Saad:4

Sa’at:4

Sabr:4

Sâbi'ın:5

Saddu:5

Sadi':5

Sâdıqîn:5

Sadr:5

Saff:6

Saffât:6

Sağat:6

Sâhha:6

Sahire:6

Sâhûn:6

Sa'ıd:6

Sâihat:7

Sâ'ika:7

Sâil:7

Sakk:7

Sâkıb:8

Sakıt:8

Salâh:8

Salat:9

Salb:10

Sâlihât Ve Salih Amel:10

Salsal:10

Samed:10

Sâmidûn:11

Saniye 'ıtfîhi:11

Sa'r:12

Sarm-Sârimin:12

Sarra:13

Sarsar:13

Sarrafnâ:13

Savm:13

Savâik:13

Savâmi:13

Sa’y:13

Sayâsî/Siyâsî:14

Sayd:14

Sayha:14

Sayyib:14

Sebeb-Esbâb. 15

Sebh:15

Seb'in Şidâd:15

Sebîl:15

Sebîlullah:16

Sebt:16

Seb'u:17

Secâ:17

Secc/Sücûc:17

Seccâc:17

Secde:17

Sedd:17

Sefer:17

Sefere:18

Sefîh-Sufehâ:18

Sefihe nefsehu:18

Sekar:18

Sekîne/Sekînet:18

Selâm:18

Selh:19

Selsebil:19

Semâ:20

Semî':20

Semk:20

Semme:20

Semûm-Samm:20

Senesimuhu ale'l-hurtum:20

Serâir:21

Serî':22

Serîr:22

Sev':22

Seva’22

Sevâ':23

Sevâe's-Sebîl:23

Sevfe:23

Sevm:24

Sevt:24

Sevvâke:24

Sevvele:24

Seyahat:24

Seyyîat:24

Sırât:25

Sırr:25

Sıbğatullah:25

Siccil:26

Siccîn:26

Sihr:26

Sikaye:27

Silm:27

Sîmâ:27

Sîmâhum:27

Sinin:27

Sirâc:27

Sirkat:27

Sitte Eyyam:28

Siyâbeke Fetahhir:28

Sû':28

Subât:29

Sübhân:30

Suda:30

Sudur:30

Sufeha:30

Suhk:30

Suht:30

Suhuf:31

Sukite fi eydihim:31

Sulb:32

Sultan:32

Summun:32

Sûr:32

Sûr:33

Sûre:33

Suur:33

Suva:33

Sübhâne:33

Sücud:34

Sülale:34

Sümûd:34

Sündüs:34

Suvvibe:34


Saad:

 

Saad, insanın güç yetiremeyeceği, insana hâkim olan zor şey demektir, insan meşakkat içersinde bulunduğunda, "Fulânun fi sa’adin min emrihi" de­nir.

 

Sa’at:

 

Sâ'at, zamanın parçalarından bir parçadır. Benzetme yapılarak kıyamete de sâ'at denilir. Kamer: 54/1, A’raf: 7/87 gibi. Kıyamet anlamında sa­at, üç şekilde kullanılır.

1- Büyük saat (sâ'at-i kübrâ), insanların yeniden diriliş anı.

2- Sa'ât-i vustâ (orta saat), bir karn (asır) ahalisinin ölümüdür.

3- Küçük saat (sâ'at-i suğrâ), insanın ölümüdür.

Yani her insanın kendi ölü­müdür. [1]

Lügatta zamanın bir parçası için kullanılır. Kur'ân'da ise Kıyametin kopacağı vakit anlamına gelmektedir.[2] Câhiliye döneminde ise sadece lügat anlamında kullanıldığını o döneme ait malzemelerde bulmamız mümkündür. Nitekim Adiyy b. Zeyd bir beytinde şöyle demektedir:

"Benim ölümümün bugünün veya yarının her hangi bir vaktinde bana ulaşacağını mı kınıyor.”[3]

İbn Manzür, Zeccac'ın bu kelimeyi şöyle tarif ettiğini nakleder: "es-Sâ'a" kıyametin kopacağı vakti simgeler. Bununla da gizli bir anda, büyük bir olay cereyan edece­ğinden, vaktin çok kısa olması sebebiyle bu zamana (bir an, bir lahza) manasına gelen "sâ'at" adı verilmiştir.[4]

Kur'ân'da ise, insanların yaşamının biteceği günü simgeleyen (kıyametin kopmasına) alem olarak kullanılmış, Allah'ın, insanları sınırladığı bir anda ansızın yakalayacağı için bu isimle anılmıştır.[5]

 

Sabr:

 

Sabr[6], sözlükte göğüs germek, karşı koymak, di­renmek, sebat etmek, dayanmak anlamındadır. Ancak sabır, Kur'ân'da daha çok, zorluklar karşısında Allah rızasını gözete­rek dayanmadır.

Övülen ve tavsiye edilen sa­bır, iman ve salih amel ile hak ve hayır yolunda sabırdır. Bu şecaat, mertlik, yiğitlik şiarıdır. Yoksa her kötülüğe katlanmak, her zillete boyun eğmek, pislikler içine dü­şüp de her ne pahasına olursa olsun oradan çıkmaya, kurtulmaya çalışmamak, çabalamamak, batıl­da, kötülükte saplanıp kalmak ve şerre rıza demek olan atalet, tem­bellik, meskenet ile sükuttan ibaret olan duygusuzluk sabır değildir.

Çünkü şerre rıza, küfre rıza küfürdür. Ulema sabrı ikiye ayır­mıştır. Birincisi, kötü olan şeye sabrederek sonucunun iyi olması­nı beklemek, ikincisi ise, şehvet­ten ve dünya lezzetlerinden uzak durarak, bunların kötülüğünden korunmaktır. Bunların birisi acı ilaçlarla tedavi gibi vazifeye atıl­mak. İkincisi, zehirli tatlılardan kaçınmak gibi zararlı şeylerden kaçınmaktır.

Öyle anlar vardır ki, o za­manda beklemek, sabretmek gay­ri meşrudur. Öyle durumlarda mücadele etmek hatta hayatı feda etmek gerekir. Bu nedenle, iman­dan sonra yolun başı sabır, amelin başı sabır, kısacası hikmetin başı sabırdır. Yaşamak sabretmektir.

Sabır, acıya katlanmak, onu geçirmek için sebat ve mukave­met etmektir. Her ferahlığın, her başarının anahtarıdır. Sabırsız ne­fisler her zaman darlık içindedir. [7]

"Sabr", kendini darlıkta ve zorlukta tutma demektir. "Sabertu’d-dâbbe”; "hayvanı yemsiz hapsettim." Yani aç bıraktım", "Sabertu fulânen"; "filanı çok sıkı bir şekilde zorlu bir tutuşla tuttum."[8] manalarına gelmektedir.

Görüldüğü gibi "sabr"da bir hapis anlamı vardır. Şeri'at'ın ve aklın uygun gördüğü hallerde nefsi hapsetme, kendine hakim olma anlamını ifade eder. "Sabr", çok genel bir kelime olup, sözgelimi musibet anında, savaşta; savaş meyda­nından kaçmayıp ayak direme sabırdır. Gerektiğinde sır sakla­ma, dili gıybetten, söz taşımaktan ve gereksiz ifadelerden koruma da sabırdır.[9]

Câhiliye döneminde bu kelime, zorluklara göğüs ger­me anlamında kullanılmıştır, Antara b. Şeddâd şöyle demektedir:

"Korkağın canı ağzına geldiğinde, nefsimi hapsettim. Yani sabrettim, sebat ettim."[10]

İslâmî literatürde "sabr", günahlardan kaçınarak, nefsin arzu ve isteklerini yerine getirmemektir. Kur'ân, sabredip, salih amel işlemekten, cihad edip takva sahibi olmaktan söz eder ve bu gibi vasıflara sahip olan insanları över.[11]

"Sabr", câhiliyede, sadece zorluklar karşısında dayanıp direnmek, sebat etmek anlamına gelirken, İslâmî devirde, musibetlere, zorluklara ve İslâm'ın ibadet olarak emrettiği şeylerde kullanılmaya başlamış ve Kur'ân'da çokça "sabr" tavsiye edilmiştir.[12]

 

Sâbiğât:

 

Sâbiğât, geniş ve mükemmel. Bir zırh veya elbise, bütün be­deni örtüp biraz da uzun olduğunda "Sebeğa’d-dır’u ve’s-sevbu" denir. Ebu Hayyân şöyle der: Sâbiğât, zırhlar demektir. Bu kelime aslında, "temâm" mânâsına gelen "Subu’" ile nitelemek demektir. Bu sıfat zırhta çok kullanıldığı için, zamanla, isim olarak zırh mânâsında kullanılmıştır. Nitekim, "çakıllık" mânâsına kul­lanılan "Ebtah" kelimesi de bunun gibi zamanla isim olarak kullanılmıştır. Şair şöyle der:

Onların üzerinde avcı aslanlar vardır.

Ki, elbiseleri okların delemeyeceği beyaz ve uzun zırhlardır.[13]

 

Sâbi'ın:

 

Sâbi'în[14] veyahut "sabie" hakkında çeşitli görüşler vardır. Öncelikle sözlük itibariyle "sabae fulânen" (filan adam dininden çıktı veya dine girdi) demektir. Bu anlamından dolayı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e "sâbi'î" derlerdi. Çün­kü kendi dinlerine muhalif bir dî­ni yayıyordu.

Ayrıca, yıldızların doğuş yer­lerinden uzaklaştıkları zaman "sabaeti'n-nücûm" denilir.

Sözlük anlamı itibariyle sabiîn, İslâm, Yahudi ve Hristiyan dinleri dışındaki dinlerin men­suplarına denir. Fakat örfte daha özel manalarda da kullanılmıştır.

1- Katâde'nin beyanına göre bunlar meleklere tapan kimseler­dir.

2-Yıldızlara tapan kimselerin adı olduğu tefsirlere geçmiştir. Râzî "akla yakın olan budur" der.

3- Bunların Hz. Nuh'a, bazı rivayetlerde Hz. İdrîs'e nisbet id­diaları da mevcuttur. [15]

 

Saddu:

 

Saddû[16], yüz çevirmek, i'raz eylemek anlamında "sudüd" den geçişsiz veya engelle­mek, çevirmek anlamında "sadde"den geçişli olabilir. Allah yo­lundan sadd, Muhammed (s.a.s.)'ın getirdiği doğru yoldan yüz çevirmedir.[17]

 

Sadi':

 

Sadi'[18], çatlak ve çatla­mak demektir. Yeryüzünün bitki için yarılmasına da denir. Bu ne­denle mecaz olarak bitkiler için de kullanılır.

"Arz-ı zât-ı sad' ", yeryüzün­deki herhangi bir nedenle oluş­muş hendeklerle, vadilerle, çat­laklarla ilişkili olarak da kullanıl­dığı gibi su kanalları, mezarlar, kabirler, yolcuların çiğneyip bı­raktıkları izlerle de anlam ilişkisi vardır. Ölüm ile öldükten sonra dirilip toplanma arasında bir ber­zah, bir geçiş yeri olması itibariy­le kabirlere de işaret vardır. [19]

 

Sâdıqîn:

 

Sâdıqîn, üç şekilde tefsir edilir:

1. Nebiler

"Sâdıqîne (nebilere) sadâkatlerinden soracağı (onların Allah'tan aldıkları risaleti kavimlerine ulaştırdıklarını /tebliğ ettiklerini soracağı) için." [20]

"Bugün, sâdıqînin (nebilerin) sadâkatlerinin fay­da vereceği gündür." [21]

2. Muhacirler

"(Allah'ın, Rasûlü'ne verdiği fey), o fakir muhacirler için ki: yurtlarından ve mallarından çıkarıldılar, Al­lah'tan bir fazl ve rıdvan ararlar, Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne yardım ederler. İşte onlar, sâdıqûndur." [22]

3. Mü'minler

"Çünkü Allah sâdıqîne (mü'minlere) sadâkatleri­nin karşılığını verecek..." [23]

 

Sadr:

 

Sadr[24], her şeyin ön ve baş tarafı olduğu gibi insanin gövdesinin belinden başına doğru ön ve içinden kalp ve ciğerleri kapsayan üst kısmına denir; yani sine, bağır, göğüs dediğimiz kı­sımdır. Arkadan sırta da zahir denilir. Kalbin aynı bölgede bulun­ması itibariyle kalbe de sadr deni­lir.

"Dıykı sadr"; nefes darlığı, kalp sıkıntısı, elem ve ızdırap, tahammülsüzlük, vüs'at-ı sadr, göğüs genişliği, inşirahı sadr ise; göğüs açılması manalarına gelir.

Bu itibarla şerh-i sadr, göğ­sünü bağrını açıp genişletmek demek olduğu halde, kalbe fe­rahlık vermek, nefsi herhangi bîr söz ve işe açıp neşe, huzur, mutluluk ile rahatlamak anla­mında kinayedir. Öyleki şerh-i sadr denildiğinde kalbin sevinç ve huzur bulması anlaşılmakta­dır. [25]

 

Saff:

 

Saff, iki şekilde tefsir edilir:

1. Topluca/hep birlikte

"Saffen (topluca/hep birlikte) Rabbine arzedilecekler." [26]

"Öyleyse siz de bütün keydinize ittifak edin, sonra da saffen { topluca/hep birlikte} gelin!"[27]

2. Bizatihi saff

"Doğrusu Allah, Kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi (binanın kerpiçlerinin birbirlerine kaynaştığı gibi kaynaşmışcasına) saff bağlayarak (ki, savaş esnasındaki müminlerin saffları kasdedilmektedir) çarpışanları sever." [28]

"Rabbin geldiği ve melek saffen saffen dizildiği (melekler saflar halinde; Kıyamet Günü'nde her ehl-i semanın ayrı bir saff olarak dizildikleri) vakit..." [29]

 

Saffât:

 

Sâffât, saf yapanlar, demektir. Saf, müteaddid şeyleri, düz bir hat üzerinde nizamî bir şekilde sıra ile dizmek mânâsına masdardir. Ebu's-Suûd'a göre, hem dizilip saf olanlar, hem de saf dizenler manasına gelir. Dizilen sıraya isim olarak "suffe" denilir. Namaz safı, savaş safı ve nizamı gibi.

 

Safh:

 

Safh, yüzçevirmek demektir. Bir kimse bir şeyden yüzçevirip onu bıraktığında, der.

 

Sâfinât:

 

Sâfinât, üç ayağı üzerine tam, dördüncü ayağının da tırnağı üzerine duran atlar demektir. "Sâfin" kelimesinin çoğuludur. Ferrâ şöyle der: Arap dilinde Safin, ayakta duran at ve diğer hayvanlardır. Şair şöyle der:

Atları onun üzerinde, dizginleri vurulmuş olarak ayakta durur halde bıraktık.[30]

 

Sağat: 

 

Sağat: Haktan meyletti, uzaklaşıp kaydı. "Esğa’l-inâe: Kabı eğdi," demek­tir.

Sağat kelimesinin aslı, "sağavet"tir. Bir yöne meyil et­mek demektir. Söz dinlemek, ku­lak vermek   mânâlarına gelir. "Sağv" masdarından geçmiş za­mandan tekil ve müennestir. Muzarisi "tesğâ" gelir: "Li tesğâ ileyhi". Söz dinlemek, dikkat edip kulak vermek, kulak kabartmak demek olan "ısğa" bundan türe­miştir. Buhari’de, "sagavtu", "es-ğaytü" meylettim anlamında; Müslim'de ise, kalpleriniz mey­letti şeklindedir.

 

Sâha:

 

Sâha, şehrin kenar mahallesi demektir.

 

Sâheme:

 

Kur'a çekti. Yani, kur'a attı. Müberred şöyle der: Bunun aslı, arada dolaştırılan "Sehmun: ok"lardan gelmektedir.

 

Sâhha:

 

Sâhha, şiddetinden dolayı kulakları sağır eden ses demektir.

 

Sahire:

 

Sâhira, yeryüzü demektir. Araplar, yeryüzüne ve çöle sâhira derler. Çünkü onun üzerinde uyuma ve uykusuz kalma olur.

Sâhire, uyanık göz ve gözlere serap görünen düz, açık yeryüzü, sahra, meydan demek­tir. Nâziat Sûresi'ndeki kullanı­mında bu anlamlardan kinaye olarak, gözleri açılarak, apaçık mahşer arzında, meydanında bu­lunacakları anlatılmak istenmiş­tir.

 

Sâhûn:

 

Sâhûn, "gafil" mânâsına gelen "Sâhiye" kelimesinin çoğuludur. Bir kimse gaflet neticesinde bir şeyi bıraktığında "Sehâ an kezâ" denir. Geniş za­manı "Yeshu" mastarı "Sehv"dir.

 

Sa'ıd:

 

Sa'îd, yeryüzü demek­tir. Taşı ve toprağı da içine alır. Bundan dolayı eline hiç toprak bulaşmasa bile teyemmüm caiz olur.

 

Sâihat:

 

Sâihâ[31], dünya hayatını bir yolculuk bilip, dünyada bir yolcu gibi bulunduğuna inanarak, oruç tutmayı ve perhiz yapmayı ahlâk edinip daima ilerisini, akibet ve sonucu, Allah'ın sevap ve cezasını düşünerek yaşamaktır.

"Seyahat"tan türemiş olan "sâihât" kelimesinin, seyahat eden kadınlar, itaati gerektiren her işe koşan ve oruç tutmak anlamı­na olduğu da ifade edilir.

 

Sâ'ika:

 

Saika, azabın şiddetli sesi veya yakıcı ateş demektir.

Sâ'ika, gayet şiddetli, kuvvetli, hızlı bir çarpıştır kî, bir ateş parçası ile çarpıldığını imha eder. Bu anlamda ölüm ve şiddet­li azap manalarına da gelir. Dili­mizde buna "yıldırım" denilir ki, yıldırma ve yıldırmama manaları ile ilişkilidir. [32]

es-Sâ'iqa, dört şekilde tefsir edilir:

1. Kişinin tekrar dünyaya dönmesinin sözkonusu olmadığı (asıl) ecelden önce ceza olarak gelen, sonrasında tekrar dünyaya dönülen ölüm  

"Bunun üzerine sizi (İsrâîloğulları'ndan bir gru­bu) sâ'iqa (ölüm) yakaladı." [33]

Musa'dan (a.s), Allah'ı kendilerine açıkça göster­mesini istemeleri sebebiyle İsrâîloğulları'na ceza olarak gelen ölüm kasdedilmektedir.

İşte Yüce Allah'ın, "sonra şükredesiniz diye ölümü­nüzün ardından sizi ba’settik"[34] buyruğu bunu anlatmaktadır, ki Allah onları (öldükleri) o gün tekrar diriltti.

"Mûsâ da sâ'iq oldu (baygın düştü, ölü olarak yere yığıldı)." [35]

Sonra Allah o'nu hayata geri döndürdü; ki Allah'ın, "fe-lemmâ efâqa (vaktâ ki ayıldı)" [36] buyru­ğu ile kasdedilen budur.

2. Kişinin tekrar dünyaya dön­mesi sözkonusu olmaksızın azabla gelen ölüm

"De ki: "Ben Âd ve Semûd'a gelen sâ'iqa gibi bir sâ'iqa (Ad ve Semûd kavminin üzerine inen ve ölümü de ihtiva eden bir azâb/ile sizi uyarıyorum." [37]        

"Onları o saika (azabla birlikte gelen ölüm/ölüm ihti­va eden bir azab) yakaladı."[38]

3. Azâb sözkonusu olmaksızın ecelle öl­mek

"Semavât ve arzdakiler sâ'iq olmuştur (ölmüş­tür)." [39]

4. Buluttan düşen/kopan ateş (yıldırım)

"O savâ'ıkı (semadan düşen/kopan o ateşi/yıldı­rımı) gönderir de onu dilediğine isabet ettirir." [40]

 

Sâil:

 

Sâil[41] kelimesinin söz­lük anlamı, isteyen, dilenen arzu eden demektir. Ancak kelimenin Kur'ân'da özellikle de Duhâ Sûresi'ndeki kullanımı ile ilgili fark­lı görüşler vardır. Bazı müfessirler, dünyaya dair bir şey isteyen kişidir, yani dilencidir demişler; bazı müfessirler de "sâil" den murad ilim, bilgi talep etmedir de­mişlerdir. Kısacası, "sâil" mal ve bilgiyi içine alacak şekilde mutlak isteme ve dilemedir. [42]

 

Sakk:

 

Sâkk[43], topuktan baldı­ra doğru bacağın incik yerine de­nir. Bundan ağacın sakı gibi her­hangi bir şeyin aslına da sak deni­lir.

Keşşaf sahibi; "keşif an sâkk" ve "ibda'ani'l-hidam" (baldırlar­dan açmak) tabirleri için, "emrin şiddetinden ve musibetin suubetinden (zorluğundan) meseldir. Bunun aslı, suçluların azabın deh­şet ve şiddetinden ve başlarına gelecek hezimetten kaçarken paçalarını sıvamaları ve o sırada baldırların açmaları anlamındadır." demiştir.

Fahreddîn Râzî de; "sâkk", şiddet, bir şeyin aslı, arşın sakı, cehennemin sakı gibi manalarına geldiğini söylemiştir.

Hatim bir şiirinde;

"Harb'in kardeşi harb ile dostluk kurmuş, kaynaşmış.

Harb, yiğit birisi. Eğer harb onu ısırırsa o da onu ısırır.

Eğer harb paçalarını sıvarsa o da paçalarını sıvar (sakaha)" demiştir. İbni Rukayyat da:

"O dehşet ihtiyara oğullarını unutturur.

Gözden sakınılan kızlara baldır­larını açtırır" demiştir. O halde "yevme yükşefu an sakin" ifadesinin anlamı, emr-i hak şiddetlenip büyümeğe başladığı gün demektir. Kıyamet gününden kinayedir.

 

Sâkıb:

 

Sâkıb, yakan, şiddetle delen veya deli­ci demektir. Semâyı delivermiş parlak görünen yıldıza denir. Bu anlamdan kaynaklanarak şihablara da sakıb denilir. Bir de kuş yu­karı yükseldi demek olan "sâkıbu't-tâir" tabirinde olduğu gibi "irtifa" yükseklik manasına gelir. Bazıları bu anlamdan olarak "necm-i sâkıb" ifadesini yüksek yıldız diye tefsir etmişlerdir.

 

Sakıt:

 

Sakıt, kırağı anlamına gelen "sakît"tan alınmış, "kırağı düştü", "kırağılandı" demektir. Bundan dolayı "karlandık, üzeri­mize kar yağdı" denildiği gibi, "sakıt fî eydiyehum" ifadesi de "ellerine kırağı düştü" demektir.

Kırağı hem soğuklukla ilgili hem de küçük bir ısıyla eriyen bir şey olması hasebiyle, eline kırağı düşen kimse, hem müteessir ol­muş olur, hem de eline hiçbir şey geçmemesi nedeniyle çabaları bo­şa çıkar. Bu tabir, pişmanlığı ifade eder.

 

Sakîm:

 

Sakîm, hasta manasınadır.

 

Salâh:

 

Salâh, yedi şekilde tefsir edilir:

1. İmân

"...adn cennetleri. Onlara dahil olacaklar; ataların­dan, eşlerinden ve zürriyetlerinden salahlı olanlar da (îmân edenler de)." [44]

"Kölelerinizden-câriyelerinizden sâlihleri (mü­minleri) de evlendirin!" [45]

"Beni sâlihlere (mü'min atalarıma) ilhak et!" [46]

"(Süleyman dedi ki): "Rahmetinle beni sâlih (mü'min) kullarının içine dahil et!" [47]

2. Konumun iyiliği, üstünlüğü

"Bunun ardından sâlih bir kavm olursunuz (ba­banızın nezdindeki konumunuz iyi/üstün olur)." [48]

"Ve muhakkak ki o (İbrahim), âhirette de sâlihlerdendir (Allah indindeki konumu itibariyle iyilerden/ üstünlerdendir)." [49]

"Biz o'na dünyada bir güzellik verdik ve muhakkak ki o, âhirette de sâlihlerdendir."[50]

3. Rıfk/yumuşaklık

"İnşâallah beni salihlerden (rıfk ile muamele edenlerden, yumuşak ve iyi davranan­lardan) bulacaksın." [51]

"(Mûsâ, Harun'a dedi ki): "Kavmim içinde bana halef ol ve ıslah et (onlara rıfk ile muamele et (yumu­şak ve iyi davran)!" [52]

4. Halqediliş/yaratılış itibariyle düzgünlük (eksiksizlik, kusursuzluk)

"Eğer bize bir sâlih bahşedersen (Adem ile Havva) [53] şöyle dediler: "Eğer bize hilkati iyaratılışı düz­gün (eli-ayağı yerinde/sağlam ve sağlıklı) bir çocuk verirsen!..." [54]

5. İhsan (iyilik/güzellik, iyi/güzel iş yap­mak, güzel davranmak)

"(Şu'ayb dedi ki:) "Ben başka değil, gücümün yettiğin­ce ıslah (ihsan, iyilik ve güzellik) irade ediyo­rum." [55]

6. İtaat

"Biz sadece muslihleriz/ıslah edicileriz (yeryüzün­de Allah'a muti' olanlarız /itaatkârlarız!." [56]

"Islahının (orada itaat edilmesinin) ar­dından…" [57]

"İmân eden ve sâlih ameller işleyenlere (emir ve nehiylerine riâyetle Allah'a itaat edenlere) gelince..."[58]

7. Emanet

"O ikisinin babası sâlih bir kimse idi (emaneti eda etme hususunda)." [59]

 

Salat:

 

Salât[60] kelimesinin Arapça'da iki mehazı (kaynağı) vardır. Salât kelimesinin anlamlarından birisi genel anlamda dua manası­na gelmesidir. Peygamber'e salât-u selam getirildiğinde özellikle bu anlamı kastedilmiş olur. Salât kelimesinin diğer bir anlamı ise, "salv" kökünün sahip olduğu ha­reket ve tahrik manasıdır. Salât, "Salv" maddesinden gelen "salla" fiilinin masdarıdır. "Tahriki salveyn" (iki uyluğu hareket ettir­mek) demek olur. Araplar bu an­lamda "salla" dedikleri zaman "hareke salveyhi" demiş olurlar. Yani "iki uyluğunu salladı" manasını anlarlar.

Aynı şekilde "darabe el-fersu saleveyhi bi zenbihi"; "at veya kısrak kuyruğu ile iki uyluğuna vurdu", denilir. "Salveyn" uyluk­ların başındaki iki tümsek kemik­tir." Salla"nın bu tahrik manası "kefere'1-yahudiyye" tabirine ben­zemektedir. Yahudiler birbirine selam ve saygı sırasında başlarını eğerek, kıçını oynatıp, kasığına doğru azıcık bükerlermiş. Bu tarz sallamaya Arapça'da "kafireteyni" yani, tahrik manasına "tekfir" denirmiş.

Bu nedenle "keffera’l-yahudiyyu"; Yahudi kâfirlerini/uyluklarını oynatıp bükerek referans yaptı, demek olur. "Kâfire" kıçta­ki kaba ve tıknaz iki etin ismidir. "Kâfireteyn" tesniye (ikili)dir. Bu surette "keffera", tahriki (iki kaba eti sallama) manasına, "salla" da, rüku ve sücudda yapıldığı gibi, bizim "belini eğmek" dediğimiz, "tahriki salveyn" (iki uyluğu sal­lama) anlamında kullanılırmış.

Demek ki, Araplar hem Yahu­dilerin yaptığı referanslı, baş kıç selamlarını tanırlarmış, hem de yerlere eğilerek kandilli temenna usullerini.

İşte, lügat açısından, (biri kalb ve lisan işi olan dua, diğeri de bir vücud hareketi olan fiili) iki anlama gelen "salat"  kelimesi, şer'an Peygamberimizden görülegeldiği gibi, kalbî, lisanî, bedenî ve özel esaslardan oluşmuş, gayet intizamlı kâmil bir ibadetin ismi olmuştur. Öyle ki; necasetten ta­haret, hadasetten taharet, setr-i avret, vakit, niyet, kıbleye yönel­me adıyla altısı dışında başlayan şart; iftitah tekbiri (başlama tekbi­ri), kıyam, kıraat, rüku, sücud, şehadet getirerek kade-i son oturuş adıyla içinde yapılan altı da rü­kün olmak üzere on iki farzı vardır. Ayrıca, Fatiha zammı sûre, tadil-i erkân, ilk oturuş ve diğerleri gibi birtakım vacipleri vardır. Ay­rıca, sünnetleri, müstehapları, edepleri, mekruhları, müfsidatı ve sünnet-i müekkede ve gayr-i müekkede olmak üzere çeşitleri vardır.

Kur'ân'da "salât"tan murad olan farz olanlarıdır. Salât kelime­sinin "lâm"ı ince de okunur, kalın da. Kalın okunduğunda "vav" ile yazılır. Verş kıraatında da kalın okunur. [61]

Özel bir ibadet şekli olan bu kavramın aslı duadır. Ancak bu kelimenin hangi asıldan türediği konusunda tam bir görüş birliği sağlanamamıştır. Onun bu şekilde isimlendi­rilmesi, bir şeyin ihtiva ettiği şeyle anılışı cinsindendir.[62] Kur'ân'da en çok zikredilen terimlerden olan bu kelime hakkında bilginler çeşitli yorumlar yapmışlardır:

1- Râğibu'l-İsfahânî'nin naklettiğine göre bazı bilgin­ler; "salât" kelimesinin; "ateşe attı, kızarttı" anlamındaki "sallâ" fıil kökünden türediğini belirtmişler ve "salât" kavramına şöyle bir yorum getirmişlerdir: "ateşe ısındı"; "koyunu kızarttım"; "musalla", "kızartılan yer" anlamına gelmektedir. İşte buradan hareketle onlar, "salât"ın bu kelimeden türediğini ve nasıl hasta olmak anlamındaki "fiili", tef’il babına aktarıldığında, hastalığı gidermek" anlamına geliyorsa; "şaliye" fiili de, "salla" olunca, Allah'ın emrettiği bir ibadet türüyle ateşi gidermek manasına gelir[63] demişlerdir. Ancak bazı alimler, "salât" kavramının (Saly) fiil kökünden değil, (Salv) kökünden türediğini ileri sürerek böyle bir yaklaşımın yanlış olduğunu[64] ileri sürmüşlerdir. Kanaatimizce konuyla alakalı Kur'ân ayetleri[65] incelendiğinde ikinci görü­şün daha isabetli olduğu ortaya çıkmaktadır.

2- Kurtubî ise "salv" ile "salât" arasında şöyle bir ilgi kurmaya çalışır: "Salv", belin ortasında bir damar olup, kuyruk sokumundan ayrılır ve beli korur. Bundan dolayı "musalli" kelimesi at yarışlarında da kullanılmıştır. Zira yarış atları bir sırada durduğu zaman, bir atın başı diğer bir atın kuyruk hizasına gelir. Yarış atları hadisesinde olduğu gibi, "salât" ya imandan sonra ikinci planda geldiğinden bu manada kullanıl­mıştır veya rükûya giden kişinin uyluk başlarındaki iki tümsek kemiği açmasından dolayı bu manada kullanılmıştır. Böyle­likle "musalli", önündekinin hemen arkasında durduğundan, yani saflarda namaz kılanlar birbirlerinin arkalarında durduklarından bu ismi almışlardır.[66]

3- Kurtubî'nin zikrettiği diğer bir görüşe göre ise "salât", "bağlı kalmak, bitişik olmak" anlamından alınmıştır. Mesela, birisi yaptıklarından dolayı, Cehenneme gitmesi gerektiğinde ona, "ateşe yapıştı" denilir. Bu anlama göre mana; Allah'ın çizmiş olduğu sınırlar doğrultusunda, ibadete sarılma, yapışma demektir.[67]

Yine Kurtubî'nin zikrettiği başka bir görüşe göre de "salât", bir şeyi ateşe tutarak yumuşatma ve şekil verme anla­mından alınmıştır. Nitekim Araplar, eğik olan değeneği ateşe tutup doğrulttukları zaman "değeneği ateşe tutup düzelttim" derler. Buna göre "musalli", "kendi nefsini zorluklara atarak, ibadetle onu düzelten" demektir.[68] Kur'ân'ın Ankebût: 29/45 nolu âyeti bu noktaya ışık tutacak mahiyettedir. Nitekim, "Şüphesiz namaz, hayasızlıktan kötü­lükten alıkoyar." buyrulur.

Buraya kadar söylediklerimiz, "salât" kelimesinin, İslâmî döneme ait yorumlarıydı. Şimdi câhiliye döneminde kullanılan manalarını sunmaya çalışalım. O dönemde "salât", dua ve istek manasında kullanılmıştır. Nitekim bu bağlamda el-A'şâ şöyle der:

"Şarapçı, onu küpü içinde rüzgâra karşı koydu, sonra küpüne iyilikler diledi ve tanrıdan yardım istedi."[69]

Görül­düğü gibi burada "salât" dua manasında kullanılmıştır.

Câhiliye şairlerinden Antara şöyle der:

"O, yer yüzünde önder olduğu halde, yer yüzünün bütün kralları dünyanın her tarafından yüzlerini ona çevirirler."[70]

Izutsu, bu beyitte geçen "salât" kelimesini yorum­larken şunları söyler: Câhiliye döneminde bilinen bu maddi anlamdaki "salât", İslâm'ın getirdiği "salât”dan başkadır. Fakat şekil ve yapı aynıdır. Aradaki tek fark şudur: Orada kıble, Mukaddes Mekke yerine, İran imparatoru'dur ve Allah'a tapma yerine, krala tapma vardı.[71]

Netice olarak diyebiliriz ki, "salât" kelimesi câhiliye döneminde "dua" manasında kullanılmıştır. İslâmî dönemde ise bu anlamın yanında günde beş vakit olarak kılınan ve belirli harketleri ihtiva eden bir ibadet türü olmuştur. Câhiliye döneminde ise bunun bilinmediğini söyleyebilriz.[72]

 

Salb: 

 

Salb, asmak demektir. "Salb"ın asıl manası kollarından bir yere germektir. Nitekim "salib" bundan alınmıştır.[73]

 

Sâlihât Ve Salih Amel:

 

Sâlihât[74], "sâliha"nın ço­ğuludur. Salih, iyi, yakışıklı, aklen ve naklen müstakim/doğru, sağ­lam hayırlı manasına sıfattır. An­cak, nakil "ta"sı ile "hasene" gibi, ameli salih manasına isim olmuş­tur. Öyleki kalbî, bedenî ve malî olmak üzere üç çeşit sâlihât veya salih amel vardır.

Kur'ân'a göre salih amel, imandan bir cüz olmasa bile, amelsiz bir kurtuluşun ve müjde­lemenin olmayacağı da anlaşılı­yor. Üstelik bu, kadın erkek ayırı­mı yapmadan tüm inananlar için geçerlidir. [75]

 

Salsal:

 

Salsal[76], tıngır tıngır ses veren, vurulduğu zaman tın­gırdatıp ses çıkaran kuru pişme­miş çiğ çamura denir. Tuğla kire­mit gibi pişmiş olursa "fehhâr" denilir.

Nitekim Rahman Sûresi'nde "min salsâlin ke'1-fehhâr" denile­rek insanın böyle bir özelliğe sa­hip çamurdan yaratıldığı ifade edilmiştir. [77]

 

Samed:

 

Samed, ihtiyaçların giderilmesi için kendisine baş vurulan efendi demektir. Şâir şöyle der:

Dikkat edin! Ölüm habercisi, sabahleyin erkenden Esedoğullarımn iki de­ğerli kişisi olan Amr b. Mes'ûd ile Seyyid Samed'in ölüm haberini getirdi.[78]

Samed, Allah'ın isim­lerinden birisidir. Sözlük anlamı olarak iki kullanımı vardır.

Birincisi "hamd" vezninde, kasd manasına "samd" masdarının, masmudi ileyh, yani, kasd, doğrudan roğruya kendisine olan demektir. "Samede samdehu" tabiri, dosdoğru, düpedüz, hiçbir sapma olmadan ona yöneldi, teveccüh etti demektir. Bir kavmin en büyük efendisine "samedü'l-kavm" denilir. Mutlaka kadri, ko­numu, değeri yüksek, en şerefli manasına gelir.

İkincisi, hiç cevfi, boşluğu ol­mayan, eksiksiz gediksiz, nüfuz edilmez şeye denir. "Musmet" gi­bidir. Bu durum Türkçe'de "som" diye ifade edilir. Som, yekpare, kavi, bütün, içi dolu, kaplama ol­mayan, katışıksız diye tarif olun­muştur. Som altın, som gümüş deyimi gibi. Bu anlamda, "samed" tıkamak manasına olan "samd" masdarı ile de ilişkilidir. Şişenin tıkacına, tıpasına "sımad" denilmesi bundandır.

Harp ve kıtal ortamında asla susamayan, acıkmayan kimseye de denilir. Mutlaka yemeyen iç­meyen anlamındadır. Buradan la­zım/geçişsiz olarak daim ve baki anlamına da gelir.

Müfessirlerin çoğunluğu İhlas Sûresi'ndeki "samed" deyimi­ni birinci anlamda alarak, sıfat-ı subûtiyye olduğunu, bir kısmı da ikinci anlamda alarak sıfat-ı selbiyye olduğunu söylemişlerdir. Ancak her iki anlamı da esas ka­bul etmek gerektiğini, hem subû­tiyye hem selbiyye manalarını içi­ne alacak şekilde tefsir edilmesi gerektiğini ifade edenler de var­dır. Bize göre de layıkı, en uygun anlamı budur.

Bu nedenle "Allahü's-samed" ayeti, "O, hep bir, her şey kendisinin ve her dileğin maka­mı, mercii, hiç eksiksiz maksudi her şeyi kuşatan şanlı ve uludur. Hakikatte en mükemmel ve sa­med olan odur" şeklinde ifade edilebilir.[79]

 

Sâmidûn:

 

Sâmidûn; eğlenenler, oynayanlar demektir. Sumûd, eğlence manasınadır.

 

Saniye 'ıtfîhi:[80]

 

Zikirden yüz çevirerek... [81]

Senyül atfı: Kibir ve böbürlenmekten ibarettir. Yüzün ki­birli bir tavır takınması (tas'iyrü'l-hadd) ve boynun eğilip bükülmesi (leyyü'l-ciyd) gibi. Zikirden yüz çevirmek anla­mına geldiği de söylenmiştir. Hasan'dan "kalbini/ilgisini/sevgisini engellemek" anlamında olduğu rivayet edilmiştir. [82]

(Saniye 'ıtfîhi): Boynunu/unuk imandan çevirir, demek­tir. Bu, kinaye tarzındadır. Anlamı: (o), Allah hakkında bil­meden, büyüklenerek mücadele eder. "Saniye ıtfi": "ondan yüz çevirerek" anlamına gelir, diyenler de olmuştur. [83]

(Saniye 'ıtfîhi): İnkar ve yüz çevirmekten ibarettir. [84]

(Saniye 'ıtfihi): Boynunu/unuk çevirir, geri çeker. Te­kebbür anlamındadır. Şimah[85] bir şiirinde şöyle demektedir:

Bana bildirildi ki Rabi deve güdüyor.

Develerin en kötüsünü bana hediye ederken (nefretle) bö­bürleniyor (saniye'l-ciydi).[86]

(Saniye 'ıtfihi): Yanını/canibehu büyüklenerek büktü, engelledi; yani yüz çevirdi. Bu, "Levvev ruusehum"[87] gibidir. [88]

"Saniye 'ıtfi­hi": Bu terkib, kibirlenme ve böbürlenmeden kinayedir. [89]

Naklettiğimiz görüşlerden de anlaşılacağı üzere bu ter­kib; a- yüz çevirmek; b- böbürlenmek, büyüklük taslamak anlamındadır ve terkibi oluşturan kelimeler mecazi anlam­lar ihtiva etmektedir. Ancak Kur'an çevirilerinin tümünde de bu gerçeğin dikkate alındığını söylemek imkansızdır.

Elmalı: ...yanını bükerek (böbürlenerek...)

Çantay: ... (kibir ve azametle) yanını eğip bükerek ...

D.İ.B.: ...büyüklük taslayarak ...

Bilmen.. Boynunu böbürlenip bükerek ...

Yavuz: .....(azamet ve kibirle) boynunu bükerek...

Davudoğlu: ... (kibrinden) yanını büker, çevirir.

Ateş: ... boynunu döndürerek (kabara kabara tartışmasını sürdürür) ...

Bulaç: ..."gururla salınıp kasılarak" ...

T.D.V.....yanını eğip bükerek (kibir ve azamet içinde) ...

Y. Öztürk:  ... yanım eğip bükerek ...

Atay: ... büyüklük taslayarak yanını eğip büker.

A. Öztürk: Omuz bükerek...

Koçyiğit: ... büyüklük taslayarak ...

Hizmetli: ... büyüklük taslayarak ...

Varol: ... (kibirle) kasılarak ...

Piriş.....gururla salınıp, kasılır.

Kanaatimizce söz konusu deyimin en doğru tercümesi­ni yapanlar, bunu, Türkçe'de mevcut deyimlerle ifade edenlerdir. Buna binaen; D.İ.B., Koçyiğit, Bulaç, Varol, Hiz­metli ve Piriş'in tercümeleri gayet yerinde tercümelerdir.

Elmalı, Çantay, Yavuz, Davudoğlu, Ateş ve T.D.V.'nin tercümeleri ise parantez içi ifadelerle anlaşılır hale gelmiş­tir ki bu da metnin anlaşılması açısından olumlu bir yakla­şımdır. Ancak Elmalı'nın tercümesinde yer alan parantez içi ifadenin kendisine ait olmadığını bilmekte yarar vardır.

Bilmen'in tercümesi ise kelimelerin sıralanışı (cümle kuruluşu) itibariyle karışıklık arzetmektedir. Bu durumda parantez kullanılsaydı daha açıklayıcı olurdu.

Atay'ın tercümesinde ise, anladığımız kadarıyla, "Saniye 'ıtfihi" terkibinin tercümesinde tekrara düşülmüş. Çünkü "yanını eğip bükmek" zaten "büyüklük taslamak" demek­tir. Dolayısıyla; "Büyüklük taslayarak yanını eğip büker." şeklindeki bir tercüme kanaatimizce hatalıdır. Bu durum­da, birinin diğerinin tercümesi (açıklayıcısı) olduğunu his­settirecek bir alamete (belirleyici ipucuna) ihtiyaç vardır.

Y. Öztürk'ün "yanını eğip bükerek" şeklindeki tercümesi hiçbir açıklayıcı bilgi ihtiva etmediği için anlaşılmaktan uzaktır. Çünkü "yanını eğip bükme"nin Türkçe'de ifade et­tiği belirli bir anlam yoktur.

A. Öztürk'ün "omuz bükerek" şeklindeki çevirisi de yi­ne deyimin anlamını vermekten uzaktır. Zira Türkçe'de, "omuz bükmek" şeklindeki bir ifade, "gurur, kibir, büyük­lük taslamak" anlamında kulanılmamaktadır. Mütercim, bunun yerine; "omuz silkmek" gibi bir deyimi tercih etsey­di mezkur terkibin anlamına belki bir şekilde yaklaşmış olurdu.

Bu tür deyimsel ifadelerin tercümesinde lafza bağlı ka­lındığında bazı problemlerle karşılaşılmaktadır. Mesela "Saniye "itfihi" deyiminin lafzi çevirilerine tekrar göz attığı­mızda kiminin bunu "yanını bükmek" kiminin de "boynunu bükmek" şeklinde tercüme ettiğini görürüz. Oysa burada önemli olan yanın veya boynun bükülmesi değil, takınılan tavırdır. Bu tavrı en güzel şekilde ifade etmek için, tercüme edilen dilde söz konusu tavır için kullanılan deyimler ter­cih edilmelidir.

Sonuç olarak, deyimin aşağıdaki tercümelerinin daha müstefid olduğunu düşündüğümüzü belirtmek istiyorum.

- Büyüklük taslayarak

- Böbürlenerek

- Gururla salınıp kasılarak

- Yüz çevirerek vb.

Örnek

Allah yolundan saptırmak için büyüklük taslar.[90]

 

Sa'r:

 

Sa'r[91], deveye özgü has­talıklardan biridir. Deve hastalığın etkisi ile boynunu kaldıramaz. "Tas'ıyr" boynu dertli deve gibi başını yana bükmek demek olur. Ancak bu kelime kibirli kimselerle kinaye olarak da kullanılır. [92]

 

Sarh:

 

Sarh; köşk, yüksek ve büyük bina manasınadır,

 

Sarîh:

 

Sarîh, yardımcı

 

Sarm-Sârimin:

 

Sarm, bağı kesmek, üzüm veya meyve devşirmek/toplamak manasına geldiği gibi bir şeyi kökünden tamamen kesip ayırmak manasına da gelir. "Sarim" ise, tamamen kesilmiş veya kesik demektir. Meyvesi ke­sik bağ ve bahçeye, ürünü biçil­miş/toplanmış tarlaya, hiçbir şey bitirmeyen kumluk bir araziye, geceden bir kıt'aya da denir.

Sârimin, kesenler demektir. "Sarame’ş-şey’: Bir şeyi kesti." "Sarame’n-nahle: Hurma ağacının meyvesini devşirdi" demektir.

 

Sarra:

 

Sarra, feryat ve çığlık manasınadır.

 

Sarsar:

 

Sarsar, çok soğuk, gürültülü ve uğultulu fırtına demektir. Bu kelime, ka­pının gıcırdaması mânâsına gelen "Sariru’l-bâb" dan alınmıştır.

 

Sarrafnâ:

 

Gönderdik, yönelttik.

 

Savm:

 

Kur’ân'da türevleriyle birlikte 14 âyette geçmektedir. En çok geçen şekli "siyam" olup 8 âyette kullanılmaktadır. "Savm" ve "sıyâm" filolojik anlamlarıyla "yeme, konuşma ve yürüme gibi fıilerden el çekmek, yani bırakmak demektir."[93]

Yürümeyen ata, durgun su ve rüzgara da saim denir.[94] Kur'ân'da, insanlarla konuşmamaya da "savm"[95] denmiştir.

Güneşin, gündüzün ortasında gelmiş olduğu tepe noktasına, (Mesâme’ş-şems); yine aynı manada yıldız için de, (Mesâme’n-Nucum) denilir. Yine bu manadan olmak üzere, rüzgar durduğu zaman, (Sâmeti’r-rih); at otlamayıp ayakta durduğu zaman, (Sâme’l-feres); denilir.[96]

Câhiliye döneminde, "savm" kelimesi, "yemeden kesilme" anlamında kullanılmış olduğunu en-Nâbiğâtu'z-Zubyânî'nin şu beytinden anlıyoruz.

"Tozun dumanın altında bir yanda duran ve yayılma­yan, bir yanda da yayılan, otlayan atlar; bir de, ağızlarındaki gemlerini çiğneyenler..."[97]

Görüldüğü gibi burada "savm" hareket etmemek manasında kullanılmıştır.

İslâm ıstılahında ise "savm", "Allah rızası için yemek­ten içmekten ve kadınlarla temastan, imsak vaktinden güneş batıncaya kadar (günboyu) uzak durmaktır."[98]

"Savm"ın İslâmdan önceki ve sonraki dönemlerde kullanılışında, lügat manası açısından fazla bir fark görülmemektedir. Fakat bu kelimeye, İslâmla hususi bir mana kazandırılmış ve "Allah rızası için yapılan bir ibadeti ifade eder hale gelmiştir. Cahiliyede böyle bir ibadet anlamı taşıdığı görülmemektedir. Kur'ân'la bu manayı kazanmıştır diyebiliriz.[99]

 

Savâik:

 

Savâik, saika kelimesinin çoğuludur.  Saika ise, değdiği herşeyi yakan ateştir, Şiddetli ses manasına gelen sa'k kelimesin­den türemiştir.

 

Savâmi: 

 

Savâmi'[100], Hristiyanların manastırları veya sabiîlerin zaviyeleridir. "Savmaa", tepesi sivri olan yüksek bina demektir. İslâm'dan önce rahiplerin manas­tırlarına ve sabii sofularının zavi­yelerine denirdi. Daha sonra da Müslümanların ezan okudukları yüksekçe yerler ve özellikle de minareler için de kullanılmaya başlandı. [101]

 

Savvarakum:

 

Size şekil verdi. Tasvir, plan çizmek ve şekil vermek demek­tir. Varlığı diğerlerinden ayıran heyet ve sureti bu plan sayesinde gerçekle­şir.

 

Sa’y:

 

es-Sa'y, üç manada tefsir edilir:

1. Yürümek

"Sonra da onları çağır, sa'y ederek (ayakları üze­rinde yürüyerek) sana gelsinler." [102]

"Ne zaman ki beraberinde sa'y etme (yürüme) çağına erdi..." [103]

"Cuma günü namaz için nida edildiğinde Allah'ın zik­rine sa'y edin (farz olan namaza yürüyerek gi­din)!" [104]

2. Amel, çalışma, iş  

"Kim de âhireti irade eder ve onun sa'yı ile onun için sa'y eder (ona layık amel) ile onun için amel işler ise, mü'min odur. İşte bunların sa'yları meşkur olur (Allah onların amellerini teşek­kürle karşılayarak amellerinin karşılıklarını (mükâfaatlarını verir)." [105]

"İşte bu sizin için bir karşılıktır. Sa'yınız (yani, ameli­niz) meşkur oldu." [106]

"Şüphesiz sizin sa'yınız (ameliniz) dağınıktır." [107]

"Ayetlerimiz hakkında muaccizlik için sa'y edenler (Kur'ân'dan ve ona îmândan insanları alıkoy­maya çalışanlar)..." [108]

"Ayetlerimiz hakkında muaccizlik için sa'y edenlere elem verici bir azab vardır."[109]

3. Yes'â lafzı, (hayr veya şer'de) süratle gitmek/koş­mak anlamında kullanılmıştır; şu âyetlerde böyledir:

Ama sana sa'y edip (yani, koşup) gelen... [110] Şehrin en uzak tarafından bir adam sa'y ederek (ya­ni, koşarak) gelip "Ey Mûsâ! Mele seni öldürmek için hakkında emri müzakere ediyorlar" dedi, [111] Şehrin en uzak tarafından bir adam sa'y ederek (yani, koşarak) gelip "Ey kavmim! Gönderilenlere tâbi olun!" dedi. [112]

 

Sayâsî/Siyâsî: 

 

Sayasî[113], "sîsa"nın ço­ğuludur. "Sîsa" dağın ucuna, her şeyin aslına ve çulha tarağına de­nir. Muhkem, sağlam, yüksek ka­le, sur ve kule anlamında da kullanılır. Ahzab Sûresi'ndeki kulla­nımı bu anlamdadır. [114]

 

Sayd:

 

Sayd[115], av demektir. Ge­nel bir isimdir. Eti yeneni de yenmeyeni de içine alır. Ancak örfte daha çok eti yenen av hayvanları için kullanılır. [116]

 

Sayha:

 

Sayha, iki şekilde tefsir edilir:

1. Cebrail'in dünyadaki azâb sayhası/çığlığı

"O zulmedenleri (Salih kavmini) ise bir sayha (Cebrail'in sayhası/çığlığı) yakaladı." [117]

"O zulmedenleri (Şu'ayb kavmini) ise bir sayha (Cebrail'in sayhası/çığlığı) yakaladı." [118]

"İşrak vaktine girerken sayha (Cebrail'in sayha­sı/çığlığı) onları (Lut’un kavmini) yakaladı." [119]

"Sayha onları hak ile aldı. Biz de onları süprüntü yaptık. Zulmeden topluluklara uzak kalmak var­dır." [120]

2. İsrafil'in ilk nefhası

"Başka değil, tek bir sayha (İsrafil'in Kıyamet Günü'ndeki ilk nefhasından) olmuş; derhal hepsi hu­zurumuza ihzar edilmişlerdir." [121]

"Hakk(a çağıran) sayhayı (İsrafil'in ikinci nefhasını), işitecekleri gün..." [122]

 

Sayyib:

 

Sayyib, bol yağmura derler. "savb" kelimesinden türetilmiştir. Savb ise, şiddetli olarak inmek demektir. Şair şöyle der:

"Sicim gibi yağmur indiren bulutlar seni suladı"

 

Sebbehe:

 

Tesbîh etti. “Tesbih” Yüce Allah'ı, layık olmadığı noksan sıfat­lardan uzak tutup yüceltmektir.

Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tuttu, onu yüceltti ve takdis etti.

 

Sebe':

 

Sebe', Yemen'de oturan bir Arap kabilesi olup, ataları Sebe' b. Yeşcüb   b. Kahtan'ın adıyla anılırlar.

 

Sebeb-Esbâb

 

Sebeb-Esbâb, dört şekilde tefsir edilir:

1. Kapılar

"O halde esbâb (semaların sebepleri: semaların kapıları) içinde üstüne çıksınlar." [123]

"Belki o esbaba (kapılara), semaların esbabına (kapılarına) ulaşırım." [124]

2. Menziller

"Aralarındaki bütün esbâb da (Allah'a isyan amacıyla, içinde içtima ettikleri menziller de) kop­muş olacaktır." [125]

"Derken bir sebebe[126] (arzın menzillerine ve yollarına) tâbi oldu." [127]

3. İlm

"Ve ona (Zulkarneyn'e) her şeyin sebebini (bilgisini/ilmini) vermiştik. Derken bir sebebe (arzın menzillerinin ve yollarının bilgisine/ilmine) tâ­bi oldu." [128]

4. Habl/ip

"Semaya bir sebeb (ip) uzatsın, sonra kessin de baksın: keydi gayzını giderecek mi?" [129]

 

Sebh:

 

Sebh, önemli işlerinde tasarruf etmek ve onun için dolaşmak manasınadır. Sebh, aslında, su üstünde yüzmek demektir. Burada, hayatın çeşitli işleri için dolaşmak ve onlarla tasarruf etmek için müsteâr olarak kullanılmıştır.

 

Seb'in Şidâd:

 

Seb'in şidâd, yedi sağlam bina demektir. Mülk Sûresi'nde açıklandığı gibi yedi sema anlamındadır. Bunların "şidâd" tabir edilmesi, insan yapısı olan binalarda olduğu gibi, bunlarda zaman içinde yıpranma, çürüme, harab olma ve bozulmanın söz konusu olmayacağını anlatmak ve kuvvetini ve muhkemliğini vurgulamak içindir.

 

Sebîl:

 

Sebîl, onüç şekilde tefsir edilir:

1. Sebîlullâh, Allah'ın taatında/Allah'a itaat uğ­runda

"Mallarını sebîlullâh (Allah'a itaat uğrunda) infak edenlerin meseli..." [130]

"Fî-sebîlullâh (Allah'a itaat uğrunda) infak edin!" [131]

"İmân edenler fî-sebîlullâh (yani, Allah'a itaat uğrun­da) savaşırlar... [132]

2. Sebîl, ulaşabilmek/güç ve imkân bulabilmek an­lamında kullanılmıştır; şu âyette olduğu gibi:

"Sebiline (yoluna) gücü olanların (ulaşabilecekle­rin: azık ve binek elde etmek suretiyle oraya ulaşabi­lecek ve haccedebilecek olanların) O Ev'i haccetme­si, Allah'ın insanlar (mü’minler) üzerindeki bir hakkıdır." [133]

3. Çıkış  

"Bak, sana nasıl meseller darbedip dalâlete düştüler. Artık onlar bir sebîl (çıkış) bulmaya güç yetiremezler." [134]

"Bak, sana nasıl meseller darbedip dalâlete düştüler. Artık onlar bir sebîl (çıkış yolu} bulmaya güç yetiremezler."[135]

Ölüm onları alıncaya veya Allah onlara bir sebîl (ya­ni, hapisten çıkış) kılıncaya kadar... [136]

4. Gidişat /âdet

"Babalarınızın nikâhı geçmiş bulunan kadınları ni­kahlamayın; -ancak geçmiş olan müstesna- şüphe yok ki o çok çirkin, pek iğrenç ve kötü bir sebîl (gidişat/âdet) idi." [137]

"Zinaya yaklaşmayın. O gerçekten bir hayasızlıktır, kötü bir sebildir (gidişattır)." [138]

5. Bahane  

"Serkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt ve­rin... Eğer size itaat ederlerse, artık aleyhlerine bir sebîl (bahane) aramayın!" [139]

6. Dîn

"Mü'minlerin sebilinden (dininden) başkasına tâbi olursa..." [140]

"Böylece arada bir sebîl (dîn) tutmaya yeltenen­ler..." [141]

"Rabbinin sebiline (dînine) hikmetle davet et!" [142]

7. Hudâ/hidâyet

"Allah her kimi (hidâyetten) dalâlete düşürürse, artık sen ona bir sebîl (hudâya/hidâyete iletecek bir yol) bulamazsın." [143]

"Her kimi de Allah (hidâyetten) dalâlete düşürürse, artık onun için bir sebîl (hudâya/hidâyete ilete­cek bir yol) yoktur." [144]

8. Hüccet/delil

"Allah mü'minlerin aleyhine kâfirlere bir sebîl (hüccet/delil) vermeyecektir." [145]

9. Tarîk/yol

"Hiçbir çareye gücü yetmeyen, sebîl bulamayan (hicret etmek için Medine'ye giden yolu bilmeyen) erkeklerden, kadın ve çocuklardan mustaz'af olanlar müstesna." [146]

"Ola ki Rabbim beni sevâ'e's-sebîl'e (Medyen'e götüren düz yola) iletir." [147]

10. Hidâyet yolu

"İşte bunlar, mekanları daha şerli ve sevâ'i's-sebîl'den (yolun hidâyete ileteninden) daha çok sapmış kimselerdir."[148]

"Sevâ'i's-sebîl'den (yolun hidâyete ileteninden) sapmış..." [149]

11. Düşmanlık

"Kim de zulme uğradıktan sonra intikamını alırsa, artık onlar aleyhine sebîl (düşmanlık) yoktur.... sebîl (düşmanlık) sadece insanlara zulmedenler aleyhinedir." [150]

12.  Sebîl, O'na/Allah'a itaat anlamında kullanıl­mıştır; şu âyetlerde olduğu gibi:

Ancak Rabbine bir sebîl edinen (yani, Rabbine itaat 240 yolunu seçen) kimseler (olmanızı) diliyorum. [151]

Doğrusu bu bir hatırlatmadır. Artık dileyen Rabbine bir sebîl edinir (yani, O'na itaat yolunu seçer). [152]

İnsan sûresinde [153] de bu manada kullanılmıştır.

13. Sebil, millet (dîn ve şeriat) anlamında kullanıl­mıştır; şu âyette olduğu gibi:

De ki:

"Bu benim sebîlimdir" (yani, milletimdir (dîn ve şeriatimdir)). [154]

 

Sebîlullah:

 

Sebîlullah[155], Allah yolu yani Allah'ın dini demektir. Fakat dinin zamanı ve din ehlinin zorla­malardan korunması demek olan cihad, fî sebîlillah harekâtın en mühimi olduğundan, "fî sebîlillah" tabiri şer'an daha ziyade cihad anlamında kullanılmıştır. [156]

 

Sebt:

 

Sebt, lügatte, kesmek demektir. Gece iş yapmayı ve hareketi kestiği için ona "sübât" denilmiştir.

 

Seb'u:

 

Seb'u, "nab" denilen sivri dişlere sahip olan, arslan, kaplan, kurt, köpek gibi adeti ge­reği saldıran, kapıp kaçan, yırtan, öldüren herhangi yırtıcı hayvan demektir ki, buna "pençe" denilir. Perçesi bulunan yırtıcı kuşlar da aynı bağlamda değerlendirilir.

Dilimizdeki "canavar" (canver) ismi;

a) Canlı,

b) Domuz ve kurt (kara cana­var, boz canavar gibi),

c) Cana saldıran her yırtıcı hayvan demektir.

Seb'u da bu anlamdadır.

 

Secâ:

 

Zifiri karanlık oldu. "Secâ’lleyl" Gece iyice karardı demektir.

Secâ, "uluvv" veznin­de "sucüvv" dendir. "Sucüvv" mutlaka sükun, yani bir şey kara­rını bulup dinmek, sakın olma manasınadır. "Bahr-i sari" dalgasız durgun deniz, rüzgârsız gece demektir. "Seciyye" bile sükun manasından çıkarak insan nefsin­de sakin ve sabit huy meleke de­mektir. "Tesciye" de örtmek ma­nasına gelir. Bu anlamda gecenin sükûnu demek olan "sücüvvu za­manı", iyice durgunluğu ile tam kararması, örtüp kaplaması veya nihayete varıp geçme zamanı di­ye ifade edilmiştir.

 

Secc/Sücûc:

 

Secc ve sücûc, lazım ve müteaddi olarak, suyun veya başka bir sıvı maddenin yoğun bir şekilde dökülüp şarlıyarak ak­ması veya akıtılması demektir.

 

Seccâc:

 

Seccâc, şiddetli dökülen demektir. Bir şey çokça aktığında "secce" denir. Hadiste şöyle buyrulmuştur:

"Haccın en üstünü lebbeyk diyerek sesi yükseltmek ve kurban keserek kan akıtmaktır"[157]

 

Secde: 

 

Secde aslında, kendisine secde edilen kimse için eğilmek ve yüceliğini belirtmek demektir. Şer'î mânâsı, alnı yere koymaktır.

Secde, sözlükte, son derece tevazu ile alçalıp baş eğ­mektir ki, kibrin tam zıddıdır. Şer'an, alnını yere koymaktır. Saygı ve boyun eğmenin en yük­sek şeklidir ve ondan da özeldir. Zira sözlük anlamı, ayaklar altına yatıp yuvarlanmak dahi olabilir. Şer'î manasında ise, ibadet kastını ilave etmeye lüzum yoktur.

Çünkü secdenin ibadet olma­sı için niyet şart ise de secde olma­sı için şart değildir. Bununla bera­ber gerek dil ile ilgili kullanımın­da gerekse şeriate ait kullanımın­da her secdede bir alçalma, saygı ve itaat vardır. Bunun için Allah'tan başkasına secde etmek di­nî bakımdan küfürdür. Secde fiili bir saygı ve itaat etme olduğu ci­hetle yalnız samimi, içten gelerek yapılan itaat hakkında mecaz olur. [158]

 

Sedd:

 

Sedd, iki şey arasındaki ayırı­cı, engel ve maniaya dendiği gibi, dağa da denir. "Seddetmek" ise bir şeyin açığını, gediğini sağlamca kapamaktır. Kehf: 18/94 ayetindeki "sedd", iki dağ olarak da tefsir edilmiştir. Bunu, iki deniz, iki dünya kıtası olarak yorumlayanlar da bulunmakta­dır. [159]

 

Sefer:

 

Sefer[160], keşif ve açmak anlamına gelmektedir. Bunun için "isfar", yüzünü açmak, parçala­mak manasınadır. Uzak bîr yere gitmek de yolcunun her türlü hal ve davranışını, ahlâkî durumunu ortaya çıkardığı için yolculuğa "sefer" denmiştir.

Bu da bir gün, iki gün gibi az bir zamanda ortaya çıkmaz. Gele­nek açısından da yakın mesafede­ki yolculuklara sefer denmez. Üç günlük yolculuk şer'î olarak sefer kabul edilmiştir. Hızlı araçlarla gidilen yolculukla, at ve deve ile gidilen yolculuklarda sefere tabi olan yol farklıdır. Hızlı araçlarla gidilen yolun on sekiz saatini, va­pur ve trenin ortalama yürüyüşü ile hesap etmek gerekir. Bunların, nassın manası değişmeksizin, za­manların değişmesi ile değişen hükümlerden olduğu inkar edile­mez. [161]

 

Sefere:

 

Sefere, kulların amellerini yazan değerli melekler. Sefere, "kâtib", "ketebe" gibi "safîr"in çoğuludur. "Safîr", "ketb" vezninde ve aynı ma­nada yazı yazmak demek olan "sefr"den "kâtib", kitap yazıcı, hattat demektir.

Nitekim, bu maddeden, "sîn"in kesri ile "sifr" kitab demektir. Bu maddenin aslı örtülü şeyi açmak, keşfetmek manasına geldiği için, yazı yazmanın da bir nevi meramı açığa vurmak, keşf ve açıklamak demek olduğundan dolayı, yazmağa "sefr", yazana "safir", yazılana da "sifr" denil­miştir.

Aynı anlamdan hareketle, "sefr" süpürmek manasına da kullanılır. "Safir" süpürüp temiz­leyen anlamına gelir. Bîr yerden bir yere gitmek manasına gelen "sefer"den "safir", misafir veya seferber manasına gelirse de bu­nun çoğuluna "sefere" denilmeyip, "esrar" veya "süffâr" denilir. "Safir"in bir de sefîr/elçi/temsilci anlamında kullanımı vardır. Bu­nun masdarında, seferden ziyade "sifâret" ve "sefaret" kullanımı daha yaygındır.

Şu halde, sahifelere nazaran sefere; yazan ketebe, getiren süfera, süpürüp temizleyen kitap muhafızları, kitapçılar anlamına da gelebilir. Çoğu müfessir, kete­be ve süfera kelimelerini melek olarak da tefsir etmişlerdir. [162]

 

Sefîh-Sufehâ:

 

Sefîh[163] kelimesi lügat­te, görüş ve gidişatta hafiflik ve yufkalık demektir. Bu akıl nok­sanlığından kaynaklanır. Yani ucu budalalığa varan, hafiflik, fikirsiz­lik, temkinsizliktir. Karşıtı ağır­başlılık ve tam akıllılıktır. Şer'î olarak da, akıl ve dine aykırı hare­kettir. Karşıtı, rüşd ve sedadır. Di­limizde sehafat bu anlamda kullanılmaktadır.

Sefih, aklı veya dini eksik olan, akıl dışı, din dışı davranış­larda bulunan ahmak veya fasık demektir ki, birinde Allah'a isyan manası varken, diğerinde yoktur.

Kısacası sefih ve sefahat, gö­rüş ve fikirde heva ve hevese tabi olmak, aklı ile değil zevk ile hare­ket etmektir. Bu da ya budalalık­tan ya da aklın hükümsüz kalma­sı itibariyle budala halinde ol­maktan kaynaklanır. [164]

 

Sefihe nefsehu:

 

Kendini düşürdü, nefsini alçalttı, Sefeh'in asıl mânâsı ha­fifliktir. Hafif yulara “Zumâmun sefihun” denir.

 

Sekar:

 

Sekar, "sakr"dan türemiştir. Sekar, "sakr", "sakare" ve (sad ile) "sakare" gibi güneşin yüzü yakıp kavurması, yani güneşin yüzü yakıp rengini değiştirmesi demektir. Yakıcı özelliğinden dolayı cehen­nemin ismi olarak kullanılmıştır. Kamer: 54/48'de bu anlamdadır. Özel ve dişil isim olduğu için gayri munsariftir. Ucme (yabancı) bir kelime ol­duğunu söyleyenler de olmuştur. Müddessir: 74/26-29'da "Sekar'ın ne ol­duğunu bilir misin? Ne bırakır, ne vaz geçer. İnsana susamış bir su­suzdur. Üzerinde on dokuz var­dır" diye tarif edilmiştir. [165]

 

Sekîne/Sekînet:

 

Sekine, sükûnet gibi "sükun" kökünden gelir. Vakar, sükun, imtinan, temkin, sebat, gü­ven, huzur, gönül rahatlığı demektir. Di­limizde buna sekînet (huzur) de­nir. Hafifliğin ve telaşın zıddıdır. Bir de tanınan, kendisi ile huzur ve rahatlık hissedilen herhangi bir işarete/alâmete de "sekîne" denir. Örneğin bir ordu için san­cak sekinedir. [166]

 

Selâm:

 

Selâm, beş şekilde tefsir edilir:

1. es-Selâm, Allah'ı vasfetmek için kullanılmıştır; şu âyetlerde olduğu gibi:

"(Allah) selâmdır, mü'mindir." [167]

"Selâm sebilleri (Allah'ın dîni İslâm)..." [168]

"Allah ise dâru's-selâm'a (cennetine) çağırır." [169]

"Dâru's-selâm (Allah'ın cenneti) onlar içindir." [170]

2. Hayr

"Artık onlardan geç ve "Selâm" de (hayırlı şeyler söyle)!" [171]

"Cahiller onlara hitap ettiğinde, "Selâm" derler (hayırlı sözlerle karşılık verirler)." [172]

"(Lağv işittiklerinde), "Selâm size" (derler, ha­yırlı sözlerle karşılık verirler), "bizim cahillerle işimiz yok." [173]

"("Putları kötülemekten ve tevhide imandan vazgeç­mezsen seni recmederim" diyen babasına İbrâhîm): "Selâm sana" dedi, (hayırlı sözlerle karşılık verdi)..." [174]

"Hani o'nun üzerine girip "Selâm" demişlerdi (hayırlı sözler söylemişlerdi)"[175]

3. Güzel sena/övgü

"Âlemler içinde Nuh'a selâm (güzel senalar/öv­güler, -ardından Nûh için güzel ve övücü sözler söyle­nir)." [176]

"Mûsâ ve Harun'a selâm (güzel senalar /övgüler, -arkalarından onlar için güzel senalar/övgüler söyle­nir)." [177]

"İbrahim'e selâm (güzel senalar/övgüler)." [178]

"Muhsinlere böyle karşılık veririz." [179]

"Gönderilenlere selâm (güzel senalar/övgüler)." [180]

4. Şerden selâmette/esenlikte olmak

"(Allah buyurdu ki): "Ey Nûh! Bizden bir selâm (suda boğulmaktan ve benzeri şerlerden bir selâmet/esenlik) ile in!" [181]

"Ey ateş! İbrahim'e serin ve selâm (ateşin sıca­ğından ve soğuğundan yana selâmet/esenlik) ol!" [182]

"Artık Ashâbu'l-Yemîn'den sana selâm (onların gü­nahlarını bağışlayıp iyiliklerini mükâfaatlandıracağı vakit Allah'ın selâmı onlara)." [183]

"Onlara selâm ile emin bir şekilde girin (Allah işlerinde onlar için selâmet/esenlik verecek)." [184]

"Ona selâm (selâmet/esenlik) ile girin. İşte bu hulûd günüdür." [185]

5. Müslümanların birbirleri­ne verdikleri selâm ile cennetliklerin selamlaşması

"Ne zaman (bu) evlere girerseniz, Allah tarafından mübarek ve güzel bir selâm olmak üzere birbirinize selâm verin." [186]

"Melekler her kapıdan onların üzerine girip, "Sabret­menize karşılık selâm size" (derler)." [187]

 

Selef:

 

Selef, önder demektir.

 

Selekehu:

 

Onu soktu.

 

Selh:

 

Selh[188] kelimesi, biri di­ğerinin lazımı olarak soymak, çıkarmak anlamında iki şekilde kullanılır. "Salehtu'1-hâbe ani'ş-şati"; koyundan derisini yüzdüm, soydum, giderdim demektir. Di­ğerinde ise, "salehtü'ş-şâte ani'l-hâbi" denilir. Koyunu deriden soydum, açtım, meydana çıkar­dım demektir. Türkçe'de de "el­mayı soydum" yahut "elmanın kabuğunu soydum" denilir. Türçe'de de soymak kelimesi ile ilgili olarak bu iki kullanım biçimi de kullanılmaktadır. [189]

 

Selsebil:

 

Selsebîl, son derecede akıcı tadı ve berraklığı dolayısıyla gırtlaktan kolayca akan lezzetli içki.

Selsebîl’in, ilk defa Kur'ân'da iştişilmiş bir kelime ol­duğu söylenmiştir. "Selsel", "selsal" gibi "selâset" ve "teselsül" mânâsı ile ilgilidir. Devamlılık ve kolaylık bildirir. İçimi kolay ve tatlı mevhumunu ifade ettiği de söylenmiştir.  

 

Semâ:

 

Semâ, lügatte kişinin üstünde olan ve onu gölgelendiren her şeye denir. Evin tavanına sema denilmesi de bundandır. Yağmur semadan indiği için yağmura da semâ denir. Şâir şöyle der:

Bir kavmin toprağına yağmur yağdığı zaman, onlar kızsalar da biz orada hayvanlarımızı otlatırdık.

 

Semî':

 

Semî', iki şekilde tefsir edilir:

1. Kalble imânı işitmek

"Sem'e güç yetiremiyorlardı (kalbleriyle îmânı işitmeye takatleri yoktu)." [190]

"Sem'e (kalbleriyle îmânı işitmeye) güçleri yok­tu." [191]

2. Kulaklarla işitmek

"Bu sebeble onu semi' (kulaklarıyla işiten), basîr yaptık." [192]

"Doğrusu biz îmâna nida eden bir münâdi (o Nebi'yi) semi’ettik (kulaklarımızla işittik)." [193]

 

Semk:

 

Semk, bir şeyin yük­sekliği tabir ettiğimiz boyu, aşağı­dan yukarıya olan uzunluğu ve yüksekliğidir. "Binâun memsukun: yüksek bina" mânâsına gelir.Yukarıdan aşağıya doğru mülahaza edilirse, ölçülürse, buna "umk" denilir. Enine bo­yuna olacak şekilde ölçülürse buna da "sihan" denilmiştir.

 

Semme:

 

Semme, Sâ'nın üstünü ile okunduğu takdirde yer zarfı olup "orada" manasını ifade eder.

 

Semûm-Samm:

 

Semûm, vücut deliklerine işleyen sıcak rüzgârdır. 

Semûm, ateş alevi gi­bi esen, ter deliklerine nüfuz eden sıcak rüzgâra denilir. "Sam yeli" tabir olunur. Harar da denilir. Bazı Arap dilbilimcileri "harurî" ifadesinin gündüz esen rüzgâr için dendiğini ifade etmiş­lerdir. Bir hadiste "semûm"un bir cehennem alevi, (lefh-i cehen­nem) olduğu ifade edilmiştir.

"Samm", "semm" maddesin­den fail, "semûm" da onun müba­lağası "feil" sîgasıdır. Semm, ze­hir demektir. "Semmü'l-hiyat" in­ce delik demektir. Nitekim beden­deki terin çıktığı ve havanın içine işlediği gizli deliklere "mesemme" çoğuluna da "mesamm" ve­ya "mesemmat" ve cem'ul-cemine/çoğulun çoğuluna da "mesâmmât" denilir.

Bu nedenle "samm" ve "se­mûm", cilt üzerindeki küçük de­liklerin içine işleyici yahut zehir­leyici manalarını da taşır. Rüzgâ­rın bu isim ile adlandırılması da bu anlamlardan birisini veya her ikisini göz önünde bulundurul­ması nedeniyledir.

Cirmin "nâr-ı semûm"dan ya­ratılmış olması, cin ve şeytanın in­sana en küçük noktalarından, en küçük zaaflarından, üstelik en teh­likeli biçimde gireceğine, etkisini gösteceğine işaret vardır.

 

Senesimuhu ale'l-hurtum:[194]

 

Onu ehl-i nar'ın işaretiyle işaretleyeceğiz, yani yüzünü karartacağız. Her ne kadar işaretlenmek sadece burna tahsis edilmişse de bu, yüzün tümü anlamındadır. Çünkü yü­zün bir bölümü diğerinin de yerine geçer... [195]

Yüz, bedenin en değerli kısmıdır. Burun ise (yüze) olan önceliğinden/yüksekliğinden dolayı yüzün en değerli kıs­mıdır. Bu münasebetle onu (burnu), izzet ve kibir mekanı kabul etmişler ve ondan "enfe" kelimesini türeterek "burnu dağlandı ve falanca gururlandı/falanca (nın) burnu havada­dır" demişler. (Keza) zelil (kişi) için "ced'e enfihi/burnu kopsa da, reğme enfihi/burnu sürtse de" demişlerdir. Hor­tumu damgalamak/nişanlamak ile de zelil ve hor kılmanın en ağırı ifade edilmiştir. Peki (hal böyleyken) bu damga yü­zün en değerli kısmında olursa nasıl olur?. [196]

... Yani onu yüz üstü bırakacağız. Kıyamet günü onun yüzünü karartacağız, onu burnu üzerinde sürteceğiz (gibi anlamlara geldiği de) söylenir. [197]

Allah Teala (onu zelil kılacağız) demiştir. Yani ona kur­tulamayacağı bir rezillik müptela olacaktır. (Arapların) "Cüdiet enfuhu/burnu kesildi, koptu" demesi gibi. Hor­tum, filin burnudur. (Velid'in) burnu "hortum" diye tesmiye edilmiştir ki bu takbih içindir. [198]

"Senesimuhu ale'l-hurtum" ayetinde parlak bir istiare var­dır. Yüce Allah "burun" için, müstear olarak "hortum" ke­limesini kullandı. Hortum aslında filde olur. İnsanın burnu için müstear olarak kullanılması, onu eşsiz bir sanat yapar. Çünkü maksat o insanı küçümsemek ve hafife almaktır. [199]

İncelediğimiz bütün tefsir ve lügat kitapları bu ayetin mecazi yönüne işaret etmekte ve kastedilen kişiyi rezil etmek, zelil kılmak, küçümsemek anlamlarına geldiğini be­lirtmektedir.

Bu deyimin Türkçe meallere, mecaz anlamını yansıtacak şekilde geçtiğini söylemek biraz zordur.

Elmalı: Yakında biz onu hortumunun üzerinden damga­layacağız

"Hortumu dağlamak, damgalamak" bizim lisanımızda 'burnu kırmak' şeklinde tabir ettiğimizi son derece zelil etmek­ten kinayedir. Burnun yerine hortum tabir edilmesi ise daha önceki ayette işaret ettiğimiz üzere kibir-gurur fiiline işarettir.

Çantay: Biz yakında onun hortumunun üstüne damga ba­sacağız.

Burnunu, kibrini kıracağız.[200] Nitekim "Bedir "de burnu kırılmıştır.[201]

D.İ.B., Atay: Onun havada olan burnunu yakında yere sür­teceğiz.

Bilmen: Biz yakında onun burnu üzerine damga basacağız.

Yavuz: Biz yakında onun burnunu dağlayacağız.

Davudoğlu: Yakında onun burnuna nişan vuracağız'.

Hakikaten Bedir Harbi’nde Velid'in burnu kesilmiş, ebe­di kusurlu kalmıştır.

Ateş: Biz onu, burnunun üzerine damga vurup işaretleye­ceğiz.

Bulaç: Yakında biz onun hortumu (burnu) üzerine damga vuracağız.

T.D.V: Biz yakında onun burnuna damga vuracağız. (Kib­rini kırıp rezil edeceğiz.)

Y. Öztürk: Yakında biz onun hortumu üzerine damga ba­sacağız burnunu sürteceğiz.

A. Öztürk: Biz onun burnu(nun) üzerine damga vuraca­ğız.

Koçyiğit: Yakında, onun burnu üzerine damgasını vuraca­ğız.

Hizmetli: Onun burnunu yere sürteceğiz.

Varol: Yakında onun burnu üzerine damga vuracağız.

Piriş: Yakında onun burnunu yere sürteceğiz.

Elmalı ve Çantay gibi zatlar, dipnotlarında ayetin meca­zi yönünü irdeleyerek okuyucularının dikkatine sunmuşlardır ki bu, ayetin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır. Gö­rüldüğü gibi ayetin tercümesi daha çok "burna damga bas­mak", "burnu damgalamak", "hortumu üzerine damga vur­mak", "burnunu dağlamak", "burna nişan vurmak" ve "burnu sürtmek" şeklinde ifade bulmuştur.

Biz bugünün diliyle, bunlar arasında en anlaşılır olanı­nın "burnunu sürtmek" şeklindeki tercüme olduğunu görüyoruz. Diğer tercümelerde ise ayetin anlaşılır bir Türkçe ile ifade edilmesinden ziyade, metne bağlı kalma kaygısı görülmektedir. Oysa mecazi ifadeler mot a mot tercüme edildikleri zaman edebi özelliklerini yitirirler. Bunun için yapılması gereken, Türkçe'deki en güzel ifadeleri malzeme edinmektir.

Netice itibariyle, biz bu ayetin şu şekillerdeki tercüme­lerinin daha doğru olacağına inanıyoruz:

- Onu kurtulamayacağı bir rezilliğe duçar kılacağız.

- Onu  kaçamayacağı bir rezillikle damgalayacağız. (Esed)

- Onu rezil/zelil kılacağız.

- Onun burnunu sürteceğiz.

- Onun burnunu sürteceğiz, rüsvay edeceğiz, vb.

Örnek:

Yakında onun burnunu sürteceğiz.[202]

 

Serâir:

 

Serâir[203], "serîre"nin ço­ğuludur. Kalplerde gizlenen aki­deler, niyetler, kinler, garazlar gibi batın işlere, gizli yapılan iyi ve kötü işlere, gizli emeller anlamına gelir. İyi kötü bütün gizli işleri ve düşünceleri kapsar. [204]

 

Serd:

 

Serd, örmek demektir. Burada zırhın halkalarını örmek mana­sınadır.

Kurtubî der ki: Serd, aslında sağlam yapmak manasınadır.

Şair Lebîd şöyle der:

Demirin (Zırhın) halkalarını kat kat yaptı ki, boyun eğmeksizin uzun ömür yaşasın.[205]

 

Serî':

 

Serî', iki şekilde tefsir edilir:

1. Serî'u'l-hisâb, hesabı serî (pek çabuk) hesâb vakti gelmiş

"Üzerine Allah'ın ismini zikredin ve Allah'a ittiqa edin. Şüphesiz ki Allah serfu'l-hisâb'tır (hesabı pek çabuk görendir)." [206]

Âyet, sanki hesâb gelmiş de onunla kendilerini korkutuyor gibidir.

"İşte onların kazandıklarından bir nasibleri vardır. Allah serîu'l-hisâb'tır (hesabı pek çabuk gören­dir)." [207]

"Sanki hesâb vakti gelmiş gibi (dikkat etsinler)" demektir.

"Onun yanında Allah'ı bulur. O da onun hesabını gö­rür. Allah serî'u'l-hisâb'tır (hesabı pek çabuk görendir)." [208]

"Sanki hesâb vakti gelmiş gibi (dikkat etsinler)" demektir.

2. Serî'u'l-hisâb, halkedilmişleri/yaratılmışları hesaba çekeceği vakit hesâblarını çabucak biti­ren

"O gün herkese kazandığının karşılığı verilir. O gün zulm yoktur. Şüphesiz Allah serî'u'l-hisâbtır (hesaba çekmeye başladığında hesâbları çabucak biti­recek olandır)." [209]

Mukâtil b. Süleyman dedi ki: İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Allah yaratılmışların hesâbını, dünya günlerinden yarım gün kadarlık bir sürede bitirecektir. Allah'ın, O gün cennet ashabı­nın kalacağı yer hayırlı ve dinleneceği yer çok gü­zeldir [210] sözü bunu anlatmaktadır."

"Cennet ashabı cennette, cehennem ashabı da sur­lar içerisinde amelde bulunurlar. Ve O, esra'u'l-hâsibîn'dir (hesâb görenlerin en süratlisidir)" [211] buyruğu da böyledir.  [212]

 

Serîr:

 

Serîr[213], üzerinde mutlu ve huzurlu olarak oturulan taht, sandalye, koltuk, yatılan karyola ve köşk gibi şeylere denilir. Ze­minden yüksekliği şerefi ve değe­ri itibariyledir. [214]

 

Sev':

 

Sev', keder, üzüntü ve elem manasınadır. Cevheri şöyle der: Bir kimse birini üzdüğünde "Sâehu" denir. Mastarı, "sev’en" ve "mesâeten" gelir. Bu, "Serrahu: onu sevindirdi" sözünün zıddıdır. "Su’un: üzme", bu mânâda bir isimdir. "Dâiratu’s-sev’: hezimet ve şer" manasınadır. "Sev’" ise, üzüntü mânâsına gelen "Mesâetun" kokündendir.[215]

 

Seva’

 

Seva’, altı manada tefsir edilir:

1. Âdil/adaletli.

"Bizimle sizin aranızda sevâ' (aramızda âdil/adaletli) olan bir kelimeye gelin!" [216]

"Sâilîn için sevâ' (yani, rızık taleb edenler için âdil/adaletli) olarak..." [217]

"Ve bizi sevâi's-sırât'a (âdil/adaletli yola) hidâ­yet et!" [218]

2. Vasat/orta.

"Onu cehennemin sevâ'sında (ortasın­da) gördü." [219]

3. Apaçık iş/durum.

"Sevâ' üzere (durumu açıkça /apaçık bir şekilde) kendilerine nebzet!" [220]

"De ki: "Ben size sevâ' olarak (durumu açık­ça/apaçık bir şekilde) bildirdim." [221]

4.  Şer'an eşitlik/eşit olmak.

"Onda (Mekke'de) hem mukîm, hem de misafir­leri sevâ' (şer'an eşit) kıldık..." [222]

"Arzu ettiler ki, kendilerinin küfrettiği gibi siz de küfredesiniz de sevâ' (siz ve kâfirler, küfürde şer'an eşit) olasınız." [223]

"Size rızık olarak verdiğimiz şeylerde, sağ ellerinizin mâlik olduklarından (kölelerinizden) ortakları­nız bulunur da onda sevâ' olmalarını (siz ve on­ların o rızıkta eşit olmalarını)... kabul eder misi­niz?!"[224]

"(Allah bazınızı bazınıza rızık hususunda tafdil etti; kendilerine) fazla (rızık) verilenler rızıklarını, sağ el­lerinin mâlik olduklarına (kölelere) veriyorlar da hepsi onda sevâ' (şer'an eşit) oluyorlar da değil." [225]

5. Kasd (doğru ve mutedil)

"(Mûsâ dedi ki): "Umarım Rabbim beni sevâe's-sebîl'e (doğru ve mutedil yola) hidâyet eder." [226]

"Sevâi's'sebîl'den (doğru ve mutedil yoldan) sap­mış..."[227]

"Bunun ardından sizden kim küfr ederse, artık sevâe's-sebîl'den sapmış olur."[228]

"İşte bunlar, mekanca daha şerli ve sevâi's-sebîl'den daha çok sapmış kimselerdir."[229]

6. Onu okuyup okumaman [230] (onlar için) eşittir, (birdir, farksızdır)

"Onları uyarıp uyarmaman, onlar için sevâ'dır (birdir/eşittir /'farksızdır)': İmân etmezler." [231]

"Onları (yani, Arab kâfirlerinden birtakım kimseleri) uyarıp uyarmaman onlar için sevâ'dır (birdir eşittir/ farksızdır): İmân etmezler (çünkü Allah on­ların kalblerini mühürlemiştir)." [232]

 

Sevâ':

 

Sevâ', üç şekilde tefsir edilir:

1. Hasta olmayan, sağlıklı/sapasağlam

"(Ey Zekeriyyâ!) Senin işaretin, sapasağlam (seviyyâ) (dilin tutulmaksızın ve hastalığın da bulun­maksızın sağlıklı) olduğun halde insanlarla üç gece konuşamamandır." [233]

2. Tam beşer suretinde hilkati mükemmel

"(Cebrail) ona temessül etti; tam bir beşer (seviyyâ) (yaratılışı tam ve eksiksiz bir beşer suretin­de)."[234]

"Sonra, o'nu (Adem'i) tesviye etti (hilkatini düzenleyip tamamladı)." [235]

"Seni tesviye etti (hilkatini düzenledi)"[236]

3. Mu'tedil, dengeli, dosdoğru

"Sevi yolun (mu'tedil dînin) ashabı kimdir bile­ceksiniz." [237]

"(İbrâhîm babasına dedi ki): "Bana tâbi ol ki, seni sevi bir yola (mu'tedil dîne: İslâm'a) ileteyim." [238]

"Yüzüstü sürünerek giden mi, yoksa sevi bir yolda (yani, mu'tedil/dosdoğru bir yolda) dümdüz giden mi hedefe daha çabuk ulaşır?" [239]

 

Sevâe's-Sebîl:

 

Sevâe's-Sebîl, "orta yol" demektir. Her şeyin ortasına "sevâ" denir. Sebîl de yol manasınadır.

 

Sevfe:

 

Sevfe[240], gelecekte ger­çekleşmeyi ifade eden bir tensif harfidir/edatıdır. Tensif, "geniş­letmek" demektir. Muzarî fiili, şimdiki zamandan gelecek zama­na çevirir. [241]

 

Sevm:

 

Sevm[242], mal peylemek, zulüm yüklemek, derde sokmak, salmak, bir siyma vermek yani dağlamak manalarına gelir ki, her biri ile tefsir edilmiştir. Her halde bir suikast manasını ifade eder. [243]

 

Sevt:

 

Sevt[244], karıştırmak ma­nasına masdardır. Deriden örül­müş, katları birbirine karışmış kamçıya denir. Sevt, Kur'ân'daki kullanımında azab ve acı ile ilişki­li olarak kullanılmıştır. Böylece birbiri içine girmiş, türlü türlü azabın darbeleri kamçıyla teşbih olunmuştur. [245]

 

Sevvâke:

 

Uzuvlarını sağlıklı ve düzgün yaptı.

 

Sevvele:

 

Süsledi, kolaylaştırdı.

 

Sevveytuhu:

 

Yaratılışını en mükemmel bir şekilde tamamladım.

 

Seyahat:

 

Seyahat[246], suyun tabiatı üzere akması, yeryüzünde kolayı­na geldiği şekilde, şehirlerden ve yerleşim merkezlerinden uzakla­ra varıncaya kadar, istediği yere gitmesi demektir. Bu suretle seyahatta serbest ve geniş bir seyir vardır. Bu nedenle seyahat önem­li bir hazırlığı da gerektirir. Bu ise zenginlik ve refaha bağlıdır. [247]

 

Seyyîat:

 

Seyyiât, beş şekilde tefsir edilir:

1. Şirk

"Seyyiât kazanmış (şirk amelleri işlemiş) olanla­ra gelince, bir seyyienin karşılığı onun misliyledir." [248]

"Seyyiât (şirk amelleri) yapıp yapıp da, nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında, "Ben şimdi gerçekten döndüm/tevbe ettim" diyene dönüş/tevbe yok." [249]

2. Azâb

"Sonunda kazandıklarının seyyiâtı (amellerinin azabı) onlara isabet etti. Onlar da âciz bırakacak değillerdir."[250]

"Amellerinin seyyiâtı (işledikleri şirk amelleri­nin azabı) onlara isabet edince, kendisiyle alay edip durdukları şey onları kuşattı." [251]

3. Darlık, sıkıntı

"Kendisine dokunan bir darrâ'nın (darlığın, sıkıntı­nın) ardından ona bir nimet (bolluk/rahatlık) tattırırsak, "Seyyiât (darlıklar, sıkıntılar) benden git­ti" der." [252]

"Onları hasenat ve seyyiât (darlık, sıkıntı) ile denedik." [253]

4. Şerr/kötülük

"Onun için Allah onu (Al-i Fir'avn'dan îmân eden kimseyi), onların mekrlerinin seyyiâtından, (Fir'avn ve yandaşlarının yapmak istediklerinin şer­rinden) korudu." [254]

5. Erkeğin erkekle dübürden ilişkiye girme hayasızlığı (homoseksüellik)

"Onlar daha önce de seyyiât (erkeklerle dübür­den ilişkiye girme hayasızlığını, homoseksüellik) yapıyorlardı." [255]

 

Sıhrıyye:

 

Sıhrıyye, alay ve eğlence manasınadır.

 

Sırât:

 

"es-Sırat" yol demektir. Bu kelimenin aslı sin ile okunmakta olup "yutmak" manasına gelen istirat masdarından gelmektedir. Böylece yol, yolcuyu yutan bir şeye benzetilmiştir. Şair de bu kelimeyi yol mânâsında kullanmıştır.

Onların yurtlarını o şekilde atlarla doldurduk ki, onları yoldan daha zelilbir halde bıraktık.

Sırât, iki şekilde tefsir edilir:

1. Tarîq (yol)

"Öyle tehdit ederek her sıratın (her tarîqin/yolun) başına oturup da..."[256]

"Onları cahîmin sıratına (tarîgına/yoluna) hidâ­yet edin!"[257]

2. Dîn

"Bizi dosdoğru sırata (dîne) hidâyet et!"[258]

"Şüphesiz ki bu Benim dosdoğru sırâtımdır (dinimdir)," [259]

"Bu, Rabbinin dosdoğru sıratıdır (dînidir)."[260]

 

Sırr:

 

Sırr, dört manada tefsir edilir:

1. Soğuk/şiddetli soğuk

"Bir rüzgar ki, onda bir sırr (soğuk, şiddetli bir soğuk) var; kendilerine zulmeden bir kavmin ekinine isabet etmiş..." [261]

"Onların üzerine sarsar (soğuğu şiddetli debur adlı) bir rüzgâr gönderdik." [262]

"Ad kavmine gelince, onlar da sarsar (soğuğu şiddetli} bir rüzgâr ile helak edildiler."[263]

"Üzerlerine müstemirr nusûhetli bir günde sarsar (so­ğuğu şiddetli} bir rüzgar gönderdik"[264]

2. Zenb/günah üzerinde ısrar, onu sürdürüp devam ettirmek  

"Onlar (ehl-i tevhîd) ki, bir fahişe işledikleri yahut nefislerine zul­mettikleri vakit... hem onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler (yap­tıkları ma'siyeti sürdürüp gitmezler!.)" [265]

"O azîm hıns (zenb/gü­nah, şirk) üzerinde ısrar (devam) ederlerdi." [266]

"(şirk üzere) Israr ettiler (devam ettiler) ve (büyüklendikçe) büyüklendiler."[267]

3. Sayha (bağırtı, çığlık)

"Bunun üzerine karısı, bir sarre içinde (bir say­ha ile/bir çığlık atarak) ilerledi de yüzüne çarpa­rak..." [268]

4. Koparma, parçalama, kesme

"Onları kendine sırr eyle (onları parçala)!"[269]

 

Sıbğatullah:

 

Sıbğa, bir şeyi herhangi bir renge boyamak mânâsına olan Sabğ kökünden, alınmıştır. Bakara: 2/138’de maksat dindir.

 

Siccil:

 

Siccîl, taşlaşmış çamur demektir.

Siccîl kelimesinin Arapça'da, katı sert anlamında ol­duğu, İbn-i Hişâm siyerinde nak­ledilir. Farsça olduğu ve "Senc'u, cil" veya "seng gil" gibi iki keli­menin birleşmesinden meydana geldiği de söylenmiştir. Seng; taş, gil; çamur demektir. Arap bunu bir kelime yaparak, katı sert ma­nasında kullanmıştır.

 

Siccîn: 

 

Siccîn[270] kelimesinin "secn" veya "secc" maddesinden türemiş olma ihtimali vardır. Zin­dan demek olan "sicn" maddesin­den zindana koymak demek olan "secn" mastarından olduğuna gö­re, "sikkîn" veya "siccîl" gibi fiil kalıbında zindanın mübalağa ismi veya "seccân" veyahut "mescûn" gibi bir sıfat da olabilir.

Kâmûs'ta sicîn'in hapis ma­nasından, devamlı, şiddetli, kötü­lerin kitabının bulunduğu yer, ce­hennemde bir dere anlamlarına geldiği; ayrıca, açık ve ortada, di­binin çevresine çukur kazılmış hurma ağacı anlamına da geldiği; aynı şekilde, "devamlı şey" anla­mına "şey'u siccîn", "şiddetli vu­ruş" manasına "darabu siccîn", "açık açık geldi" manasına "câe siccînen" denildiği de ifade edil­miştir.

Siccîn, sıvamak ve balçık gibi cıvık ve bulaşık olmak manasına "secc" maddesinden, "gıslîn" gibi "fi'lîn" vezninden de olabilir. An­cak sözlüklerde "secc" maddesin­den böyle bir kelime zikredilmemiştir.

Ebû Hayyân, Bahir'de, konu­yu şöyle özetlemiştir: "Siccîn, secn maddesinden, sikkîn gibi fiil kalıbında bir kelimedir yahut hapsedici bir mevkide demektir. Mübalağa manası ifade eden ka­lıpta gelmiştir. Bu durumda siccîn, korunmuş yerin sıfatıdır de­miştir. Mekan olması durumunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır."

Açık olan "siccîn"in kitap ol­masıdır. Bu nedenle "kitâbun merkum" ifadesi ondan bedel ya­pılmıştır. Zemahşerî de "siccîn"i kitap diye tefsir etmiştir.

İkrime ise, "siccîn", hasar, hüsran ve horlanmadan, aşağılan­madan ibarettir; nitekim, birisi gözden düştüğünde, makam ve mevki kaybettiğinde, "filan kimse düşüklüğe uğradı, erdi" demesi­ne benzer demiştir. [271]

 

Sihr:

 

Cevheri diyor ki: Kaynağı ince ve latif olan herşey sihirdir. Bu kelime aynı zamanda aldatmak mânâsına gelir. "Seharehu: Onu aldattı" demektir.[272] Hadiste de "Öyle açık ifadeler vardır ki büyüleyicidir"[273] şeklinde gelmiştir.

Sihr kelimesinin lugattaki as­lı, her ne olursa olsun sebebi gizli olan şeydir. Nitekim fecr vaktinin başlangıcına ufuk, aydınlığını meydana getiren çizginin inceli­ğinden bu vakte seher denilir.

Bu anlamda sebebi gizli olan her şeyi bilmek "küfür" olmaya­cağı açıktır. Fakat şer'î gelenekte sihir yalnızca bu değildir. Şer'î ge­lenekte sihir, sebebi gizli olmakla birlikte hakikata aykırı olarak ta­hayyül edilen, yıldızcılık, şarla­tanlık, hilekârlık gibi herhangi bir şey demektir. Sihir denildiği zaman bu anlaşılır. Çünkü burada esrarengiz bir şekilde, hakkı batıl batılı hak, hakikati hayal, hayali hakikat söz konusudur.

Nitekim "insanların gözlerini sihirledikleri"[274] ve "sihirle­ri sayesinde ipleri ve sopaları onun hayalini büyüledi. Çünkü onlar gerçekten yürüyor gibiydi." [275] buyurulmaktadır. Bunun­la birlikte "sihr" kelimesinin olumlu anlamda da kullanıldığı da söz konusudur. "İnne mine'l beyani le sihran" ifadesinde oldu­ğu gibi. Buna "helal sihir" de de­nilir.

Demek ki, esrarengizlik, se­bebi gizli olmak, incelik, dış görü­nüşüyle çekicilik ve kötü maksat sihrin mahiyetini oluşturur. Önce­likle sihir olağanüstü bir şey de­ğildir. Yani değişik yürürlükteki sebeplere aykırı olarak bizzat ilahî irade ile ortaya çıkan bir şey değildir. Kendi özel sebebi vardır. Şu kadar ki, o sebep herkes tara­fından bilinmediğinden olağa­nüstü bir şey gibi algılanmakta­dır. Bunun içindir ki, sebebi her­kes tarafından bilinmeyen bir ha­kikat dahi insanlığı (alemi) iğ­fal/aldatmak için kullanıldığında da sihir olur. Bu sebebin teorik bir izahının olması da önemli değil­dir. Az çok taklidi bir halde yapılması yeterlidir. Var oluş sebebi il­men izah edilemeyen, yürürlükte olan veya olmayan (düzenli veya düzensiz) birtakım garip olay­lar/buluşlarla aldatılmaya çalışıl­dığı zaman sihir yapılmış sayılır.

Bu nedenle, imansızlık, ah­lâksızlık sihrin köküdür. Sihirbaz­lar, ilimden, sanayiden, edebiyat­tan, felsefeden ve garip yaratılışlar­dan yararlanarak bunları suistimal edebilirler. Bu nedenle hakkı ört­mek/gizlemek için yazılmış nice felsefe, tarih ve edebiyat görünüşlü kitaplar vardır. Vaktiyle, filozofla­rın, "domuzların boynuna mücev­her takmayın" nasihati, bunlardan ilimleri korumak içindir.

Fahruddin-i Râzî sihiri sekiz kısma ayırır:

1- Sema ve arz/dünya kuv­vetlerinin birleşmesiyle yapılan "tılsım",

2- Evham sahiplerinin ve güçlü kişiliklere sahip kimselerin yaptıkları sihir,

3- Ervah ardiye (cin ve ruh)den yardım isteme yoluyla yapılan sihir,

4- El çabukluğu ile yapılan si­hir,

5- Sanayi aletlerinden/tekno­lojiden (hiyeli sanayi) yararlanıla­rak yapılan sihir,

6- Kimyasal maddelerin bazı özelliklerinden yararlanılarak yapılan sihir,

7- Kalpleri etkileyerek yapı­lan sihir,

8- Nemmamlık, gammazlık gibi el altından yürütülen fitne ve kandırmaca ile vasıtalı veya vası­tasız açık tahrikle yapılan sihirdir. [276]

 

Sikaye:

 

Sikâye[277], susak, maşra­pa, tas gibi içilecek su konulan kap anlamına gelir. Yusuf: 12/70 ayetindeki kullanımında sikaye kelimesi harf-i tarifli olduğundan, bu maşrapa­nın bilinen, belli bir maşrapa oldu­ğu anlaşılmaktadır. [278]

 

Silm:

 

Silm, barış, selamet, düşmanlığı bırakma ve huzura kavuşma demektir. Bu anlam, İslâm'ın, boyun eğme ma­nasıyla ilgilidir. İslâm, Allah'a bo­yun eğmek ve ihlas demek oldu­ğu gibi, bunlara dayanarak sela­mete girme manasını da ifade edi­yor.

 

Sîmâ:

 

Sîmâ, alâmet demektir.

 

Sîmâhum:

 

Sîmâhum, "alâmetleri" demektir.

 

Sinin:

 

Sinîn[279], sene, yıl manası­na geldiği gibi, şiddetli kuraklık, kıtlık yılı anlamına da gelir. A’raf: 7/130'da bu anlamdadır.

"Sinîn" de iki anlam vardır. En meşhuru cem-i müzekker sa­lim gibi "vav" ve "ya" ile i'rab okunarak "ref" durumunda "sinûne", nasb ve cer durumunda "sinîne" okunur. Tamlama halin­de "nun" düşer. Diğeri, "en-necm", "ed-debran" gibi galip isimlerden olup çekimli ve çekim­siz tekil i'rabı ile hareketlenerek "ya" muhafaza edilir. Tamlamada "nun" sabit kalır.

Nitekim şair;

"Necd'den beni çağırdı, çünkü onun yaşı (sinîneh) kuraklığı ve kıtlığı,

Biz ihtiyarlarla oynuyor, henüz delikanlı ile iken saçlarımızı ağartıp ihtiyarlatıyordu." demiştir. Buradaki "sinîneh" diğer lügatlere göre "nun"suz, "fein seniyeh" şeklinde okunmaktadır. Bir hadiste de "Yusuf'un kıt­lık seneleri gibi seneler" ifadesi de kullanılmıştır. [280]

 

Sirâc:

 

Sirâc[281], şavk, ışık, ısı veren şey, kandil, lamba demektir. Asl murad güneştir. Bazı kıraatlarda "sin"in ve "cim"in zammi ile çoğul olarak "surûc" okunur. [282]

 

Sirkat:

 

Sirkat[283], başkasının ma­lını gizlice almaktır. Bunun dili­mizdeki karşılığı hırsızlıktır. Hır­sızın göz dikip çalmak istediği mal genellikle rağbet edilen mal­lardan olur. Yoksa alınması adet halini almış, herkesin olağan karşılayacağı malların alınması hır­sızlık sayılmaz.

Hırsızlığın mahiyetinde mal sahibinin "hıfzı nazarını" (koru­ma ve gözetimini) çalmaya kal­kışmak manası vardır. Bu neden­le, hırsızlığa "had" cezası verile­bilmesi için çalınan malın, rağbet edilecek bir nisaba (değere) ulaş­ması ve muhafazalı bir yerden alınması gerekir.

Zahirîler, bu görüşe katılma­yarak, hırsızlığın her çeşidine "had cezası" uygulamak gerekir, demişlerdir. [284]

 

Sitte Eyyam:

 

Sitte eyyam[285], altı gün demektir. Bazı müfessirler bu altı günü, dünyanın günleri denilen, bilinen günler diye ifade etmişler­dir. Gerçi "yevm" denilince, gü­neşin batışı ile doğuşu arasındaki zaman dilimi anlaşılıyorsa da, henüz yerin ve güneşin bulunmadı­ğı yaratılış sırasında böyle bir gün olmayacağı açıktır.

Ancak Kur'ân'ın birçok ye­rinde "yevm" vakit anlamına gel­diğinden bu ifade içerisindeki "eyyam" kelimesini de "vakitler" olarak tefsir etmek gerekir. Bunun miktarı ise bilinen güne eşit, on­dan uzun veya kısa olabilir. Bir ayette, gün bizim saydığımız günle "bin sene" başka bir ayette "ellibin sene" olarak açıklanmış­tır. Bu günler de ahiret günleri di­ye bilinmektedir.

Bu nedenle "altı gün" demek, miktarı binlerce sene olabilen altı vakit demektir. Ancak ilgili ayet­lerde maksad, bunların miktarı değil, bu miktarın ezel ve ebede oranla yaratılışın altı gün gibi mahdud bir zaman diliminde olduğunu anlatmaktır. [286]

 

Siyâbeke Fetahhir:

 

"Siyâbeke fetahhir"[287] el­biseni temizle anlamındadır. "Siyâb", elbise, giysi demektir. Siyâb ve elbisenin temizliği bazen için­deki kişinin kendi temizliğinden, kişinin temizliği de esvabın te­mizliğinden kinaye olur. Nitekim "falanın eteği temizdir" derken, onun namusunun ve ahlâkının te­miz olduğu anlaşılır.

Gaylan İbni Seleme bir şiirin­de;

"Elhamdülillah ben ne facir elbi­sesi (esvâbü facir) giydim

ne de bir özre ile maskelenirim" derken kendisinin ne fücur, ne de bir leke ile kirlenmediğini ve kirlenmeyeceğini anlatmak istemiştir. Aynı şekilde şair Antere de bîr şiirinde;

"Uzun mızrakla siyahını parça­ladım,

kerim kişi, mızrağa namahrem değildir."

Derken siyabı nefisten kinaye ola­rak kullanmıştır. İmrü'l-Kays da; "Eğer benim huyum sana fena geldiyse benim siyahımı kendi siyahından sıyırıver, kurtulursun." diyerek, siyabı kalp anlamında kullanmıştır.

Şair Leyla ise, deveyi ve ona binenleri kastederek;

"Ona hafif hafif bir takım esvablar attılar, şimdi onun deve kuşundan başka bir benzerini göremeyiz." diyerek, deve üzerindeki insanla­rı önce esvaba daha sonra da ko­şan deve kuşunun üzerindeki tüylere benzetmiştir. Bu beyitler­de ifade edildiği gibi "siyab"ın nefisten ve kalpten kinaye olarak kullanıldığını ifade eden müfessirler, Müddessir Sûresi'nin dör­düncü ayetindeki bu ifadenin, "kendini ve kalbini günahtan, kö­tülükten uzak tut, kötü huy ve ah­lâktan sakın, güzel ahlâkla ahlâklan" demek olduğunu ifade et­mişlerdir. [288]

 

Sû':

 

Sû', onbir manada tefsir edilir:

1. Şiddet

"Sizi sû'e'l-azâba (azabın şiddetlisine) uğratıyor­lardı." [289]

"Sizi sû'e'l-azâba (azabın şiddetlisine) uğratıyor­lardı."[290]

"Sizi sû'e'l-azâba (azabın şiddetlisine) uğratıyor­lardı."[291]

"İşte sû'u'1-hisâb (hesabın şiddetlisi) onlar için­dir." [292]

2. (devenin) bacaklarının kesilmesi

"İşte bu, size bir işaret/alâmet olmak üzere Allah'ın dişi devesi; onu bırakın Allah'ın arzında otlasın, ona sû' ile dokunmayın (o devenin bacakları­nı keserek onu öldürmeyin)!" [293]

"Ona sû' ile dokunmayın; yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalar."[294]

"(Sâlih dedi ki): "Ey kavmim! İşte bu, size bir işâret/alâmet olmak üzere Allah'ın dişi devesi; onu bıra­kın Allah'ın arzında otlasın, ona sû' ile dokunmayın" (o devenin bacaklarını keserek onu öldür­meyin)!" [295]

3. Zina-tecavüz

"Biz o'nun bir sû'unu (zinasını/zina ettiğini) bil­miyoruz." [296]

"Ehline sû' (karına tecâvüz/karınla zina) irade eden kimsenin cezası..." [297]

"Senin baban sû' (zâni/zina eden) bir adam de­ğildi." [298]

4. Baras hastalığı

"Bir de, elini koynuna sok, herhangi bir sû' (has­talık/baras hastalığı) olmaksızın çıksın bembeyaz." [299]

"Bir de elini koynuna sok, herhangi bir sû' (yani, hastalık/baras hastalığı} olmaksızın çıksın bembeyaz; diğer bir mucize ol­mak üzere. "[300]

"Bir de elini koynuna sok, herhangi bir sû' olmaksızın çıksın bembeyaz; -ve korkmadan emre amade dur/bir korku du­rumunda kaçma, kendini toparla, cesaretli ol!- işte bu ikisi, Fir'avn'a ve onun melesine Rabbinden iki burhandır. Çün­kü onlar fâsık bir kavimdir." [301]

5. Azâb

"Doğrusu bugün hızy ve sû' (azâb) kâfirlerin üs­tünedir." [302]

"İttiqa edenleri ise Allah, umduklarına erdirmek sureti ile kurtaracak. Onlara hiçbir sû' (yani, azâb) dokunmayacak ve onlar mahzun da olmayacaklar." [303]

"Allah bir kavmin sû'unu (azabını/azaba uğra­masını) irade ettimi... " [304]

6. Şirk

"Biz bir sû' yapmamıştık (şirk koşmamıştık)." [305]

"Sonra, sû' yapanların (şirk koşanların) akıbeti sû' oldu. Çünkü tekzib ettiler." [306]

"Sonra, şüphesiz Rabbin cehaletle sû' yapan (şirk koşan)..." [307]

7. Sövmek, kötü söz söylemek

"Size ellerini ve dillerini sû' (sövmek, kötü söz söylemek) ile uzatırlar." [308]

"Allah sözün sû'unun (sövüp saymanın, sözün kötüsünün) açıkça söylenmesini sevmez." [309]

8. Bir şeyin en kötüsü

"Dâr'ın sû'u (yurdun en kötüsü) onlaradır." [310]

"O gün özür dilemeleri zâlimlere fayda vermez. Dâr'ın sû'u (yurdun en kötüsü) onlaradır." [311]

9. Mü'minin işlediği zenb/günah

"Allah'ın kabulünü va'd buyurduğu tevbe o kimseler için ki: cehaletle bir sû' (günah) yaparlar da..."[312]

Buna göre, mü'min, işlediği her zenb/günah ile ca­hillik etmektedir.

"Sizden (mü'minlerden) kim cehaletle bir sû' (zenb/günah) yapar da.." [313]

10. Zarar, darlık ve sıkıntı

"Bana hiçbir sû' (zarar, darlık ve sıkıntı) dokun­mazdı." [314]

"O sû'u (zarar, darlık ve sıkıntıyı) gideren..." [315]

11. Katli ve hezimet

"Size bir sû' (katl, hezimet ve bela) irade ederse..." [316]

 

Subât:

 

Subât[317], kat' etmek, kesmek anlamına gelir. Kesilmesi düşünülen şey, tıraş etmek, helak etmek, meşguliyeti kesip istirahat etmek, tatil yapmak anlamlarında da kullanılır.

Bir kesim, tatil, kesik bir uy­ku, azıcık kestirme, dinlenme, iş yapmamak itibari ile ölüm gibi sükûnet, dalgınlık ve belli bir has­talığın adıdır. Öyleki, insana müf­rit bir sükut getirir, uykudan gö­zünü açtırmaz, hatta öldürür.

Bu kelime tıp literatürüne de girmiş, sağ ve sol şiryan şubatı ifadesi meşhur olmuştur. Nitekim dinlenme gününe, "yevm-i sebt" denilmiştir. Hastaya "mesbut" denildiği gibi ölüye de hayatı so­na erdiği için "mesbut" denir. [318]

 

Sübhân:

 

Sübhân, “Nezehe” mânâsına olan “Sebehe” fiilinin mastarıdır. Mânâsı: Yüce Allah'ı, O'na lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek ve uzak tutmak demektir.

 

Suda:

 

Suda[319], mühmel, teklif­siz, başıboş, kendi keyfine bırakıl­mış ilişiksiz demektir. [320]

 

Sudur:

 

Sudur, "vurûd"un zıddıdır. Sudur, dönmek demek­tir. Vârid, gelen demek olduğu gi­bi sâdir de giden demektir. Isdar: hayvanları sulayıp götürmek anlamındadır.

 

Sufeha:

 

Süfehâ, câhil, zayıf görüşlü, menfaat ve zararını iyi bileme­yen mânâsına gelen sefih kelimesinin çoğuludur. Sefehin aslı, hafiflik ve inceliktir. Dokusu hafif ve ince olan elbiseye "Sevbun sefihun" denilmesi bu kabildendir.

"Süfeha" Bu kelime, sefih kelimesinin çoğuludur Sefih, câhil, dar görüşlü, kâr ve zarar gelecek şeyler hakkında bilgisi az olan kimse demektir. Kelimenin aslı, hafiflik manasına gelen sefehtir. Sıfat olarak se­fih, aklı az demektir. Luğat âlimleri sefeh kelimesini akıl noksanlığını ge­rektirecek şekilde hafiflik ve dar görüşlülük olarak açıklarlar. Bunun zıddı hilimdir.[321]

 

Suhk:

 

Suhk, uzaklaşma ve ırak ol­ma veya helak olma anlamlarında "bu'd" gibi masdar olup, "Semûd defolup gittiği gibi Medyen de defolup gitti" Hud: 11/95 ayetinde ifa­de edildiği gibi, takdir edilmiş bir fiilin mef'ulü mutlak makamına geçen bir beddua cümlesi halinde ve kahrolsun tarzında şiddetli bir kovma anlamını ifade eder.

"Li ashâbi's-saîr" ifadesinde "lam", "hilâfen lehu" gibi fiilin fa­ilini veya mef'ulünü açıklamak içindir. Fiil takdir edilmesinde de "vallahu enbetekum mine'1-ardi nebâten" ifadesinde olduğu gibi "suhke", ya müteaddi olan "ishak" ve "ibad" manasına uzaklaştırsın da uzaklaştırsın ya da uzak­laştıkça uzaklaşıp kahrolsunlar demek olur.[322]

 

Suhriyyen:

 

Suhriyyen, işte çalıştırılan ve istihdam edilen.

 

Suht:

 

Suht[323], haram mal de­mektir. Bir şeyin kökünü kazımak manasına "saht"tan gelmedir. Ha­ramın bereketi olmadığı ve ev, bark yıktığı için "suht" diye isim­lendirilmiştir.

Suht her çeşit haram için kul­lanılır. Bununla birlikte, çoğun­lukla sahibinin gizleme gereğini duyduğu bir ayıp ve alçak menfa­atler için kullanılır. Hz. Ömer, Os­man, Ali, İbni Abbâs, Ebû Hureyre ve Mücahid'den rivayette suht, "rüşvet, mehribağıyy (fahişelerin aldığı ücret), usbi fahl, erkek hay­vanın dölü karşılığı alınan ücret, şarap parası, ölü hayvan satışın­dan alınan para, kâhine verilen ücrettir" denilmiştir.

İbni Mes'ûd, "hediye-i şefa­at" (aracılık ücreti)ni de saymıştır. Bir hadis-i şerifte, "suhtun (hara­mın) bitirdiği her ete en layık olan şey ateştir" denilmiştir. [324]

Kur'ân'da üç âyette zikredilen bu kelime, Arapların, iyiliğe halel getirmek, bir şeyi yavaş yavaş soymak, törpülemek ve sonradan onu yok etmek sözlerinden alınmıştır.[325]

"Suht" kelimesinin İslâm'daki anlamlarını bilginler şöyle açıklamışlardır:

İbn Dureyd; "Kazanılması haram olan her şeye "suht" dendiğini, bunun da kökünden kurutmak yok etmek manalarından alındığını"[326] ifade eder.

Zemahşerî ve Ebu's-Suu'd da, İbn Dureyd'e katılarak "suht”un mutlak haram kazanç olduğunu, bereketi yok ettiğini, rüşvetle hüküm satan, batılı gerçek yapmayı adet edinen, zen­ginleri destekleyip fakirleri ayak altında çiğneyen Yahudiler[327] olarak "suht" âyetini yorumlamışlardır.

İbn Manzûr da, daha başka bir yaklaşımla "suht”u; ağıza alınıp söylenmesi ayıp olan ve kişiyi utanmaya götüren iş, kazançlar ve haram şeyler"[328] diye tanımlamıştır.

Kur'ân'da ise şu âyette mutlak anlamında kullanıl­mıştır:

"Alabildiğine yalanı dinleyenler ve haram yiyenlerdir onlar."[329]

Cahiliye şiirinde rastlayamadığımız bu kelime, lügat anlamı olan yok etmekten alınarak "haram" manasında kullanılmıştır. Zira haram da bereketi yok eder, siler götürür.[330]

 

Suhuf:

 

Suhuf[331], kitap manasına sahifenin çoğulu olup, dört büyük kitap olan Tevrat, Zebur, İncîl, Kur'ân'ın dışında peygamberlere indirilmiş olan risalelere verilen isimdir.

Bu anlamda "Musa'nın suhufunun, Tevrat'tan önce Hz. Mu­sa'ya indirilen on suhuf, İbra­him'in suhufu da, Hz. İbrahim'e indirilen de on suhuftur." diye nakledilmiştir. [332]

 

Sukite fi eydihim:[333]

 

... Buzağıya ibadetlerinden dolayı pişmanlık ve kederle­ri arttığında... Çünkü pişmanlık ve kederi artan şahsın  niteliklerinden biri; üzüntüden elini ısırmasıdır... [334]

... Yani yaptıkları dolayısıyla pişman oldular. (Bir kim­se) pişman olduğu zaman "sukite fi yedihi" denir. (Bunun esası şudur): insan pişman olduğu zaman elini başına ko­yar/başını elleri arasına alır. [335]

(Sukite fi eydihim): Bu, pişmanlık demektir. [336]

(Sukite fi eydihim): Pişman oldular. [337]

Lafzen "ellerinin üzerine düşürüldüğü/bırakıldığı za­man" derin bir pişmanlığı dile getiren deyimsel bir ifadedir bu, muhtemelen, duyulan şiddetli acının ya da pişmanlığın bir ifadesi olarak ellerin birbirine (ya da bizim Türkçe'de kullandığımız ifadeyle, 'dizlere' - (ç.n.) vurulmasından tü­remiş bir deyim[338]..

"Pişman olduklarında": Bu da kinaye babındandır. Aşırı derece pişmanlıktan kinayedir. Çünkü pişman olan kimse üzüntüsünden elini ısırır. [339]

Gerek naklettiğimiz ve gerekse göndermelerde bulun­duğumuz eserlerdeki bilgilerden çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki söz konusu ifade bir deyimdir ve kinaye yo­luyla, herhangi bir sebebe binaen, kişinin duyduğu pişmanlığı dile getirmektedir.

Mütercimlerin geneli ibarenin deyimsel yorumunun far­kına vararak tercümelerinde bu olguya riayet etmişlerdir. Ancak Ateş, Y. Öztürk, Bulaç ve Piriş'in tercümelerinde bu gerçeği göremediğimiz için özellikle bu dördünü mercek altına almakta fayda mülahaza ediyoruz.

Ateş: Ne zaman ki (pişmanlıklarından ötürü) başları elle­ri arasına düşürüldü .,.

İyice düşünüldüğünde, bu tercümenin, aslında herhan­gi bir anlama gelmediği anlaşılacaktır. Çünkü Ateş'in  "başları elleri arasına düşürüldü" diye tercüme ettiği "sukite fi eydihim" tabiri, daha önce de belirtildiği üzre "pişman ol­dular" anlamındadır. Bu gerçek göz önüne alınarak Ateş'in tercümesi yeniden okunacak olursa şöyle bir ifade ortaya çıkacaktır: Ne zaman ki (pişmanlıklarından ötürü) pişman oldular (Sukitefi eydihim).

Bulaç: Ne zaman ki (yaptıklarından dolayı pişmanlık du­yup, başları) elleri arasında düşürüldü.

Ateş'in tercümesine yönelik eleştiri Bulaç'ın tercümesi için de geçerlidir. Bulaç'ın mealini ibarenin deyimsel anla­mıyla beraber okuduğumuzda daha büyük güçlüklerle karşılaşıyoruz: Ne zaman ki (yaptıklarından dolayı pişmanlık duyup, başları) pişman oldular. (Sukite fi eydihim) Kaldı ki Bulaç'ın kurduğu cümlede de dil yönünden bazı problem­ler vardır. Şöyle ki "(... başları) elleri arasında düşürüldü" deniyor. Bundan kastedilen; başların ellerin arasına düşü­rülmesi midir yoksa, ellerin arasından düşürülmesi midir? Eğer maksud birincisi ise ibare "başları elleri arasına düşü­rüldü", ikincisi ise; "başları elleri arasından düşürüldü" şeklinde olmalı değil mi? Çünkü şu şekildeki bir cümle biz­ce hedefi belli olmayan bir cümledir: "Başları elleri arasın­da düşürüldü." Bunun anlamlı olabilmesi için "arasında" kelimesinin ya "arasına" ya da "arasından" şeklinde yazıl­ması gerekir.

Y. Öztürk: Başları avuçları arasına düşürülüp de ...

Bu tarz bir tercümenin de ibarenin deyimsel anlamından uzak olduğu ortadadır.

Piriş: Ellerindeki düşürüldüğü ...

Son derece kapalı olan bu tercümenin medlulünü anla­yamadığımızı itiraf etmekte fayda görmekteyiz.

Neticede "sukiete fi eydihim" ifadesinin ya;

- Pişman oldular

Ya da ayetteki bağlamına riayet edilerek;

- Pişman oldukları zaman

şeklinde tercüme edilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Örnek:

Pişman oldukları ve gerçekten sapmış olduklarım gör­dükleri zaman.[340]

 

Sulb:

 

Sulb[341], "sulüb", "saleb", "salib" ifadeleri, omuzdan kuy­ruk sokumuna kadar olan arka kemiğe denir. Omurga kemiği ve bel tabir olunur. Dimağdan inen "nuhai şevki" denilen ve bütün sinirlerin ana hattı olan korkar/kokar ilik onun içinden ge­çer. Bedenin oluşmasının temel mihveri demek olan bir rüknü­dür. [342]

 

Sülle:

 

Sülle; cemaat, topluluk demektir. "Bir şeyi kestim" mânâsı­na gelen "Sulletu’ş-şey’" sözünden alınmıştır. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. "Sulletun" Vezin ve mânâ bakımından "Fırkatun" gibidir.

 

Sultan:

 

Sultân[343], üstünlük, ga­lebe çalma ve istilâ anlamında masdardır. Burhan ve hüccet ma­nasına gelir. Vali ve hükümdara da denilir. Ancak bu manada keli­me müennes olur. Kur'ân'da, "sultan" genellikle burhan ve de­lil anlamındadır. [344]

Sultân, iki şekilde tefsir edilir:

1. Hüccet (kesin delil)

"Andolsun ki Musa'yı âyetlerimizle ve apaçık bir sul­tân (hüccet) ile gönderdik." [345]

Mûsâ ile ilgili olarak kullanılan sultân kelimeleri­nin tümü, hüccet (kesin delil) manasındadır.

"Hakkında size bir sultân (Allah'ın kitabında bir hüccet/kesin delil) indirmediği varlıkları..." [346]

"Yoksa Biz onlara bir sultân (hüccet/kesin bir delil) indirmişiz de..." [347]

"Ya da bana apaçık bir sultân (kendisini mazur görebileceğim açık bir hüccet/kesin bir delil) getirir." [348]

2. Kahredici kral/kahren mecbur edici hükümranlık

"Benim, sizin üzerinizde bir sultânım (sizin üze­rinizde, sizi şirk koşmaya kahren mecbur edecek bir hükümranlığım) yoktu." [349]

"Bizim, sizin üzerinizde bir sultânımız (sizin üzerinizde, sizi şirk koşmaya kahren mecbur edecek bir hükümranlığımız) yoktu. Bilakis siz taşkınlık eden bir kavimdiniz." [350]

 

Summun:

 

"Summun" "Esamm" kelimesinin çoğulu olup sağırlar demektir.

 

Sûr:

 

Sûr[351], yüksek duvar demektir. Bir şehrin etrafına çepe çevre çekilen hisara denilir. Mut­lak ayırıcı manası vardır. İbni Zeyd ve Mücâhid bu sûra A'raf demişlerdir. Diğerleri ise A'raf'ın dışında başka bir şeydir demişlerdir. Bazı alimler de men etme ve yolu kapama anlamı vermişlerdir. [352]

 

Sûr:

 

Sûr, cennet ile cehennem arasındaki engel, perde.

Sûr kelimesini bazı dilciler, "vav"ın fethi ile suver gibi suretin çoğulu, nefhi de suretlere ruh üflemek diye anlamışlardır.

Yalnız böyle olsaydı zamirin­de "fîhâ" denilmek lazım gelirdi. Çünkü başka bir âyette "summe nefie fîhi uhrâ" (sonra ona bir da­ha üflendiğinde)[353] diye müfred müzekker zamiri gönde­rildiğinden bu mânâ sahih olmaz.

Bazıları da bunu temsil kabul etmişler, ölülerin kabirlerden mah­şere çağrılışları halini bir orduyu harekete geçirmek için boru çalın­ması haline benzeterek temsili isti­are yapıldığını söylemişlerdir.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre ise, "sûr", bazı hadislerde açıklandığı üzere büyük boru gibi bir şeydir ki üç defa üflenecektir. Birincisi "nefha-i feza" ikincisi "nefha-i saik", üçüncüsü "nefha-i kıyam"dır. Buna memur olan melek de İsrâfîl'dir. [354]

 

Sûrun:

 

Duvar demektir.

 

Sûre:

 

Sûre, Kur'ân'ın en az üç aye­tinden meydana gelen, özel bir ki­tap gibi özel bîr isme sahip kısım­lardan her birine denir.

Sûre, lügatte iki anlama gelir. Birincisi; menzile-i refia, yani yüksek rütbe demektir. İkincisi; bir şehri kuşatan sûr demektir.

Birincisine göre Kur'ân, gök alemine yani her sûre semanın yüksek rütbesinde bulunan sis­temlerine benzetilmiş olur öyle ki her ayet bir yıldıza benzer.

İkinci anlamda ise Kur'ân'ın yeryüzünde büyük bir medeniyet kuracağına işaret vardır. Sûreler müstahkem bir şehre, ayetler de bir konağa benzetilmiş olur.

Uzun sûrelerde aşr ve rüku tabir olunan hitabeler vardır. Bun­lar secavend, "ayn" harfi ile gös­terilir. [355]

Kur'ân'da 10 âyette zikredilen bu kelime lügatta, yüksek rütbe, şeref, binanın kısmı veya katları anlamlarına gelir. Çoğulu "suver”dir.[356]

Kur'ân, biri diğeri tarafından kesilerek 114 sûreye ayrılmıştır. Bina katlarına "sûre" dendiğinden dolayı, Kur'ân'ın muhtelif kısım ve tabakalarını teşkil eden parça­larına da böylece "sûre" dendiği söylenmiştir. Her sûrenin, Allah kelamını ihtiva ettiğinden bu ismi almış olması da kuvvetle muhtemeldir.[357] İşte bu anlamıyla "sûre", câhiliye döneminde bilinmemiştir. Kur'ân ona bu manayı kazan­dırmıştır. Zira câhiliye döneminde "sûre", yüksek rütbe ve şeref manasında kullanılmıştır. Nitekim en-Nabiğâtu'z-Zubyânî şöyle der:

"Görmüyor musun, Allah, sana öyle bir mevki vermiş ki, o mevki altında, bütün kralların bocalamakta olduklarını görürsün.”[358]

 

Suur:

 

Suur, hüsran ve delilik demektir. Bu kelime, Arapların "Nâqatun mes’uratun: Deli deve" sözünden alınmıştır. Deve, sanki aşırı hareketliliğinden dolayı deli­dir. Şair şöyle der:

Yolculuk onu sarstığında, onda delilik var sanılır.[359] 

 

Suva:

 

Suvâ' "sa' " denilen ve İslâm hukuku içinde muteber olan bir ölçü birimidir. Bir kile, yani ölçek, bir de su içecek tas, maşrapa, su içme aracı manalarına gelir. Yusuf: 12/70 ayetindeki "sikaye" ile aynı anlamdadır. [360]

 

Sübhâne:

 

Sübhâne[361] kelimesi, Zemahşerî’ye göre tesbihin özel is­midir. Erkek kişiye isim olur: Os­man gibi. Sonunun üstün olması izhari metruk bir gizli fiil iledir. Takdiri "esbahe Allahe sübhane"dir. "Sübhane", sonra fiil yeri­ne konmuş, onun yerini tutmuş­tur. Bu kelime, Allah düşmanları­nın ona yaklaştırdıkları çirkin iş­lerin tümünden açık bir tenzihe, tüm iddia ve iftiralarını reddet­meye delil olmaktadır.

Bunda asıl amaç, şaşırtıcı ve görkemli bir sanat görüldüğü za­man Allah'ı tesbih etmektir. Daha sonra şaşınlınca kullanılan bir söz­cük haline gelmiştir. Bununla bir­likte hayret makamında da kulla­nılır. Bazıları bu kullanımda tesbih anlamının kaybolacağını sanmışlarsa da bu doğru değildir. Çünkü asıl olan hayret üzere tesbihtir.

Bununla birlikte, "sübhan"ın Osman gibi özel isim olmasına ili­şenler, özel isim olmasını tamla­ma durumu dışındaki durumlara tahsis edenler de olmuştur. Bu ne­denle Kadı Beydâvî, "ismen littesbihi" demekle yetinmiştir. Kâmûs sahibi Besâir'e göre de, tesbih Al­lah'ı takdis etmek olup "sebehe"den alınmıştır. Allah'a ibadet­te acele etmek manasında kulla­nılmış olup, ondan sonra bütün sözlü ve yazılı ibadetlerde kulla­nılmıştır.

"Sübhâne" kelimesi de aslın­da "gufrâne" gibi masdardır, da­ha sonra tesbihin ismi olmuştur. Tesbih fiilinin sülâsisi kullanılma­dığından masdar yerine konul­muş isim denilmiştir. Bu nedenle "sübhâne"yi Ebu's-Suûd'un nak­lettiği gibi, tenzih ile değil, tenezzüh (noksanlıklardan uzak tut­ma) şeklinde yorumlamak daha anlamlıdır.

Kısacası "sübhân", Allah'ın zâtının temizliğini ve kutsallığını ifade eder. Biz de buna sübhaniyet diyebiliriz. Çünkü Sübhan, Allah'ın esmâ-î hüsnâsından da olur. [362]

 

Sücud:

 

Kur'an’da türevleriyle beraber 80’den fazla yerde geçen bu kelime, Arap dilinde, boyun bükme, eğilme[363], alnı yere koyma[364], anlamlarını ifade etmektedir.

İbn Fâris, "bugün anladığımız anlamda olmasa bile, câhiliye dönemi Araplarının "rükû ve secdeyi" bildiklerini ve bu kavramın onların nezdinde ibadet derecesine varan hayranlığı[365] ifade ettiğini söyler.

Bu anlama yakın olarak o dönem şairlerinden Amr b. Kulsûm şöyle der:

"Bizim süt emen çocuklarımız, sütten kesilme dönemine geldiklerinde, krallar onlara ta'zim secdesi yaparlar.[366]

Görüldüğü gibi burada "secde", tazim anlamında kullanılmıştır. Kur'ân’da bazı secde şekillerinden bahsedilir. Meselâ; meleklerin, Adem Peygambere[367] ebeveyninin Yusuf Peygamber'e secde ettikleri[368] zikrolunur. Bunların hepsi ta'zim secdeleridir. Zira "ibadet secdesi"nin, Allah'tan başkasına yapılması caiz değildir.

Sonuç olarak "secde", kendisinden daha büyük birisine tazim için yapılan hareketin bir sembolüdür. Her ne kadar lügat açısından iki dönemdeki anlam bir birinin aynısı ise de İslâm, bunu belli sayıda ve belli vakitlerde, özellikle namaza has kılarak bir disiplin çerçevesinde, yeni bir şekil ve görünüm kazandırmıştır denebilir.

 

Sülale:

 

Sülâle kelimesi, "seli" mastarından türetilmiştir. Seli, bir şeyi bir şeyden, yumuşaklık ve uygunlukla sıyırıp çıkarmak de­mektir. Kılıcı, kınından sıyırıp çı­karmaya "sell-i seyf" denilir. "Fuale" veznindeki fiiller, türedikleri fiile göre bazan gaye olurlar. "Hü­lâsa" gibi "sülâle" de bu türden­dir. Bazan da olmazlar, "kulama", "kun'ase" gibi.

Keşşaf’a göre bu vezin azlık ile ilgilidir. Türkçe'de bu veznin karşılığı "ıntı", "untu" ekleriyle yapılan kelimelerdir ki, kuruntu, kırıntı, süzüntü, süprüntü gibi.

"Seli" fiilini bir kelime ile ifa­de edemediğimizden, "sülâle" ke­limesini tercüme edemedik. Bir şeyin sülâlesi, o şeyden sıyrılıp çı­karılan bir sonuç demektir. Evlat ve soya da sülâle denilmesi bu mana ile ilgilidir. Sülâle aslın de­ğil, ondan çıkarılan özetin ismi­dir.

 

Sümûd:

 

Sümûd, kafa tutmak, kibirlenip somurtmak, sersem ol­mak, eğlenmek, çalıp oynamak ve şarkı söylemek anlamlarına gelir.

 

Sündüs:

 

Sündüs, ince ipek elbise.

 

Suvvibe:

 

Cezalandırıldı.

 

 



[1] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 275. (4326)

[2] Ahzâb: 33/63; Nazi'ât: 79/42.

[3] İbn Kuteybe, eş-Şi 'ru ve'ş-Şu'arâ, I, 131.

[4] İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 169.

[5] 'Ûde, a.g.e., s. 356. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 151-152.

[6] Asr: 103/3, Bakara: 2/54.

[7] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 275. (340-341, 544-545, 6082-6083)

[8] el-İsfahânî, a.g.e., s. 403.

[9] a.g.e., s. 404.

[10] 'Antara, a.g.e., s. 49.

[11] Örnek olarak bkz. Hud: 11/11; Nahl: 16/110; Âl-i İmrân: 3/120, 125.

[12] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 126-127.

[13] el-Bahr, 7/255

[14] Bakara: 2/62, Maide: 5/69, Hacc: 22/17.

[15] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 276. (375)

[16] Fetih: 48/1.

[17] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 276. (4369)

[18] Tarık: 86/12.

[19] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 276. (5730-5731)

[20] Ahzâb: 33/8

[21] Mâide:5/119

[22] Haşr: 59/8

[23] Ahzâb: 33/24. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 189-190.

[24] İnşirah: 94/1.

[25] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 276-277. (5912-5914)

[26] Kehf: 18/48

[27] Tâ-Hâ: 20/64

[28] Saff: 61/4

[29] Fecr: 89/22.

[30] Kurtubi, 15/193

[31] Tahrim: 66/5.

[32] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 278. (251)

[33] Bakara: 2/55

[34] Bakara: 2/56

[35] A'râf: 7/143

[36] A'râf: 7/143

[37] Fussilet: 41/13

[38] Zâriyât: 51/44

[39] Zümer: 39/68

[40] Ra'd: 13/13. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 309-310.

[41] Duha: 93/10.

[42] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 278. (5903-5904)

[43] Kalem: 68/42.

[44] Ra'd: 13/23

[45] Nûr: 24/32

[46] Yûsuf: 12/101

[47] Neml: 27/19

[48] Yû­suf: 12/9

[49] Bakara: 2/130

[50] Nahl: 16/122.

[51] Kasas: 28/27

[52] A'râf: 7/142

[53] Burada çocuk isteyen çift ile, Âdem ve eşi kasdedilmemiştir, aksine -birçok müfessirin de beyan ettiği üzere- genel müşrik profili çizilmiştir. (Redaktör)

[54] A'râf: 7/189

[55] Hûd: 11/88

[56] Bakara: 2/11

[57] A'râf: 7/56

[58] Vellezîne âmenû ve 'amilu's-sâlihâti [iman eden ve sâlih ameller işleyenler] terkibi, Bakara: 2/82; Nisâ: 4/57, 122; Ankebût: 29/9 gibi yerlerde geçmektedir.

[59] Kehf: 18/82.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 344-347.

[60] Bakara: 2/43, Ahzab: 33/56, Enfal: 8/35, Ankebut: 29/45, Tevbe: 9/103.

[61] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 279-281. (190-191)

[62] el-İsfahânî. a.g.e., 421.

[63] a.g.e., s. 420, 421, krş. Jeffery,a.g.e., s. 198.

[64] El-Halebi, Şihabuddin Ahmed Umdetu’l-Huffaz fi Tefsiri Eşrefi'l-Elfâz. İst., 1987, s. 299, 300.

[65] bkz. Nisa: 4/10; Neml: 27/7; Vâki’a: 56/94; Hakka: 69/31; Câsiye: 88/4.

[66] el-Kurtûbî, a.g.e., I, 168.

[67] a.g.e., I, 169.

[68] A.g.e., a.y.

[69] el-A'şa, a.g.e., s. 197.

[70] Antara, a.g.e., s. 213.

[71] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 141.

[72] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 55-58.

[73] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 281. (1665)

[74] Bakara: 2/25.

[75] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 281. (274)

[76] Hicr: 15/26.

[77] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 281. (3056)

[78] Bahr, 8/527

[79] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 281-282. (6305-6322)

[80] Hacc: 22/9.

[81] Ferra, Meani. 1955. c.2 s.216.

[82] Zemahşeri Keşşaf, 1997. c. 3 s. J47.

[83] Se-merkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s.469.

[84] İsfa­hanı, Müfredat, tsz., s. 82.

[85] Şimah, (? - 651) Şimah b. Dırar b. Sinan b. Umame. Şimah lakabıdır, ismi Me'kil'dir. Cahiliyye dönemi ve İslami dönem şairlerindendir, İslam'ı kabul ettikten sonra iyi bir müslüman oldu. Kadisiyye savaşına şahit oldu. Hz. Os­man zamanında. Hicri 30'dan sonra vefat etti. İbn-i Selam onun Cahiliyye dönemi şairlerinin üçüncü tabakasından olduğunu söyler. (Dr. Afif Abdurrahman, Mu'cemu'ş-Şuara. s. 124-125 Darü'l-Menahil, Beyrut 1996, 1 Baskı)

[86] Nisaburi, Burhan, 1996, c. 2 s.81.

[87] Münafı­kun: 63/5.

[88] Mülekkin, Garib, 1987, s. 260.

[89] Sabuni, Safvet, 1995, c. 4, s. 124

[90] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 39-42.

[91] Lokman: 31/18.

[92] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 282. (3847)

[93] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 351, krş. Jeffery, a g.e., s. 201, 202.

[94] el-Kurtubî, a.g.e., II, 273, 274.

[95] 'bkz. Meryem: 19/26.

[96] İbn Manzûr, a.g.e., XIII, 351.

[97] en-Nâbigâ, a.g.e., s. l12.

[98] el-Hâzin, Alauddin Ali b. Muhammed, Lubâbu't-Te'vül fî Me'ânî't-Tenzîl, Kahire, 1989, I, 118.

[99] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 58-59.

[100] Hacc: 22/40.

[101] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 283. (3409)

[102] Bakara: 2/260

[103] Sâffât: 37/102

[104] Cuma: 62/9

[105] İsrâ: 17/19

[106] İnsan: 76/22

[107] Leyl: 92/4

[108] Hacc: 22/51

[109] Sebe': 34/5.

[110] Abese: 80/8

[111] Kasas: 28/20

[112] Yâsîn: 36/20. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 153-154.

[113] Ahzab: 33/26.

[114] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 283. (3886)

[115] Maide: 5/1.

[116] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 283. (1814)

[117] Hûd: 11/67

[118] Hûd: 11/94

[119] Hicr: 15/73

[120] Mü'minûn: 23/41

[121] Yâsîn: 36/53

[122] Kaf: 50/42.

[123] Sâd: 38/10

[124] Mü'min: 40/36-37

[125] Bakara: 2/166. Bu âyetin burada şâhid gösterilmesi uygun değildir. (Çevi­ren)

[126] Sebeb, esbâb'ın tekilidir.

[127] Kehf: 18/85

[128] Kehf: 18/84-85

[129] Hacc: 22/15.

[130] Bakara: 2/261

[131] Bakara: 2/195

[132] Nisâ: 4/76

[133] Âl-i İmrân: 3/97

[134] İsrâ: 17/48

[135] Furkân: 25/9.

[136] Nisâ: 4/15

[137] Nisâ: 4/22

[138] İsrâ: 17/32

[139] Nisâ: 4/34

[140] Nisâ: 4/115

[141] Nisâ: 4/150

[142] Nahl: 16/125

[143] Nisâ: 4/88

[144] Şûrâ: 42/46

[145] Nisâ: 4/141

[146] Nisâ: 4/98

[147] Kasas: 28/22

[148] Mâide: 5/60

[149] Mâide: 5/77

[150] Şûrâ: 42/41-42

[151] Furkân: 25/57

[152] Müzzemmil: 73/19

[153] “Doğrusu bu bir hatırlatmadır. Artık dileyen Rabbine bir se­bil edinir.” (İnsan: 76/29) âyetine işaret etmektedir.

[154] Yûsuf: 12/108..

[155] Bakara: 2/154.

[156] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 283-284. (899)

[157] Tirmizî, Hacc, 14; İbn Mâce, Menâsik, 6,16; Dârimî, Menâsik, 8

[158] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 284-285. (318)

[159] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 285. (3285)

[160] Bakara: 2/184.

[161] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 285. (629-630)

[162] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 285-286. (5580)

[163] Bakara: 2/130.

[164] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 286. (234,1292)

[165] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 286-287. (4654, 5457)

[166] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 287. (832-833, 4408)

[167] Haşr: 59/23

[168] Mâide: 5/16

[169] Yû­nus: 10/25

[170] En'âm: 6/127

[171] Zuhruf: 43/89

[172] Furkân: 25/63

[173] Kasas: 28/55

[174] Meryem: 19/47

[175] Hicr: 15/52

[176] Sâffât: 37/79

[177] Sâffât: 37/120

[178] Sâffât: 37/109

[179] Sâffât: 37/110

[180] Sâffât: 37/181

[181] Hûd: 11/48

[182] En­biyâ: 21/69

[183] Vâkıa: 56/91

[184] Hicr: 15/46

[185] Kaf: 50/34

[186] Nûr: 24/61

[187] Ra'd: 13/23-24. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 407-409.

[188] Yasin: 36/37.

[189] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 287. (4029)

[190] Hûd: 11/20

[191] Kehf: 18/101

[192] İnsan: 76/2

[193] Âl-i İmrân: 3/193.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 288-289.

[194] Kalem: 68/16,

[195] Ferra, Meani, 1955,c.3,s. 174.

[196] Zemahşeri, Keş­şaf, 1997, c. 4, s. 593.

[197] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 3 s. 482

[198] îsfahani, Müfredat, tsz., s. 146

[199] Sabuni, Safvet, 1995, c. 7 s. 28

[200] Beyzavi, Razi, Medarik.

[201] Celaleyn

[202] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 99-102.

[203] Tarık: 86/9.

[204] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 288. (5726-5727)

[205] Kurtubî, 14/269

[206] Mâide: 5/4

[207] Bakara: 2/202

[208] Nûr: 24/39

[209] Mü'min: 40/17

[210] Furkân: 25/24

[211] En'âm: 6/62

[212] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 228-229.

[213] Ğaşiye: 88/13.

[214] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 288. (5779-5780)

[215] Cevherî, Sihâh, "sev’" maddesi.

[216] Al-i İmrân: 3/64

[217] Fussilet: 41/10

[218] Sâd: 38/22. Eserin orijinalinde de bu şekildedir. Mukâtil b. Süley­man'ın Tefsiri'nde ise, Bizi sevai's-sırât'a (yani, doğru yo­la) hidâyet et ‘yani, bize doğru yolu göster)! şeklindedir. Türkiye'de III. Ahmed Kütübhânesi'ndeki nüshada ise, "Adaletli olan yolu göster" demektir şeklindedir. Yukardaki açıklamalardan anlaşıldığına göre, sevâ' kelimesinden maksat, "adaletli olan"dır. Bu da, "Bize adaletli olan yolu" ya da "Bize adaletli olan neyse onu göster" demek olur.

[219] Sâffât: 37/55

[220] Enfâl: 8/58

[221] Enbiyâ: 21/109

[222] Hacc: 22/25

[223] Nisâ: 4/89

[224] Rûm: 30/28. Asıl nüshada, Siz ve onlar onda sevâ' (yani, şer'an eşit de­mek olur...} şeklindedir.

[225] Nahl: 16/71

[226] Kasas: 28/22

[227] Mâide: 5/77. 

[228] Mâide: 5/12.

[229] Mâide: 5/60.

[230] Eserin orijinalinde de böyledir. Bu kelimenin açıklamasını tesbit için Mukâtil'in Tefsiri'nde Bakara sûresine baktım, fakat bu kelimeyi tefsir etmediğini gördüm. Yâsîn sûre­sinde ise âyetin medlulünü şöyle açıklamaktadır: "Ey Mu­hammed! Sen o kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da Kur'ân'a asla îmân etmeyeceklerdir." Muhtemelen onu okuman ifadesi, "Kur'ân okuman ile okumaman Arab kâfirleri için birdir, eşittir, farksızdır. Çünkü kalbleri mühürlenmiştir" manasmdadır.

[231] Bakara: 2/6

[232] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 121-123. Yâsîn: 36/10

[233] Meryem: 19/10

[234] Meryem: 19/17. Bu âyet hakkında, Mukâtil'in Tefsiri'nde şu açıklamalar bulunmaktadır: "Derken Biz ona ruhumuzu (Cibril'i} (gönderdik). Ona tam (eksiksiz, saçları si­yah ve dalgalı, tüyü bitmemiş genç delikanlı suretinde, hil­kati tam} bir beşer suretinde göründü. Onu gö­rünce bir beşer zannetti."

[235] Secde: 32/4

[236] İnfitâr: 82/7.

[237] Tâ-Hâ: 20/135

[238] Mer­yem: 19/43

[239] Mülk: 67/22.

[240] Leyl: 92/21.

[241] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 288-289. (5893)

[242] Bakara: 2/49.

[243] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 289. (346)

[244] Fecr: 89/13.

[245] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 289. (5806-5807)

[246] Tevbe: 9/2.

[247] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 289. (2448)

[248] Yûnus: 10/27

[249] Nisâ: 4/18

[250] Zümer: 39/51

[251] Nahl: 16/34

[252] Hûd: 11/10

[253] A'râf: 7/168

[254] Mü'min: 40/45

[255] Hûd: 11/78.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 420-421.

[256] A'râf: 7/86

[257] Sâffât: 37/23

[258] Fâtiha: 1/6

[259] En'âm: 6/153

[260] En’âm: 6/126.Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 382-383.

[261] Âl-i İmrân: 3/117

[262] Fussilet: 41/16

[263] Hâkka: 69/6

[264] Kamer: 54/19

[265] Al-i İmrân: 3/135

[266] Vâkıa: 56/46

[267] Nûh: 71/7.

[268] Zârîyât: 51/29

[269] Ayetin tamamı şöyledir: Hani İbrahim, "Rabbim’ ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demişti. "îmân etmedin mi yoksa?" diye sordu. "Evet îmân ettim, fakat kalbimin mut­main olması için (görmek istiyorum)" dedi. Buyurdu ki: "Kuşlardan dördünü al, onları kendine alıştır. Sonra, on­lardan her birini bir dağa bırak, sonra da onları çağır, sü­ratle sana gelirler. Öyleyse bil ki, şüphesiz Allah azizdir, hakimdir." Bakara, 2/260

Mukâtil b. Süleyman'ın bu kelimeyi, sarra-yasirru kökün­den gelmiş kabul ettiği anlaşılmaktadır. Ancak daha kuv­vetli ve tercihe şayan olan görüş ise, bu kökten gelmediğidir (bkz. Râğîb el-İsfehanî, el-Müfredât; M. Fuad Abdül-Baki, Mu'cemu Garîbi'l-Qur'ân Musiahrecen min-Sahihi 7-Buharı; İbn Kuteybe, Tefsîru Garibi'l-Qur'ân; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Qur'ân). Bunlarda ve daha başka kaynaklarda tercih edilen anlam, bu fiilin kökünün -merhum Mukâtil'in tercih ettiği gibi sad-ra-ra olmayıp- sad-vav-ra olduğu ka­naatinin daha ağır bastığını göstermektedir.

[270] Münafikun: 63/7.

[271] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 289-290. (5652-5653)

[272] es-Sihah

[273] Buharı, Tıb, 51; Nikah, 47; Müslim, Cuma, 47

[274] A’raf: 7/116.

[275] Taha: 20/66

[276] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 290-292. (441-445)

[277] Yusuf: 12/70.

[278] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 292. (2895)

[279] Rum: 30/4.

[280] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 292. (2261-2262)

[281] Furkan: 25/61.

[282] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 293. (3610)

[283] Maide: 5/38.

[284] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 293. (1671-1672)

[285] A’raf: 7/54.

[286] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 293. (2172-2173)

[287] Müddessir: 74/4.

[288] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 294. (5450)

[289] Bakara: 2/49

[290] A'râf: 7/141

[291] İbrâhîm: 14/6

[292] Ra'd: 13/18

[293] A'râf: 7/73

[294] Şu'arâ: 26/156

[295] Hûd: 11/64

[296] Yûsuf: 12/51

[297] Yûsuf: 12/25

[298] Meryem: 19/28

[299] Neml: 27/12

[300] Tâ-Hâ: 20/22.

[301] Kasas: 28/32

[302] Nahl: 16/27

[303] Zümer: 39/61

[304] Ra'd: 13/11

[305] Nahl: 16/28

[306] Rûm: 30/10

[307] Nahl: 16/119

[308] Mümtehine: 60/2

[309] Nisâ: 4/148

[310] Ra'd: 13/25

[311] Mü'min: 40/52

[312] Nisâ: 4/17

[313] En'âm: 6/54

[314] A’râf: 7/188

[315] Neml: 27/62

[316] Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 130-134. Ahzâb: 33/17

[317] Furkan: 25/47.

[318] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 294-295. (3598, 5533)

[319] Kıyamet: 75/36.

[320] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 295. (5487)

[321] Ezherî, Tezhibu'1-luğa; Cevheri, Sıhah; Firuzâbâdî, el-Kâmusu'1-muhît, {Sefeh maddesi)

[322] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 295. .(5219)

[323] Maide: 5/42.

[324] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 295-296. (1687)

[325] İbn Manzûr, a.g.e., II, 41, 42.

[326] İbn Dureyd, a.g.e., II, 4.

[327] Zamahşeri, a.g.e., I, 614; Ebu's-Su'ud,a.g.e., III, 39.

[328] İbn Manzûr, a.g.e., II, 41.

[329] Maide: 5/42.

[330] Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 127-128.

[331] A’la: 87/19.

[332] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 296. (5768)

[333] A'raf: 7/1-19.

[334] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c.2, s.151.

[335] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 1 s. 552.

[336] İsfahani, Müfredat, tsz., s, 235.

[337] Mülekkin, Garib, 1987, s. 144

[338] Esed, Mesaj, 1996, c. I, s. 301.

[339] Sabuni, Safvet, 1995, c. 2, s. 353-354

[340] Abdulcelil Bilgin, Kur'an'da Deyimler ve Kur'an'ın Anlaşılmasındaki Rolü, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003: 91-93.

[341] Tarık: 86/7.

[342] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 296. (5704)

[343] Hud: 11/96.

[344] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 296. (2815)

[345] Hûd: 11/96

[346] En'âm: 6/81

[347] Rûm: 30/35

[348] Neml: 27/21

[349] İbrahîm: 14/22

[350] Sâffât: 37/30. Mukâtil b. Süleyman, Kur’an Terimleri Sözlüğü, İşaret Yayınları: 326-327.

[351] Hadid: 57/13.

[352] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 296-297. (4090, 4741)

[353] Zümer: 39/68.

[354] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 297. (3707-3708)

[355] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 297. (22-23)

[356] İbn Manzûr, a.g.e., IV, 386.

[357] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, Ankara, 1983, s. 57.

[358] en-Nâbiğa, a.g.e., s. 78. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Çelik, Kur’an Semantiği Üzerine, Ekev Yayınevi: 163-164.

[359] Kurtubî 17/138

[360] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 297-298. (2898)

[361] İsra: 17/1.

[362] Mehmet Yaşar Soyalan, Elmalılı Tefsirinde Kur’ani Terimler ve Deyimler, Ağaç Yayınları: 298. (3142-3143)

[363] eİ-Isfahânî, a.g.e., s. 328.

[364] İbn Manzûr, a.g.e., III, 204.

[365] İbn Fâris, es-Sâhibî, s. 84.

[366] ez-Zevzenî, a.g.e., s.115.

[367] bkz. Bakara: 2/34.

[368] bkz. Yusuf: 12/100.