Rabb:2

Rabbu'l-'Âlemîn:6

Racîm-Recm:6

Racmen bi'l-gayb:7

Râdife:8

Rahim:8

Rahime:9

Rahîk:10

Rahman:10

Rakabe:14

Râi/Riâ':14

Rak:14

Raqîb:14

Rakk:14

Râne:14

Râsiyât:14

Ratk:14

Ravâsî:15

Ravda:15

Ravh:15

Rayb:15

Rec:15

Recâ':15

Recfe:16

Recm:16

Redd:16

Refes:16

Refref:17

Rehak:17

Reht:17

Rekd/Erked:17

Ress:17

Resul:17

Reyhan:18

Rıhlet:18

Rızk:18

Ribâ':18

Ribat:18

Ribbuyyun:19

Rifd:19

Rucz:19

Rûh:19

Ruhban:20

Rûhu'l-Kuds:20

Rüc'â:20

Rüku’:20

Rüşd-Ğayy:21


Rabb:

 

"Rabb" kelimesi " terbiye" kelimesinden türemiştir. Terbiye ise, başkasının işlerini ıslah etmek ve durumunu gözetmek demektir. Herevî şöyle der: Bir şeyi ıslah eden ve tamamlayan kimse hakkında: "Onu ıslah etti." denilir. Allah'ın kitaplarını koruyan kimselere verilen "Rabbaniyyun" ismi de bu kökten gelmektedir.[1]

"Rabb" kelimesi mâlik (sahip), muslih (ıslah eden), mabud, kendisine itaat edilen efendi gibi birçok mana­da kullanılır.

Rabb, terbiye manasına gelen bir masdar olduğu halde, mübalağa maksadıyla terbiye edene isim olarak verilmiştir. Masdarına da "rubûbiyet" denilmiştir ki, "çok adaletli" "addele" (adaletin ken­disi) denilmesi gibidir.

İşte bu mübalağa manasın­dan dolayı "rabb" yalnız terbiye eden ile eş anlamlı değil, aynen, "terbiye" gibi olan ve bundan do­layı zorla ele geçirme, üstün gel­me, ihsan, idaresi altına alma ve tasarruf etme, öğretme, yol gös­terme, teklif, emir ve yasak, teş­vik, korkutma, gönlünü alma, azarlama gibi terbiye için gerekli olan bütün şeylere sahip, kuvvet­li, mükemmel ve kusursuz olan bir terbiye edici demek olur. Bun­dan dolayı sahip ve malik mana­sına da gelir.

Örneğin ev sahibine "rabbü'd-dâr", bir sermayenin sahibi­ne "rabbü'1-mâl" denilir. Bu te­rimde yalnızca sahip ve malik manalarından daha ziyade mana­lar vardır. Çünkü, mudârebe/kâr ortaklığı ve selem /peşin para ile veresiye mal alma gibi alış-veriş işleri ile ilgili olduğu için sermaye sahibine "rabbu'1-mâl" denilir. Bundan dolayı mutlak anlamda "rabb" denildiğinde, yalnızca sahib veya yalnızca terbiye manala­rı değil, ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip olan, tü­kenmez kudret sahibi, daima var olan Allah anlaşılır.

Bunun için, Allah'tan başka­sına ait olduğunu belirten bir iza­fet tamlaması yapılmadan başka­ları için tek kelime olarak "rabb" denilemez. Tam tanınmışlığı ifade eden "er-Rabb" ve genel mana ifade eden "rabbu'l-âlemîn" gibi izafetler Allah'tan başkası için as­la kullanılamaz..

Şu halde "rabb", "rubûbiyyet" denilince, anlayacağımız ma­na, sonsuz kuvvet ile idaresi altı­na alan tedbir ve terbiye edendir. "Rabb", terbiye, bir şeyi basa­mak basamak, yavaş yavaş olgun­luğa ulaştırmaktır ki, bunun alameti seçme ve olgunlaşma olur. Alemlerin her kısmında ise terbi­ye ve olgunlaşma kanunlarının hareketi, her an ve her saniye gö­rünüyor. Bundan dolayı böyle sonsuz bir gücün Allah'a ait olduğu, dünya işlerinde şeksiz ve şüphesiz olarak okunmaktadır.

Rabb kelimesi terbiyeden gelir. Terbiye ise, bir şeyi kemâline ulaştırıncaya kadar yavaş yavaş geliştirmektir.[2] Kur'ân'da yaklaşık 846 âyette geçer. Kur'ân'ı Kerim nazil olduğu dönemlerde bu kelime, Arapçada itaat olunan efendi, her hangi bir durumu düzelten kimse, bir şeyin maliki gibi anlamlarda kullanılıyordu. Kur'ân ise bu kelimeyi, o dönemde kullanılan manaya yakın olarak benzeri olmayan efendi, verdiği nimetleriyle yaratıkları ıslah eden, yaratma ve emretmenin sahibi anlamlarına kullanmıştır.[3]

Burada şunu belirtmek gerekir ki; Rabb kelimesinin mutlak ve marife olarak kullanımı sadece Allah içindir. Fakat bunun Kur'ân'da "er-Rabb" şeklinde hiç geçmemiş olması dikkat çekicidir. Allah'tan başkaları için ise, muzaf olarak kullanılması caizdir. Öte yandan bu kelime Kur'ân'da 970 kez kullanılarak, Allah (c.c) lafzından sonra en çok isti'mal edilen lafızlardan olmuştur.[4]

İbn Fâris "râ" ile "bâ" harflerinin bazı esaslara delâlet ettiğini söylemektedir. Ona göre bu esaslar şunlardır:

1- Bir şeyi ıslah etmek ve onun üzerinde kâim olmak. Bu tanıma göre "rabb"; malik, yaratıcı, bakmak, büyütmek, gözetmek ve istediğini yapabilmek, yaptırabilmek, sahip olmak manalarına gelir.[5] Bir şeyin ıslah edilmesi ve onun neticeye götürülmesi için gerçek manada ona sahip olmak gerekir. Eğer gerçekten "rabb" ve yaratıcı olmasaydı bu mümkün olmazdı.

2- Bir şeyin gerekli ve devamlı olması. Bu da gösteriyor ki; Rablığın bir özelliği de bir şeyi kemâline erdirmek için, ona gerekli olan malzemeyi temin etmek, sorumluluğunu yüklenmek ve onu sürekli yapmaktır.[6]

3-  Bir  şeyi  diğerine   ilave  edip  bağlamak.[7] İbn Fâris'in bu üç esasının birleştiği anafîkre göre "Rabb'ın", tertip etmek ve düzgün bir vaziyet kazandırmak manalarını ihtiva ettiği görülmektedir.

Câhiliye şiirinde "rabb" kavramı çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Bunlar kısaca şöyledir.

1- Mesuliyetini yüklenmek, ıslah etmek ve koruyup gözetmek anlamında Alkame b. Abede'nin şu beytinde görül­mektedir:

"Ben şu anda işlerimin ıslahını sana bıraktım. Senden önce birçok kefiller benim işlerimi üzerlerine aldılar da hiç bir şeyi ıslah edemediler."[8]

Üstünlük, efendilik, başkanlık ve sözünü geçirmek manasında Lebîd de şöyle demiştir:

"Bir gün (kadınlar) Kinde'nin reisini ve oğlunu, Me'add'ın reisini, vadi ile dağ arasında helak ettiler."

3- Malik olmak, sahip olmak manasını el-A'şâ'nın şu beytinde görmekteyiz:

"Kimi zamanlar gafletinden yararlanmam sebebiyle evin sahibini geçiyorum. Bazen de o bana karşı çekingen davranıyor. Sonra da bana sığınmıyor."[9]

Rabb hususunda Kur'an'ı Kerim çok hassas davranır. O, bu tutumuyla adeta müşrik Araplara, Cenab-ı Hakk'ın, tanıdıkları ve ikrar ettikleri "rubûbiyet" sıfatlarından yakla­şarak, üzerlerinde bunca hakkı bulunan Allah'ı bırakıp, hiç hakkı olmayan hayali şeylere tapmanın manasız ve haksızlık olduğuna dikkat çekmek suretiyle vicdanları uyandırmak ister.[10]

Kur'ân'ın nüzulünden önce müşrikler her ne kadar Allah'ı tanıyorlarsa da, O'nun yanı sıra, şefaatçiler olarak bir çok rabler edinmişler ve uluhiyetin ihtiva ettiği anlamı büyük ölçüde Allah'tan alarak, kendilerinin uydurdukları sözde tanrılara vermişlerdi. Halbuki "rabb" vasfı, taşıdığı asıl mana itibariyle ancak O'na ıtlak edilmeliydi. Çünkü Allah mefhumu, gerçek rubûbiyet vasfı verilmediği takdirde, fonksiyonlarını yitirmiş uzak bir hatıra şeklinde zihinlerde kalıverir.[11]

R harfini b harfine vurmakla, devamlılık ve eklemek anlamı meydana gel­mektedir. Aslında kelimenin anlamı ıslahat (düzeltmek), sarılmak ve eklemek­tir. Düzeltmek, sarılmak ve eklemek manalanyla bu kavram, eğitim manasını içermektedir. Eğitim faaliyetinin olduğu yerde düzelme, benimseme ve geliş­me vardır. Sarılma benimsemeyi, ekleme de gelişmeyi ifade etmektedir.

“Rabbe” fiili sözlükte hakim olmak, sahip olmak, kontrol etmek, bes­leyip büyütmek, yetiştirmek manalarına gelir.

Bazıları terbiye kelimesini rab'den türetmektedir. Reba fiilinin masdan terbiye'dir, ama rab kelimesinin masdarı terbiye değildir. Reba 'artış' manasına gel­diği için, faize riba denmektedir. Rab ile riba, 'artma' manasında buluşmaktadır. Onun için 'terbiye'nin rab'den geldiğini söylemektedirler.

Rab kelimesinin Kur'an'daki manaları:

1- Yaratma:

Halik (yaratıcı) sıfatı, Allah'ın rab sıfatı içinde yer almaktadır. "Alemlerin rabbi" ifadesinin birincil manası, "alemlerin yaratanı"dır. Rab kelimesinin ya­ratma manasına geldiği -Hz. Yusuf un lisanından- şöyle dile getirilmektedir:

“(Rabbim! Bana iktidar bahşettin ve hadiselerin tevilini öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan!” [12]

Burada rab kavramının içine (fatıtr=yaratıcı) sıfatını koymuştur. Şu ayetler de bu anlamdadır:

“Firavun, 'Rabbiniz kim ey Musa' dedi. Musa da, 'Rabbimiz herşeyi yaratan ve sonra da hidayet edendir' dedi.”[13]

Ayetlerden anlaşılacağı gibi Firavun rabb'ın ne anlama geldiğini sormuş, Hz. Musa da Rabbi tanımlarken; "Her şeyi yaratan ve doğru yolu gösteren" demiştir. Böylece rab kelimesinin içine hâlıklık (yaratıcılık) sıfatını da koymuştur. Hidayet eden, yani doğru yolu gösteren demekle de, rabbin eğiticilik manasına işaret etmiştir.

Firavun'un bu sorusu şu ayette de geçmektedir:

"Firavun dedi ki: "Alemlerin rabbi dediğin de nedir?" Musa cevap verdi: "Eğer işin gerçeğini düşünüp anlayan kişilerseniz, göklerin, yerin ve arasındakilerin rabbidir."[14]

Daha sonra Hz. Musa, Allah'ın kendilerinin ve evvelki atalarının, doğu­nun, batının ve arasındakilerin rabbi olduğunu söylemiştir. Görülüyor ki bu ayetlerdeki rab kelimesi, 'yaratan' anlamına gelmektedir.

Rab dendiğinde -ilk önce- göklerin, yerin, doğunun, batının, arasındakilerin ve insanların yaratanı akla gelmelidir. Onun için Fatiha: 1/2'deki “rabbi'1-alemin” ifadesi, "alemlerin yaratanı" şeklinde anlaşılabilir. Fakat rab kelimesinin manası bundan ibaret değildir.

2- Yol gösterme:

Yüce Allah'ın hidayet etmesi/doğru yola iletmesi, rab sıfatının kapsamına girmektedir. 'Yaratıcı' sıfatı ile 'hidayet edici' sıfatı, rab sıfatından doğmak­tadır. Rab sıfatı, her ikisini de kapsayacak kadar geniş bir faaliyet alanına sahiptir. Hidayet etme ile rablığın ilişkisini şu şekilde ifade etmek mümkündür: Allah sadece yaratmakla kalmayıp aynı zamanda yarattıklarına yolunu ve  izini de göstermekte; onları asla başıboş bırakmamaktadır. Daha açık ifade ile Allah iki tür varlık yaratmıştır: Akıl sahibi olan varlık ve akıld­an yoksun olan varlıklar. Akıl sahibi varlıkları, akıllarını, düşünme ve yeteneklerini kullanma kabiliyeti vermek suretiyle hür ve irade sahibi kılmış; akıl ve iradenin yanlış yolda kullanılabileceğinden ötürü de onlara kitaplar indirmiş, peygamberler vasıtasıyla hidayet yolunu da göstermiştir. Akıl vermeyip mesul tutmadığı varlıklara da vazifesini gösterip öğretmiştir. Bu nedenle fâtır sıfatı içerisinde hem yaratma, hem de yol gösterme anlamı vardır.

Bütün varlıkları yaratan Allah, kimilerine vazifesini, kimilerine de gideceği. doğru yolu göstermiştir, ki buna hidayet denmektedir. Bu ise, eğitimin ta kendisidir. Bu durumda Fatiha: 1/2'deki "Alemlerin rabbi" ifadesine "alemlere hidayet eden" manasına vermemiz mümkündür. Onun içindir ki Hz. Musa Taha: 20/50'de, yaratma faaliyetinden sonra -Rabb için- “Sonra hidayet edendir” demiştir. Böylece rab sıfatının iki anlamı ortaya çıkmaktadır: yaratmak ve hidayet etmek.

3- İlah:

Rab kavramının diğer bir anlamı da ilah 'tır.[15]

"Ve size, 'Melekleri ve peygamberleri rabler (ilahlar) edinin' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?" [16]

Buradaki ilah manasına gelen rab, sebeplerin sebebi, kulların ihtiyaçları­nı gideren anlamını ifade etmektedir.

4- Sahip, efendi, idareci:

Rab kavramı insana izafe edildiği zaman sahip, efendi manalarına gel­mektedir. Allah'a izafe edilince, sahip (mâlik) manasını kazanmaktadır. Şu ayette sahip ve efendi manalarına gelmektedir:

“Onlardan kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: "Beni efendinin yanında an!" Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla birkaç sene daha zin­danda kaldı”[17]

Bu ayette rab kelimesi, iki defa geçmekte ve ikisinde de siyasî erki elin­de bulunduran kişi, sahip ve efendi anlamına gelmektedir.

O zaman Fatiha: 1/2'deki "Alemlerin rabbi" ifadesine, "Alemlerin sahibi" manasını verebiliriz. İsfehânî de, Yusuf: 12/23'deki rab kelimesini, melik anlamına almıştır.

5- Eğitmek-öğretmek:

Rab kelimesi rabbâniyyûn şeklinde kullanılınca, çeşitli manalara gelmektedir:

“Hiçbir insanın Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik ver­mesinden sonra insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun!' demesi mümkün değildir. Bilakis şöyle der: 'Okumakta ve öğrenmekte oldu­ğunuz kitap uyarınca rabbaniler olun!"[18]

Ayette geçen rabbaniler kavramı, Rabbe/Allah'a mensup insanlar demektir. Bir insan nasıl Rabbe mensup olabilir? Ayet, bunun, bilgi ile, okunan ve öğre­nilen kitap sayesinde, eğitim ve öğretimle gerçekleşeceğini söylemektedir. Ki­tabı öğrenen ve tatbik eden insan, gelişerek Rabbe mensup hale gelir.

Demek ki rab, yavaş yavaş gelişip, kemale ulaşmak veya ulaştırmak mana­sına da gelmektedir. Bilgi ile insanın ulaşacağı, nihaî olgunluk seviyesini ifa­de etmektedir. Hem o seviyeye giden gelişmenin, hem de seviyenin kendisi olmaktadır. Başka bir ifadeyle rab, hem eğitim-öğretim faaliyetinin kendisi­ni, hem de Allah'a mensubiyetin doruk noktasını ifade etmektedir.

Rabbâniyyûn ve ribbiyyûn kavramları aynı manada olmakla beraber, bi­rincisi ilim adamları, ikincisi ise Allah'ın erleri anlamını ifade etmektedir.

Rabbâniyyûn kavramını İsfehânî şöyle açıklamaktadır:

Allah'a mensup din ve ilim adamları manasına gelen bu kişiler, ilmi, hakim gi­bi geliştiren kimselerdir. Bunun anlamı, onlar bilgi ile nefislerini terbiye edip geliştirirler. Rabbani olan kişi, nefsini bilgi ile terbiye ederek geliştirdiği için il­mi, ilmi geliştirdiği için de şahsiyetini geliştirmiş olur.[19]

Râzî pek çok kişinin rabbâniyyûn kavramı hakkındaki görüşlerini naklet­mektedir:

Sîbeveyh, Allah'ı bilmek ve o'na devamlı itaat etmek; Müberret, insanlara ilim öğ­retip, onları eğiten ve onların durumlarıyla ilgilenen kimse; İbn Zeyd "insanları eği­tip yetiştiren; Ebû Ubeyde, öğrenen, öğrendiği ile amel eden, hayır yollarını başka­larına öğretmekle meşgul olan manalarına almaktadırlar.[20]

Bütün bu görüşlerle İsfehânî'nin görüşünü bir araya getirirsek, bir eği­tim ve öğretim faaliyetiyle karşı karşıya kaldığımızı anlamakta gecikme­yiz. İsfehânî, kavramı eğitimin psikolojik boyutuna göre manalandırırken, diğerleri öğrenmek ve başkalarına öğretmek şeklinde yorumlayarak, onun sosyolojik boyutunu gündeme getirmişlerdir. Çünkü İsfehânî, rabbâniyyûn kavramımı açıklarken, onu, dışarıdan bilgiyi alıp kendi nefsini, yani şahsiyetini onunla geliştirip, oradan tekrar bilgiyi dışa vuran adam olarak görmektedir.

Diğerleri ise, bu kavrama, bilginin bu içselleşmiş halinden daha çok, öğ­renme, öğretme ve itaat etme anlamlarını yüklemektedirler. Hepsinin ortak noktası, öğrenmek, öğretmek, geliştirmek manalarına yer vermiş olmalarıdır.

Rab kavramının içinde, öğretmek, eğitmek ve geliştirmek anlamları var­dır. Bütün bunların bilgi ile olacağı gerçeği de ifade edilmiş olmaktadır. Rab kavramının eğitim ve öğretim manası ele alınınca, şu soruyu sormamız gere­kiyor: İnsan, kendi şahsiyetini ve bilgiyi ne ile geliştirir? Bu sorunun cevabı­nı şu ayette bulmaktayız:

“Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde rabbaniler olun.” [21]

Bu ayet, insanların, öğretim ve tedrisat denen eğitimle gelişip rabbe men­sup kimseler olabileceğine işaret etmektedir. Gerçek vahiy olan Kur'an'ı iyi­ce öğrenip, tetkik edip, ondaki sırları açıklamak ve başkalanna öğretmekle, hem ferdin hem de toplumun gelişimi temin edilmiş olacaktır. Genelde bu ayet, daha çok eğitimin öğretim boyutunu gündeme getirirken, şu ayet eğitim boyutuna dikkat çekmektedir:

“Rabbâniyyûn ve ahbâr, onları günah olan sözleri söylemekten ve haram yemekten men etse­lerdi ya! İşledikleri fiiller ne kötüdür.” [22]

Bu sefer de, rabbânîler'in, toplumu yalan ve haram lokma yemekten me­netmeleri, uyarmaları ve eğitmeleri, bu kavrama mana olarak yüklenmekte­dir. Bu faaliyet ise, eğitimin alanına girmektedir.

Hz. Yusuf rab kavramına şu manayı yüklemektedir:

“Ey Rabbim! Mülkten bana verdin ve bana olayların yorumunu öğrettin.” [23]

Demek ki rab, iktidar veren ve sosyal olayların yorumunu öğretendir. Böylece rab kelimesinin siyasî ve öğretim boyutu ortaya çıkmış olmaktadır. Yüce Allah, rablık sıfatı gereği Hz. Yusuf’u yetiştirirken, ona sosyal olguların ve olayların yorumunun nasıl yapılacağını öğretti. Bu bir öğretim faaliye­tidir.

Bu üç manadan hareketle Fatiha: 1/2'deki “rabbi'l-alemin” ifade­sine "Alemleri yaratan, yol gösteren ve öğretip eğiten" şeklinde mana vere­biliriz.

6- Veli:

Rab kavramının özünde yer alan diğer bir mana da arka çıkmak, sahip ol­mak manalarına gelen veli'dir. Veli kavramının sözlük manalarından hareketle rab isminin sırlarını açabiliriz: "Yanında olmak, yakın olmak, bitişik olmak, takip etmek, dost olmak, terbiye etmek, idare etmek, yola getirmek, yardım et­mek, desteklemek, korumak, Allah'a yakın olmak, aziz adam" manalarına gel­mektedir. Hz. Yusuf bu manaları, veli kelimesiyle rab sıfatına yüklemektedir:

“Ya Rab! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin.” [24]

Bütün bu manaları Hz. Yusuf, veli kavramı ile Rabbe bağlamakta ve onun anlamının ne olduğunu göstermektedir.

Peki sahip çıkmak ne ile olacaktır? Bu sorunun cevabını da yine Hz. Yusuf vermektedir:

“Beni müslüman olarak yaşat ve öldür ve beni sâlihler arasına kat.” [25]

Müslüman olarak yaşatmak ve öldürmek, salihlerle beraber olmasını temin et­mek velîiliğin gereği olduğu gibi, rablığın da işlevleri arasındadır. 'Eğitmek' manasıyla rab, yukarıdaki işlevleri bir insana temin etmekle ona sahip çıkmış ol­maktadır. Bir insanın müslüman olarak yaşayıp ölmesini ve hayatı boyunca iyi insanlar arasında yer almasını sağlamaktan daha iyi sahip çıkma olur mu? Hz. Yusuf Allah'a “Sen benim velimsin” derken, O'ndan bu isteklerde bulunmaktadır.

Yusuf: 12/101 ayetini dikkate alırsak şöyle bir durum ortaya çıkar: Rab, ikti­dar veren, yaratan ve insanı müslüman olarak yaşatan ve iyilerin arasına ko­yup, sahip çıkan velidir. O zaman tekrar Fatiha: 1/2'deki "rabbi'l-alemin" ifade­sine dönersek, ibareye "Alemleri yaratan, yol gösteren, öğretip eğiten ve sahıp çıkan" manasını verebiliriz.

7- Şeref sahibi olmak:

Şeref manasına gelen izzet kavramı, rab sıfatının içinde vardır

“Senin şeref sahibi Rabbin, onların verdikleri sı­fatlardan uzaktır.”[26]

Aslında eğitim insanların ruhlarını zenginleştirip şekillendirerek, kafalarına bilgi, gönüllerine sevgi aşılayarak onlara şeref vermektedir. Allah'a "alemlerin rabbi" demek, O'nun, alemleri yaratmakla, eğitip öğretmekle, sa­hip çıkmakla onlara şeref verdiğini ifade etmektir. Çünkü insanı bilgilendirip doğru davranışa yönlendirmekle, ona şeref vermiş olmaktadır. Demek ki eği­tici manasıyla rab, insanları eğiterek onlara kendi şerefinden vermektedir. İzze­tin tamamı Allah'a aittir, O'ndan şeref almak isteyenler, doğru bilgiye sahip olmalı ve iyi eylemler üretmelidirler. [27]

8- Af ve merhamet sahibi olmak:

Bilindiği gibi cezalandırmak, affetmek ve merhamet etmek gibi eylem­ler, eğitimin temel öğeleridir. Bunların olmadığı yerde eğitimden bahsedi­lemez.

“Senin affı bol olan Rabbin merhamet sahibidir. Şayet yaptıkları yüzünden onları sorgulayacak olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi. Fakat ken­dilerine tanınmış bir süre vardır ki, artık bundan kaçıp kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır.”[28]

Bu ayet bize Rabbin, affedici ve merhamet sahibi olduğunu ifade etmek­tedir. Allah'ın Rablık sıfatıyla ahlâklanan eğitimciler, affedici ve merhamet sahibi olmalıdırlar. Affedici ve merhamet sahibi olamayan eğitimciler, Al­lah'ın ahlâkı ile ahlâklanmış sayılamazlar.

Affetmek ile merhamet bir araya gelince ne olmaktadır? Ayetin devamın­da bunu bulmaktayız: Yapılan yanlış davranışlardan dolayı hemen cezalan­dırmamak, değişme ihtimalini bekleyerek, onlara bir mühlet tanımak.

İnsanların pek çoğu değişimi hemen yapamazlar; onların ancak belli bir süreçte değişme ihtimâlleri vardır. Eğitim biliminde buna "beklenti içinde ol­ma süreci" denmektedir. Rab, insanların bu özelliği nedeniyle, affedici yö­nüyle onları hemen cezalandırmamakta, merhamet özelliği ile onlara değiş­meleri için mühlet tanımaktadır.

9- Korumak:

Daha önce velilik manasıyla rab kelimesine, sahip çıkma ve koruma manasını vermiştik. Demek ki eğitici manasına gelen rab, eğitim faaliyetini, 'koruyuculuğu' ile icra etmektedir.

Şu ayeti bu manada değerlendirebiliriz:

“Halbuki şeyta­nın onlar üzerinde hiçbir otoritesi yoktu. Ancak ahirete inananı şüphe edenden ayırt edip bilelim diye, şeytana bu fırsatı verdik. Rabbin ger­çekten her şeyi koruyandır.” [29]

Bilindiği gibi, bir eğitimin eğitim faaliyeti olabilmesi için, sonuçta bir im­tihanın bulunması gerekir. İmtihan olmayan bir yerde, yapılan eğitimden faydalananların veya faydalanmayanların ayırdedilmesi mümkün değildir. İlâhî eğitimde şeytan, bir imtihan vesilesidir. Bu vesileler belli sorulara mu­hatap olmakla gerçekleşmektedir. İşte bu soruların cevaplandırılması şarttır.

Bazen bu soruyu Allah, ahirete inanan ile şüphe edeni tesbit etmekte, ya­ni ayırmakta kullanmaktadır. Bu imtihanı uygularken Yüce Allah, rububiyet sıfatı gereği koruyuculuk özelliğini kullanmaktadır. İşte Allah, yaptığı imtihânda başarılı olmaları için insanları şeytanın etkisinde kalmaktan korumak­ta; koruyuculuk sıfatı ile onlara sahip çıkmaktadır. Bu manada ise "alemlerin rabbi", alemlerin koruyucusu olmaktadır.

10- Dönüp varılacak yer:

Serkeşlik yapan evlat, döner dolaşır neticede yine anne ve babasının yanına gelir. Bu kapı reddeden ve içeri almayan bir kapı değildir. Teşbihte hata olmaz. rablık kapısı da, ne kadar serkeşlik yaparsa yapsın, insanın dönüp varacağı yerdir. O kapı ümitsizlik kapısı ve reddeden kapı değildir:

“Ve şüphesiz son varış yeri Rabbinedir.” [30]

“Doğrusu güldüren de, ağlatan da O'dur.”[31]

“Öldüren de, dirilten de O'dur.” [32]

Eğitimci, başvurulan makamı ifade etmektedir. Kul, derdini eğiticisi olan efendinin kapısında anlatacak, sorunlarını ona sunacak, gülüşünü de onun kapısında yapacaktır. Rab, ağlayanların dertleriyle, gülenlerin mutluluğu ile ilgilenmektedir. O'nun kapısı, hem ağlama hem de gülme kapısıdır.

"Alemlerin rabbi" ifadesi; "alemlerin vardığı son nokta" şeklinde ifade  edilir. "Rabbaniler olun" ifadesi, "Rabb'e varın, O'na ulaşın, O'nu son nokta olarak bilip, O'nu hedef ve amaç edinin!" anlamına gelir. 

 

Rabbu'l-'Âlemîn:

 

Rabbu'l-'âlemîn, Al­lah'ın sıfatıdır. Bu terkibin dili­mizde herkes tarafından bilinme­sinden dolayı tercüme edilmesine gerek yoktur. Bunu "alemlerin rabbi" şekline sokmak mümkün ise de bunda fazla bir açıklık olmamakla beraber "lam"daki umumîlik, bilinen bir fert ile Al­lah'ın birliğini anlatan belirli bir isme izafet manaları noksan kala­caktır.

Bu deyimi, "bütün alemlerin ve parçalarından her birinin bili­nen yegâne rabbi" diye açıklamak ise, kısa ve öz anlatım yerine sözü uzatmak olacaktır. "Alemlerin rabbi" demek ise bu sakıncalarla beraber aslına da uygun olmaz. Çünkü Kur'ân "rabbi'l-'avâlim" demiyor, "rabbü'l-'âlemîn" diyor ve bununla özellikle akıl sahibi varlıkları üstün tutarak onların dikkatini çekiyor. Çünkü "âle", "âlemûn" gibi sağlam çoğullar, akıllı varlıklara ait olduklarından dolayı bunun meali, "bütün âlemlerin ve bütün parça­larının ve özellikle hepsinden üs­tün olan akıllı varlık alemlerinin yegâne rabbi" demektir.

Bakara Sûresi'nin başında "huden lil muttakîn" (muttakîler için yol göstericidir)[33] ayetin­den anlaşılacak olan bu öz işaretin, Kur'ân'ın inmesinin hikmetini göstermek itibariyle Fatiha'nın ba­şında bulunması çok önemlidir.

Alemlerin rabbi denince, her insan kendi görebildiği kadar ol­sun bütün alemlere, zihnînden bir geçit resmi yaptırır. Bunu yaptı­rınca mutlaka terbiye kanunu gö­rür, bu kanunun her şeyde devre­ye girdiğine şahid olur. Demek ki biz, Rabbimizi, alemlere bakmak­la bileceğiz. Fakat alemleri de an­cak onunla bağlantı kurarak tanıyabileceğiz.

 

Râbiye:

 

Râbiye, "sıkıntısı ve azabı fazla" demektir.

 

Racîm-Recm:

 

Racîm, yıldızlar ve ateş parçalarıyla taşlanmış manasınadır.

Racîm, "recm"den fa­ildir; taşıdığı anlama göre özne de olabilir, tümleç de. "Recm", taşla­mak demektir, sonra teşbihen ka­til anlamına gelir. Aynı zamanda iftira atma, azarlama, küfretme, haysiyete dokunan söz söyleme anlamı da vardır. Yani çirkin söz atmaktır.

"Lenercümenneke" gibi sade­ce zannedip söylemek, bir delile dayanmadan konuşmaktır. Türk­çe'de "atma" diye tabir edilir. "Recmen bi'1-ğayb" (gaybı taşla­ma) deyimi de buradan kaynakla­nır. Atılan ve kendisi ile atılan her şeye isim olur. Nitekim "onları şeytanlara rücum yaptık" ayetin­de, "rücum" mermi anlamında­dır.

Nihayet "recm", kovma ve la­netleme anlamına da gelir. Çün­kü, tard olunan taşlanır. Bu ne­denle, şeytan racîmdir, atar, indî hükümler verir, gaybı taşlar, iftira atar, yalan söyler. Racîm, şeytanın aslî sıfatıdır ve bütün şeytanları kapsar.

İsti'aze'nin üçüncü kavramı olan racîm, taşlamak, lanet etmek, beddua et­mek, küfretmek, zemmetmek, bilmediği şey hakkında konuşmak, şüphe et­mek, gelecek hakkında tahminde bulunmak, tasavvur etmek manalarına gelmektedir. İsim olarak 'taş' demektir.

Kur'an'daki manaları ise şunlardır:

1- Taşlayarak öldürmek:

“Dediler ki: "Ey Nuh! Bu davadan vazgeç­mezsen, iyi bil ki taşlanmışlardan olacaksın"[34]

Bir canlıyı uzaklaştırmak veya öldürmek için atılan taş için de recm kav­ramı kullanılır.

“Dediler ki: "Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf buluyoruz. Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin."[35]

Ayette geçen leracemnâke kelimesini bütün müfessirler, "taşlayarak öl­dürme" olarak manalandırmışlardır.[36]

2- Bilmeden fikir beyan etmek:

Bir insan bilmediği ve uzmanı olmadığı bir konuda konuşana, "atıyorsun, saçmalıyorsun" denir. Kur'an'da da, bilmeden konuşanlar için recm kelime­si kullanılmaktadır:

"Onlar üç kişidir; dördün­cüleri köpekleridir" diyecekler; yine "Beş kişidir, altıncıları köpekleridir" diyecekler. Bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektedirler."[37]

Ayette geçen (recmen bi'1-gayb) ifadesi, taş atar gibi lafı ağızdan -bilmeden- atmak manasına gelmektedir.

3- Kötü söz söylemek:

“(Babası, "Ey İbrahim!" dedi. "Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, sana kö­tü söz söylerim. Uzun bir zaman benden uzak dur").”[38]

Kötü söz söylemek, taşla recmetmeye benzemektedir. Her kötü söz, bir taştır. Kötü söz, taştan daha yaralayıcı ve etkilidir. Taş başı yarar, bedeni ya­ralar; kötü söz gönlü yaralar. Birincisi geçici, ikincisi kalıcıdır.

4- Kendileriyle şeytanların taşlandığı yıldızlar:

“Andolsun ki biz, en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.”[39]

Alev sütunu[40]; parlak ışık[41]; kandil.[42]

Alev sütunu, parlak ışık ve kandil denen bu yıldızlar, gökyüzünde burçlar arası haberleşmenin düzenini bozan, araya girip hırsızlık yapan şeytanlar için recm kılınmıştır. Yüce Allah, o yıldızlarla, hırsız şeytanları taşlamaktadır.

5- Mezar taşı:

İsfehânî, “recmetü” kavramını mezar taşları olarak manalandırmaktadır. Daha sonra bu mana genişleyerek, mezarın tamamını ifade etmiştir. İs­fehânî bu fikrini şu hadîse dayandırmaktadır. “Kabrimi taştan yapmayın.”[43]

 

Racmen bi'l-gayb:[44]

 

Meçhul bir haber hakkında (kafadan) atmak, (öyle bir haber) getirmektir. Allah'ın, "gayb hakkında, atıp tutuyorlar" [45] sözündeki gibi. Yani onu (öyle bir haberi) ge­tiriyorlar. Ya da (Allah), "zannen bi'1-gayb/gayb hakkında zanda bulunmak"ta olduğu gibi 'recm' (kelimesini), 'zann' (kelimesinin) yerine koymuştur. Çünkü onlar (Araplar) "zanne/zannetti" demek yerine "receme bizzanni/zanda bu­lundu, bilmeden konuştu" demeyi alışkanlık haline getir­mişlerdir. Hatta onlara göre bu iki ibare (zanne ile receme bizzanni) arasında fark kalmamıştır.

Züheyr b. Ebi Sulma bir şiirinde şöyle demektedir: [46]

Savaş, ancak bildiğiniz ve tattığınız şeydir.

O, hakkında bilmeden konuşulan (Hadisü'l-mureccem) bir şey değildir. [47]

Bu, hiçbir bilgileri olmaksızın bilinmeyen hakkında zanda bulunmak demektir.[48]

Recm, zanna dayanarak (kafadan) atmak; tevehhüm/bir şeyin varolduğu zannına kapılmak/kuruntu; şetm/sövgü/yergi; tard/reddetmek/kovmak/defetmek için istiare kı­lınmıştır. Allah'ın (Recmen bi'l-gayb) sözü gibi. [49]

Zanna dayalı söz ... [50]

Gaybi bir konuda kesin bir bilgi olmaksızın zanna (da­yalı) sözlerle[51]

Bunlar bilmediği bir yere ok atan kimse gibi, kesin bilgi ve ilme dayanmadan zan ile ortaya söz atan kimselerdir.[52]

Anlaşıldığı kadarıyla müellifler bu deyimi; bilmeden ko­nuşmak, bir şey hakkında zanna dayanarak tahminde bulunmak, herhangi bir kesin, bilgiye dayanmadan konuşmak vb. şekillerde anlamışlar. Ancak zikrettiğimiz bu gibi meca­zi anlamların, Türkçe meallerin hepsinde doğru ifadelerini bulduğunu söylemek mümkün değildir.

Elmalı: ... gaybı taşlama!

Çantay: ... gaybı taşlamaktır.

D.İ.B., Atay: Karanlığa taş atar gibi ...

Bilmen: ... gayba taş atmaktır.

Yavuz: ... gayb için zanda bulunacaklar.

Davudoğlu: Karanlığa kurşun sıkmak kabilinden...

Ateş: Görülmeyene taş atar gibi ...

Bulaç Bilinmeyene (gayba) taş atmaktır.

T.D.V.: ... bilinmeyen hakkında tahmin yürütmektir.

Y. Öztürk: Gaybı taşlamaktır/bilinmeyen hakkında atıp tutmaktır bu.

Koçyiğit: Gayba taş atar gibi ...

Hizmetli: Gayba taş atarak...

Varol: ... gayha taş atmaktır.

Piriş: Karanlığa taş atarak...

A.Öztürk'ün mealinde ise ilgili ayetin tercümesinde bu deyimi yansıtacak herhangi bir ifade ile karşılaşmadığımızı belirtmeliyiz.

Elmalı, Çantay, Bilmen, Hizmetli ve Varol gibi zatlar de­yimi, genel olarak "gaybı taşlamak' şeklinde tercüme etmişlerdir ki bizce olması gereken bu değildir. Çünkü "gay­bı taşlamak" ifadesi belli bir zümrenin dışında kalanların anlayabileceği bir ifade değildir. Üstelik Türkçe'de -ilerde de göreceğimiz gibi- bu deyimi çok daha güzel ve anlaşılır bir şekilde karşılayan ifadeler vardır.

Davudoğlu'nun "karanlığa kurşun sıkmak" şeklindeki tercümesi de bu ifadeyi karşılamamaktadır.

Diğer mütercimlerin yaptıkları tercümeler ise deyimin anlamını yansıtacak niteliktedir. Özellikle Yavuz, T.D.V. ile çevirisinde parantez ve dipnotlara yer vermeyen ama bun­ların yerine taksim çizgisi kullanan Y. Öztürk'ün bu çizgi­den sonraki tercümesi gerçekten güzeldir.

Biz de bu deyimin, genel olarak, aşağıdaki şekillerde olan tercümlerine katılıyoruz:

- Gayb için zanda bulunmak

- Bilinmeyen hakkında tahmin yürütmek

- Bilinmeyen şey hakkında atıp tutmak

- Bilinemeyen şey hakkında bilir bilmez konuşmak

- Bilinmeyen şeyle ilgili zanna dayanarak tahmin yürüt­mek vb.

Örnek:

Gayb için zannda bulunarak (Sayıları) üçtür, dördüncü­leri köpekleridir, diyecekler. (Sayıları) beştir, altıncıları kö­pekleridir, diyecekler.

 

Râdife:

 

Râdife, "redif gibi ar­ka arkaya gelen olaylar, ilk nefhada/üflemede zelzelenin arka ar­kaya her şeyi sallaması gibi evre­nin sallanması, semanın yarılma­sı, yıldızların parçalanması durumlarını ifade eden bir kelimedir. Ancak sûr'un üflendiği ilk sa­niye, ilk an olması ihtimali daha fazladır.

 

Râğe:

 

Yöneldi. "Râğe ileyhi" Ona doğru gizlice yöneldi, demektir. Asıl itiba­riyle bu kelime, eğilmek manasınadır. Şair şöyle der:

Sana dil ucuyla tatlılık gösteriyor. Oysa, tilkinin sinsice yaklaştığı gibi

sana sinsi sinsi yaklaşıyor (meylediyor).[53] 

 

Rağaden:

 

Meşakkatsiz olarak bolca demektir. Rağad: Bolluk içinde yaşamak manasınadır. Toplum, bolluk içinde yaşadığında Araplar, “Rağade ıyşu’l-qavm” derler. Şâir aşağıdaki beytinde “Rağade” kelimesini bu manada kullanmıştır.

Kişiyi müreffeh, hadiselerden emin bir şekilde bolluk içerisinde yaşarken gördüğün zaman....

 

Rahîk:

 

Rahîk, hiç karışığı ol­mayan halis şarap demektir. En eskisi, en hoşu da denilmiş ve hepsinin yakın manalar olduğu ifade edilmiştir. Kâmûs müterci­mine göre horoz gözü gibi olana denir ve "bâde-ı nab" tabir olunur, "ruhak" da denilir.

Cevherî der ki: Rahîk, saf şaraptır. Ahfeş de şöyle der: "Hilesiz şarap" demektir. Şâir Hassan şöyle der:

Barada nehrinin suyu saf şaraba karıştırılır.[54]

 

Rahim:

 

Rahim, "rahmet" kelimesinden türemiş bir sıfattır. Rahmeti devamlı manasınadır. Çünkü faîl kalıbı, süreklilik ifade eden sıfatlarda kullanılır. Buna göre"errahmanirrahim" "rahmeti büyük, ihsanı devamlı" demek gibidir. [55]

Hattabî der ki: Allah'ın rahîm sıfatı yalnız mü'minleri içine alır. Nite­kim âyet-i kerîmede "Allah mü'minlere karşı çok merhametlidir"[56]  buyurulmuştur.

Rahîm, "er-rahîm", sıfat-i müşebbehe veya mübalağa ile ism-i fail olarak "rahman" dan sonra ikinci bîr sıfattır. İki sıfatın farkının daha iyi anlaşılabilmesi için, "çok merhamet edici" mana­sı, rahman'dan çok, rahîm için da­ha uygun olur.

Rahîm, yüce Allah'ın sıfatla­rından biridir. Yalnız sıfat olarak kullanılır. Mevsufsuz tek başına kullanılmaz. Rahman gibi sıfatı galibe ve özel isim olmayıp Al­lah'tan başkası için de kullanılabi­lir. Fiil işlevini görür. Başındaki harfi tarif ise bilinen zât içindir. "Allahu er-rahmân er-rahîm" ifadesindeki kelimenin ilki yalnız isim, ikincisi hem isim hem sıfat, üçüncüsü yalnız sıfattır.

Yüce Allah'ın rahman oluşu "ezele" (başlangıcı olmayışa), ra­hîm oluşu ise "lâ yezale"(ölümsüz oluşa) göredir. Bundan dolayı yaratıklar yüce Allah'ın rahman olmasıyla başlangıçtaki rahmetin­den, rahîm olmasıyla da sonuçta­ki rahmetinden doğan nimetler içinde gelişirler. Rahmân'ın rah­meti bir şarta bağlı değilken, rahîm'in rahmeti bir şarta bağlıdır.

Rahim kelimesinin Kur’an’daki manaları:

1- Döl yatağı:

Çocuğun yaratıldığı döl yatağına rahim denir. Çoğulu (erham)dır. Aşağıdaki ayetlerde erham (rahimler) kelimesi, çocuğun yaratıldığı döl yata­ğı için kullanılmıştır:

"Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren Al­lah'tır.” [57]

“De ki: "Allah onların erkeklerini mi, dişilerini mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerde bulunan yavrularını mı haram kıldı.”

“Her dişinin neye gebe kalacağı­nı, rahimlerin neyi eksik, neyi ziyade edeceğini Allah bilir. Onun ka­tında her şey ölçü iledir.” [58]

Çocuğun yaratıldığı döl yatağına niçin rahim denmiştir? İnsan yavrusunun döllendikten sonra hayatını sürdürebileceğ, normal sıcaklıkta ve o dönem için en uygun beslenme ortamı olduğu için ona rahim denmiştir. Anne rahmi, çocuğu bü­tün etkilerden korur, ona sağlıklı bir ortam hazırlar. Merhamet de, insanlara an­nenin rahmi gibi sosyal ve psikolojik bir ortam hazırlar. Merhamet, ferdin ruhsal yapısını ve toplumsal hayatı dış etkilerden korur. Bu yönüyle anne rahminin iş­levlerini görür. İnsanlığı yeniden dölleyeceksek, rahmet ve merhamet denen sos­yal hayatın döl yatağında yaşatıp doğurmak zorunluluğu vardır. İnsanın insan ol­ma şeklini Yüce Allah bize anne rahminde vermektedir. İnsanlar da, insan olma olgunluğunu merhamet denen sıcak alaka ve yakınlıkta elde edeceklerdir. Çocu­ğun anneye en yakın olduğu yere rahim dendiği gibi, insanın insana en yakın ol­duğu değer de merhamettir. Allah'ı kula en yakın yapan sıfatlardan ikisi de rah­man ve rahirridir. Annenin rahmi gibi bizleri merhamet besleyecek ve insan ola­rak yenileyecektir. Anne rahmi çocuğu sarmaş dolaş eder. Rahmet ve merhamet de insanların sarmaş dolaş olmasını ister. İlahî rahmetin kapsayıcılığını dikkate alırsak, rahmet ve merhametin bu özelliği ortaya çıkmış olacaktır.

2- Sevgi (akrabalık) bağı:

Kökü rahmet olan rahim kavramını, "sevgi bağı" manasına gelen (er­ham) kelimesi anlamına da alabiliriz:

“Allah'ın kitabına göre, akrabalar bir­birlerine daha uygundur. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir.” [59]

“İktidarı ele geçirirseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye mi çalışacaksınız?”[60]

Bu ayetlerde, rahim'in çoğulu olan erham kelimesi, akrabalık bağları anlamına gelmektedir. Biz buna kısaca, "sevgi bağları" diyebiliriz. Mer­hameti yaşatırsak birlik ve beraberliği de yaşatmış oluruz. Merhametin ol­madığı yerde insanları birbirine bağlayacak güçlü bağlar bulamaz ve oluş­turamazsınız. Rahmet ve merhametiyle Yüce Allah, kullarına ne kadar güçlü bağlarla muamele ettiğini ifade etmektedir. İşte bu bağlar, bu sıcak­lık, bu kuşatıcılık ve bu koruyuculuk, Allah'a hamdedilmesini gerekli kıl­maktadır.

 

Rahime:

 

Rahman-rahim kavramlarının kökü ra-hi-me fiilidir. Bu kelimeden rahmet, merhamet, rahman ve rahim kavramları türemiştir.

“ra-hi-me” merhamet, inayet, lütuf, rahmet, şefkat, rikkat sahibi ol­mak, cezasını hafifletmek, cezasını affetmek, salıvermek, esirgemek, kıyamamak manalarına gelir. Bir kimseye “rahimekellâhu” demek, "Al­lah sana merhamet etsin" demektir. Bu kavramın diğer bir manası da, insan­ların birbirlerine karşı anlayış göstermeleri, birbirini sevmeleri ve birbirine saygı duymalarıdır.

“Rahm” ise, döl yatağı, akrabalık, hısımlık, birbirine benzerlik, “rahmet” ise, acıma, rikkat, şefkat, insan anlayışı, duygusallığı, şefka­ti ve merhameti demektir. Bu durumda “rahim” merhametli, şefkatli, acı­yıcı; “rahman” da çok çok merhametli anlamlarına gelmektedirler. “Rahman”, sadece Allah'a ait merhameti ifade etmektedir.

İsfehânî, rahmet, rahim ve rahman kavramlarının manasını ve aralarında­ki ilişkiyi şöyle anlatmaktadır: Rahmet, merhamet olunana iyiliği gerekli kı­lan bir kalp yumuşaklığıdır. Rahmet, ihsandan soyutlanmış sadece kalp yumuşaklığı için kullanıldığı gibi, rikkatten ayrı tek başına iyiliği de ifade et­mektedir. Mesela, “Allah falana merhamet eylesin” derken, iyilik Allah'a isnad olunmuştur. Bu ifadeden sadece iyilik/ihsan murad edilmiştir, kalp yumuşaklığı değil. Başka bir ifadeyle iyilik, Allah'a isnad edilir, ama kalp yumuşaklığı edilmez. Allah'tan olan rahmete, lütuf ve ihsan denir. İnsanlar için ise rahmet, kalp yumuşaklığı ve şefkat manasına gelmektedir. Hz. Pey­gamber şöyle demiştir:

“Allah merhameti, yani sıla-i rahimi yaratınca, ona şöyle dedi: 'Ben rahmanım, sen de rahimsin. İsmini benim ismimden türettim. Sıla-i rahim yapana, ben de sıla-i rahim yaparım. Sıla-i rahimi kesenin ben de neslini keserim.”

Demek ki rahmet, iki ana manayı kapsamına almaktadır: Kalp yumuşaklı­ğı[61] ve ihsan. Rikkati (kalp yumuşaklığını) Allah, insanın yaratılışına koy­muş, ihsanı da kendine özgü kılmıştır. Bundan dolayı, rahman ismi sadece Allah'a, rahim ise başkasına da isnad edilebilir.

Ra-hi-me kavramının Kur’an’da çeşitli anlamları bulunmaktadır:

1- Kötülüklerden korumak:

“Bir de onları her türlü kötü­lüklerden koru. O gün sen kimi kötülüklerden korursan, muhakkak ki ona merhamet etmiş olursun. Bu en büyük kurtuluştur.”[62]

Melekler, insanlar için Allah'a yalvaracaklardır. Bu yalvarışın üçüncü basamağını yukarıdaki ayette görmekteyiz. Melekler, Allah'ın insanları kötülüklerden korumasını, O'nun rahmet edici özelliğine bağlamaktadırlar. Kötülüklerden arnmak, aynı zamanda insanlar için büyük kurtuluştur. İnsanı koruyup kurtuluşa erdirme faaliyeti, Kur'an'da, rahmetine mazhar etme manasını ifade etmektedir. Böylece kötülüklerden koruma da merhametin kapsamına girmektedir.

2- Sıkıntıya girmek:

Bu anlamda ra-hi-me kavramı, psikolojik bir özellik taşımaktadır. Allah kuluna acıyınca, onun iç sıkıntısını giderir. Bu da kulu için büyük bir ihsandır.

“Eğer onlara acıyıp, içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik.” [63]

Yüce Allah'ın kuluna acıması, merhametinin özünü teşkil etmektedir.

 

Rahîn:

 

Rahîn; hapsedilmiş, rehin alınmış.

 

Rahman:

 

Rahman, "rahmet" kelimesinden türemiş bir sıfattır. "Rahman", rahmeti büyük manasınadır.Çünkü (fa'lân) kalıbı, birşeyin çokluğunu ve büyüklüğünü ifade etmede kullanılan mübalağa sığasıdır. Bu siğa, sürekliliği gerektirmez. Nitekim çok kızgın manasına gelen "gadbân" ve çok sarhoş manasına gelen "sekran" böyledir.

Hattabî der ki: Rahman, rızıkları ve ihtiyaçları hususunda bütün mahlukatı kapsayacak, mü'mine ve kâfire şâmil olacak bir şekilde engin rahmet sahibi demektir.

Rahman, lügat açısın­dan "rahm" ve "rahmet" kökün­den türemiş, sürekli ve pek fazla acıma manasına gelen bir sıfat-ı müşebbehe kipidir. Çok merha­metli, çok rahmet sahibi manası­na bir sıfattır. Böyle olunca da bu sıfat kimde varsa ona "er-rahmân" demek kıyas yoluyla müm­kün olur. Halbuki "er-rahmân" bu şekilde hiç kullanılmamış, rahmeti sonsuz, ezelî ve gerçek an­lamda nimet verici bir anlama tahsis edilmiş olduğundan başlangıcından beri yalnızca Allah için kullanılmıştır. Bir defasında müfrit ve yalaka bir şair, "sen rah­man olmaya devam ediyorsun" diyerek, rahman kelimesini yalan­cı peygamber Müseylemetü'l-Kezzâb için kullanmış, ancak "er-rahmân" şeklinde değil, "rah­man" şeklinde harfi tarifsiz olarak kullanmıştır.

Rahman, Allah-u Teâlâ'ya has bir isimdir. Bunun özel bir anlamı vardır. Rahman zât ismi değil bir sıfat ismidir. Hem mevsuflu hem de mevsufsuz kullanılır. Bu ne­denle katıksız bir isimle katıksız sıfat arasında bir yerdedir. Bunun için harf-i cer ile geçişli yapılmaz, fiil gibi işlev görmez. "Rahmânün bi keza" (buna rahmandır) denilmez. Fakat izafetle/tamlama ile "Rahmânü'd-dünya" (dünya rah­manı) gibi işlev görür. Bunun böyle olması bu kelimenin fiil sı­fatı değil, şahıs sıfatı olduğunu gösterir. Böyle sıfatlara "sıfat-ı ga­libe" (galip sıfat) denir. Bu galip gelme ya gerçekten/tahkikî ya da takdirî şekilde olur. Rahman ismi takdiri tarafı ağır basan ve yalnızca Allah için kullanılan bir keli­medir.

Rahman, yüce Allah'a ait bir sıfat isimdir. Sıfat olması itibariy­le "çok rahmet sahibi", "pek mer­hametli", gayet merhametli" diye tefsir edilse de, isim olması ve özelliği nedeniyle tercüme edile­mez. Çünkü özel isim tercüme edilmez. Özel isimlerin tercüme edilmesi demek onların değiştiril­mesi demektir ve dilimizde böyle bir isim yoktur.

Rahman, "çok merhametli" şeklinde noksan bir şekilde tefsir olunabilse de tercüme olmaz. Çünkü "pek merhametli" ne Al­lah için kullanılan bir sıfat ne de özel isimdir. Rahîm demek olabi­lir. Allah'ın merhameti, bir kalp duygusu, psikolojik meyil mana­sında bir iyilik duygusu değildir. İyiliği kastetmek veya sonsuz ni­met verme anlamındadır. Aynı şe­kilde Rahman, Vehhâb ve Afüvv manalarına gelen "bağışlayıcı" sı­fatı ile de tercüme edilemez. Bu ismi ezberleriz, tercümesi ile de­ğil, tefsiri ile rahmet manasından anlamağa çalışırız.

Bazılarının rahmân'ı "esirge­yici" diye tercüme ettiklerine şa­hit oluyoruz; halbuki, "esirgemek" kıskanmak ve yazık etmek manasınadır. "Benden onu esirge­din" denilir. Sonra kıskanılanın korunması, sakınılması tabii olduğundan, esirgemek onun bir gereği olan kıskanmak anlamında da kullanılır. Esirgeyici aynı za­manda "kıskanç" da olduğundan yapılan şey bir tefsir de olmaz. "Acıyıcı" anlamı da hem tatsız hem de kusurlu bir kullanımdır. Kuru bir acıma merhamet değil­dir. Merhamet; acıyı ortadan kal­dıran ve onun yerine sevinç ve iyiliği getirmeye yönelik bir iyilik duygusudur. Dilimizde tamamen bilinen bir kelimedir. Biz merha­metli sıfatından aldığımız tadı öbür kullanımlardan tam olarak alamayız, bu nedenle pek merha­metli yerine acıyıcı, esirgeyici de­meyiz. Bunun için eskilerimiz, "yarlığamak" fiilinden türetilmiş "yarlığayıcı" sıfatını kullanırlardı. "Rabbim rahmetiyle yarlığasın" gibi.

Rahman kavramının Kur’an’daki manaları:

Ra-hi-me ve rahmet kavramlarına verdiğimiz manaların hepsi, rahman isminin özünde vardır. Orada değindiğimiz anlamların dışındaki dığer anlamları şöyledir:

1- Yaratmak:

Yüce Allah, rahman isminin gereği olarak yaratır. Kainat, Rahman'ın yaratmasıdır:

“Rahman'ın yaratışında hiçbir bozukluk göremezsin.” [64]

Bu manasıyla rahman, 'rab' sıfatına bağlanmaktadır; çünkü  rab kelimesinin manalarından biri de 'yaratmak'tır.

2- Öğretmek:

Öğretme eylemiyle Rahman ismi, rab sıfatına bağlanmaktadır:

“Rahman, Kur'an'ı öğretti; insanı yarattı, ona beyanı öğretti.”[65]

3- İzin vermek:

Bakara: 2/254 ayeti ve aşağıda zikredeceğimiz ayetlerden anlaşılacağı üzere alış-verişin, dostluk ve şefaatin olmadığı o günde, -kimse konuşamayacak- sadece Rahman'ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseler konuşabile­cektir:

“O gün, Rahman'ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda sağlamaz.”[66]

“Rahman'ın izin verdiklerinden başkaları konu­şamaz, konuşan da doğruyu söyler.” [67]

Bu iki ayet Bakara: 2/254 ayetinin istisnasını belirlemektedir. Zira Bakara: 2/254 ayetindeki "şefaatin olmadığı" ifadesi, Taha ve Nebe suresinin, Kendilerine izin verilenler hariç ifadeleriyle tahsis edilmiştir. Buna göre, Rahman'ın izin verdikleri mahşerde konuşacak veya şefaat edecektir. Bu izin verme işi, Allah'ın rahman sıfatının gereğdir.

4- Sevgi yaratmak:

İman edip birbirine karşı iyi davranışta bulunanlar, rahman ismini hareke­te geçirmekte ve ondan sevgi alıp dönmektedirler:

“İman edip, iyi davranışta bulunanlara ge­lince, onlar için rahman bir sevgi yaratacaktır.” [68]

Yaratmak, öğretmek, izin vermek ve sevgi koymak gibi faaliyetler, ihsan manasına gelen rahman kelimesinin anlamlarıdır. Bu eylemler ihsan kavra­mının manalarını da kapsamaktadır.

 

Rahmet:

 

“Rahmet” kavramının Kur’an’daki anlamları:

1- Yumuşaklık:

İnsanların birbirine yumuşak davranması, Allah'ın rahmetinin bir gereği olmaktadır:

“O vakit Allah'tan bir rahmet gereği onlara yumuşak davrandın.”[69]

İnsanların yumuşaklık özelliğini kazanmaları büyük bir erdemdir. Onun sosyal manada en büyük ürünü, toparlayıcı ve birleştirici olmasıdır.

2- Allah'ın merhameti:

"Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: "Selam size! Rabbiniz merhamet etmeyi ken­dine yazdı, yani özgü kıldı."[70]

Ayette geçen Allah'ın nefsi ifadesi Allah'ın zatı manasına, yazdı ifadesi de kullarına rahmet etmeyi kendisine görev ve ilke edindi anlamına gelmekte­dir.

Bu rahmetin gereği olarak Allah ne yaptığının cevabını, bir üstteki ayetin devamında bulmaktayız:

“Gerçek şu ki: Sizden kim, bilme­yerek bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini ıslah ederse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok acıyandır.” [71]

Demek ki 'affetmek' ve 'acımak' sıfatları Allah'ın rahmetinin bir gereği olup tevbe edip kendini düzeltmeye karar veren insanı affedip esirgemek, Al­lah'ın rahmetinin eseridir.

3- Azaptan kurtarmak:

“Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve ayetlerimizi yalanlayıp iman etmeyenlerin kökünü kestik.” [72]

Rahmet denen değeri meydana getiren özlerden biri, belayı ortadan kal­dırmak veya belanın içinden çekip çıkarmaktır. Cezayı hak edenlerle etme­yenleri ayırıp, hak edene yakışan muamelede bulunmaktır.

4- Sıkıntıdan sonra gelen ferahlık:

İnsanların yaptıklarından dolayı başlarına bazı sıkıntılar gelir. Bu sıkıntı­lar, tabiat kanunları gereği olabileceği gibi, sosyal ve psikolojik nedenlerden dolayı da olabilir. Deprem, kıtlık, salgın hastalık, sosyal hayattaki ilişkilerin bozulması gibi olaylar, insanlara büyük sıkıntılar verebilir. Yüce Allah bu sı­kıntının ardından, o insanlara esenlik, yani ferahlık verir. İşte sıkıntının kal­kıp peşinden esenliğin gelmesine, "rahmet" denmektedir. Buna şu ayeti ör­nek olarak verebiliriz:

“Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki ayetlerimiz hakkında onların bir tuzağı vardır.” [73]

5- İlahî vahiy rahmettir:

Yüce Allah'ın insanları bilgilendirmesi, onlara rehber ve şifa olacak bilgiyi göndermesi bir rahmettir. Kur'an kendini bir rahmet olarak tanımlamaktadır:

“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerindekine bir şifa, mü'minler için bir rehber ve rahmet gelmiştir.”[74]

Bu ayette Kur'an'ın dört önemli özelliği sıralanmıştır: öğüt, şifa, rehber ve rahmet. Konumuz rahmet olduğu için ayetteki rahmet kavramı üzerinde duracağız.

Ayetteki rahmet, ilahî bilginin insanın ruhunu aydınlatan nurudur, cehalet bulutlarının kararttığı gönül ekranını temizleyip aydınlatan ve aklın önünden cehalet perdesini kaldıran bilginin ışığını temsil etmektedir. Bu bilgi insanla­rı kemâle erdirmekte, yüceltmekte ve inceltmektedir. Bu özelliği ile rahmet ismini almaktadır. Yağmur bir rahmettir. Suyun yeryüzüne bir değişim, yeşillik ve bereket getirdiği gibi, ilahî bilgi de insanların gönüllerine ve sosyal hayata aynı değişimi, aynı bereketi ve aynı gelişimi temin etmektedir; ki bu da rahmettir.

Bilgi, ferdin ve toplumun hayatına bir farklılık getirmekte, onu zenginleştirmekte ve problemlerini çözmektedir. Ferahlık, zenginleşme ve çözüm, aslında rahmetin hücre yapısını teşkil etmektedirler. İnsanları bilgilendirdikçe, onlara ilahî rahmetin içine sokuyoruz demektir. İnsana ferahlık, yani sevinç getıren bilgi, rahmetin ta kendisidir. Bu konuda Allah şöyle buyurur:

“De ki: "Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplayıp durduklarından daha değerlidir.” [75]

Ayet, ilahî lütuf ve rahmetin, yani ilahî bilginin, dünyevî olan maddî de­ğerlerden daha üstün olduğuna işaret etmektedir. Kur'an denen ilahî bilginin üstünde başka bir değerin olması mümkün değildir. Onu öğrenip ona sahip olmakla, insan sevinmeli ve ferahlık duymalıdır. Çünkü o bilgi, insan ruhu­nun sevinci, ferahlığı, saadeti ve rahatlığıdır. Nerede sevinç, ferahlık, mutlu­luk ve rahatlık varsa, orada ilahî rahmet var demektir.

6- Şefkat bir rahmettir:

Ana-babanın çocuklarına karşı gösterdikleri şefkatin adı rahmettir. Yüce Allah, ana-babanın şefkatine karşılık, çocuklarından da aynı muameleyi on­lara göstermelerini istemektedir:

“Ana babana rahmetten oluşan tevazu kanatlarını ger.” [76]

Ayette cenah (kanat) kavramı kullanılmak suretiyle bir benzetme yapılmaktadır; şöyle ki: Kuş, yavrularını nasıl kanatlarının altına alır ve on­ları himaye ederse siz de ana-babanıza, onları kanatlarınız altına almak ve hi­maye etmek suretiyle şefkat gösterin; merhamet edin.

Ayette geçen rahmet kavramını, şefkat manasına alabiliriz. Bu durumda ayet: "Şefkatten oluşan tevazu kanatlarını ger" anlamına gelmektedir. İdare­cilerin halka, iş verenlerin işçilere, öğretmenlerin öğrencilere, çocukların anne-babalarına şefkatle muamele ettiği bir toplum, ilahî merhamet ve lütfü celbeder.

7- Hz. Muhammed bir rahmettir:

“Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönder­dik.” [77]

Hz. Peygamber rahmettir, ama rahman değildir. Bir insan olması sebe­biyle Yüce Allah Hz. Peygamber'e rahman değil, rahmet sıfatını vermiştir. Rahmaniyetin bir parçası olan rahmet, insana izafe edilebildiği için, Hz. Peygamber'in rahmet olduğu bildirilmiştir.

Yukarıda, alem kavramının kainatın bütününü ifade ettiğini söylemiştik. Burada ise alemler kavramı Hz. Peygamberle birlikte kullanılarak, onun alemlere rahmet olduğu belirtilmektedir. Peki Hz. Peygamber hangi alemlere rahmettir?

"Allah alemlerin rabbi'dir" ifadesindeki alemin kelimesi, daha farklı bir mana kazanmaktadır. "Hz. Muhammed alemlere rahmettir" ifadesinde ise, alem'e daha dar bir mana yüklenmektedir. Burada alemler ibaresi 'insanlar' ile 'cinler'i kapsıyor; dolayısıyla Hz. Peygamber'in akıl, irade ve sorumluluk taşıyan varlıklara rahmet olduğunu ifade ediyor olabilir. Hz. Peygamber'in rahmetinin nerelerde tezahür ettiğinin; veya işlevini nasıl gerçekleştirdiğinin cevabını şu ayette bulabiliriz:

“Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğreten resul gönderdik.” [78]

Yağmur rahmettir, çünkü temizleyicidir. Peygamber de rahmet olduğu için in­sanların gönüllerini temizlemektedir. Bu ayet, Hz. Peygamber'in rahmet ol­masını, rahmet olma işlevini izah etmektedir. O, insana bilmediklerini öğreterek cehalet bulutunu temizlemekte, kitabı ve hikmeti öğreterek de ruhlarını arındır­maktadır. Bilgiyi insanların gönlüne yağmur damlaları gibi indirerek oradaki manevî kirleri temizlemektedir. Bu da onun rahmet olma özelliğinin tezahürüdür.

Hz. Peygamber affedici olduğu ve insanlara Allah'tan af dilediği için de rahmettir:

“Şu halde onları affet; bağışlanmaları için Allah'a dua et.” [79]

Affedici olmak büyük bir erdem, ama başkasının affı için dua etmek daha da büyük bir erdemdir. Bu iki erdem bir araya gelince rahmet meydana gelmektedir.

Hz. Peygamber insanların düştüğü sapıklıktan kurtuluş yolu bulamadıkları bir dönemde, onlara hakikatin yolunu gösterdi, Allah katında ödüllendirilmenin yollarını tanıttı, helal ve haram kavramlarını öğretti; taklidin, inat ve kibrin kötülüklerini ve tahribatını gösterdi. İyinin ne olduğunu, doğruya nasıl ulaşılacağını, hak kavramının yollarına nasıl girileceğini ve hakkın bayrağının nasıl ayakta tutulacağını öğretti; akılla gönlü birleştirdi, aklı en büyük delil olarak öne çıkararak bilginin uğruna neler yapılacağını gösterdi. Bütün bunlar Hz. Peygamber'in maddî ve manevî bir rahmet olduğunun tezahürleridir.

Hz. Peygamber rahmettir; çünkü onun bulunduğu yerde, Allah halkı toplu halde helak etmez:

“Halbuki sen onlann için­deyken Allah, onlara azap edecek değildir. Onlar affedilmeleri için dua ederken de Allah onlara azap edici değildir.” [80]

Yüce Allah, daha önceki peygamberlerin dönemlerindeki halkın tamamı­nı helak etmiştir. Bu kanunu, Hz. Muhammed'in rahmet olması nedeniyle kaldırmıştır. Peygamber olması nedeniyle toplu helakin kaldırılması, onun rahmet olduğunun en önemli delilidir.

İnsanların problemlerini çözdüğü, müjdelediği, uyardığı, Allah'a Allah'ın izniyle çağırdığı ve aydınlatıcı bir ışık olarak gönderildiğinden[81] dolayı da Hz. Peygamber bir rahmettir.

8- Af bir rahmettir:

Rahmet Allah'a izafe edilince af şeklinde tercüme edilebilir:

“De ki: "Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir."[82]

Aleyhine haddi aşmak, günah işlemek demektir. Günahkârlık psikolojisi içinde olan insanın en önemli özelliği, affedilip edilmeyeceğini kestirememesi ve bu nedenle de ümitsizliğe düşmesidir. “Allah'ın rahmetinden ümidinizi kes­meyin” ifadesindeki rahmet kavramı af yerine kullanılmıştır. Af, günahları te­mizlemesi sebebiyle yağmuru andırdığı için Allah ona rahmet ismini vermiştir.

9- Rahmet kurtuluşa götürür:

İlahî rahmet bir kurtuluştur. Mü'minler, kâfirlerin belasından Allah'ın rah­meti sayesinde kurtulabilirler:

“Bizi rahmetinle o kâfir kavimden kurtar.” [83]

Hz. Musa'nın toplumu, dualarında kurtuluş ile rahmeti bir araya getirmiş, kâfirler topluluğunun zulmünden ancak ilahî rahmet sayesinde kurtulabile­ceklerinin bilincini sergilemişlerdir. Baskıdan, zulümden ve entrikalardan kurtulma bir rahmettir. Bu, rahmetin sosyal manasıdır.

10- Şeytandan koruma rahmettir:

İnsanların çok azı şeytanın etkisi altında kalmadan hayatını sürdürebilir.

Şeytan, -etkilemeye gücü yetmediği- bu kimselere muhles (şeytanın şerrin­den kurtulmuş) adını vermektedir.[84] İhlas sahibi kimseleri etki alanına ala­mayacağını itiraf eden şeytan, insanların çoğunu etkileyeceğini de Allah'a karşı ifade etmiştir.

Bu durumda Yüce Allah, fazlı ve rahmeti gereği ihlas sahibi kişi ve diğer­lerini şeytana tâbi olmaktan korumaktadır. Bu konudaki ayet şöyledir:

“Onlara güven ve korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar. Halbuki onu, Peygamber'e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasında işin iç yüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rah­meti olmasaydı, pek azınız müstesna şeytana uyup giderdiniz.” [85]

Bu ayetten şu çıkıyor; yanlış haber yaymak, işi uzmanına danışmamak bir şeytan işidir. Bunu yapanlar da şeytana tâbi olmaktadırlar. Yüce Allah'ın lü­tuf ve rahmeti devreye girerek insanları şeytana tâbi olmaktan korumaktadır. Bu mana, ra-hi-me ile rahmeti bir araya getiren öz anlam olmaktadır. Rah­met kavramı, bu manayı rahime'den almaktadır.

Yumuşaklık, azaptan korumak, ferahlık, ilahî vahiy, şefkat, peygamberlik, af. kurtuluş, şeytana karşı koruma manalarıyla rahmet, 'rahman' kavramının mana örgüsünü meydana getirmektedir.

 

Rakabe:

 

Rakabe, boyun veya boyun kökü demektir. An­cak mecaz anlamda kişiyi, bir insanı da ifade eder. Özellikle özgürlüğünü kaybetmiş esir anla­mında kullanılır. Bu kullanımı da­ha yaygındır.

"Fekkü rakabeh" ifadesi ise, esaret bağı ile bağlanmış bir bo­yunu, yani bir kimseyi esaretten kurtarıp özgürlüğüne kavuştur­mak demektir.

Rakabeh, öncelikle kişinin kendi hürriyetine malik olarak yani, kendi nefsini kurtarmış ol­masına da işaret eder. İnsanın, kendisini nefsinin esaretinden kurtarması olarak da anlaşılmış­tır. "Rakabe"nin yani boyun çöz­menin en basit şekli, köle azad et­mek olarak ifade edilmiştir.

 

Râi/Riâ':

 

Riâ', "ra'i"nin çoğulu, çoban­lar demektir.

 

Râinâ:

 

Bizi gözet, bekletmek ve mühlet vermek mânâsına gelen mastarından türemiştir. Murââtın aslı da, insanların ihtiyaçlarını gözetmek mânâsına gelen "riâyet" kelimesidir. Yahudiler bunu tahrif ederek, ah­maklık mânâsına gelen "raünet" kelimesinden türetilmiş sövgü ifade eden bir kelime haline getirmişlerdir. Bundan dolayı Yüce Allah mü'minlerin bu kelimeyi kullanmalarını yasaklamıştır.

 

Rak:

 

Râk, "râkî", "rukye" kelime­leri, irvasa yapan, çaresizlik du­rumlarında son bir tedbir olarak başvurulan üfürükçü, okuyucu demektir. Ölüm halinde çağırılan cismanî ve ruhanî tabib anlamın­da genel bir mana ifade etse de daha çok ruhanî okuyucular için kullanılır. İnanan da inanmayan da son bir teselli olarak ona müra­caat eder.

 

Raqîb:

 

Rakîb, insanın amellerini gören ve koruyan demektir.

1- Hafız (muhafız, gözcü/gözetleyici)

"Şüphesiz Allah üzerinizde raqîbtir (amelleriniz için hafızdır, gözcüdür/gözetleyidir)." [86]

"... meğer ki sağ elinin mâlik olduğu ola. Ve Allah herşey üzerine raqîbdir (amelleriniz için hafizdir, gözcüdür/gözetleyicidir)" [87]

"Hiçbir söz söylemez ki, yanında hazır bir raqîb (onun üzerinde bir hafız, gözcü/gözetleyici) bulunma­sın." [88]

"Onlar üzerinde raqîb (hafız, gözcü/gözetleyici) Sen oldun." [89]

 

Rakk: 

 

Rakk ve rıkk, kâğıt haline getirilmiş, üzerine yazı yazılan ince deri demektir. Bu münasebetle kâğıt gibi, yaprak gibi üzerine ya­zı yazılan her şeye denir.

Ebu Ubeyde şöyle der: Rakk, kağıt manasınadır. Cevheri der ki: Rakk, üzerine ya­zı yazılan şey, yani "ince deri" demektir.[90]

 

er-Ramîm:

 

er-Ramîm, yok olup çürüyen şey. Zeccâc şöyle der: Ramîm, kırıntı gibi, parçalanmış kuru yapraktır.[91] Kemik çürüdüğünde "Rame’l-azmu" deni­lir. Çürümüş kemiğe "Rimmetun" ve "Remiymun" denir. Cerîr, oğluna mersiye söyleyerek şöyle der:

Zaman, gözümün nurunu aldığında ve ben çürümüş kemik gibi kaldığımda beni bıraktın.[92]

 

Râne:

 

Örttü, kapladı. Bu, kılıcın üzerini kaplayan pasa benzer. As­lında bu kelime, üstün gelmek manasınadır. Şarap, onu içenin aklına galip gelip sarhoş ettiğinde, "Râneti’l-hamru alâ aqli şerâbihâ" denir. Şâir şöyle der:

Nice günah, günahkârın kalbine hakim olmuştur.[93]

Râne, "reyn" madde­sinden türemiştir. "Reyn" ve "rüyûn" bir şeyin üzerinin pasla kap­lanması demektir. Bundan kalbe, günah, sıkıntı ve kasvet basmağa da "râne" denilir. Kur'ân'da kal­bin mühürlenmesi anlamında, hatm ve tabı' kelimeleri de kulla­nılmıştır. Mutaffifîn Sûresi'ndeki kullanımında kalplerin pas tut­ması ile ilgili olarak kullanılmış­tır.

 

Râsiyât:

 

Râsiyât yerinden kal­kamaz, ağır ve sabit anlamında, "rasî" veya "râsiye"nin çoğulu­dur.

 

Râşidûn:

 

Râşidûn, "güzel işlere yol bulan kişi" mânâsına gelen "Râşid" kelimesinin çoğuludur.

 

Ratk:

 

Ratk, bir şeyin bir şeye ekle­nip bitişmesine denir. Fatk ise "fak" gibi koparıp ayırma anla­mındadır. Enbiya: 21/30 ayetindeki "ratk" ve "fatk" evrenin ilk oluşu­munu anlatmaktadır.

İbn Ömer ve İbni Abbâs'tan gelen bir rivayette, "Gök bitişikti, ot bitmiyordu, sonra Allah göğü ayırıp yağmur yağdırdı, yeri ayır­dı, ot bitirdi" denilmiştir. Bitişik olma ve ayırma mecazdır, ifade "kânetâ ratkeyni" anlamındadır.

İbni Cübeyr kanalıyla gelen bir rivayette ise, "Gökler ve yer bitişik idi, Allah aralarını ayırdı" denilmiştir. Bu mana iki madde teorisiyle örtüşmektedir, aynı za­manda, dünyanın güneşten kop­tuğu iddiasına da değinir. Burada bitişik olma ve ayrılma hakikattir.

Bir başka yorumda ise "ratk", yoklukta iştirak, "fatk" ise icad ve seçmedir.

 

Ravâsî:

 

Ravâsî, ağır basan, oturaklı dağlar demektir.

 

Ravda:

 

Ravda, sulak, yeşilliği bol, güzel bostan demektir. Kur'ân'da, cennet bahçelerinden bir bahçe anlamında da kullanıl­maktadır.

 

Ravdât:

 

Ravdât, "Ravdatun" kelimesinin çoğuludur. Ravda; park, bağ, bahçe ve benzeri, çiçekleri, meyveleri ve ağaçları çok olan yer demektir.

 

Ravh:

 

Ravh, istirahat manasınadır.

Ravh, iki şekilde tefsir edilir:

1- Rahat

"Artık ravh (cennet rızkında bir rahatlık) ve rey­han..." [94]

2- Rahmet

"Allah'ın ravhından (rahmetinden) ümit kesme­yin. Doğrusu kâfirler kavminden başkası Allah'ın rav­hından (rahmetinden) ümit kesmez.." [95]

 

Rayb:

 

Rayb, kuşku  ve  şüphe  demektir.  Araplar,  kişi  bir  şeyden kuşkulandığında "kuşkulandı", kuşkulu bir iş içinde tabirini kul­lanırlar. Zemahşeri bu kelimeyi şöyle açıklar: Rayb, "Rayebe" fiilinin nıasdarıdır. Bir şey, bir kimseyi şüpheye düşürdüğünde "Onu kuşkulandırdı" denir. "Raybe", nefsin sıkıntı ve ızdıraba düşmesidir. Zamanın musibet­lerine de "Raybu' z-zaman" denir.[96] 

Rayb nefse ızdırap ve kuşku vermek anlamına masdar iken, lügat geleneğinde, bir ızdırabın başlıca nedenlerinden biri olan şek ve şüphe manasında kul­lanılmıştır. Rayb şüpheye yakın, kötü zan gibi töhmet manasını da taşır.

"Rayb"in asıl manası; şüphe ve kuşku, yani kuşkulu şüphedir. Yalnız şüphe kelimesini de bu an­lamda kullanırız.

Bakara Sûresi'ndeki kullanı­mında "rayb" bütün cinsi ile olumsuz kılındığından, ilmî şüp­he ve ahlâkî şüphe diye birbirin­den ayrılabilecek olan şüphe ve suçlama durumlarının ikisi de kaldırılmış ve iki yönden kesin olarak ispatlanmakla Kita­bın/Kur'ân'ın mükemmelliği açıklanmıştır. Kitapta şüpheye yer olmadığı ifade edilerek Peygamber'in ve inananların kalbi sağlamlaştırılmıştır.

Rayb, aynca ıztırab vermek manasında kullanılmaktadır. Ör­neğin Tur: 52/30 ayetinde "raybu'l-menûn", dehrin ıztırab veren mu­sibeti veya ölüm felaketi anlamı­na gelir.

Bir rivayete göre, Müslüman­ların sayılarının artması üzerine endişelenen Kureyş Dâru'n-Nedve'de toplanarak bu soruna çö­züm bulmaya çalışırken, Abdü'd-Dâr oğulları Peygamberimizi kas­tederek, "Raybu'l-menûn'u göze­tin, çünkü o bir şairdir, Zuheyr'in, Nabiğa'nın, A'şa'nın helak olması gibi o da helak olacaktır." dediği ifade edilmiştir.

 

Raybe'l-menûn:

 

Raybe'l-menûn, zamanın olayları ve musibetleri. Menûn, zaman demektir. Ebû Zueyb şöyle der:

Zamandan ve onun musibetlerinden mi sızlanıyorsun? Oysa ki zaman, sızlananın gönlünü almaz.[97]

Menûn, kesmek mânâsına gelen "men" kökünden olup "ölüm" manasınadır. Ömürleri kestiği için bu ismi almıştır.

 

Rec’:

 

Rec', "rec'ı" ve "irca' " manalarında geçişli ve geçişsiz olarak kullanılır. Dönümlü veya dondürümlü sema demektir. Buradan anlaşılması gereken mana, semanın kendisinin ve kapsadığı yıldız ve cisimlerin, hatta olayların tekrarlanması ve hayatın de­vam etmesidir. Bunlar "rucuu" veya "irca"dır.

Beyzavî, semanın her devre­sinde hareket ettiği mevki ve nok­talara "rucû' " denileceğini söyle­miş ise de, bizzat semanın kendi­sinin hareket ettiğine dair elimiz­de bir bilgi yoktur. "Reci' ", yani dönme, semanın kendisine göre değil içindekilere göredir.

Arapça'da "rec' "in yağmur ve su manasına kullanıldığı da belirtilmiştir. Zeccâc ve bir takım dilcilerin beyanına göre, "rec' "in yağmur anlamında kullanılması mecazendir. Yağmur tekrar tekrar yeryüzüne dönüp yağdığı için bu isim verilmiştir.

 

Recâ':

 

Recâ', yaygın anla­mıyla arzu, emel demektir. "Reca"' ve "lika' " benzer anlamlı kelime­lerdir. Bu nedenle dilciler ikisini birbiri ile açıklamışlardır.

İbni Hilal'in Fârûk isimli kita­bında "recâ' " ile ilim arasındaki fark şöyle açıklanmıştır. "Emel devam eden ümittir. Bu nedenle bir şeye bakma sürekli hale gelin­ce 'teemmül etti' denilir. Emel, hem imkan haricinde olur, hem imkan dahilinde; recâ' ise, müm­kün olan şeyler içindir."

Misbah'ta ise "recâ", ümit­sizliğin zıddı diye tanımlanmıştır. Genellikle gerçekleşmesi zor olan düşüncelerle ilgilidir. Tamah, ula­şılması kolay hedeflerde olur. Reca ise, emel ve hırsla isteme ara­sındadır. Çünkü "recâ" eden emelinin ortaya çıkmamasından korkar, bu açıdan tamah anlamın­da kullanılır.

Recâ', nefy halinde bazan kor­ku anlamını da ifade eder. Buna lügati tihamiyye denilmiştir. Buna göre, "lâ yerûne" (korkmazlar) yaygın anlamıyla "arzu etmez­ler", doğru olan görüşe göre de "ümit etmezler" demektir.

Recâ', iki şekilde tefsir edilir:

1- Tama'/ümit

"O'nun rahmetini recâ' (ümit) eder, azabından korkarlar." [98]

"İşte onlar, Allah'ın rahmetini recâ' (ümit) eder­ler." [99]

2- Haşyet

"Kim Rabbinin liqâsını recâ' ediyorsa (kim ölüm­den sonra diriltilmekten haşyet duyuyorsa), sâlih bir amel işlesin." [100]

"Kim Allah'ın liqâsını recâ' ediyorsa, (ölümden sonra diriltilmek­ten haşyet duyuyorsa), şüphesiz Allah'ın belirlediği ecel (Kıyamet Günü) gele­cektir." [101]

"Muhakkak ki, Bizim liqâmızı recâ' etmeyenler (ölümden sonra diriltilmekten haşyet duymayanlar)..." [102]

"Çünkü onlar hiçbir hesâb recâ' etmiyorlardı (haşyet duymuyorlardı)."[103]

 

Recfe:

 

Recfe, şiddetle sarsmak veya sarsılmak manasına geçişili ve geçişsiz olarak kullanılır. Bu nedenle racife şiddetle sarsan sarsıntı, dünyayı yerinden oynatan olay, ilk nefha/üfleme, şiddetle sarsılan, sarsılacak olan arz ve dağlar anlamına gelir.

 

Recm:

 

Recm, dört şekilde tefsir edilir:

1- Katletmek/öldürmek

"Sizi recmederiz (öldürürüz)." [104]

"Doğrusu ben, beni recmetmenizden (öldür­menizden) Rabbim ve Rabbinize sığındım." [105]

"Eğer raht'ın (aşiretin) olmasaydı seni recmederdik (öldürürdük)." [106]

2- Şetm (sövmek, ağır söz söylemek)

"(Babası, İbrahim'e dedi ki): "Eğer vazgeçmezsen seni recmederim (sana ağır sözler söylerim, söver-sayarım”. [107]

3- Atmak

"Onları (yıldızları) şeytanlara rucûm (on­ları atmalar/atışlar, tahmin ve iddialarına vesile) yaptık." [108]

"Gayba recmdir (zanna dayanarak iddialar or­taya atmaktır)." [109]

4- Mel'ûn/lanetlenmiş

"O recmedilmiş (mel’un/lanetlenmiş) şeytan­dan Allah'a sığın!" [110]

 

Redd:

 

Redd, çevirmek, kabul etmeyip itmek, kötülemek, tereddi ettirmek, döndürmek manalarına gelir. "Esfeli sâfilîn" deyimi ile kul­lanıldığında olumsuzluğu ön plan­dadır. "Çirkin murdar olarak ittik, kötülettik" anlamındadır.

 

Refes:

 

Refes, çirkin söz, yani kinaye olarak söylenmesi gereken şeyi açık söylemektir. Kinaye ola­rak cinsî münasebete de "refes" denir. Kur'ân'da[111] "refes" kelimesi bu anlamda kullanılmış­tır. Yani sözlü "refes" değil fiilî "refes"tir.

 

Refref:

 

Refref, cins isım veya refrefe’nin çoğul ismi olması itibariyle “ahdar”ın “hadra"nın çoğulu olarak "hudr" ıle sıfatlanmıştır. Aslı "raf" gibi yük­seklik ifade eden "ref'"ten müş­taktır. Bu nedenle farklı kullanım­ları vardır.

Perde ve döşeme yapılan ye­şil kumaşa, nazik ipek kumaşa döşek, taht, karyola, yaygı ve per­delerin sarkan eteklerine, saçakla­rına, salkım söğüt gibi dalları aşa­ğı sarkan güzel ve nazik ağaca, çadırların eteklerine, çayır ve çimenli yere de denilir.

Ayrıca, yatak çarşafına, yastık dayanılan koltuk, yüksek döşek­lere, tahtlardan sarkan pahalı ör­tülere de "refref" denilir.

 

Rehak:

 

Rehâk, gaşy etmek, kendinden geçmek, sarhoş olmak, sarıp bürümek demek olduğu gi­bi, bir adamın arkasından yakla­şıp çatmak, sefahat, hafiflik, ha­makat mânâsına da gelir.

Kötü iş yapmak, kötülüğe da­lıp gitmek mânâları da vardır. Müfessirlerin çoğu bu kelimeyi, tuğyan, sefahat, şirret, günaha gö­türen cüret, kibir manalarında tef­sir etmişlerdir.

 

Reht:

 

Reht, sayılan ona ka­dar olan çete ve eşkiyaya denir. "Tis'atu raht" zahiren dokuz çete demek ise de, müfessirler bunu dokuz kişilik çete diye tefsir et­mişlerdir.

 

Rehven:

 

Rehven, sessizce demektir. Araplar rehv kelimesini, sessiz, sa­kin anlamında kullanırlar. Şair şöyle der:

Atlar, dolu taşıyan bulutlardan kurtulmuş kuşlar gibi, dizginli olarak sakinbir şekilde yürürler.[112]

Cevheri şöyle der: "Rehâ’l-bahru: Deniz sakinleşti", demektir. Atlar sessizce, sükûnet içersinde geldiler, demektir.

 

Rekd/Erked:

 

"Rekd" ve "erked", özengi tepmek, kanat çırpmak kabilinden olan hareket­lere denir. Rekd, ayak vurmak, ayakla deprenmek, özengilemek, olduğu yerde tepinmeğe çabala­mak, sefer, hicret ve savaşa çık­mak anlamlarına gelir. Yani mücahedenin mümkün olan her kıs­mı ile ilgilidir; Bir hareketlilik bil­dirir. Sad Sûresi'ndeki kullanımında Hz. Eyyûb peygamberle il­gili olarak kullanılmıştır.

 

Remîm:

 

Remîm, çürüyüp dağılmış demektir. Kemik çürüdüğünde "Reme’l-‘ızamu" denir. Sıfatı "Remîm" şeklindedir.

 

Ress: 

 

Ress, örülmemiş kuyu de­mektir. Ancak "ashâb-u ress"in kimler olduğu belirlenmemekte­dir. İbni Abbas'tan "ashabı ress"in Semûd kavmi olduğuna dair bir rivayet vardır. Ancak, Furkan: 25/38'deki ifade "ress ashabı"nın bir başka toplum olmasını gerekli kılmakta­dır.

Mukatil, Ress ashabının, Şam Antakya'sında bir kuyunun sa­hipleri olduğunu ve Yasin Sûresi'nde işaret olunan Habîb-i Neccâr'ı öldürdüklerini ifade etmiştir. Konu ile ilgili birçok iddia ve rivayet vardır.

 

Resul:

 

Kur'ân' da yaklaşık 263 âyette zikredilen bu kelime "risl" kökünden türemiştir. "Risl", "yerine getirmek, üzere gitmek" demektir. "Nake risl", güdülmesi kolay deve ve "ibil merasil",   kolayca yürütülen develer anlamındadır. "Risl" bazen de yumuşaklık manasına gelir. "Yavaş ol, mülayim ol."[113] demektir.

Câhiliye dönemi şiirlerinde, "resul" elçi veya mesajcı, aynı kökten türeyen "risâlet" ise "mesaj" anlamına gelir. Zuheyr b. Ebi Sulmâ şöyle der:

"Ey arkadaşlar benden, Andlılara ve Zübyan oymağına (fenalığı bırakmayacağınıza, barışı bozacağınıza dair) bütün antlarla ant mı içtiniz? diye haber götür."[114]

Görülüyor ki burada "risâlet", haber ve mesaj manasında kullanılmıştır.

Tarafa da bir beytinde bu kelimeyi kullanarak şöyle demiştir:

"İkiniz, Abdü'd-Dlâl'a mesaj iletin. Senden haberleri "resul" (elçi) ulaştırabilir.[115]

Netice olarak diyebiliriz ki, Câhiliye döneminde "resul" kelimesi sadece yukarıda zikrettiğimiz gibi lügat manası ile biliniyordu. Kur'ân'daki manası olan, "Allah'ın kendi dinini yaymaları için, insanlar arşından seçtiği kişiler" manası ise bilinmiyordu. İşte Kur'ân "resûl”un manasını bu açıdan hususileştirmiş ve onu, Allah'ın dinini yayan bir kişi olarak nitelendirmiştir.[116]

 

Revâkid:

 

Revâkid, yürümeyen, hareket etmeyen, sabit şeyler. Su, sa­kinleşip durduğu zaman "Rakede’l-mâu" denilir. Bu kelime, bundan alınmıştır.

 

Reyhan:

 

Reyhan, kokusu güzel olan her bitki. Buna, güzel kokusundan dolayı "Reyhan" denilmiştir.

Reyhan, güzel rayi­halı/kokulu veya revhaniyetli de­mektir. Bizim de "reyhan" dediği­miz bitki gibi bütün kokulu bitki­lere denir.

İbni Abbâs reyhanın "rızık" anlamına geldiğini de ifade etmiş­tir. Nitekim bedevinin birine "ne­reye" demişler, "Allah'ın reyha­nından talep etmeye" demiş. Al­lah'ın rızkından demek istemiş.

Rızkın rahatlık vermesi, ek­mek kokusunun acıkmış olanlar için her kokudan güzel olması, bu kelimenin böyle bir anlama gel­mesi ile ilgili olsa gerektir. Keşşaf sahibinin dediği gibi, "habbin/danenin asfına/kabuğuna karşılık özü demektir."

Reyhan aslında "ravh"tan "rayvihan" şeklinde olup "vav" kural gereği "ya" harfine dönüş­müş, şedde ile "reyyihan" olduk­tan sonra, "meyyit" ve "meyte" de olduğu gibi hafifletme için ikinci "ye" kaldırılmıştır. Bazıları da aslı "revhân" demişlerdir.

 

Rıhlet:

 

Rıhlet, göç, sefer de­mektir. Özellikle zorlama olmadan yapılan seferler anlamına gelir. Kureyş'in yaz ve kış yapağı ticarî se­ferler anlatılmak istenmektedir.

 

Rızk:

 

Rızk, Arap­ça'da "haz" ve "nasib" anlamında isim olup, nasib etmek, rızıklandırmak anlamında masdar dahi olur. "Rezaknâ" onun fiilidir. Bu karine (belirti) ile "ma" isim olan rızıktan ibaret olur. Ehli Sünnet'e göre bu şer'î manasıdır. Lügat manası da aynıdır. "Cenâb-ı Al­lah'ın canlıya zevk ve faydalanma nasip ettiği şey" diye tarif edilir. Şu halde mülk olsun, olma­sın, yenilen, içilen ve başka şekil­lerde kullanılan ve bilfiil faydalanılan mallara uygun olduğu gibi evladı, eşi, gayret ve işi, ilim ve bilgileri de içine alır. Ancak hepsinden de yararlanılması gerekir. Bu yararlanma dünya ve ahiret yararlanmasından daha geneldir.

Buna göre bilfiil yararlanıl­mayan din ve dünyevî mal, mülk, evler, aile, ilim ve bilgi rızk değil­dir. Bir şey, çeşitli yararlanma bi­çimlerine ve farklı kimselere göre rızk olabilir. Malından, gücünden, ilminden yararlanmayanlar rızıklanmış değildir.

 

Ribâ':

 

Ribâ', lügatte, ziyadelenmek, artmak, fazlalanmak an­lamında masdar olup faiz dediği­miz, özel artışın ismi olmuştur. Şer'î dilde, karşılıklı faydaya yönelik bir sözleşmede karşılıksız kalan herhangi bir fazlalık demektir.

Ribâ', bir muamelede hem karşılık olarak, hem de karşılıksız olarak, bir yalancılık, bir çelişki­dir. Bir karşılık gözetme maksadı olmayınca "ribâ' " düşünülemez. cinsi ve ölçüsü bir olan şeyler bir­biriyle değiştirildiği zaman ikisi arasındaki fiyat farkından dolayı bir fazlalık meydana geleceğin­den bir artık değer ortaya çıkar. Yani ribânın ölçüsü, ya cins ola­rak, ya miktar olarak, ya da ikisi şeklinde kendini gösterir.

Alışveriş, malı malla terazide tartarak değiştirmek demektir ve kâr demektir. Burada iki taraf da kâr eder. Ribâ' bir sözleşme sıra­sında gerçekleşir. Bir sözleşmede, cinsi ve miktarı birbirine eşit olan bir mal değiştirildiğinde bir fazla­lık meydana gelmiş ise bu "ribâ'"dır. Bu bedelsiz fazlalığın kar­şılığı ödenmemiştir.

Ribâ' ayeti nazil olduğunda, altın, gümüş ve nakit borçlanma­lar ile ribâ' cahiliye devri Araplarınca bilinen bir şeydi. Hatta zen­ginlerin yediği içtiği sadece ribâ' idi. Biri diğerine altın veya gümüş belli bir miktar borç verirdi, arala­rında kararlaştırdıkları vadeye göre, geçen süre için belli bir mik­tar fazladan ödeme yapılacağı da­ha önceden kararlaştırılırdı. Vade­si geldiğinde borç ödenemiyorsa alacaklısına, "veremeyeceğim, ib­ra et" yani "arttır" derdi. Böylece borç miktarı arttıkça artardı. Bor­cun aslına "reisü'1-mâl" eklenen kısma da "ribâ' " denilirdi.

Araplar arasındaki gelenek­sel riba tam anlamıyla günümüz­deki nakit paralara ait faizin veya nema denilen fazlalığın kendisi­dir.

 

Ribat:

 

Ribât[117], Allah yo­lunda yürümeye devam etmektir. Bu anlam, "rabt-ı hayl" (at bağla­mak) deyiminden alınmıştır. Düş­mana karşı atını bağlayıp, gözet­lemek ve beklemek demektir. Da­ha sonra İslâm hudud şehirlerinde görev yapan gerek süvari ge­rekse piyade askerlere de "murâbıt" adı verilmiştir. Fakihlerin ıstılahında "murâbıt", hudud şehir­lerinden birinde bir müddet kal­mak için gidenlere verilen bir isim olmuştur.

 

Ribbuyyun:

 

Ribbuyyûn kelimesi, "ribbi'nin çoğuludur. "Rabbânî" gibi rabbe nispettir. Rabbe kulluk eden demektir. "Re"nin esresi ile, Basra-Bisriyyûn olduğu gibi ismi mansubun değişimlerindendir.

Rabbânî, "mürebbi" (terbiye eden, eğiten) demek olan "rabbe"ye nisbet olarak düşünülebildiği gibi, "ribbî" de cemaat de­mek olan "ribbe"ye nisbet olarak tahlil edilmiştir. Sosyal içeriği ne­deniyle cemaat diye tefsir edil­miştir.

Ayrıca, Vahidî'nin Ferrâ'dan naklettiğine göre, "ribbuyyûne", "evvelûn" (öncekiler) anlamına da gelmektedir. Bazıları "rabbâ­nî" ile "ribbî" arasında anlam açı­sından bir farklılık olduğunu söy­lemişlerdir.

Zeyd şöyle demiştir: "Rabbânî", velî imamlar, "ribbî" de halkı­dır ki, "ribe" bağlıdırlar. Buna gö­re rabbânî ve ribbî ikisi de "rabbe bağlanma" manasına gelmekle beraber "ribbiyyûne" "ribbe" bağlanmakla, terbiye ve öğrenim görmüş topluluk, rabbânî de, rab­be bağlanmakla diğerlerine eği­tim ve öğretim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması en uygun anlam olacaktır. Ancak, aynı anlamda veya "ribbiyyûn"un, "rabbâniyyûn"dan daha genel kullanılması caiz olur.

 

Ricz:

 

Ricz, en şiddetli azap demektir. "Eğer bizden azabı kaldırırsan"[118] mealin­deki âyette de bu manada kullanılmıştır.

 

Rifd:

 

Rifd, dayansın diye bir baş­kasına izafe edilen şeydir. Mesela eyerin ve semerin altına vurulan keçe, birine yapılan yardım, veri­len bağış birer rifddir. Hud: 11/99'daki cehennemde yapılan rifd (yar­dım) alay ve küçük düşürme için­dir.

 

Ruccet:

 

Sarsıldı, şiddetli bir şekilde sallandı.

 

Rucz:

 

Rucz, pislik ve azap manasına geldiği gibi, Kur'ân'da, putlar, esnam, evsân anlamların­da da kullanılır. Müfessirler, Müddessir: 74/5'teki kullanımın daha çok manevî pislik olan şirk pisliği ile ilişkili olarak, putlara tapınmak anlamındadır, demişlerdir.

 

Rûh:

 

Rûh, vahy ve peygamberlik demektir. Bedenler ruhlarla dirilip canlandığı gibi, kalpler de vahiy ile canlandığı için ona "ruh" denmiştir.

Rûh denildiğinde üç şey akla gelmektedir.

1- Mabihil hareke (hareketin kaynağı),

2- Mabihil hayat (hayatın kaynağı),

3- Mabihil idrak (idrakin merkezi).

Hareketin kaynağı görüşüne göre rûh, maddenin tam karşıtı olarak, "kuvvet" demektir. Madde veya kuvvet, madde veya rûh de­nildiği zaman bu görüş kastedilir. Bu ruhun en kapsamlı anlamıdır. Bu anlamda elektrik bir ruhtur. Hareket eden hal, güç ruhtur.

Ruhu "hayatın kaynağı" ola­rak görenlere göre rûh, bundan daha hususîdir. Zira hayat gücü mutlak güçten daha hususîdir. Bu görüş de kendi içinde ikiye ayrılır; birincisi, hayatın kendisidir ki bit­kisel hayatı da içerir. İkincisi yay­gın anlamıyla hayat, yani, hayvanı hayattır. Bitkisel ruhtan daha özel­dir. İnsanî hayatta son bulur.

İdrak merkezi görüşüne göre; duyumsamaya yaklaşan basit vic­dandan, marifet, akıl erdirme, ilim, irade, kelam gibi en yüksek derecelere kadar genel olarak bi­linç olaylarının yani manevî ha­yatın aracısı durumundaki rûh gelir.

Bu rûh hakkında, "ona ru­humdan üfledim" [119] buyurulmuştur. Biz bunu kendisiyle du­yar, vicdan, irade, akıl erdirme, iç­sel söz gibi belirtileriyle tanırız.

Rûh, rabbimin bütün yaratık­ları üzerindeki rubûbiyetinin em­rinden bir emirdir.

Rûh, beş şekilde tefsir edilir:

1- Rahmet

"Onlara, Kendinden bir rûh (rahmet) ile imdat etmiştir (korumuştur)." [120]

2- Yedinci semada bulunan ve yüzü insan, bedeni melek suretinde olan bir melek [121]

"O gün ki, kıyama duracak rûh (yedinci semada bulunan yüzü insan, bedeni melek suretinde olan o melek) ve melekler saff saff." [122]

Melekler, arş hariç mahlukâtın tümünden daha büyüktürler. Sözkonusu bu melek de diğer melek­ler üzerinde bir bekçi ve gözetleyicidir. Arşın sağın­da kendisi tek bir saff, diğer bütün melekler de ay­rı bir saff olarak duracaklardır. İsrâ süresindeki şu âyette geçen rûh'tan maksat da işte o melektir:

"Bir de sana rûhtan/rûhu (yani, o meleği: yedinci se­mada bulunan yüzü insan, bedeni melek suretinde olan meleği) soruyorlar. De ki:  "Rûh (yani, o melek) Rabbimin emrindendir." [123]

3- Cebrail

"De ki: "Onu, Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) indirdi;" [124]

"Onu, Rûhu'l-Emın/Emin Rûh (Cebrail) indirdi." [125]

"Onu, Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik (güçlendirdik)." [126]

"Derken Biz ona Ruhumuzu (Cebrail'i) gönder­dik." [127]

"O gece melekler ve Rûh (Cebrail) iner de iner." [128]   

4- Vahy

Kullarından dilediğine (nebilere) emrinden rûh (yani, vahy) ile melekleri indiriyor. [129]

Kullarından dilediğine (nebilere) emrinden rûh (yani, vahy) ilka ediyor (yani, indiriyor). [130]

İşte sana da böylece emrimizden rûh vahyettik (yani, emrimizden vahy vahyettik). [131]

5- İsa (a.s.)

"(İsâ Allah'ın) Meryem'e ilka ettiği kelimesidir ("Ol!" demesi üzerine olmasıdır) ve O'ndan bir ruhtur (babasız doğmuştur)." [132]

Âdem hakkında da şöyle buyurulmaktadır:

"Sonra onu (Âdem'i) tesviye edip, o'na ruhundan üfürdü. " [133]

 

Ruha':

 

Ruha', yumuşak veya kişinin istediği tarafa boyun eğip giden.

 

Ruhban:

 

Ruhban, Râğıb'ın Müf­redat'ında açıklandığı gibi "rehbet" kökünden, "rahib"in çoğulu­dur. "Su'ban" gibi müfred olarak kullanıldığında çoğulu "rehâbin" ve "rehâbine" olarak gelir.

"Rehbet" ızdırab ile korkup çekinmektir. "Terahhub" manas­tırda ibadet etmektir ki, "rehbet"in kullanılması demektir. "Rehbâniyyet" ise fazla korkup çekinmekten dolayı ibadet etme­de aşırılık ve ifrat demektir.

 

Rûhu'l-Kuds:

 

Kuds, temizlik ve bereket manasınadır.

Rûhu'1-Kuds, kudsiyet ruhu, yani hiçbir şaibe ile lekelenme ihtimali olmayan paklık ruhu, emniyete şayan, mukaddes, tertemiz ruh demektir ki, Cebrail'dir. Nitekim Şuara: 26/139 ayetindeki "rûhu'1-emîn" de odur. Bakara: 2/87 ve Nahl: 16/102'deki rûhu'1-kudüs de aynıdır. Cebrail'den rûhu'1-kuds diye bahsedilmesinin nedeni, peygamberin temizliğini ve azizliğini vurgulamak içindir.

 

Rüc'â:

 

Rüc'â, "büşrâ" veznin­de dönmek, çevrilmek, geri dön­mek manasına masdardır. Dönüş onadır, ondan kurtuluş yoktur. Onun için hangi mertebe olursa olsun büyüklenmemeli, istiğna etmemeli, tuğyan ve isyandan sakınmalıdır.

 

Rüku’:

 

Kur'ân'da, 13 âyette zikredilen bu kelime, Arap dilinde birkaç mana ifade eder. Bunlar kısaca şöyledir:

1- Eğilmek, başı öne eğmek.

Lebîd bu manada şöyle der:

"Geçmiş asırlardan haber verirken, ne zaman, eğilip kalkmaya çalışsam, yine de yerde sürünüyorum."[134]

2- Putlara tapmayan.

Câhiliye döneminde putlara tapmayanlara "râki"' deniliyordu. Bu da Allah'a tapmak manasına geliyordu. Bu anlamda Nâbiğa şöyle der:

"Rabbine, yani yaratıkların rabbine eğilir."[135]

3- Zenginlikten fakirliğe düşmek.

Kişi zenginlikten sonra fakirliğe düşerse, "ra-ke-a” yani, eğildi düşkün oldu denirdi. Edbat b. Kari' bu manada şöyle demektedir:

"Fakiri hor görme. Belki bir gün sen düşersin, zaman ise onu yükseltir.[136]

"Rüku"yu yani Allah'a karşı namazda eğilmeyi Kur'ân, ibadetin, bir diğer ifade ile namazın şartlarından bir haline getirmişse de, yukarıda sunmaya çalıştığımız, en-Nabiğa'nın beytinde kasdedilen "yaratıkların rabbine rükû” ifadesi, Câhiliye döneminde de kendilerince Allah'a sunul­maya çalışılan ibadetin bir şekli olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu kelime, Kur'ân'da ibadetin, daha doğrusu namazın özel hareketlerinden biri haline gelerek, daha hususi bir anlam kazanmıştır denebilir.

 

Rüşd-Ğayy:

 

Rüşd; hak, doğru, hayra isabet demektir. Bu kelimenin özünde, sözde alimlere uyan var­dır. Alim olmanın yolunun tevazu ve alçak gönüllü olmaktan geçti­ğine, ilim öğrenmekten asıl ama­cın rüşd kazanmak olduğuna, ilim isterken tenezzül, edep, neza­ket, takip ve hizmetin şart oldu­ğuna işaret vardır.

"Rüşd", Arap dilinde, tamlık, doğruluk, sapkınlıktan uzak olmak anlamlarına gelip, "ğayy"ın karşıtı olarak kullanılır.[137] Ayrıca yanlış inanca düşmek, yanılmak, gerçek yoldan çıkmak, doğru olmayan, boş olanla meşgul olma gibi anlam­lara da gelmektedir.[138] Fiilin rubai mezîdi olan "ağvâ" kipi ise; yanıltmak, doğru yoldan alı koymak, aldatmak, isteklerini boşa çıkarmak gibi manalara gelmektedir.[139]

Câhiliye döneminde bu iki kelimenin birbirinin karşıtı olarak kullanıldığını görmekteyiz. Nitekim o dönem şairle­rinden Dureyd b. es-Sımme bir şiirinde şöyle demektedir:

"Benim kabilem Gazye öyle bir kabiledir ki, o doğru yoldan giderse, ben doğra yola girerim. Saparsa da onu takip ederim.[140]

Görüldüğü gibi bu şiirde körü körüne bir taklitçilik ve kabile taassubu söz konusudur. Mısırlı medeniyet tarihçisi Ahmed Emin (1886-1954) o dönemdeki kabile bağlılığına şu sözleriyle dikkat çekmektedir. "Onlardan birisi hastalanıp acı çekmeye başlayınca ona bir ilaç tavsiye edilirdi. Hasta bu durumda, hastalık ile ilaç arasında bir bağlantı olduğunu anlardı. Ancak bu, felsefî düşünceye dayanan akli bir kavrayış değildi. Sadece o biliyordu ki, bu rahatsızlık arasında söz konusu ilacı kullanmak kabilesinin adetidir. Adet ise onun gözünde her şeydir."[141]

Kurtubî'ye göre kişi, inancından ve bu inanca uygun görüşünden saparsa "ğavâ'r-reculü"[142] denir.

İbn Dureyd, "ğayy", "rüşd"ün zıddıdır, demiştir.[143]

İbn Manzûr da, bu kelimenin mecazi anlamı, deve yavrusunun süt içmeyip ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalmasından veya sütü çok içip midesinin bozulmasından alınmıştır[144] demektedir.

"Rüşd" ve "ğayy" kelimeleri Kur'ân'da bazen beraber, bazen de ayrı ayrı kullanılmıştır. Mesela Bakara 256. âyette şöyle buyrulumuştur. "qad tebeyyene’r-rüşdü mine’l-ğayy" "İman ile küfr apaçık meydana çıkmıştır." Bu kavramın yukarıdaki ayet hariç tamamen Mekkî surelerde yer alması ve birinci derecede de Allah'ın varlık ve zatına karşı olumsuz tavır takınmakla alakalı olarak kullanılması dikkat çekicidir.[145]

"Ğayy" kelimesinin, Kur'ân'da ıstılah olması, belkide deve yavrusu nasıl ki süt içmeyip helak olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorsa, Allah'ın doğru yolunu bırakıp, sapıklığa; "ğayy"e düşenler de böylece manen yok olmaktadırlar.[146]

Kur'ân'da insanın yaptığı hatalar da aynı kelime ile gösterilir. Ayrıca yalan haber yaymak[147], kendi görüşünü Allah'ın görüşünden üstün tutmak[148], ibadete önem vermemek[149] gibi anlamlara da gelmektedir.[150]

Netice olarak bu iki terim câhiliye ve İslâmî dönem­lerde birbirine yakın anlamlarda kullanılmıştır. Şu kadar var ki, İslâm bunların manalarını daha da genişletmiştir diyebiliriz.

 

Rüveydâ:

 

Rüveydâ, az veya yakın mânâlarına gelir.

 



[1] Kurtubî, Camiu'l-beyan, 1/133.

[2] Yıldırım, a.g.e., s. 83.

[3] et-Taberî, Ebû Ca'fer Mııhammed, Câmi'u'l-Beyân an Te'vili'l-Kur'ân. Mısr, 1968, 1, 141.

[4] Ulutürk, Veli, Kur an'ı Kerim Allah 'ı Nasıl Tanıtıyor, İzmir, 1985, s. 92.

[5] İbn Fâris, Mekayisu’l-luga., II, 381, 382, el-İsfahânî, a.g.e., 269, 270; İbn Manzûr, a.g.e., I, 399.

[6] İbn Faris, a.g.e., a.y.

[7] a.g.e., II, 382.

[8] İbn Manzur, a.g.e., I, 400.

[9] el-A'şâ, a.g.e., s. 148.

[10] Ulutürk, a.g.e., s. 9.

[11] Yıldırım, a.g.e., s. 84.

[12] Yusuf: 12/101.

[13] Taha: 20/49-50.

[14] Şuara: 26/23-24.

[15] Âl-i İmran: 3/80; İsfehânî, Müfredat'ta bu manayı vermektedir.

[16] Âl-i İmran: 3/80.

[17] Yusuf: 12/42.

[18] Âl-i İmran: 3/79.

[19] İsfehânî. age, s. 184.

[20] Razi. age, VI/424-425.

[21] Âl-i İmran: 3/79.

[22] Maide: 5/63.

[23] Yusuf: 12/101.

[24] Yusuf: 12/101.

[25] Yusuf: 12/101.

[26] Saffat: 37/180.

[27] Fâtır: 30/10.

[28] Kehf: 18/58.

[29] Sebe: 34/21.

[30] Necm: 53/42.

[31] Necm: 53/42.

[32] Necm: 53/44.

[33] Bakara: 2/2.

[34] Şuara: 26/116. İsfehânî, Hâzin, İbn Abbâs, Nesefi, ayette geçen mercûmîn kelimesine "öldürülmüşlerden"; Kâ’di. "Uğursuzluğa uğrayan ve dövülenlerden" manalarını vermişlerdir.

[35] Hud: 11/91.

[36] İslâm dininde var olduğu söylenen zina eden nikahlı kişilere uygulanan taşla­yarak öldürme cezasına da recm denmektedir. Aslında Kur'an'da böyle bir cezalan­dırma şekli yoktur. İslâm öncesi toplumlarda mevcut olan taşlama şeklindeki ceza geleneği, İslâm'da olmamasına rağmen, bir İsrailiyat uygulaması olarak ortaya çık­mıştır. Bu şekildeki bir İsrailiyat uygulamasını İslâm'a maletmek yanlıştır.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 1/75.

[37] Kehf: 18/22.

[38] Meryem: 19/46.

Hz. İbrahim'in babası, seni "recmederim" derken, taşla öldürmeyi mi kasdetmiştir? İsfehânî, "kötü söz söyleme"; Nesefi, "taşla öldürme"; "Kâdî, "kötü söz söyleme"; Hâzin "kötü söz söyleme" İbn Abbâs da "kö­tü söz söyleme" manasını vermişlerdir.

[39] Mülk: 67/5.

[40] Hicr: 15/18.

[41] Saffat: 37/10

[42] Mülk: 67/5.

[43] İsfehânî. el-Müfredâtfi Garîbi'l-Kur'ân, Beyrut, ts, s. 190.

[44] Kehf: 18/22.

[45] Sebe: 34/53

[46] Züheyr b. Ebi Sulma Rabia, Arab şairi (VI. yy). Cahiliyye devrinin ürlü pir­lerinden ve Mu'allaka şairlerinin en taınmışlarmdandır. Birçok şairin yetiş­tiği Müzeyne kabilesindendi. Hayatının büyük bir kısmı akrabvıitk yoluyla bağlı bulunduğu Gatafan kabilesinin Abs ve Zubyan koluyla yaptığı savaşlar­da geçti. Şairliği yanında iyi bir savaşçı olan Züheyr, bir yağma sonunda ken­disine az ganimet verildiğini ileri sürerek Gatafan kabilesine sığındı. Mu'allakasnı burada meydana getirdi. Dini konularda eser veren Züheyr, Hz. Muhammed ile onun peygamber olmasından sonra görüştü. Aşırı övgülerden kaçman Züheyr kendisinden önceki şairlerden az etkilendi ve şiirlerini sade bir ifadeyle yazdı;;. Bir divanı vardır. Meyddan larousse. c, 12 s. 957, Meydan Yayınevi 1986 ist..

[47] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 2, s. 666.

[48] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s. 360.

[49] Isfahani, Müfredat, tsz-, s. 190.

[50] Mülekkin, Garib, 1987, s. 22.

[51] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 297

[52] Sabuni, Safvet, 1995, c. 3 s. 430

[53] Kmtubî, 15/94

[54] Kurtubî, 19/263

[55] İbnu Cemâa, Keşfu'l- maanî

[56] Ahzab, 33/43

[57] Âl-i İmran: 3/6.

[58] Ra'd: 13/8.

[59] Enfal: 8/75.

[60] Muhammed: 47/22.

[61] İsfehani, age, 191.

[62] Mü'min: 40/9.

[63] Mü'minûn: 23/75.

[64] Mülk: 67/3.

[65] Rahman: 55/1-4.

[66] Taha: 20/109.

[67] Nebe: 78/38.

[68] Meryem: 19/96.

[69] Âl-i İmran: 3/159.

[70] En'âm: 6/54.

[71] En'âm: 6/54.

[72] A'raf: 7/72.

[73] Yunus: 10/21.

[74] Yunus: 10/57.

[75] Yunus: 10/58.

[76] İsra: 17/24.

[77] Enbiya: 21/107.

[78] Bakara: 2/151.

[79] Âl-i İmran: 3/159.

[80] Enfal: 8/33.

[81] Ahzab: 33/45-46.

[82] Zümer: 39/53.

[83] Yu­nus: 10/86.

[84] Sad: 38/82-83.

[85] Nisa: 4/83.

[86] Nisâ: 4/1

[87] Ahzâb: 33/52

[88] Kaf: 50/18

[89] Mâide: 5/117.

[90] es-Sıhah, "Raqa" maddesi.

[91] Zâdu'l-mesîr, 8/39

[92] Kurtubî, 17/51

[93] Bahr, 8/438

[94] Vâkıa: 56/89

[95] Yûsuf: 12/87.

[96] el-Keşşaf, I/27

[97] Zâdu'l-mesîr, 8/54. Bkz. Cevheri, Sıhâh, ilgili madde.

[98] İsrâ: 17/57

[99] Bakara: 2/218

[100] Kehf: 18/110

[101] Ankebût: 29/5

[102] Yûnus: 10/7

[103] Nebe: 78/27.

[104] Yâsîn: 36/18

[105] Duhân: 44/20

[106] Hûd: 11/91

[107] Meryem: 19/46

[108] Mülk: 67/5

[109] Kehf: 18/22

[110] Nahl: 16/98.

[111] Bakara: 2/187.

[112] Bu beyit, Nâbiğa ez-Zübyânî'nindir. Bkz. Kurtubî, 16/137.

[113] el-İsfahânî, a.g.e., s. 284.

[114] Zuheyr, a.g.e., s. 18.

[115] Tarafa, a.g.e., s. 111.

[116] 'Üde, a.g.e., s. 121.

[117] Enfal: 8/60, Kehf: 18/14.

[118] A'raf: 7/İ34

[119] Hicr: 15/29

[120] Mücâ­dele: 58/22

[121] Rûh ile ilgili bu ve devamındaki açıklama, aslıastarı olma­yan bir İsrâîliyâttır.

[122] Nebe: 78/38

[123] İsrâ: 17/85

[124] Nahl: 16/102.

[125] Şu'arâ: 26/193

[126] Bakara: 2/87, 253

[127] Meryem: 19/17

[128] Kadr: 97/4

[129] Nahl: 16/2

[130] Mü'min: 40/15

[131] Şûrâ: 42/52

[132] Nisâ: 4/171

[133] Secde: 32/9.

[134] Lebîd, a.g.e., s. 82.

[135] Nâbiga, a.g.e., s. 53.

[136] bkz., el-Kurtubî, a.g.e., I, 344; krş. İbn Manzur, a.g.e., VIII, 133.

[137] İbn Manzûr, a.g.e., III, 175, 176.

[138] a.g.e., XV, 140, 141; Âsim Efendi, a.g.e., III, 883.

[139] Klıç, a.g.e., s. 146.

[140] Ebû Temmâm, a.g.e., 1.337.

[141] Ahmed Emin, a.g.e., s. 39.

[142] el-Kurtubî, a.g.e., III, 182.

[143] İbn Dureyd, Cemheretu'l-Luğa, I, 116.

[144] İbn Manzûr, a.g.e., XV, 142.

[145] Kılıç, a.g.e., s. 146.

[146] ‘Ude, a.g.e., s. 323.

[147] Hucurat: 49/6

[148] Haşr: 59/19

[149] Hadid: 57/27

[150] Geniş bilgi için bkz. Kılıç, a.g.e., s. 146.