ân) ile çağır!" [344]

 

Hilm:

 

Hilm, rahmeti, merhameti, yumuşak başlılığı, hoşgörüyü, af­fı çağrıştıran bir kelimedir. Al­lah'ın isimlerinden birisidir.[345] Ancak hilm, kötülük ve günah için kullanılmaz. Peygamberimizin de hoşuna giden bir şi­irde;

"Saflığı karışıklıktan, duruluğu bulanıklıktan

Ayırt etmiyorsa o hilm değildir." denilmiştir. [346]

 

Hîm:

 

Hîm, yakalandığı hastalıktan dolayı suya kanmayan susuz deve demektir.

Hîm, develere musal­lat olan ve genellikle develerde görülen bir hastalıktır. Hüyam hastalığı diye bilinir. Develer bu hastalığa yakalanınca, ne kadar su içerlerse içsinler bir türlü kan­mazlar. Hîm, "ehyemin" veya "hayma"nın çoğuludur.

 

Hîsâb:

 

Hisâb, iki şekilde tefsir edilir:

1. Ceza/karşılık

"Eğer şuurundaysanız, onların hesabı (karşılığı) Rabbimden başkasına ait değildir." [347]

"Onun hesabı (karşılığı) ancak Rabbinin yanın­dadır." [348]

"Sonra da, hesâbları (karşılıkları) şüphesiz Bize aittir." [349]

"Nice ülke halkını, Rabbinin ve rasûllerinin emrine baş kal­dırdıkları için şiddetli bir hesaba çektik ve görülmemiş bir azaba giriftar ettik"[350]

"Çünkü onlar hiçbir hesâb ummuyorlardı" [351]

"Bir karşılık ki: Rabbinden bir vergi, bir hesâb" [352]

2. Günlerin, ayların ve yılların sayısı ve hesabı

"Yılların sayısını ve hesabı (günlerin, ayların ve yılların hesabını) bilesiniz." [353]

"Güneş ve kameri de birer hesâb kıldık (yılla­rın sayısını ve hesabı bilmeniz için)." [354]

 

Hîn:

 

Hin, dört şekilde tefsir edilir:

1. Sene

"Rabbinin izni (emri) ile her hîn (sene) yemişini verir." [355]

2. Ecellerin/vâdelerin sonu

"Yeryüzünde sizin (Adem ile Havva) için bir hîne (ecellerinizin sonuna) kadar bir kalma/yer­leşme ve bir faydalanma vardır." [356]

"Yeryüzünde sizin için bir hîne (ecellerinizin sonuna) kadar kalma/yerleşme ve faydalanma vardır"  [357]

"Ve onları bir hîn'e (ecellerinin sonuna) kadar faydalandırdık." [358]

"Bir hîn'e kadar bir esas (eskiyecekleri zamana kadar elbiseler, yataklar, sergiler vb. eşyalar) ve bir meta..."[359]

3. Sâ'ât (zamanlar-vakitler-anlar)

"Allah'ı tesbih edin; akşam ettiğiniz vakit (hîn) (güneşin battığı vakit) ve sabah ettiğiniz vakit (hîn) (sabaha ulaştığınız vakit, sabah namazını kıla­rak) (.....) ve gündüzün sonunda (ikindi vaktin­de) ve öğle ettiğiniz vakit (hîn) (ilk öğle vaktin­de öğle namazını kılarak)." [360]

Hine tuzhirûne ibaresiyle, "ilk öğle namazı" kasdedilmektedir.

4. Muayyen bir sınırı olmayan belirsiz zaman

"Onun haberini bir hînin (bir zamanın -bu da müşriklerin Bedr'de katledilmeleridir, ancak âyette bu vakit, beyan edilmemiştir-) ardından bileceksiniz." [361]

"İnsan üzerinden dehr'den bir hîn (dehrden bir zaman -ki zamanın bir süresi, dönemi demektir) geçti." [362]

 

Hırs:

 

Hırs, bir şeye düşkünlük demekitr. Hadiste: "Sana fayda veren şeyi şiddetle ara, peşine düş."[363] şeklinde kullanılmıştır. Uzaklaştırmak, kenara çekmek demektir. Nitekim: Uzaklaştırmak,  kenara çekmek demektir. "Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa, o gerçekten kurtuluşa ermiştir."[364] mealindeki âyette de bu mânâda gelmiştir. Şâir de, bu kelime­yi şöyle kullanmıştır:

Dostlarım! Bu gece karanlığı niçin uzaklaşıp gitmiyor?

Sabah aydın­lığına ne oldu da gelmiyor?[365]

 

Hisâb-ı Yasîr:

 

Hisâb-ı yasîr[366], hiç mü­nakaşa edilmeyen, üzerinde hiç tartışılmayan kolay bir hesap de­mektir. Peygamberimiz bunu, he­men arz ve kitaba bakılıp geçil­mesi şeklinde tefsir etmiştir. Yani hesabın başlar başlamaz hemen bitmesi anlamında olduğu ifade edilmiştir. [367]

 

Hizb:

 

Hizb[368], bir şahsın fikrine tabi olup kendisi ile beraber bulu­nan arkadaşlarına denir. Kendile­rini sıkıştıran bir iş için toplanmış kimseler demektir.

"Hizbullah" tabirini müfessirler "şiatü Allah" (Allah'ın ta­raftarı) "ensâru Allah", (Al­lah'ın yardımcıları), "evliyâullah" (Allah'ın dostları) "cundullah" (Allah'ın ordusu) diye çeşitli tabirlerle tefsir etmişler­dir. [369]

 

Hızy:

 

Hızy, zillet, horluk, horlanma, azab ve işkence demektir.

 

Hubük:

 

Hubük, "Habiyketun" kelimesinin çoğulu olup, "yollar" demektir. Ve­zin ve mânâ bakımından tarika (yol) kelimesine benzer. Zeccâc şöyle der: Hubük, "güzel yollar" demektir. "Mahbuk" da lûgatta, "işi güzel yapılan" demek­tir.[370]

İbn A'rabî de şöyle der; Her şey ki, sağlam yaptın ve onun işini güzel ettin, o zaman, sana, "onu güzel yaptın" mânâsında "Habketehu" denilir.[371]

 

Hucu':

 

Hucu', az uyku de­mektir. Özellikle gece uykusu mâ­nâsına gelir.

 

Hûd:

 

Hûd, hâid kelimesinin çoğulu olup "Yahudiler" demektir. Hâid: "Tevbe etmek" mânâsına gelen fiilinden türemiş olup tevbe eden, günahından dönen demektir. Nitekim "Biz sana döndük"[372] mealindeki âyette de bu mânâda kullanılmıştır.

 

Hudâ

 

"Hudâ", kelimesi Kur’an-ı Kerim’de on yedi şekilde tefsir edilir:

1. Beyân.

"İşte şunlar, Rabb'lerinden bir hudâ (beyan) üzerindedir."[373]

"İşte şunlar, Rabb'lerinden bir hudâ (beyan) üze­rindedir." [374] 

"Semûd (kavmin)e gelince, Biz onlara hudâ/hidâyet ettik ( beyan ettik bildirdik)." [375]

"Gerçekten Biz onu yola hudâ/hidâyet ettik (ona beyan ettik/bildirdik)." [376]

"Şu, onlar için bir hudâ/hidâyet sebebi olmadı mı (onlara beyan etmedi/bildirmedi mi): Kendilerin­den evvel kaç kurun helak ettik, onların meskenle­rinde gezip dolaşıyorlar? Şüphe yok ki şunda, üstün akıl sahiplerine işaretler/deliller vardır." [377]

"Şu, onlar için bir hudâ/hidâyet sebebi olmadı mı (onlara beyan etmedi/bildirmedi mi): Kendilerinden evvel kaç kurun helak ettik, onların meskenlerinde gezip dolaşıyorlar? Şüphe yok ki şunda, işaretler/delliler vardır, kulak vermeyecekler mi?" [378]

2. İslâm dini.

"Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir hudâ (dosdoğru bir dîn: İslâm) üzerindesin." [379]

"De ki: "Şüphesiz hudâ, Allah'ın hudâsıdır" (dîn, İslâm dînidir)." [380]

"Şüphesiz hudâ, Allah'ın hudâsıdır" (dîn, İslâm dînidir)." [381]

Buna benzer âyetler çoktur. Örnek: İsrâ: 17/17; Kehf: 18/13, 55, 57.

3. İmân.

"Allah hudâya erenlerin hudâsını (îmânını) arttırır."[382]

"Biz de onların hudâlarını (îmânlarını) arttır­mıştık." [383]

"Size geldikten sonra sizi hudâdan (îmândan) biz mi alıkoyduk?!" [384]

"Senin yanındaki ahdi gereği bizim için Rabbine du'â et. Gerçekten biz hudâya geleceğiz (îmân edece­ğiz, mü'minler olacağız)." [385]

4. Dâî/davetçi.

"(Ey Nebi)! Sen sadece bir uyarıcısın. Esasen her kavm için bir hadi vardır (onları davet eden bir davetçi olmuştur)." [386]

"Muhakkak ki sen, sırât-ı müstakîm'e hudâ/hidâyet (davet) ediyorsun." [387]

"Musa'nın kavminden de hakka hudâ/hidâyet (davet) eden bir ümmet vardır." [388]

"Onlardan, emrimizle hudâ/hidâyet (davet) eden önderler kıldık."[389]

"Gerçekten bu Kur'ân doğruya hudâ/hidâyet (davet) eder." [390]

"Biz Musa'dan sonra indirilmiş olup önündekini doğ­rulayarak hakka hudâ/hidâyet (davet) eden bir Kitap dinledik." [391]

"Rüşde huda/hidâyet (davet) ediyor." [392]

"Onları cahîmin yoluna hudâ/hidâyet (davet) edin!" [393]

5. Marifet (bilmek, tanımak, öğ­renmek).

"Ve alâmetler (yarattı). Onlar yıldızla da hudâ/hidâ­yet bulurlar (yollarını tanırlar bilip öğrenir­ler)" [394]

"Onda (yeryüzünde), hudâ/hidâyet bulabilsinler (gidecekleri yolları tanısınlar, bilsinler) diye yollar yaptık." [395]

"Muhakkak ki Ben; yönelen, îmân eden ve sâlih amel işleyen, sonra, hudâya/hidâyete eren (hidâyeti tanıyarak bilerek onu zikreden) kimse için gaffarım (çok bağışlayıcıyım)." [396]

"Bakalım hudâ/hidâyete erecek (sırrı tanıya­cak/bilecek) mi, yoksa hidâyete ermeyenlerden (sırrı tanımayanlardan, bilmeyenlerden) mi olacak?" [397]

6.  Kitaplar ve rasûller.

"Şayet Benden size bir hudâ (rasûller ve kitap­lar) gelir de..." [398]

"Şayet Benden size bir hudâ (rasûller ve kitaplar) gelir de..." [399]

7.  Doğruluk, doğru yolu bulmak.

"Umarım Rabbim beni sevâe's-sebîle hudâ/hidâyet eyler"(doğruya iletir, doğruyu gösterir) dedi." [400]

"Ve ben ateşin başında bir hudâ (bana yolu gös­terecek bir kimse) bulurum." [401]

"Bizi sevâi's-sirâta hudâ/hidâyet eyle (bize doğru yolu göster)!" [402]

8. Muhammed'in durumu.

"Doğrusu, inzal ettiğimiz beyyinâtı ve hudâyı (Muhammed'in durumunu, o'nun nebi-rasûl olduğu­nu) gizleyenler..."[403]

"Doğrusu, hudânın (Muhammed'in durumunun, o'nun nebi-rasûl olduğunun) kendilerine beyan edil­mesinin ardından arkalarını dönenler..." [404]

"Huda'nın (Muhammed'in durumunun, o'nun nebi-rasûl olduğunun) kendilerine beyan edilmesinin ardından o Rasûl'e karşı gelenler..." [405]

9.  Kur'ân.

"Andolsun ki Rabb'lerinden onlara hudâ (Kur'­ân) gelmiştir." [406]

"Onlara hudâ (her şeyin açıklamasını ihtiva eden Kur'ân) geldiğinde, insanları îmân etmekten alıkoyan şey, "Allah, rasûl olarak bir beşeri mi ba’setti" demeleridir." [407]

"Onlara hudâ (her şeyin açıklamasını ihtiva eden Kur'ân) geldiğinde, insanları îmân etmekten ve Rabb'lerine istiğfar etmekten alıkoyan şey, ancak ev­velkilerin sünnetinin kendilerine de gelmesini beklemeleridir." [408]

10.  Tevrat.

"Andolsun ki Musa'ya hudâ (Tevrat'ı) vermiştik." [409]

"Andolsun ki Musa'ya Kitap vermiş, -onun likasından şüphe etme- ve onu İsrâîloğulları için hudâ (Tevrat'ı rehberlik) kılmıştık/yapmıştık." [410]

"Kitab'ı Musa'ya vermiş ve o'nu, İsrâîloğulları'na bir hidâ­yet kılmış (ve demiş)tik ki: "Beni bırakıp başkasını vekil edinnteyin!"[411]

11. İstircâda bulunmaya (innâ lillâh... de­meye) iletilmek.

"İşte Rabb'lerinden salavât ve rahmet onlara ve işte hudâya/hidâyete erenler (istircâda bulunmaya iletilenler) de onlardır." [412]

"Kim Allah'a (kendisine isabet eden musibetin Allah'tan olduğuna) îmân ederse, onun kalbini hudâya/hidâyete erdirir (kalbini istircâda bulun­maya iletir)." [413]

12. Hüccet/delil ortaya koyamama/delil ikâme edememe, da­lâletten dînine iletmeme.  

"Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında İbrâhîm ile çekişeni bilmiyormusun? Hani İbrahim, "Benim Rabbim dirilten ve öldürendir" deyince o, "Ben de diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrâhîm, "Muhakkak ki Allah güneşi doğudan getiriyor, haydi sen onu batıdan getir" deyince, o kâfir apışıp kalmış­tı. Allah zâlimler kavmini hudâya (hüccet/delil ikâme etmeye, delil ortaya koymaya, dalâletten dîni­ne) iletmez." [414]

"Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ın imare­tini... Allah zâlimler kavmini hudâya (hüc­cet! delil ikâme etmeye, delil ortaya koymaya, dalâlet­ten dinine) iletmez." [415]

"Allah zâlimler kavmini hudâya (dalâletten dîni­ne) iletmez." [416]

13. Tevhîd.

"Seninle birlikte hudâya (tevhide ve hak dine) tâbi olursak, yerimizden koparılıp atılırız." [417]

"O ki Rasûlü'nü hudâ (tevhîd) ve hak dîn ile gön­derdi." [418]

"O odur ki, Rasûlü'nü hudâ ve hak dîni ile gönderdi; onu bütün dînlerin üzerine çıkarmak için. Şâhid olarak Allah kâfidir."[419]

14. Sünnet.

"Biz atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk; biz de onların âsârı üzerinde giderek hudâya/hidâyete ere­riz (muhtedûn) (küfür hususunda onların sün­netlerini takib ederek doğruyu buluruz)." [420]

"İşte bunlar (nebiler) Allah'ın hudâ/hidâyet etti­ği kimselerdir. O halde sen de onların hidâyetlerine (tevhîd hususundaki sünnetlerine) iktida et!" [421]

15. Islah etmez.

"Şüphesiz Allah hâinlerin keydini hudâya/hidâyete erdirmez (zinakârların amelini ıslah etmez)." [422]

16. Hayvanlara ilham.

"Rabbimiz her şeye (yeryüzünde hareket eden canlılara hayvanlara) hilkatini (kendisine uygun olan suretini) veren, sonra da hudâ/hidayet (sonra da ona maişetini ve otlayacağı yeri nasıl bula­cağını ilham) edendir." [423]

"O ki takdir edip (erkeği ve dişiyi yaratmayı tak­dir edip) hudâ/hidâyet verendir (erkeğe, dişiye nasıl yaklaşacağını, dişinin ona nasıl geleceğini (dişi­yi nasıl celbedeceğini) ilham edendir)." [424]

17. Tevbe ettik/döndük.

"Şüphesiz biz Sana hudnâ ettik (dön­dük)."[425]

 

Hud'a:

 

Hud'a[426], hile demektir. Bu kelime esasında bir gizlilik manasını içine alır. Başkasına kar­şı görünüşte, selamet ve doğruluk düşündüren bir işi açıklayıp için­de onu zarara sokacak bir şeyi gizlemektir.

"Muhâdea", hile yarışma kalkmak demektir. İkisi birden değil önce bir taraftan başlamak şarttır. [427]

 

Hulefâe'l-Ard:

 

Hulefâe'l-ard[428] tabiri, arzda, geçmişlerin yerlerine ka­lan demek ise de, ahkâm-i ilâhiyenin icrasına memur hilafet sahipleri demektir. Başka bir deyişle yeryüzünün hükümdarları manasına olması daha açıktır. [429]

 

Hulkûm:

 

Hulkûm[430], boğaz de­mektir. Dilimizde "can boğaza geldiği zaman" denilir ki, ruhun çıkmak üzere olduğu, son an de­mektir. [431]

 

Hümeze:

 

Hümeze, insanları arkadan çekiştirmeyi, şeref ve haysiyet­lerini yaralamayı âdet haline getiren demektir. "Fuale" vezni, alışkanlık ifade eder. Çok lanet edip bunu alışkanlık haline getirene "luane" çok gülüp bunu alışkanlık haline getirene de "duhake" denir.

Hümeze, "hemmâz", "gammaz" gibi "hemz"den müba­lağa sigasıdır. "Lüane", "duhake" gibi adeti ifade eder. "Hemz" de, çok yapan, adet edinenler demektir.

Hemz, Kâmûs'un beyanına göre, eli ile çimzirmek, dürtmek, itelemek, vurmak demektir. Nite­kim, "mıhmez", "mıhmaz", "mahmız": çekiç, "mıhmıze": değnek, "hemze" bir dar yere sıkıştırmak demektir. Dolayısıyla "hümeze" bunlardan birisini veya hepsini çok yapan, adet edinen demek olur.

Bu itibarla, "hümeze", "hamiz" gibi, çimdikçi, çekiştirici, dürtüştürücü, kakıştırıcı, vurucu, kinci, sıkıcı, ısırıcı anlamlarına ge­lebilir. Ancak örfte daha çok, dedi­koducu, onun bunun arkasından konuşup çekiştiren, koğuculuk ya­pan, gıybetçiliği adet edinmiş kişi­leri anlatır.

Bu nedenle, "hümeze", insan­lara gıybet ve buğz ettiren, "lümeze" ise, gıybet edip ta'n eyleyen di­ye tefsir edilmiştir.

 

Humûle:

 

Humûle[432], "ha"nın fethiyle yük götüren, ağırlık çeken, tahammüllü (yüklü) demektir ki çektiği yüke "ha"nın zammı ile "humûle" denilir. Bunu dilimizde üstün olarak "hamele" şeklinde okuyanlar yanlış söylerler. [433]

 

Hûn:

 

Hûn, horluk ve zillet demektir.

 

Hunefâ:

 

Hunefâ, bâtıldan hak dine dönenler. "Hanefe"nin aslı, meyletmektir.

 

Hunnes:

 

Hunnes, hânis kelimesinin çoğuludur. Gündüzleri göze görünmeyip kaybolan parlak yıldızlar demektir.

 

Hurûm:

 

Hurûm[434], haramın ço­ğuludur. Muhrim, ihramda olan demektir. Gerek Harem'de gerek­se Harem dışında ihramda olan kimse demektir. Harem'de bulu­nup da ihramda olmayan da bu hükümdedir. [435]

 

Husban:

 

Husbân, "Ğufrân" ve "Kufrân" gibi mastar olup hesap manasına­dır.

Husbân, "ha"nın ötresiyle hesab ve hesabın çoğulu, he­saplar anlamına gelir. Değirmen taşının mihverine de "husbânü'r-reha" denilir.

 

Husn:

 

Husn, hayır mânâları kapsayan umumî bir isimdir. Tatlı söz, güzel terbiye ve güzel ahlâk gibi, güzellik ifade eden herşeye şâmildir. Bu­nun zıddı, çirkinlik mânâsına gelen kubh kelimesidir. Husn kelimesi âyette zikredilmeyen bir masdarın sıfatı olarak geçmektedir. "Güzel söz söyle­yin" demektir.

 

Husnâ:

 

Husnâ; güzel sevap yani cennet demektir.

Husnâ, dört manada tefsir edilir:

1. Cennet

"İhsan edenlere (muvahhidlere) husnâ (cennet) ve fazlası (Allah'ın vechine bakmak) vardır." [436]

"İhsan edenlere de husnâ (cennet) ile karşılık vermesi içindir." [437]

"İhsanın (ehl-i tevhidin) karşılığı, ihsandan (cennetten) başkası olabilir mi?!" [438]

2. Oğullar

"Husnâ (oğullar) onlarınmış." [439]

3. Hayr

"Biz o mescidi (Dırar'ı) yapmakla husnâ'dan (hayr'dan) başkasını irade etmedik." [440]

"İhsan'dan (hayrdan) ve uyum sağlamaktan başkasını irade etmedik." [441]

4. Kelime-i Tevhid

"Artık kim verir ve sakınırsa, hüsnâ’yı (kelime-i tevhidi) tasdik ederse"[442]

 

Husr-Husrân:

 

Husr; ziyan ve zarar demektir.

Husr ve husrân[443] küfr ve küfrân gibi aynı vezindendir. Husr ve hasar, kazanacak yerde zarar etmek, sermayeyi kaybet­mek, iflas etmek demektir. Hus­rân ise husr ve hasar sonunda, hasret, pişmanlık ve perişanlık içine düşmektir.

Husrân ifadesindeki tenvin tazim/büyükleme ve tenvi'/türlendirme içindir. Yani büyük bir hüsran, bir nevi hüsran içinde boğulmaktır. İnsanın en büyük ser­mayesi ömrüdür, insanın bu ser­mayeyi tüketmesi iflas etmesi, bir daha yerine koyamayacak olması hüsranın vehametini göstermek­tedir. [444]

el-Husrân, beş şekilde tefsir edilir:

1. Aciz kimseler

"Biz bir usbe iken o'nu kurt yerse, doğrusu biz hâsirûnuz (aciz kimseleriz) demektir." [445]

"Eğer sizin gibi bir beşere tâbi olursanız, elbette hâsirûnsunuz (aciz kimselersiniz) demektir." [446]

"Şu'ayb'a tâbi olursanız, andolsun ki o takdirde siz hâsirûnsunuz (aciz kimselersiniz) demektir." [447]

2. Aldatanlar, aldananlar, aldatılanlar  

"De ki: "Asıl hâsirîn, Kıyamet Günü nefslerine ve ehllerine hasar edenlerdir (hem kendilerini al­datarak ateşe gidenler; hem de ehl'leri: eşleri ve hizmetçileri cennete [448] gittikleri için aldananlardır). Ha­beriniz olsun ki, işte apaçık hüsran odur." [449]

"Asıl hâsirîn, Kıyamet Günü nefslerine ve ehillerine hasar edenlerdir (ateşe gitmek/maruz bırak­mak suretiyle kendilerini, eşlerini ve hizmetçilerini aldatanlardır) Haberiniz olsun ki, şüphesiz zâlimler muqîm bir azâb içindedirler." [450]

3. Dalâlet

"Açık bir hasarla hüsrandadır (dalâlettedir)." [451]

"Şüphesiz insan husrân (dalâlet) içindedir." [452]

4. Eksiklik-eksiltmek, noksanlık-noksanlaştırmak

"Ölçeği tam yapın ve muhsirlerden (ölçeği eksiltenlerden) olmayın!" [453]

"Mîzânı ihsar etmeyin (teraziyi eksik tutmayın)." [454]

"Ama onlara ölçüp tarttıklarında ihsar ederler (yani, eksiltirler)." [455]

5. el-Hüsrân, ukubet manasında kullanılmıştır; şu âyetlerde olduğu gibi:

"(Nuh dedi ki): "Eğer bana mağfiret ve merhamet et­mezsen, hasirinden (ukubete/cezaya uğrayan­lardan) olurum." [456]

"Eğer bize mağfiret ve merhamet etmezsen, hâsirinden (ukubete/cezaya uğrayanlardan) oluruz." [457]

 

Husufî'l-Kamer:

 

Husufi'l-kamer, Ay'ın, Güneş'e doğru yönelmesi halinde aralarına dünyanın gölgesinin girmesi anlamına gelir. Yani ay tu­tulması demektir.

Ancak Kur'ân'daki kullanımı daha çok, kıyamet gününe has, Kamer'in kaybolup şimşek çakan göze görünmez olması anlamına gelir.

 

Husûm:

 

Husûm, uğursuzluk ve idman manalarında masdardır. "Hasm"ın çoğuludur, "Hasm, bir şeyi kökünden kesmek, bir hasta­lığı kökünden kurutmak için ard arda dağlamak demektir.

Ayrıca, "husûmen"in "menhûsât", "meş'ûmât" yani kökleri­ni kesecek, hiç hayırlarını bırakmayacak derecede uğursuz ve uğursuzluk manasına geldiğini de ifade etmişlerdir. Bazıları da "husûmen"in masdar olarak mef'ûl-u leh, yani köklerini kes­mek için demek olduğunu söyle­mişlerdir. "Huşum fırtınası", "hu­şum günleri" tabirleri dilimizde mevcuttur.

Husûm, peşpeşe, hiç kesilmeden demektir. Kesmek mânâsına"Hasm" kökündendir.

Şâir şöyle der:

Başlarına musibetler geldi ve musibetler ard arda geldi.[458]

 

Huşu:

 

Kur'ân'da türevleriyle birlikte 17 yerde geçen bu kelime, Arap dilinde, "bakışın yere dikilmesi, gözleri kapamak, sesi alçaltmak, kederli tavır takınmak, boyun bükmek ve tevazu" gibi anlamlar taşımaktadır.[459] Araplar, toprak kuruduğu ve yağmur yağmadığı zaman, "Ardun haşiatun" duvar yıkılıp yere serildiği zaman "Cidârun haşiun"[460] derler.

Bilindiği gibi toprak kuruduğu ve susuz kaldığı zaman sanki boynunu bükerek üzüntülü bir tavır takınır ve mütevazi bir hal alır. Duvarın yıkılışı da, kederli bir hali ifade eder ve adetâ acınacak bir durum sergiler.

Bu kelime câhiliye döneminde kullanılmıştır. Nitekim o dönem şairlerinden Nâbiğatu'z-Zubyânî "huşu" kelimesini lügat anlamına uygun olarak şöyle zikreder.

"Sen onu açıklığa çıkardığın zaman, onu göze sürülen bir sürme ve havuzun dibinde kırılmış olarak sakin bir halde görürsün."[461]

Bu kavram, Kur'ân'da lügat manasını ifade eden birkaç âyette geçmektedir.

Mesela; "susmak" anlamıyla, "o gün... çok esirgeyici (Allah'ın) heybetinden, sesler kısılmıştır."[462]

Kederli tavır takınmak anlamında; "Yüzler o gün zelildir."[463]

"Yıkılmak, yere yıkılmak" manasında; "Eğer biz Kur'ân'ı dağ başına indirseydik muhakkak ki Onu Allah korkusundan baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün."[464]

Lügat manalarının yanında, Kur'ân'daki "huşu" tam bir boyun eğiş ve bu boyun eğişin gerektirdiği eylemleri sergilemek demektir. Diğer bir ifade ile, kalpler Allah korkusuyla dolu, uzuvlar sakin ve mutmain olarak namaza durmak, bütün himmetini bir merkezde toplayarak, Allah'tan başkasından yüz çevirmek, gözünü namaz kıldığı yerden ayırmamak anlamlarını içermektedir.[465] Ve Kur'ân, "Namaz­larında huşu içerisinde olanların felaha erdiklerini" bildirir.[466] İşte bu anlamın câhiliye döneminde bilinmediğini söyleyebiliriz.

 

Hutam:

 

Hutâm rüzgârla savrulan, kuru şeylerin kırıntısına, çer çöp, ot çöpü, sa­man ve kabuk kırıntıları gibi şey­lere denir. Dal, kuruluktan dolayı ufaldığında kullanılan, "Tahteme’l-‘avd" sözünden alınmıştır.

 

Hutame:

 

Hutame, cehennem ateşidir. İçine atılan her şeyi kırıp geçirdi­ği, ufaladığı için ona bu isim verilmiştir.

Hutame, Cehennem'in bir ismidir. Eski Türkçe'de "tamu" diye çevirilmiştir. Tamu, zindan ve hapishane demektir. Hutame, kırıp geçirmek demek olan "hatm"den türemiştir. Dola­yısıyla "hutame" de, kıran geçiren demek olur.

Türkçe'de, "kıran girdi" tabiri aynı şeyi anlatmaktadır. Kızgın ateşin yapısı ve özelliği böyledir. Önüne geleni kırıp geçirir, mahve­der. Cehennem'e, hutame denilme­si bu özelliği dolayısıyladır.

 

Huve muvellihâ:

 

"O, o tarafa yüzünü çevirir" demektir. Âyette "yüz" kelimesi zikredilmemiştir. Ferrâ: "Ona döner" diye terceme etmiştir.

 

Hübût:

 

Hübût, yukardan aşağı iniş demektir.

 

Hücre:

 

Hücre[467], etrafı çevrilerek içine girilmesi men edilen toprak parçası demektir. Çoğulu "hucurât"tır. Hucurât Sûresi ismini bu kelimeden almıştır. Hucurât Sûresi'ndeki kullanımında "hücre"den kastedilen mana Peygamber’imize ait odalardır. Her bir eşi­ne bir oda olmak üzere dokuz odası/hucresi olduğu rivayet edilmektedir. [468]

 

Hüdâ:

 

Hüdâ, hidayet etmek doğru yol göstermek manasına masdar­dır. Hidâyet, almak manasına da gelir. Sonra, hidayet eden rehber ve hidayet olunan doğru yol ma­nasına da gelir.

Kur'ân'da "huden li'1-muttakîn"[469], "huden li'n-nâs"[470], "huden ve yubeşşirü li'l-mu'minîn"[471] buyurulduğu için Kur'ân'a el-Hüdâ da denilir. [472]

 

Hüdhüd:

 

Hüdhüd[473], Kâmûs ter­cümesine göre, iki "ha" harfinin ötresiyle mutlaka karkara eden yani ezgilerle, nağmelerle öten kuşa denir. Özellikle, hüdhüd, bi­linen kuşun ismidir; çavuş kuşu veya ibibik diye adlandırılmakta­dır. Ona "ulabit" vezninde "hudahid" denir. Çok öten güvercine de "hüdhüd" denilir. [474]

 

Hür:

 

Hür[475], "ahver"in veya "havra"nın çoğuludur. Gözünün, beyazı şiddetli beyaz, karası da şiddetli kara olan ahu gözlüye de­nilir. Ümmü Seleme'nin Rasûlullah'tan rivayetine göre; "hür" parlak (veya beyaz) diye tefsir edilmiştir. [476]

 

Hüzü:

 

Hüzü', zâ'nın ötresi ve hemzenin vav'a çevrilmiş şekliyle "huzuven" alay etmek demektir. "Kufuen" kelimesindeki hemzenin vava çevrilerek "Kufuven" ol­ması da bunun gibidir. Metinde zikredilmeyen tamlayanı da nazar-ı itibara alarak mânâsı: "Bizi alay konusu mu ediniyorsun?" demektir veya mastar. ism-i meful mânâsı vermek suretiyle: "Bizi, kendileriyle alay edilen kirrseler mi ediniyorsun?" demek olur.

 

 



[1] Muhammed: 47/31.

[2] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 131. (3540, 2556)

[3] Zariyat: 51/7

[4] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 131/132. (4528-4529)

[5] Nur: 24/26.

[6] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 132. (3493-3494)

[7] En’am: 6/95

[8] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 132. (1986-1987, 4024-4025 )

[9] Hud: 111/5

[10] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 132. (4507)

[11] Al-i İmran: 3/103,112

[12] Al-i İmran: 3/103.

[13] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 133. (1153-1145)

[14] Tirmizi, Darimi.

[15] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 1,3 s. 423.

[16] Nisa: 4/59

[17] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 1 s. 234-235.

[18] İsfahani, Müfredat, tsz-, s. 107.

[19] Müleklıin, Garib, 1987, s. 96.

[20] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 6-1.

[21] Sabuni, Safvet, 1995, c. 1, s. 412-413.

[22] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 53-56.

[23] Bakara: 2/196.

[24] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 133. (554, 703)

[25] İbn Fâris, Mucmelu'1-Luğa, 1, 221.

[26] İbn Fâris, a.g.e., el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. el-Ensârî, el-Câmi'u li Ahkâmi’l-Kur'an, Mısır, 1967, II, 122.

[27] bkz. el-Mevsilî, Mahmud b. Mevdûd, el-İhtiyâr fî Ta’lili'l-Muhtâr, Beyrut, tsz., I, 139, dipnot, 1.

[28] en-Nâbiğatu'z-Zubyânî, a.g.e., s. 19.

[29] Öztürk, Y. N uri, İslâmî Kavramlar Ansiklopedisi, İst. 1991, s. 83.

[30] Mustansir, a.g.e., s. 73. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 43-46.

[31] Neml: 27/60.

[32] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 133. (3693)

[33] En’am: 6/28.

[34] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 133. (5772,4535)

[35] Bu beyti İbnu'l-A'râbî söylemiştir. Mânâsı şudur: İhtiyarlayıp saçlarım döküldükten sonra, gençliğimdeki flört ve aşk hayatına mı döneceğim?!

[36] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 133-134. (5557)

[37] Yunus: 10/5.

[38] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 134-135. (2675-2677, 2506)

[39] Mü'minûn: 23/71

[40] Asr: 103/3

[41] Zuhruf: 43/29-30

[42] Kaf: 50/5

[43] Kasas: 28/48

[44] İsrâ: 17/81

[45] Enfâl: 8/8

[46] Neml: 27/79

[47] Nûr: 24/25

[48] A'râf: 7/89

[49] Sâd: 39/22

[50] Sâffât: 37/37

[51] Mü'minûn: 23/70

[52] Kasas: 28/75

[53] Ankebût: 29/68

[54] Yûsuf: 12/4

[55] En'âm: 6/73

[56] Yûnus: 10/53

[57] Secde: 32/13

[58] Ahkâf: 46/l8

[59] Mü'min: 40/6

[60] Hacc: 22/62

[61] Yûnus: 10/30

[62] En'âm: 6/62

[63] Ahkâf: 46/73

[64] Bakara: 2/282

[65] Bakara: 2/282

[66] Bakara: 2/247

[67] En'âm: 6/81

[68] Yûnus: 10/35

[69] Tevbe: 9/62

[70] Tevbe: 9/13

[71] Me'âric: 70/24

[72] Bkz. Zâriyât: 51/19.

[73] Sâd: 38/26

[74] En’am: 6/1.

[75] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 135-136. (1866-1867)

[76] Nisâ: 4/119

[77] Rûm: 30/30

[78] Şu'ara: 26/137

[79] Ankebût: 29/17

[80] Sâd: 38/7

[81] Mâide: 5/110

[82] Al-i İmrân: 3/49'a işaret etmektedir. (Çeviren).

[83] Nahl: 16/20

[84] Furkân: 25/3'e işaret etmektedir. (Çeviren).

[85] Halq kelimesinin, konuşturmak manasına geldiği, ya da konuşturmak manasında kullanıldığı iddiasının, herhangi bir delili yoktur. Fussilet: 41/21. âyetten böyle bir sonuç çıkar­mak, ancak çok yüzeysel bir bakışla mümkün olabilir. (Re­daktör).

[86] Fussilet: 41/21

[87] Şu'arâ: 26/166

[88] Sâffât: 37/11

[89] Nâziât: 79/27

[90] Yâsîn: 36/81

[91] Aynca bkz. A'râf: 7/54, Yûnus: 10/3, Ahkâf: 46/33, Hadîd: 57/4. En'âm: 6/1

[92] Mü'minûn: 23/12. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 339-341.

[93] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 136. (56-61)

[94] ez-Zevzenî, a.g.e., s. 75.

[95] 'Ûde,a.g.e., s. 307, 'Ûde, a.g.e., s. 307.

[96] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 114.

[97] Hicr: 15/26.

[98] Saffat: 37/11.

[99] Secde: 32/8.

[100] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 136-137. (3056-3058)

[101] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 137. (5335, 5542, 4056)

[102] Me'âric: 70/10

[103] Şu'arâ: 26/101

[104] Fussilet: 41/34

[105] Muhammed: 47/15

[106] Hacc: 22/19

[107] Duhân: 44/48

[108] Sâffât: 37/67

[109] Rahmân: 55/44.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 428-429.

[110] Ğaşiye: 88/4.

[111] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 138. (6038)

[112] Mesed: 111/4.

[113] Leheb: 111/4.

[114] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 138-139. (6263-6264)

[115] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c.4, s. 821.

[116] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c.3, s. 632.

[117] Mülekkin, Garib, 1987, s. 600.

[118] Zemahşeri: bkz- ayrıca Taberi'nin nakliyle Îkrime, Mücahid ve Katade.

[119] Esed, Mesaj, 1996, c.3, s. 1320.

[120] Mevdudi, Tefhim, 1986, c. 7, s. 295-296.

[121] Sabuni, Safvet, 1995, c. 7, s. 470.

[122] Beyzavi.

[123] Keşşaf, 1/145

[124] Bakara: 2/278-279

[125] Mâide: 5/34

[126] Enfâl: 8/57

[127] Mâide: 5/64.

[128] Nisâ: 4/65

[129] A'râf: 7/2

[130] En'âm: 6/125

[131] Mâide: 5/6

[132] Hacc: 22/78

[133] Tevbe: 9/61

[134] Feth: 48/17.

[135] Nûr: 24/61.

[136] Bakara: 2/71

[137] Bakara: 2/205

[138] Şûrâ: 42/20

[139] Bakara: 2/223.

[140] el-Mısbahu'1-münîr

[141] Âl-i İmrân: 3/120

[142] Nisâ: 4/78

[143] Tevbe: 9/50

[144] Neml: 27/89-90

[145] Kasas: 28/84

[146] En'âm: 6/160

[147] A'râf: 7/131

[148] A'râf: 7/95

[149] A'râf: 7/168

[150] Rûm: 30/36

[151] Ra’d: 13/6

[152] Kasas: 28/54

[153] Fussilet: 41/34

[154] Mü'minûn: 23/96

[155] Ra'd: 13/22.

[156] Muhtaru’s-Sıhah, "Ha-se-ra" maddesi.

[157] Kurtubî, 18/210

[158] Tâhâ: 20/108

[159] Kurtubî Tefsiri, 1/374

[160] Neml Sûresi, 27/17

[161] Yûnus: 10/45

[162] Furkân: 25/17.

[163] Kehf: 18/47

[164] Tekvîr: 81/5

[165] Neml: 27/17

[166] Sâd: 38/19

[167] Sâffât: 37/22-23

[168] İsrâ: 17/97

[169] Tâ-Hâ: 20/102.

[170] Yasin: 36/11.

[171] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 143. (6004, 3428, 4871)

[172] Bakara: 2/286.

[173] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 143-144. (1003)

[174] Zariyat: 51/31.

[175] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 144. (4538)

[176] Kasas: 28/57, Saffat: 37/10.

[177] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 144. (3748)

[178] Şekk kelimesinin -ikinci şıkta buna tekabül eden kelime­nin şirk olması sebebiyle- şirk olma ihtimali bizce kuvvetli­dir. Buna göre birinci açıklama ile ilgili ilk cümleyi, "Şirk olmaksızın zenb/günah işleyenler" şeklinde anlamak doğ­ruya daha yakın bir ihtimal gibi görünüyor. (Çeviren).

[179] Yûsuf: 12/91

[180] Yûsuf: 12/97

[181] Hâkka: 69/37

[182] Kasas: 28/8

[183] Bakara: 2/286

[184] Nisâ: 4/92. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 363-364.

[185] Bakara: 2/7.

[186] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 145. (209)

[187] Bakara: 2/57.

[188] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 144-145. (362)

[189] Zâriyât: 51/43

[190] Mü'minûn: 23/54

[191] Kadr: 97/5

[192] Yûsuf: 12/110

[193] Enbiyâ: 21/95-96

[194] Hûd: 11/40

[195] Tevbe: 9/29

[196] Hucurât: 49/9

[197] Enfâl: 8/39

[198] Bkz. Bakara/193.

[199] Bakara: 2/214. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 350-352.

[200] Bakara: 2/187

[201] O, Adiyy b. Hatem'dir. Buhari'nin "savm" babına ve Bakara suresinin tefsirine bak. Ferra, Meani, 1955, c. 1 s. 115.

[202] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. I s. 257.

[203] Semerkandi, B, Ulum, 1996, c. I, s. 125.

[204] İsfahani, Müfredat, tsz-, s. 161.

[205] Mülekkin, Garib, 1987, s. 73.

[206] Lane 11, 831

[207] Esed, Mesaj, 1996, c. 1 s. 53.

[208] Sabuni, Safvet, 1995, c.I s. 227

[209] Tekasür: 102/2.

[210] Ahtal: El-Ahtal (640-710), Hıristiyan bir Arap şairi olup Miladi 640'a doğru Hira'da yahut semiyesinin oturduğu Suriye çölünde, Ruşafe civarında doğ­muştur Hakiki ismi Giyas b. Salt b. Tarika olup Arabistan'ın en meşhur ka­bilelerinden Tağlibîlerin Cuşam b. Bekr koluna mensuptu. Validesi Leyla Hı­ristiyan idi. Hasımları tarafından kullanılan diğer bir lakabı da Davbal (do­muz yavrusu, kurt)dır. Büyük oğlundan Ebu Malik künyesini aldı. Hıristiyan olarak yaşayıp Hıristiyan olarak öldü. Hicivde ustadır. Kadına ve içkiye düş­künlüğü meşhurdur. Ahtal Cerir ve Ferezdak ile beraber birinci sınıfı (el-tabakatü'1-üla) teşkil ederler Arap münekkidleri İslamiyyet'ten beri kendi baş­larına ayrı bir zümre teşkil eden bu üç şahsiyet ile mukayese edilecek kimse bulamamışlardır. (İslam Ans. c.l, s. 226-227 ve 228'den özet. MEB İst. M.E. Basımevi, 1950)

[211] Keşşaf, 1997, c.4, s. 798.

[212] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 3, s. 613)

[213]  İsfahani, Müfredat, tsz. 3. 390

[214] Mülekkin, Ga-rib, 1987, s. 583

[215] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 602

[216] Sabuni, Safvet,1995, c.7 s.412

[217] Beyzâvi, Medarik

[218] Beyzavi, Celaleyn. Medarik

[219] Beyzavi, Medarik.

[220] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 146-147. (6036-6038)

[221] İnşikak: 84/14.

[222] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 147. (5678)

[223] Baka­ra: 2/28

[224] Mü'min: 40/11

[225] Âl-i İmrân: 3/27

[226] Hacc: 22/66

[227] Câsiye: 45/26

[228] Yâsîn: 36/70

[229] En'âm: 6/122

[230] Fâtır: 35/22

[231] Bakara: 2/179

[232] Mâide: 5/32

[233] Bakara: 2/49

[234] A'râf: 7/141

[235] İbrâhîm: 14/6

[236] Fâtır: 35/9

[237] Yâsîn: 36/33

[238] Al-i İmrân: 3/49

[239] Hz. İsa'nın, ölüleri dirilttiği Kur'ân'ın bildirdiği bir haki­kattir. Ancak Sâm b. Nuh'u dirilttiği ve onun da insanlarla konuştuğu iddiası, aslı-esası olmayan bir İsrâîliyâttır. (Re­daktör)

[240] Mâide: 5/110

[241] Meryem: 19/15

[242] Meryem: 19/33

[243] Kıyâmet: 75/40

[244] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 292-294.

[245] Rahman: 55/72.

[246] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 147-148. (4692)

[247] Beyyine: 98/7, Bakara: 2/148.

[248] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 148. (6021)

[249] Maide: 5/50.

[250] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 148. (1937)

[251] Furkan: 25/23.

[252] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 148. (3581)

[253] Müzemmil: 73/10.

[254] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 148. (5432)

[255] Bakara: 2/196.

[256] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 148-149. (712)

[257] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 149. (5491)

[258] En'âm: 6/158

[259] Nahl: 16/33.

[260] Bakara: 2/210

[261] Zuhruf: 43/66

[262] Muhammed: 47/18

[263] Nahl: 16/35

[264] İnsan: 76/1

[265] Ğâşiye: 88/1

[266] Tâ-Hâ: 20/9

[267] Zâriyât: 51/24

[268] Tâ-Hâ: 20/120

[269] Sebe: 34/77

[270] Kehf: 18/103

[271] Şu'arâ: 26/221

[272] Rûm: 30/28

[273] Rûm: 30/40

[274] Yûnus: 10/34

[275] Yûnus: 10/35

[276] A'râf: 7/53

[277] Nisâ: 4/176

[278] Yûsuf: 12/85

[279] İsrâ: 17/58

[280] Kasas: 28/88

[281] Kehf: 18/59

[282] Hicr: 15/4

[283] Kasas: 28/59

[284] En'âm: 6/6

[285] Hâkka: 69/29

[286] Bakara: 2/205

[287] Beled: 90/6.

[288] Kurtubî, 18/290

[289] Krş. "en-Necm" maddesi.

[290] Necm: 53/1

[291] Necm: 53/53. Bu iddianın hiçbir dayanağı yoktur.

[292] Tâ-Hâ: 20/81

[293] Nâziât: 79/40

[294] Necm: 53/23

[295] Tâ-Hâ: 20/16

[296] Furkân: 25/43

[297] İbrâhîm: 14/43

[298] Hacc: 22/31.

[299] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 150. (5492)

[300] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 150. (4712)

[301] Âl-i İmrân: 3/52

[302] Enbiyâ: 21/12

[303] Meryem: 19/98

[304] Âl-i İmrân: 3/152

[305] Yûsuf: 12/87

[306] Enbiyâ: 21/102

[307] Mecâzu'1-Kur'an , 1/41

[308] Al-i İmran: 3/160.

[309] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 150. (1218, 3583)

[310] Kurtubî. 19/43

[311] Furkan: 25/22.

[312] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 150-151. (3580)

[313] Saffat: 37/23.

[314] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 151. (119-120)

[315] İbn Manzûr, a.g.e., XV, 353.

[316] el-İsfahânî, a.g.e s. 784, 785.

[317] el-Gazalî, Ebû Hâmid, el-Makâsidu'l-Esma Şerhu Esmâillâhi'l-Husnâ, Medine, 1409, s. 107.

[318] bkz. Kutub, Seyyid, Fi Zılâli’1-Kur'ân, Beyrut, 1982, II, 820, 821.

[319] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 138.

[320] Îmruu'l-Kays, a.g.e., s. 156.

[321] Izutsu, a.g.e., a.y.

[322] bkz. A'râf: 7/4.

[323] Bakara: 2/120; A'râf: 7/178.

[324] bkz. En'am: 6/84, 91.

[325] İbn Kesir, II, 109, 110; Elmalılı, I, 124. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 104-107.

[326] Bakara: 2/231.

[327] Lokman: 31/12.

[328] Nisa: 4/54, Bakara: 2/251.

[329] Bakara: 2/269, Nahl: 16/125.

[330] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 151-153. (915-929)

[331] Bakara: 2/231

[332] Nisâ: 4/113

[333] Ayetin Hz. İsâ ile ilgili olduğu düşünülürse, bu yorumun tutarlı olmadığı anlaşılır. (Redaktör) Âl-i İmrân: 3/48

[334] Âl-i İmrân 3/81.

[335] Âl-i İmrân: 3/164

[336] Bu âyetin, bir sonraki el-Hükm kelimesinin tefsiri sadedin­de şâhid gösterilmesi daha uygun olurdu. (Redaktör). Meryem: 19/12

[337] Lokmân: 3/12

[338] Enbiyâ: 21/79

[339] En'âm: 21/89

[340] Nisa: 4/54

[341] Sâd: 38/20

[342] Bakara: 2/251

[343] Bakara: 2/269

[344] Nahl: 16/125. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 138-140.

[345] Bakara: 2/225.

[346] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 153-154. (1023)

[347] Şu'arâ: 26/113

[348] Mü'minûn: 23/117

[349] Ğâşiye: 45/26

[350] Talâk: 65/8.

[351] Nebe: 78/27

[352] Nebe: 78/36.

[353] İsrâ: 17/12

[354] En'âm: 6/96. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 229-230.

[355] İbrâhîm: 14/25

[356] Bakara: 2/36

[357] A'râf: 7/24

[358] Yûnus: 10/98

[359] Nahl: 16/80

[360] Rûm: 30/17-18

[361] Sâd: 38/88

[362] İnsan: 76/l  Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 304-305.

[363] Müslim, Kader, 34; İbn Mace, Makaddime, 10, Zühd, 14

[364] Âl-i İmran: 3/185

[365] el-Futuhâtu'1-İlâhiyye, 1/82

[366] İnşikak: 84/7.

[367] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 154. (5676)

[368] Maide: 5/56.

[369] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 154. (1721)

[370] Zâdu'l-mesîr, 8/29

[371] eI-Bahr, 8/132

[372] A'raf: 7/156

[373] Bakara: 2/5

[374] Lokmân: 31/5

[375] Fussilet: 41/17

[376] İnsan: 76/3

[377] Tâ-hâ: 20/128

[378] Secde: 32/26

[379] Hacc: 22/67

[380] Bakara: 2/120

[381] En'âm: 6/71

[382] Meryem: 19/76

[383] Kehf: 18/13

[384] Sebe: 34/32

[385] Zuhruf: 43/49

[386] Ra'd: 13/7

[387] Şûrâ: 42/52

[388] A'râf: 7/159

[389] Secde: 32/24

[390] Îsrâ: 17/9

[391] Ahkâf: 46/30

[392] Cin: 72/2

[393] Sâffât: 37/23

[394] Nahl: 16/16.

[395] Enbiyâ: 21/31

[396] Tâ-Hâ: 20/82

[397] Neml: 27/41

[398] Bakara: 2/38

[399] Tâ-Hâ: 20/123

[400] Kasas: 28/22

[401] Tâ-Hâ: 20/10

[402] Sâd: 38/22

[403] Bakara: 2/159

[404] Muhammed: 47/25

[405] Muhammed: 47/32

[406] Necm: 53/23

[407] İsrâ: 17/94

[408] Kehf: 18/55

[409] Mü'min: 40/53

[410] Secde: 32/23

[411] İsrâ: 17/2.

[412] Bakara: 2/157

[413] Teğâbün: 64/11

[414] Bakara: 2/258

[415] Tevbe: 9/19

[416] Cuma: 62/5

[417] Kasas: 28/57

[418] Saff: 61/9

[419] Feth: 48//28.

[420] Zuhruf: 43/22

[421] En'âm: 6/90

[422] Yûsuf: 12/52

[423] Tâ-Hâ: 20/50

[424] A'lâ: 87/3

[425] A'râf: 7/156. Burada işaret edilen kelimenin iştikakı he-vav-dâl harfleri­dir. Dolayısıyla he-dâl-ye kökünden türeyen hudâ ve hidâ­yet ile alakası yoktur. Bkz. Râgıb el-İsfehanî, el-Müfredât, Mu'cemu Elfâzı'l-Qur'âni'l-Kerîm.

[426] Bakara: 2/9.

[427] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 154-155. (223)

[428] Neml: 27/62.

[429] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 155. (3694)

[430] Vakıa: 56/83.

[431] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 155. (4724)

[432] En’am: 6/142.

[433] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 155. (2071)

[434] Maide: 5/95.

[435] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 156. (1814)

[436] Yûnus: 10/26

[437] Necm: 53/31

[438] Rahmân: 55/60

[439] Nahl: 16/62

[440] Tevbe: 9/107

[441] Nisâ: 4/62.

[442] Leyl: 92/5-6.

[443] Asr: 103/2.

[444] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 156. (6077)

[445] Yûsuf: 12/14

[446] Mü'minûn: 23/34

[447] A'râf: 7/90

[448] Burada bir istinsah ya da dizgi hatası olabilir. Zira hem bir sonraki âyette yapılan açıklamada, hem de bir önceki notta sözü edilen Mukâtil'in Tefsiri'ndeki açıklamada "eşlerinin cennete gitmelerinden" bahsedilmemiştir. Dolayısıyla, bu­radaki açıklamanın, kendilerini ve eşlerini aldatmak sure­tiyle ateşe gidenler/kendilerini ve eşlerini ateşe maruz bı­rakmak suretiyle aldananlar şeklinde olma ihtimali vardır.

[449] Zümer: 39/15

[450] Şûrâ: 42/45

[451] Nisâ: 4/119

[452] Asr: 103/2

[453] Şu'arâ: 26/181

[454] Rahmân: 55/9

[455] Mutaffıfîn: 83/3

[456] Hûd: 11/47

[457] A'râf: 7/23.

[458] Bahr, 8/319

[459] İbn Manzur, a.g.e., VIII, 71, 72.

[460] a.g.e., VIII, 72.

[461] en-Nâbiğâ, a.g.e., s. 43.

[462] Taha: 20/108.

[463] Ğaşiye: 88/2.

[464] Haşr: 59/ 21

[465] el-Âlûsî, Ebu's-Senâ Şihâbuddîn, Rûhu’l-Me'ânî, Beyrut, tsz., XVIII, 3.

[466] Enbiyâ: 21/1, 2.

[467] Hucurat: 49/4.

[468] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 157. (4452)

[469] Bakara: 2/2.

[470] Bakara: 2/185.

[471] Bakara: 2/97.

[472] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 157. (22)

[473] Neml: 27/20.

[474] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 157-158. (3669)

[475] Rahman: 55/72.

[476] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 158. (4692)