U'budû:2

Udvân:2

Ufuk:2

Ufuk-ı Mübîn:2

Uhdûd Ve Hadd:2

Uiddet:2

Ukad/Ukde:2

Ukbâhâ:3

'Ukud, Akd:3

'Uluvv:3

Umyun:3

Unzurnâ:3

Urcûn:3

'Urda':3

Urf/Arife/Ma'rûf/Örf:3

'Urub:4

'Usbe:4

'Usret:4

Usve:4

Utull:4

'Uzzâ:4


U'budû:

 

U'budû ve 'ibâdet üç şekilde tefsir edilir:

1. Tevhid edin/birleyin

"Allah'a ibâdet edin (a'budû) (Allah'ı birleyin); sizin için O'nun gayrı bir ilah yoktur."[1]

"Allah'a ibâdet edin; sizin için O'nun gayrı bir ilah yoktur."[2]

"Allah'a ibâdet edin (a'bûdû) (Allah'ı tevhid edin/birleyin), O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın!"[3]

"Allah'a ibâdet edin (a'budû) (O'nu tevhid edin/birleyin), O'na ittika edin!"[4]

2. İtaat ederler

"O gün onların hepsini haşredecek/bir araya getire­cek, sonra da meleklere diyecek ki: "Bunlar size mi ibâdet (şirk hususunda size mi itaat) ediyorlar­dı." Diyecekler ki: "Seni tenzih ederiz, onlara karşı bizim velîmiz Sensin. Aksine onlar cinlere ibâdet (bizlere ibâdet etmekle şeytanlara itaat) ediyorlardı."[5]

"Biz Sana teberri ediyoruz. Onlar bize ibâdet (şirk hususunda bize itaat) etmiyorlardı."[6]

"Size ahd vermedim mi: "Ey Ad em oğulları! Şeytana ibâdet (şirk hususunda itaat! etmeyin!" diye?!"[7]

3. Mülk altındakiler (kullar, köleler)

"(Tarafımdan tebliğ edip) de ki: "Ey nefisleri aleyhine haddi aşan 'ıbâdım" (mülkiyetim, altındakiler (kölelerim/kullarım))..."[8]

"O'na 'ıbâdından (mülkiyeti altındakilerden, kö­lelerinden/kullarından)) bir cüz yaptılar."[9]

" 'Ibâdınızdan (mülkiyetiniz altındakilerden, kö­lelerinizden) de sâlihleri..."[10]

 

Ucâb:

 

Ucâb, son derece hayret verici. Halîl şöyle der: "acîb" acayip demektir. Ucâb ise, acayiplik sınırını aşan şey manasınadır.[11]

 

Udvân:

 

Udvân, zulümde aşırı gitmek demektir. 

 

Ufuk:

 

Ufuk, kıyı ve kenardır. Özellikle gökyüzünün kenarları­na, kıyısına ve eteğine denir. Rüz­gârların estiği yönlere de denir.

 

Ufuk-ı Mübîn:

 

Ufuk-ı mübîn, apaçık ufuk, beyan edici ufuk, açık ufuk demektir. Necm Sûresi'ndeki "ufukı'1-a'la" deyiminde ifade edilen ufuktur. Gündüzün geldiği, güneşin doğduğu, eşyayı orta­ya çıkaran, gösteren doğu tarafı diye tefsir edilmiştir.

Mücâhid'den, "Ecyad tarafın­dan ufuk-ı mübini a'lada" diye ifade rivayet edilmiştir. Ecyad, di­ğer adıyla Ciyad, Mekke'nin do­ğusunda bir dağın adıdır. Bîr de Mekkeliler için burçların doğdu­ğu yerlerin en yükseği, yengeç burcunun göründüğü en yüksek yer olduğundan "en yüksek ve apaçık ufuktan maksat odur" de­nilmiştir.

 

Uhdûd Ve Hadd:

 

Uhdûd ve hadd, yerde olan uzun ve büyük hendek ve yarığa, bir de kamçı ile dövülen kimselerin bedenlerinde oluşan kamçı izleri­ne denir. Çoğulu "ehâdid" gelir.

 

Uiddet:

 

Hazırlanmış manasına olup i'dâd masdanndan gelmektedir. Beyzâvî şöyle der: "Bu kelime, onlar için hazırlanmış ve onlara azap için malzeme yapılmış" manasınadır.

 

Ukad/Ukde:

 

'Ukad, "ukde"nin ço­ğuludur. Ukde, bir şeyin uçlarını derleyip birbirine sıkı tutturmak, yani düğüm yapmak, düğümle­mek demek olan "akd" madde­sinden isim olduğu için esas manası düğüm demektir. Fakat "akd" hissî ve manevî alanı da içi­ne alacak şekilde genel bir anlama sahip olduğundan, "ukde" de, sa­dece hissî bir düğümden ibaret ol­mayarak bir çok anlama gelir.

Bu nedenle, düğüm denilince sıradan bir ip düğümü anlaşılma­malıdır. Kâmûs'ta, düğüm yeri, beldeler üzerine yönetici, biat, sa­hibinin mülk addettiği akar, gelir, ağacı çok ve girift yer, develer için otlağı bol otlak, bolluk gibi bir çok anlama geldiği ifade edilmiştir.

"Neffâsâtin fi'l-'ukad" deyi­mi ise, düğümlere üfleyen, yani sihir ve büyü yaparak insanları aldatan demektir. Neffâsât, Türk­çe'de "nefes etmek" tabiri ile karşılanabilen, üflemek demektir. Bi­raz tükürüklü veya tükürüksüz olarak üfürür gibi yapmaktır.

 

Ukbâhâ:

 

Ukbâhâ, onun akibeti, sonucu demektir.

 

'Ukud, Akd:

 

Ukud, "akade"nin ço­ğuludur. Akd tevsik olunmuş (bel­gelenmiş, sağlamlaştırılmış) ahid demektir. Bir şeyi diğerine sağlam surette bağlayan bağ ve düğüme, mesela ip düğümüne denir.

Lügatte ukud, sıkı bağlamak ve düğümlemek, sağlam bağ ve düğüm demektir. Buradan kay­naklanarak bir kimsenin bir şeyi iltizam veya aheze (gerektirmek, lüzumlu saymak veya sonuçlan­dırarak) kendini veya diğerini bağlamasına veya bağlanmaları­na akid denmiştir. İtikad da bun­dan çıkmıştır. Yeminler de bu ka­bildendir.

 

'Uluvv:

 

UIûvv ululan­maktır.

" 'Ulûvv", imana tenezzül et­memek, kibirlenmek, kafa tut­mak, fesad çıkarmak, herhangi bir şeyi ve malları faydalı olacak du­rumdan çıkarmak, Rabbine isyan ile kendini heder etmek anlamla­rında kullanılır.

 

Umumu'1-kura:

 

Umumu'1-kura, Mekke-i Mükerreme'dir.

 

Umyun:

 

"Umyun" "A'ma" kelimesinin çoğuludur. Körler demektir.

 

Unşuzu:

 

Kalkın. Bir kimse, oturduğu yerden kalkıp bir kenara çekildi­ğinde "Neşeze" denir. Geniş zamanı "Yenşizu" gelir. Bunun aslı, "yüksek yer" mânâsına gelen  "Neşez" kökündendir.

 

Unzurnâ:

 

Bize bak, bakmak ve "beklemek" mânâsından emirdir. Bir kim­se, birisini bekleyip gözetlediğinde “Nazartu’r-racule” der. Buna göre bu kelimenin mânâsı "Bizi gözet, bize mühlet ver" demek olur.

 

Unzurunâ:

 

Bizi bekleyin.

 

Urcûn:

 

Urcûn, meyletmek mânâsına gelen "İn’ırâc" kökünden olup üzerinde hurma salkımlarının bulunduğu dal demektir. Cevheri şöyle der: Urcûn, hurma salkımı koparıldıktan sonra ağaçta kalan ve kuruyup eğilen kök kısmıdır.[12]

Urcûn, eğri salkım çöpü demektir. Özellikle hurma salkımının dip çöpü, geçen seneki çöpü anlamında kullanılır. Çünkü o çöp kuruduğunda daha eğri, daha renkli olur.

Bu kelime teşbihen hilal ile il­gili olarak da kullanılmaktadır. Ancak "urcûn" ifadesi sadece hi­lalin ilk ve son şeklini göstermek­le kalmıyor, Ay'ın o menzilde gi­derken Dünya etrafında bir ayda kat ettiği mesafenin/yörüngenin kesinleşmiş/resmileşmiş şeklini de göstermiş oluyor.

 

'Urda':

 

Urda, gergi ve engel yahut açıktan hedef gibi bir şeye maruz olup duran demektir.

 

Urf/Arife/Ma'rûf/Örf:

 

'Urf, gü­zel ve iyi iş demektir. "Her emir 'urftur, şüphesiz 'urf, yapılması gereken ve varlığı, yokluğundan hayırlı olan şeydir." Bir başka ifa­de ile "güzel, mustahsen bir iş ve eylemdir."

Kısaca örf; "ma yetaarifehu ennas" diye tarif edilir. İnsanlar tearüf eder, yani birbirlerini karşı­lıklı olarak tanır, hareketlerini tas­vip ederler; yani birbirlerine karşı "Böyle şey mi olur?" diye red ve inkara kalkışmadıkları şey de­mektir.

"Örf ile emretmek" demek, "Her örf, her ma'ruf emrolunan şeydir, emrolunması vaciptir" de­mek değildir. Her ma'ruf emirdir ama, her ma'ruf emredilen şey değildir. Kötü şeyler örften sayıl­mazlar.

 

'Urub:

 

Urub, "eşine düşkün" mânâsına gelen "Arub" kelimesinin çoğuludur.

Üç anlamda tefsir edil­miştir.

1- Kocalarına aşık-ı şeyda, ya­ni kocalarını çok seven sevgili ka­dınlar anlamına.

2- Cilveli ve işvekâr anlamına

3- Güzel söz söyleyen anla­mına.

Şüphesiz işve ve güzel söz, se­vişmenin en latif sebeplerinden ve nazenînlik şiarlarındandır.

 

'Usbe:

 

Usbe, sayısı belli olan bir kalabalık veya toplu­luk demektir. Ondan kırka kadar olan bir topluluğu kapsadığı da ifade edilmiştir.

 

Usrâ:

 

Usrâ, zorluk ve sıkıntıya yani cehenneme götüren haslet.

 

'Usret:

 

'Usret, darlık, şiddet ve yokluk zorluk zamanı demektir. 'Usret saati, güçlük anı ve vakti yani zorluk zamanı de­mektir. Hendek Savaşı gibi sıkıntı dolu günlerdeki "güçlük zamanı"na dikkat çekilmektedir.

Aynı şekilde Tebük seferinde çekilen sıkıntılardan dolayı bu or­duya "ceyş-i usreti" yani "zorluk ordusu" denilmiştir.

 

Usve:

 

Usve, kendisine uyulacak, arka­sından gidilecek, örnek alınacak model, önder demektir.

 

Utull:

 

Utull, katı, kaba, çabucak kötülük yapan demektir. Şiddetle çekmek mânâsına gelen "atele" kökünden alınmıştır: "Huzuhu fa’tiluhu: Tutun onu, ce­hennemin ortasına sürükleyin"[13] Cevherî şöyle der: Bir kimse bir adamı tu­tup şiddetle çektiğinde "Ateltu’r-racule" der.[14]

 

Uztu:

 

Allah'a sığınıp ondan emân diledim.

 

Uzlifet:

 

Yaklaştırıldı. Bir şey yaklaştığında "zelefe" denir. Geniş zamanı "Yezlifu" dür. "Ezlefehu: onu yaklaştırdı" demektir.

 

Uztu:

 

Sığındım, korundum.

 

'Uzzâ:

 

'Uzzâ, Nahle'de bir ağacın yanındaki putun adı idi. Katafan/Gatafan kabilesinin pu­tuydu. Kureyş'e göre putların en büyüğü bu puttu. Kureyş ona Hurad vadisinde "Sükam" adında bir koruluk yapmış ve burayı Kabe'nin haremine benzetmeye ça­lışmışlardı. Hâlid bin Velîd'in, Peygamberimizin emriyle bu putu ve putun içinde olduğu binayı yıktığı rivayet edilir.

 



[1] A'râf: 7/59

[2] A'râf: 7/73

[3] Nisâ: 4/36

[4] Nûh: 71/3

[5] Sebe': 34/40-41

[6] Kasas: 28/63

[7] Yâsîn: 36/60

[8] Zümer: 39/53

[9] Zuhruf: 43/15

[10] Nûr: 34/32.

[11] Kurtubî, 15/150

[12] Bkz. Kurtubî, 15/31. Sıhâh, “’arece” maddesi. Fîrûzâbâdî, Kâmûs, adı geçen madde.

[13] Duhân: 44/47

[14] Cevheri-Sıhah maddesi