Mâ':4

Mâ:4

Mâ-Beyne Eydîhim Ve Mâ-Halfehum.. 5

Mağfire:6

Mağrem:6

Mahdud:7

Mahîz/Hayız:7

Mahrum:7

Mâide:7

Ma'în:7

Maqâm:7

Makâm-ı İbrâhîm:8

Makîl:8

Mâlik:8

Maraz. 12

Ma'rûf:12

Masir13

Mâ'ûn:13

Meal:13

Me'âric:13

Me'arre:14

Me'âş:14

Mecîd:14

Medd:14

Medâin-Medîne:15

Mefaz:15

Meftah:15

Meftun:15

Mekân-ı Baîd:15

Mekâlid:15

Mekr:16

Mele':16

Melek:16

Melekut:17

Melkit Mezhebi:17

Menâsik:18

Menat:18

Menfûş:18

Menn/Minnet:18

Mennain li’l-hayr:18

Menşur:19

Menûn:20

Merîd-Marîd:20

Merkum:20

Meryem:20

Mesacid:20

Mesânî:20

Mescûr:21

Mescidu'l-Aksâ:21

Mesed:21

Mesel:21

Mesgabe:22

Mesîh:22

Mesnûn:22

Mess:23

Mestur:23

Mesvâ:23

Meş'ari'l-Harâm:24

Meş'eme:24

Meşy. 24

Meta':25

Metrabe:25

Mev'ûde:25

Mevâzîn:26

Mevdûne:26

Meveddet:26

Mev'iza:26

Mevt:27

Meysir:27

Meyt/Meyte:28

Mısr:28

Midad:28

Mihad:28

Mihrab:28

Mîkât:28

Millet:29

Mimmâ:29

Min. 29

Minhac:30

Mirra:30

Mirsad:30

Misbah:30

Miskîn:31

Mizâc:31

Mizan:31

Mubîn:31

Mu'cizîn:31

Mudtar:31

Muflih:32

Mûğırât:32

Muharrer:32

Muheymin:32

Muhkem:32

Muhsanât:33

Muhtal:33

Mukatebe:33

Mukellibîn:33

Munîb:34

Murâ'ât/Râinâ:34

Mu'sade:34

Mushaf:34

Mu'sırât:35

Musibet:35

Mustaz'afûn:35

Mustevda':35

Mutaffifîn:36

Mübaşeret:36

Mücrim:36

Müddekkîr:36

Müddessir:36

Müdhâmmetân:36

Müka':37

Mümâselet:37

Münâfese:37

Münafık:37

Münfekkîn:37

Münker:37

Münşeat:38

Müntehâ:38

Mürsâ:38

Müsareat:38

Müslim-Mü'min:38

Müstatîr:39

Müstekarr:39

Müşavere:40

Müşrik:40

Müteşâbih:40

Müzn:41

Müzzemmil:41


Mâ':

 

Ma’, üç şekilde tefsir edilir:

1. Yağmur

"Biz rüzgârları aşılayıcılar olarak gönderdik. Sema­dan da bir mâ' (yağmur) indirdik."[1]

"Ve semadan (yukarıdan/bulutlardan) tertemiz bir mâ' (yağmur) indirdik."[2]

"Sizi onunla tertemiz yapmak için de üstünüze sema­dan (yukarıdan/bulutlardan) bir mâ' (yağmur) indiriyordu."[3]

"Semadan bir mâ' (yağmur) indirir..."[4]

2. Nutfe

"Ve o mâ"dan (nutfeden) beşer halkeden."[5]

"Bir sülaleden, bir hakir mâ"dan (nutfeden)..."[6]

3. Kur'ân

"Allah semadan (yukarıdan/bulutlardan) bir mâ' (Kur'ân) indirir."[7]

Bu, Allah'ın verdiği bir misaldir. Su, nasıl insanlar için hayatın esası ise, Kur'ân da ona îmân edenler için bir hayattır.

"Allah'ın yukardan bir su indirip onunla ölümünün ardın­dan yeryüzünü diriltmesinde, orada her çeşit canlıyı üretip yaymasında, rüzgârları değiştirmesinde ve gökle yer ara­sında musahhar bulutta aklını kullanan bir topluluk için işaretler vardır."[8]        

 

:

 

Mâ, yedi şekilde tefsir edilir:

1. Lâ (olumsuzluk edatı)

"De ki: "Sizden istemiyorum (mâ (lâ) es'elukum) ona karşılık ücretten (min-ecrin) ve ben tekellüfçülerden değilim" (mâ (lâ) ene mine'l-mütekellifin) (ben size ücret (ecren) vermenizi teklif edenler­den değilim)."[9]

"Sana söylenmiyor (mâ (lâ) yuqâlu leke)." [10]

"Onlar karınlarında ateş dışında birşey yemezler (mâ (lâ) ye'kulûne)."[11]

"Hiçbir beşer için olamaz/olacak şey değildir (mâ kâne-olamaz/olacak şey değildir, (lâ yenbağî=yakışmaz/ uygun düşmez) Allah kendisine kitap, hükm ve nübüvvet versin de sonra o, insanlara, "Al­lah'ı bırakın bana kul olun!" desin. "[12]

"Hiçbir beşer için olamaz/olacak şey değildir (mâ kâne=olamaz/olacak şey değildir (lâ yenbağî=yakışmaz/ uygun düşmez)…"[13]

2. Leyse/yoktur

"Semûd'a da kardeşleri Salih'i (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim! İbâdet edin Allah'a; sizin için olamaz O'nun gayrından ilah (yani, sizin için yoktur (leyse lekum) O'nun gayrı Rabb). [14]

"Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim! İbâdet edin Allah'a; sizin için olamaz (mâ lekum) O'nun gayrından ilah (sizin için yoktur (leyse lekum) O'nun gayrı Rabb)."[15]

3. Ellezî /o ki /o şeyler ki

"Halkedene (mâ halaqa) erkeği ve dişiyi (O ki halketti (ellezî halaqa) erkeği ve dişiyi)."[16]

"Onlara geldi o şey ki, verilmedi mi (mâ lem ye'ti (ellezî lem ye'ti), yoksa, onların evvelki atalarına."[17]

"Doğrusu, onlar ki ketmediyorlar, o şey ki indirdik (mâ enzelnâ (ellezî enzelâ) beyyinâttan..."[18]

"De ki: "O şey ki sizden istiyorum (mâ se'eltukum (ellezî se'eltukum) ücretten; o sizin içindir." [19]

"Yaptı sizin için gemilerden ve en'âmdan, o şeyler ki biniyorsunuz (mâ terkebûn (ellezî terkebûn)."[20]

4. Eyyü /hangi şey /ne?

"(Oğullarına dedi ki Ya'kûb): "Neye/hangi şeye (eyyü şey') ibâdet edeceksiniz, benim ardım­dan?" [21]

"Onları (Yahudileri) ateşe sabrettiren nedir/hangi şeydir (mâ eyyü şey') (ateşe sokan bir amele karşılık onların cezaları nedir/hangi şey­dir)?!"[22]

"Kahrolası o insanı küfrettiren nedir/hangi şeydir (mâ eyyü şey')?!"[23]

5. Lem (muzârî fiilin başına gelen olumsuzluk bildiren edat)

"Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz müşrikler olmadık (mâ kunnâ müşrikin) (lem nekun müşrikin: müşrik olanlar değildik)."[24]

"Olmadık Biz (mâ kunnâ) (lem nekun: değildik Biz) gâibler."[25]

"Biz olmadık o memleketleri helak eden (lem ne­kun mühliki'l-qurâ: Biz o kuraları helak etmedik); müstesna onların ehlinin zâlimler olması."[26]

6. Kelâmda (ayrıca anlamı olmayan) bir sıla (ulama edatı) -ki bunun Kur'ân tefsirinde belli bir esa­sı yoktur-

"Bilmeli ki Allah çekinmez, mesel darbetmekten, bir sivrisineği (mâ baûdaten)."[27]

İbaredeki mâ edatı, ifade arasında (fazladan gel­miş, ayrıca anlamı olmayan) bir sıladır.

"Allah'tan bir rahmet sebebiyle/sayesinde sen onlara yumuşak davrandın."[28]

Âyetteki mâ edatı, ifade arasında bir sıladır; dola­yısıyla, fe-bi-mâ rahmeten min-allâhi ifadesi, fe-bi rahmeten min-allâhi demektir.

"Fakat mîsâklarını nakzetmeleri sebebiyle..."[29]        

Âyetteki mâ edatı, ifade arasında bir sıladır; dola­yısıyla fe-bi-mâ nakzıhim mîsâqahum ifadesi, fe-bi-nakzıhim mîsâgâhum demektir.

"Az bir zaman/çok geçmeden..."[30]

Âyetteki mâ edatı, ifade arasında bir sıladır; dola­yısıyla, 'amma qalîlin ifadesi, 'an qâlîlin demektir.

7. (benzetme edatı olan) kemâ (gibi)

"Atalarının inzâr edildiği gibi, bir kavmi inzâr etmen için."[31]

Buradaki mâ unzire âbâuhum (ataları inzâr edil­memiş) ifadesi, kemâ unzire âbâuhum (atalarının inzâr edildiği gibi) demektir.

"Bedbaht olanlar ateştedir. Orada onlara öyle bir so­luyuş ve inleme vardır ki... Gökler ve yer durdukça (gökler ve yerin, ehl-i dünya için devamlı olması ve oradakilerin ondan çıkamaması gibi) ondadırlar..."[32]

Yani, ehl-i ateş onda/ateşte hep diri olarak kala­caklar; ebediyyen/asla ölmeyeceklerdir. Ateş onlar­dan ebediyyen kesilmeyecektir. Âyetteki, Rabbinin dilemeni müstesna ifadesindeki istisna, ateşe gir­miş bulunan ehl-i tevhîd içindir. Onlar, ebediyyen kalacaklarla birlikte ateşte kalmayacak; cennete gönderilmek üzere ateşten/cehennemden çıkarıla­caklardır.

"Bahtiyarlar ise cennettedirler. Gökler ve yer durduk­ça ondadırlar; Rabbinin dilemesi müstesna."[33]

Yani, gökler ve yerin ehl-i dünya için devamlı ol­ması, oradakilerin ondan çıkamaması gibi,[34] cen­net de ehl-i cennet için devamlı olacaktır. Ehl-i cennet ebediyyen ölmeyecek; cennet de asla son bulmayacaktır. Rabbinin dilemesi müstesna ifade­sindeki istisna, cehennemden çıkartılıp cennete sonradan sokulan ve dolayısıyla baştan eksik ka­lan ehl-i tevhîd içindir.[35]

 

Mâ-Beyne Eydîhim Ve Mâ-Halfehum

 

Mâ-beyne eydîhim ve mâ-halfehum ibaresi, dört şe­kilde tefsir edilir:

1. Mâ-beyne eydîhim ifadesi, halkedilişleri öncesi olanlar; ve mâ-halfehum ifadesi ise halkedilişleri sonrası olanlar manasında kullanılmıştır; şu âyetlerde ol­duğu gibi:

"O, mâ-beyne eydîhim (onların /meleklerin /halkedilişleri öncesi olanları) ve mâ-halfehum (yani, on­ların/ meleklerin halkedilişleri sonrası olanları) bilir." [36]

"Mâ-beyne eydînâ (halkedilişimiz öncesi olanlar) ve mâ-halfenâ (halkedilişimiz sonrası olan­lar)..."[37]

"O, mâ-beyne eydîhim (onlardan/meleklerden önce olanları) ve mâ-halfehum (onlardan/me­leklerden sonra olanları) bilir."[38]

2. Beyne eydîhim, âhiret; ve halfehum dünya

"Mâ-beyne eydînâ (âhiretteki her şey) ve mâ-halfe­nâ (dünyadaki her şey) Onundur."[39]

"Sonra, sokulacağım; min-beyni eydîhim (âhiret tarafından gelerek, onlara ölümden sonra asla diriliş olmadığını bildireceğim) ve min-halfîhim (dün­ya tarafından gelerek, onu gözlerine güzel gösterece­ğim)."[40]

"Onlara şeytanî dürtüleri musallat ettik. Onlar da on­lara mâ-beyne eydîhim (ölümden sonra ahirette asla diriliş olmadığı fikrini) ve mâ-halfehum (dünyayı: ma'siyetleri gözlerine) güzel gösterdiler."[41]

"Onlara denildiği vakit: "Mâ-beyne eydîkum (âhiret azabına karşı) ve mâ-halfekum (dünya azabına karşı) ittiqa edin..." [42]

3. Dün­yada öncelik ve sonralık

"Min-beyni yedeyhi (ondan önce Hûd ve Salih gibi kavimlerine gönderilen rasûller geçmişti) ve min-halfihi (ondan sonra da, "Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin!" diyen) uyarıcılar gelip geçmişti." [43]

"Hani rasûlleri onlara geldiği vakit, min-beyni eydî­him (onlardan; Hûd ve Salih'ten önce geçen ra­sûller kavimlerine) "Allah'tan başkasına ibâdet etme­yin..."[44]

4. Akraba, aşiret

"Sema ve arzdan, mâ-beyne eydîhim (önlerindekileri) ve mâ-halfehum (arkasındakileri) gör­müyorlar mı?"[45]

Çünkü Âdemoğlu önünden de, arkasından da se­mayı ve arzı görüyordu.

"Min-beyni eydîhim (önlerinden) bir sed ve min-halfihim (arkalarından) bir sed çektik."[46]

 

Mağfire:

 

Ğa-fe-re fiil kökünden türeyip Kur'ân'da 300 den fazla yerde geçmektedir. er-Râğıbu'1-Isfâhânî "el-ğafr" sözcüğünü "Pislikten ve kirden koruyanı giyinmek" olarak tanımlar. Elbiseni temizle ve onu boya. Zira bu, en güzel temizleme şeklidir" diyerek kelimeye açıklık getirmeye çalışır ve devamında, "mağfiret Allah'tan'dır. Bunun manası da Allah'ın, kuluna ateş dokunmaması için, onu korumasıdır" der.[47]

İbn Manzûr ise; mağfiretin aslının "örtmek ve kapa­maktan geldiğini, Arap dilinde (ğaferehu: onu kapattı) denildiği gibi, malın bir kaba konduğu ve ağzının kapatıldığı zamanda da "onu sakladı ve örttü" denildiğini söylemektedir.[48]

Görüldüğü gibi Rağıb bu kelimeye, pislikten ve kirden koruyanı giymek manasını verirken, İbn Manzûr da, örtme ve kapama manasını verir. Yalnız birincisi insanı kire ve pisliğe karşı kapayıp örterken, İbn Manzur'un ifadesinde, malı başkalarından koruma manası vardır.

Arap dilinde kına, ihtiyarlığı (saç beyazlığını) sakla­dığından, "ğafere’ş-şeybu bi’l-hadâbi" denilir. Şairin aşağıdaki beyti buna örnek teşkil edebilir:

"Nihayet rengi kına ile örtülen ve ihtiyarlığı gizleyen bir sarığa büründüm."[49]

Kur'ân'da "mağfiret", Allah'ın, kullarının günahlarını bağışlayarak görmezlikten gelmesi yani onları örtmesi ve dolayısıyla da Cehennem'den onları koruması manasındadır.[50] Görüldüğü gibi bu kelime Câhiliye döneminde, herhangi bir şeyi örtmek anlamından alınarak, Kur'ân'da, "Allah'ın, kulun günahlarını örtmesi" manasına aktarılmıştır.[51]

 

Mağrem:

 

Mağrem[52], "gurm" ve "ğaramet", mutlak borç demektir. Râgıb'ın açıklamasına göre, aslın­da hiçbir suçu olmadığı halde "malda meydana gelen zarardır." Gerek kefalet ve yardımlaşma gi­bi açık veya gizli sözleşme yahut kefalet ve zorunlu bir iltizam ile verilen herhangi bir zarar-ziyana denilir. Türkçe'de bu ifade "ziyan vermek" veya "cereme vermek" diye karşılanır. [53]

 

Mahdud:

 

Mahdûd, dikeni kesilmiş manasınadır. Ümeyye b. Ebî Salt şöyle der:

Cennetlerdeki bahçeler, gölgeliklerdir. Orada tomurcuk memeli kızlar, di­kensiz kiraz ağaçları vardır.[54]

Mahdûd, silinmiş, düzenlenmiş düzgün demektir. Arabistan kirazı dikenli olduğu için, bununla cennet sidrinin dikensiz olduğu anlatılmak istenmiştir. Ayrıca, meyvesinin çoklu­ğundan dolayı dalları eğilmiş bükülmüş anlamının olduğu da ifa­de edilmiştir. Biz bunu "dal bastı" deyimine yakın buluyoruz.

 

el-Mâhidûn:

 

el-Mâhidûn, yayanlar ve çiğneyenler. Sen, yatağı yayıp dü­zelttiğinde "Mehhedtu’l-Firâşe" dersin. Mastarı "Mehden" gelir. "Temhiyd" Bir şeyi düzeltmek ve ıslah etmek demektir.

 

Mahîs:

 

Mahîs, azaptan kaçıp kurtulacak, firar edilecek yer demektir. Bir kimse, kaçmak istediği za­man "Hâsa" denir. Geniş zamanı "Yehiysu" mastarı "Haysân"dır.

 

Mahîz/Hayız:

 

Mahîz, mimli masdar, mekan ismi veya zaman ismi olduğundan hayız, hayız yeri ve­ya hayız zamanı demek olur. "Hayız" akmak anlamındadır ve özel olarak kadınların âdeti olan kan akıntısının ismidir.

 

Mahrum:

 

Mahrum, utancından dolayı zengin zannedilen fakir demektir.

 

Mâide:

 

Mâide[55], yemekli sofra demektir. Ancak Kur'ân'daki kul­lanımında maddî anlamdaki bir sofra olmakla birlikte, bilgilerin hakikatlerinden bir demet de ola­bileceği, bu nedenle, yiyeceklerin bedenin gıdası olduğu gibi bilgilerin gerçeklerinin de ruhun gıdası olduğu ifade edilmektedir.

Özellikle Hz. İsa'nın havari­leri ile ilgili "gökten sofra inmesi" ifadesinin, havarilerle ilgili olarak, bunlar henüz öğrenmeye yetenek­leri olmadan bir takım gerçeklere rağbet etmişler, Hz. İsâ da, "eğer siz imanı kazandıysanız takvayı kullanınız, ki bunları öğrenebilirsi­niz" demiştir. Ancak onlar sorula­rında ısrar edince, Allah bunun inmesinin kolay olduğunu ancak, sonucunun tehlikeli ve korkunç olduğunu bildirmiştir.

Demek ki, İsa'nın mâidesi/sofrasi, İslâm sofrası için bir örnek olmaktan çok mesel-i ibret­tir. [56]

 

Ma'în:

 

Ma'în, kaynak suyu, kaynağından çıkan su, göz önün­de akan su, şarap demektir. Cennet içki­si bununla tanımlanmıştır.

 

Maqâm:

 

Maqâm, dört şekilde tefsir edilir:

1. Mesken

"Böylece onları bostanlardan, pınarlardan, hazineler­den ve kerîm maqâmlardan (güzel meskenler­den! çıkardık. İşte böyle. Ve İsrâîloğulları'nı onlara vâris kıldık." [57]

"Doğrusu muttakiler, (ölümden yana) emin bir maqâmdadırlar (meskendedirler)." [58]

2. İkâmet etmek, durmak/kal­mak

"Ey kavmim! Eğer benim maqâmım (içinizde durmam/kalmam) size ağır geliyorsa... " [59]

"Ey Yesrib ahalisi! Sizin için muqâm yok/değildir (sizin için Ahzâb ile birlikte durmak yoktur, onlar için ikâmet etmeyin)." [60]

3. Kıyamet Günü Allah'ın önünde kı­yamda/ayakta durmak

"Rabbinin maqâmından korkana iki cennet vardır.( Kıyamet Günü O'nun rahmeti önündeki haram arzu ve isteklerini dünyada terkeden kimseler için iki cennet vardır)." [61]

"İşte bu, maqâmımdan (huzurumda durmaktan/korkanlar ve tehdidimden korkanlar içindir." [62]

4. Mekân

"Biz (melekle) den hiç kimse yoktur ki, onun için malum bir maqâm (Al­lah'a ibâdet için bir mekanı) olmasın." [63]

"Ben onu sana, sen maqâmından (şu anda otur­makta olduğun mekândan) kalkmadan önce getiri­rim." [64]

 

Makâm-ı İbrâhîm:

 

Makâm-ı İbrâhîm[65], Hz. İbrahim'in, beyti (Ka'be'yi) bina ederken, yahut insanları hacca davet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Burası bugün "Makâm-ı İbrâhîm" diye meşhur olmuştur. Tavaf namazı burada kılınır. [66]

 

Makîl:

 

Makîl[67], yatak odası, şekerleme yeri, kuşluk vaktinde uyumadan, dinlenilen yer de­mektir. Furkan: 25/24 ayetinde makil, cennette uyku olmadığı için isti­rahat olarak tefsir edilmiştir. [68]

 

Makt:

 

Makt, şiddetli buğz, kin ve öfke demektir. Zemahşerî şöyle der: Makt, buğzun en aşırısı ve en ileri derecede olanıdır.[69]

 

Ma'kûf:

 

Ma'kûf, hapsedilmiş demektir. "İ’tikâf" Bu kelimenin kökündendir.

 

Mâlik:

 

Mâlik kavramı, me-le-ke'den türemiş olup elde etmek, idaresini ele almak,  yakalamak, ele geçirmek, sahip olmak, hâkim olmak, kontrol etmek, idareci olmak, idare etmek, saltanat sürmek, güç ve otorite uygulamak, hakimiyeti elde etmek, güç sahibi olmak, düşüncesine ve davranışlarına hâkim olmak, duygularına sahip olmak, nefsin insanı meşgul etmesi, insanın kendini kontrol altına alması, itidalini korumak, gözyaşlarını durdurmak manalarına gelmektedir.

Mülk olarak kullanılınca, "kanun, hüküm, saltanat, devir, en yüksek otorite güç. krallık, hükümdarlık, mal sahipliği, mülkiyet hakkı" anlamlarını ifade etmektedir. Milk mal, mülk, emlak, köle, servet, zenginlik, para manasına gelmektedir. Melek melek demektir. Meleke, karakter hususiyeti, doğal mizaç, istidat, kabiliyet, temayül, Allah vergisi, ihsan, kuvvet, üstün yetenek, hüner demektir.

Melekût ülke, hükümranlık, imparatorluk, krallık, saltanat, egemenlik an­lamlarını ifade etmektedir. Melekûtî, ilahî ve göksel demektir. Melâk veya milak temel, esas, dayanak, kaide demektir.

Şimdi bu manaların Kur'an'dan nasıl ve hangi ayetlerde geçtiğini incele­yebiliriz.

1- Kudret ve kanun:

“Ey Rabbim! Güçten bana nasibimi verdin ve bana olayların yorumunu da öğrettin.[70]

“Dediler ki: "Biz sana olan vaadimizden, kendi kudret ve irademizle dönmedik"[71]

“Böylece biz, kesin iman eden­lerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin güç ve kanunlarını gösteriyorduk.”[72]

“De ki: "Gücün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen gücü dilediğine ve­rirsin ve gücü dilediğinden geri alırsın; dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın, her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye ka­dirsin."[73]

Bu üç ayette mülk, melekut, melik olarak geçen bu kavram, 'güç' ve 'kanun' manalarına gelmektedir. Güç ile beraber kanun manası, En'âm: 6/75'te yer almak­tadır. İlahî güç/kudret manasına geldiği gibi, beşerî gücü de ifade etmektedir. Fakat beşerî güç, Allah'ın gücünden gelmektedir.

Âl-i İmran: 3/26'da ise, gücü kimin verdiği ve aldığının bilincini vermekte­dir. Taha: 20/87'de ise, insan gücünü aşan şeylerin olabileceğini; insan kudreti­nin her şeye yetemeyeceğini, yaptığı bazı şeylerin arkasında kendi gücünün olamayacağını görmekteyiz.

2- Kainatın idaresi

“Göklerin ve yerin idaresine, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O halde Kur'an’dan sonra hangi söze inanacaklar?” [74]

“Eğer biliyorsanız, her şe­yin idaresi kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan kimdir? diye sor.”[75]

Yüce Allah buradaki melekût kavramı ile, göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin idaresini ifade etmektedir. Allah kendi mülkiyetinde olanı idare etmektedir. İdare ederken kendi kanunlarını yürütmektedir. Böylece melekût kavramı, idare, kanun ve mülkiyeti ifade etmektedir. Bunlardan öne çıkan mana "yönetim erki"dir.

3- Siyasî erk

Yüce Allah "siyasî erki" iki kısıma ayırmaktadır. Allah'a ait "siyasî erk", insana ait "siyasî erk". Allah'a ait siyasî erki şöyle belirtmektedir:

“Yoksa onların hükümranlıktan bir nasipleri mi var? Öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek filizi bile vermezlerdi.” [76]

Siyasî erk, devletle birlikte vardır. Devletin en önemli görevlerinden biri, ekonomik hayatı adil bir şekilde yönetmektir. Mutlak siyasî erk, insanların elinde olsaydı, insanlara bir çekirdek bile vermezlerdi. Allah'ın mâliklik sıfa­tı, rızkın eşit olarak varlıklara sunulmasını gerekli kılmaktadır:

“O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. "Ol" dediği gün her şey oluve­rir. Onun sözü gerçektir. Sûra üflendiği gün de hükümranlık O'nundur. Gizli ve açık olanı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden ha­berdardır.”[77]

“Sûra üflendiği günde hükümranlık O'nundur” ifadesi, Fatiha: 1/4'te geçen “Din gününün sahibi O'dur.” cümlesinin karşılığıdır. Kıyametin kopuşunda ve ahirette mahşerin kuruluşunda mutlak iktidar sahibi Allah'tır. Mutlak manada siyasî erk hususunda Allah'ın ortağı yoktur. Bu hakikati ifade eden ayet şöyledir:

“Allah'ın hakimiyette ortağı yoktur.” [78]

Varlıklar alemini yönetmekte Allah'ın yardımcıya ihtiyacı yoktur. Beşerî iktidar da, O'nun hâkimiyeti içinde cereyan etmektedir. Siyasî erki elinde bu­lundurmak, hüküm vermek, suçluyu ve suçsuzu ayırmak demektir. Hükmü­nü icra edemeyen, suçlu ile suçsuzu ayırıp, suçluya ceza, iyi işler yapana ödül veremeyen, siyasî erke sahip değil demektir. Yüce Allah, Hac: 22/56'da, siyasî erkin içini bu faaliyetlerle doldurmaktadır:

“O gün, iktidar Al­lah'ındır. İnsanlar arasında hüküm verir. İman edip, iyi davranışlarda bulunanlar na'îm cenneti içindedirler.” [79]

Siyasî erk, ekonomik gücü elinde bulunduran, ekonomiyi idare eden ve varlıkların istifadesine sunan güçtür:

“Mülk Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine taptıklarınız bir çekirdek kabuğuna bile sahip değiller.” [80]

Bu ayette me-le-ke kelimesi, hem mülk yani iktidar kalıbı ile, hem de yem-liku (sahip olma) şekliyle yer almaktadır. Böylece iktidarın, ekonomik güce sahip olmakla gerçekleşeceğine dikkat çekilmektedir.

İnsanların taptıkları sahte tanrılar bir çekirdeğe bile sahip olmadıkları için Tanrı olmaya (mutlak siyasî erki ellerinde bulundurmaya) layık değillerdir. Mutlak manada siyasî erk, yüceliktir ve güçtür:

“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O'nun her şeye gü­cü yeter.” [81]

Bu ayette yüceler yücesi olması ve her şeye gücünün yetmesi ile siyasî er­ki elinde bulundurmak özellikleri yan yana gelmiştir. Hüküm vermek, suçlu­ları cezalandırmak, iyi iş üretenleri ödüllendirmek, bütün ekonomik değerle­re sahip olmak ve bu ekonomik değerleri dağıtmak, siyasî erki başkası ile paylaşmamak, mutlak iktidarın anlamını vermektedir.

İktidarı/siyasî erki elinde bulundurmak çok cazip bir değerdir. İlk insanın ayağını kaydırıp şeytana aldanmasını temin eden de budur. İşte o zaman beşerî manada siyasî erk ortaya çıkmaktadır. İlgili ayet şöyledir:

“Derken şeytan Âdem'in aklı­nı karıştırıp, "Ey Âdem!" dedi, "Sana ebedilik ağacını ve sonu gelme­yen bir saltanatı göstereyim mi?"[82]

Ayette geçen mülk kavramı, siyasî erk/saltanat; başka bir ifadeyle hüküm­ranlık manasına gelmektedir. Şeytanın aldatmadaki başarısı, bu siyasî erkin ebedî olacağını söylemesinden kaynaklanmaktadır. Sonsuz/tükenmeyen ikti­dar Allah'a ait olduğu halde, Âdem böyle bir iktidara sahip olabileceğini dü­şünmekle, şeytanın aldatma alanına girmiş oldu. Ama bu ayet şunu da ifade etmektedir: Siyasî hükümranlık fikri, ilk insanla beraber başlamıştır. Beşerî alanda mülk kavramını ilk defa İblis kullanmıştır.

Beşerî iktidar, Allah tarafından verilen bir lütuftur. Bir toplumun bağım­sız bir devlet kurması ve siyasî erkini ilan etmiş olması, ilahî bir ihsan olmak­tadır. Yüce Allah bu siyasî erk gücünü bir topluma veya bir ferde ya da bir grup insana verirken, bazı değerlerin o toplumda oluşmasını da istemektedir:

“Yoksa onlar, Al­lah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar? Oy­sa İbrahim soyuna Kitab'ı, hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik.” [83]

Ayetlerden şu çıkarımları yapmamız mümkündür: Siyasî erki vermeden önce Allah insanları eğitime tâbi tutmakta yani onlara kitabı ve hikmeti öğretmekte, sonra da öğrenenlere büyük bir hükümranlık lütfetmektedir. Böylece beşerî iktidarın temellerinin altında ilahî bilgi ve hikmetin yattığını, başka bir ifade ile bilgisi olmayana siyasî erkin verilemeyeceğini belirtmiş olmaktadır. Aynı şekilde kitap, hikmet ve siyasî iktidara sahip olanlara haset edilmemesi gerektiği bu ifadeden anlaşılmaktadır. Çünkü bilginin getireceği siyasî erke haset edilemez ve edilmemelidir.

Bilgi'nin, beşerî-siyasî erki elde etme konusundaki veya Allah'ın onu bir lütuf olarak insana sunmasındaki önemini şu ayette görüyoruz:

“Peygamberleri onlara, "Bilin ki Allah, Tâlût'u size hükümdar olarak gönderdi" dedi. Bunun üzerine, "Biz hükümdarlığa daha layık olduğumuz halde, kendisi­ne servet ve zenginlik yönünden geniş imkanlar da verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olur?" dediler. "Allah onu sizin üzerinize seçti. İlimde ve bedende ona üstünlük verdi. Allah siyasî erkini istediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir" dedi.” [84]

Ayet, peygamberlik müessesesi ile saltanatı ayırmaktadır. Peygamber, Tâlût'a Allah tarafından iktidar verildiğini söylerken, kendi görevi ile Tâlût'un görevini ayırmak ve alanlarını belirlemiş oluyordu.

Ayette "siyasî erk" anlamında hem melik hem de mülk kullanılmaktadır. Tâlût'a hükümranlığı layık görmeyenler, onun geniş bir ekonomik güce sahip olmadığını söylerken, Peygamber onun bilgi değerine ve bedenî güce sahip oluşuna dikkat çekiyordu. Böylece Allah Tâlût'u siyasî erk için seçerken han­gi değerleri dikkate aldığına işaret etmektedir. Ayette geçen cism kavramı, "beden" demektir. Beden ise burada, bilgiyi eylem haline geçirecek kabiliye­ti ve bildiğini tatbikata koyma gücünü göstermetedir. Demek ki siyasî erk, bilgiyi pratiğe geçirme gücüne sahip olana verilmelidir.

Beşerî hükümranlığın bir şartı hikmet ise, diğeri de güzel konuşmaktır. Hatiplik de iktidar sahibi olmanın önemli bir şartı ve gücüdür.

“Onun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik.” [85]

Ayette bahsedilen kişi, Hz. Davud'dur. O, siyasî erk ile peygamberliği ay­nı insanda toplayan bir kişiliğe sahiptir. Yüce Allah onun iktidarını iki şeyle kuvvetlendirdiğini söylemektedir. Bunlar hikmet ve güzel konuşmaktır. Bildiğini güzel bir şekilde ifade etmek suretiyle halkı aydınlatmak, ikna etmek ve doyurmak, siyasî erkin olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

Beşerî-siyasî erkin ferdî boyutu olduğu kadar, toplumsal boyutu da vardır. Toplumsal hükümranlık Hz. Musa'nın dilinden şöyle ifade edilmektedir:

“Ey kavmim! Bugün yeryüzüne hakim kimseler olarak hükümranlık sizindir.” [86]

Bu ayet, Hz. Musa'nın toplumuna yeryüzünde hükümranlık verildiğini ifa­de etmektedir. Böylece bir toplumun, yeryüzünde yaşayan diğer toplumlara karşı hükümranlık elde edebileceğine de işaret edilmiş olmaktadır.

4- Kral:

“Kral dedi ki”[87] ayetinde olduğu gibi melik, 'kral' mana­sına gelmektedir.

Ayetlerde melik ve mülk şeklinde yer alan bu kavram, kral manasına da gelmekte ve beşerî anlamda 'kralı' ifade etmektedir.

Kur'an, peygamber isimleriyle, Meryem ve Zeyd'in ismi hariç özel isimlere ver vermemekte; kasdettiği kişinin sıfatını kullanmaktadır. Mesela, firavun'un özel ismini kullanmayıp "büyük evde oturan" manasına gelen firavun sıfatını kullanması gibi. Aynı şekilde kralların ismini kullanmayarak, onları melik sıfa­tıyla zikretmektedir. Evrensel olması bakımından böyle bir yolu izlemektedir.

Melik kavramı, 'hükümdar' manasına Allah için de kullanılmaktadır. Al­lah için kullanıldığında "krallar kralı", beşer için kullanıldığında "kral" diye tercüme edilebilir.[88]

5- Sahip olmak:

Mâlik kavramı, bazen mülk ile beraber kullanılmaktadır:

“De ki: "Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım!” [89]

Buradaki mülk, hem 'kainat', hem de 'iktidar' manasına gelmektedir. Mâ­lik de 'sahib' demektir. "Kainatın sahibi" denilebileceği gibi, "iktidarın sahi­bi" de denebilir. Fakat birinci mana uzak bir ihtimal olarak gözükmektedir. Çünkü ayetin devamında bu 'mülk'ün verilebilir bir şey olduğundan bahsedil­mektedir. Kainat verilemeyeceğine göre, mülk'ten kasıt 'iktidar' veya 'eko­nomik değer' olabilir: “Sen mülkü diledi­ğine verirsin, mülkü dilediğinden geri alırsın.”[90] ifadesi, mülk'ün insana verilebilir bir değer olduğunu göstermektedir. İnsana verilen ya maldır (ekonomik değerdir) veya iktidardır.

Yüce Allah, bütün ekonomik değer dediğimiz rızkın sahibidir. Onu istedi­ğine verir, istediğinden alır. Bir toplumun içinden bir ferde veya toplumlar arasından istediği bir millete siyasî erki verir, istediğinden geri alır. Bu veriş ve geri alışı belirleyecek olan şey, insanın çalışması ve ona layık olmasıdır. Çalışmayan ve layık olmayandan alır, çalışana ve layık olana verir. Onun için Allah, mâlike'l-mülk'tür.

"Sahip olma" manasına gelen mâlik'lik, Kur'an'da, insan için de söz ko­nusu edilmektedir:

“Görmüyorlar mı? Biz kudretimizin eseri olmak üzere onlar için birçok hayvan yarattık. Bu sayede onlar bunlara sahip olmuşlardır.” [91]

Ancak, Allah insan için yaratıyor, insan da ona sahip oluyor. İnsanın sahipliliği geçici ve izafî olup süresiz değildir. Mutlak sahiplik Allah'a aittir.

6- Melek adı:

Sahip olmak manasına gelen “mâlik”, bir meleğin özel ismi olarak Kur'an'da yer almaktadır:

"Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin!" diye seslenirler. Mâlik de, "Siz böyle kalacaksınız!" der."[92]

Bazı melekler, görevlendirildikleri işle isimlendirilirler. Mesela: “melekü'1-mevt”, ölüm meleği manasına gelmektedir. İnsanların canını almakla görevlendirilen meleğe verilen isimdir:

“De ki: "Size vekil kılman ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndü­rüleceksiniz".

Demek ki melek, bu varlıkların genel adı olup, bunların içinde  “Mâlik” denen bir melek de vardır.

6- İdare edilen:

Meleke kelimesi, memlûk şeklinde gelince, idare edilen manasını ifade et­mekte ve kölenin sıfatı olmaktadır.

“Allah hiç­bir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımız­dan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı?” [93]

Ayetteki “abden memlûken” ifadesi, başkasının hakimiyeti altında olan köle manasına gelmektedir. Aynı kavramdan hem idareci, iktidar sahibi ve hem de idare edilen, iradesi olmayan köle anlamı çıkmaktadır.

Bazen Yüce Allah, cariye ve köleyi, sağ ellerinizin sahip olduğu kimseler diye tanımlamaktadır: “Sağ ellerinin sahip olduklarına”[94] ibaresi, köle olarak çalıştırılan 'işçiler' manasını ifade etmektedir. "Sahip olma" manasıyla melek, bir varlığın sosyal statüsünü belirleyen bir sı­fat olmaktadır. Böylece melek kavramı, siyasî gücü elinde bulunduran kral manasını ifade ettiği gibi, hiçbir siyasî gücü olmayan sosyal bir sınıfın da sı­fatı olmaktadır. Bu anlamlarıyla da, insanlar arasında sosyal statüyü belirle­yen sosyolojik bir terim olarak işlev görmektedir.

7- Kendine sahip çıkmak:

Me-le-ke kavramının bir de psikolojik manası vardır. İnsanın kendine sa­hip çıkması, kendi iç aleminde iktidar kurması, beyin, gönül ve nefis arasın­da dengeli bir siyaset yürütmesi manasına da gelmektedir. Zararlı olanı defetmek, faydalı olanı kazanmak gibi çok önemli bir siyaseti gerçekleştirmek, meleke kavramıyla ifade edilmektedir. İnsan, kendi içinde uyguladığı bu ikti­darı, başkaları için de uygulayabilir. O zaman kavram, sosyolojik bir mana kazanmış olacaktır:

"De ki: "Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim."[95]

Ayette geçen “Nefsime sahip değilim” ifadesi, insanın kendini fayda ve za­rar bakımından idare etmesi ve kendine sahip çıkması demektir. Psikolojik siyaset ve idare, zarardan ve nefsin arzularından uzak durmak, faydalı olanı elde edebilmektir. Bu manada Hz. Musa, Maide: 5/25'te sadece kendine ve kar­deşine sahip çıktığını söylerken meleke kavramını kullanmıştır.

Bir memleketi idare etmek, kendi nefsini idare etmeye benzer. Her iki faaliyet için Allah meleke kavramını kullanmaktadır.

Kalbe, bedenin milakı denmektedir. Milak aynı zamanda evliliktir. Koca melike benzetilmektedir. Diğerleri ona tâbi olduğu için deve ve koyun sürüsünün önünde gidene de milak denmektedir.[96] Her üç alanda meleke'nin kazandığı mana, idareyi ifade etmektedir.

Varlıkların faydasına kanunlar koymak, emir ve yasaklar vasıtasıyla onların ilişkilerini düzenlemek, beşerî münasebetlerin nizamını ve hakları çiğneyenlere uyarıda bulunmak, dengeli hayat yaşayanların gönlünü alacak ödüller koymak, mutlak mâlikliğin tasarrufudur. Mülk, milk, mâlik ve meleke kelimeleri idare, tasarruf ve kuvvetle ilgilidirler. Bunları Allah açısından ele alınca, varlıkların var olma ve hayatlarını devam ettirmek konusunda tasarruf sahibi olmak, onları idare etmek, onların ihtiyaçlarını karşılamak, sosyal hayatın. düzenini bozanları cezalandırmak, iman edip iyi iş üretenleri ödüllendirmek konusundaki iktidarı ifade etmektedir.

Mutlak manada, Yüce Allah'ın bu tasarrufunu yeryüzüne yansıtan insanla­ra da 'melik' denmektedir. Kendine sahip olmak, halkın düzenini sağlamak, bu düzen için kanunlar koymak, ceza ve ödül mekanizmasını iyi çalıştırmak, yanlış yapanları uyarmak, beşerî mâlikiyetin tasarrufudur. İnsanların bu faali­yetleri yerine getirebilmesi için Allah, insanın içine bir şeye sahip olma duy­gusunu doğuştan yerleştirmiştir. Böylece insanın psikolojisini, sahip olma duygusuyla bezemiş ve onu Allah'ın mâlikiyet sıfatını yeryüzüne yansıtması için hazırlamıştır.

Yüce Allah'ın kainatı ve varlıklar alemini nasıl idare ettiğinin bilgisine sa­hip olmak, insanlar aleminin nasıl yönetileceğine vakıf olmak demektir. Bu bilgi, insanın mâlikiyet özelliğini derin bir yeterlilikle sosyal hayata yansıtmış olacaktır.

 

Maraz

 

Maraz, hastalık demektir. Sıhhatin zıddıdır. Maraz, ya vücut hastalığı gibi fiziki olur veya nifak, haset ve riya gibi manevî olur. İbn Fâris şöyle der: "İnsanın sağlığını yok eden herhangi bir illet, veya münafıklık veya, herhangi bir şeydeki eksikliğe maraz denir."

Maraz, dört manada tefsir edilir:

1. Şekk/şüphe.

"Allah da marazlarını (şeklerini/şüphelerini) arttırdı." [97]

"Kalblerinde maraz (şek/şüphe) bulunanlara ge­lince, onların murdarlıklarına murdarlık katıp art­tırdı." [98]

"Kalblerinde maraz (yani, şek/şüphe) bulunanların, sana baktıklarını görürsün." [99]

2. Fücur.

"Kalbinde maraz (fücur) bulunan tama'a düşme­sin." [100]

"Eğer vazgeçmezlerse münafıklar ve kalblerinde ma­raz (fücur) bulunanlar..." [101]

3. Yara/yaralı.

"Eğer marazlı (yaralı) veya seferde iseniz... " [102]

"Eğer marazlı (yaralı) veya seferde iseniz…" [103]

4. Hastalık/herhan­gi bir hastalık.

"Sizden kim marîz olursa (herhan­gi bir hastalığı bulunursa)..." [104]

"Yoktur zayıflara ve marîzlere (herhangi bir hastalığı bulunanlara)..." [105]

"Köre harec yoktur... ve marîze (herhangi bir hastalığı bulunana) harec yoktur." [106]

"Köre harec yoktur, topala harec yoktur, marîze harec yoktur."[107]

 

Mâric:

 

Mâric, ateşin üstünde görünen alev. Leys şöyle der: Şiddetli alevi olan yaygın ışındır.[108]

 

Mârid:

 

Mârid, azgın ve inatçı demektir.

 

Marsûs:

 

Marsûs, "Birbirine tutunup yapışan "manasınadır. Ferrâ der ki: Bir kimse, binanın parçalarının arasını birbirine yaklaştırıp bir tek parça olacak şekilde birleştirdiğinde "Rasaeti’l-binâe" der.[109]

 

Ma'rûf:

 

Ma'rüf[110], ma'rifet keli­mesinden türetilme, tanınmış an­lamına sıfat olan kapsamlı bir ke­limedir. Karşıtı münkerdir. Ada­letli ve ölçülü olmak, hakkı gözet­mek, iyilik etmek, cömertlik, tatlı dil, iyi davranış ve benzeri iyi gö­rülen işlere ve güzel adetlere hep "ma'rûf" denilir. [111]

"M'arûf", "A-re-fe" fiil kökünden gelir. "Arefe" herhangi bir şeyi, görünüşüne ve özelliklerine bakarak, duygularla kavramak ve üzerinde düşünerek, tefekkür ederek akıl yorarak onu idrâk etmektir.[112] Buna "ma'ruf denmesinin sebebi, herkesin bu olguyu tanıması ve kalplerin bu konuda huzura kavuşmasından dolayıdır.[113]

Câhiliye dönemi şairlerinden el-'Absî, bir beytinde bu iki kelimeyi kullanarak şöyle der:

"Onlar bir yandan dost için hayırlı, bir yandan da düşman için kötü, şer idiler, ve onlar, dostlarının başına gelen m'arûfun ve düşmanları için münkerin sebebi idiler."[114]

Esasında bu kelime çok uzak bir geçmişe giden bir fikri temsil eder. Çünkü bu iki kavram insan oğlunun varlığıyla kullanım alanına girmiştir, denebilir. Ancak daha sonraki çağların İslâmî tefsirinde, m'arûf sözcüğünün sık sık ilâhî yasaca tanınan ve onaylanan manasına geldiği gibi, mâ'rûf, tanınan aşina olunan ve bu yüzden de sosyal olarak onaylanan demektir.[115]

Şu halde "ma’rûf sözcüğünün başlıca iki manası vardır.

Birincisi Allah'ın yapılmasını emrettiği şeylerdir. Daha sonra da göreceğimiz gibi bu kavram "münker" in karşıtıdır.

İkinci olarak da, örfün tasdik ettiği herkesçe bilinen, aşina olunan adetler manasındadır.

İslâmî devirde kelimenin kazandığı en bariz mana; İslâmın yapılmasını istediği ve "münker"in zıddı olan şeylerdir. Câhiliye de ise böyle bir manası yoktur denebilir.[116]

Ma'rûf, dört manada tefsir edilir:

1. Farz  

"İhtiyacı olmayan iffetli davransın, fakir olan da ma'rûf (farz) üzere yesin!" [117]

"Onların necvâlarının bir çoğunda hayır yoktur; sada­ka veya ma'rûfu (farzı) emreden kimseninki ha­riç."[118]

2. Güzel va'd

"Kadınlara namzetliği çıtlatmanızdan dolayı size bir günah yoktur. (.....) Fakat ma'rûf bir söz söylemeniz (güzel bir va'dte bulunmanız) müstesna, kendi­leriyle gizlice va'dleşmeyin!" [119]

"(Miras) taksim olunurken (mirasçı olmayan) akraba­lar (.....) hâzır bulunurlarsa, onları ondan rıziklandırın ve onlara ma'rûf söz söyleyin (yani, güzel va'dte bulunun)!" [120]

3. Kadının iddetini tamamlamasının ardından süslenmesi  

"Ecellerinin sonuna geldiklerinde (iddetlerini ta­mamladıklarında), artık kendi haklarında ma'rûf ile yapacaklarından (iddetini tamamlayan kadının süslenmesinden, kendisiyle evlenmek isteyen erkeklere görünmesinden ya da böyle bir arayış içerisinde olma­sından) dolayı size bir günah yoktur." [121]

4. İnsana kolay gelen şey

"Boşanan kadınların ma'rûf (boşayan kimsenin kolayına gelecek/imkânı elverecek) bir şe­kilde istifade ettirilmeleri gerekir. Bu, muttakiler üzerine bir haktır." [122]

"Ma'rûf bir şekilde faydalandırın (boşadığınız kadına, varlık ve imkânınıza göre bir şeyler verin/ko­layınıza gelecek şekilde onu istifade ettirin)... Bu, muhsinler üzerine bir haktır." [123]

"Emzireceklerin (boşadığınız kadınların ortak çocuğu­nuzu emzirmeleri halinde) yiyecek ve giyeceklerini ma'rûf (varlık ve imkânı elverecek) bir şekilde temin etmek, çocuk kendisinin olan (babay)a aittir." [124]

 

Masir

 

Masîr, dönmek, dö­nüp gitmek anlamına mimli masdar, dönülecek yer makam mana­sına da ism-i mekan olur. "Bi'se'l-masîr" ism-i mekan anlamında dönülecek yer, makam demektir. "İleyhi masîr" de aynı anlamdadır.

 

Mâ'ûn:

 

Mâûn, azlık mânâsına gelen "el-ma’nu" kökünden olup "az şey" de­mektir. Arap, "Onun ne az ne de çok malı vardır" mânâsında, "Mâluhu maunetun velâ sa’netun" der. Müberred ile Zeccâc da şöyle der: Mâun balta, tencere, kova ve diğer fayda sağlayan her şey demektir.

Mâ'ün, iyiliğe, ihsa­na, az çok menfaati bulunan her şeye, konu komşu arasında karşı­lıksız veya ödünç olarak verilip alınan çanak çömlek, kapkacak eş eşyası, alet ve edevata veya bir kimseden kıskanılmayan sıradan şeylere denir.

Anlam sahası geniş olan bir kelimedir. Bu kelimenin kökü ih­tilaflıdır. Bazıları az bir şey mânâ­sına "ma'ûn"dan faul vezninde olduğunu, "ma'n" "mâlehû ma'netun" denildiğini, onun bi­razcık bile bir şeyi yok demek ol­duğunu ifade etmişler. Bazıları da kelimenin kökünün yardım de­mek olan "mu'ânet" kelimesi ol­duğunu söylemişler. Bazıları da yardım/ödünç mânâsına "avn"den ismi mef'uldür demişlerdir. Ma'ûn, Türkçe'deki "onun bir kıymığı bile yok" yahut "bir zırnığı bile yok" tabirine benzer.

Bu üç görüşe göre de "ma'ûn" az çok menfeati/faydası olan bir cıymık/kıymık şey, yahut yardım veya yardımlık anlamın­dadır. Zekât manasına da tefsir edilmiştir. İbni Mes'ûd da dilcile­rin ve müfessirlerin çoğu gibi, ça­nak çömlek, insanların birbirin­den kıskanmadıkları küçük ve cüz'î şeyler olarak tefsir etmiştir.

 

Meal:

 

Meal kelimesi, "te'vil"in aslı olan "evl" manasına mimli masdardır. Bir şeyin varacağı gaye manasına ismi mekan olur. Te'vilin ürünü (te'vilden elde edilen mana) demektir.

Ayrıca meal, bir şeyi eksilt­mek anlamına da gelir. Bu neden­le örfte bîr sözün manasını her bo­yutuyla olduğu gibi değil de biraz noksanıyla aslına göre ifade etme­ye de meal denmiştir. Bizim "meal" tabirini seçmemiz de bu eksik­lik nedeniyledir.

 

Me'âric:

 

Meâric, yükselme âleti mânâsına gelen "mi’rac" kelimesinin, çoğulu olup, kendisiyle insanın yükseldiği asansör, merdiven gibi vasıtalardır.

Mirâc, üzerinde insanın yukarı çıktığı basamak ve benzeri şey de­mektir.

"Uruc" Göğe yükselmek demektir. Hz. Peygamber (a.s.)'in mi’râcı da bu köktendir. 

Me'âric  kelimesine fârklı anlamlar verilmiştir.

1- Semalar, yüksek dereceler..

2- Yükseklikler ve büyük lütuflar, nimetler.

3- Cennet ahalisinin derecele­ri.

4- Manevî ve ruhî dereceler.:

 

Me'arre:

 

Mearra, ayıp ve insanda devamlı bulunan sıkıntı ve meşakkat demektir. "Ayıp" mânâsına gelen "Arra" kökünden türemiştir.

Me'arre, uyuz hastalığı gibi rahatsızlık veren, maddî veya ma­nevî dert, meşakkat, garamet ve günah demektir.

"Me'arre" kelimesi, diyet, keffâret, kâfirlerin serzenişi, vic­dandaki elem ve üzüntü diye de tefsir edilmiştir. Ancak, İbni Atiyye, kelimenin diyet ve günah ka­villerinin zayıf olduğunu söyle­miştir. Bazı müfessirlerce keffarât anlamına da karşı çıkılmıştır. Ke­limenin esas anlamının meşakkat ve zorluk olduğu ifade edilmiştir. Bu konuda ihtilaf yoktur.

Fetih: 48/25 ayetindeki kullanımın­da da bu anlamlardan hangisinde kullanıldığı konusunda ihtilaf vardır. [125]

 

Me'âş:

 

Me'âş[126], mimli masdar olarak '"iyş" yani geçim manası­nadır. Râgıb'ın açıklamasına göre, hayvana özgü, hayvanlar için tah­sis edilmiş hayat demektir. Ruha­nî ve melekî hayata " 'iyş" denil­mez.

Örfte ise gündüz hayatı anla­mında kullanılır. Gündüz, hayat ve geçim için çalışmak vakti de­mektir. [127]

 

Mebsûse:

 

Mebsûse, oturacak yerlere yayılmış, dağılmış demektir.

 

Mecîd:

 

Mecîd mecd sahibi demektir. Mecd ise, geniş kerem ile alâkalı olan büyük bir şeref, şan, yüce ve ulu anlamındadır.

Şu halde Kur'ân-i Mecîd de, şerefi kitapların hepsinden daha büyük, yahut mânâsını bilip amel edeni şereflendiren şanlı Kur'ân demek olur.

 

Medd:

 

Nemüddehum (onları meddetmek), beş şekilde tef­sir edilir:

1. Onları götür­mek, sokmak, sürüklemek

"Yemudduhum [128] (onları sürüklüyor), tuğyanları (dalâletleri) içinde bocalarlarken." [129]

"Kardeşleri ise onları ğayy içinde meddederler (sürüklerler)" [130]

2. Onlara ver­mek/ihsan etmek

"Kendilerine sadece mal ve oğullardan meddetmekle (ihsan etmekle)..." [131]

"Size mallar ve oğullar meddetsin (ihsan etsin)..." [132]

"Size mallar ve oğullar meddettik (ihsan ettik)." [133]

"Rabbinizin size meddetmesi (ihsan etmesi) yet­mez mi: indirilen meleklerden üçbini ile?!" [134]

"Size icabet emişti; "Muhakkak Ben meddediyorum (müslümanlara ihsan ederek yardım etmişti): meleklerden peşpeşe bini ile" diye."[135]

3. Kesintisiz/sürekli/daimi

"Memdûd (daimi/sürekli) gölge..." [136]

4. Yaymak

"Rabbinin gölgeyi nasıl meddettiğini (tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin doğuşuna kadar göl­geyi bütün dünyada nasıl yayıp uzattığını) görmüyor musun?" [137]

"O ki, arzı meddetti (Kabe'nin altından yayıp dö­şedi)." [138]

"Arzı da meddettik (Kabe'nin altından yayıp döşedik)." [139]

"Arzı da meddettik ve ona ağır baskılar oturttuk ve orada göze hoş gelen her zevçten bitkiler bitirdik."[140]

5. Düzlenmek/dümdüz edilmek

"Arz meddedildiği (dümdüz edilip de üstünde bulunanlar içine girdiği)..." [141]

 

Medâin-Medîne:

 

Medâin[142], "medeniyet" kelimesinin aslı olan "medîne"nin çoğuludur. Büyük şehir demektir. Bu kelimenin kökünde başlıca iki mana vardır.

Birincisi Medîne, mîm-i aslî olmak üzere "feile" vezninde olup "medine", "yemdunu", "müdünen" maddesinden türetil­miştir. "Müdün" bir mekanda mukim olmak manasınadır. Fa­kat, "de' ", "zer" kelimeleri gibi çekimi terk edilmiştir. Bu suretle medîne, insanların her türlü ihti­yacının karşılandığı büyük şehir demektir.

İkincisi, mîm-i zâid ve "ya" sı asıl olmak üzere "dâne", "yedînu", "dînen" maddesinden türetil­miş olup, "meiyşet" gibi, "mef ile" veya "medyune"nin muhaffefi olarak fiilin aslı "mef'ule" veznindendir.

"Dîn" maddesi ise mülk, taat, ceza ve siyaset manasına geldi­ğinden, bu suretle medîne, mülk ve itaat yeri, inzibat ve siyaset al­tındaki memleket anlamıyla bü­yük şehirlere isim olmuştur. Medâin'i Mısır'ın belli bir şehrine hasreden görüşler de vardır. [143]

 

Medînîn:

 

Medînîn, ceza mânâsına gelen kökünden olup "hesaba çe­kilenler" demektir.

 

Mefaz:

 

Mefâz[144], feyz mânâsına mimli masdar veya "feyzgâh' mânâsına ism-i mekân olur. Fevz, halas ve zafer, yani korkulardan ve acılardan kurtulup murada er­mektir. Bazen, yalnız zafer bazen de yalnız kurtuluş manasında kullanılırsa da her ikisini de kap­sar. [145]

 

Meftah:

 

Meftah, "mim"in fethiyle ism-i mekân olup, açılacak yer (kapı) anlamına gelmektedir. "Mim"in kesri ile "miftah" gibi ism-i alet olur, "açacak", "anah­tar" anlamına gelir.

En’am: 6/59. âyette "meftuh"tan maksat; daha açılmamış, ortaya çıkmamış Allah'ın ilminin henüz gerçekleşmediği o kadar çok şey­leri ve hazineleri vardır ki, kapıla­rı ve anahtarları Allah'ın nezdinde Allah'ın elindedir, anlamındadır. [146]

 

Meftun:

 

Meftun, ism-i mef'ul olarak, fitne ve belaya tutulmuş, mecnûn, deli anlamlarına geldiği gibi masdar olarak fitne ve cünûn (deli) manalarına da gelir.

 

Mehd:

 

Mehd; yatak, yaygı demektir.

 

Mehîl:

 

Mehîl, çöküp dağılarak akan manasınadır. Dilciler şöyle der: Mehîl, ayakla bastığında ayağın altından kayan, altını aldığında akıp dökü­len şeydir. "Mekîl"in aslı "Mekyul" olduğu gibi, bunun da aslı "Mehyul" dür.

 

Mehîn:

 

Mehîn, önemsiz, değersiz demektir.

 

Mekâbir:

 

Mekâbir, "Mekbera" kelimesinin çoğulu olup kabirler demektir. Şâir şöyle der:

Saray sahiplerini görüyorum ki öldüklerinde, kabirlerinin üstünde kayalarla binalar yapıyorlar. Kabirlerde dahi, fakirlere karşı övünme ve böbürlenmeden başka bir şey kabul etmiyorlar.

 

Mekân-ı Baîd:

 

Mekân-ı baîd, imanın fayda vereceği teklif zamanı, teklif dün­yası geçtikten sonra, azap gelip çattıktan sonra demektir.

 

Mekâlid:

 

Mekâlîd, hazineler, anahtarlar demektir. "Miklid" veya "miklad"ın çoğuludur. Kilit veya anahtar demektir. Kilitin Arapçalaşmışı olan, "İklîd" kelimesinin kaide dışı çoğulu da olabilir.

Zumer Sûresi 63. ayette "mekâlid"den, yani kilit ve anahtar­dan maksat, yer ve gök hazineleri ve Allah'ın onlarda dilediği gibi tasarruf etmesidir.  

 

Mekr:

 

Mekr, karanlık ve gizli anlamlarına gelir. Hissedilemeyecek hile ve bir başkasına zarar vermeye çalışmaya da "mekr" de­nir.

 

Mekzûm:

 

Mekzûm, öfke ve keder dolu manasınadır.

 

Mele':

 

Mele',  kavim,  rabt (cemaat, topluluk) gibi tekili olmayan çoğul isimdir. Toplandık­ları zaman göz ve yer dolduran bir cemaat veya cemiyyet anla­mında, bunların eşrafına, ileri ge­lenlerine, görüş, fikir ve itibar sa­hibi olanlarına, işleri bitirip, so­runları çözüp ve sonuca bağlaya­cak nitelik ve yetkiye sahip bulu­nan heyete "mele’ " denir.

İbn Atiyye, "mele' " kelimesi­nin kavmin tümü için kullanıldı­ğından, toplumun ileri gelenleri­ne "mele' " denmesi benzet­me/teşbih nedeniyle, yani bütün kavmi temsil etmeleri nedeniyle­dir." demiştir.

Ferrâ, "Kur'ân'daki kulla­nımlarında, "mele' ", "raht", "ne­fer" kelimelerinin içlerinde kadın­ların bulunmadığı, erkekler veya erkekler topluluğu olduğunu" söylemiştir.

 

Melek:

 

Melek, Ebû Hayyân Endülüsi’ye göre, "melk"ten "feal" veznindendir. "Feâile" ve "feâil" vez­ninde "melâike" ve "melek" diye çoğul yapılması şaz/kuraldışı yo­luyladır. Bu anlamda "melek", kuvvetli, kuvvet sahibi demektir. "Lâm"ın esresiyle "melik" ve "lâm"ın üstünüyle "meleke" keli­melerinin manalarıyla ilgilidir.

"Melâike" bu şekilde, kıyasa uygun olmayan bir çoğul olur. Halbuki Arapça'da cem'i/çoğul, kelimenin aslını bulmanın esasla­rından biridir. Daha farklı görüş­ler de var, "mim"in zaid olmasıyla aslı "mel'ek"tir deniliyor. Öyle ki, İbni Cerîr-i Taberî dahi "melâike" "mel'ek"in çoğuludur, Arap'ta müfredinin hemzesizi, hemzelisinden daha çok ve daha meşhur­dur demiştir. Hemzesini kaldıra­rak melâikeden bir melek derler. Hemzesini kaldırarak harekesini kendisinden önceki sakin olacak olan "lam"a naklederler. Çoğul yaptıkları zaman hemze ile aslına döndürerek "melâike" derler ki bunun örnekleri çoktur.

Nitekim şair;

"Sen bir cin değil meleksin (mel'aken) gökten inerek dönüp dolaşan" demiştir. Burada "mel'aken" kelimesi "melekkan" demektir. Bazan müfredine de "mel'ek" de­nilir. Bu da "cezebe" yerine "cebeze", "şem'alu" yerine "şe'melu" denilmesi gibi bir harfin yerine başka bir harf getirmektir. Türk­çe'de de bu gibi harf değişikliği­nin örneği çoktur. Köprü-körpü, ekşi-eşki, toprak-torpak gibi.

Melek kelimesinin aslı, "melaken", "mef'al" vezninde risalet manasınadır ki, "ersele ileyhi risaleten" diyecek yerde "laeke ileyhi yelakü" fiilinden gelir. "Mel'ek" de aynı nedenle "ersaltü ileyhi" manasına mimli masdardır.

Adiyy İbni Zeydi'l-İmadî bir mısraında;

"Benden numana bir elçilik (melaken) yetişir, hapisliğim ve bekleyişim çok uzadı." demiştir.

"Melaike"ye bu risalet mana­sıyla "melaike" ismi veriliyor. Çünkü melekler Allah'ın rasulleri, elçileridir. Yani melek, mekan ismi olmak üzere "risalet yeri" ve­ya mef'ul manasıyla, rasul, mürsel, amili risalet, vesâit-i rabbâniye/ rabbanî vasıtalar demektir. Yani melek, melaike'den türemiş­tir denmiştir.

Oysa bazı dilciler, "melâike"nin "mülk"ten olduğunu ve meleklerin siyasetten bir şeyle görevli ve idareci olanına "melek", insanda/beşerde olana "melik" denilir demişlerdir. Bu durumda her melek melâikedir ancak her melâike melek değildir.

Örneğin, Naziat: 79/1, Zariyat: 51/4, Naziat: 795, Hakka: 69/17, Bakara: 2/102, Secde: 32/11 ayetleri mele­ke örnektir. Râgıb, melaike'nin te­kil için de çoğul için de kullanıldı­ğını ifade etmiştir. Buna göre "melek" kelimesi, kuvvet ve ted­birden, "melâike" de risalet manasından alınmış oluyor.

Melâike, melekten daha ge­nel ve onun cinsi oluyor. Melâike teke ve çoğula söylenir. Melek ke­limesi kuvvet ve tedbirden, melâ­ike de melekten daha genel ve onun cinsî oluyor. Her ikisinde de risalet manası vardır. [147]

"Melek" mef’al vezninden, "risâlet" elçilik manasınadır. "Ersele ileyhi risâleten"; "Ona bir mesaj gönderdi” denilebileceği gibi aynı anlama gelen "Eleke ileyhi mâliketen" de denilebilir ve bu cümle aynı anlamı ifade eder.[148]

Diğer taraftan bu kelimenin "lâm" harfi ile "hemze" harfinin yer değiştirmesi suretiyle "mel'ek" şekline sokulduğunu söyleyenler de vardır.[149] Bunlara göre, daha sonra adı geçen kelime çok kullanılan bir lafız olduğundan dolayı hemze atılmış ve "melek" haline gelmiştir. Ancak kelimenin çoğulu yapıldığında atılan bu hemze tekrar geri gelerek "melaiketu" veya "melaik" şeklinde kullanılır[150] olmuştur.

Diğer bazı bilginlere göre ise "melek" kelimesi mülk kökünden türemiştir.[151] Dolayısıyla onlara göre siyasetten bir şeye memur olanına, "melek", beşerden olanına da melik denilmiştir.[152] Ancak filologların genel kabulüne göre "melek" kelimesi "eleke" "ye'leku" kökündendir ve bu kök, elçilik yapmak aracılık yapmak anlamlarına gelmektedir.[153]

Adiyy b. Zeyd el-İbâdî bir beytinde bu kelimeyi kullanarak şöyle demektedir:

"Benden Nu'man'a bir elçilik (bir mesaj) gönder. Görüşmemiz ve bekleyişim gerçekten uzadı."[154]

İşte Arap dilinde "melek" kavramı bu elçilik anlamın­dan alınmıştır. Çünkü melekler, Allah'ın resulleri ve elçileridir. Yani "melek", ism-i mekân olmak üzere, mevzu, risalet veya mef’ul anlamıyla da "resul", "mürsel" manasını ifade etmektedir.

İslâm'dan önceki dönemde "melek" kelimesi bilini­yordu. Hatta bu dönemde meleklere tapanlar ve onları dişi varlıklar olarak kabul edenler dahi vardı. Kur'ân bunları tenkid eder ve cehaletle suçlar.[155]

Antara b. Şeddâd bir beytinde şöyle der:

"O, sana kılıcımın ucunda ölüm meleğinin daima hazır olup, hiç kaybolmadığını söyleyecektir."[156]

Arap inancına göre "melek", bir parça tanrı nite­liğinde, yada cin'den üstün olan, saygıya, hatta tapılmaya layık, gözle görülmez ruhsal bir varlık idi. Fakat tabiat üstü varlıklar sınıfında meleğin yeri belirlenmemişti. Bazen melek Tanrı ile insanlar arasında bir şefaatçi, ya da aracı idi. Ama çoğunlukla kendisi de tapınma objesi kabul edilirdi. İslâmiyet bu alanda da Araplar'ın inancına çok büyük değişiklikler getirdi. Meleklerin gerçek durumlarını belirledi ve aynı zamanda onları, görevlerine göre kendi aralarında muhtelif tabakalara ayırdı. Bundan daha da önemlisi, meleklerin tanrı olmadığını belirterek Arapların bu inancını kökünden yok etti.[157]

Kur'ân'ın bildirdiğine göre melekler, basit soyutlama­lardan ibaret olmayıp, şahsiyeti olan varlıklardır. Kanatları vardır[158] ve insan suretine girebilirler.[159] Düşünürler, şuur sahibidirler.[160] Ancak yaratılışları çok temizdir. Allah'a itaattan kaçınmazlar ve kendilerine ne emredilirse onu yaparlar.[161]

Duyulardan uzak olan cinler de melekler gibi görün­meyen varlıklardır. Çeşitli şekil ve surete girmeye ve zor işleri yapmaya güç yetirebilirler. Fakat cins ve mahiyet bakımından meleklerden ayrı yaratıklardır. Zira meleklerde evlenme yo­luyla çoğalma olmamasına rağmen, cinler arasında çoğalma vardır. Onlardan da Allah'a iman edenler olduğu gibi, etmeyenler de vardır.[162] Ancak, Allah'ın yüce kudreti yanında bunların hiç birinin gücü ve kudreti yoktur. Şu kadar var ki onlar insanların yapamadıkları zor işleri başarabilirler.[163]

İşte Kur'ân, kendi mesajında meleklerin gerçek mahi­yetini böylelikle ortaya koymuş oldu. Lügat anlamı itibariyle kelimede fazla bir değişiklik olamadığı söylenebilir. Ancak ıstılah anlamı yönüyle büyük farklılıklar olmuştur.

 

Melekut:

 

Melekût[164], göklerin ve yerin yaratıcısı, idare edicisi, ha­yat vericisi, rubûbiyet ve saltanat demektir. [165]

 

Melkit Mezhebi:

 

Melkit mezhebine, "Melkaiyye" veya "Melikiye" de denilir. İbranice "melk" kelimesinden kaynaklanmaktadır. "Hükümdar fırkası" ismiyle Katoliklik ve Or­todoksluğu anlatmak için kullanı­lır. Roma Katoliklerine "Melkit" denilir.

Larouss'ta, Melkit'in Ötükenler tarafından Katoliklere verilen bîr isim olduğu ifade edilir. Beşerel lügatinde M.S. 451 tarihinde toplanan 4. konsilin kararına tabi olanların ismidir ve bu ismin Ötükenler tarafından verildiği kayde­dilir.

İbni Hazm, Fisat'inde, "Hristiyan mezheplerinin başhcaları Melakiniyye, Nesturiyye ve Yakubiyye'dir" der. Habeş ve Nube'den başka bütün Hristiyan memleketlerinin ahalisinin, İslâm memleketlerinden, Afrika, Sicilya ve Endülüs Hristiyanlarının hep­sinin, Şam Hristiyanlarının çoğu­nun adıdır. Ebû Hayyân da Endü­lüs Hristiyanların Melkâni oldu­ğunu ve "Mesih Allah'tır" dedik­lerini belirtiyor.

 

Memnun:

 

Memnun, kesilen, tükenen, kesilmiş demektir. Bir kimse ipi kestiğinde "Menentu’l-hable" der. Memnun kelimesi bundan alınmıştır. Şair der ki:

Ömrüne yemin ederim ki, kapım, dostuma kapalı değildir. İhsanım da kesilmiş değildir.[166]

 

Menâkib:

 

Menâkib, kenarlar ve köşeler demektir. "Menkib" aslında "yan" manasınadır. Bu kökten, kişinin omuzuna "Menkibu’r-Racul" denir.

 

Menâs:

 

Menâs, sığınmak, yardım istemek ve kurtulmak demektir.

 

Menâsik:

 

Menâsik "mensek"in çoğuludur. "Nüsük" veya "nüsük mahalleri" demektir. "Nüsük" ta­pınmak demektir. Fakat hac ve kurban ile ilgili olarak kullanılır.

 

Menâsikunâ:

 

"Bizim ibadetlerimiz" İbadet ve taat mânâsına olan "mensik" kelimesinin çoğuludur.

 

Menat:

 

Menât, Medine ile Mekke arasında Müşelleh nahiye­sinde, Kudeyd adlı yerde, deniz kıyısında dikilmiş putun adıdır. Dikilen ilk put olduğu ve Amr bin Luhey Huzaai’nin diktiği ifade edilir. İlk önce Ka'be'nin yakınına diktiği bir putu Şam'dan getirmiş olduğu rivayet edilir.

Huzeyl ve Huzaa kabilesinin putudur. Kureyş ve diğer Araplar da saygı gösterip kurbanlar keser, hediyeler sunarlarmış. Peygam­berimiz bu putu Hz. Ali'ye yıktır­dı.

 

Mendûd:

 

Mendûd, birbiri üstüne binmiş manasınadır.

 

Menfûş:

 

Menfûş[167], didilmiş, bir­birinden ayrılmış veya ayrılıp da­ğılmakta, uçuşmakta olan demek­tir. Yün ve pamuk gibi şeylerin hallaç tarafından birbirinden ay­rılması anlamına da gelir. [168]

 

Menn/Minnet:

 

Menn ve minnet, iki manaya gelir. Birincisi nimet ver­me ve nimet anlamındadır. Türk­çe'deki "memnuniyet" buradan çıkmadır. İkincisi ise, hakkı eksilt­mek, kesmek; kısacası, ihsanda bulunduğu kimseye karşı ihsanı­nı bir şey saymak ve az çok ihsanı ile gururlanmaktır.

Bu gönül bulandırır, ihsanın kıymetini eksiltir veya keser. Türk­çe'deki "minnet" bu anlamdadır. Minnet çekmem, minnettarlık et­mem, minnet etmem ifadeleri Türkçe'de sık kullanılır.

 

Menn:

 

Menn, fidye almaksızın esiri salıvermek demektir.

 

Mennain li’l-hayr:[169]

 

(Mennain li’l-hayr): Kendisine ait malı (harcamaktan) olabildiğince kaçınır. Bunu nev-i şahsına münhasır bir dav­ranış haline getirmiş ve ondan/malından az bir şeyi bile as­la karşılıksız vermez. Yahut aralarını açacak herhangi bir hayır türünün yakınlarına ulaşmasını engeller. Bu (ayetin), kardeşlerinin çocuklarını İslam'a girmekten alıkoyan Velid b. Muğire hakkında indiği söylenmiştir ki o şöyle diyordu: "Sizden her kim İslam'a girerse, ben yaşadıkça kendisine hiçbir hayırla faydalı olmayacağım." [170]

(Mennain li'l-hayr): Cimri, 'Hayır' ise 'mal' demektir. [171]

(Mennain li'l-hayr): Yani, malından Allah'ın hakkım ayırmayan, çıkarmayan cimri...

"Mennain li'l-hayr"; İslam'dan alıkoyan, demektir. [172]

Menea: Men'; "atıyye"nin zıddına denir. Mani, menna' adam, yani cimri (adam) denir. [173]

"Hayr" kelimesi Arapça'da mal için de iyilik için de kul­lanılmaktadır. Birinci mana açısından: O kendi malından hiç kimsenin hakkını vermiyordu. Ne Allah'ın ne de kulla­rın hakkını veriyordu, demektir. İkinci mana açısından O, iyilik yolundan kendi kendini engellemekle kalmıyor, baş­kalarını da bu yoldan men ediyordu. Dünyada hayır yolu­nun engeli olmuştu. Bütün gücünü "iyilik hiçbir şekilde ya­yılmasın" diye harcıyordu. [174]

Mal hususunda cimridir. [175]

Hayr'ın yakınlarına ulaşmasını alabildiğine engeller. Ze­kat gibi... [176]

Görüldüğü gibi müfessirler bu iki ayette geçen "mennain lil-hayr" ifadesini;

a- cimrilik,

b- İslam'a girmelerine en­gel olmak şeklinde yorumlamışlardır. Ama öncelik sırasını cimriliğe vermişlerdir.

"Hayr" kelimesinin "mal, mülk, madde" anlamlarında da kullanıldığı bütün muteber sözlüklerde de yer almaktadır. Ayrıca Kur'an'da "hayr" kelimesinin "mal" anlamına geldiği başka ayetler de bulunmaktadır. Bakara: 2/215, 272 ve 273; Adiyat: 100/8 gibi. Sad: 38/32'de yer alan "hayr" kelimesi ise bir çok müfessir tarafından "at" diye yorumlanmaktadır.

Bu gerçekler bağlamında görülmektedir ki "hayr" keli­mesi her yer ve durumda bilinen meşhur anlamını muhafaza etmemektedir. Ancak bu gerçeği değerlendirmeyen/de­ğerlendiremeyen bazı mütercimlerimiz "hayr" kelimesini, sadece bu meşhur anlamıyla (iyilik, sevap, hayırlılık) de­ğerlendirmişler ve bu şekilde tercüme etmişlerdir.

Kalem: 68/12 baz alınacaktır.

Elmalı: ... hayır engeli ... (Hiç hayra yanaşamaz, kendi cimri olduğu gibi başkalarının yapacağı hayra da mani olur.)

Çantay: Hayırdan durmayıp men eyleyen ... (imandan, Al­lah yolunda harcamaktan, iyi amel ve hareketlerden vazgeçiren.[177] Cimri olan.[178] Bu vasıflan üzerinde taşıyan (Velid b. Muğire) in - ki cumhura göre maksud odur -on oğlu vardı, bunlara ve fakirlere "içinizden kim müslüman olursa aç bırakırım" derdi.[179])

D.İ.B.: İyiliği daima engelleyen...

Bilmen: Hayrdan men’e çalışıp durana ...

Yavuz: Hayırdan alıkoyana ...

Davudoğlu: Hayıra engel olana ...

Ateş: Hayra engel olan ...

Bulaç: hayrı engelleyip sürdüren ...

T.D.V: İyiliği hep engelleyen ...

Y. Öztürk : Hayrı engelleyen ...

Atay: İyiliği sürekli olarak önleyen ...

A. Öztürk: Hayra şiddetle engel olana ...

Koçyiğit: ... hayra engel olana ...

Hizmetli: Hayra engel olan...

Varol: İyiliği engelleyen...

Piriş: İyiliği engelleyene...

"Hayr" kelimesinin bu ayetteki muhtemel anlamlarım dipnotlarla açıkladıkları için Elmalılı ve Çantay'ın tercüme­leri hariç diğerleri bizce hatalıdır. Ancak bu iki zatın gerek­li açıklamaları da aşarak "mennain li'l-hayr" ifadesini de­yimsel yönüyle tercümelerine yansıtmaları elbette daha gü­zel olurdu.

Diğer meallerde ise "hayr" kelimesi hiçbir aydınlatıcı açıklamaya başvurulmadan tercüme edildiği için olması ge­reken anlamını yansıtmaktan uzaktır. "Hayr" kelimesinin herkesçe bilinen, değişmez, yorumlanamaz bir anlamı yoktur ki bu, hiç el sürülmeden tercüme edilsin. Bilakis daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu ifade birçok anlamı havidir ve özellikle de bu ayette açıklığa kavuşturulması zaruri bir anlamda kullanılmıştır. Mütercimlerimizin "mennain li'l-hayr" ifadesindeki "hayr" kelimesi üzerinde durmamaların­dan daha ilginç olan durum; Adiyat: 100/8'deki (Lihubbi'hayri le şedid) "hayr" kelimesini istisnasız "mal, servet, çıkar" şeklinde yani doğru bir şekilde tercüme etmiş olmalarıdır. Sonuç olarak bizce; deyimsel ifadesi ön plana çıkarılmış şu tür alternatif tercüme önerileri üzerinde durmak, doğru­ya daha yakındır:

- Cimridir

- Eli sıkıdır

veya müfessirlerin konuyla ilgili ikinci yorumuna istina­den:

- Dinden alıkoyar

- İslam'dan alıkoyar vb. diyebiliriz.

Örnek:

Eli sıkıyı, aşırı zalimi, çok günahkarı...[180]

 

Menşur:

 

Menşur[181], neşredilmiş, dürülü, kapalı değil, açılmış, ya­yılmış, satır, yazılı harfleri bir dü­zene koymak anlamındadır. [182]

 

Menûn:

 

Menûn[183], kesmek ma­nasına "men"den türetilmiştir. Ömürleri ve saireyi kesmesi dolayısıyla devir, zaman ve ölüm için kullanılır. Pek keskin anlamına da gelir. [184]

 

Merîd-Marîd:

 

Merid veya marîd kelimesi, hayır ve iyilikle ilgisi yok demek­tir. Türkçe'de bozulmuş olarak "meret" diye teleffuz edilir. Bu maddenin öz anlamı kaypaklık ile ilgilidir.

Nitekim "emred"; yalabık, "yalçın sırça saray"[185], "mürdaa"; ot bitmez, kumsal yer veya kasığında kıl bitmez kadın, "şecere-i mürda"; yaprağı dökülmüş çıplak ağaç demektir. [186]

 

Merîc:

 

Merîc, karışık demektir. İbn Kuteybe der ki: "İş karıştı" mânâsına "Merice’l-emr" "Din karıştı" mânâsına "Merice’d-din" denir. Aslında bu, bir şeyin sarsılması ve karar kılmaması manasınadır. Zayıflıktan dolayı yüzük sal­landığında, kişi: "Merice’l-hâtimu fi yedeyyi: Yüzük elimde sallandı" der.

 

Merkum:

 

Merkum; toplanmış, birbiri üzerine birikmiş, rakamlanmış, rakamlı demektir. "Ra"nın kesri, "kafin sükunuyla "rakm" ve "terkim" yazı yazmak, yazıya nokta ve hareke koymak, düzelt­mek, işaret koymak manalarına gelir.

Bir matematik ve hesaplama işareti olan rakam buradan kay­naklanmıştır.

 

Meryem:

 

Meryem, Süryanice'de "ha­dim" (hizmetkâr) anlamındadır. Arapça'da, Meryem, erkekler ile ilgili olarak, "zir" gibi bir manada kullanılır. "Zir" kadınların içine çok giren ve ziyareti çok olan er­kek demektir.

Şair Ru'be, bir beytinde;

"Kuttu li-zir'in lem tasilhu meryemehu

Dalilu ehvâi's-sibâi tendemuhu"

"Hizmetçisi kendisine ulaş­mayan meryeme (kadınlar arası­na karışan kimseye) dedim ki:

Gençlik hevesleri şaşırttığını pişman eder." diyerek, "Meryem" kelimesini kadınlar arasına karı­şan anlamında kullanmıştır. Türkçe'de "Meryem dudu" denir. [187]

 

Mesabe:

 

Mesabe, merci demektir. Bu kelime birinci babtan olup, bir kimse geri döndüğünde "sabe" denilir. Yani insanlar, senden müstağni ol­maksızın sürekli olarak oraya gider gelirler. Şâir şöyle der:

Beyt, onlara merci (varılacak yer) kılındı. Hiçbir zaman ondan müs­tağni kalamazlar.

 

Mesacid:

 

Mesâcid, "mescîd"in çoğulu­dur. "Cim"in üstün olması ile "mesced"in çoğulu da olur. "Mescîd", secde, namaz ve ibadet ile il­gili yer demektir. Kelime anlamı olarak müslim, gayr-i müslim her milletin ibadet mahalli /yeri için kullanılır.

Cinn: 72/18'deki mesâcid kelimesi de bu anlamdadır. Gelenekte ise Müslümanların ibadet yerlerinin ismidir. "Cim"in üstün olması ile "mesced", secde manasına mimli masdar veya secde yeri, secde uz­vu manasına kıyasen ism-i mekan olur. [188]

 

Mesânî:

 

Mesânî, içinde hikmetler, öğütler ve misaller tekrarlanmış olan.

Mesânî[189], "mesnâ" ve­ya "mesnat"nın çoğuludur. Kap­samlı bir anlam sahasına sahiptir. Tesniye ve istisna maddesi olan "mesna"dan da "sena"dan da tü­remiş olabilir. Bükülerek, katlana­rak, kıvrılarak, tekrar edilerek ikilenen veya başka bir şey eklene­rek kuvvetlendirilen ya da çeşit­lendirilen herhangi bir şeye "mes­nâ" denilir.

İkişer, ikili tekrarlanmış, bükülü, sağlamlaştırılmış, kuvvetli, çifteli, büklüm, büklümlü, bük­lüm yeri, kat, katlı, kıvrım, kıv­rımlı, kıvrak, cilveli manalarına gelir. Bu suretle herhangi bir şeyin gücüne, katlarına, kıvrımlarına "mesani" denilir.

Hayvanın diz ve dirseklerine "mesanii dabbe", bir vadinin büküntülerine, çıkıntılarına "mesâni'1-vadi", müzikte ikinci tele ve­ya çifte tellilere "mesânî" denir. "Mesna'leyadi" de hediye ve ba­ğışı tekrarlamak demektir.

İbni Cerîr'in İbni Abbas'tan naklettiğine göre, "mesânî"de müstesnalık anlamı da vardır. Zi­ra istisna da "saniye"den türemiş­tir. Bükülmüş ipe veya ipliğe "mesnat" denildiği gibi, döndür­me ve tekrarlama anlamıyla coş­kunluk ve şakımaya veya ikişerli anlamıyla "mesnevi" dediğimiz tertibe de "mesnat" denilir.

Bir de "isna"dan "mim"in ötresi ile "müsna"nın çoğulu olabi­lir. Övme yeri anlamına gelir. Zümer: 39/23'te buyurulduğu gibi Kur'ân'a da "mesânî" adı veril­miştir.

"Seb'an mine'l-mesâni" ise, mesânî diye adlandırılan şeyler türünden itibar kazanmış, ben­zersiz yedi şey demektir.[190]

 

Mescidu'l-Aksâ:

 

Mescidu'1-Aksâ, Ku­düs'teki "Beytü'l-Makdis"tir. Ni­tekim Peygamberimizin, İsrâ ha­disinde de "Buraka bindim, Beytü'1-Makdis'e vardım" dediği ri­vayet olunmuştur.  

 

Mescûr:

 

Mescûr, alevlendirilmiş, tutuşturulmuş, kız­dırılmış, dolgun, taşkın, okumuş, karışık, karışkan su, su­yu birbirine acısı, tatlısı karışan anlamlarına gelir. "Ateşi yaktım" mânâ­sında "Secereti’n-nâr" denir. 

Ayrıca, zıt anlamlılardan ola­rak, "boş" anlamına geldiği ve kı­yamet alametlerinden olduğu söylenmiştir.

 

Mesed:

 

Mesed, lif demektir. Vahidî şöyle der: Arap dilinde mesed, iplik demektir. Bir kimse ipliği güzelce büktüğünde "Mesede’l-habl" denir. Geniş zaman "Yemsudu" mastarı "mesd" gelir. Lif veya hurma yaprağından bükülen her şeye mesed denir.[191] 

Mesed, sağlam elyaf­tan, kuvvetli tellerden bükül­müş, kıvratılmış, örülmüş fitil, ip, halat demektir. Râgıb, "mesed" kelimesi hakkında, "hurma ceridinden/liflerinden örülür, yani fitillenir, sağlam bükülüp örülür lifdir, "imraehu memsudehu" ifadesi de, yaratılışı/hilkati habli memsud yani bükül­müş ip gibi dernekli kadındır" demiştir.

Kısacası, "mesed", hurma li­finden bükülmüş, sağlam bir ur­gan demektir. Zemahşerî, "mesed"in, ister deriden, ister liften olsun, fitilleri şiddetli bükülmüş, örülmüş urgan diye tanımlıyor.

Aynı şekilde, "raculun memsudu'l-hâlık" yani hilkati memsud adam ifadesi sağlam yapılı, güçlü kuvvetli adam demektir.

Kamus'ta ise, ip bükmek, yol­da bir düzeyde cidd-ü teabla sü­rüp gitmek manasına "mesede'l-habl" dendiği ifade edilmiştir. Kı­sacası, sağlam, iyice örülüp, bü­külmüş ipe, hurma lifinden örül­müş ipe mesed denir. [192]

 

Mesehnâ:

 

Değiştirdik, "Mesh" Bir şeyin şeklini çirkin ve tanınmayacak hâ­le çevirmektir.

 

Mesel:

 

Mesel, "misil", "nazır" yani bir şeyin benzeri, eşi demektir. Kâmûs mütercimi, "bektaş" (eş, akran) diye göstermiştir. "Şebeh", "şibih", "şebih" denildi­ği gibi, "mesel", "misil", mesil" denilir.

İkinci olarak, vaktiyle bir olay ve tecrübe münasebetiyle söylenmiş olup, "atalar sözü" di­ye dilden dile dolaşan güzel söz­lere (darb-ı meseller) ad olmuştur.

Çünkü bunların kaynağı denilen ilk hadiseler, üzerine söylenilen son hadiseye benzer sayılarak temsil edilmiş bulunur. "Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfler de yer" gibi.

Üçüncüsü şaşılacak ve garip bulunacak tuhaf ve ibretli bîr ha­le, bir sıfata, bîr kaziyyeye/önermeye ve hikayeye de mesel denir.

Darb-ı mesel gibi, dilden dile dolaşmaya ve her yerde söylen­meye layık olduğu cihetle ondan istiare edilmiştir. Bu, sadece nakil ve hikaye olunur. Darb-ı mesel gi­bi her söylenişinde bir temsil ve teşbih manası gözetilmez. Fakat ilk söylenişi hakikat de olabilir, bir temsilî istiare de olablir. Buna destan da denir. "Dillere destan oldu" diye söylenir. Destan şiirle­ri bundan alınmıştır. Bu anlam­dan hareketle mesel, delil ve hüc­cet manasına da gelir. Çünkü bu gibi meseller, gerek bir nadir ha­kikat olsun, gerek bir tahyil/akla getirme ve temsil, yani sırf bir masal olsun, bir yaygın şöhreti içerdikleri zaman, bazı gerçekler onlara benzetilerek söylenir. Me­sela, "bu iş kurt ile kuzu masalına benzer" denilir. Biri ile diğerine temsil edilerek delil getirilir.

İşte edebiyatta bir hakikati, diğer bir hakikate veya bir hayale veya meşhur bir mesele benzete­rek örneğe ait bir şekilde ifade et­meye temsil adı verilir ki, teşbih veya istiare, hakikat ve mecaz kı­sımlarına ayrılır. Edebiyatta anlat­ma ve cazibe açısından temsilin beyan ile ilgili önemli yeri vardır. Çünkü çoğunlukla akıllar, kurun­tuların müdahale ve saldırılarına maruz olduklarından, gizli dü­şünceleri iyice anlamaktan mahrum kalırlar. Temsil ise, kuruntuları akla bağlar da, hakikati, cahil ve anlayışı kıt kimselere bile anlatmaya sebep olur. Çünkü temsil, ince ve düzenli gizli düşüncelerin perdelerini atarak, onları açık his­sedilen şeyler kisvesi içinde açık­lar; tanınmadık şeyler tanınmış, görülmedik şeyleri görülmüş gibi ortaya çıkarır ve anlatır. İş bunun yerini bilmek ve güzel kullanabil­mektir.

Kur'ân, insana ait ruhu, me­selden hakikate, temsilden tahki­ke yükseltmiş ve bu yükselmeyi temin için gerçekleri aklî ve kalbî değerleriyle sağlam bir şekilde açıkladıktan ve tebliğ ettikten sonra, o akla uygun düşünceleri temsiller ile de anlayışa yaklaştırmış ve telkin etmiştir. Bunu ya­parken tahkik ile temsil arasına açık bir karine koyarak doğru ile yanlışı birbirine benzetmekten saklı tutmuştur. Bu sebeple Kur'ân'ın açıklama üslubunda tahkik karşılığında temsiller ve muhkemler karşılığında müteşabihler dahi bulacağız.

Mesel, dört şekilde tefsir edilir:

1. :Benzerlik, benzer şeyler/benzer durumlar

"İşte o meseller (benzer durumlar) var ya, Biz onları insanlar için darbediyoruz (vasfediyoruz)." [193]

"Allah bir mesel darbetti (benzer bir durumu vasfetti)." [194]

"İşte onların Tevrat'taki meseli. Onların İncil'deki meseline (onların durumlarının benzerine) ge­lince..." [195]

2. Hayat tarzı, âdet, yol, hâl ve gidiş, davra­nış

"Yoksa siz, sizden önce geçenlerin mesel olmuş halleriyle (geçmiş ümmetlerin mü'minleri için âdet olmuş hallerle) karşılaşmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?!" [196]

"Evvelkilerin meseli (halleri) geçti." [197]

"Sizden önce geçenlerden bir mesel (geçmiş üm­metlerden azaba uğrayanların hâlleri)..." [198]

3. İbret

"Böylece onları bir selef ve bir mesel (bir ibret) kıldık; sonrakiler (onların ardından gelecekler) için." [199]

"Doğrusu o (İsâ), başka değil, kendisine nimet verdiği­miz bir kuldur ve Biz o'nu İsrâîloğulları'na bir mesel (ibret) kıldık." [200]

4. Azâb

"(geçmişteki ümmetlerin) her birine meseller darbetmiştik (dünyada başlarına ine­cek azabı vasfetmiştik /anlatmıştık)." [201]

"Size meseller de darbettik (geçmiş ümmetlerin başına gelen azâbları da anlattık)." [202]

Bu buyrukla Mekke kâfirleri korkutulmaktadır.

 

Mesgabe:

 

Mesgabe, "seğab"dan mimli masdardır. Açlık içinde açlık, meşakkat ve yorgun­luk içinde açlık... Genel olarak aç­lık ve kıtlık anlamlarına gelir. Su­suzluk için de kullanılır. Bir kimse acıktığında "Seğabe’r-racul" de­nir. Râğıb, "Mesğabe, yorgunlukla birlikte açlık demektir." der.[203]

 

Mesîh:

 

Mesîh, İbranice bir ke­lime olarak, mübarek manasına gelir. Kelimenin aslı "Mesih" şek­lindedir. Hz. İsa'nın lakabıdır. İsâ ismi "İyşü" kelimesinin Arapçalaşmışıdır.

 

Meskenet:

 

Meskenet, fakirlik ve boyun eğmek demektir. Bu ke­lime, sükûn kelimesinden alınmıştır. Bu mânâda fakirliğinden dolayı az hareket eden kimseye "miskin" denir.

 

Mesnûn:

 

Mesnûn'un tefsirinde müfessirler farklı görüşler bildir­mişlerdir. Bazıları şunlardır.

1- Bozulmuş anlamı veril­mektedir. İbni Heysem, "sennee'l-mâe fehura mesnun" denilir ki, "tağayyur"   (bozuldu) demektir. Buna delil olarak da "lem yetesenneh" (henüz bozulmamış) kul­lanımını gösterir. Bu kelime, "innehu mevdû'u alâ senini't-tarîk"dan yani yol güzergâhına ko­nulmuş olmaktan alınmıştır. Çün­kü böyle olan herhangi bir şey bo­zulur, demiştir.

2- Sürtülmüş, kazınmış veya bilenmiş demektir. "Senentü'1-hacera ale'l-haceri", "taşı taşa sürt­tüm" deyiminden alınmıştır. Ni­tekim bileğiye veya bileği taşına "misenne" ve sürtülürken ikisinin arasından çıkan kazıntıya "senene" denilir. Bu kazıntı da kokar. Bozulma ve kötü koku bunun bir gereğidir.

3- Dökülmüş demektir. "Senne'l-mâe alâ vechihi  senenen" (Suyu güzelce yüzüne döktü) de­nilir.

4- Mesnun, bir şekil ve örnek üzere resimlenmiş demektir. Yü­zün özel bir şekli olan "sünnetu vechehi"den alınmıştır. Herhangi bir şeyin sünneti deyimi de bura­dan kaynaklanmaktadır.

Bu anlamlardan sonra "Hamein mesnun" ifadesi, insan nevi­nin şekli için sünnet olan özel bir şekle dökülmüş bir balçık demek olur. [204]

 

Mess:

 

Mess[205], temas etmek, dokunmak demektir. Ancak cima'dan, cinsel ilişkiden kinaye­dir. Bu bir sır olduğundan, açık delili bulunan halvet-i sabiha ile yani engelden uzak olarak tenha­ca beraber bulunmakla bilinir ve buna duhul/ gerdeğe girme de­nir. [206]

Mess, üç şekilde tefsir edilir:

1. Cima' (cinsî münasebet)  

"Ey îmân edenler! Mü'min kadınlara nikah akdi yapıp da sonra kendilerine messetmeden (yani, kendileriyle cima' etmeden) önce onları boşarsanız..." [207]

"Size bir günah yoktur; kendilerine messetmediğiniz (kendileriyle cima' etmediğiniz) kadınları boşamanızda..." [208]

"(Meryem dedi ki): Bana bir beşer messetmemiş (hiçbir kimse (erkek) benimle cima' etmemiş) iken..." [209]

"Meryem dedi ki: "Bana bir beşer messetmemiş {hiçbir kimse [erkek] benimle cima etmemiş} iken, benim için bir ço­cuk nasıl olabilir?!"[210]

"Yahut kadınlara messetmiş [211] (kadınlarla cima' etmiş) iseniz..." [212]

2. İsabet etmek, değmek, gelip çatmak

"Atalarımıza da darrâ' ve serrâ' mess etmişti (bolluk/saadet ve şiddet isabet etmişti)." [213]

"Doğrusu şeytan bana mess etti (isabet etti) nusb (kötülük/bela) ve azab ile..." [214]

"Orada onlara nasab (yorgunluk) mess etmez (isabet etmez)." [215]

"Burada bize bir nasab [yorgunluk] mess etmeyecek { isabet etmeyecek} ve burada bize bir usanç mess etmeyecek { isabet etmeyecek!"[216]

"Bize bir luğûb mess etmedi {isabet etmedi}"[217]

"Size bir hasene mess ederse (isabet ederse), on­ların hoşuna gitmez." [218]

"Sana bir hasene isabet ederse [tusibke], onların hoşuna gitmez ."[219]

3. Delilik

"Onlar ki, şeytanın çarpıp messettiği (delirttiği) kimse..." [220]

 

Mestur:

 

Mestur, muntazaman yazılmış demektir. Kitâb-ı Mestûr'dan kastın, Tevrat olması mümkünse de "ve'1-Kitâbi'l-Mestûr" olarak değil de, nekre olarak "ve Kitâbun Mestur" şeklinde buyurulması, bunun henüz tanınmayan başka bir kitap olduğuna işaret eder.

Kıyametteki amel defteri ol­ması daha tercihe şayandır. Kur'ân olması da mümkündür.

 

Mesûbet:

 

Mesûbet, sevap ve mükâfat demektir.

 

Mesvâ:

 

Mesvâ; barınak, kalınacak yer, makam demektir. Bir kimse bir yerde ka­lıp ikamet ettiğinde "Sevâ bi’l-mekâni" denilir. Mesvâ kelimesi bundan alınmıştır.  

Mesvâ, üç şekilde tefsir edilir:

1. Me'vâ (sığınak, barınak)

"Allah dönüp dolaştığınız yeri ve mesvânızı (me'vânızı: sığındığınız, barındığınız yeri) bilir."[221]

"Onların (kâfirlerin) mesvâları (me'vâları: barınakları) ise o ateştir."[222]

"Mütekebbirlerin mesvâ'sı (me'vâsı: barınağı) ne kötüdür!"[223]

"Artık sabredebilirlerse, ateş onlar için bir mesvâdır (me'vâdır: barınakır)."[224]

2. Menzil (mevki ve konum)

"Onun mesvâsını (mev­kini/konumunu) yüksek/şerefli (güzel) tut!"[225]

"Doğrusu o benim efendimdir. Bana güzel (iyi) bir mesvâ (mevki, konum) vermiştir."[226]

3. Bir mekânda/yerde ikâmet etmek

"Sen (ey Muhammed!) ehl-i Medyen içinde sevâ (sâviyen) etmedin (Medyen’de ikâmet eden biri­si değildin ki onların hallerini bilesin de Mekkelilere durumlarını bildiresin.)"[227]

 

Meş'ari'l-Harâm:

 

Meş'ari'l-Harâm[228], sa­hih bir rivayete göre, Müzdelife'de Cebel-i Kuzah diye isimlen­dirilen ve üzerinde "mikade" ta­bir olunan, "hürmet edilen ala­met" demek olan silindir şeklinde bir taş bulunan tepenin ismidir.

Önceleri, burada odunlarla ocaklar, Hârûn er-Reşîd zamanın­da büyük mumlar, daha sonra bü­yük kandiller yakılırdı. Bugün üze­rine bina yapılmıştır. Asıl Meş'ari’l-Haram budur. Meş'ari'l-Harâm'ın yanı da Müzdelife'dir.[229]

 

Meş'eme:

 

Meş'eme[230],"şum" (uğur­suz) yer, yani sol kol, yahut yümnün (sağın) tersi olan şe­amet/uğursuzluk, musibet mana­larına gelir. Ashâb-i Meş'eme de so­lak tarafta, alçak mevkide bulunan değersiz, yahut kendilerine yakınlarına, zararları, uğursuzlukları do­kunan kimseler demek olur [231]

 

Meşhûn:

 

Meşhûn, ağır eşya ile doldurulmuş manasınadır. 

 

Meşrabehum:

 

Su içecekleri yer ve taraf demektir.

 

Meşy

 

Meşy, dört manada tefsir edilir:

1. Devam etmek, dolaşmak, gidip gelmek

"Onları aydınlattım! onda meşî ederler (de­vam eder giderler)." [232]

"O halde onun omuzlarında meşî edin (dolaşın, gidip gelin)." [233]

2. Hudâ/hidâyet

"İnsanlar içinde, kendisiyle meşî edeceği bir nûr (kendisiyle hidâyete ereceği bir îmân) yaptığımız kimse..." [234]

"Sizin için, kendisiyle meşî edeceğiniz bir nûr (hidayete ereceğiniz bir îmân) yapsın." [235]

3. Geçmek, geçip gitmek

"Kendilerinden (Mekkelilerden) evvel kaç kuru­nu helak etmemiz, onları (Mekkelileri) hidâyete iletmedi mi, ki onların (helak edilenlerin) mes­kenlerinde meşî ediyorlar (onların kasabaların­dan geçiyorlar)." [236]

"Kendilerinden (Mekkelilerden) evvel kaç kuru­nu helak etmemiz, onları (Mekkelileri) hidâyete iletmedi mi, ki onların (helak edilenlerin) mes­kenlerinde meşî ediyorlar (onların kasabaların­dan geçiyorlar)." [237]

4. Bizatihi yürümek

"Şayet yeryüzünde mutmain meşî edenler (ika­met edip yürüyenler) melâike olsaydı..." [238]

"Bu nasıl Rasûl yemek yiyor ve çarşı-pazarlarda meşî ediyor (yürüyor/dolaşıyor)?!" [239]

"Rahmân'ın kulları yeryüzünde tevazu ve mülâyemetle meşî ederler (yürürler)." [240]

 

Meta':

 

Meta'; yenilecek, içilecek, giyilecek ve benzeri faydalanılabi­lecek şeydir.

Meta', kazanmak ve fayda­lanmak demektir. Faydalanılan herhangi bir şeye denilebilir. Me­ta', satılık kumaş ve kullanılacak alet ve edavat, gerek aletler ve edavatlar gerek mallar ve diğer faydalanılmaya yarayan az çok gerekli şey manalarına gelir. Türkçe'de "matah" dediğimiz za­man bu manayı kastederiz.

"Metâ-ı gurur", müşteriyi kandırmak için allanıp pullana­rak hoş gösterilen ve alındıktan sonra aşağılık olduğu anlaşılan mal demektir. Gurur, aldanmak demek olduğu gibi, "garr"ın ço­ğulu olarak aldatıcılar da demek olabilir.

"Fîhâ metâen lekum büyü­ten" içlerinde herhangi bir şekilde faydalanma yetkisi bulunulan ev­ler, odalar demektir. Han, ha­mam, dükkan gibi açık olan yerle­ri içine aldığı gibi harap evleri, kendi evi içindeki konuklar için ayrılmış, ancak oturanı bulunma­yan odaları da kapsar.

Nur: 24/29 ayetinde, meta', "bü­yük" evler ile birlikte kullanma, "faydalanma yetkisi bulunulan evler" anlamındadır.[241]

Meta', dört şekilde tefsir edilir:

1. Ulaşılacak/varılacak son nokta

"(Allah, Âdem, Havva ve İblis'e şöyle buyurdu: "Sizin için yeryüzünde bir hîne kadar bir müstekarr ve bir meta' (ecellerinizin nihayetine ulaşacağınız/ecellerinizi sona ereceği vakte kadar) vardır." [242]

"Sizin için yeryüzünde bir zamana kadar bir müstakarr ve bir meta' (faydalanma} vardır."[243]

"(Nebileri, Arab müşriklerine şöyle dedi): "Belki de o sizin için bir fitne ve bir vakte kadar bir metâ'dır" (ecellerinizin nihayetine ulaşıncaya kadar bir imtihan vesilesidir)." [244]

2. Menfaatler/faydalar

"Deniz avı ve onu yemek sizin için helâl kılındı ki: hem sizin, hem de seyyarlar için bir meta' (hem sizin, hem yolcular için birtakım fayda) olsun." [245]

"Meskun olmayıp da içlerinde sizin için meta' (sıcak ve soğuğa karşı menfaatler) bulunan evlere (hanlara /konaklama yerlerine) girmenizde bir gü­nah yoktur." [246]

"Gördünüz mü yakmakta olduğunuz ateşi: onun ağa­cını siz mi inşâ ettiniz, yoksa Biz mi inşâ ettik?! Biz onu (dünya ateşinden) bir hatırlatma ve bir meta' (birtakım faydalara vesile) kıldık; mukvîn (çıplak arazilerde kalanlar) için."[247]

"Sizin ve en'âmınız için bir meta' (yani, fayda/fayda­lanma) olmak üzere..." [248]

3. Boşanan kadına verilen mut'a/kendisi ile yararlanılacak herhangi bir mal

"Boşanan kadınların, ma'rûf üzere bir meta' hakları vardır (yani, eşi ona imkânına göre mehrin dışında faydalanacak bir şey (mut'a) vermekle yükümlüdür). Bu, muttakiler üzerine bir borçtur." [249]

"Güzel bir şekilde metâ'landırın (erkek, boşadığı kadına imkânları ölçüşünce bir mut'a, kendisiyle yararlanacağı bir mal vermelidir). Bu, muhsinler üze­rine bir borçtur." [250]

4. Demir, kurşun, kırmızı ve sarı ba­kır

"Veya bir meta' (demir, kurşun ve sarı bakır) el­de etmek için... onun gibi bir köpük çıkar." [251]

 

Metrabe:

 

Metrabe, "turab"dan mimli masdar olarak topraklanmak demektir. "Zâ metrabe" Türk­çe'de "toprak döşenip taş yasla­nan" ta'bir edildiği sebebiyle, şid­detli fakirlik ve ihtiyaçtan kinaye­dir. Yoksulluğu ve sefaleti anlatır.

Metrebe, fakir düşmek demektir. Bir kimse fakir düşüp toprağa yapıştığında "Teribe’r-racul" denir. Zengin olup başkasına ihtiyaç hissetmediği zaman da "Etrab" denir. "Esrâ" kelimesi de böyledir.[252]

 

Mev'ûde:

 

Mev'ûde, küçükken di­ri olarak gömülüp öldürülen kız­cağız demektir. "Veade"den türe­miştir. "Ve'd" aslında, "evd" gibi ağır basmak anlamıyla ilişkili olup cahiliye Araplarının kız çocukları­nı diri diri kabre gömmek adetleri­ni ifade etmek için kullanılır.

Araplar bu vahşi geleneği, çe­şitli gerekçelerle uygulamışlardır. Bazen açlık korkusunu gerekçe göstererek (öyleki, bazen erkek ço­cuklar bile doğar doğmaz toprağa gömülürdü), bazen utanma duy­gusu sonucu, bazen da melekleri dişi olarak kabul ettikleri için, kız­larını melekler safına göndermek için onları öldürürlerdi. [253]

 

Mevâzîn:

 

Mevâzîn[254], "mîzân"ın çoğuludur. Aslı "mivzan"dır. Mevâzîn, "mevzun"un çoğulu da olabilir. Mîzân, terazi, tartı aleti ölçme aleti, özellikle ağırlıkları ölçmek için kullanılan alettir.

Ağırlıkla ilgili olmayarak, adalet ve hukuk gibi manevî olan herhangi bir değeri mukayese ile ilgili mecaz olarak da kullanılır. Ahirette açıklanacak amel defteri­ne mizan denilmesi bundan dola­yıdır. [255]

 

Mevdûne:

 

Mevdûne, birbirine geçirilmiş gibi sağlam bir şekilde dokun­muş demektir. A'şâ şöyle der:

Davud örmesinden sağlam bir şekilde örülmüştür. Kabile ile birlikte deveden deveye nakledilir.[256]

Mevdûne, altın, inci, yakut ve elmas gibi mücevherata denir. Mücevherat çakmalı veya işlemeli, yani murassa / süslü, mücevherlerlerle süslü demektir. Birbirine yakın bir şekilde düzen­le ve özenle dizilmiş anlamı da vardır.

 

Meveddet:

 

Meveddet, muhabbet, sevgi demektir. Bizim muhabbetnâme, meveddetnâme tabirlerimiz ne­deniyle mektuba da denir. Mumtehine Sûresi 1. ayette "mevedde" mektup anlamında­dır. [257]

Meveddet, dört şekilde tefsir edilir:

1. Muhabbet/sevgi

"Muhakkak ki îmân edip sâlih ameller işleyenler var ya, Rahman onlar için bir vüdd yapacak (Rabb'leri onları sevecek ve dostalarına da sevdirecek­tir)." [258]

"Şüphesiz Rabbin rahimdir, vedûdtur (dostlarını sevendir)." [259]

"O gafurdur, vedûdtur (dostlarını sevendir)." [260]

"Aranızda bir meveddet (sevgi) yapmıştır." [261]

2. Nasihat (birinin iyiliğini istemek)

"Ey îmân edenler! Benim de düşmanım, sizin de düş­manınız olanları velîler edinmeyin; onlara meveddet ilka ediyorsunuz (nasihat ilkâ ediyorsunuz, iyi­liklerini istiyorsunuz)..." [262]

"Onlara gizli bir meveddet beslemeyin (nasihat ver­meyin, içten içe iyiliklerini istemeyin)!" [263]

"Olur ki Allah onlardan düşmanlık ettiklerinizle sizin aranızda bir meveddet (nasihat, iyiliklerini is­teyecek bir durum) meydana getirir." [264]

3. Sıla (akrabalık bağını gö­zetmek)

"De ki: "Buna karşılık sizden -akrabalıkta meveddet (akrabalık bağını gözeterek bana eziyet etmeme­niz ve Rabbimin risaletini tebliğ edebilmem için beni korumanız) hariç- ücret istemiyorum." [265]

4. Dinde meveddet/sevgi

"Olur ki Allah onlardan düşmanlık ettiklerinizle sizin aranızda (dîn ve velayet hususunda) bir meveddet (bir dostluk/sevgi) meydana getirir." [266]

"Kendisiyle sizin aranızda, (dîn ve velayet hususunda) bir meveddet (dostluk, bağlılık, sevgi)) olma­mış gibi..." [267]

 

Mev'iza:

 

Mev'ıza[268], öğüt verme anlamındadır. Din yolunda layık olmayan şeylerden yasaklamayı ifade eden söz demektir. [269]

 

Mevlâ:

 

Mevlâ, yakın, yardımcı demektir.

 

Mevt:

 

el-Mevt, beş şekilde tefsir edilir:

1. Halkedilmemiş nutfe (suret ve­rilmemiş canlı)

"Halbuki siz ölüler (halkedilmemiş nutfeler) idi­niz size hayat verdi (sizi halketti ve size ruhlar verdi)." [270]

"Bizi iki kere mevt ettin (biz birinci ölüm demek olan nutfeler halinde bulunuyor iken bizi halkettin)..." [271]

"Hayy'dan (canlıdan) meyyiti (nutfeyi) çı­karırsın." [272]

"Kimdir; meyyitten hayyı çıkaran, hayydan meyyiti çıkaran?" [273]

"Meyyitten hayyı çıkarır, hayydan meyyiti çıkarır." [274]

2. Tevhidden sapmış/dalâlette olan kimse

"Meyyit (hidâyetten sapmış/dalâlette) iken ken­disine hayat (hidâyet) verdiğimiz..." [275]

"Hayylar (diriler, mü'minler) ile emvât (ölüler mesabesinde bulunan kâfirler) bir ol­maz." [276]

Bu, Yüce Allah'ın kâfirler ile mü'minler için darbettiği bir meseldir.

"Doğrusu sen mevtaya (îmânı işitmek hususunda ölü­ler mesabesinde olan kâfirlere) işittiremezsin." [277]

"De ki: "Ben sizi ancak vahy ile uyarıyorum Ama ne kadar uyarılsalar da sağırlar çağrıyı işitmezler"[278]

3. Toprağın verimsizliği ve nebatın az­lığı

"Rahmetinin/önünde rüzgârları müjdeci olarak gönde­ren O'dur. Nihayet bunlar ağır yüklü bulutları hafif birşey gibi kaldırdıklarında Biz onları meyyit (nebatsızhktan dolayı ölmüş) bir beldeye sevkederiz de..." [279]

"Onunla (o su ile}, ölümünün ardından arzı {ço­raklığının ve nebatsızlığının ardından toprağı nebat ile) canlandırırız"[280]

"Meyyit arz (çoraklık ve nebatsızlıktan dolayı ölmüş toprak}, ona hayat verdik (onu nebat ile canlandırdık}"[281]

(Kur'ân'da geçen) beldeten meyten (ölmüş belde) ve el-ardu'l-meyte (ölmüş arz) ibareleri, "kurak ve ve­rimsiz toprak" ve ahyeynâhâ (onu canlandır­dık/ona hayat verdik) ifadeleri de "bitkiyle onu canlandırdık" demektir.

4. Dünyadaki rızkını tüketmemiş olduğu halde, ceza olmak üzere ruhun/canın alınması

"Sonra (ey İsrâîloğulları/şükredesiniz diye mevtinizin ardından sizi ba's ettik (ey İsrâîloğulları, Mûsa’dan taleb ettiğiniz şeyler dolayısıyla -ceza olmak üzere- sizi öldürdük, ardından da tekrar dirilttik)." [282]

"O kimseler ki, hazere'1-mevt (ölüm korkusuyla) di­yarlarından çıktılar -ki onlar binlerce kişiydi- bu­nun üzerine Allah onlara, "Mevt olun (ölün)!" dedi." [283]

Onlar da öldüler ve sekiz gün ölü olarak kaldılar. [284] Bunun ardından Allah onları tekrar diriltti.

5. Bizatihi mevt (ölüm): ecellerin gelmesi sonucu ruhların/canların çıkması -ki bu da, ölen kimsenin dünyaya dönüşünün sözkonusu olmadığı ölümdür-

"Şüphesiz sen de meyyit olacaksın (öleceksin), şüphe­siz onlar da meyyit olacaklar (ölecekler)." [285]

"Her nefis mevti tadacaktır." [286]

Buradaki "ölüm", kişinin Diriliş Günü'ne kadar tekrar dünyaya dönmesinin sözkonusu olmadığı ölümdür.

 

Meysir:

 

Meysir[287], "yusur" veya "yesar"dan mimli masdar olarak, kumar oynamak anlamındadır. Kumarda zahmetsiz ve kolaylıkla mal çarpmak ve çarptırmak var­dır.

Cahiliye devrinde Araplar gerek kendilerine, gerekse Acemler'den ve diğer milletlerden bel­ledikleri "nerd" (tavla), satranç gibi oyunlarla kumar oynarlardı.

Frenklerin "piyango" dedik­leri tarzda bölüşme yolu ile oyna­dıkları bir kumarları vardı ki, bu­nu "hayır" bile sayarlar, övünerek yaparlardı. Bu kumarda/piyan­goda kazananlar paylarını fakirle­re dağıtırlardı. "Meysir" denilen bu şekildeki kumar oyunları diğer kumarlara göre ehven-i şer sa­yılırdı. Zamanla bütün kumar çe­şitleri için "meysir" denilmiştir [288]

 

Meyt/Meyte:

 

Meyt[289], ölü demektir. "Meyte" ise (zebihsiz) tezkiyesiz, üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen veya öldürülen hayvan için kullanılır. Meyte, canlının karşıtı olan ölü demek değildir. Aynı şekilde haricî herhangi bir tesir olmadan ölen demek de de­ğildir. Mezbuh (kesilmiş), şer'î manasıyla "müzekki" karşılığı ölüdür.

"İlâ mâ zekkeytum" (ancak tezkiye ettikleriniz) ayetinin an­lattığı gibi. [290]

 

Mısr:

 

Mısr[291], hem özel hem de cins isim olarak kullanılır. Özel isim olduğunda gayr-i munsarif olur. Cer ve tenvin kabul etmez. Üç harfli ve ortası sakin olduğun­dan, "nûh", "lût" gibi munsarif olabilir. Cins isim olduğunda genellikle "kasaba" anlamına gelir.

Nitekim Cuma namazının şartlarından birisi de "mısr"dır denir. İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışından sonra geri dönemedikleri için müfessirler buradaki "mısr"ı Arz-ı Mukaddes'teki herhan­gi bir kasaba anlamında cins isim olarak tefsir etmişlerdir. [292]

 

Midad:

 

Midâd, bir şeyin uzatılmasına yarayan şeyin ismi­dir. Ancak yazı yazılan mürekke­be de midad denilmiştir.

 

Midrâr:

 

Midrâr; bolca, arka arkaya demektir.

 

Mihad:

 

Mihâd, beşik ve karyo­la gibi döşenmiş döşek, yeryüzü ve sema anlamlarına gelir. Yeryü­zü, insanlar için cevvi sema içinde böyle döşenmiş bir döşek gibidir.

 

Mihrab:

 

Mihrâb, mescidlerin ön tara­fında, imamın duracağı yerin is­midir, Bakara: 2/37 ayetindeki "mihrab"dan murad ise, mescidde merdiven ile çıkılan bir mahfil ve­ya hücredir.

Mihrâb, mif'al vezninden ism-i alet olduğu gibi bir de "midrar" gibi mübalağa sığası olur ki, "mihrâb"ın bu mânâdan çıktığı söyleniyor. Keşşaf’ta, "mehârîb"in ibtizalden/bayağılıktan korunmuş meskenler ve mahfiller olduğu, bunların hamiyyet ve özenle muhafaza olunduğu için "mehârib" diye isimlendirildiği ifade edilmektedir.[293]

 

Mîkât:

 

Mîkât[294], bir şeyin za­manını, vaktini belirleyen sınır­dır. Kıyamete, dünyanın sonunu belirlediği için mikat denilmiştir. [295]

Kur'ân'da türevleriyle birlikte 13 âyette geçen bu kelime, "hacc" la ilgili kavramlardandır. Çoğulu "mevâkît"tir. Fiilin aslı "va-ka-ta" kökünden gelip, bir şeyin veya zamanın sınırlarını ihtiva eder. Aynı zamanda bir zaman birimi olup her şey için sınırlanan zamanı bildirir.[296]

Sîbeveyh, "vakt" lafzını mekânla birlikte kullanarak ona şöyle anlam verir: "Vakt" belli mekân içinde, belli bir süredir." Yine o, bunu sınırsız zaman içindeki belli bir vakte teşbih yaparak şöyle devam der: "Nasıl ki her hangi bir mekânın sınırları bellidir, zaman içinde de vaktin sınırları bellidir. Ancak bu belli ve sınırlı zaman, bir mekânla da kayıtlıdır. Dolayısıyla "mîkât" kelimesi belli fiil ve yer için belirlenmiş ve sınırlanmış zaman anlamını ifade eder.[297]

Câhiliye döneminde bu kelimenin, hac için zaman veya mekân anlamında kullanılmış olduğuna dair her hangi bir kanıta rastlayamadık. Zira o dönemde, insanlar Kâbeyi ziyaret veya hac yapmak istediklerinde, herhangi bir vakit sınırla­madıkları gibi önceden kararlaştırdıkları belli bir takım şartlar da yoktu. Buradan hareketle, Kur'ân, hac için mutlak bazı şartlar, mekânlar ve zamanlar önermiştir. Böylelikle "mevâkît" kelimesi de haccm ıstılahlarından biri haline gelmiştir.[298]

Kur'ân'da bu kelime bir âyette kullanılmıştır. Bu da o dönemde "ay" ile ilgili bir soruya cevap olarak nazil olmuş­tur.[299] Âyetin meali şudur:

"Sana yeni doğan ayları sorarlar. De ki, o, insanların faydası için, bir de hac için vakit ölçülerdir."[300]

 

Millet:

 

Millet[301], lügatte, söyle­yip yazdırmak veya ezbere yaz­mak manasına gelen "imlal" masdarıyla, yani, "imla" manası ile ilişkili bir isimdir. Zemahşerî'nin Esös'ta beyanına göre, millet keli­mesinin asıl manası "tarîkat-i meslûke" (gidilen yol) demektir ki, doğru veya eğri olabilir. Bu an­lamda, "dîn" ve "şeriat" manala­rında da kullanılmıştır.

Şehristânfnin el-Milel ve'n-Nihâl'deki açıklamasına göre dîn; şeriat, millet denilen şeyler haddi­zatında aynı şeylerdir. Ancak iti­baren ve mefhumen her biri özel­likle birbirinden ayrılır. İtikad açı­sından dîn, amel açısından şeriat, toplumsal açıdan millet denilir.

Gerçekte, itikad edilen, iman edilen ne ise amel edilen de odur. Amel edilen ne ise esas itibariyle toplumsal olarak kabul gören an­layış ve uygulama da odur.

Şu halde mîllet, bir toplulu­ğun etrafında toplandığı ve üze­rinde yürüdüğü başka bir deyişle toplumsal ruhunun tabi olduğu, toplumsal yapısının bağlı bulun­duğu hakim ilkeler ve gidilen yol­dur. Bu yolun hakkı hak, hak olmayanı hak olmayan, eğrisi eğri, doğrusu doğrudur. Şu kadar ki hak olanı güzele, hak olmayanı hüsrana götürür.

Demek ki millet, sosyal ve toplumsal yapının, kurumun ken­disi değildir. Ona cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet denilir. Örneğin, Yahudilik ve Hristiyanlık birer millet, Yahudi ve Hristiyanlar ise ehl-i millettir.

Ancak bazen millet kelimesi, mecaz olan "ehl-i millet' kelimesi yerine de kullanılmaktadır, "Mil­let şöyle yaptı, böyle yaptı" deni­lir ki bu kavim demektir. Nitekim Bakara Sûresi'ndeki "millete İbrâhîm" ifadesi her iki manaya da tefsir edilebilir. [302]

 

Milletehum:

 

"Onların dini" Millet, din demektir. Çoğulu "milel" gelir. Mil­let kelimesinin aslı, girilen yol demektir. Bilahare, Allah'ın indirmiş oldu­ğu dine isim olmuştur.

 

Mimmâ:

 

Mimmâ, idğam ile, "min mâ"dır. "Mâ" kelimesinin Türk­çe'de en güzel karşılığı "nesne"dir. Fakat bu kelimeye, kay­betmek üzere bulunulan "şey" deniyor. Gerçi "mâ" genelde veya çoğunlukla "şey" manasına da gelirse de asıl manası "akılsız olan şey" veya şeylerdir yani nes­nelerdir. Akıllıya "men" denilir. Bunun için eskiden "mâ" nesne, "men" kimse diye ayırt edilirdi. [303]

 

Min

 

Min, dört şekilde tefsir edilir:

1. Kelâmda sıla (mana taşımayan ulama eda­tı)

"Ta ki günahlarınızdan (min-zünûbikum) (bütün günahlarınızı) mağfiret buyursun." [304]

"Dinden (mine'd-dini) (dîni) sizin için şeriat yaptı." [305] 

"Mü'min erkeklere söyle: "Bakışlarından (min-ebsârihim) kıssınlar" (gözlerini tümüyle/bakışlarının tümünü ma'siyetten sakınsınlar)." [306]

"Mü'min kadınlara söyle: "Bakışlarından (min-ebsârihinne) kıssınlar" (gözlerini tümüyle/bakışları­nın tümünü ma'siyetten sakınsınlar)." [307]

"Rabbim! Bana mülkten (mine’l-mülki) (mülk) verdin." [308]

2. Min-emrihi (O'nun emrinden), O'nun/Kendi emri ile

"Emrinden (min-emrihi) (emri ile) rûh ilka edi­yor." [309]

"Onda melekler ve rûh, Rabb'lerinin izniyle herbir emrden (min-külli emrin) (herbir emr ile) iner de iner." [310]

"Ve o sıkıştırılan bulutlardan (mine'l-mu'sırât) (sıkıştırılan bulutlar ile) şarıl şarıl bir su indirdik." [311]

"Önünden ve arkasından onu Allah'ın emrinden (min-emrillâhi) (Allah'ın emri ile) muhafaza eden izleyiciler vardır." [312]

3. Fi (...de, ...da, içinde)

"O zaman Allah'ın emrettiği yerden (min-haysu emerekumullâhu) onlara varın (Allah'ın emrettiği yer olan ferc'de onlarla ilişki kurun)!" [313]

"De ki: "Allah'ı bırakıp çağırdığınız ortaklarınız hak­kında reyiniz nedir? Onlar yerden (mine'l-ardı) (yerde); neyi yarattılar Bana gösterin!" [314]

"De ki: "Allah'ı bırakıp çağırdıklarınız hakkında reyiniz ne­dir1? Yeryüzünde neyi halketmişler bana gösterini Yoksa on­ların göklerde mi bir ortaklığı var?! Eğer doğru söyleyenler­den iseniz bundan önce (indirilmiş) bir kitab yahut bilgiden bir eser getirin bana" [315]

4. 'Ala (...e, ...a, ...üzerine/ karşı)

"Âyetlerimizi yalanlayan kavmden (mine'l-qavmi) (kavme karşı) o'na (Nuh'a) yardım ettik." [316]

 

Minhac:

 

Minhâc, açık yol demektir. Fransızca'ya, "methade" kelime­siyle tercüme edilebilir. Bazıları, şir'a ve minhâcın aynı manaya geldiğini, te'kit için tekrarlandığı­nı, her ikisinin de maksadının din olduğunu söylemişlerdir. Diğerle­ri bu kelimelerin farklı olduğuna, şir'a mutlak şerîatten, tarikat da mekârimi şerîatten ibarettir, minhâcdan maksat budur demişler­dir, İbnu'l Enbârî, "şir'a, açık veya kapalı olabilen yoldur; minhac ise sürekli açık olan yoldur" demiştir. Maide: 5/48'deki şir'a ve minhac kelime­lerinin aynı manada olmadıkları açıktır. Şir'a; zaman ve şartların değişmesiyle değişebilen dinin te­ferruatı (furuu), minhac ise; da­ima sabit açık ve devamlı olan di­nin aslıdır. Şir'a bunun şubeleri ve çeşitleri demektir. Her milletin mensub olduğu peygambere in­dirdiği özel hükümler birer şir'a, Allah'a, peygamberlere, ahîrete, iman gibi bunların hepsinin müş­terek ve birlik olduğu usule de minhac denir, [317]

 

Minsee:

 

Minsee, baston demektir. Kendisiyle korunulduğu ve zararlı şeyler uzaklaştırıldığı için, bastona bu isim verilmiştir. Şair şöyle der:

İhtiyarlıktan dolayı bastona dayanarak yürüdüğünde, artık eğlence ve flört senden uzaklaşmıştır.[318]

 

Mirra:

 

Mirra[319], "mürur" masdarından bina-i nevi'dir. Öd, akıl, kuvvet, kat, sağlamlık gibi anlam­lara gelir. "Zû mirra" da, etki eden, etkili, nüfuz sahibi, yürekli, kuvvetli, güzel manzaralı, sağlam yapılı, akıllı mânâlarına gelir.[320]

 

Mirsad:

 

Mirsâd[321], "rasad"dan ismi alet veya "mit'am" gibi mü­balağa sigası vezninde olmakla birlikte "mihrab", "mizmar" gibi daha ziyade ism-i mekan olarak kullanılır.

Mirsâd, dürbün gibi rasatha­ne aletinden ziyade rasad/gözetleme yeri manasında kullanılır. Avcının av gözetlediği gözetleme yeri, gözetleme noktası anlamına gelir. Ancak gözetleme yeri için de gözetleme aleti için de kullanılmaktadır. [322]

 

Mirye:

 

Mirye, büyük şek ve şüphe demektir.

 

Misâq:

 

Misâk, yeminle pekiştirilerek verilen sözdür. Yeminsiz verilen söze de ahid denir. Misak, ahidden daha kuvvetlidir.

 

Misâqakum:

 

"Yemininiz" Misâk, yemin ve benzeri şeylerle pekiştirilen ahittir. Buradaki ahitten maksat, Tevrat'ın hükümleri ile amel etmektir.

 

Misbah:

 

Misbâh, sabah ve sabahat maddesinden alet ismidir. Sabah gibi latif, kuvvetli ve aydınlık ve­ren lamba demektir.

Kur'ân'da güneşe "sirâce" denildiği halde, Nur: 24/35'teki "mis­bâh" kelimesinin kullanılması bu­na nisbeten güneşin sıradan bir kandil seviyesinde kalacağını ima eder. [323]

 

Miskâl:

 

Miskâl, ağırlık ve miktar demektir.

 

Miskîn:

 

Miskin[324], hiçbir şeye sahib ve malik olmayan, biçare çaresiz, kendi kendini geçindiremeyen yoksula denir. Yoksulluktan, fakirlikten durgun hale gelmiş, bu yoksulluk dolayısıyla, melul, za­yıf ve zelil olan kişiye de miskin denilir. Miskin fakirden daha fa­kir olan kişi demektir. Fakir az çok yiyecek bulabilirken, miskin bundan da aciz olan kimsedir. [325]

 

Mizâc:

 

Mizâc[326], İsm-i alet mâ­nâsında, bir şeye meze olunan, karıştırılan, katkı demektir. Bu katkının özelliğini tüm karışımda belli eder. Örneğin şerbete katılan gül suyu onun mizacı olur. [327]

 

Mizan:

 

Mîzân[328], "mîsâk" gibi, hem vezin manasına masdar, hem de vezin aleti terazi manasına is­mi alet olabilir. Vezin, eşyanın di­ğerine göre miktarı veya miktarı­nın tanınmasıdır ki, mizan ağır­lıkla ilgilidir.

Bir mukayese ve dengeleme ile yapılır. Bu mukayesenin yapıl­dığı alete de "mizan" denilir. Bu suretle "vezin" daima bir muade­le, denkleşme oranını ifade etti­ğinden adalete ve adaletin ölçüsü olan şeriate de mizan denilmiştir. [329]

 

Mubîn:

 

Mubîn[330], "ibâne"den ism-i faildir. "İbâne" ise geçişsiz ve geçişli olur. Lazım olunan (ge­çişsiz) mübin, beyyin (açık) de­mektir. Geçişli olunca mübeyyin gibi beyan (açıklayıcı) veya furkan gibi ayırıcı demektir. [331]

 

Mu'cizîn:

 

Mu'cizîn, Allah'ın azabından kaçıp kurtulanlar.

Mu'cizîn, iki şekilde tefsir edilir:

1. Sâbiqîn (ileri gidenler, öne geçenler, kur­tulanlar)

"Siz mu'cizîn (aciz bırakacaklar) değilsiniz (ha­bis amellerinizle Allah'tan kurtularak ceza görmek­ten kaçamazsınız)."[332]

"Doğrusu onlar âciz bırakamazlar (lâ yu'cizûn) (kaçarak Allah'tan kurtulamazlar)."[333]

"Bilin ki siz asla Allah'ı aciz bırakacak (mu'ciz) değil­siniz (amellerinizle Allah'ın önüne geçemezsiniz, O'ndan kurtulamazsınız)."[334]

"Yerde ve gökte mu'cizîn (âciz bırakacaklar) değilsiniz (habis amellerinizle Allah'ı geride bırakarak kaçıp O'ndan kurtulamazsınız)."[335]

2. Musbitîn (mani olanlar, geri bırakanlan alıkoyanlar, engelleyenler)

"Ayetlerimiz hakkında mu'accizlik için (mu'âcizîn) ça­balayanlar (Kur'ân âyetleri hakkında insanları îmân etmekten alıkoymak için çalışanlar) var ya, işte onlar azgın alevli ateşin arkadaşlarıdırlar."[336]

"Ayetlerimiz hakkında mu'accizlik için çabalayanlar (mu'âcizîn) (Kur'ân âyetleri hakkında insanları îmân etmekten alıkoymak için çalışanlar) var ya, işte onlar için ricsten (pislikten) acı bir azâb vardır. " [337]

Bunun bir benzeri yine aynı sûrede yer almaktadm.[338]

 

Mudhadîn:

 

Mudhadîn, mağlup olanlar demektir. Bunun aslı, "ayağı kay­dırmak" manasınadır. Bir kimse tartışmada mağlup olduğunda,"Dahidet huccetehu" denir. Allah onun delilini boşa çıkarttı, yani mağlup oldu mânâsında "Edhadehullahu" denir. Şair şöyle der:

Mağlupları her vadide öldürdük. Onların öldürülmesiyle gözler aydınoldu.[339]

 

Mudtar:

 

Mudtar[340], hastalık, şiddet ve zaruret ile sıkışan bunalan, naçar kalan de­mektir. Neml Sûresi'nde murad edilen mana cinstir. Bu sebepten her sıkışanın duasına mutlak an­lamda icabeti gerekli kılmaz.[341]

 

Muflih:

 

Muflih[342], "İflah"tan felah bulan demektir. "Felah", "felâhat" gibi yarmak anlamı ile ilişki­lidir. O gündeki engeli yarıp ken­dini kurtarma ve muradına, arzu­suna ermek, yani zafer bulmaktır.

Mü'minler de dünya, tabiat ve şehvet engellerini yarıp, aşıp, gaybte gizlenen amaçlarına eren ve ahirette ebedî felah bulanlar olacaktır.

Arapça'da bir haber elif-lâm ile belirli olursa ("el-muflihûn" gibi) tahsis ifade eder. Burada iki anlam mümkündür. Birincisi, "muflihûn" vasfı ile şöhret bul­muş, birtakım belirsiz kişiler var­dır. Bunları duyarsınız ancak ta­yin edemezsiniz.

İkincisi eğer duymadınızsa bu kavramı iyi düşününüz, araştı­rınız; araştırdığınız zaman du­anın hakikati kulun Rabbinden mütevazı bir şekilde, medet, yar­dım ve ihtimam dilemesidir. [343]

 

Mûğırât:

 

Mûğırât[344], "e'ra", "a'ra" kelimeleri, sözlükte, akın etmek, süratle gitmek, baskın yapmak, talan etmek demektir. Ayrıca gavre {engin, geniş arazi­ye) girmek, mânâlarına gelir.

Türkçe'deki akının karşılığıdır. Deve ile ilgili olarak kullanıldığı­nı ifade edenler de vardır. [345]

 

Muharrer:

 

Muharrer, tamamen özgür bırakılmış, halis hür yapıl­mış demektir ki, ibadette muhlis veya mabed hizmetkârı, dünya­dan azade manalarıyla tefsir edil­miştir.

 

Muheymin:

 

Müheymin, herşeyi gözetleyen.

Muheymin kelimesi "heymene"den ism-i fail olarak bir şey üzerine rakip (gözetici) ve hafız (koruyucu) olan şahit ve amir demektir.

Bazı dilciler, bu vezinde, "heymene", "seytare" "hamyere", "keykara"dan başka kelime yok­tur demişlerdir. Bazı dilciler de bunun "erake" yerine "herake", "iyyake" yerine "heyyake" kabi­linden olarak, korkudan emin kıl­mak manasına "emene" den bir ism-i fail olduğu düşüncesine kapılmışlarsa da, başkaları, örnekle­ri ortadayken böyle bir tasavvu­run gereksiz bir zorlama olduğu­nu ifade etmişlerdir.

İbni Kuteybe, bunun lafzının "mü'min"in ism-i tasgiri olduğu­nu zannetmiş ise de, Ebu'l-Abbâs Müberred bundan sakındırmıştır. Çünkü "muheymin" Allah'ın isimlerindendir.

 

Muhkem:

 

Muhkem kelimesi, bo­zulmaktan uzak, gerçek ve sağ­lam demektir. Hikmet kelimesi de bununla ilgilidir. Manası ve "mu­rada" delaletleri kesin, kelime ve cümleleri başka anlamlara çekil­me imkanı olmayan şaşmaz ifade­lere denir.

Hak ile batılı ayıran hakikat­leri tasdik edip ortaya koyan bu ayetlerdir. İlimde ve amelde, peşi­ne düşülmesi, uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, hidayet için deliller bunlardır. Diğerleri bunlara irca ve havale edilir.

Her bir muhkem ayet, diğer muhkem ayetlerle de karşılaştırıl­mak şartıyla manaları ve hüküm­leri yakından tayin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla birlikte, birbirine göre, mutlak ve­ya mukayyed, umum veya husus,

takrir veya tefsir, istisna veya tah­sis veyahut nesih gibi belli ölçü­lerle aralarında muhkemlik ilişki­leri bulunmaktadır.

Genel olarak muhkem ayetle­rin muhkemliklerinin kuvvetinde, manaya ne yönde delalet ettikle­rinde ve maksadın neresini kuv­vetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır.

 

Muhlisin:

 

"İhlaslı kişiler" İhlas, amelde sadece Allah rızasını gözet­mektir.

 

Muhsanât:

 

Muhsanât, evlenmiş if­fetli kadına denir. Ancak, evli olup olmadığına bakılmaksızın mutlaka iffetli kadın için de kulla­nılır. Bu nedenle yetişkin kızlara da "muhsane" dendiği olmuştur. Nûr Sûresi'ndeki kullanımında muhsanât ifadesi "iffetli" anla­mındadır.

Fukaha bu "muhsanat'da, İs­lam, akıl, buluğ, hürriyet, iffet gi­bi beş şart saymışlardır. Kısacası ırzı, iffeti, namusu sağlam demek­tir.

Muhsanât, üç şekilde tefsir edilir:

1. Hürler

"Savaş esiri olarak ellerinizin sahip oldukları müstes­na, kadınlardan muhsanât (hürler) da (size ha­ram kılındı)."[346]

"Sizden kim de, mü'min kadınlardan muhsanâtı (hürleri) nikâhlamaya güç yetiremiyorsa..." [347]

"Eğer onlar bir fahişe (zina) işlerlerse, muhsanâta (hürlere) verilen azabın yarısı lazım gelir."[348]

2. İffetliler

"Muhsanât (fevâhişten kaçınan iffetli kadınlar); gayri müsâfîhât (alenî zinadan kaçınan kadın­lar) ve gizli dost edinmeyen kadınlar oldukları halde..." [349]

"Muhsinîn (ferclerinizi fevâhişten koruyarak/if­fetlerinizi muhafaza ederek); gayri müsâfîhîn (alenî zina etmeksizin...)" [350]

"Muhsanâta (fevâhişten uzak iffetli kadınlara) iftira edenlere..."[351]

"İmrân bt. Meryem'i ki, ahsanât ferceha (fevâhişten uzak iffetli)." [352]

3. Müslüman kadınlar

"İhsan eden (teslim olan) kadınlar (cariyeler) oldukları halde... Eğer onlar, bir fahişe (zina) işlerlerse..." [353]

"Muhsanâta (hür-müslüman kadınlara) atan­lar.."[354]

 

Muhtal:

 

Muhtâl[355], "ihtiyal"dan ism-i fail olup, kendinde bir fazi­let olduğunu düşünerek kurumlanan, böbürlenen, büyüklenen mütekebbir demektir. Türkçe'de kendini beğenmiş tabir olunur. [356]

 

Muhtiîyn:

 

Muhtiîyn, hızlı yürüyenler demektir. Bir kimse hızlı yürüdü­ğünde "Ehta’a fi seyrihi" denilir.

 

Mukatebe:

 

Mukâtebe[357], kölenin ödemeye söz verdiği bir bedel karşılığında, hürriyetini kazan­mak üzere kendisini efendisinden satın almak için, efendisi ile yaptı­ğı sözleşmeye denir. Bu bedeli ödeyince köle, gerçek hürriyetine kavuşur. [358]

 

Mukellibîn:

 

Mukellibîn, "mukelib"in çoğuludur. "Mukelib", yır­tıcı hayvanları ve kuşları ava da­dandırıp alıştıran, avcılık talim et­tirip, öğreten demektir.

Örneğin bir köpek, sahibi ta­rafından yönlendirildiği yere gi­der, çağırılınca gelir, avı yakala­yınca yemeyip sahibine getirir ve bunu en az üç kere yapınca öğren­miş olur.

Bu öğretime "teklîb" denil­mesi "tağlîb" yoluyladır. Çoğun­lukla şu öğretilen hayvan köpeklerdir. Ancak her yırtıcı hayvana da köpek "kelb" denir.

 

Mukmehûn:

 

Mukmehûn, gözlerini kapatarak başlarım kaldıranlar demek­tir. Dilciler şöyle der: "İkmâh" Gözleri kapayıp başı kaldırmak demektir. Ha­vuz başındaki deve, suyu içmeyip de başını kaldırdığında "Ekmeha’l-baîru" denir.[359]  Bir gemiyi anlatırken, Bişr şöyle der:

Biz, o geminin etrafında oturmuşuz. Su içmeyip kafasını diken ve gözlerini yuman develer gibi, gözlerimizi kapıyoruz.[360] 

 

Mukrinîn:

 

Mukrinîn, güç yetirebilenler.

 

Muktehım:

 

Muktehım, kendini tehlikeye atan demektir. "İktihâm" Sıkıntıya gir­mek demektir. Kendini tehlikelere atmak mânasına gelen "İktihâmu’l-muhâtır" da bundandır.

 

Mukvîn:

 

Mukvîn, yolcular demektir. Bir kimse, ıssız çöle girdiğinde "Ekvâ’r-raculu" denilir. Bunun sülâsîsi olan "el-kavâ" açlık dernektir.

Şâir şöyle der:

Kuşkusuz ben, "alçak" denilmeden korunmak için, iç organları büzülmüş olarak açlığı tercih ederim.[361]

 

Munîb:

 

Munîb[362], bilfiil istifa­de edilenleri göstermek ve inâbe (nebattan) tergib (eş) etmek için­dir.[363]

 

Munkaır:

 

Munkaır, kökünden sökülmüş. Bir kimse, ağacı kökünden sök­tüğünde, "Kaarati’ş-şecerate ka’ran" denir. "İnkaarat: o, kökünden söküldü" demektir.

 

Munzarîn:

 

Munzarîn, tehir edilenler, geriye bırakılanlar.

 

Murâ'ât/Râinâ:

 

Murâ'ât[364], "mufâ'ale" babından, "ra'yü", rivayette mü­balağa ve müşareket, (karşılıklı­lık) ifade eder. "Ra'yü" rivayet; birisinin bir başkasının işlerini çe­kip çevirmesi, yönetmesi, onun lehine olan şeyleri bulup, ona fay­da sağlaması ve korunmasına özen göstermesi demektir.

Hayvanlarla ilgili olarak güt­mek manasında, insanlarla ilgili olarak siyaset manasında kullanı­lır. Nitekim, siyaset ilmine "ilmü'r-riâye" adı verilir. Murâ'ât da, ri­ayet de mübalağa ve karşılıklı ri­ayet demektir. Bir insanın haline muraat etmek, ne yapacağını ve hali nereye varacağını gözetmek, murakabe etmek, saygı ile dikkate almak anlamına gelir. Dilimizde riayet bu anlamda kullanılır.

Önceleri, Peygamber efendi­miz tarafından bir şey buyrulduğunda Müslümanlardan bazıları "râinâ ya Rasûlallah" derlerdi. Bununla, "bizi gözet, bize müsa­ade et, bizi bekle de anlayalım" demek isterlerdi, Cenâb-ı Allah "râinâ" tabirini kullanmayı ya­saklayarak "unzurna" (bize bak) denilmesini istedi.

"Rainâ"nın yasaklanmasının nedenlerinden birisi, bu kelime­nin Yahudilerce sövme, yerme an­lamında kullamlmasıydı. Yahudi­ler, aşağılamak istedikleri birini "râinâ" diyerek aşağılarlardı. "Râinâ"nın Arapça karşılığı "bi­zim çoban" demekti. Bu kelime­nin, İbranice ve Süryanice'deki kullanımlarında, "isme' la semi'te" (dinle a dinlenmeyesi, din­le a sözü dinlenmez herif, dinle a iyi haber işitmeyesice" gibi haka­ret ve alaya alma manası ifade et­tiği rivayet edilmiştir. Yahudiler, Müslümanların "bizi gözet" anla­mında "râinâ" demelerini fırsat bilerek, ağızlarını eğip bükerek, sövme ve hakaret kasdıyla (ayın­dan sonra ye harfi ile) "raiynâ" demeye başlamışlardı.

İkincisi; "râinâ" emri, ahmaklık ve kabalık manasına, "ruûnet" masdarından "raine" sıfatına da lafız olan benzer bir kelimedir. Bundan dolayı çirkin bir cinas vardır.

Üçüncüsü; "murâ'ât" riayet­ten müfaele vezninde olduğu ve iki kişi arasında bulunduğu için eşitlik var zannettirir. Yani, "bize riayet et biz de sana riayet ede­lim", "sen bizi dinle, biz de seni dinleyelim" anlamı çıkabilir. Bu ilişki biçimi Rasulullah'ın ümmet ile olan ilişkisine ters düşmekte idi. Halbuki Rasulullah ile ümmet arasındaki ilişki karşılıklı taah­hütlere dayalı bir ilişki değildir.

Dördüncüsü; "murâ'ât" in as­lı olan ra'ya ve riayette hayvanı bîr gözetme vardır. "Nazarat" ise katıksız insanî bir kavramdır. [365]

 

Mu'sade:

 

Mu'sade, "iysad"dan ism-i mef'uldur. "Asdâtu'1-bâb"; kapıyı kapadım, sımsıkı kilitle­dim demektir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapan­ması ateşin şiddetini gerektirece­ğinden, cehennem azablarının şiddet ve ebediyyetinden kinaye­dir.

Mü'sade, kapatılmış, kilitlenmiş demektir. Bir kimse kapıyı kapattığında söylenen "Evsade’l-bâb" sözünden alınmıştır.

 

Musavvir:

 

Musavvir; çeşitli şekilde yaratan.

 

Müseytırûn:

 

Müseytırûn, "Bir şeye hakim olan" mânâsına gelen "Museytır"ın çoğuludur.

 

Mushaf:

 

Mushaf, Kur'ân sahifelerini meydana getiren şirazeli cildin adıdır. İki yanındaki kablarına "deffeteyn" denilir.

Kutubî sahifeye (önceki ki­taplara) sayfanın çoğulu olarak "suhuf" denilirse de mushaf ismi Kur'ân'a mahsustur. "Mim"inde ötre, üstün ve esre ile üç hareke caizdir. (Üç şekilde okunabilir) ötre ile "mushâf'; bir araya topla­nıp bağlanmış sayfalar, üstün ile "mashaf"; sayfaların toplanma yeri, esre ile "mıshaf"; sayfaları bir araya getiren alet manasına gelir.

Kur'ân, nazil olduğu zaman, nazil olduğu şekliyle ve ayrı ayrı tertemiz sahifelere yazılıyordu. Bunların hangi sûreye ve o sûre­nin neresine ait olduğuna işaret buyuruluyordu. Bu sahifelerin hepsi bir araya ciltlenmiyor; nesh melhuz bulunuyordu, yani nesh edilebileceği hesaba katılıyordu. Yalnız "suhufin mükerremen"[366] ve "suhufen mutahharen"[367] olarak tam bir saygı ile korunuyordu. İstinsah edenler (yazanlar) bu şekilde yazıp ezber­liyorlardı.

Kur'ân/Mushaf, ilk önce Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in hilafeti döne­minde bütün sayfaların hepsi bir­likte yazılıp toplu olarak şirazelendi ve "mushâf" adı verildi. Bu konuya Kur'ân'ın cem'i meselesi denir. Bundan sonra ashab da, kendilerine ait bulunan Kur'ân sayfalarını mushaf haline getirdi­ler. Daha sonra Hz. Osman, Hz. Ebû Bekir döneminde mushaf ha­line getirilmiş nüshayı bir daha gözden geçirterek çoğaltılmasını sağladı. Mushafı, sekiz nüsha ola­rak yazdırıp/çoğalttırıp, o done­min belli başlı büyük merkezleri­ne gönderdi. Bir tanesini de ken­disi için alıkoydu. Buna "imam" ismi verildi. Bundan sonra bütün müshaflar, bu nüshalar esas alına­rak çoğaltıldı.[368]

 

Mu'sırât:

 

Mu'sırât[369], "mu'sır"ın da, "mu'sıra"nın da çoğulu olabi­lir. Zira "ı'sar"den türetilmedir. "İ'sar," sıkmak, bir şeyin suyunu çıkarmak demektir. Vakit manası­na "asr"dan türetilmiştir, "if'al" olmakla hemzesi, duhul, haynunet veya taddiye olduğuna göre, vaktine girmek, sıkım vakti gel­mek, sıkıp suyunu çıkarmak ma­nalarına masdar olduğu gibi, sı­kıp kavuran bora ve kasırga ma­nasına da isim olur.

Bu nedenle bora, kasırga, yir­misine yaklaşan kıza (bülağ çağı­na), üzüm gibi olgunlaşmış şeyle­re "mu'sır" denilir. Olgun üzüm gibi sıkılıp suyunun çıkarılacağı zamanı gelen şeylere veya cende­re, mengene gibi aletlere, kuvvetlere de "mu'âsıra" denilir. Yağ­mur yağdırma zamanı gelmiş bu­lutlar için de kullanılır. [370]

 

Musibet:

 

Musîbet[371], hedefine isabet eden mermi gibi, insana şiddetle dokunan olay ve felaket­tir. Yeryüzünde musibet, yeryü­zünde herhangi bir zarar ve harap olmaya sebep olan alet ve ziyan­lardır. Kuraklık, kıtlık, ürün ve hayvanlara gelen zararlar demek­tir. Ev veya şehir yıkımı, arazi kaybı, zelzele ve diğerleri gibi her tür zararı kapsar. [372]

 

Mustakim:

 

"Mustakim" kendisinde bir eğrilik ve sapma bulunmayan şey demektir.

 

Mustaz'afûn:

 

Mustaz'afûn, üç şekilde tefsir edilir

1. Kahredilmişler (zayıf düşürülmüş olanlar)

"Biz arzda (Mekke'de) mustaz'aflar (kahre­dilmişler, zayıf düşürülmüşler) idik." [373]

"Size ne oluyor ki Allah yolunda ve mustaz'af (kahredilmiş, zayıf düşürülmüş) erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" [374]

"Doğrusu Fir'avn arzda (Mısır'da) tagallübe kalkıştı ve onun ehlini fırka fırka edip onlardan bir taifeyi (İsrâîloğulları'nı) mustaz'af yaptı (kah­retti/zayıf düşürdü, köleleştirdi)." [375]

"Biz ise irade ediyorduk ki: o arzda (Mekke veya Mısır’da) mustaz'aflara (zayıf düşürülmüş kimselere) iyilikte bulunalım..." [376]

2. Küfürde önderlere/küfürde önderlik edenlere tâbi olan zayıflar

"Mustaz'aflar (küfürde önderlik edenlere) tâbi olanlar) müstekbirlere (küfürde tâbi oldukları önderlere), "Şayet siz olmasaydınız biz mü'minler olurduk" derler. Müstekbirler (mustaz'afların kendilerine tâbi oldukları küfürde önderler) mustaz'aflara (kendilerine tâbi olanlara) derler ki: "Size gelmesinin ardından sizi hidâyetten biz mi alıkoyduk?! Hayır siz zaten mücrimler idiniz." Mustaz'aflar (küfür önderlerine tâbi olanlar) müstekbirlere (kendilerine tâbi oldukları) önderlere/derler ki..." [377]

3. Kuvveti ol­mayan acizler

"Erkeklerden, kadın ve çocuklardan mustaz'aflar (kuvveti olmayan acizler) müstesna..." [378]

"Zu'afaya' (zayıflara) (kuvveti olmayan acizlere), hastalara ve sarfedecek/harcayacak bir şey bulama­yanlara (savaştan geri kalmakta) bir sorumluluk yoktur." [379]

 

Mustevda':

 

Mustevda'[380], "istida' " emanet bırakma manasına mimli masdar veya emniyet yeri mana­sına yer ismi olur. "Mustevda' " ism-i mef'uldur.

Müstekar ve mustevda' keli­meleri bir arada kullanıldığında "istida' " iki mef'ulune de te'diye eder. Birisi emanet bırakılan şey, diğeri de kendine emanet edilen şeydir. Bunun ikisine de "mustev­da' " denilir. Bu kıraate göre anlam; kiminiz yerleşmiş bulunuyor (istikrar halinde), kiminiz de he­nüz emanet halinde demek olur. [381]

 

Mutaffifîn:

 

Mutaffifin, ölçü ve tartıda eksik yapan anlamındaki "Mutaffif" ke­limesinin çoğuludur. "Tatfif" Eksiltmek demektir. Bunun aslı, az şey mânâ­sına gelen "et-Tafif" dendir. Çünkü mutaffif, yani eksilten, ölçüp tartarken ancak az bir şey çalar.

Mutaffıfler, alır­ken dolgun, fazla, verirken eksik ölçenler demektir. Türkçe'de bu ifadeyi karşılayacak bir kelime yoktur. Bu nedenle, birkaç kelime ile ifade etmeye çalıştım.

Mutaffif, "tatfîf"den ism-i fa­ildir. Tatfîf de ölçeği eksik ölçmek­tir. Râzî Tefsiri'nde; bir şeyin "taffı" o şeyin kıyısı ve kenarıdır. Bir kab ve bir deredeki şey, onun kı­yısına kadar varıp da tam dolmazsa "taffel va'di ev elane" de­nir. Bu nedenle ölçeği fena, yanlış ölçüp de tam yapmayana mutaffîf denir, denilmektedir.

Kâmûs'ta ise, "taff", "tafef", "tafaf", "tufaf" bir ölçeği veya ka­bı tam dolduran şeye veya dolusu silindikten sonra içinde kalana veya ölçeğin başına denir. Bu ne­denle, tatfif, tafafı, eksiltmek, yani eksik ölçmek, eksik ölçü ile ver­mek demektir denilmiştir.

Aynı şekilde, pek az bîr şeye tafif, ölçeği eksik ölçene de mutaffif denilmesi, ölçekte veya tartıda biraz bir şey çaldığı içindir. De­mek ki tatfif, ölçüde veya tartıda bîr şey çalmaktır. Bu kelime, müteaddi/geçişli bir mana olması veya bu işi yapanın bunu adet ha­line getirmesi itibariyle çokluk ifade eder.

 

Mutahhera:

 

Mutahhera, bâtıldan ve şüphelerden uzak manasınadır. 

 

el-Mu'tebîn:

 

el-Mu'tebîn, "isteği kabul olunan" mânâsindaki "Mu’teb" keli­mesinin çoğuludur. Nâbiğa şöyle der:

Eğer ben mazlum isem, senin zulmettiğin bir köleyim. Eğer senden bir rıza talebinde bulunulursa, senin gibileri bu isteği yerine getirir.[382] 

 

 

Mübaşeret:

 

Mübaşeret, "beşere", beşereye gelmek yani çıplak deri ve de­riye dokunmaktır. Kadın erkek birleşmesine de "mübaşeret" denir. Bakara: 2/187'de bu anlamda kulla­nılmıştır. [383]

 

Müblisûn:

 

Müblisûn; rahmetten ümit kesenler, aşırı ümitsizlikten dola­yı üzüntü içinde olanlar.

 

Mücrim:

 

Mücrîm, cürm, suç, günah işleyen demektir. Bunun başı da, cürmü vicdanında helal ve mubah olarak algılamaktır. Zaten bu da küfürdür. Müslim, kelimesi­nin tamı tamına zıddıdır. Böyleleri cürümden ancak fiilî bir engel ile karşılaştıklarında vazgeçerler.

Kâfirler bile cürmün çirkin bir şey olduğunu kabul ederler; ancak cürmü, hak gözüyle değil kendi ölçülerince ölçtükleri için yaptıklarını önemsemezler. Cü­rüm kendilerine karşı yapıldığın­da ateş püskürürler.

 

Müddekkîr:

 

Müddekkir, "zi­kirden "iftial" babında "müztekir" anlamındadır. "Müzdecer"de olduğu gibi, "te" harfi "dal"a çevirilmiştir. Sonra da "zal" "dal"da idgam edilmiştir. Müddekkir, "Mütezekkir" gibi düşünen de­mektir.

Müddekir, öğüt alan, korkan manasınadır. Bunun aslı "Müztekir"dir. "Tâ", "Dal"a çevrilmiş, sonra da idgam edilmiş ve böylece "Müddekir" olmuştur.

 

Müddessir:

 

Müddessir, elbisesine bürünen, "Tedsera: disâr giydi" demektir. Disâr ise, bedenle teması olan elbisenin üstüne giyilen kıyafettir. "Ensâr, iç elbise; diğer insanlar ise onun üstüne giyilen elbise­dir."[384]

Müddessir kelimesi­nin aslı "mütedessir"dir. "Disare" bürünen demektir. "Disar" entari, uzun bayan elbisesi, cübbe, kaf­tan, ihram gibi şiarın/iç giysinin üstüne giyilen veya örtülen dış giysi veya bürgüsüdür. Şiar; göm­lek, don, izar gibi bedene temas eden iç çamaşırdır.

İkrime'nin açıklamasına göre, "müddessir", nübüvvet ve kemâlâtı nefsiyye ile bürünüp giyinmiş olan anlamındadır. Bu mana ile Peygamber'e "ey bürünen, ey kendisine verilen hakikati halktan gizlemeğe çalışan Muhammed! Bürünmek, uyumak zamanı geçti, uyanmak, görünmek, o hakikati açıklamak, zahmetler çekmek, halkı uyarmak için, ağır yükler yükler yüklenmenin, kalkıp hare­ket etmenin zamanı geldi" denil­mek istenmektedir.

 

Müdhâmmetân:

 

Müdhâmmetân, iki yemyeşil (cennet). "Duhmetun" Lügatte "siyah" manasınadır.

Müdhâmmetân, "müdhâmme"nin tesniyesidir. Müdhâmme "ihmirar" babından "idhame, yedhamme, idhimame"den ism-i failin müennesidir.

Aslı "duhme"dir; gece kahval­tısı ve yağız at rengi demektir. Ni­tekim yağız ata "edhem" denilir. Yağıza yakın tam koyu yeşil için­de kullanılır. "Hadravan" yemye­şil diye tefsir edilmiştir.

 

Müdhinûn:

 

Müdhinûn, "içi dışına uymayan kişi" mânâsına gelen mudhin kelimesinin çoğuludur. Dış görünüşünün kaypaklığı hususunda yağa benze­tilmiştir. Yağcılık mânâsına gelen "müdâhene" kelimesi bu köktendir.

 

Mühin:

 

Mühin, zillet mânâsına gelen “Hevân” kelimesinden türemiş olup, alçaltıcı ve rezil edici demektir.

 

Mühl:

 

Mühl, erimiş bakır demektir.

 

Müka':

 

Mükâ', ıslık veya ıslık çalmak demektir. Gerek yalnız du­dakla, gerek el kullanılarak, gerek­se düdük öttürmek suretiyle ol­sun, bütün üfleme ve çalmalara şa­mildir. Bu nedenle üflenip çalınan düdük seslerini de kapsar.

 

Mülîm:

 

Mülîm, Kınanacak şeyleri yapan manasınadır.

 

Mültehad:

 

Mültehad, insanın korunacağı barınak ve sığınak demektir.

 

Mümâselet:

 

Mümâselet hakikatte ortak­lık, yani zâtı sıfatlarda benzeyiştir. Makamını koruyabilecek, yerini tutabilecek şekilde en özel sıfatlar­da ortaklık diye de tanımlanmıştır. Buna göre asıl mana, Allah'ın bir başkasına benzetilmesinin müm­kün olmadığıdır.

 

Mü'min:

 

Mü'min, mucizelerle peygamberlerini tasdik eden.

 

Mumterin:

 

"Şüpheye düşenler." İmtirâ, şüphe demektir. Bir şey hususun da şüpheye düşen kimse için “İmterâ fi’ş-şey’i” denilir. Mira ve Mirye kelimeleri de bu köktendir. "İnkâr edenler hâlâ Kur'an hakkında şüphe içindedirler."[385] mealindeki âyette de "mirye" kelimesi şüphe mânâsına kullanılmıştır.

 

Münâfese:

 

Münâfese, başkasında görü­len bir kemale, olgunluğa imrenip ona yetişmek veya daha ileri git­mek için nefislerin nefasette yarış­ması hissidir. Öyle ki, nefsin şere­finden ve uluvvi himmetinden kaynaklanır.

Hasedden çok farklıdır. "Hasid" kemale düşmandır. "Mahsüd"ün zararından, nimetinin kaybolmasından memnun olur. "Münâfis", yarışçı ise kemâle aşıktır. O karşısındakinin zararını değil, kendisinin ondan daha ileri olmasını ister.

 

Münafık:

 

Münafık, dışı Müslü­man içi kâfir olan, iki yüzlü kimse demektir. Ortama göre döner du­rur. Her münafık müraidir/riyakârdır; fakat her mürai/ riyakâr münafık değildir. Riya imana mu­halif olmayarak yalnızca bazı amellerle ilgili olabilir. Asıl müna­fıklık ise, akidenin hilafına/zıddı­na olarak imanda mürailiktir. Bu­nunla birlikte sırf amelî olan nifak da vardır. Bu nedenle, nifak ile ri­ya bir birine yakındır.

 

Münfekkîn:

 

Münfekkîn; ayrılanlar, gidenler demektir. "Fekke" kelimesi, aslında "açmak" mânâsına gelir. "Kitabı açmak" mânâsına gelen "Fekke’l-kitâbe" ile "halhalı açmak" mânâsına gelen "Fekke’l-halhâle" bu köktendir.                          

Münfekkîn, ayrılmak, ayrılık çıkarmak, ayrı kalmak, ayrıştırmak demektir. Beyyine Sûresi'ndeki kullanımında "lem yekün"ün haberi olarak, ayrılacak, ayırtlaşacak anlamınadır.

 

Münhemir:

 

Münhemir, "çok ve hızlı akan" manasınadır. Su, çok ve hızlı indiğinde "İnhemera’l-mâe" denilir.

 

Münker:

 

Münker, şeriatın çirkin sayıp haram kıldığı ve uzak durulma­sını istediği her şey. Ma'rûf kelimesinin zıddıdır.

Münker ne şeriatte, ne adette, ne de örf ve gelenekte tanımayan, yeri olmayan demek­tir. Zira şeriatte ve geleneklerde taranmayan davranışlar hoş kar­şılanmaz, öfke uyandırır, red ve inkâr edilir. Hakkı olmayan şeyi istemek, başkalarının haklarını çiğnemek, onların hukukuna te­cavüz etmek demektir. Adaletin zıddıdır. Yani zulümdür.

"münker", m'arûfun karşıtıdır. "Ne-ke-ra" fiil kökünden gelir. Bu fiil, tanımamak, tanımamazlığa gitmek manalarını ifade eder.[386] Kur'ân’da türevleriyle birlikte 37 âyette zikredilir. Bunların dokuzunda m'arûfla beraber kullanılmıştır.

Câhiliye döneminde bu kelimenin lügat manasına uygun olarak yani tanımamak manasında kullanıldığını el-A'şâ’nın şu beyitinde görmekteyiz:

"O (Suâd), saçlarımın beyazlığı ve dökülmesi dışında, hadiselerin getirdiği şeylerden, bilmediği bir durum olmadığı halde beni tanımadı."[387] Görüdüğü gibi burada "münker" tanımama anlamında kullanılmıştır.

Beydâvî'ye göre 'ma'rûf, inanç, iman, itaat ve baş eğme, 'münker' ise, küfür ve baş kaldırma yani me'asî demektir.[388] Bu tarifde de bir tanımazlık söz konusudur. Zira iman etmemek, Allah'ın hükmünü tanımamak, O'na karşı gelmek demektir.

Bir başka tanıma göre 'münker', İslam'ın ve Sünnet'in kötü gördüğü ve yasakladığı şeylerdir. Aslında kötü görülen ve yasaklanan şeylerin kötülüğünü akli selim, sağduyu sahibi insanlar da anlayabilirler.[389]

Kur'ân bu iki kavram üzerinde önemle durmuştur. Zira İslâm cemiyetinin bekası ve huzurlu olması toplumun iyiliği emretmesi ve kötülükten insanları kaçındırmasıyla mümkün olabilmektedir. Nitekim Kur'ân "Sizler insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar ve Allah'a inanırsınız..."[390] buyurmaktadır.

Bu ayet bize, her ferdin gücü nisbetinde, toplumu bozacak, onu mutsuz edecek her türlü davranıştan insanları men etmeye çalışmasının gerekli olduğunu bildirmektedir.[391]

Hz. Peygamber de bu konu üzerinde durmuş ve toplu­mun huzuru için "emr-i bi'l-ma'rûf ve'n-nehyi ani'l-münker" prensibinin mutlaka uygulanması gerekliliğine dikkat çekmiş­tir. Şöyle der:

"Allah'a yemin olsun ki, siz ya iyiliği emre­dersiniz, ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz, fakat duanız kabul edilmez.[392]

Netice olarak "ma'rûf ve "münker" kavramlarının Kur'ân'la kazandığı anlamların câhiliye döneminde bilinmediğini söyleyebiliriz.

 

Münşeat:

 

Münşeat, inşa olun­muş demektir. Yapısının ve yapılı­şının önemini ve Allah'ın bir ni­meti olduğu anlatılır. Ayrıca, "yel­kenleri açılmış" anlamına da yo­rumlanmıştır. Çünkü, inşa, yük­seltmek, yukarı kaldırmak anla­mına da gelebileceği için "münşe­at" "yükseltilenler" demek olur.

Gemilerle ilgili olarak, yelken veya bayrak açmış demektir.

"Alemler/dağlar gibi" benzetme­si de buna işarettir. Burada "alem­ler" dağ anlamına geldiği gibi bayrak anlamına da gelir.

 

Müntehâ:

 

Müntehâ, mekan ismi ve mimli masdar olabilir. Sidre-i müntehâ isim tamlamasıdır. Ni­hayet (son) sidresi veya son sını­rın (haddin) sidresi anlamına ge­len bir isim olmuştur.

Sidre ise bir ağaç demektir. Kâmûs'ta "sidr" için Arabistan ki­razı tabir olunur. Trabzon hurma­sı nevinden bir meyvedir.

 

Mürîb:

 

Mürîb, şüphe ve tereddüte düşüren.

 

Mürsâ:

 

Mürsâ, mimli masdar olarak, "irsa" manasına, yahut ismi me­kan veya ismi zaman olarak "müntehâ" manasınadır. "İrsa", "sübut" manasına "resa"dan, ge­minin demir atılarak durdurul­ması gibi sabit kılınıp durdurul­mak demektir. Dağlara "revasi" denilmesi de bundandır.

Buhari’de zikredildiğine gö­re, geminin kuyruk kısmına, yani nihayetine geminin mürsası deni­lir. Burada bir istiare vardır. Nâziât Sûresi'ndeki kullanımda da Al­lah o saati ne zaman getirip dike­cek, o kıyamet ne zaman gerçekle­şecek anlamındadır.

 

Müsareat:

 

Müsâreat, koşuşmak, koşuşturmak, sürat yarışı yap­maktır. Mağfirette koşmak da, se­beplere ve mağfiretin yoluna koş­mak demektir.

 

Müselleme:

 

Müselleme, selâmet kökünden olup ayıp ve kusurdan arınmış demektir.

 

Müsevveme:

 

Müsevveme; âlâmetlenmiş, damgalanmış demektir.

 

Müsfire:

 

Müsfire; aydın, parlak demektir.

 

Müslim-Mü'min:

 

Müslim-mü'min farkı Hucurât Sûresi 14. ayette ortaya kon­muştur. Müslim, mü'mine göre daha genel bir ifadedir.

"Bedeviler, iman ettik dediler, de ki, siz iman etmediniz, iman yalnız dil ile söylemekten ibaret değil, yürekten sevgi ile, sağlam bir şekilde inanma ve yakîn bir tasdik olması lazımdır. Bu ise he­nüz olmadı. Ancak iman henüz kalplerinize girmemiş olduğu halde, İslâm'a geldik deyin, yanı Müslümanlık için söz verdik, ba­rışa (silm'e) geldik deyin, böyle derseniz yalan söylememiş olur­sunuz." Çünkü, savaşın zıddı olan silme girmek, boyun eğmek anlamında İslâm, savaşı terk edip de görünürde dil ile söylemekle mümkün olabilir.

Fahreddîn Râzî'ye göre, mü'min ile müslim Ehli Sünnet'e göre birdir. Burada genel ile özelin farkı vardır. İman ancak kalp ile ve dil ile olur. İslâm ise daha geneldir.

Râgıb, Müfredat'ında; "İs­lâm, şeriatta iki kısımdır. Birisi imanın altındadır ki, bu, dil ile itiraftır. Bununla insan, canını korumuş olur, beraberinde ister iman olsun, ister olmasın kişi ca­nını emniyete almış olur. Hucurat: 49/14 ayetinde bu anlam kastedilmiş­tir. Diğeri de İmanın üstündedir, bunda dil ile itiraf ile beraber hem. kalben itikad, hem vefa, hem de Allah-u Teâlâ'ya bütün kaza ve kaderinde teslimiyet vardır. Nitekim Hz. İbrahim'le il­gili "Rabbi ona 'teslim ol' dedi o da 'teslim oldum' demişti."[393] Ayrıca Al-i İmran: 3/19, Yusuf: 12/101 ayetlerindeki ifadeler bu anlamdadır." diye ifade etmiştir.

Fıkh-ı Ekber'de ise iman, "Dil ile söylemek ve kalben tasdik et­mektir. İslâm, Allah-u Teâlâ'nın emirlerine teslim olmak boyun eğmektir." şeklinde tarif edilmiş­tir.

Görüldüğü gibi' iman ile İs­lâm arasında sözlük anlamı ola­rak fark vardır. Ancak şeriatte, İslâmsız iman, imansız İslâm ol­maz. Bu ikisi, dış ile iç, yüz ile as­tar gibidir. Dinde, iman ve İslâm, şeriatin hepsini birlikte kuşatan bir isimdir.

İslâm kelimesi, sözlükte, aslî maddesi silm ve selamet, hemze­sinin giriş, tadiye ve diğer mana­larına nazaran, silm-ü müsalemete girmek veya koymak, selamete çıkarmak, salim olmak veya salim kılmak, ihlas ve teslimiyet ve bo­yun eğmek gibi birkaç anlama gelmektedir. Ancak, İslâm ile ima­nın anlamları arasında farklar bulunduğundan, şeriat, daha ziyade bunların ikisinin birlikte biraraya gelmesi ve gerçekleşmesi özellik­lerine itibar etmiş olmakla bera­ber, sözlük anlamlarını da gözden uzak tutmamış ve böylece şeri kullanımda şu üç mana ortaya çıkmıştır.

Birincisi, biri diğerinin şartı olmak, biri açık biri gizli olma bakımından asıl bulunmak gibi bir anlam farkına rağmen gerçek ola­rak meydana gelmesinde eşit, şan ve haysiyette birbirine gerekli ol­malarıdır. Bu nedenle, mü'min-müslim birdir. "Size selam veya silm veren kimseye mü'min değil­sin demeyin" [394] buyurulmuş ve mü'min-müslim bir addedil­miştir.

İkincisi; İslâm imandan daha genel ve onun başlangıcı olmak üzere İmanın altında bir dil ile ik­rar ve iman, İslâm'ın bir gayesi ol­mak üzere onun üstünde bir delil ve mana ifade etmektedir. Bunu gerçek ve samimi Müslümanlık karşısında resmî Müslümanlık di­ye de ifade edebiliriz. Bu henüz Müslümanlık değil Müslümanlı­ğa giriştir.

Üçüncüsü; imandan daha özel, onun kemali ve gayesi ol­mak üzere, imanın üstünde olan İslâm'dır. "Kim iyilik yapıcı ola­rak kendini Allah'a teslim ederse artık onun rabbi katında ecri var­dır. Onlar için korku yoktur, mahsun olmayacaklardır."[395] ayeti ve Al-i İmran: 3/19, Hucurat: 49/13 ayetleri bu anlamdadır.

 

Müstatîr:

 

Müstatîr, uçan, uçu­şan, son derecede yaygın, yangının veya sabahın kızıllı­ğı gibi evrene dağılıp yayılma istidadında bulunan demektir. Bir şey yayıldığında "İstitâra’ş-şey’u" denir.

 

Müstekarr:

 

Müstekarr. Yerleşme yeri demektir.

Müstekarr, istikrar (yerleşme) manasına mimli masdardır. Karargâh, yerleşme yeri manasına ism-i mekan (yer ismi) manasına da gelir. Kur'ân'da kı­yametle ilgili olarak kullanıldı­ğından, kararın ve sığınacak yerin o gün ancak Rabbe ait olduğu vurgulanmak istenmektedir.

İbni Kesîr, Ebû Arar, Ya'kûb'dan Ravh kıraatlerinde "kef"in kesriyle ism-i fail olarak "temustekarru" okunur.

Müstaqarr ve müstevda', üç şekilde tefsir edilir:

1. Müsteqarr, nutfenin kadınların rahmlerinde ka­rar bulması; müstevda' da, nutfenin erkeklerin sulblerinde bulunması halidir

"Sizi tek nefsten inşâ eden O'dur. Demek bir müsteqarr (nutfenin kadınların rahimlerinde karar bulma yeri) bir de müstevda' (erkeklerin sulblerinde bulunup henüz yaratmadığı ve yaratacağı var­lıklar) vardır." [396]

2. Müsteqarr, canlıların geceleyin karar kıldıkları yer; müstevda' da ölümleri vaktidir:

"Yeryüzünde, rızkı Allah'a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. Onların müsteqarrını (geceleyin karar kıldıkları yeri) ve müstevda'sını (öldüklerinde bırakıldıkları yeri) bilir." [397]

3. el-Müsteqarr, müntehi (sonunda varılacak /karar kılınacak yer) anlamına gelir

"Güneş de, kendisine mahsus bir müsteqarr (ka­rar kılacağı/sonunda varıp duracağı yer) için cere­yan ediyor."[398]

"Her haberin bir musteqarrı (her hadîsin, sözün bir nihayeti/varacağı son bir noktası) vardır." [399]

"Her emrin bir müsteqarrı vardır." [400]

 

Müşavere:

 

Müşavere, da­nışmak, istişarede bulunmaktır. Afv ve istiğfar emirlerindendir. Âl-i İmrân Sûresi'ndeki "Onlarla mü­şavere et" [401] ifedesinin dikkat çeken bazı nükteleri ve hikmetleri vardır.

1- Peygamberin çevresindeki insanlarla istişaresi onların şan ve şereflerini yükseltir, sevgilerinin artmasına neden olur. Müşavere­ye tenezzül edilmemesi bir çeşit hakaret içerdiğinden, bundan kö­tü huy ve huysuzluk meydana gelir.

2- Müslümanların kendilerin­den sonrakilere örnek olabilmesi için Peygamber'in mektebinde eğitim görmeleri gerekirdi. Bu şe­kilde işleri nasıl göreceklerini de öğrenmiş, gerekli terbiye ve eğiti­mi de almış olurlardı.

3- İnsanların birlik ve bera­berliğini sağlamak, onların gönül­lerini almak ve kazanmak için müşavereye devam etmek gere­kirdi. Müşavere sonunda olum­suz bir durumla karşılaşılması müşaverenin kesilmesini değil daha çok müşavere edilmesini ge­rekli kılardı.

4- İstişare ve danışma ve bu istişarelerin yapıldığı kurul, yal­nız kendi arzu ve isteklerini ifade eden reylerini göstermek değil, olaylarda Allah'ın kullarının ge­nel çıkarları açısından hakkı araş­tırmakla, o konuda aklî ve naklî delillerden amel edilir olması gereken Allah'ın hükmünü tayin et­mektir. Bu şekilde ortaya çıkan ve çıkacak olan irade, tatbikte hiçbir kıymeti olmayan, yalnız beşerî is­tekler değil, gerçekleşecek ilahî iradeyi temsil ve ona uyarak fay­dalı bir şekilde hüküm icra edile­bilir.

Şu halda şûra, yalnızca ilmî bir yaklaşımla hakkı araştırma, ilahî iradenin tecellilerine uyma ve cüz'î iradelerini, kendi temen­nilerini ortaya koymayeri değil, daha ileri giderek hakkın hükmü­nü açıklama ve bu hakkı gerçekleştirme için çaba harcama yeri­dir. Yoksa ortada müşavere değil, çeşitli iradelerin çekişme ve mücadeleleri cereyan eder. Bu müna­kaşa hak ve hayır fikri ile Allah'ın hükmüne döndürülmedikçe, çe­şitli fırkaların çarpışması, batması zorunlu olur.

 

Müşrik:

 

Müşrik ifadesi, Al­lah'a esnamdan/putlardan veya başka şeylerden ne şekilde olursa olsun ortaklar koşanlara, yani Al­lah'tan başkasına ulûhiyet isnad edenlere denir. Putperest deyi­minden daha geneldir.

Çoktanrıcı anlayışa sahip her türlü "politeist" lere ve Firavun gibi Allah'ı tanımayıp kendilerini tanrı yerine koyup, hevalarını tanrı edinenleri, kısaca Allah'tan başka herhangi bir şeye tek başına veya müştereken tanrılık, mabudluk, ilahlık payesi verenlerin hep­sini kapsar. Çünkü, Allah'tan baş­ka herhangi bir şeye herhangi bir şekilde tanrılık isnad edilmesi şirktir. "El-muşrikûn" ifadesindeki, "lam" cins içindir. Putperestler dahil bütün müşrikleri içine alır.

Ancak bazıları "el-müşrikûn" kullanımının sadece putperestleri kapsadığını, putperestler anlamı­na geldiğini söylemişlerdir. Bun­dan kasdın da Mekke ve Medine çevresinde putlara tapan Araplar olduğunu ifade etmişlerdir. Diğer kâfirlerden, yani Ehl-i Kitâb'dan farklı olarak, müşrik olan kâfirler­dir demektir.

Müşrik, Kur'ân dilinde iki anlama gelir. Biri zahirî, diğeri ha­kikîdir. Zahirî müşrik, açıktan açı­ğa Allah'a ortak koşan, birden fazla ilah olduğu kanaatinde olanlardır. Bu anlama göre kitap ehline müşrik denmez.

Hakîkî müşrik ise, tevhidi ve İslâm dinini inkâr eden, yani mü'min olmayan gayri müslimlerdir. Bu anlama göre kitap ehli müşriktir. Bu nedenle mutlak ma­nada müşrik denildiği ve özellik iman karşılığında söylendiği za­man genel olarak bütün kâfirleri kapsar. Bakara: 2/105. ayetin­de müşrik kelimesi bu anlamda kullanılmıştır.

 

Mütekebbir:

 

Mütekebbir, son derece büyük ve yüce.

 

Mütesaddian:

 

Mütesaddian, çatlak manasınadır. "Bina çatladı" mânâsına "Tesaddâa’l-bunyâne" denir.

 

Müteşâbih:

 

Müteşâbih insanın doğrudan doğruya ayırt etmeye yol bulama­dığı şeye denir. İki şeyin birbirine karşılıklı ve eşit olarak benzeme­lerine teşâbüh, benzeyenlerden her birine de müteşâbih denir ki, insan zihni, onları birbirinden ayırd etmekte zorlanır.

Teşbih ve müşabehet, tabirle­rinde bir taraf eksik ve ikinci dere­cede, diğer taraf da tam ve esas olur. Teşâbühte ise her iki taraf ay­nı kuvvette ve eşit benzerlikte olur. Benzer yönleri ayrıntıları or­tadan kaldırır da birbirinden seçil­mez olur. (Bakara: 2/70, 118, 125) gibi.

Demek ki teşâbüh seçilememeye sebep olan bir benzerliktir.

Seçilememek bunun gerektirdiği bir manadır. Müteşâbih, kapalı ve müşkül demek gibidir. Bu şekilde söylemek, var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir.

Kur'ân ayetlerinin muhkemliği ve müteşâbihliği konusu, sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, ma­naları ve ahkâmı açısından çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Ayetleri­nin fasılları, uyumları ve daha başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşâbüh ve sıralama muhkemliğe en­gel değildir. Belki de muhkemdir. "Uhkimet âyâtuhu" ifadesi ile "kitaben müteşâbihen" ifadesi birbirinin zıddı değil, belki birbi­rinin açıklamasıdır.

Ancak ayet içindeki delaleti itibariyle, muhkem ile müteşâbih, zıt ve karşıt anlamdadırlar. Şüphe yok ki manasını katiyetle bildiren muhkem, bildirmeyen gayri muhkemdir. Al-i İmran: 3/7 ayetinde ise muhkem ve müteşâbih karşıt ola­rak zikredildiği gibi, sonrasında te'vil karinesi de manaya aittir. Tefsir Usûlü ilminde de muhkem ve müteşâbih böyle ele alınmıştır.

Bir sözün esas anlamı, lafzının sigasından değil de başka arı­zî bir sebeple gizli tutulmuş bulu­nursa hafî, manasını herkesin kavrayamayacağı ve edebî istiare bulunması gibi bir sebep nedeniy­le bir gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren bir yönü varsa, müşkül lafzın siğasının çeşitli manalara eşit olarak gelme ihtimali olur da manalarından hiçbirini tercih et­meye delil bulunmazsa, ancak açıklayıcı bir ekle onun sonradan açıklanması umuluyorsa mücmel, gerçekten murad edilen manayı anlamak ümidi ve ihtimali kesil­miş olursa o da katıksız müteşâ­bih olur.

Kur'ân'ın müteşâbih ayetle­rinden birçoğu böyle çok manalı olduğundan dolayı parıltılı bir beyan içinde gözleri kamaştırır. Birçoğu da bir muhkem mana et­rafında onunla birleşerek çeşitli mertebelere ve değişik işaretlere delalet içerdiğinden, icmal veya işkal veyahut kapalılık ile dikkat çekerler. Böylece muhkem zımmında müteşâbih, müteşâbihin yanında muhkem de bulunur. Bir ayette birçok mana katlarını dere­celendirir ki, zamanı geldikçe an­laşılır.

Sonra edeb, ahlâk ve başka hikmetlerinden dolayı açıkça ifa­de edilmesi mahzurlu olan kinaye ve tariz şeklinde daha belağatlı ve daha etkili olan kapalı anlatımlar da vardır.

Müteşabihât için şu taksimat da vardır:

Lafız yönünden müteşâbih

Mana yönünden müteşâbih,

Her iki yönden müteşâbih gi­bi.

 

Müteşâkisûn:

 

Müteşâkisûn, birbirleriyle ihtilâfa düşen ve çekişenler. Kötü huylu ve geçimsiz kimseye "Raculun şekesun" denir.

 

Mütrefûhâ:

 

Mütrefûhâ, varlıklı olanları demektir. "Mütref" Şehevî arzularına dalan, nimet içinde yaşayan demektir.

 

Müzn:

 

Müzn, bulutlar demektir. "Müznetun" kelimesinin çoğuludur. Şâir şöy­le der.

Biz bulutlardaki yağmur gibiyiz. Soyumuzda ne tembel vardır, ne de içimizde cimri sayılan biri.[402]

Müzn, bulut, yahut yağmur vermesi nadir olan beyaz bulut demektir. Suyu daha tatlı anlamı da vardır.

 

Müzzemmil:

 

Müzzemmil, elbisesine bürünen demektir. Bir kimse elbisesine bürünüp onunla örtündüğünde "Tezemmülü bisevbihi" denir. Elbise  ile başkasını örttüğünde "Zemmele ğayrahu" denir.

Imruu'1-Kays şöyle der:

"Sanki Sebir dağı, çizgili örtüye bürünmüş büyük bir insandır"[403]

Müzzemmil, "tefa'ül" babından ism-i faildir. Aslı "mütezemmil"dir; "ta", "za"ya idgam olunmuştur. Müzzemmil, örtüsü­ne bürünüp örtünen demektir. Kendisi örtünmüş veya başkası tarafından örtülmüş olabilir.

Bunun büyük bir olay karşı­sında başını içine çekmek, gizlen­mek, kaçınmak, rahata meyletmek gibi kinaye manaları da var­dır. Nitekim Râgıb, istiare yoluyla işe pek önem vermeyen, kısa dav­ranan manasına kinaye ve tariz olabileceğini söylemiştir.

"Tezemmül" masdarının sülasisi (üçlü kökü) olan "zml" maddesi bir çok manaya gelir. Ör­neğin, "zeml" ve "zemaları" atın, davarın, neşe ve cümbüşle bir çe­şit yürüyüşü, yine "zeml", yük yüklemek, "zemil" ve "ziml", arkadan gelen, dost ve arkadaş, "zümle", kalabalık arkadaş toplu­luğu gibi.

Bu anlamlar içinde en meş­hur olanları, esvabına bürünüp örtünmek ve yük yüklemektir. "Zeml"den "müzzemmil"in yük yüklenen manasında olduğu da ifade edilmiştir.  

 



[1] Hicr: 15/22

[2] Furkân: 25/48

[3] Enfâl: 8/11

[4] Lokmân: 31/10

[5] Furkân: 25/54

[6] Secde: 32/8

[7] Nahl: 16/65

[8] Bakara: 2/164. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 230-231.

[9] Sâd: 38/86

[10] Fussilet: 41/43

[11] Bakara: 2/174

[12] Âl-i İmrân: 3/79

[13] Şûrâ: 42/51

[14] Hûd: 11/61

[15] Hûd: 11/84

[16] Leyl: 92/3

[17] Mü'minûn: 23/68

[18] Ba­kara: 2/159

[19] Sebe': 34/47

[20] Zuhruf: 43/12

[21] Bakara: 2/133

[22] Bakara: 2/175

[23] Abese: 80/17.

[24] En'âm: 6/23

[25] A'râf: 7/7

[26] Kasas: 28/59

[27] Bakara: 2/26

[28] Âl-i İmrân: 3/159

[29] Ni­sa: 4/155

[30] Mü'minûn: 23/40

[31] Yâsîn: 36/6

[32] Hüd: 11/106-107

[33] Hûd: 11/108

[34] Mukâtil, Tefsiri'nde bu âyetle ilgili şu açıklamayı yap­maktadır: "Gökler ve yer ayakta durdukça (gökler ve yerin ehl-i dünya için devamlı olması ve oradakilerin on­dan çıkamaması gibi}, bahtiyarlar da cennette böyle de­vamlı kalacaklardır."

[35] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 310-315.

[36] Bakara: 2/255

[37] Meryem: 19/64

[38] Tâ-Hâ: 20/110

[39] Meryem: 19/64

[40] A'râf: 7/17

[41] Fussilet: 41/25

[42] Yâsîn: 36/45

[43] Ahkâf: 46/21

[44] Fussilet: 41/14

[45] Sebe': 34/9

[46] Yâsîn: 36/9. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 274-276.

[47] El-İsfahânî, a.g.e., s. 374.

[48] İbn Manzûr, a.g.e., V, 25.

[49] a.g.e., V, 25.

[50] bkz. Kasas: 28/16; Nisa: 4/48.

[51] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 48-50.

[52] Tur: 52/40.

[53] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 208. (4563-4564)

[54] Bahr, 8/201

[55] Mâide  5/112.

[56] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 209. (1846-1849)

[57] Şu'arâ: 26/57-59

[58] Duhân: 44/51

[59] Yûnus: 10/71

[60] Ahzâb: 33/13

[61] Rahmân: 55/46

[62] İbrâhîm: 14/14

[63] Sâffât: 37/164

[64] Neml: 27/39. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 418-419.

[65] Bakara: 2/125.

[66] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 209-210. (493)

[67] Furkan: 25/24.

[68] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 210. (3581)

[69] Keşşaf, 4/314

[70] Yusuf: 12/101.

[71] Taha: 20/87.

[72] En'âm: 6/75.

[73] Âl-i İmran: 3/26.

[74] A'raf: 7/185.

[75] Mü'minûn: 23/88.

[76] Nisa: 4/53.

[77] En'âm: 6/73.

[78] İsra: 17/111.

[79] Hac: 22/56.

[80] Fâtır: 35/13.

[81] Mülk: 67/l.

[82] Taha: 20/120.

[83] Nisa: 4/54.

[84] Bakara: 2/247.

[85] Sâd: 38/20.

[86] Gâfır: 40/29.

[87] Yusuf: 12/50.

[88] Taha: 20/114; Mü'minûn: 23/116; Haşr: 59/23; Cuma: 62/l; Kamer: 54/55'te de geçmektedir.

[89] Âl-i İmran: 3/26.

[90] Âl-i İmran: 3/26.

[91] Yasin: 36/71.

[92] Zuhruf: 43/77.

[93] Nahl: 16/75.

[94] Nahl: 16/71.

[95] A'raf: 7/188.

[96] İsfehani, age, s.473

[97] Bakara: 2/10

[98] Tevbe: 9/125

[99] Muhammed: 47/20

[100] Ahzâb: 33/32

[101] Ahzâb: 33/60

[102] Nisâ: 4/43

[103] Mâide: 5/6

[104] Bakara: 2/184

[105] Tevbe: 9/91

[106] Feth: 48/17

[107] Nûr: 24/61. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 123-125.

[108] Kuitubî, 17/16]

[109] Tefsîr-i Kebîr, 29/311

[110] Bakara: 2/228.

[111] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 210. (780-781)

[112] el-İsfahârıî, a.g.e., s. 495.

[113] İbn Kuteybe, Te'vîlu Muşkili’l-Kurân, s. 5.

[114] Ebû Temmam, Habib b. Evs, Divânu'l-Hamâse, Dimeşk, tsz., I, 411.

[115] Izutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 281.

[116] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 120-121.

[117] Nisâ: 4/6

[118] Nisâ: 4/114

[119] Bakara: 2/235

[120] Nisâ: 4/8

[121] Bakara: 2/234

[122] Bakara: 2/241

[123] Bakara: 2/236

[124] Bakara: 2/233.

[125] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 211. (4428)

[126] Nebe: 78/11.

[127] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 212. (5537)

[128] Yazmada, nemudduhum, Mukâtil'in Tefsirinde ise, ve ye­mudduhum {yani, onları sürüklüyor} tuğyanları içinde bocalarlarken {yani, dalâletleri içinde mütereddidler iken} şeklindedir.

[129] Bakara: 2/15

[130] A'râf: 7/202

[131] Mü'minûn: 23/55

[132] Nûh: 71/12

[133] İsrâ: 17/6

[134] Âl-i İmrân: 3/124

[135] Ra'd: 13/13/3. Yazma nüshada, Size meddetmişti { ihsan etmişti} peş­peşe meleklerden üçbini ile" {müslümanlara yardım etmişti} şeklindedir. Mukâtil'in Tefsiri'nde ise şu şekildedir: Size icabet etmişti: "Muhakkak Ben, meleklerden bini ile {Bedir günü} peşpeşe" diye. {Yani, Mü'minûn süresindeki gibi "ardarda gönderdik"}. (Mü'minûn: 23/44)

[136] Vakıa: 56/30

[137] Furkân: 25/45

[138] Ra'd: 13/3

[139] Hicr: 15/19

[140] Kaf: 50/7

[141] İnşikak: 84/3.

[142] A’raf: 7/124.

[143] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 212. (2232, 2233)

[144] Nebe: 78/31.

[145] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 212-213. (5544)

[146] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 213. (1947)

[147] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 214-215. (301-305)

[148] Elmalılı, a.g.e., 1,302.

[149] İbn Manzûr, a.g.e., X, 496; Tahânevî, a.g.e., II, 1337.

[150] ez-Zebîdî, a.g.e., VII, 183.

[151] el-İsfahânî, a.g.e., s. 719.

[152] Elmalılı, a.g.e., 1, 303.

[153] ez-Zebîdî, a.g.e., VII, 182.

[154] İbn Kuteybe, eş-Şi'ru ve'ş-Şu'arâ, s. 133.

[155] Necm: 53/27, 28.

[156] Antara, a.g.e., s. 101.

[157] İzutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 19.

[158] bkz. Fatır: 35/1.

[159] bkz. Zâriyât: 51/27.

[160] bkz. Bakara: 2/30.

[161] bkz. Tahrîm: 66/6.

[162] bkz. Cin: 72/14.

[163] Aydın, a.g.e., s. 97.

[164] A’raf: 7/185.

[165] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 215. (2343)

[166] Kurtubî, 15/341

[167] Karia: 101/5.

[168] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 216. (6029)

[169] Kaf: 50/29, Kalem: 68/12.

[170] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 4, s. 390.

[171] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 4, s. 591.

[172] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 3, s. 336.

[173] Isfahanı, Müfredat, tsz-, s. 475.

[174] Mevdudi, Tefhim, 1986, c. 5, s. 444.

[175] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 565.

[176] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 560.

[177] Beyzavi, Medarik.

[178] Medarik.

[179] Medarik.

[180] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 169-172.

[181] Tur: 52/3.

[182] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 217. (4551)

[183] Tur: 52/30.

[184] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 217. (4559)

[185] Neml: 27/44.

[186] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 217. (1471-1472)

[187] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 218. (405)

[188] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 218. (5407-5408)

[189] Hicr: 15/87.

[190] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 218-219. (3074-3075)

[191] Tefsîr-i kebîr, 31/173

Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/466.

[192] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 219-220. (6265-6266)

[193] Ankebût: 29/43

[194] Nahl: 16/75, Zümer: 39/29, Tahrîm: 66/10

[195] Feth:  48/29

[196] Bakara: 2/214

[197] Zuhruf: 43/8

[198] Nûr: 24/34

[199] Zuhruf: 43/56

[200] Zuhruf: 43/59

[201] Furkân: 25/39

[202] İbrâhîm: 14/45

[203] Rûhul-meânî, 30/138

[204] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 221-222. (3056-3057)

[205] Bakara: 2/236.

[206] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 222. (806)

[207] Ahzâb: 33/49

[208] Bâkara: 2/236

[209] Âl-i İmrân: 3/47

[210] Meryem: 19/20

[211] Bu kelime [lâmestum], kök itibariyle, mim-sin-sin harfle­rinden değil, lam-mim-sin harflerinden meydana gelmekte­dir. Nitekim Muhammed Fuad Abdu'l-Bâkî'nin düzenlediği el-Mucemu'l-Müfehres li-Elfâzı'l-Qur'âni'l-Kerîm adlı eser­de de böyle kaydedilmiştir.

[212] Nisâ: 4/43, Mâide: 5/6

[213] A'râf: 7/95

[214] Sâd: 38/41

[215] Hicr: 15/48

[216] Fâtır: 35/35.

[217] Kaf: 50/38

[218] Âl-i İmrân: 3/120

[219] Tevbe: 9/50

[220] Bakara: 2/275.

[221] Muhammed: 47/19

[222] Muhammed: 47/12

[223] Zümer: 39/72

[224] Fussilet: 41/24

[225] Yûsuf: 12721

[226] Yûsuf: 12/23

[227] Kasas: 28/45Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 365.

[228] Bakara: 2/198.

[229] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 223. (723)

[230] Vakıa: 56/9.

[231] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 223. (4704)

[232] Bakara: 2/20

[233] Mülk: 67/15

[234] En'am: 6/122

[235] Hadîd: 57/28

[236] Secde: 32/26

[237] Tâ-Hâ: 20/128

[238] İsrâ: 17/95

[239] Furkân: 25/7

[240] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 127-129. Furkân: 25/63

[241] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 223. (1246, 3501)

[242] Ba­kara: 2/36

[243] (A'râf/24)

[244] Enbiyâ: 21/111

[245] Mâide: 5/96

[246] Nûr: 24/29

[247] Vâkıa: 56/71-73. Mukâtil'in Tefsiri'nde şöyle denilmektedir: Mukvîn {yani, çıplak arazilerde bulunan yolcular ve bedeviler} için bir me­ta [fayda]...

[248] Nâziât: 79/33

[249] Bakara: 2/241

[250] Bakara: 2/236

[251] Ra'd: 13/17.  Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 196-197.

[252] Bahr, 8/473

[253] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 224. (5603)

[254] Karia: 101/8.

[255] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 224. (6030)

[256] Kurtubî, 17/201

[257] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 224. (4896)

[258] Meryem: 19/96

[259] Hûd: 11/90

[260] Buruc: 85/15

[261] Rûm: 30/21

[262] Mümtehine: 60/1

[263] Mümtehine: 60/1

[264] Mümtehine: 60/7

[265] Şürâ: 42/23

[266] Mümtehine: 60/7. Aynı âyet, meveddet'in nasihat [birinin iyiliğini istemek] anlamına geldiğine de tanık olarak zikredilmişti. (Redak­tör)

[267] Nisâ: 4/73.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 411-413.

[268] Al-i İmran: 3/138.

[269] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 225. (1180)

[270] Bakara: 2/28

[271] Mü'min: 40/11

[272] Âl-i İmrân: 3/27

[273] Yûnus: 10/31.

[274] Rûm: 30/19

[275] En'âm: 6/122

[276] Fâtır: 35/22

[277] Neml: 27/80

[278] Enbiyâ: 21/45

[279] A'râf: 7/57

[280] Fâtır: 35/9

[281] Yâsîn: 36/33

[282] Bakara: 2/56

[283] Bakara: 2/243

[284] Onların sekiz gün ölü olarak kaldığı iddiası, temelsiz bir iddia olup gaybı taşlamadır.

[285] Zümer: 39/30

[286] Âl-i İmrân: 3/185

[287] Bakara: 2/219.

[288] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 225. .(764-765)

[289] Maide: 5/3.

[290] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 225. (1556)

[291] Bakara: 2/61.

[292] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 225-226. (369)

[293] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 226. (3952)

[294] Vakıa: 56/50.

[295] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 226. (4713)

[296] a.g.e., II, 107.

[297] a.g.e., II, 107.

[298] 'Ude, a.g.e., s. 238.

[299] bkz. el-Vâhidî, Ebu'l-Hasan Ali, Esbâbu Nuzûli'l-Kurân, Beyrut, 1991, s. 55.

[300] Bakara: 2/189. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 50-51.

[301] Bakara: 2/130.

[302] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 226-227. (483-484)

[303] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 227. (1/191-192)

[304] Nûh: 71/4

[305] Şûrâ: 42/13

[306] Nûr: 24/30

[307] Nûr: 24/31

[308] Yûsuf: 12/101

[309] Mü'min: 40/15

[310] Kadr: 97/4

[311] Nebe: 78/14

[312] Ra'd: 13/11

[313] Bakara: 2/222

[314] Fâtır: 35/40

[315] Ahkâf: 46/74.

[316] Enbiyâ: 21/77 Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 244-246.

[317] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 227-228. (c: 3, s: 1697-1698)

[318] el-Rahr, 7/255

[319] Necm: 53/6.

[320] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 228. (4573)

[321] Nebe: 78/21.

[322] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 228. (5541)

[323] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 228. (3522)

[324] Haşr: 59/7.

[325] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 228-229. (4833)

[326] Kıyamet: 76/5.

[327] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 229. (5502)

[328] Rahman: 55/7.

[329] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 229. (4665)

[330] Bakara: 2/168.

[331] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 229. (2315)

[332] Şûrâ: 42/31

[333] Enfâl: 8/59

[334] Tevbe: 9/2

[335] Ankebût: 29/22

[336] Hacc: 22/51

[337] Sebe': 34/5

[338] Bkz. Sebe': 34/38. (Çeviren). Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 376-377.

[339] Kurtubî, 15/123

[340] Neml: 27/62.

[341] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 229. (3694)

[342] Bakara: 2/5.

[343] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 229-230. (204)

[344] Adiyat: 100/3.

[345] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 230. (6018)

[346] Buradaki muhsanât'ın, mutlak olarak hür kadınlar ile kar­şılanması yanlış anlaşılmaya müsait olduğundan, evli-hür kadınlar diye kayıtlamak gerekir. Çünkü mutlak olarak "hür kadınlar" ile evlenmenin haram olması izah edilemez. (Çeviren) Nisa. 4/24

[347] Nisâ: 4/25

[348] Asıl nüshada, Sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden fazlalığı da vardır. Ancak bu fazlalık bu âyette bulunma­maktadır. Nisâ, 4/25

[349] Nisâ: 4/25

[350] Mâide: 6/5

[351] el-Muhsanât lafzı, Nûr/4 ve 23. âyette geçmektedir. Mukâtil, Tefsirinde, 23. âyetteki muhsanât lafzını, hayasızlıklar­dan kendisini koruyan iffetli kadınlar; 4. âyettekini ise mü'min kadınlar diye tefsir etmiştir. Nûr: 24/23

[352] Tahrîm: 66/12

[353] Nisâ: 4/25

[354] Asıl nüshada âyet yanlış gösterilmiştir. Ayeti ve âyetteki {bu lafzın) anlamını Mukâtil'in Tefsiri'ne başvurarak tesbit etmiş bulunuyorum. Nûr: 24/4. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 184-186.

[355] Hadid: 57/23.

[356] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 231-232. (4755)

[357] Nur: 24/13.

[358] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 232. (3512)

[359] Bkz, Fîrûzâbâdî, el-Kâmusu'1-muhît, “Kameha” maddesi.

[360] Taberî, 15/8

[361] Kurtubî, 17/222

[362] Kaf: 50/8, 33.

[363] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 232.

[364] Bakara: 2/104.

[365] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 232-233. (452-454,1365-1366)

[366] Beyyine: 98/2.

[367] Abese: 80/13.

[368] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 234. (25-26)

[369] Nebe: 78/14.

[370] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 234-235. (5538)

[371] Hadid: 57/22.

[372] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 235. (4754)

[373] Nisâ: 4/97

[374] Nisâ: 4/75

[375] Kasas: 28/4

[376] Kasas: 28/5

[377] Sebe: 34/31-33

[378] Nisâ: 4/98

[379] Tevbe: 9/91.

[380] En’am: 6/98.

[381] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 235. (1990)

[382] Kurtubî, 15/354

[383] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 236. (671)

[384] Buhârî, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 139

[385] Hacc: 22/55

[386] el-İsfahânî, a.g.e., s. 770.

[387] el-A'şâ, a.g.e., s. 107.

[388] el-Beydâvî, a.g.e., I, 226.

[389] Çantay, a.g.e., II, 499.

[390] Al-i İmrân: 3/1l0.

[391] Ateş, Süleyman, Yüce Kur 'ân'ın Çağdaş Tefsiri, İst., 1988, VII, 68.

[392] Ebû Dâvud, Süleyman b. el- Eş'as, es-Sünen, Mısır, 1969, Melahim, 16; et-Tirmizi, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ, es-Sünen, Mısır, 1975, Fiten, 9.

[393] Bakara: 2/131.

[394] Nisa: 4/94

[395] Bakara: 2/112.

[396] En'âm: 6/98

[397] Hûd: 11/6

[398] Yâsin: 36/38

[399] En'âm: 6/67

[400] Kamer: 54/3.

[401] Âl-i İmrân: 3.

[402] Kurîubî, 17/220

[403] Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit, 8/35S