İbak:3

Îbdâ'/Mübdi'/Bedî':3

İblis:3

İbnu's-Sebîl:3

İbrâhîm:3

Îbrâm:3

Îbret/İ'tibar:3

İbtilâ':4

İcaf:4

İddareke:4

İdna:4

İdrab:4

İfâe/Fey' :4

İfk:5

İfrît:5

İftâ':5

İhbat:5

İhdar:5

İhrâb/Tahrîb:5

İhsan:5

İkame:6

İktisâd:6

Îlâ:6

Îlâf/Ülfet:6

Îlhâd:6

İlham:7

İll:7

İlliyyîn:7

İmâm:7

İman:7

İmlal:8

İn'am:8

İnabe:8

İnah:8

İnfak:8

İnkîlâb/Ala'l-Akîb:9

İnkidar:9

Îns Ve Cin Şeytanı:9

İntikam:10

İnzâr:10

İrcâ'/Mürcie:10

İrcaf:10

Îsâ:10

İshân:11

İsm:11

İslaf:11

İslam:11

İsm:11

İsmet:12

İsra':12

İsraf:12

İstiâne/Nesteîn:12

İstîdrâc:12

İstiftâ'-Fetvâ:12

İstiğfar:13

İstinbat:13

İstitaa:13

İstiva:13

İstiynâs:13

İ'şâr-u Uttılet:14

İşrak Vakti:14

İ'tikaf:14

İttîkâ:14

Îvâ/Eva:15

İza:15

İzzet:15


İ’ateluhu:

 

Onu, sert ve şiddetli bir şekilde çekin ve sürün.

 

İbâdet:

 

Bu kelime, Kur'ân'da türevleriyle birlikte yaklaşık 275 âyette geçmektedir. Dil bilginleri kelimenin etimolojik manaları hakkında şu görüşleri zikrederler:

İbn Dureyd, "abdın (kölenin) zıddı hürdür" der. Onun naklettğine göre Araplar, "abd" kelimesini gidiş gelişi kolay olan "tariqun mu'abbedun" (düzgün yol), huyu güzel yük devesi için de "ba'îrun mu'abbedun" tabirini kullanırlar." Yine onlar birisini köleleştirdiğin zaman, "abedeti’r-acul" "toplumu köleleştirdiğin zaman" "abedeti’l-kavm"[1] derler.

Görüldüğü gibi İbn Dureyd, ibadet kelimesini "önce" kişiler açısından ele almakta ve köle ile hürü karşılaştırarak bu görüşünü dile getirmektedir. Sonra aynı kelimeyi "gidiş, gelişi kolay olan yol" manasını alır ki, bu da boyun eğmek , itaat etmek ve tevazu göstermek manasını taşır. Sanki bu yol, gidiş gelişe amadedir. Tıpkı bunun gibi kul da ibadetle, Ma'budunun her türlü emir ve tavsiyelerine hazır ve amade olduğunu dile getirmektedir denebilir.

Diğer taraftan, toplumun da emirlere amade ve kendi­lerini yönetenlere karşı çıkmayacak tarzda itaata alıştırılması ve bunlara boyun eğmesi, gerçekten köleleştirildiklerinin bir işareti sayılabilir. Çünkü böyle bir toplum, ibadet edercesine emredilenlere uymaktadır.

Büyük filolog İbn Fâris ise konuya âdeta bir mutasavvıf gibi yaklaşarak "abede" kelimesindeki ilk iki harfi değerlendirir. Ona göre '"ayın" ve "bâ" harfleri birbirine zıd iki sahih harftir. Fakat bunlardan birincisi yumuşaklık, tevazu, ikincisi ise şiddet ve zorluğa işaret etmektedir.[2]

Bu yaklaşıma göre itaat, yumuşaklık, tevazu ve boyun eğme olması bakımından sanki "ayn" harfi, ibadetin bu yönünü simgeliyor. Belli kurallara uyma, ibadete devam etme ve onu terk etmeme de "bâ" harfinin sertliğini ve şiddetini ifade etmektedir, denebilir.

İslâm'dan önceki dönemde kölelik yaygın olduğun­dan  dolayı   şiirlerde "abede"  kelimesinin türevlerine sıkça rastlamak mümkündür. Ancak biz burada iki örnekle yetine­ceğiz.

Tarafa bir beyitinde şöyle der:

"Nihayet bütün ailem ve aşiretim, uyuzluğundan dolayı vücuduna katran sürülerek başka develerden ayrı bırakılan bir deve gibi, benden ayrılıp, beni terk edip yalnız bıraktılar."[3]

Antara da şöyle der:

"Bu ince boyunlu kuş, uzun tüylü kürkünü ters giymiş kesik kulaklı siyah bir köle gibi, gidip, Zu'1-Uşeyre denilen yerdeki yumurtalarını yoklar."[4]

Netice itibariyle ibadet kelimesi, İslâm ve câhiliye dönemlerinde, lügat açısından aynı manayı ifade etmişlerdir. Zira bu kelimenin, Kur'ân'daki manaları da, "yumuşaklık ve tevazudur." Ancak şu kadar var ki Kur'ân, ibadeti, çeşitli putlara tapılarak yerine getirilmekten kurtarıp, sadece Allah'a has kılarak, ona şekil ve mana yönünden farklı bir boyut kazandırmıştır diyebiliriz.[5]

 

İbak:

 

İbak[6], bir kölenin efendisinden firar etmesi demek­tir. [7]

 

Îbdâ'/Mübdi'/Bedî':

 

İbda'[8], örneği geçme­miş olan bir şeyi meydana getir­mek ve yapmaktır. Nisbi ibda az çok bir örnek ile olabilirse de ha­kiki ibda hiçbir örneği olmadan yaratmadır.

Böyle hiçbir örneği olmadan icad edilen, örneksiz güzel, fevka­lade şeye, ibda edilmiş, bedaatle sıfatlanmış anlamında "bedi’ " denildiği gibi, bunu meydana ge­tiren ve ibda âdeti olan yapıcıya (mübdi) da "bedi’ " denilir. Musrih manasına sarih, müsmı' ma­nasında semi' gibi. Muf'il veya fa­il manasında feildir.

Buna bedi’ denilmesinde, mübdi' isminin ifade etmediği bir devam ve sabit olma manası var­dır. Her iki mana ile bedi’ denildi­ği zaman bir örneksizlik, bir ben­zersizlik, güzellik ve fevkaladelik anlamı vardır ki, bütün gökler ve yer bu tür güzelliklerle doludur.

Her ne olursa olsun icad edil­miş şeylere bedi’ denilmesi ancak geçmiş örneği olmamak şartıyla izafî ve nisbî olarak söylenebilir. "Bedi’ " bir eser demek, gelecek­teki bir örneği değilse de geçmiş bir örneği olmayan benzersiz bir eser demektir. O bir kanun, bir mukayese ile ortaya çıkmaz, ilk örnek onunla başlar, aynilik, çeşitlenme, kanun ondan sonra mey­dana gelir. [9]

 

İblis:

 

İblis, şeytanın adıdır. Arapça değildir. Bir görüşe göre, ümit­sizliğe düşmek mânâsına olan iblâs kelimesinden türemiştir.

İblîs, hayırdan ümidi­ni kesen, pişmanlık duyan ve ke­derli, üzüntülü olan anlamına ge­lir. İlk müfessirlerden bazıları "iblîs"in, "iblas" masdarından Arap­ça bir isim olduğunu söylemişler­dir. İblas, hayırdan ümit kesmek, pişmanlık duymak, kederli olmak demektir.

İblîs de Allah'a isyanından dolayı hayırlardan ümidini kes­miş, taşlanmış şeytan olarak sıfatlanmıştır. O halde İblîs hayırdan son derece ümitsiz demektir. İrabı/harekelenmesi, Arapça olma­yan isimlerin hükümlerine tabi tutulmuş ve gayri munsarif kabul edilmiştir. Bu da "İblîs" kelimesi­nin, "Adem" kelimesi gibi Arapça olmadığını ortaya koyar. Arapça'ya başka bîr dilden geçmiştir.

 

İbnu’s-Sebil:[10]

 

“İbnü’s-sebil” (yurdundan) ayrılmış misafirdir. (Yolla olan) zorunlu ilişkisinden dolayı “ibnü's-sebil” denmiştir. Yol kesen hırsız için “ibnu't-tarik” denildiği gibi. [11]

“İbnü's-Sebil”, misafir demektir. Malından uzak kalan kişiye işaret ettiği de söylenmiştir. [12]

“Menzilinden uzak misafire ibnü'’s-sebil denir. Yola nisbet edilmesi, onunla özdeş olması sebebiyledir.” [13]

“Ibnü's-sebil (lafzen “yolun oğlu”) ifadesi, evinden uzak­ta olan herhangi bir kimseyi ve özellikle, bu durumdan do­layı geçim için yeterli imkana sahip bulunmayan kişiyi gös­terir. [14]

Daha geniş anlamda ise, her­hangi bir sebepten dolayı geçici veya sürekli olarak evine dönemeyen kimseleri, mesela politik sürgün veya mültecileri ifade eder.” [15]

“İbnü's-Sebil”; ailesinden ve ülkesinden uzakta kalmış yolcular…”[16]

Îbnu's-Sebîl[17], yolda kalmış yolcu demektir. Öyle ki memleketinde malı mülkü olsa da, yolda herhangi bir sebeple yoksul düşmüş muhtaç olmuş, olabilir. Bu itibarla lekit olan ço­cukları (kimsesiz çocukları, sokak çocuklarını) da bu bağlamda de­ğerlendirmek gerekir. [18]

îbnü's-sebil ile ilgili yukarıdaki nakillerden de anlaşılaca­ğı üzere bu terkip; “misafir, yolcu, yolda kalmış” gibi de­yimsel ifadelere tekabül etmektedir.

Türkçe Kur'an çevirilerinin genelinde bu terkip deyim­sel ifadesi yansıtılacak biçimde tercüme edilmiştir. Ancak biz yine de Çantay ve Bulaç'm meallerindeki ilgili çeviriler üzerinde durmayı uygun görüyoruz.

Çantay:

Bakara: 2/177... yol oğluna (yolda kalmış müsafirlere) ...

Bakara: 2/215... yol oğlunun (müsafirin ...)

Enfal: 8/36... yolda kalmışa...

Enfal: 8/41... yolcunun...

Tevbe: 9/60... ve yol oğluna (yani memleketinde zengin bi­le olsa meşru bir maksatla seyr-u sefer ederken muhtaç kalmış olan yolculara). Merhum Çantay, bu ayetle ilgili şu notu düş­müştür: “Ibnü's-sebil” in sokağa atılmış çocuklara (“lukata”ya) şümulünü aşikar görenler vardır.

İsra: 17/2...yolda kalmışa...

Rum: 30/38... yol oğluna (yolcuya)...

Haşr: 59/7...yolda kalanlara...

Bulaç:

Bakara: 2/177 ...yol oğluna (yolda kalmışa) ...

Bakara: 2/215 ... ve yol oğluna (yolda kalmışa)...

Nisa: 4/36 ... yolda kalmışa ...

Enfal: 8/41 ... yolcunun ...

Ali Bulaç, bu ayetle ilgili olarak şu notu düşmüştür: Baş­ka ayetlerde de geçen “ibn-i sebil”in tam karşılığı “yol oğIu”dur. Bundan, yolcu veya yolda kalmış kimseleri anlamak gerekir. Tabii mali yardım hakkını kazanan herhangi bir yolcu değil, fakat malı, parası bitmiş, sıkıntı ve zorluk için­de olan kimsedir.

Tevbe: 9/60... yolda kalmış(lar) ...

İsra: 17/26...yolda kalmışa ...

Rum: 30/38...yolcuya ...

Haşr: 59/7... yolda kalmışlara ...

Dikkat edilirse hem merhum Çantay hem de Bulaç “ibnü's-sebil'in karşılığı olarak “yol oğlu” tabirini kullanmakta ve bunu yer yer açıklamaktadırlar. Oysaki, ne böyle bir ter­cümeye ne de bunu açıklama çabasına gerek vardır. Çünkü tercümede esas olan, tercümesi yapılan unsurun tercüme edildiği dildeki en uygun karşılığını bulmaktır. Bu açıdan, îbnu's-sebil “yol oğlu” değildir. Hem Türkçe'de “yol oğlu” diye bir ifade de yoktur ve kullanılmamaktadır. Yani, daha açık bir ifa­deyle, bugün Türk dilindeki “yolcu, misafir, yolda kalmış” gibi ifadelerin karşılığı “yol oğlu” değildir.

Kaldı ki “ibnu's-sebil” derken Arapların zihninde de “veledu't-tarik” yani “yolun oğlu” gibi acaip bir ifade oluşmamaktadır. Bilakis, bunu “yolcu, yolda kalmış, misafir vb” şeklinde anlamaktadırlar. Aynca Araplar, “ibn” kelimesini bazı durumlarda “oğul” anlamını hiçbir surette çağrıştırma­yacak şekilde de kullanırlar. Özellikle herhangi bir şahsın yaşı gündeme geldiğinde; misalen; “fulanun ibnu tis'atin ve tis'ine senetin”[19] derler. Bu ifadenin Türkçe'ye “falanca 99 yı­lın oğludur” diye tercüme edilmesi ve ardından “99 yaşında­dır “diye açıklanması doğru değildir.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: “ibnu's-sebil” terkibi­nin yer aldığı ayetler tercüme edilirken “yol oğlu” şeklinde­ki bir ifadeye yer verilmemeli, bunun yerine “yolcu ve yol­da kalmış” tabirlerinden tercümesi yapılan ayete en uygun olanı seçilmelidir

Örnek:

Bakara: 2/177: ... Yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenci­lere...[20]

 

İbrâhîm:

 

İbrahim ismi, Süryanice bir kelimedir. Arapça anlamı ile; "Ebû Rahim" (merhametli baba) demek­tir. Arapça kullanımı ile Süryanice kullanımı arasında lafız ve mana yönünden bir benzerlik olduğu söylenmiştir. [21]

 

Îbrâm:

 

İbrâm[22], bir ipi katla­yıp, sağlam bükmek demektir.

Bundan ne suretle olursa olsun bir şeyi sağlamlaştırmak anlaşılır. "Mübrem", muhkem sağlam de­mektir. [23]

 

Îbret/İ'tibar:

 

İbret[24], Besâir ve Müfredât'ta zikredildiği gibi müşahede edileni öğrenmekle henüz müşa­hede edilmeyeni bilmeye vesile kılınan duruma denilir.

Bu kelimenin aslı "abr"dir. Bir halden bir hale geçme manası­nı ifade eder. Ubur, gerek yüze­rek, gerek gemi, hayvan, köprü veya başka bir araçla suyu, dere­yi, denizi geçmek demektir. Bu nedenle gözyaşına da "abre" denilir. Çünkü gözden yanağa geç­mektedir.

Aynı kökten gelen "ibare" söyleyenden dinleyene geçen söz, "tabir", rüyanın zahirinden batı­nına geçmek manasınadır. Mute­ber kendisinden ibret alınan, önemli ve yararlanılan dikkate şâyân şey demektir. Enfes, övülen ve kıymetli, değerli anlamı bun­dan mecazdır. İtibarlı şey, itibarlı adam dememiz bundandır.

Diğer kullanımlarında da hep bu geçiş anlamı vardır. Geçide, "ma'ber", geçiş vasıtasına "mi'bir" denilir. Çünkü sınırı geç­mek onunla mümkün olur. His­lerle bilinen ilme "ta'bir" denilir. Çünkü onun sahibi hayal edilen şeylerden düşünülene intikal eder. Lafızlara ibare denilir, çün­kü onlar manaları söyleyenin lisa­nından dinleyenin aklına geçerler. Kısaca ibret almak olarak ifa­de ettiğimiz i'tibar, müşahede edi­len bir bilinene dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeye intikal et­mek demektir. İbret almak, taaccub ederek mutteîz olmaktır. "Said/mutlu kişi başkasından ibret alandır" denilir.

 

İbtelâ:

 

İmtihan etti demektir. İbtilâ, imtihandır.

 

İbtilâ':

 

İbtilâ'[25], tecrübe ve im­tihan anlamındadır. İki farklı an­lama gelir. Birisi; bir şeyin gizli bir özelliğini, iç yüzünü tanımayı is­temek, diğeri; o şeyin iyi veya kö­tü yanlarını eksik veya üstün ta­raflarını ortaya çıkarmaktır.

İbtilâ', külfet, zahmet, imti­han, tecrübe demektir. "İbtilâ' " ve "belv" kelimeleri Allah için kulla­nıldığında, "İmtihan muamelesi yapmak" manasına bir istiaredir ki, nüktesi ilmî deneyin önemine ve hareketlerde deneyin esas alın­masında kulları irşaddır. [26]

 

İcaf:

 

İcâf, depretmek, yürek oynaması gibi hareket ettirip mustarip kılmak, atı yahut deveyi hızlı olarak yürütmek ve akın et­mek anlamlarına gelir. Müfessirlerin bazıları, "îcâf'ı hareket etti­rip yormak veya seri yürüyüşle yürütmek diye tefsir etmişlerdir.

Kâmûs mütercimi, "vecif" at ve devenin bir çeşit yürüyüşüne de­nir, maksat sallanarak yürümesidir ki kalkma ifadesi kullanılır demiş­tir. Merkeb gibi binilir demek olan rikab tabiri daha çok deve ile ilgili olarak kullanılır. "Rikab" üzengi manasına da gelir.

 

İcterahu:

 

İşleyip kazandılar, "İctirâh" Kazanmak demektir. "el-Cevârih" Organlar kelimesi de bu köktendir.

 

İddareke:

 

İddareke, bu kelime­nin aslı "tedareke"dir. Tedarik ar­dı ardına yetişip ulanmaktır. Baş­ka bir deyişle aralıksız olarak arka arkaya gelme, birbirine katılma, sürüp gitme demektir.

 

İddet:

 

İddet, hâmile olup olmadığının bilinmesi için kadmın bekle­tildiği müddet.

 

İdna:

 

İdnâ[27], yaklaştırmak de­mektir. "Ala" ile sılalandığında tazmin suretiyle sarkıtmak mana­sını da ifade ettiğinden, üzerinden sıkı örtmek demek olur.  [28]

 

İdrab:

 

İdrab, sözü üstünden altına çevirmek, demektir. Yani öncekin­den vazgeçirterek sonrakine yö­neltmektir. Bunu "belki" diye ter­cüme etmek gelenek haline gel­miştir. Gerçekten, söz atarak da ondan çıkarılmış denecek kadar uygundur.

Ancak, Türkçe'de belki, "id­rab" dan çok, ümit ve ihtimal için kullanılmaktadır. "Dur bakalım, belki gelir" demekte hiç idrab an­lamı yoktur. İdrab, "yok, hayır", "daha doğrusu" demektir. Bu an­lam kısaltmaya ve erişmeye ben­zer olması yönüyle fakat, "fakat" kelimesi de "bel" ve "lakin" yerine kullanılır olmuştur. [29]

 

İfâe/Fey' :

 

İfâe[30], fey' kılmak, yani fey' olmak üzere vermek, havale etmek demektir. Fey' sözlükte dönmek, çevrilmek ve dönen göl­ge manalarına masdar ve isim olur.

Râgıb İsfehâni'ye göre; fey'i ve fie övülen duruma dönüşür. Hucurat: 49/9 ayetindeki tefîe bundandır. Gölgeye de ancak döndüğü za­man fey'i denir. Kendisine sahip olmak için herhangi bir zorluğa katlanmadan elde edilen ganime­te de fey’i denilmiştir. [31]

 

İfk:

 

İfk, aslı ve esasından ızaklaştırılmış, hakikati tahrif edilmiş söz, yani ifk, yalan, dolan, iftira ve bâtıl şey demektir. Bühtan da, ansızın atılıp, insanı rahatsız eden iftira demektir.

 

İfrît:

 

İfrit[32] kelimesinin, Râgıb'ın Müfredât'ında, kötü, çetin, habis anlamına geldiği ifade edil­mektedir. Şeytan gibi insana da denir. İbni Kuteybe, ifrît, yaradılı­şı kuvetli demektir, demiştir.

Aslı toprak demek olan "afer"den gelir. "Afere" güreşti, yere yıktı demektir. Ebû Amr, İbni Abdi'l-Berr'den naklederek, "dili iyi bilen kelam ehli cinni derecele­re ayırırlar, katıksız cinni andıkla­rı zaman 'cinni', çocuklara gelen cinlere 'ervah', alçaklaşıp çetinleşenine 'şeytan', daha da çoğalır ve kuvvetlenirse 'ifrît', çoğuluna da 'efârit' derler" demiştir.

Demek ki ifrit, kötülükte ve alçaklıkta ileri gitmiş, tuttuğunu deviren kuvvetli, becerikli, ele avuca sığmaz bir kerata demektir. Bu nitelikleriyle insana da denir. Bu nedenle ayette ayırmak için "cinden" ifadesi kullanılmıştır.[33]

 

İftâ':

 

İftâ'[34]; bir müşkilin anlatılmasıyla kuvvet vermektir. Bu terim şer'î işlerde bir meclisin şeriate ait bir yetkisini ifade için de kullanılır. [35]

 

İğliz:

 

Sert ol. Sertlik mânâsına gelen “Ğilzetun” kökündendir.

 

İhbat:

 

İhbat[36], amelin sevabı­nı giderip, yaptığını boşa çıkar­maktır. Güzel amel, günaha keffaret olup, kötü ameli örttüğü gibi kötü ameller de güzel amelleri boşa çıkarır. Böylece "ihbat", keffaret ve mağfiretin zıddı olarak kullanılır.[37]

 

İhdar:

 

İhdar[38], huzura getir­mek demetir. Daha çok suçluyu yakalayıp zorla mahkeme huzu­runa getirmek anlamında kullanı­lır. [39]

 

İhrâb/Tahrîb:

 

İhrâb ve tahrîb[40], her iki­si de harab etmek, yıkmak mana­larına gelirse de tahrib, teksir ifa­de ettiği için daha kuvvetlidir. İh­râb, bir şeyi muattal/kullanılmaz halde bırakmak veya harab olarak bırakmak, tahrib ise, yıkmak, yani sağlam yapıyı yıkmak demektir. [41]

 

İhsan-Muhsin:

 

İhsan[42] kelimesi lügatte iki şekilde açıklanır: birincisi; "ehsanahu"dur. Bir şeyi güzel yap­mak demektir. Diğeri de "ehsane ileyh"dir ki ona iyilik etti demek­tir. Rasûlullah'tan gelen hadislerde de bir şeyi güzel yapmak ola­rak tarif edilmiştir ihsan.

İhsan, sarplık ve sağlamlık demek olan "hasenet"ten türemiş olup bir yeri kale gibi sağlam yap­mak, kocasının karısını koruması anlamına geçişli, ırzını koruyan, iffetli olmak ve evlenmeler mana­larına geçişsiz olur. Evlenme, hür­riyet, İslâm, iffetli olma manala­rında kullanılır.

İhsan, güzellemeler, güzel yapmak yani zatında ve Allah in­dinde güzel olan bir işi gereği gi­bi yapıp, o işin özündeki güzelliği dış yüzündeki güzellik ile süsle­yip ortaya koymak demektir. Zira birçok güzel şey vardır ki, yapılır­ken çirkinleştirilir.

Peygamber Efendimiz meş­hur iman hadisinde ihsanı "Al­lah'a onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Çünkü sen onu görmezsin, o seni görüyor" şek­linde tefsir etmiştir. Şu halde ih­san İslâm'ın kemalindendir. 4/24'te "muhsanat" evli kadın anlamındadır. [43]

Kur'ân'da türevleriyle birlikte yaklaşık 177 âyette geçmektedir. Bu kelimenin aslı "iyi olmak, güzel olmak, anlamında kullanılan "hasune" dir. Bunun karşıtı da kötü olmak anlamına gelen "sâe" dir.Dolayısıyla İhsan; "iyilik, "isâe" kötülük etmek demektir.[44]

İslâm'dan önceki dönemde bu kelime, hoş görülen, beğenilen manadaki güzelliği ifade ederdi. O dönem şâ'irlerinden eş-Şammâh, "hüsn" kelimesini görünen bir güzellik anlamında kullanarak şöyle der:

"Burası (ev), kendisine "güzel boyunlu ve süssüz ey Ceylan!" dediğimiz kızın evidir."[45]

Kur'ân'da ihsan, iman üzerinde bir derece olarak değerlendirilir. Bu dereceye sadece, Allah'a karşı iman ve amellerinde samimi olan kullar yükselebilir. Ve Kur'ân'da şöyle denir:

"İnanıp iyi işler yapanlara bundan böyle (Allah'a karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra (yasaklardan) sakınıp (onların) yasaklığına inandıkları ve yine korunup iyilik ettikleri takdirde daha önce yaptık­larından ötürü bir günah yoktur. Allah güzel davrananları sever.[46]

Hamdi Yazır, bu âyetin tefsiriyle ilgi olarak şöyle demektedir: "Görülüyor ki bu âyette, iman ve amel-i salih iki kez, takva da üç kez zikredilmiş ve nihayet "ihsan" merte­besine gelinmiştir ki, takvanın bu üç kez zikri, onun muhtelif yönlerine ve derecelerine işaret etmektedir."[47]

'İhsan" kelimesinin en güzel tanımı şu hadiste görülür:

"İhsan" Allah'ı görür gibi ibadet etmendir. Şayet sen O’nu görmüyorsan O, seni görür."[48]

Netice olarak "ihsan" kelimesi, Kur'ân muhtevası içinde sadece güzellik ve iyilik manasında kalmamış, takvadan daha üstün bir mertebede kullanılır olmuştur. Câhiliye döne­minde ise böyle bir kullanım alanına sahip olmadığını düşü­nüyoruz.[49]

 

İhtilâk:

 

İhtilâk, yalan ve iftira demektir.

 

İkame:

 

İkâme[50], "kıyam" veya "kıvam"dan if'al vezninde olarak kaldırıp dikmek, düzeltip doğ­rultmak, kıymetlendirmek, de­vam ettirmek, dikkat ederek yap­ma anlamlarına gelir. Bu anlam­dan olarak, namazla ilgisinde bu manaların birinden veya ortak noktalarından beliğ bır istiare ya­pılmış ve bunun için bir kelimelik "yusallûne" namaz kılarlar yeri­ne, iki kelimelik "yukîmûne's-salâte" namazı ikame ederler ibare­si seçilmiştir.

Dikmek ve doğrultmak anla­mı ile birlikte değerlendirildiğin­le "namaz dinin direğidir" hadisi şerifinin gerçek anlamı da ortaya çıkar. Bu hadiste din yüksek bir binaya benzetiliyor, namaz, o bi­nanın direği olarak gösterilirken iman da temeli olarak gösterili­yor. Buna "istiâre-i mekniye" ve "istiare bi'1-kinâye" denilir. [51]

 

İqâmu's-Salât:

 

İgâmu's-salât, iki manada tefsir edilir:

1. Tasdikten yoksun ikrar 

"Artık o müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün... Eğer (şirkten) dönüp salâtı iqâme eder ve ze­kâtı verirlerse (salâtı içâme ve zekâtı ita etmeyi ikrar ederlerse) yollarını tahliye edin!" [52]

"Bir mü'min hakkında zimmet gözetmezler. İşte onlar haddi aşanlardır. Eğer döner, salâtı iqâme, zekâtı ita ederlerse (salâtı ikâme, zekâtı ita etmeyi ikrar ederlerse), artık dînde kardeşlerinizdir." [53]

2. Namazın tam-eksiksiz kılınması

"Salâtı iqâme (namazı tam ve eksiksiz kılmayı) ve zekâtı ita etmeyi (farz olan zekâtı vermeyi),.."[54]

"Salâtı iqâme ve zekâtı ita edin ve Allah'a güzel bir borç ve­rin." [55]

"Onlar ki gayba (Kur'ân'a, onun Allah'tan Muhammed'e indirildiğine) îmân eder, salâtı iqâme eder (namazı tam ve eksiksiz kılar) ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler (zekâtı ve­rirler)."[56]

 

İktehâme:

 

Hızla girdi demektir. İktihâm, hızlı ve sert bir şekilde girmek demektir. Bir kimse düşünmeden kendini bir şeyin içine attığında "iktehame’l-emru" veya kalenin içine attığında da "iktehame’l-hısnu" denir.

 

İktisâd:

 

İktisâd[57], amelde itidal, orta yol, ölçülü olma demektir. "Kasıd"dan türemiştir. Ne istedi­ğini iyi bilen bir kimse onu hiç eğip bükmeden dosdoğru kaste­der. İstediğinin konusunu ve yerini bilmeyen ise şaşkınlık içindedir. İfrat tefrit içinde gelir gider. Bu nedenle iktisad, maksada müeddi/sebep olan amel/eylem de­mektir. Maliyeye ait ekonominin esası da budur. [58]

 

Îlâ:

 

İlâ, sözlükte mutlak yemin demek ise de, Şeriat'e göre, karısı ile cinsel ilişkiye girmemeye ye­min etmek demektir. Şeriat'te, "kadınlarına îlâ yapanların dört ay beklemesi gerekir" [59] ayeti gereği kadınla cinsel ilişkiye girmemek için yapılan yeminin ismidir. [60]

İlâ, üç şekilde tefsir edilir:

1. Ma'a (birlikte/beraber)  

"Onların mallarını yemeyin, kendi mallarınızla (ilâ emvâlikum); (ma'a emvâlikum: mallarınızla birlikte) yemeyin!" [61]

"Onun için (benimle birlikte) Harun'u da gönder!" [62]

"(İsâ dedi ki:) "Kim benim Allah'a (Allah ile bir­likte) yardımcılarım?" [63]

"Ey îmân edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim, Mer­yem oğlu İsâ da havarilere, "Kim benim Allah'a yardımcı­larım olacak?" demiş. Havariler de, "Allah'ın yardımcıları biziz" demişlerdi"[64]

2. İlâ, bunun başındaki elif, kelâmda bir sıla (ayrı­ca anlamı olmayan bir ulama) olarak da kullanılır

"Sizi Kıyamet Günü'ne (Kıyamet Günü için) cem edecektir (toplayacak/bir araya getirecektir)." [65]

İlâ yevmi'l-qıyâme (Kıyamet Günü'ne) ibaresi, li-yevmi'l-qıyâme (Kıyamet Günü için) demek olup, burada elif sıladır.

"Sizi Kıyamet Günü'ne (Kıyamet Günü için)cem edecektir (toplayacak/bir araya getirecektir)." [66]

İlâ yevmi'l-qıyâmeti (Kıyamet Günü'ne) ibaresi, li-yevmi'l-gıyâmeti (Kıyamet Günü için) demek olup, burada elif sıladır.

"Sonra, sizi Kıyamet Günü'ne (Kıyamet Günü için) cem edecektir (toplayacak/bir araya getirecek­tir)." [67]

İlâ yevmi'l-qıyâmeti (Kıyamet Günü'ne) ibaresi, li-yevmi'l-gıyâmeti (Kıyamet Günü için) demek olup, burada elif sıladır.

3. Qarâbet/yakınlık

"Andolsun ki Nuh'u kavmine gönderdik." [68]

"Onu onlara gönderdik" demektir.

"Ve 'Âd'a da kardeşleri Hûd'u (gönderdik)." [69]

"Ve Semud'a da kardeşleri Salih'i (gönderdik)." [70]

 

Îlâf/Ülfet:

 

İlâf ve ülfet[71] aynı kökten türemiş kelimelerdir. îlâf, andlaşmak, antlaşma yap­mak, anlaşmak, kaynaşmak de­mektir. Ancak, alıştırmak, alıştırıl­mak, ülfet ettirmek, ülfet ettiril­mek şeklinde de tefsir edilmiştir.

Kâmûs'ta, yol emniyeti, yol emniyeti için verilen icazetname, pasaport, himaye manasına da geldiği ifade edilmiştir. Bu anlamın örfi bir kullanım olması muh­temeldir. [72]

 

İlah:

 

Tanrı, ma'bûd anlamına gelen bu isim, ibadet etmeyi ifade eden elehe, ye'lehu veya tefa'ul şekli olan teellehe'den gelir.[73] Anlam bakımından ism-i mef’ûl sayılır. Kur'ân'da 96 yerde mücerred, 17 yerde çeşitli muttasıl zamirlere muzaf olarak, 2 yerde tesniye, 33 defa da cem' durumunda kullanıl­mıştır. Bu kökten hiç fiil gelmemiş olması dikkat çekicidir. Ma'rife olarak el-İlâh kelimesi de Kur'ân'da kullanılma­mıştır.[74]

İbn Kesir "ilâh" kelimesinin şu anlamları ihtiva ettiğini söylemektedir:

a- "Falancaya ısındım.''

b- "Korktuğu bir iş başına geldi", "Başkası onu korudu, kurtardı,"

c- "Adam, adama aşırı sevgisinden dolayı yöneldi."

d- "Deve yavrusu anasına düşkün oldu."

e- “Kulluk etti. “İlah” elimesi, hicaplandı, örtündü, gizlendi “Lâhe, yelihu, lihâ”den türemiştir.[75]

Bu tanımlardan anlaşılan şudur: İlâh kelimesi kulluk etmek, hayret ve şaşkınlık içerisinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak, kendisine tapılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, duyularla idrak edilemeyen varlık gibi manalara da gelmektedir.[76] Diğer bir ifade ile İlâh; kalplerin saygı, korku, umut, dua, tevekkül, tevbe ve sonsuz sevgiyle kendisine bağlandığı şey demektir. Bu da gösteriyor ki, her türlü saygıya lâyık olan yalnızca Allah'tır.[77]

Ayetlerde belirtildiğine göre ilâh bizatihi var olan, başkasına muhtaç olmayan, ebedî hayatla diri olan, yaratan, öldürüp dirilten, rızık veren, ilmiyle bütün varlıkları kuşatan, esirgeyen ve bağışlayan en yüce varlıktır.[78]

Câhiliye döneminde "ilâh" kelimesinin bilindiğini o döneme ait şiirlerden ve dini yaşantıyla ilgili tutum ve davranışlardan anlıyoruz. Nitekim en-Nâbiğatu'z-Zubyânî şöyle der:

"İlâh, Süleyman'a, insanlar arasında ol ve onları koru dedi."[79]

Diğer tarftan putperest Arapların telbiyesi de bu konuda bize ipuçları vermektedir.

"Buyur Allahım! buyur! Buyur, Senin ortağın yoktur. Ancak bir ortağın vardır, o da senin hükmündedir. Sen ona ve onun sahip olduklarına hükmedersin "[80]

İlâh kelimesi aslında gerçek tanrıya ait olamakla beraber, Arapça'da genel anlamda tanrı için kullanılan bir cins isimdir. Gerçek ilâh olamasa bile, bazıları tarafından tapın­maya konu edilmiş olan her varlık, bu kelime ile göste­rilmektedir. Buna rağmen Kur'ân'da, ekseriya gerçek ilâh için kullanılmış olup, bâtıl tanrılar için kullanımı oldukça azdır; Ancak Allah, (c.c.) bu kelimeyi batıl tanrılar için kullan­dığında, ya müşriklerden nakil ve hikaye ettiği sözlerde getirir veya bir zamirle onlara nisbet eder.[81]

Gerçek Ma'buda isim olarak kullanılan "Allah" lafzının da, "ilâh" kavramında yer alan hemzenin atılması ve daha sonra bunun yerine "el" takısının getirilmesi ve "lâm"ın lama idğam (girdirme) edilmesi suretiyle elde edildiği söylen­miştir. Bazılarına göre ise herhangi bir şeyden türemeyip câmid bir isim olarak "Allah"a ad olarak kullanmıştır.[82]

 

Îlhâd-Mülhid:

 

İlhâd[83], lahde koymak demektir. Doğruluktan eğrilmek, Hak'tan batıla sapmak anlamına gelir. Râgıb, "ilhad"ın iki türlü ol­duğunu söylemiştir; birisi, Al­lah'a şirk isnadı, diğeri sebepler­de şirk ilhadıdır. Birincisi imana aykırıdır. İkincisi ise imanı iptal etmezse de tutanaklarını zayıfla­tır.

Ayetlerde ilhad, doğru mana vermeyip, doğru yoldan ayrılarak eğrisine çekmek demek olur. Ya­lanlamayı, yanlış yorumlamayı da kapsar. Bundan dolayı Türk­çe'de ilhad; ta'til, ateizm manası­na da kullanılır. [84]

Kur'ân'da dört âyette zikredilen bu kelime, (le-he-de) kökünden gelir. Lügatta "meyledip yönelmek, gerçekten sapmak, ayrılık, inkar, gerçek itikattan ayrılarak, eğriliğe sapmak, Allah'ın varlığına ve birliğine inanmamak, normalden meyletmek, istikametten ayrılmak, mücadele ve münakaşa, dinsizlik” gibi anlamları ihtiva etmektedir. Istılahta ise, Allah Teâlâ'ya isim ve vasıf vermede, kayıtsız, lâubalî olmak, O'nun varlığı veya birliğini inkar etmek, dini açıdan disiplinsiz kişilerin yoluna meyletmek, tabi olmak anlamlarına gelir.[85] İlhâda sapan kişiye mülhid denir.

Aynı kökten gelen "el-Lahd" ise "mezarın bir yanına oyulan yarığa" denir. Lehdin çoğulu "el-hâd" dır. Ayrıca "lehd", mağarayı andıran, mahzen gibi, ölülerin içinde biri üzerine konulduğu ve işaretle belirlendiği bir yer manasına da gelir. "İlhâd" ise, kabre bir oyuk yapmak manasına geldiği gibi, meyletmek ve başkasından yüz çevirmek manasında da kullanılır. Batıl mezhep üzere olanlara da "mülhid" (ateist) denir.[86]

İlhad kavramı Kur'ân'ı Kerim'de dört ayette geçmekte ve bu ayetlerde "Allah'ın isimlerini tahrif etme ve onları inkâr etme, Kur'ân'ın Allah tarafından gönderildiğine inanmama veya onu başkasına nisbet etme gibi anlamlarda kullanıldığı görülmektedir.[87]

İslâm bilginleri bu kavramla ilgili çeşitli görüşler öne sürmüşlerdir. Nitekim Hâzin, tefsirinde, İbn Abbâs'ın konuyla ilgili şöyle dediğini nakleder: "İlhad", mutedil davranmaktan ve doğruluktan (meyledip) ayrılmaktır. Kur'ân'daki manası ise, sözü asıl yerinden kaydırarak yani meylettirip saptırarak, uygunsuz bir yere yerleştirmektir.[88] Kur'ân'ın genel bağlamında ise bu kelime, Kur'ân'da ve Sünnette belirtil­meyen bir isimle Yüce Allah'a isim vermek demektir.[89]

İslâm'dan önceki dönemde ise, ilhâd, bu manalarıyla değil, sadece lügat anlamlarıyla biliniyordu. Nitekim İbn Manzûr, kailini zikretmeksizin konuyla ilgili şu beyitleri örnek verir:

“Kabire (lahde) konulup yok oluncaya kadar."; "Kiprikleri içine gömülmüş göz bebekleri."[90]

İbn Sikkît ise "mülhidi", hakdan uzaklaşan ve böylece doğru olmayan şeyleri hakka yamamaya kalkışan biri olarak tanımlar.[91]

Görüldüğü gibi yukarıda "ilhâd" kavramına verilmeye çalışılan manaların üçünde de "sapma, eğilme ve meyletme” söz konusudur. Bu sebepten, hakdan yüzünü dönüp, batıla meyleden ve batıl mezhep üzere yaşayanlara "mülhid" (ataist) denmiştir. İşte bu anlam câhiliye döneminde bilinmemiştir diyebiliriz.[92]

 

İlham:

 

İlham[93], bir şeyi bir de­fada yutmak mânâsına lehm'den if’al olup anında yutturmak ma­nasınadır. Bundan dolayı gönüle ilka ve telkin mânâsına da kulla­nılır. [94]

 

İll:

 

İll[95], keskinlik ve parlak­lık manasından türetilmiş, feryad, yemin, ahid, yakınlık anlamlarına gelir. İbranice "ill"in Arapçalaştırılmış olarak "ilah" demek oldu­ğu ifade edilmiştir. [96]

 

İllâ:

 

İllâ, dört şekilde tefsir edilir:

İllâ'nın bir türü istisnadır; diğer bir türü ise istis­naya benzemekle birlikte yeni bir söz başlangıcıdır,

1. İstisna

"O gün dostlar birbirlerine düşman olacaktır." [97]    

Sonra dostlar'dan istisna yapılarak buyuruluyor ki:

"Muttakiler istisnâ/müstesnâ (muttakiler birbir­lerine düşman olmayacaklar)." [98]

"Onlar ki, Allah ile birlikte diğer bir ilaha çağırmaz­lar; Allah'ın haram kıldığı nefsi -hakk ile olması dı­şında- öldürmezler ve zinâ etmezler. Kim bunları iş­lerse ceza ile karşılaşır." [99]

Daha sonra istisnada bulunularak şöyle buyurulmaktadır:

"Tevbe eden, îmân eden ve sâlih amel işleyenler istis­nâ/müstesnâ (böyle bir kimse, ne günah, ceza ile kar­şılaşır, ne de ateşte kalır)." [100]

2. İstisnaya, benzemekle birlikte istisna olma­yıp yeni bir kelam/ifade başlangıcı

"De ki (ey Nebi): "Ben kendim için ne bir faydaya mâli­kim, ne de bir zarara" (bunu asla yapamam)" [101]

Burada ifade tamam olmakta, sonra yeni bir cüm­leye başlanarak buyurulmaktadır ki:

"Allah'ın dilediği müstesna" (muhakkak o (Allah'ın dilediği), gelip beni bulur)." [102]

"De ki: "Ben kendim için ne bir zarara mâlikim, ne de bir faydaya" (Bunu asla yapamam)." [103]

İfade burada tamamlanmakta olup sonra yeni bir cümleye başlanarak buyurulmaktadır ki:

"Allah'ın dilediği müstesna (işte o Allah'ın dilediği, muhakkak gelip beni bulur). Her ümmetin (azaba dair) bir eceli vardır." [104]

"(İbrahim dedi ki): "Ben, O'na şirk koştuklarınızdan korkmam." [105]

Daha sonra yeni bir cümleye başlanarak buyurulu­yor ki:

"Rabbimin dilediği müstesna (Rabbimin dilediği ge­lip beni bulur)." [106]

"Ona (milleti şirke) dönmemiz bizim için olacak şey değildir." [107]

Sonra yeni bir cümleye başlanarak buyuruluyor ki:

"Rabbimiz Allah'ın dilemesi müstesna (o takdirde bizi ona dâhil eder/döndürür)." [108]

"Onlar orada (asla) ölümü tatmazlar." [109]

Sonra yeni bir cümleye başlanarak buyuruluyor ki:

(Dünyada tattıkları) ilk ölüm müstesna. [110]

"Onun yanında hiçbir kimsenin karşılığı ödenmesi gereken bir nimeti yoktur (Ebû Bekr'in yanın­da/üzerinde, Bilal'e karşılığını vermesi gereken Bilal'in bir nimeti yok ki, Ebû Bekr onu, o nimete karşılık olarak azad etmiş olsun. Aksine Ebû Bekr, Bilal'i, Allah'ın rı­zasını kazanmak için azad etmiştir)!." [111]

Daha sonra yeni bir cümleye başlanarak buyurul­maktadır ki:

"Ancak (illâ) Yüce Rabbinin vechini/rızasını aramak için." [112]

"Sen sadece hatırlatıcısın. Üzerlerine musallat kılın­mış bir zorba değilsin." [113]

İfade burada tamamlanmakta olup sonra yeni bir cümleye başlanarak buyurulmaktadır ki:

"Ancak (illâ) kim yüz çevirip küfr ederse, Allah onu en büyük azâb ile azâblandırır." [114]

"Andolsun biz insanı ahsen-i takvimde halkettik. Son­ra onu aşağıların aşağısına döndürdük." [115]

İfade burada tamamlandıktan sonra yeni bir cüm­leye başlanarak buyurulmaktadır ki:

"İmân edip sâlih ameller işleyenler müstesna (illâ); onlar için sonu gelmeyen bir ecir vardır." [116]

"O gaybı (azabın ne zaman geleceğine dair gaybı) bilendir. Fakat gaybını (azabın vaktini) hiç­bir kimseye izhar etmez." [117]

Sonra yeni bir cümleye başlanarak buyurulmakta­dır ki:

"Razı olduğu bir rasûl müstesna (illâ). Elbette ki onun (rasûlün) önünden ve ardından gözetleyiciler dizer." [118]

"Sizi yanımıza yaklaştıracak olan mallarınız ve evlat­larınız değildir." [119]

Sonra yeni bir cümleye başlanarak buyurulmaktadır ki:

"İmân edip sâlih ameller işleyenler müstesna (illâ), (işte bu, onları Allah'a yakınlaştırır). İşte onların amellerine karşılık mükâfaatları kat kat olacaktır." [120]

3. Herhangi bir şeye dair haber vermek

"Hiçbir şey yoktur ki," [121]

Sonra, ona dair şu haber verilmektedir:

"Hazineleri yanımızda olmasın; (illâ)."

"Biz onları indirmeyiz ki," [122]

Sonra, ona dair şu haber verilmektedir:

"Belli bir ölçüyle olmasın (illâ)." [123]

"Siz (başka) değilsiniz," [124]

Sonra, onların durumuna dair haber vererek bu­yurmaktadır ki:

"Ancak (illâ) bizim gibi bir beşersiniz." [125]

"Rasûlleri onlara dedi ki: "Biz (başka) değiliz," [126]

Sonra, durumlarını haber vererek dediler ki:

"Ancak (illâ) sizin gibi bir beşeriz." [127]

"Siz (başka) değilsiniz," [128]

Sonra haber vererek buyurmaktadır ki:

"Ancak (illâ) apaçık bir dalâlet içindesiniz." [129]

4. Gayr/başka

"Eğer o ikisinde Allah'ın gayrı/Allah'tan başka (illâ) ilahlar olsaydı, ikisi de fesada uğrardı. Arşın rabbi Al­lah onların nitelemelerinden münezzehtir." [130]

"Eğer hak hevalarına uysaydı, gökler, yer ve içlerindekiler fesada uğrardı."[131]

Lâ ilahe illallah sözü de, bihi ğayrullâh (Allah'tan başka/Allah dışında ilah yoktur) demektir. Aynı şe­kilde Kur'ân'da geçen bütün lâ ilahe illallah ibareleri, lâ ilahe gayrullah (Allah'tan başka/Allah dı­şında ilah yoktur) anlamındadır. [132]

 

İlliyyîn:

 

İlliyyîn[133] kelimesinin kökü konusunda farklı görüşler vardır. Müfessirler ise bu kelime­yi yüksekten yükseğe nihayetsiz, mekanların en yükseği, arşın sağ ayağı ve sema şeklinde tefsir et­mişlerdir.

Kur'ân: "illiyyîn nedir?" diye sormuş, "O kitaben merkum'dur (yazılmış bir kitap)tır" diye cevap vermiştir.[134]

 

İlm

 

el-İlm, üç şekilde tefsir edilir:

1. Görmek

"Andolsun ki, sizi deneyeceğiz; tâ ki içinizden mücahidleri bilelim (na'lem) (yani, görelim)." [135]

Çünkü Yüce Allah, fiilen cihâd etmeden önce on­lardan kimlerin cihâd edeceğini, kimlerin cihâd et­meyeceğini bilmektedir. Onun için bilelim ifadesi, burada görelim anlamındadır. Çünkü mücâhid, fi­ilen cihâd edinceye kadar -henüz cihâd etmemiş olduğundan- Allah'ın onun cihâdını görmesi sözkonusu değildir, fakat onun cihâd edeceğini bilir.

"Yoksa Allah içinizden cihâd edenleri bilmeden (ya'lem) (görmeden) ve sabredenleri bilmeden (belalara sabrettiğinizi görmeden) cennete gireceğinizi mi sandınız?!" [136]

Yoksa Allah içinizden cihâd edenleri bilmeden (ya'lem) (yani, görmeden) bırakılacağınızı mı sandınız?! [137]

Benzeri âyetler çoktur.

2. Bizatihi ilm

Sırlarını ve ilan ettiklerini bilir. [138]

"Şüphe yok ki O, sözden açığa vurulanı da bilir, gizle­diğinizi de bilir." [139]

Bu buyruklardaki ilm ile kasdedilen, "bizatihi ilim"dir. O, yaratmadan öncesini de, olanı da, ola­cağı da bilir.

3. İzin

"Bilin ki (o Kur’an) ancak Allah'ın ilmi ile indiril­miştir."[140]

 

İlteffeti’s-sâku bi’s-sâk:[141]

 

Ahiretin ilk, dünyanın son şiddeti insana geldiğinde sö­zü şu olur: Bacaklar birbirine dolandı. Şu şekilde de söylenir: Bacakları birbirine dolandı. Bacakları yapışmış/birbiri­ne geçmiş kadına "leffa/şişman" dendiği gibi. [142]

... Bacakları birbirine dolanır. Ölümün sıkıntı ve korku­su anında insan, bacaklarının üzerine yığılır ve kaçamaz. Katade, "ayakları ölür ve onu taşıyamaz; oysa ki daha önce diri bir şekilde onların üzerinde duruyordu" demiştir.

"Sak" şiddetle ilgili bir deyim olması hasebiyle dünya­dan ayrılmanın şiddetiyle ahireti karşılamanın şiddetinin birleştiği zaman (anlamında olduğu) söylenmiştir.

Said b. Müseyyeb: Onlar ölünün kefene bürünen bacak­larıdır demiştir. [143]

... İbn-i Abbas şöyle demiştir: Yani dünya günlerinden son günün şiddeti ile ahiret günlerinden ilk günün şiddeti birbirine dolandı/geçti. Veki', Beşir b. Muhacir'den Hasan'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Bacakların birbirine dolanması ikisinin kefende bir araya gelmesidir. [144]

... Dünyanın son şiddetinin ahiretin ilk şiddetiyle birleş­mesi. "Sak"ı olayın şiddetini kasdettiklerinde ve korkunçluğunu bildirdiklerinde zikrederler... [145] Lafzen, "ayaklar ayaklara dolaşmakta" - "yaşanmakta olan hayatın, ömrün son demiyle birleşmesinden doğan sı­kıntıyı" gösteren deyimsel bir ifade[146], Zemahşeri tarafın­dan işaret edildiği gibi, sak (lafzen, "baldır"), çoğu zaman mecazi olarak "zorluk", "sıkıntı", "şiddet" (şiddeh) anlamında kullanılır; meşhur kameti’l-harbu ale's-sak" savaş şiddetle başladı" ifadesi, bunun bir örneğidir. [147]

Müfessirlerden bazıları "sak" kelimesini lügat manasın­da almışlardır. Onlara göre bundan kastolunan "ölüm zamanı bacakların kuruyarak birbirine yapışmasıdır". Bazıla­rı da bunu bir deyim olarak anlamışlardır. O zaman mana­sı çok zorluk, şiddet ve musibet anlamlarına gelir. Yani, bi­rincisi bu dünyadaki herşeyden ayrılma musibeti, ikincisi öte dünyada bir suçlu olarak yakalanma musibetidir. Her kafir, fasık, facir ve münafık bununla karşı karşıya kalacak­tır. [148]

Anlaşıldığı kadarıyla Araplar "bacakların birbirine do­lanması" deyimini belli bir tehlike karşısında duyulan korku, sıkıntı ve heyecan anlamında kullanmışlardır.

Bu deyim meallerimize şu şekilde yansımıştır:

Elmalı : Ve dolaşır el ayak, bacağa bacak.

Çantay: Bacak da bacağa dolaştı mı?

Kımıldanmayacak bir hale geldiği, yahud dünyadan ay­rılış derdiyle ahirete yöneliş elemi birbiriyle çarpıştığı zaman.[149]

D.İ.B., Atay: Bacaklar birbirine dolaşır.

Bilmen: Ve bacak da bacağa dolaşmış olacaktır.

Yavuz: (ölümün şiddetinden de) bacak bacağa dolanmıştır.

Davudoğlu, Koçyiğit: bacak, bacağa dolaşır.

Ateş, T.D.V, Varol: Ve bacak bacağa dolaşır.

Bulaç: (Ölüm korkusunda) ayaklar da birbirine (ayak ayağa) dolaştığında.

Y. Öztürk: Dolaşmıştır el-ayak / kol-bacak.

A. Öztürk: Bacak bacağa dolaştığı (zaman).

Hizmetli: Bacakları birbirine dolaşır.

Piriş: Bacaklarından can çekilmiş.

Yapılan bu tercümeler arasında bizce en doğrusu Elma­lı ve Y. Öztürk'ünkidir. Çünkü Türkçe'de sıkıntı, zorluk ve tehlike anlamında kullanılan deyimlerden birisi de "eli aya­ğı birbirine dolaşmak"tır. Her ne kadar ayetin metninde "el" lafzı geçmiyorsa da kanaatimizce Türkçesi'nde bunu kul­lanmanın herhangi bir sakıncası yoktur. Çünkü Arapça as­lını en güzel ifade eden karşılık budur. Dolayısıyla biz bu deyimin tercümeleri için Elmalı ve Y. Öztürk'ü de referans kabul ederek şu önerilerde bulunuyoruz:

- Ve dolaşır el-ayak, bacağa bacak. (Elmalı)

- Dolaşmıştır el-ayak/kol bacak. (Y. Öztürk)

- Eli ayağı birbirine dolaştı, vb.

Örnek:

Eli ayağı birbirine dolaşır/dolaştı.

 

İmâm:

 

İmam, sözlerinde ve fiillerinde kendisine uyulan önder de­mektir.

İmâm, öne düşmek, öne geçmek, kastedilen ve tabi olunan anlamına gelen masdardan "me'mum" (uyulan) anla­mında isim olmuştur. Müktedabih; ön, öncül demektir. Şu halde imâmet-i kübrâ, din ve dünya işlerinde insanlara öncülük ve riya­set etmektir. Bunun en son ve en yüce mertebesi risalettir.

Bakara: 2/124 ayetindeki iman keli­mesi, dinî bir şeriata sahip olmak ve insanları bununla yönetmek, insanların önüne geçirmek de­mektir. [150]

 

İman-Mü’min:

 

İmân[151] "el-İmân", lü­gatte "emn" ve "el-emanu" "eman" kökünden türemiş, if'al vezninde bîr kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayruret (olmak, hal değiştirmek) anlamında kullanılır. Geçişli olduğuna göre, güven vermek, emin kılmak demektir. Allah'ın isimlerinden olan mu'min de bu anlamdadır. Sayruret (olmak) ma­nasına olduğuna göre de emin ol­mak demek olur. Aynı zamanda sağlam, güvenilir olmak, itimad etmek manasındadır. Buna dini­mizde inanmak denir.

Dil bilimde ise, mutlaka tas­dik etmek anlamındadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalan­lamaktan emin kılmış veya kendi­si yalandan emin olmuş olur.

İman, bu manalarda "âmenuhu" (ona inandı) gibi bizzat geçişli olur. Bununla bereber, "âmene bihi" veya "âmene lehu" gibi "ba" veya "lam" harfleri ile de geçişli olur. "Ba" harfi ile geçişli olduğu zaman, itiraf manasını, "lam" harfi ile geçişli olduğunda da iz'an ve kabul anlamını içine alır. Bunun için "ellezîne yu'minûne bi'1-gaybi" "gaybi tasdik ve itiraf ederler" yahut, "tasdik ettiklerini huzurda da gıyaben de tasdik ve itiraf ederler" demek olur.

Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. "Sıdk" ise ya kelime ya da söz/kelam ile ilgili olduğundan, imanın da müteallakına taalluku (ilgilendiğiyle ilişkisi) bu nisbette/ölçüde çeşitli şekillerde cere­yan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı farklar vardır. Bununla beraber tasdikin esas kaynağı doğru sözde, doğru sö­zün kaynağı ve hükmün doğrulu­ğunda yani olaya uygunluğundadır. Zihin ve dış, başka bir deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve ger­çeklik, bu karşılıklı iki taraf ara­sındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğ­ru, bunun zıddı doğru değildir.

Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uy­gunluk ölçüsünü kabul ve itiriaf etmektir. Aynı olay insan ruhun­da veya huzurunda/varlığında bizzat mevcut ise bu görülebilir, al­gılanabilir bir tasdiktir. Hissî veya aklî apaçıklığı tasdik etmek gibi. Tasdik, doğrudan doğruya bizzat kendisi tarafından değilse de, ha­zır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile gerçekleşiyor ise bu gıyabı bir tasdiktir. Bu durumda­ki o görünmeyen olay benzerleri ve zıtlarıyla, az çok kıyas edilebi­liyor ve sınırlanabilıyorsa, delilin devamlığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde, özetli veya etraflıca tasdik, resmî veya sınırlı bir bilgi belirli bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazırsız ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bil­gi değil, sınırsız bir mutlak inan­ma olur. Genellikle iman denince bu anlaşılır.

Bu iman, ilmin hem başı hem gayesidir. Bundaki sağlıklı biliş ilme ait bilişten yüksek ve kuvvet­lidir. Zira her tasavvura bağlı sı­nırlama delil olarak alınmayıp da, istenilen bizzat, doğrudan doğru­ya alındığında bu durum kesin bilgi önünde bir engel oluşturabi­lir ve bildiğinin ötesini inkar ede­rek cahil kalır. Fakat böyle bir sı­nırsız imana layık olan yalnızca Allah'tır. Allah'a iman bu şekilde görünenden görünmeyene son­suz olarak uzanır gider.

Genel olarak dilbilimde tas­dik, ya sözlü veya fiilî olur. Sözlü tasdik de biri kalbe diğeri dile ait olmak üzere iki türlüdür. Bu an­lamda tasdikin üç derecesi vardır:

1- Kalb ile tasdik,

2- Dil ile tasdik,

3- Fiil ile tasdiktir. Bu da kalb ile veya dil ile tasdikten birine ve­ya her ikisine yakın olup olmadı­ğına göre birkaç dereceye ayrılır. [152]

Emn kökünden if’al ölçüsünde bir mastar olan bu kavram, bir kişiyi, söylediği konuda tasdik etmek, söyle­diklerini kabullenmek, gönül rahatlığıyla yani şek ve şüpheye düşmeden benimsemek, karşısındakine güven vermek, ona içten ve yürekten inanmak demektir.[153]

İslâm ıstılahında ise kısaca "Allah'ı bilgi ve ilimle tasdik etme, kabul etme ve O'na inanma demektir."[154] Kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amelin hepsine birden iman denildiği gibi[155], tek tek bunların her birine de iman denmektedir.[156]

İmân kelimesi "emn" kökünden gelir. Kelimenin asıl manası; "korku karşısında emniyet ve güven duymaktır." Bir diğer manası da "Bir şeye veya birisine inanıp güvenmektir."[157]

Câhiliye döneminde bu kelime mutlak anlamda tasdik manasında kullanılmaktaydı.[158] Nitekim o dönem şairlerinden el-A'şâ bir şiirinde şöyle demektedir:

"İtimada şayan şarap tüccarını, şarap fıçılarını gizle­diği sahan, gümüş kadeh ve ibrikle kendisine şarap sunulurken gördüm.”[159]

Kanaatimize göre Izutsu'nun şu görüşü, iman kavra­mına daha net bir açıklık getirmektedir. Nitekim ona göre iman; Arapça'da tasdik demektir. Fakat Allah, vahyinde onu öyle kullanmıştır ki, tüm itaat fiilleriyle, itaatten kaçış eylemlerinin adı olmuştur. Bu eylemler ister olumlu, ister olumsuz olsun, kişi onlarla Allah'ın cemalini arar. Yani iman; Allah'a hizmet amacıyla itaat fiillerini yerine getirmek ve itaatsizlik eylemlerinden kaçış demektir.[160]

İşte câhiliyede sadece tasdik ve güven anlamında kullanılan bu kelime, Kur’an’la bu mananın yanında, bir de itaat fiilerini kapsamış, böylelikle dille tasdik etmenin yanında, Allah'ın gönderdiği bütün emir ve nehiyleri, kalple de doğrulamaya "iman" denmiştir. Bu da kelimenin İslâm'la kazandığı manadır denebilir.[161]

İmân, dört manada tefsir edilir:

1. Tasdik sözkonusu olmaksızın lisân ile îmân ikrarı 

"O şundan: onlar îmân etmişler (onlar aleniyette lisânları ile ikrar etmişler), sonra küfretmişlerdir (gizlide küfretmişlerdir; Nebi'yi (Allah'ın salâtı ve bereketi o'nun üzerine olsun) ve o'nun getirdiklerini tasdik etmemişlerdir) de bu yüzden kalblerine mühür vurulmuştur. Artık onlar anlamazlar." [162]

"Ey îmân edenler (kalblerinin tasdiki olmaksı­zın lisânlarıyla ikrarda bulunanlar)! Mallarınız ve evlatlarınız sizi Allah'ın zikrinden alıkoymasın." [163]

"İmân edenlerin (kalblerinin tasdiki olmaksızın lisânlarıyla ikrarda bulunanların) kalblerinin Allah'ın zikrine huşu duymalarının zamanı gelmedi mi?!" [164]

"Ey îmân edenler (kalblerinin tasdiki olmaksı­zın lisânlarıyla ikrarda bulunanlar)! Allah'ın kendi­lerine gazâb ettiği bir kavmi velî edinmeyin!" [165]

2. Gizlide ve aleniyette/açıkta tasdik

"İmân edenler (açıkta ve gizlide tasdik edenler) ve sâlih amel işleyenler var ya, işte bunlar halkın en hayırlılarıdır." [166]

"Mü'min ve mü'mineleri (açıkta ve gizlide tasdik eden mü'min erkekleri ve mümin kadınları) altların­dan ırmaklar akan cennetlere sokmak..." [167]

3. Tevhîd

"Kim îmâna (tevhide) küfr ederse ameli boşa gi­der." [168]

"İmâna (tevhide) çağırılıyordunuz da küfrediyor­dunuz." [169]

"Kalbi îmân (tevhîd) ile mutmain olduğu halde zorlananlar müstesna..." [170]

4. Şirk içinde/şirk ile bir imân

"Onların (Arab müşriklerinin) çoğu, şirk koşmaksızın Allah'a îmân etmezler." [171]

Bu âyette, Arab müşrikleri ve onların îmân edişleri sözkonusu edilmektedir.

"Andolsun ki, onlara, "Kendilerini kim yarattı" diye sorsan, "Allah" derler. " [172]

"Andolsun ki, onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, "Allah" derler." [173]

İşte onların îmânı böyledir; fakat onlar bu halleriy­le Allah'a şirk koşmaktadırlar. Ehl-i Kitap da rasûllerin ve kitapların bazısına îmân ederler, bazısı­nı da inkâr ederler. Allah boyleleri için, "İşte onlar, kâfirlerin ta kendileridir."[174] buyurmakta­dır. Bu sebeble onların, rasûllerin ve kitapların ba­zılarına îmân etmelerinin kendilerine bir faydası olmaz. Çünkü hepsine îmân etmemişlerdir. [175]

 

İmlal:

 

İmlâl[176], "imlâ" kelime­sinin aslı veya eş anlamlısıdır. Bir şeyi ezbere söyleyip yazdırmak demektir. [177]

 

İmtâzu:

 

Ayrılın. "Temyîz" iki şeyin arasını ayırmak, demektir.

 

İn'am:

 

İn'âm[178], nimet vermek, nimet ulaştırmaktır. Geçişlidir. "Ala ile sılalandığında nimet ve­renin yüceliğini ve nimetin yüce ve yüksekliğini de ifade eder. Ni­met insanın tad aldığı durum ya­ni güzel durumdur ki, mutluluk tadı demektir. Bundan alınarak bu tad almaya, sebep olan şeylere ad olmuştur.

Aslı yumuşaklık demek olan "nüûmet" ile ilgilidir. Arapça'da ilk manada, daha çok üstün ile "na'met" şeklinde kullanılır. Nite­kim, "kem ni'metin la na'mete lehu" denilmiştir. Yani nice nimet sahipleri vardır ki "tena'ümü"/nimetten nasibi yoktur. Örneğin, ekmeği vardır yiyemez, yerse tadını alamaz. Allah'ın ni­met vermesi asıl budur.

Allah'ın nimetleri sayılama­yacak kadar çoktur. Ancak dünya ve ahiret nimetleri olarak bu ni­metleri iki başlık altında toplaya­biliriz.

Dünya nimetleri de vehbî/Allah'tan ve çalışarak elde edi­len olarak ikiye ayrılır. Yani mad­dî ve manevî nimetler diye de düşünebiliriz. Manevî nimetler; ru­hun üflenmesi, akıl ve zekânın parlaması, bunlara tabî olan anla­yış, vicdan, fikir, konuşma şeklin­de sıralanabilir. Maddî nimetler ise; vücut, vücut organları ve bu organların niteliklerine yönelik nimetler.

Çalışarak elde edilen nimetle­re örnek olarak, nefsi utanılacak şeylerden temizleme, ilim ve ma­rifet, üstün ahlâk, cömertlik, yiğit­lik, doğruluk, mevki ve makam sahibi olmak ve mal mülk kazan­mak gibi. "En'amte aleyhim" ifadesinde dile getirilen nimet, sırât-ı müstakimdir. Doğru yol nimeti­ni vermenin kayıtsız şartsız nimet verme hatta her türlü nimeti ver­me anlamında olduğu anlaşıl­maktadır.

Gerçekten yol nimeti en bü­yük nimettir. Çünkü herhangi bir nimetin kanunî yolunu elde et­mek o nimeti bir defa değil daima elde etme sonucunu doğurur. İlimlerin ve fenlerin önemi de bundandır. Birisinden on liralık bir yardım istemekle, daima, her zaman on lira getirecek bir yol, bir sebep istemek arasında ne kadar fark vardır. [179]

 

İnabe:

 

İnâbe[180], hakka meylet­me, hakka yönelme, Hakk'ın ayetlerini derinlemesine düşün­mek ve tefekkür etmekle yapılan tevbedir. Asıl anlamı, hayır için sı­raya girmek, hayır ve iyilikte ya­rışmak demektir. [181]

 

İnah:

 

İnâh[182], bir şeyin vakti­nin gelip çatması, bir şeyin kema­lini bulup yetişmesi, olgunlaşma­sı anlamlarına gelir. [183]

 

İnfak:

 

İnfâk[184], malın elden çıkarılması, harcanıp sarfedilmesi demektir. Şer'an, farz, vacip, mendup gibi kısımlara ayrılır. Bu "infak" karinesiyle ya "rızık" ma­la tahsis edilir veya "infak" mecaz yoluyla maldan başkası için de kullanılır. Açık olan birincisidir, ikincisi de muhtemeldir.

Münâfikûn Sûresi dokuzun­cu ayette "size rızık olarak ver­diklerimizden infak ediniz" buyurulmakta. Burada infak en genel anlamda kullanılmakta ve "sende bir şekilde var olan nimet ve rıztklardan diğer kullara da ver" demektir.

Bu ayette mü'minlerin yalnız mal ve evlatlarıyla uğraşmamala­rı, çalışarak Allah'ın kendilerine verdiklerinden, onun yolunda, onun için infak ederek, ölmeden efendilik mertebesine yükselme­ye gayret etmeleri, Allah'a böyle bir yüzle gitmeleri tavsiye edil­mektedir.

Gerçekte asıl izzet yemekte değil yedirmektedir. Kendileri patlayasıya yiyip de Allah için ye­dirmekten, zekât vermekten kaçı­nan, yanı başındaki komşusunun, cemaatindeki muhtaçların ihtiya­cını düşünmeyen harisler insanlıkla ilgisi olmayan zarara uğra­mışlardan başkası değillerdir. Böylelerinin yüzündendir ki sedler yıkılır, Ye'cüc Me'cüc yeryüzü­nü tahrip eder.

Dünyada insanlık alemini en fazla yoran, boğuşturup çarpıştı­ran bu infak meselesidir. Alçak toplumların çatışma ve mücade­leleri hep yemek davası üzerinde dolaşır. Onlar hep başkasının ka­zancından yemek isterler. Güçleri yeterse zor ve zulümle, yahut hırsızlıkla almağa çalışırlar. Olmazsa dilencilik zilletini adet edinirler. Bütün bunlar ben yiyeyim, sen ye­me diye kavga ederler. Yüksekle­rin, yüksek toplumların münaka­şaları ise yedirmek, infak etmek ve muhtaç olanların ihtiyaçlarına ye­tişerek Allah'a kullukta yüksel­mek yarısı içinde olurlar.

İnfak etmenin zamanı ve mal bakımından herhangi bir sınırı yoktur. Al-i İmran: 3/134'te mü'minlerin özel­likleri sayılırken "onlar, genişlikte ve darlıkta, mallarından infak ederler" yani fakirlikte ve zengin­likte infak ederler demektedir. Ya­ni az olan azından az olarak, çok olan çoğundan çok olarak verir an­lamındadır. [185]

 

İnfeddu:

 

Ayrılıp döndüler.

 

İnfetarat:

 

Yarıldı. "Fatr" yarmak demektir. Devenin azı dişi, damağı ya­rıp göründüğünde söylenilen "Fetara nâbe’l-baîr" sözü bundandır.

 

İnkîlâb/Ala'l-Akîb:

 

İnkılâb ve ala'1-akîb[186], ökçeler üzerine dönmek demek­tir. Öyleki, asker yürüyüşünde ol­duğu gibi tam sağdan veya sol­dan geri dönmektir. İki ökçeyi bir­den yerinde çevirmek suretiyle "inkılâbi ala'1-akîb" ayakları çaprazlaştırdığından yürümeyi im­kansız kılar.

Kur'ân'da bu tabir ya harpte firardan kinaye veya dinden dön­meye mecaz olarak iki manaya gelir Al-i İmran: 3/144 ayetinde inkılâb keli­mesi dinden dönme anlamında kullanılmıştır. [187]

 

İnkidar-İnkederat:

 

İnkidâr kelimesinin, dağılmak, saçılıp dökülmek, sönmek, sol­mak anlamlarına geldiği ifade edilmiştir. Müfessirlerin büyük çoğunluğu "inkidâr"ın dökülmek anlamına geldiğini söylemişler, buna gerekçe olarak da Buhari’de geçen bir rivayeti göstermişlerdir.

İmam Halil, "inkidâru aley­him enukum" denildiğini bunun da, mutevaliyen/ara vermeden gelip döküldüler demek olduğu­nu ifade etmiştir. [188]

 

İnnehum fi külli vadin yehiymün:[189]

 

"Vadi" ve "gezme/dolaşma"nın zikredilmesinde; şairle­rin, sözün her çeşidine dalmalarına, gelişigüzel (şeyler söy­lemelerine), mantığı dengede tutmaya özen göstermemele­rine ve maksud'un sınırlarına itibar etmemelerine dair tem­sil vardır. Öyle ki insanların korkağını kahramanına, pinti­sini cömerdine tercih ederler ve iyiyi zann altında bırakır­lar, müttakiyi fasık (gibi) gösterirler. [190]

... Yani (sözün) her şekil ve türüne dalarak kaybolup gi­derler. Bir yermeye başlarlar bir övmeye... Kutebi’den şöyle dediği rivayet edilmiş: Sözün bütün vadilerinde dolaşırlar, hayvanların başını alıp hedefsizce gitmeleri gibi her yola/yol­da giderler. Şu da denmiştir: Nereye gideceğini bilmeyerek başını alıp gittiği zaman; "adam ve(ya) deve gitti/dolaştı (hame)" denir. Tıpkı bunun gibi şair de sözüne başlar, nerede bitireceğini bilmez. [191]

Vadi; mezheb, üslub gibi yollar/metodlar için istiare ola­rak kullanılır. "Falanca, senin vadinden başka bir vadidedir." denir. (Allah), "Elemtere ennehüm fi külli vadin yehiymün" demiş. Bu, onların; medh, hiciv, cedel ve gazel gibi söz sanatları(nı kullanmasıdır). [192]

Hâme fi vidyân (vadilerde gezdi) deyimi, pek çok müfessirin belirttiği gibi, sözcüklerle ve hayallerle (ya da düşün­celerle) belli bir gerçeklik fikrine bağlı olmadan, amaçsız ve çoğu zaman da tutarsız bir biçimde oynamak anlamında kullanılmaktadır. Yukarıdaki anlam örgüsü içinde bu de­yim, bütün iç tutarsızlıklardan uzak olan Kur'an'ın mü­kemmeliyeti yanında şairlerin ortaya koydukları şeylerin tutarsızlığına, güvenilmezliğine dikkat çekmek üzere kulla­nılmaktadır. [193]

Yani düşünce ve sözlerinde hiçbir model tanımazlar, her vadide başıboş gezinir dururlar. Her yeni dürtü, bunda ger­çek payı var mı, yok mu diye düşünmeden kendilerini yeni bir konuda söz söylemeye iter. Bir anlık bir dürtüyle akıllı ve bilgece sözler söylerler, bir başka dürtüyle bu defa kirli ve adi duyguları terennüme başlarlar. Birinden hoşnut ol­dukları zaman hemen onun hakkında abartmalı övgülerde bulunurlar; bir de birine gücendikleri zaman, onu da yerin dibine batırırlar. Birinden çıkarları varsa, cimri birini cö­mert birine ve korkağı yiğide tercih etmekte bir tereddüt göstermezler. Buna karşılık, memnun olmadıkları kişinin karakterini lekelemede, kendisini ve atalarını alaya almada tereddüt göstermezler. [194]

"Fi külli vadin yehiymün" güzel bir istiare-i temsiliyye vardır. Yüce Allah onların doğru yoldan ayrılmalarını, öv­me ve yermede aşırı gitmelerini, çölde nereye gittiğini bil­meyen şaşkın kimseye benzetti. Bu, istiarelerin en güzelle­rindendir. [195]

Görüldüğü gibi, konumuzu teşkil eden ifade mecazi bir kullanıma sahiptir ve işin erbabı tarafından bu gerçek gözardı edilmemiştir. Müfessirlerin bu ifade için öngördükle­ri mecazi karşılıkları şu şekilde özetlemek mümkündür:

a) Gelişigüzel konuşmaları

b) Konuşmalarını mantıki bir düz­leme oturtmamaları

c) İleri geri konuşmaları

d) Atıp tutma­ları

e) Hakikati gözardı ederek değerlendirmelerinde ölçü­yü kaçırıp aşırılığa saplanmaları

f) Amaçsız ve tutarsız sözler sarfetmeleri vs.

Türkçe Kur'an çevirilerine baktığımızda; mezkur ifade­nin -genellikle- mecazi anlamından uzak bir şekilde tercüme edildiğini görüyoruz.

Elmalı: .. .bunlar her vadide hayran olurlar.

Şairler eğri-doğru, iyi ve kötü her konuya dalar, her va­dide otlar ve ifadede ne denli hayret ve şiddetli arzulara dalar­sa o kadar etkili olacağından, her telden çalmak için iyi ve kö­tü her vadide mest olmuşçasına dolaşırlar.

Çantay: Onların her vadide hakiykaten ifrata (mübalağa­ya) düşegeldiklerini ...

"Müfredat-ı Rağıb". Maksadsız, gayesiz, yüzükoyun git­tiklerini.[196] Boş ve faidesiz her vadiye daldıklarını "İbn-i Abbas radıyallahu anhuma". Şerefleri, izzet-i nefisleri hetk ettiklerini, soya sapa kadar söğdüklerini, medhe layık ol­mayanları övdüklerini[197] Zira başlangıçlarının çoğu hakıykatı olmayan hayallerden ibarettir. Kelimelerinde galib olan karakter nesebe, şerefe sövmek, batıl ile böbürlenmek, medhe layık olmayanlara dalkavukluk etmek, bu hususta ifra­ta, mübalağaya düşmekdir.[198]

D.İ.B., Atay: Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıkları­nı ...

Bilmen: ... onlar her vadide şaşkıncasına yürür dururlar.

Yavuz: ... her yöne meyleder ve boş şeylere dalarlar.

Davudoğlu: ... onlar her vadide şaşkın olarak dolaşırlar.

Ateş: ... (nasıl) her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar?

Bulaç: ... onlar, her bir vadide vehmedip durmaktadırlar.

T.D.V.: Onların her vadide başıboş dolaştıklarını...

Y. Öztürk: ... her vadide şaşkın - tutkun dolaşırlar.

A. Öztürk: Onlar her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar.

Koçyiğit: ... her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar.

Hizmetli: Onların boş işlerle uğraşarak vehmedip durduk­larını ...

Varol: Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaşmakta ol­duklarını ...

Piriş: ... onlar her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar.

Merhum Çantay'ın, tercümesini oldukça zengin ve gü­venilir dipnotlarla süslemesi, ayetin anlamı üzerindeki sis perdelerini aralamakta ve okuyucunun kastedilen mecazi anlamı algılamasına yeterli derecede yardımcı olmaktadır. Elmalı'nın meali için de buna yakın şeyler söylemek müm­kündür. Bunların dışında Yavuz ve Hizmetli’nin az da olsa mecazi anlamı ayetin doğrudan tercümesine yansıttıklarım görüyoruz. Fakat bunun yeterli olduğunu söylemek doğru değildir.

Diğer meallerde ise ayetin deyimsel yönüyle ilgili en ufak bir emare dahi mevcut değildir. Zira bunlar "vadi" ve "dolaşma/gezme" kelimelerinin daha çok somut anlamları­nı ön plana çıkarmışlar. Mütercimlerin mezkur ifadenin lafzi anlamı dışında kullanıldığını ve deyimselleştirildiğini anlayamadıklarını düşünmek istemiyoruz. Olsa olsa bu ifa­denin mecazi anlamıyla kullanıldığının çok açık olduğu fikrinden hareketle ve okuyucunun da bunu fark edeceği düşüncesiyle malumu ilam etmeye gerek duymamışlardır, kanaatindeyiz ki bizce böyle bir tavır, oldukça hassas bir konunun, en azından bazı insanlar tarafından yanlış anla­şılması ihtimalini barındırdığı için hatalıdır.

Biz ifadenin daha anlaşılabilir kılınması için aşağıdaki alternatifleri değerlendirmenin faydalı olacağını umuyoruz:

- Onlar sözün her çeşidine dalarlar.

- Atıp tutarlar, ileri geri konuşurlar.

- Gelişigüzel konuşurlar.

- Amaçsız ve tutarsız sözler sarf ederler.

- Ölçüyü kaçırıp aşırılığa saplanırlar, vb.

Örnek:

Görmez misin onlar ileri geri/ölçüyü kaçırıp aşırılığa saplanarak konuşurlar.[199]

 

Îns Ve Cin Şeytanı:

 

İns ve cin kelimeleri insanı ve insana sürekli olarak vesvese ver­meye çalışan cini anlatır. İns ve cin iç içe girmiş iki kelimedir. İns insan demek, cin ise birkaç anlama gelir. Cinnin özelliği insana vesvese vermesidir ve şeytan ola­rak bilinir.

İnsana vesvese veren şeytan iki türlüdür. Birincisi, görünme­yen, metafizik sahada yaşayan gizli takımından, cinnîler soyundandır. Diğeri de açık sahada ya­şayan insan soyundandır.

Bu mana Kur'ân'da: "Her nebîye, insanların ve cinlerin şey­tanlarını düşman etmişizdir, bun­lar aldatmak için birbirlerine yal­dızlı sözler fısıldarlar"[200] şeklinde ifade edilmiş, ins ve cin şeytanlarının genel olduğunu ve hepsinin şerrinden korunulması gerektğini ifade etmiştir. En açık mana budur. Hz. Ebû Zerr'in "ins şeytanından Allah'a sığındın mı?" diye sorduğu rivayet edilir.

Cin en genel anlamıyla me­lekleri de kapsayacak şekilde tüm görünmeyeni ve gizli olanı ifade eder. Melekler vesvese vermese de vesveseciler onların adını kul­lanabilirler.

Ferra ve bazılarına göre "fî sudûri'n-nâs"daki "nâs" ifadesinin, beyan olduğunu ve cinne de den­diğini söylemişlerdir. Nitekim, Cînn Sûresi'nde, "neferun mine'l-cinni ve ricâlun mine'l-cinni" de­nildiği gibi. Kelbi’den nakledildi­ğine göre, "nâsun mine'l-cinni" de denilir. Bu anlamda vesvâs, cin­den olan nâsa da insten olan nâsa da vesvese verir demektir.

Zemahşerî bu görüşe, cine, cin denilmesi onun gizliliğinden dolaydır, nâsa nâs denilmesi de beşer denilmesi gibi açıkta olma­larından dolayıdır diyerek karşı çıkmıştır.

İns, mutlak insan manasına geldiği gibi, insanın ünsiyet ettiği enisine, yar ve yardımcısı manası­na da gelir. Buna karşılık gelen de tanımadığı, yabancısı, meçhulü demek olur. Yine bu manaya ya­kın olarak, insanın nefsi yani be­deni yanı insi, öte tarafı vahşi di­ye adlandırılır.

Mesela, elin iç yüzü veya aya­ğın üstü insî, elin dış tarafı ve aya­ğın tabanı vahşîdir. Aynı şekilde cin, gece karanlığı ve örtü/istitar anlamında, toplumdan gizli/saklı olan şeylere ve bütün ruhanîlere, özellikle ruhanîlerin bir kısmına dendiği gibi, insanların toplandı­ğı çok kalabalık ve gür yerlere de içindekileri gizlediği/sakladığı için "cannenâs ve canânun nâs" denildiği lugatta geçmektedir. "Mine'l-cinneti ve'n-nâs" ayetindeki "nas" ifadesi tanınan bilinen insanlar demek ise, "cînn"de bu­nun mukabili olarak yabancı, giz­li, tanınmadık, meçhul insanlar demek olur. Sonuçta ikisi de genel anlamda bütün insanları anlatmış olur. [201]

 

İnteserat:

 

Düştü, arka arkaya döküldü.

 

İntikam:

 

İntikam[202], "nimet"in zıddıdır. İntikam "nikmet" kökün­den türemiş olup güç göstermek ve bir cinayetin cezasını vererek, ona öldürmekten aldığı tadı acı çektirerek öldürmek demektir. Türkçe'de "öç almak" diye tabir olunur. Affın zıddıdır. [203]

 

İnzâr-Nuzur:

 

İnzâr, korkutarak haber vermektir. Korkutma olmazsa buna inzâr değil, i'lâm ve ihbar denilir.

İnzâr, korkunç haber vermek, bir şeyin sonucundaki güçlük ve yok olmayı haber vere­rek gocundurmak, sakındırmak demektir. Yani, korkulu bir şey­den sakındırmak için bildirmek, ileride şu fenalık var, sakın diye doğru yolu göstermek için yapı­lan uyarıdır. Sevinç haberi ver­mek demek olan müjdenin zıddıdır. Beşîr ve mübeşşir, müjdeci de­mek olduğu gibi, nezîr ve münzîr de tehlike haberiyle korkutan ha­berci, peygamber, rasûl demek olur.

Hz. Peygamber, Furkan: 25/26'da ifa­de edildiği gibi hem nezîr hem de mübeşşîrdir. Allah-u Tealâ'nın hem rahmetinin müjdecisi, hem de azabının habercisidir.

"Nüzur" kelimesi de uyar­mak, korkutmak, sakındırmak ma­nasına masdardır. [204]

Nüzur, üç şekilde tefsir edilir:

1. Sakındırmak

"İnsanları inzâr et (Mekke kâfirlerini, azâb ile sakındır)." [205]

"Kendilerini inzâr etmen (sakındırman) ile inzâr etmemen (sakındırmaman) onlar için birdir: îmân etmezler. " [206]

Atalarının inzâr edildiği (sakındırıldığı) gibi, bir kavmi [207] -ki gafil durumdalar- inzâr etmen (atalarının sakındırıldığı gibi, Kur'ân-ı Kerîm'deki tehditler ile bir kavmi sakındırman) için..." [208]

"Kendilerini inzâr etmen (sakındırman) ile inzâr etmemen (sakındırmaman) onlar için birdir: îmân etmezler." [209]

2. Haber

"Bu da evvelki nüzurdan (geçmiş ümmetlerin haberlerinden) bir nezirdir (bir haberdir)."

"Onlara döndükleri zaman kavimlerini inzâr etsinler (kavimlerine haber versinler)." [210]

3. Rasûller

"Semûd, nüzuru (rasûlleri) yalanladı." [211]

"Lût kavmi nüzuru (rasûlleri) yalanladı." [212]

"Andolsun Al-i Fir'avn'a da nüzur (rasûller) gel­mişti." [213]

"...Size bir nezîr (rasûl) gelmedi mi? Cevab ver­diler: "Evet, doğrusu bize bir nezîr (rasûl) gel­mişti." [214]

"Sen sadece bir nezirsin (rasûlsün)." [215]

 

İrcâ'/Mürcie:

 

İrca'[216], tehir etmek, er­telemek demektir. "Ercite" veya "ircaete" den gelmiştir. Tevbelerinin kabulü konusunda bir kesin­lik bulunmayanlara "mürcie" de­nilmesi bundandır. "Murcene" kelimesinin aslı "murceyune"dir. İbni Kesîr, Ebû Amr, İbni Amr, Asım'dan Ebû Bekr ve Ya'kûb'un okuma tarzlarında hemze ile, "murceyune" şeklindedir. [217]

 

İrcaf:

 

İrcâf[218], zelzele mânâsı­na olan "recfe"den türemedir. Ortaklığı sarsacak hareket yapmak, kışkırtmalarda bulunmak demek­tir. Bu sözle de eylemle de olur.

Bundan dolayı yalan yanlış uydurma haberler yaymaya "ircâf" denildiği gibi, bu yöndeki ya­lanlara da "erâcif" denilir. [219]

 

İrteqib:

 

Bekle.

 

Îsâ:

 

İsâ, Süryanice'de, "İşa" de­mektir. Nitekim bazı Hristiyanlar "Yeşu", Frenkler "Yesui" demek­tedir. Katolik papazlarının özel cemiyetlerine isim olmuştur. Dili­mizde "cizvit" tabir olunur. [220]

 

İshân:

 

İshân[221], kalınlık demek­tir. "Sihan" ve "sehanet" kökün­den kalınlaştırmak demektir. Ağırlık da "sehanet"in gereği ol­mak bakımından "filanı hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldamaz oldu" anlamına "eshanehu'l-merda evi'l-cerahu" de­nilir. Daha sonra bu anlamdan alı­narak savaşta düşmanın asıl kuv­vetlerini vurarak, gücünü kırmak ve askerlerini yerinden kımıldayamaz hale getirmek, kesin bir yenilgiye uğratmak durumuna dahi "ishan" denilir. [222]

 

İsm:

 

İsm[223], bir şeyin zihinde doğmasını sağlayan işaret ve ala­met demektir. Örfte, tek başına anlaşılır bir manaya delalet eden kelime diye tanımlanır. Bu tanım­lanan manaya veya onun dışta ve zihinde gerçkleşen asıl şekline "müsemma" denilir. Yaygın görü­şe göre, ismin aslı "sümüv" mad­desidir. Yücelik bildirir. "Vesm"den olması da mümkün­dür.

"Vesm"de damgalamak anla­mına gelir. Çoğulu "esma' " veya "esâmi" dir. Sıfatlar da ismin aksammdandır / kısımlarındandır.

İsimler, özel isim ve alem/işa­ret veya cins isim ve genel diye kı­sımlara ayrıldığı gibi kişi ismi, sı­fat ismi diye de kısımlara ayırılır. Esmâü'l-hüsnâ'da bu farkın öne­mi vardır.

İsm, esas itibariyle, "ad" ve "nam"ın eş anlamlısı olmakla bir­likte, bunlar arasında bazı ince farklar da vardır. "Ben bu işi falan kimse adına yapıyorum" yerine "falancanın adına veya namına yapıyorum" denilemiyor. Aynı şe­kilde "insan bir isimdir" deriz de "bir addır, bir namdır" diyeme­yiz. Öyle zaman olur ki, "o ada­mın adı" yerine "o kişinin ismi" demeyi tercih ederiz. [224]

 

İslaf:

 

İslâf[225], önceki, önceden anlamındadır. Ticarette, bir malın karşılığını/ücretini önceden öde­yip malı daha sonra almak de­mektir. Şeriat'te "selef", "selem" denilen alışverişe daha doğrusu veriş alışa denir. Çünkü bu ticarette para peşin mal veresiyedir. Bu ibare mü'minlerin karşılığını ahirette görmek üzere bu dünya­da yaptıkları salih amellere kina­yedir. [226]

 

İslam-Müslim:

 

İslâm[227], "silm" ve "selâ­met" maddesinden geldiği ve "if'al" babından olduğu için o ba­bın muhtelif binalarına göre tesli­miyet, yani râm ve inkiyad, salim bulundurmak, selîm ve lekesiz tutmak, selamete girmek, selâme­te çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlas ve samimi­yet gibi çeşitli mânâlar ifade eder. Esasta iman ile birleşir. Çok kap­samlı ve pek temiz bir kelimedir.

Öyle ki, barışa, selamete gir­mek veya koymak, selamet temin eden teslimiyet, karşılıklı olarak barış içine girmek manalarına ge­lir ki, hepsinde selamet ve salimiyet gayesiyle bir bağlılık, uyum­luluk manası vardır. Bu nedenle din, irade ve akıl sahipleri arasın­da anlaşmazlıkları ve didişmeleri bir yana bırakıp, toplumsal barışı sağlayan bir kanundur. Bununla yalnız insanlar arasındaki uyum değil, insanlarla Allah arasında bir uyum sözleşmesi de vardır. Din sayesinde yaratanın iradesi ile yaratılanın iradesi arasında bir uyum sağlanmış olur. Kul Al­lah'ın dilediği gibi ister, Allah da kulun dilediği gibi yapar.

İslâm dini denilince bütün bu saydığımız anlamlar anlaşılır, hepsi de muteberdir. Kendini Al­lah'a teslim etmek, iman ve ihlas ile ona inkiyad etmek manası ise bütün öteki anlamları da içine alır.

İslâm şöyle özetlenebilir. Her şeyden önce temizlik, ikinci ola­rak da güzelliktir. İslâm'ın "Lâ ilahe illallah" kelime-i tevhidin­den, eûzu-besmelesinden, abdest ve namazından tutunuz da bütün emirlerinde ve yasaklarında hep bunun tatbikatını bulursunuz. Ayette "Allah'a yüzü temiz, özü güzel olarak yönelmek" diye buyurulmuştur.[228]

Kur'ân'da türevleriyle birlikte yaklaşık 138 âyette geçmektedir. Kelime, "se-li-me” fiil kökünden gelir. Aynı kökten gelen "silm"; "selamette olma, gizli ve açık afetlerden uzak kalma, yabancı maddelerden arı olmak, saf olmak, barış ve esenlik içinde bulunmak" demektir.[229]

Fiil, geçişsiz haliyle "teslim olmak", geçişli haliyle ise bir şeyi birine teslim etmek manalarına gelir. el-İslâm, bu fiilden türetilmiş bir mastar yani isimdir. Ve inkiyad (boyun eğme) anlamına gelir.[230]

İbn Fâris, "İslâm'dan önceki Araplar döneminde fiilin anlam içeriğinde dinsel bir unsur yoktur. Onlar bu kelimeyi sadece barış ve kurtuluş anlamında biliyorlardı. Daha sonra Kur'ân buna dini bir mana kazandırarak vasıf ve hey'etini belirlemiştir"[231] demektedir.

Halil b. Ahmed bu kelimenin dini anlamıyla ilgili şöyle der: "Allah'ın emrine teslim olmak, yani O'nun otoritesine boyun eğmek ve emirlerini kabul etmektir."[232]

Câhiliye döneminde de bu kelime, lügat anlamına uygun olarak kullanılmıştır. Kindi kabilesine mensup şairlerden biri şöyle der:

"Kabilemin bana yüz çevirip gerisin geri gittiklerini görünce, onlara 'barış' çağrısında bulundum."[233]

Ünlü sosyolog Ahmed Emin, bu kelime için şunları söyler: "İslâm" kelimesi; se-li-me kökünden türemiştir. Burada selamın manası "karşılıklı sulh yapmaktır." Bunun zıddı ise savaş ve düşmanlıktır.[234] Nitekim Kur'ân'da "O, çok esirgeyen Allah'ın kulları ki onlar yeryüzünde tevazu ile yürürler. Kendilerine cahiller laflar attığı zaman "selâm" deyip geçerler."[235] buyrulmaktadır. Hz. Muhammed (s.a.v.) döneminden önceki döneme "câhiliye" ve kendi dönemine "İslâm" ismi verilmesi, bu konuda bizim için bir anahtar teşkil etmektedir. Zira câhiliye, ilmin değil, sertliğin karşıtıdır. İslâm ise, tevazu, ruh sakinliğidir. Daha sonra bu kelime, buna yakın bir manaya intikal ederek" boyun eğme ve inkiyad" anlam­larını kazanmıştır. Boyun eğme yani kabullenme barışa, sulha götürür. Kur'ân'da, "İslâm" sözcüğü bazen hem mü’minleri ve hem de kafirleri kapsar. Zira kâfirler, yaratılışları icabı bazı umumî kanunların dışına çıkmayıp onlara boyun eğerler.[236] Bundan sonra kelimenin kullanım sahası daralmış ve Allah'a isteyerek boyun eğen, O'na ibadet eden kişiye "müslim" adı verilmiştir.[237]

Izutsu ise; "İslâm sözcüğünün, Arapça'daki asıl manası, "teberru", yahut "berat" tır. Yani sorumluluktan kurtulmak ve onu tümüyle bir başkasına devretmek ve bırakmaktır." der. Ona göre kişi bir meseleyi başkasına devrettiğinde "Eslemtu" der. Bu itibarla müslümana, müslüman denmesinin sebebi şudur: "O her şeyden kurtulmuş ve kendisini Allah'a bırakmıştır...Ve hiç kimse, gerçek anlamda güvenmediği ve inanmadığı takdirde her şeyiyle Allah'a teslim olmaz."[238]

İslâm, iki manada tefsir edilir:

1. el-İslâm, ihlâs manasında kullanılmıştır; şu âyetlerde olduğu gibi:

"Hani Rabbi o'na, "Teslim ol" (eslim, ihlâslı ol) dediği zaman, ''Âlemlerin Rabbine teslim oldum" (es­lemtu, âlemlerin rabbine ihlâslı oldum) demiş­ti." [239]

"Eğer seninle, tartışırlarsa de ki: "Ben vechimi Allah'a teslim ettim (eslemtu, ben dînimi Allah'a hâlis kıldım), bana tâbi olanlar da." [240]

"Kendilerine Kitap verilenler ile ümmilere de ki: "Siz de teslim oldunuz mu" (tevhîd ile ihlâsa erdiniz mi)'? Eğer teslim olurlarsa (tevhîd ile ihlâsa ererlerse), hidâyet bulmuş olurlar."[241]

"Kim vechini Allah'a teslim ederse (dînini Allah'a hâlis kılarsa)..." [242]

2. İkrar (kabul ettiğini ifade etmek)

"Halbuki O'na teslim olmuşlardır (kulluklarını ikrar etmişlerdir) semadakiler (melekler) ve arzdakiler (mü'minler) isteyerek; ve istemeye­rek (sâir dîn mensubları da istemeyerek teslim, olmuşlardır; kulluklarını ikrar etmişlerdir; -kendilerini Allah'ın yarattığını ve rızıklandırdığını bilmele­ri, onların teslimiyetleridir/kulluklarını ikrar etme­leridir-)" [243]

"Bedeviler, "Biz imân ettik" dediler. De ki: "Siz îmân etmediniz, fakat teslim olduk" (lisân ile ikrar ettik) deyin!"[244]

"İslâmlarının/teslimiyetlerinin (ikrarlarının, ka­bul etmelerinin) ardından küfrettiler (ihlâsı kopardı­lar)." [245]

 

İslevhâ:

 

Oraya girin ve ateşini tadın.

 

İsm:

 

İsm,  işleyeni, kınanmaya müstehak  kılan günah demektir. Çoğulu âsâm’dir.

İsm, sonunda üzerine ukubat/ceza gerekli olan, ceza hak olan günah demektir.

Arap dilinde, sevaptan alıkoyan ve geri bıraktıran iş, yapılmasıyla hayırdan uzaklaştıran eylem, sonunda karşılığın­da ceza gerektiren günah demektir. "Esime" yani fiil şeklinde kullanıldığında ise insanın günaha düşmesi demektir.[246] Bazen "zenb" günah ile aynı anlamda kullanılmış ise de aralarında bir nüans farkı olduğu söylenebilir. Şöyleki "zenb" kasıtlı ve kasıtsız günahlara delalet ederken, "ism" sadece belirli bir kasıt ve seçim neticesinde işlenilen günahlardır.[247]

Câhiliye döneminde "ism" kelimesi, ceza gerektiren bir eylem anlamında İmru'u'l-Kays'ın şu beytinde görülmektedir:

"Bugün, Allah indinde günah olmaksızın ve her hangi biri tarafından rahatsız edilmeden tek başıma içeceğim."[248] Görüldüğü gibi beyitte "ism" günah manasında kullanılmıştır. Ancak burada İslâm literatüründeki anlamında kullanıldığını düşünmüyoruz. Diğer taraftan şiirdeki "Allah" lafzı da dikkat çekmektedir.

"İsm" kelimesi Kur'ân da en çok kullanılan kavram­lardan biridir. Aynı kavram hadiste de şu şekilde tanımlanmıştır:

"İsm, göğsünde yerleşip huzursuzluk ve sıkıntı veren, insanların da bilmesini istemediğin şeydir."[249]

Kur'ân, "ismin" (günahın) her türlüsünü haram kılmış ve onun gizlisinin de açığının da bırakılmasını emretmiştir.[250] Ayrıca insanlar arasında düşmanlık hislerini uyandıracak her türlü yardımlaşmaya gidilmemesini de önemle belirtmiştir.[251]

"İsm" kelimesi Kur'ân'da, yalan[252]; içki içme[253]; faiz[254]; hüzünlendirici ve kederlendirici fısıltı[255]; kardeş öldürme[256] gibi anlamlara delalet eder. Bunların yanında hatanın dışında kasden işlenen bir günahı veya bir kebireyi (büyük günahı) gösterir.[257] Bazen de küfrün değişik cephelerini kapsar mahiyette kullanılır. Nitekim Nisa süresi 48. âyette, "Allah'la herhangi bir şeyi bir tutan kuşkusuz büyük bir iftira ve günah (ism) işlemiştir." ifadesi yer almaktadır.[258]

Netice olarak "ism" kelimesi her iki dönemde de birbirine yakın manalarda kullanılmıştır. Ancak İslâm, bu kelimenin manasını daha da genişletmiştir diyebiliriz.[259]

İsm, beş şekilde tefsir edilir:

1. Şirk

"Rabbaniler ve ahbâr onları ism-sözden (şirk sözü söylemekten) nehyetmeli değil miydiler?!" [260]

2. Ma'siyet (itaatsizlik/isyan)

"Kim de aşırı açlık (veya, hayatî bir zorunluluk) duru­munda (Allah'ın haram kıldığı ölmüş hayvanın etini ve haram olan başka yiyecekleri yemeye) mecbur kalır da ism'e meyl etmeksizin (ma'siyet kasdı taşımaksızın!..." [261]

"Rabbim sadece fevâhişi (.....) ve ism'i (ma'siyeti) haram kıldı." [262]

"İsm (ma'siyet) ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın!" [263]

"Onlara karşı ism (ma'siyet) ve düşmanlık ile birleşip yardımlaşıyorsunuz." [264]

"İsm (ma'siyet/günah) ve düşmanlık (zulm) hususunda konuşmayın!" [265]

3. Zenb/günah

"Kim iki günde (dönmek için) acele ederse, ona ism (zenb/günah) yoktur." [266]

Onu bir bühtan ve apaçık bir ism (yani, zenb/günahı ile alırmısınız?! [267]

4. Zina

"İsm'in (zinanın) zahirini (alenisini) de, bâtınını (gizlisini) da bırakın!" [268]

5. Hatâ

"Kim vasiyet edenin meylinden yahut ism'inden korkarsa (kasden veya hatâen (haksızlık ettiğini bilirse)…"[269]

 

İsmet:

 

İsmet, dokunulacak, tutanak demektir. Gerdanlık, bilezik, bilek ve koruma manalarına geldiği için gerek anlaşma, gerekse her­hangi bir tutanağa denir. Çoğulu "ısem"dir. Mümtehine: 60/10 ayetinde ifade edilen, "bi isme" ifadesi kâfir ka­dınların nikâhların batıl olduğu­dur. [270]

 

İsra':

 

İsrâ'[271], "hüdâ" veznin­de "sürâ"dan if'aldir. "Sürâ", "mesra" sirayet kökü; gerek piya­de, gerek süvari şeklinde yapılsın, "gece yürüyüşü" demektir. "İsrâ'" da öyledir. Ancak, İsra: 17/1'de olduğu gibi geçişli durumda "yürütmek" demek olur. [272]

 

İsraf:

 

İsraf, herhangi bir şey­de haddini aşmaktır. İnfâ da israf da sarfiyatta, harcamada haddini aşırmaktır. Masraf ya bir zaruret ya bir ihtiyaca binaen ya da husn için yapılır. Bu nedenle, ne zaruret, ne hacet, ne de husn olmayan, fayda­sız, zararlı, gayri meşru alanlara yapılan harcamalar herkes için bi­rer israftır.

Kısacası "israfta fazla mal harcamak mânâsı meşhursa da, insanın yaptığı herhangi bir işte sınırı ve haddi aşmak demektir. Cinayet işlemek mânâsı da vardır.

 

İsrâîl:

 

İsrâîl, yabancı bir isim olup, "Allah'ın kulu" demektir. Yakup (a.s.)'un ismidir. Yüce Allah bunu, "İsrail'in kendisine haram kıldığı şeyler hariç"[273] mealindeki âyette açıkça ifade etmiştir.

 

İstahyu:

 

Hayatta bırakın, Yani, kızlarını öldürmeyip bırakın.

 

İstebrak:

 

İstebrak, sert ve kalın ipek elbise demektir. Buna "dibâk" da denir.

 

İsteğşu:

 

"İsteğşu: Örttüler, kapattılar." "Ğaşâhu: Onu örttü" demektir. "Ğışâ" örtü ma­nasınadır.

 

İstehveze:

 

Akıllarını istila edip galip geldi.

 

İstekberû:

 

İstekbera: Kibirlendi. İstikbâr, kendini büyük görmek ve böbürlenmek de­mektir.

İstekberû, iki türlü tefsir edilir:

1. Kendisine verilen emre karşı tekebbür etmek (büyüklenmek, büyüklük taslamak)

"O (İblis) dayattı ve istikbâr etti (Allah'ın Adem'e secde emrine karşı tekebbür etti/büyüklendi)."[274]

"Sen istikbâr mı ettin (tekebbür mü ettin/büyüklendin mi), yoksa yücelerden mi oldun?"[275]

"Şayet istikbâr ederlerse (Allah'ın secde emrine karşı tekebbür ederlerse (büyüklenirlerse)..."[276]

"Hem onlar istikbâr etmezler (tekebbür etmez­ler/büyüklenmezler)."[277]

2. Küfürde büyük ve önder olanlar

"Zayıflar istikbâr edenlere (küfürde ileri ve ön­der olanlara) diyecekler ki..." [278]

"Zayıflar, istikbâr edenlere (küfürde önder olan­lara) diyecekler ki..."[279]

"Mustaz'aflar, istikbâr edenlere (küfürde ileri ve önder olanlara), "Eğer siz olmasaydınız biz elbette mü'mmler olurduk" diyecekler. İstikbâr edenler (küfürde ileri ve önder olanlar) ise mustaz'aflara (kendilerine ittibâ' eden zayıflara), "Size gelme­sinin ardından sizi bidayetten biz mi alıkoyduk?! Ha­yır, siz zaten mücrimlerdiniz" diye cevap verecekler. Mustaz'aflar (dünyada mustaz'af olanlar) da is­tikbâr edenlere (küfürde ileri ve önder olanlara), "Hayır, gece-gündüz hilekârlıklarınız bizi bu hale koydu). Çünkü siz bize Allah'a küfretmemizi emrediyordunuz" diye karşılık verirler."[280]

 

İsteska:

 

"İsteska" kavmi için yağmur istedi, demektir. Zira bu keli­medeki sin ve tâ harfleri, "İstencera" (yardım istedi) ve "İstehbera" (haber sordu) fiillerinde olduğu gibi talep içindir. Ebu Hayyan şöyle der: İstiska, su bu­lunmadığında veya az.olduğu zaman su istemek demektir. Bu fiilin mefulü mahzuftur "İstesqâ Musa Rabbehu" takdirindedir.[281]

 

İstiâne/Nesteîn:

 

İstiâne[282], avn/yardım taleb etmek demektir. Maûnet istemek, yardım dilemektir. İstekli veya isteksiz onu vermeye de "ia­ne" denir. Muavenet ve teâvün de karşılıklı yardım demektir. Bu ne­denle istiâne ile bu ifadeleri (iane, muânet, teâvün, vs.) birbirinden ayırmalıyız. Çünkü burada hasr edilen tahsis, yardım dileme hak­kındadır.

Fatiha Sûresi'ndeki kullanı­mında kelimenin üç muhtemel anlamının olabileceği ifade edil­miştir. Bunlar:

1- Genel anlamda, bizzat yar­dım dilemedir.

2- Bağlı olduğu bir husus ile ilgili olarak yardım dilemedir.

3- Özel bir nedene dayana­rak, yardım dilemenin özel bir şeyle olduğunu varsayarak yar­dım dilemedir. [283]

 

İsterekessem'e:[284]

 

... Lakin, gizli gizli dinlemek isteyen olursa, demektir. [285]

... Gizlice kulak kabarttığında, dinlemek istediğinde... [286]

... Isterekessem'e; gizlice dinlemeye çalışmak (kulak ka­bartmak) demektir. Birine dalgınlığını fırsat bilerek bakan şahsa; (Yusariku'n-Nazara ileyhi) ona gizlice bakıyor, denir.

iştirak; (gizlice) dinleyene mümasil, (başkasını) gizlice oyuna getirmektir. Muhasibler (muhasebeci, murakıp, kontrolör) bazı hesapları gizlerler (yesterikune).

El-Musareketu, el-istiraku ve et-teserruku; gizlice/sinsi sinsi bakmak ve dinlemek demektir. [287]

Şeytandan gizlice (hufyeten) yukarıya doğru çıkan­lar/çıkmak isteyenler, demektir. [288]

Lafzen "ancak kim ki kulak misafiri olmaya çalışır..." yahut "o kadar ki, kim gizli gizli işitmeye çalışırsa..."

Bu ifa­de öyle görünüyor ki, bilinmeyen alemi, yukarıda sözü ge­çen yasak yollarla, (gizlice, hırsızlık yoluyla) keşfetmek için her çabayı kaçınılmaz olarak "parlak bir alevin" yani, yakıcı bir düş kırıklığının, apaçık bir hüsranın izlediğini işaret etmektedir. [289]

Gizlice dinlemeye/duymaya çalışmak ... [290]

"îstereke" fiilinin müfessir ve filologlar tarafından "hır­sızlık" şeklinde anlaşılmadığı açıktır. Bilakis bu fiil, istisna­sız; görüşlerini buraya alıntıladığımız alimlerce "gizlice, gizli gizli, kulak kabartmak, sinsi sinsi" vb. şekillerinde al­gılanmıştır. Oysa ki Kur'an çevirilerinde durum oldukça farklıdır.

Elmalı,. Çantay, D.İ.B., Bilmen, Yavuz, Davudoğlu, Ateş, Bulaç, T.D.V., Y. Öztürk, Atay, A. Öztürk, Koçyiğit, Varol ve Piriş sözbirliği etmişçesine "kulak hırsızlığı" şeklinde tercüme etmişlerdir. Hizmetli ise "söz çalmak" şeklinde ter­cüme etmiştir.

Mütercimlerimiz söz konusu ibarenin mecazi bir anlam taşıyabileceği ihtimalini değerlendirmeyerek kelimelerin lafzi anlamlarını ön plana çıkarmışlar ve bunu aynen tercü­melerine yansıtmışlardır.

"Kulak hırsızlığı" şeklindeki tercüme bizce ayetin anla­mının tam olarak ortaya çıkmasına kifayet etmiyor. Çünkü "kulak hırsızlığı" ifadesi iki şekilde ele alınabilir:

a)  Hakiki anlamında: Mütercimlerin ibareyi, hakiki an­lamdaki bir "kulak hırsızlığı" şeklinde anladıkları düşünülemez. Dolayısıyla böyle bir ihtimal üzerinde durmak ge­reksizdir.

b) Mecazi anlamında: ibarenin mecazi anlamlar taşıdığını kabul edecek olursak bunu tercümeye de yansıtma zorunluluğumuz ortaya çıkar ki söz konusu ifadenin "kulak hırsızlığı" anlamına geldiğini iddia etmek doğru değildir. Türkçe'de ayetin mecazi/deyimsel yönünü en güzel şekilde ifade edecek birçok seçenek mevcuttur.

Söz konusu seçeneklere geçmeden önce, Hizmetli'nin "söz çalmak" şeklindeki tercümesinin de aynı hatalarla malûl olduğunu belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz. Kı­sacası mütercimler, "kulak hırsızlığı" ve "söz çalmak" ifade­lerinin "kitap hırsızlığı, defter hırsızlığı veya kalem çalmak, silgi çalmak" ifadelerinde olduğu gibi hakiki manada birer hırsızlık veya çalma ameliyesi olmadığını bildikleri halde bunları çağrıştıracak tercüme örneklerine yer vermişlerdir.

Oysaki böyle bir mecazi ifadenin şu şekillerdeki deyim­sel karşılıkları tercih edilebilirdi:

- Gizli gizli dinlemek.

- Gizlice işitmeye çalışmak.

- Kulak misafirliği.

- Kulak vermek.

- Kulak kabartmak, vb.

Örnek:

Ancak gizlice işitmeye/kulak misafiri olmaya çalışan olur­sa onu parlak/açık bir alev takip eder.[291]

 

İstîdrâc:

 

İstidrâc[292], derece derece çıkarmak ve indirmek demektir. Bundan, bir şeyi arzusuna göre bir noktaya kadar tedricen götürüp, haberi olmadan felakete atmak manasında kullanmışlardır, öyle ki o kimse yükselmenin kendi fay­dasına olduğunu düşünür. [293]

 

İstiftâ'-Fetvâ:

 

İstiftâ'[294], fetva istemek­tir. "Meselede falana istifta ettim, şöyle ifta ettim" denilir ki, "fetva verdi" demektir. "Da'vâ" veznin­de "fetva", "rüya" vezninde "fütyâ", iftâ manasına konulmuş isimlerdir.

İftâ ise, sorulan bir soruyu (müşkülü) açıklayıp çözmektir. Kuvvetli ve mükemmel, genç ve dinç olan "fetâ"dan alınmadır. Gençleştirip kuvvetlendirmek de­mek gibidir. Sanki bir kimsenin sorununu çözen onu dinç bir genç gibi kuvvetlendirmiş olur.

"Fetva"; zor bir olayda doğ­ru hükmü açıklamakla, amel ede­cek kimsenin kalbine bir kuvvet vermektir. "Müftü" de bu kuvveti verebilmek için ehliyetine ve selahiyetine, ahlâk ve gücüne hakkıy­la güvenilir bir zât olması gerekir. Bu da Nisa: 4/125 ayeti üzere İslâm ve ihsan sahibi olmak, yine Nisa: 4/83 ayeti gereği, istinbata gücü yeten alimlerden olmakla mümkün olur. [295]

 

İstiğfar:

 

İstiğfar[296], "rabbenağfirlî" yahud "Allahümme innî estağfiruke", "Ya Rab! Bana yardım et, bize mağfiret buyur, mağfiretini niyaz ederim" gibi dua ve niyaz ile mağfiret istemektir. Tevbeden farklıdır. Tevbe işlenen bir günahtan pişmanlık duyulması sonucu yapılan yakarış ve Allah'a dönüş­tür. Nasr Sûresi'ndeki istiğfarın, sadece Peygamber'in kendisi için değil, tüm ümmet için gerekli olan bir yakarış olduğu ifade edil­miştir. [297]

el-İstiğfâr, üç manada tefsir edilir:

1. Günahlardan ve şirkten dolayı bağış­lanma dilemek  

"Rabbinize istiğfar edin (günah ve şirkten dola­yı Rabbinizden bağışlanma dileyin) ve sonra O'na dönün!" [298]

"Ey kavmim! Rabbinize istiğfar edin (günah ve şirkten dolayı bağışlanma dileyin); doğrusu O, gaf­fardır." [299]

2. Salât (namaz veya dua)

"Seherlerde istiğfar edenler (namaz kılanlar ve­ya du'â edenler)..." [300]

"Onlar seherlerde de istiğfar ederlerdi (namaz kılarlardı veya du'â ederlerdi)." [301]

3. Günahlardan ötürü bağışlanma dile­mek

"(Müşrik olan Aziz, ka­rısına dedi ki:) Günahın için istiğfar et (günahın sebebiyle seni cezalandırmaması için eşinden bağışlanma dile); çünkü sen gerçekten hatalılardansın."[302]

 

İstinbat:

 

İstinbat[303], kelimesinin kökü "nebat"tır ve çıkarmak de­mektir. "Nebit" bir kuyu kazılır­ken ilk çıkan su demektir. İşte çö­zümü istenen bir olay, bir konu karşısında elde bulunan prensip­ler ve bilgileri inceleme ve etraflı bilgi edinme, araştırma, düzeltme ve karşılaştırarak yeni bir bilgi or­taya koymaya istinbat ve istihraç denilir. Bu bir meleke ve özel bir kudrettir. Herhangi bir işte liyakat ve yeterlilik sahibi olanlar o işin müctehidi, gerçek sahibi ve Allah katında yetkilileridir. [304]

 

İstitaa- İstitaat:

 

İstitâa[305], itaat etme, meydana gelmesini talep ve irade etme anlamındadır. Bu ise kudre­te, mutlak güce bağlı olduğun­dan, sonradan kudret anlamında meşhur olmuştur. Tam manasıyla fiile yakın olan bizzat kudrettir. Fakat fiilden önce olan aletlerin ve sebeplerin selameti manasına kullanıldığı da çoktur ki, Al-i İmran: 3/97'de bu anlamdadır. [306]

el-İstitaat, iki şekilde açıklanır:

1. el-İstitâ'at, mâlî imkân/mâli açıdan güç yetir­mek manasında kullanılmıştır; şu âyetlerde bu anlam­dadır:

"İstitâ'atımız (mâlî imkânımız) olsaydı, elbette sizinle beraber (Tebuk gazvesine) çıkardık"! diye Allah'a yemin edecekler... Allah onların kesinlikle yalancı (sefere çıkacak mâlî imkâna sahibi olduklarını) biliyor." [307]

"Onun yoluna istitâ'ı olanların (kendisini Ka­be'ye ulaştıracak mâlî imkâna sahib olanların) O Ev'i (Kabe'yi) haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde­ki bir hakkıdır." [308]

"İçinizden hür mü'min kadınları nikâhlamaya istitâ'ı olmayanlar (bunun için gerekli malî imkâna sa­hib olmayanlar)..." [309]

"Ancak istitâ'ı olmayan (Mekke'den çıkıp Medi­ne'ye hicret etmek için gerekli mâli imkâna sahib ol­mayan) ve yol bulamayan..." [310]

2. Takat 

"Kadınlar arasında (sevgide) adaletli olmaya istitâ' edemezsiniz (takat getiremezsiniz)." [311]

"(İmânı) İşitmeye istitâ' edemiyorlar (ta­kat getiremiyorlar, ona kadir olamıyorlardı)." [312]

"Kıyama da istitâ' edemediler (azaba karşı dura­cak takati bulamadılar)." [313]

"O halde istitâ'nızca (takatiniz yettiği kadar) Al­lah'a ittiqa edin." [314]

"İşte söylediklerinizde sizi yalanladılar. Artık ne sav­maya, ne de bir yardıma istitâ'nız vardır (taka­tiniz yoktur ve onun üzerine kadir değilsiniz)." [315]

 

İstiva:

 

İstiva aslında, itidal ve istikamet manasına gelir. Bu kelime doğru ve düzgün ağaç için kullanıldığı gibi, "Ona ok gibi gitti" teşbihinde de bu manada kullanılır. Sa'leb: "İstiva, bir şeye yönelmek manasına gelir" dedi.[316]

İstiva fiilinin Râgıb'a göre iki şekilde kullanımı söz konusudur.

Birisi iki veya daha fazla fiile isnad olunur. Örneğin "istevâ zeydun ve amrun fî keza" (Zeyd ve Amr eşit oldu), denilir ki "tesaviye" eşit oldu demektir. Nitekim Tevbe: 9/19'da "lâ yestevûne inde Al­lah" (Allah'ın yanında eşit olmazlar) ve Zümer: 39/9'da "hel yestevi'llezîne ya'lemûne..." (bilenlerle bilme­yenler hiç eşit olur mu?) buyurulmuştur.

Diğeri de bir şeyin bizatihi itidali (dengesi, uyumu) diye tarif edilir. "Zû mirratin festevâ" (bir kuvvet sahibi, hemen doğruldu) [317] ayeti gibi. Ayrıca "li testevî alâ zuhurini" (onların sırtına kurulmanız için)[318] ve "feizasteeyte ente ve men maake ala'l fulki" (sen ve yanındakiler gemiye kurulduğunuz zaman) ve "festevâ alâ sûkıhi" (gövdesinin üstüne doğruldu) [319] ayetlerinde de benzer anlamlarda kullanılmıştır. Araplar arasında kullanılan, "is­tevâ emrun fulânin" (filanın işi yolunda gitti) ve "istevâ fulâne alâ amalâtihi" (falan amelelerini/işçilerini yönetti" gibi ifadeler hep bu anlamdadır.

İstiva kelimesi "elâ" ile müteaddi/geçişli olduğunda "İstila" manası da vardır. "Alâ" ile müteaddi olmasında da bizzat veya tedbirle son bulma anlamını ge­rektirir.

Bu nedenle istiva kelimesi, aynı şekilde olmak, istikrar etmek, yükselmek, yüksek olmak başka bir deyişle üstün olmak, bir düze kurulmak, eşit, denk veya benzeri olmak, dosdoğru varmak, kastetmek, istiva etmek manalarına gelir. [320]

 

İstiynâs:

 

İstiynâs, alışık olma anlamın­dadır Nur: 24/27 ayetindeki "teste'nisü" ifadesini izin isteme diye tef­sir edenler olduğu gibi, durumu araştırarak bilgi istemek, yani izin istemeden önce durumun uygun olup olmadığını araştırmak, içeri­de insan olup olmadığını öğren­mek istemek anlamlarında da tef­sir etmişlerdir.

Burada kesin olan şeyin, izin istemenin, bir kimsenin namusu­na dokunmama özelliği taşımasıdır. Baskın yapar gibi vahşicesine girivermeyip, insanca ve duruma uygun bir davranış göstermek de­mektir.

Ebû Eyyûb'tan rivayet olu­nan bir hadiste "istiynâs"ın öksürerek, selam ve tesbih ile ev halkı­nı haberdar etmek anlamına gel­diği ifade edilmiştir. İstiynâs, açıktan izin istemekle samimice haber vermeden daha geneldir. [321]

 

İşar:

 

İşar, on aylık gebe deve anlamına gelen "Uşerâu" kelimesinin ço­ğuludur.

 

İ'şâr-u Uttılet:

 

İ'şâru uttılet[322] ifadesi, sürüler başıboş bırakıldığında demektir. Araplar on aylık deveye doğuruncaya kadar "İ'şar"ve "uşara" ismini verirler. Onların yanında en kıymetli malları, do­ğurması beklenen bu develerdir.

Bazısı doğurmuş bazısı do­ğurmak üzere olan bu develerin özel bir bakıma ihtiyacı vardır. Araplar bu durumdaki develer için çok özen gösterirler. Bu ne­denle, "i'şaru uttılet" üzerinde en fazla titizlik ve özenin gösterilme­si gereken mallar demek olur.

"Atela" ise çobansız, başı boş bırakmak demektir. İşte bu kadar kıymetli kabul edilen develerin, bakımsız, çobansız başıboş bıra­kılması Arab için mümkün olma­yan bîr şeydir. Bu nedenle bu de­yim Kur'ân'da kıyamet anının dehşetini anlatmak için kullanıl­mıştır. [323]

 

İştirâ'

 

İştirâ', üç şekilde tefsir edilir:

1. İhtiyar etmek (seçmek/tercih etmek)

"İşte onlar (Yahudilerin ileri gelenleri), hidâyet karşılığında dalâleti iştira' etmişlerdir (kendisi­ne îmân edilmesi için gönderilen Muhammed'i inkâr etmeyi ihtiyar/tercih etmişlerdir)." [324]

"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir pahaya iştira' edenler (basit bir dünyalık karşılığında Muhammed'i inkârı seçenler/ihtiyar edenler) var ya..." [325]

"İnsanlardan kimisi, lehve'l-hadîsi iştira' ederler (bâtıl sözleri Kur'ân'a ihtiyar/tercih ederler: Kur'ân'ı seçecek yerde boş sözleri seçerler)." [326]

2. Satın almak

"Şüphesiz Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet karşılığında iştira' etmiştir (satın almış­tır)." [327]

3. Satmak

"Kendilerini işterâ' ettikleri (sattık­ları) şey ne kötüdür; Allah'ın indirdiklerine küfret­mek karşılığında..." [328]

Bunun benzeri bulunmamaktadır [329] (işterâ' kelimesinin ''satmak/sattı anlamında kullanıldığı başka âyet yoktur). [330]

 

İşrak Vakti:

 

İşrak vakti[331], güneşin doğup doğu ufkunda biraz yük­selerek ışıklarının safiyetle parla­maya başladığı vakite denir. Bu zaman dilimi kuşluk vaktine kar­şılık gelir. Yani bayram namazla­rının kılındığı vakittir. İşrak na­mazı da sünnettir. [332]

 

İşteravu:

 

"Değiştirdiler" İştira’nın asıl manası değiştirmek demektir. Bu da, istenilen şeyi elde etmek için değerini vermektir. Araplar, bir kimse birşeyi başka birşeyle değiştirdiğinde (işterâhu) derler. Şâir şöyle der:

"Sizin aranızda benim halâ cahil olduğumu sanıyorsan, bilesin ki ben senden sonra cehaleti hilimle değiştirdim."

 

İ'tikaf:

 

İ'tikâf[333], bir yerde ken­dini hapsederek beklemektir. Şer'î açıdan ise, bir mescidde i'ti­kâf niyetiyle durmak demektir. Burada zaman sınırı yoktur. Bazı rivayetlerde asıl itikafin oruçlu iken olacağı ifade edilmiştir. [334]

 

İtteqü:

 

İtteqû, beş şekilde tefsir edilir:

1. Huşu duyun

"Ey insanlar! Rabbinize ittiqâ edin (huşu duyun)!" [335]

"Ey insanlar! Rabbinize ittiqâ edin (huşu duyun); doğrusu Saat'in zelzelesi çok dehşetli bir şeydir." [336]

"Hani kardeşleri Hûd onlara, "İttiqâ etmez misiniz" (Allah'a huşu duymaz mısınız)? demişti." [337]

"(Nûh, kavmine şöyle demişti): "İttiqâ etmez misiniz" (Allah'a huşu duymaz mısınız)'?" [338]

"(Salih, kavmine şöyle demişti): "İttiqâ etmez misiniz" (Allah'a huşu duymaz mısınız)?" [339]

"(Lût, kavmine şöyle demişti): "İttiqâ etmez inisiniz" (Allah'a huşu duymaz mısınız)?" [340]

"(Şu'ayb, kavmine şöyle demişti): "İttiqâ etmez misi­niz" (Allah'a huşu duymaz misinizi?" [341]

"İbrahim'i (de rasûl olarak gönderdik). Hani o kavmi­ne şöyle demişti: "Allah'a ibâdet edin ve O'na ittiqâ edin" (yani, O'na huşu duyun!." [342]

2. İbâdet edin

"Uyarın ki: Benden başka ilah yoktur. O halde Bana ittiqâ (ibâdet) edin!" [343]

"Öyle iken Allah'ın gayrısına (başkasına) mı ittiqâ (ibâdet) ediyorsunuz (hâ­lâ Allah'a ibâdet etmeyecek misiniz)"[344]

"Sizin O'ndan gayrı ilahınız yoktur. Öyle iken ittiqâ (ibâdet) etmez misiniz?" [345]

"Ben sizin 'Rabbinizim; öyleyse Bana ittiqâ (yani, ibâ­det) edin!" [346]

"Fir'avn kavmine (git). Hâlâ ittiqâ (ibâdet) etme­yecekler mi?" [347]

3. Allah'a isyan etmeyin

"Evlere kapılarından gelin ve Allah'a ittiqâ edin (size verdiği emirler hususunda O'na isyan etmeyin)!" [348]

4. Tevhîd

"Allah'a ittikâ edin (Allah'ı birleyin) diye tavsiye ettik. Eğer küfrederseniz, şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." [349]

"Allah onların kalblerini taqvâ (tevhîd) için imti­han etmiştir." [350]

5. İhlâs

"Şüphesiz ki o, kalblerin taqvâsmdandır (ihlâsındandır)."[351]

 

İtteseqa:

 

Toplandı ve nuru tamamlandı. 

 

İttibâ:

 

İttibâ, iki şekilde tefsir edilir:

1. Dîni üzere arkadaşına ittiba eden/tâbi olan kimse

"O zaman, (onların dînleri üzere) kendilerine ittiba edilenler, (dînleri üzere kendilerine) ittiba' edenler­den teberri edecekler." [352]

"(Binleri üzere olup da onlara) ittiba' edenler ise, "Bi­zim için bir dönüş olsaydı da onların bizden teberri ettikleri gibi biz de onlardan teberri etseydik" diye­cekler." [353]

"Zayıflar müstekbirlere, "Biz size ittiba' etmiştik" (tebe'an) (sizin dîniniz üzere size tâbi olmuştuk) diyecekler." [354]

"Ateşin içinde tartışacakları vakit (onları bir görsen); zayıf­lar müstekbirlere "Biz size ittiba' etmiştik; şimdi siz bizden bir ateş nöbetini olsun savabilir misiniz?" diyecekler."[355]

"Eğer Şu'ayb'a (dîni üzere) ittiba' ederseniz, o takdir­de muhakkak hüsrana uğrarsınız." [356]

"(Kavmi), "(Ey Nuh!) Sana reziller ittiba' etmişken sa­na îmân mı edelim?" dediler." [357]

2. Arkadaşının arkasına düşüp onun izin­de/arkasında yol alıp gitmek

"(Fir'avn ve onun kavmi), güneş doğarken onlara ittibâ' ettiler (Mûsâ ve o'nun kavminin izleri/arkaları üzere yola koyulup peşlerine düştüler)." [358]

"Fir'avn askerleriyle onlara ittibâ'a etti (Mûsâ ve İsrâîloğulları'nın arkalarında yola koyuldu), ken­dilerini denizden kaplayan kapladı." [359]

 

İttîkâ:

 

İttikâ, "vikâye"yi/korunma­yı kabul etmek, başka bir ifade ile "vikâye"ye girmektir. "Vikaye" ise aşırı korumacılık, yani acı ve zarar verecek şeylerden sakınıp, kendini iyice korumak demektir.

Lügat açısından, ittikâ ve vi­kaye’nin ismi olan takva, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, özetle kendini iyi sakınıp koru­mak demek olur. Bunun gereği olarak korkmak, kaçınmak, sakın­mak ve çekinmek manalarına da kullanılır.

"Tevakki" /çekinme deyimin­de yorgunluğa katlanma, "ittikâ"da ise sadelik vardır. En kap­samlı, en kuvvetli koruma ise Al­lah'ın korumasıdır. Çünkü insa­nın koruması bugüne ve geleceğe tamamen hakim olamadığı gibi şimdiki halde görünen acı ve za­rarları bile engelleyemez. Bu ne­denle gerçek korunma ancak Al­lah'ın korumasına girmekle ger­çekleşebilir.

Gerçi rahmâniyete ve yaradı­lışın aslına göre herkesin Allah'ın korumasından zorunlu ve tabiî olarak ihsan edilmiş bir payı var­dır. O oranda herkes korumasız, zorunlu bîr korunmaya sahip olur. Fakat rahîmiyete ve ihtiyarî fillere göre insanın bu korumaya isteyerek ve idrak ederek girmesi, yani kendisinin de korunması şart olmuştur. Demek ki koruma­nın her yönüyle tecellisi insanın şimdiki zamandan daha çok akı­beti hedef edinen Allah'tan gere­ğince korkma hissine bağlıdır.

İşte bunun için şeriatta mut­lak sakınma veya takva, insanın kendisini Allah'ın koruması altına koyarak, ahirette zarar ve acı ve­recek şeylerden iyice koruması, diğer bir ifade ile günahlardan sa­kınması ve iyiliklere sarılması ile tarif olunur.

Gerçi korku ve sevgi ile ilgili olarak, bir var olana, diğeri olmayana ait iki itibara sahiptir. "Tahli­ye ve süsleme", "Eûzü besmele" ve "tevhîd" kelimesinden itiba­ren bu iki itibarı görürüz. Bundan dolayı şer'î takvanın yalnız olum­suz ve mücerred/soyut perhizkârlıktan ibaret olduğunu zannet­mek yanlıştır.

Bununla beraber "ittikâ"nın, bunların yalnız biri için kullanıl­dığı da söz konusudur. Mesela Kur'ân'da korku, iman, tevbe, ita­at, günah işlemeyi terk etmek, ihlas manalarından her birinde kul­lanıldığı yerler vardır.

Kur'ân'da "ittikâ" ve "takva" üç derece üzerine zikrolunmuştur. Birincisi, ebedî azabtan sakın­mak için Allah'a şirk koşmaktan kaçınmakla iman[360]. İkinci­si, büyük günahları işlemekten ve küçük günahları sakınmak ile farzları eda etmek[361]. Şer'an bilinen takva budur. Üçüncüsü ise, kalbini Allah'tan başka meş­gul edecek her şeyden arındırmak ve bütün varlığı ile Allah'a yönel­mektir.[362] Kısacası takva kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. [363]

 

Îvâ/Eva:

 

İvâ[364], bir şeyi diğerine zammetmek/katmak, geri çevir­mek, döndürmek mânâsından bir yurda, bir mevkiye, bir memleke­te kondurup barındırmak demek­tir.

 

İyâbehum:

 

İyâbehum, "dönüşleri" manasınadır.

 

İz:

 

"İz" kelimesi zaman zarfıdır, metinde bulunmayan bir fiil ile mansubtur. Takdiri “Uzkur hine” veya “Uzkur vakt” şeklindedir. Bazan “Vezkuru iz entum qalil” âyetinde olduğu gibi, mahzuf fiil sarahaten zikredilir. Müberred şöyle der: "İz edatı, geniş zaman fiili ile birlikte kullanıldığında, geniş zamanın ma­nası geçmiş zaman olur. “Ve iz yemkuru bike” Âyetinde böyledir. Bunun manası: "Kâfirlerin sana tuzak kurdukları zamanı hatırla" demektir. İzâ edatı da, mazinin başına geldiğinde onun manasını gelecek zamana çevirir, “İzâ câe nasrullahi” ve “Câet tâammetu” âyetlerindeki “Câe” fiilleri “Yeciu” manasınadır.[365]

 

İza:

 

İzâ, tahakkuk/kesinlik/ger­çekleşme ifade eden bir zaman zarfıdır. Bu nedenle fiil-i mâzîye dahil olur. Şart manasında kulla­nıldığında mazinin manasını ge­leceğe çevirerek, gelecekteki ger­çekleşmesini ifade eder.

Nasr Sûresi'ndeki kullanı­mında, şartı "câe" ile ona matuf olan "raeyte" fiillerini kapsar. Ce­vabı da "fesebbih" ona isnad edi­lenlerdir, "îzâ câe"; olacak, gele­cek, gerçekleşek anlamına gelir.

 

İzhâr:

 

İzhâr, sekiz şekilde tefsir edilir:

1. Bedâ (zuhur etti, ortaya çıktı, gö­ründü)

"Zahir olanı (zahara) (yüz ve eller) müstesna, zînetlerini göstermesinler. " [366]

"Berr'de (karada) ve bıhar'da (denizde) fesad zuhur etti (zahara) (kara ve denizde fesat ortaya çıktı!baş gösterdi)." [367]

"Ben onun dîninizi tebdil etmesinden/değiştirmesin­den veya yeryüzünde fesad izhâr etmesinden (ortaya fesad çıkarmasından) korkuyo­rum." [368]

"Bu hayattan bir zahiri (onların nimetlerinden ve işlerinden,  yapıp ettiklerinden görüneni/ortaya çıkanı) bilirler." [369]

2. Itlâ' (muttali kılmak, ha­berdar etmek)

"Allah da bunu o'na izhâr etti (Allah da Rasûlü'nü, o sırra muttali kıldı/haberdar etti)..." [370]

Ayette sözkonusu edilen kimse, Nebi'nin eşi Hafsa'dır; o, Nebi'nin (s.a) cariyesi Mariye ile halvet sırrını ifşa etmiş: Âişe'ye haber vermiş; Allah da Rasûlü'nü bu duruma muttali kılmıştır. [371]

"O gayba âlimdir. Gaybını hiçbir kimseye izhâr etmez (muttali kılmaz)" [372]

"Doğrusu onlar size zahir olurlar (muttali olurlar/sizden haberdar olurlar) ise..." [373]

3. Bir şeyin üstüne çıkmak, yükselmek

"...onun üzerine çıkacakları (yazharûn) (evleri­nin üstüne çıkmalarını sağlayacak) merdivenler..." [374]

"Artık onu aşmaya (yazharuhu) (onun üstüne çıkmaya, ona yükselmeye) güçleri yetmedi." [375]

4. Te'âvun (yardımlaşma/yardım et­me/destek olma)

"Şayet o'na karşı tezahür ederseniz (bir birinizle yardımlaşırsanız)..." [376]

Benzeri bir ifade de Kasas sûresinde yer almakta­dır.[377]

"Bunun ardından melekler de (o'na) zahirdir (Nebi'ye yardımcıdır/destekçidir)." [378]

"Birbirlerine zahîr (yardımcı/destekçi) olsalar dahi... " [379]

"Kâfir, Rabbine karşı (şeytana) zahîr (yardımcı/destekçi) oluyor." [380]

"O'nun onlardan bir zahîri (yardımcısı/destekçi­si) de yoktur." [381]

"...İndirdi, onlara muzâharet (yardım) edenleri." [382]

5. Kahrda yücelik, yenik düşürmek/kahret­mek ile birlikte üstünlük sağlamak

"O ki, Rasûlü'nü hidâyet ve hak dîn ile gönderdi; onu her dîne izhâr etmek (bütün dinleri yenik düşürüp/kahredip İslâm'ı üstün kılmak) için." [383]

"Ey kavmim! Arzda (bu yerde) zahirler (üstünlük sağ­layanlar) olarak bugün mülk sizindir (onları kahretmek suretiyle ehl-i Mısr üzerine üstün olanlar sizsiniz)".[384]

"Biz de o îmân edenleri düşmanlarına karşı destekle­dik de böylece zahirler oldular (yenik düşürmek suretiyle onlara karşı üstünlük sağladılar)." [385]

6. Bâtıl

"Yoksa siz zahir (bâtıl, Allah'a şirk) bir söz mü söylüyorsunuz?" [386]

"Kadınlarına zıhâr yapıp [387] (bâtıl bir söz söyle­yip)..." [388]

7. Allah'ın mesel darbetmesi

"O'nu, sırtınızın ardına (verâkum zıhrıyyâ) atılmış/atılacak bir şey edindiniz (O'na tazim etmeye­rek, O'ndan başkasına tazim ederek Allah'ı adeta sır­tınızın ardına atılacak önemsiz bir şey gibi gördü­nüz)." [389]

"Allah'ın kitabını sırtlarının arkasına (verâe zuhûrihim) attılar (onlar Allah'ın kitabını, adeta sırt­larının arkasına atılmış gibi yaptılar: onunla amel etmeyip sihirle amel ettiler). " [390]

8. Gündüzün ortası/öğle vakti

"İkindide ve öğle vaktinde (hîne tuzhirûn) (gün­düzün yarılanmasının akabindeki ilk namazda)." [391]

"... ve öğle vaktinde (ve hîne zahîra) (gündüzün ortasında) elbisesiz/elbisenizi çıkarmış olabileceğiniz esnada..."[392]

 

İzzet:

 

İzzet, zilletin tamı tamı­na zıddıdır. İzzet, kibirlenmek ve hakkı kabul etmekten kaçınmak demek­tir. Bu kelimenin asıl mânâsı galip gelmek ve üstünlük sağlamaktır. Arapların "Men ‘azze bezze: galip gelen soyup yağmalar" sözü, bu mânâdan alınmıştır.

 

 



[1] İbn Dureyd, Muhammed b. Hasan el-Ezdi, Cemheretu'l-Luğa, Beyrut, 1345,1, 245. Jeffery, a.g.e., 209, 210.

[2] İbn Fâris, Ebu’l-Hasan Ahmed b. Zekeriyyâ, Mu'cemu Mekâyîsi'l-Luğa (nşr. Zuheyr Abdu'l-Muhsin), Mısr,  1969, IV, 205.

[3] Tarafa b. el-Abd el-Bekrî, Dîvânu Tarafa, Beyrut, 1969, s. 45.

[4] Antara, a.g.e., s. 21.

[5] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 27-30.

[6] Saffat: 37/140.

[7] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 159. (4072)

[8] En’am: 6/101.

[9] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 159-160. (2006)

[10] Bakara: 2/177-215, Nisa: 4/36, Enfal: 8/41, Tevbe: 9/60, İsra: 17/26, Rum: 30/38, Haşr: 59/7.

[11] Zemahşe­ri, Keşşaf, 1997, c. l,s. 244.

[12] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 1.s. 117.

[13] İsfahani, Müfredat, tsz., s. 223.

[14] Karş.: Lane IV, 1302.

[15] Esed, Mesaj, 1996, c. 1, s. 48-49.

[16] Sabuni, Safvet, 1995 c.l, s. 521

[17] Haşr: 59/7.

[18] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 160. (4834)

[19] Yukarıdaki ifadenin benzer bir kullanımı şu şekildedir. “Mate anhu ve huve ibnu senetin.” “Henüz bir yaşındayken onu kaybetti.” (Mülekkin Garib. 1987. s. 28, 1. Paragraf 9. Satır.)

[20] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 19-22.

[21] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 160. (491)

[22] Zuhruf: 43/79.

[23] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 160-161. (4288)

[24] Haşr: 59/2.

[25] Al-i İmran: 3/186.

[26] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 161-162. (1251)

[27] Necm: 53/8.

[28] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 162. . (3928)

[29] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 162. (3574-3575)

[30] Haşr: 59/6.

[31] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 162-163. (4820,4824)

[32] Neml: 27/39.

[33] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 163. (3678-3679)

[34] Neml: 27/32.

[35] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 163. (3675)

[36] Ahzab: 33/19.

[37] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 163-164. (4394)

[38] Ahkaf: 46/29.

[39] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 164. (4021, 3807)

[40] Haşr: 59/2.

[41] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 164. (4815)

[42] Bakara: 2/83.

[43] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 164. (1326, 468, 3117)

[44] İsfahani, a.g.e., s. 170.

[45] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 115.

[46] Mâide: 5/93.

[47] Elmalılı, a.g.e., III, 1807.

[48] a.g.e., III, 1807.

[49] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 76-78.

[50] Bakara: 2/3.

[51] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 164-165. (186-187)

[52] Tevbe: 9/5

[53] Tevbe: 9/10-11

[54] Enbiyâ: 21/73

[55] Müzzemmil: 73/20

[56] Bakara: 2/3. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 174-175.

[57] Maide: 5/66.

[58] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 165. (1736)

[59] Bakara: 2/226

[60] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 165. (780, 5100)

[61] Nisâ: 4/2

[62] Şu'arâ: 26/13

[63] Âl-i İmrân: 3/52

[64] Saf: 61/14

[65] En'âm: 6/12

[66] Nisâ: 4/87

[67] Câsiye: 45/26

[68] Mü'minûn: 23/23

[69] Hûd: 11/50

[70] Hûd: 11/61. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 328-329.

[71] Kureyş: 106/1, Al-i İmran: 3/103.

[72] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 165-166. (6150, 6157)

[73] İsfahanı, er-Râğıb Huseyn b. Ahmed, el-Müfredat fî Garibi'l-Kur'ân, İst. 1986, s. 21, krş. Jeffery, Arthur, Foreign Vocabulary of the Qur'ân, b.y.y. tsz., s. 66.

[74] Yıldırım, Suat, Kur'ân'da Uluhiyet, 1987, b.y.y. s. 108.

[75] İbn Kesir, Ebu'1-Fidâ İsmail, Tefsiru'l-Kur'ân'il-Azim, Beyrut, 1981, 1, 20, 21.

[76] Topaloglu Bekir, "Allah" mad, D.İ.A. İst. 1989, 11, 471.

[77] İsfâhânî, a.g.e., s. 25; Elmalılı, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İst., 1971, 1, 28; el-Mevdûdî, Kur'an'a Göre Dört Terim. (terc. Osman Cilacı, İsmail Kaya), İst., 1989, s. 108.

[78] Araştırmamıza konu olan tüm kavramlar için müracaat kaynağı olarak, Muhammed Fuâd Abdulbâki'nin, el-Mu'cemu'l-Mufehres li Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerim (İst., 1982) adlı eseri kullanılmıştır.

[79] en-Nâbiğatu’z-Zubyânî, Dîvânu'n-Nâbiğâti'z-Zubyânî (şerh: İbnu’s-Sikkît), Beyrut. tsz., s. 13.

[80] İbnu'l-Kelbî, Kitâbu'l-Esnâm (terc. Beyza Düşüngen), Ankara, 1969, s. 27.

[81] Yildırım, a.g.e., s. 109.

[82] el-Beydavî, Abdullah b. Ömer, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, İst, 1314, 1, 5. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 13-16.

[83] Hacc: 22/25.

[84] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 166. (4209)

[85] bkz. Şevkânî, Muhammed b. Ali, et-Tuhef fi Mezâhibi's-Selef, Arabistan, 1988, s. 39, 40.

[86] Asım Efendi, Yeni Kamus, İst., 1304, II, 14.

[87] bkz. A'raf: 7/180; Nahl: 16/103; Hac: 22/25..

[88] el-Hâzin, a.g.e., II, 154, 155.

[89] bkz. A'râf: 7/80.

[90] İbn Manzur, a.g.e., 3, 388.

[91] a.g.e., a.y.; Jeffery, a.g.e., s. 272.

[92] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 84-86.

[93] Şems: 91/8.

[94] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 166. (5857)

[95] Tevbe: 9/8.

[96] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 166. (2464)

[97] Zuhruf: 43/67

[98] Zuhruf: 43/67

[99] Furkân: 25/68

[100] Furkân: 25/70

[101] A'râf: 7/l88

[102] A'râf: 7/188

[103] Yûnus: 10/49

[104] Yûnus: 10/49

[105] En'âm: 6/80

[106] En'âm: 6/80

[107] A'râf: 7/89

[108] A'râf: 7/89

[109] Duhân: 44/56

[110] Duhân: 44/56

[111] Bu âyetin, Hz. Ebû Bekr'in Hz. Bilal'i azad etmesiyle ilgili olduğu iddiasının, herhangi bir dayanağının bulunmadığı­nı ifade etmiştik. Zira âyet, arınmak ve Allah'ın rızasını kazanmak için malını başkalarına sarfeden herkesin rıza­ya ereceğini bildirmektedir. Elbette ki, arınmak ve Allah'ın rızasını kazanmak için malını başkalarına sarfetmesi sebe­biyle Hz. Ebû Bekr de âyetin kapsamındadır. Ancak âye­tin, sadece ve özellikle Hz. Ebû Bekr'den bahsettiğini, onu övmek üzere inzal edildiğini söylemek doğru olmaz. (Re­daktör) Leyl: 92/19

[112] Leyl: 92/20

[113] Gâşiye: 88/21-22

[114] Ğâşiye: 88/23-24

[115] Tîn: 95/4-5

[116] Tîn: 95/6

[117] Cinn: 72/26

[118] Cinn: 72/27

[119] Sebe': 34/37

[120] Sebe': 34/37

[121] Hicr: 15/21

[122] Hicr: 15/21

[123] Hicr: 15/21

[124] İbrâhîm: 14/10

[125] İbrâhîm: 14/10

[126] İbrâhîm: 14/11

[127] İbrâhîm: 14/11

[128] Yâsîn: 36/47

[129] Yâsîn: 36/47

[130] Enbiyâ: 21/22

[131] Mü'minûn: 23/71. Bu âyet, anlam itibariyle bir önceki âyete benzemektedir; fakat âyetin konu ile ilgili şâhid gösterilecek bir ifadesi yoktur.

[132] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 370-375.

[133] Mutaffifin: 83/18.

[134] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 166. (5660)

[135] Muhammed: 47/31

[136] Âl-i İmrân: 3/142

[137] Tevbe: 9/16

[138] Bakara: 2/77

[139] Enbiyâ: 21/110

[140] Hûd: 11/14. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 301-302.

[141] Kıyame: 75/29.

[142] Ferra, Meani, 1955, c. 3 s. 212.

[143] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 4, s. 664.

[144] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 3 s. 523.

[145] Firuzabadi, Kamus, 1995,5.806.

[146] Lane IV, 1471, hem Kamus'dan hem de Tacu'l-Arus'dan naklen

[147] Tacu'l-Arus. Esed, Mesaj, 1996, c. 3 s. 1213.

[148] Mevdudi, Tejhim, 1986, c. 6 s. 497.

[149] Beyzavi, Celaleyn, Medarik.

[150] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 166-167. (491)

[151] Bakara: 2/285.

[152] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 167-168. (177-185)

[153] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 21; krş. Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 1518; Jeffery, a.g.e., s. 70; Aydın, a.g.e., s. 23.

[154] ef-Bâkillânî, el-Kâdi Ebû Bekr, et-Temhid, Beyrut, 1957, s. 346, 347.

[155] bkz., İsfahanı, a.g.e., 31, 32.

[156] el-Curcânî, a.g.e., s. 40.

[157] D.B. Macdonald, "İman" mad., İ.A. V, 984.

[158] el-Bâkillânî, a.g.e., 346, 347.

[159] el-A'şâ, a.g.e., s. 25.

[160] Izutsu, İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, s. 90.

[161] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 80-82.

[162].Münâfîkûn: 63/3

[163] Münâfikûn: 63/9

[164] Hadîd: 57/16

[165] Mümtehine: 60/13

[166] Beyine: 98/7

[167] Feth: 48/5

[168] Mâide: 5/5

[169] Mü'min: 40/10

[170] Nahl: 16/106

[171] Yûsuf: 12/106

[172] Zuhruf: 43/87

[173] Lokmân: 31/25 ve Zümer, 39/38

[174] Nisa: 4/151

[175] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 172-174.

[176] Bakara: 2/282.

[177] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 168. (980)

[178] Fatiha: 1/7.

[179] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 169. (127-130)

[180] Ra’d: 13/27.

[181] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 170. (2982)

[182] Ahzab: 33/53.

[183] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 170. (3920)

[184] İnfitar: 82/195.

[185] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 170-171. (192, 5013-5015)

[186] Al-i İmran: 3/144

[187] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 171. (1193)

[188] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 171. (5596)

[189] Şuara: 26/225.

[190] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 3, s. 348.

[191] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2, s. 596.

[192] İsfahani, Müfredat, tsz., s.518.

[193] Esed, Mesaj, 1996, c. 2 s. 760.

[194] Mevdudi, Tefhim, 1986, c.2, s. 68.

[195] Sabuni, Safvet, 1995, c. 4, 5.354.

[196] Hazin.

[197] Medarik.

[198] Beyzavi

[199] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 187-191.

[200] En’am: 6/112.

[201] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 171-173. (6426-6429)

[202] Al-i İmran: 3/4.

[203] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 173. (1022)

[204] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 173. (209, 3565, 5520)

[205] Yûnus: 10/2

[206] Bakara: 2/6

[207] Yahut, Ataları inzar edilmemiş bir kavmi... Ayrıca krş. "Mâ" maddesi, 7. mana, not: 43 ve "el-Lâmu'1-Meksûre" [kesreli lâm: li] maddesi, 1. mana, not: 90. (Redaktör)

[208] Yâsîn: 36/6

[209] Yâsîn: 36/10

[210] Tevbe: 9/122

[211] Kamer: 54/23

[212] Ka­mer: 54/33

[213] Kamer: 54/41

[214] Mülk: 67/8-9

[215] Hûd: 11/12. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 278-279.

[216] Tevbe: 9/106.

[217] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 173. (2615)

[218] Ahzab: 33/60.

[219] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 173-174. (3929)

[220] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 174. (405, 1536)

[221] Enfal: 8/67.

[222] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 174. (2432)

[223] Bakara: 2/31.

[224] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 174-175. (18)

[225] Hakka: 69/24.

[226] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 175. (5331)

[227] Maide: 5/3.

[228] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 175-176. (468,1062)

[229] el-İsfehânî, a.g.e., s. 350; Jeffery, a.g.e., s. 62.

[230] İbn Manzûr, a.g.e., XII, 293, 294.

[231] bkz., İbn Fâris, es-Sâhibî, s. 84.

[232] Halil b. Ahmed, el-Ferâhîdî, Kitâbu'l-'Ayn (nşr. Mehdi el-Mahzûmî, İbrâhim es-Sâmerrâî), Beyrut, 1988, II, 266.

[233] İbn Manzûr, a.g.e., XII, 295.

[234] Ahmed Emin, a.g.e., 69, 70.

[235] Furkân: 25/63.

[236] Âl-i İmrân: 3/83.

[237] Ahmed Emin, a.g.e., s. 69, 70.

[238] Izutsu, İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, s. 90. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 78-80.

[239] Bakara: 2/131

[240] Ali İmrân: 3/20

[241] Al-i İmrân: 3/20

[242] Lokmân: 31/22

[243] Âl-i İmrân: 3/83

[244] Hucurât: 49/14

[245] Tevbe: 9/74. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 170-171.

[246] el-İsfehânî, a.g.e., s. 9.

[247] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetu'l-Lehfan fi Mesâidi'ş-Şeytan, Mısır, 1961,1, 392; ez-Zencânî, Mahmûd İbn Ahmed, Tehzibu's-Sihâh, (tah. Hayet), Mısır, 1372,"esm" mad.

[248] İmruu'l-Kays, a.g.e., s. 173.

[249] el-Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu'I-Hafâ ve Muzîlu'l-İlbas, Beyrut, 1985, I, 336.

[250] bkz. En'am: 120.

[251] bkz. Mâide: 5/2.

[252] bkz. Nur: 24/11; Şuara: 26/224.

[253] bkz. Bakara: 2/218.

[254] bkz. Bakara: 2/276.

[255] Mücadele: 58/8, 9.

[256] bkz. Maide: 5/29.

[257] el-Âlusî, a.g.e., V, 142.

[258] Geniş bilgi için bkz. Kılıç, a.g.e., s. 123, 124.

[259] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 116-118.

[260] Mâide: 5/63

[261] Mâide: 5/3

[262] A'râf: 7/33

[263] Mâide: 5/2

[264] Bakara: 2/85

[265] Mücâdele: 58/9

[266] Bakara: 2/203

[267] Nisâ: 4/20

[268] En'âm: 6/120

[269] Bakara: 2/182.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 416-417.

[270] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 176. (4914)

[271] Meryem: 19/24.

[272] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 176. (3140)

[273] Al-i İmrân: 3/93

[274] Bakara: 2/34

[275] Sâd: 38/75

[276] Fussilet: 41/38

[277] Secde: 32/15

[278] İbrâhîm: 14/21

[279] Mü'min: 40/47

[280] Sebe': 34/31-33.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 433-435.

[281] el-Bahru'1-muhit. 1/226

[282] Fatiha: 1/4.

[283] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 176-177. (104)

[284] Hicr: 15/18.

[285] Stmerkandi, B. Ulum, 1996, c.2, s.264.

[286] Isfahani, Müfredat, tsz-, s. 231.

[287] Manzur, L.Arap, 1994, c. 10 s. 155-156.

[288] Mülekkin, Garib, 1987, s. 199.

[289] Esed, Mesaj, 1996, c. 2, s.517.

[290] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 264.

[291] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 87-89.

[292] A’raf: 7/142.

[293] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 177. (2342)

[294] Nisa: 4/127.

[295] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 177. (1483-1484)

[296] Mümtehine: 60/12.

[297] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları:  178. (6246)

[298] Hûd: 11/90

[299] Nûh: 71/10

[300] Âl-i Îmrân: 3/17

[301] Zârîyât: 51/18

[302] Yûsuf: 12/29Bu âyet, bu madde için uygun bir şâhid değildir. (Çeviren) Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 165-166.

[303] Nisa: 4/83.

[304] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 178. (1403-1404)

[305] Al-i İmran: 3/97.

[306] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 178. (1149)

[307] Tevbe: 9/42

[308] Âl-i Îmrân: 3/97

[309] Nisâ: 4/25

[310] Nisâ: 4/98

[311] Nisâ: 4/129

[312] Hûd: 11/20

[313] Zâriyât: 51/45

[314] Teğâbün: 64/16

[315] Furkân: 25/19.  

[316] Sâvi Haşiyesi, 1/19, Keşşaf, 1/92

[317] Necm: 53/6

[318] Zuhruf: 43/13.

[319] Feth: 48/29

[320] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 178-179. (2176)

[321] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 179. (3497-3498)

[322] Tekvir: 81/4.

[323] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 179-180. (5597)

[324] Bakara: 2/16, 175

[325] Bakara: 2/174

[326] Lokmân: 31/6

[327] Tevbe: 9/111

[328] Bakara: 2/90

[329] Mukâtil, Tefsiri'nde bu âyetle ilgili şunları söylemektedir: "Kendilerini sattıkları şey ne kötüdür sözü şu demektir: Onların kendilerini satarken aldıkları basit dünyalık ne kötüdür. Aldıkları basit dünyalık ise her yıl Yahudilerin ayak takımından ellerine geçen yiyeceklerdir. Daha sonra Allah şöyle buyurmaktadır: Allah'ın kullarından dilediği kimseye (Muhammed'e} lütfundan indirmesine (nübüvvet ve kitap ihsan etmesine} bağyederek (Arablardan olduğu için Muhammed'e hased ederek} Allah'ın in­dirdiklerini (Muhammed'e indirdiği Kur'ân'ı) inkâr etmek karşılığında kendilerini sattıkları şey, (aldıkları basit dünyalık} ne kötüdür. Çünkü onlar Yahudilerin ayak takımından her yıl yedikleri birtakım şeyleri alıyorlardı."

[330] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 283-284.

[331] Sad: 38/18.

[332] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 180. (4089)

[333] Bakara: 2/187.

[334] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 180. (675)

[335] Nisâ: 4/1

[336] Hacc: 22/1

[337] Şu'arâ: 26/124

[338] Şu'arâ: 26/106

[339] Şu'arâ: 26/142

[340] Şu'arâ: 26/161

[341] Şu'arâ: 26/177

[342] Ankebût: 29/16

[343] Nahl: 16/2

[344] Nahl: 16/52

[345] Mü'minûn: 23/23

[346] Mü'minûn: 23/52

[347] Şu'arâ: 26/11

[348] Bakara: 2/189

[349] Nisâ:4/131

[350] Hucurât: 49/3

[351] Hacc: 22/32.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 211-213.

[352] Bakara: 2/166

[353] Bakara: 2/167

[354] İbrâhîm: 14/21

[355] Mü'min: 40/47

[356] A'râf: 7/90

[357] Şu'arâ: 26/111

[358] Şu'arâ: 26/60

[359] Tâ-Hâ: 20/78.

[360] Fetih: 48/26.

[361] A’raf: 7/69.

[362] Al-i İmran: 3/102.

[363] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 180-181. (168-169)

[364] Duha: 93/6.

[365] Kurtubî 1/262

[366] Nûr: 24/31

[367] Rûm: 30/41

[368] Mü'min: 40/26

[369] Rûm: 30/7

[370] Tahrîm: 66/3

[371] Rasûlullah'ın, cariyesi Mariye ile halvet olduğu, Hafsa'nın da bunu gördüğü ve -Rasûlullah'ın tenbihine rağmen- bu durumu Âişe'ye haber verdiği yolundaki rivayet, güvenil­mez bir rivayettir. Bu âyetin, bu hâdiseyle ilgili olduğu id­diası ise, daha da güvenilmezdir.

[372] Cin: 72/26

[373] Kehf: 18/20

[374] Zuhruf: 43/33

[375] Kehf: 18/97

[376] Tahrîm: 66/4

[377] Bkz. Kasas, 28/48. (Çeviren)

[378] Tahrîm: 66/4

[379] İsrâ: 17/88

[380] Furkân: 25/55

[381] Sebe': 34/22

[382] Ahzâb: 33/26

[383] Tevbe: 9/33

[384] Mü'min: 40/29

[385] Saff: 61/14

[386] Ra'd: 13/33

[387] Buradaki zıharın, doğrudan bâtıl anlamında olması sözkonusu değildir. Ancak, böyle bir uygulamanın bâtıl olduğu söylenebilir. (Çeviren)

[388] Mücâdele: 58/3

[389] Hûd: 11/92

[390] Bakara: 2/101

[391] Rûm: 30/18

[392] Nûr: 24/58.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 347-350.